119 (12.08.1962) 60 dk (162)
Mevzû
iki esasa ayrılmıştı, birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan
ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan
ahlakın da annesi kalp. Gerek kalp, akıl, vazife, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaninin
birer vasıfları olması hasebiyle, konuşmamızın en büyük rüknünü insan mefhûmu
teşkil ediyor. İnsan...
Her
konuşmada bunları tekrar ediyoruz. Fakat söyleyeceğimiz diğer esaslar bu
temellere istinad ettiriliyor. Onun içün bir arkadaş bir evvelki konuşmada
bulunmamışsa o esası ben ona iyi anlatamamış olurum. Onun içün tekrar etmek
mecburiyetindeyim.
Dış görünüşü itibariyle insan; şöyle yetmiş, seksen, yüz, elli, altmış kiloluk kan ve kemik torbası ve neticede de iki metre uzunluğunda bir çukurun istiap edebileceği bir varlık. Fakat iç görünüşünde o mânâ-i azametinde, vicdan-ı kibriyasında, bütün mevcûdât, Hazreti İnsanda bir nokta kadar dahi değildir. Zor olan yeri de burası. Zor olan kısmı bu.
Acaba
neden bu kadar büyük bir kıymete haiz insan? Bu gördüğümüz ilmimiz, irfanımız, aklımızla,
hissimizle idrak edebildiğimiz ve edemediğimiz, bütün varlık içerisinde çehre-i
maksud insan olduğundan dolayı insan kıymetlidir. Acaba anlatabiliyor muyum?
Mevcûdâtın
yüzü. Kudret, kendisine muhatap tutmuş. Şöyle tarif edelim: Hilkatten gaye insan
olduğundan dolayı, bu varlığın oluşundaki gaye insan içün. Yani, Kudret Fatır
Allah; mevcûdâtı insanın hatırı içün yaratmış, insanı da kendisi içün pek
nazenin pek nazdar pek niyazdar bir varlık olarak kendisi içün halk etmiş. Ama
böyle her şey bizim elimize bâd-ı[1] havâ[2] verildiğinden
dolayı, bedava bir vaziyette elimizde olduğundan dolayı kıymeti bilinmez.
Mesela
sayılı nefes; bir tanesinin şöyle bir noktası o nefesin, bir parça şöyle şey
etse hemen çırpınmaya başlar insan, çırpınır. Fakat onun hâli sıhhatte iken
kıymetini bilmez, bilmeyiz. Kendi sıfatındaki serâiri, bütün esmasındaki varidâtı,
bütün isimlerindeki külliyatı, Hazreti İnsana rekzetmiş.
Bilmek
içün düşünmek... Düşünen bilir, değil mi? Bir adam düşündü mü bilme kapısı açılır.
Düşünen bilir. Bilen ne yapar konuşur. Konuşturan da bir gün kendisiyle
perdesiz tercemansız, hicapsız konuşur. Şimdi konuşmanın ne olduğunu biz
bilebilir miyiz? Hepimiz konuşuruz.
Bana
bir mütefekkir, beynelmilel bir âlim, en yüksek bir mütefennin şu konuşmayı
anlatabilir mi? Haddine mi düşmüş? Konuşur da konuşmanın ne olduğunu bilemez.
Bu kadar serâiri camidir insan. Artık sen bütün o varidâtını, hesabını kendi
kendine yap.
Nasıl
konuştun? İlk önce hamuş idin, dinliyordun. Fıtrat, insana o kadar büyük
dersler verir ki “Evvela dinle!” der. “Dinle! Her şeye atılma. Bak
sen geldiğin vakitte bile konuşamıyordun. Dinledin dinledin, sonra ben seni
konuşturdum.” Hamuş idin, dinlerdin. Hepsi böyledir.
Gelmede
gitmede ihtiyâr yok. Öyle değil mi? Hiçbirimize soruldu mu: ”Beyefendi bir âlem-i
şuhûd vardır, bir dârü'l-belvâ vardır. Dünya denilen ikbalinde hud'a[3] idbarında fecia gizlenmiş, insanları gölge
avına çıkaran bir sahne vardır. Hezar aşina bir acuzeye benzeyen bir yer vardır;
dirliği kısa, zahiri tatlı gibi gözükür, fakat içinde semm-i katil... Böyle bir
âlem var teşrif eder misiniz?” Sormazlar. Elindeki müfredat programı biter. “Ee
sizi bir yere sevk edeceğiz teşrif eder misiniz?” Yine sormazlar.
İstersen
en büyük câha, en büyük kasaya, en büyük masaya, kâinatın serir-i saltanatına
sahip ol. Dinlemez. Sormazlar. ”Teşrif eder misiniz?” yok. Yallah! Ee hesap
görelim. İnsaf edelim.
Bir
iki konuşma evvel, ondan daha evvelinde hemen hemen, arada sırada tekrar
ediyoruz ki: Ahlaka göre hayat; insanlara ileride hesabı verilmek üzere eğreti/ariyet,
eğreti verilmiş bir sermayeden ibarettir. Öyle değil mi? Bu sermaye eğreti.
Şimdi bugün, inanan da inanmayan da kendine mi çalışır? Yok canım. Evet, onun
bir ciheti kendinedir. Hesabı var ama bizâtihi kendine mi çalışır?
Beşer
-esasen tarif edilirken- memlûk bizâtihi
malik bil-araz diye tarif edilir. Ne demek bu? Sonra bir konuşmada
anlatırım. Benim dersin, şu dersin bu dersin, fakat bunlar hepsi araz. Zâtın
itibariyle memlûksun. Bizâtihi varlığın yok. Var. İhtiyarlama! Var.
Ölümü öldür! Var. Kabrin kapısını kapa. Var. Beşerden aczi gider! Hiçbirisini
yapamıyorsun? O hâlde yok. Dava açık.
Ya
âlim olacaksın, ya öğreten olacaksın, ya öğrenen olacaksın, ya öğretenle
öğreneni dinleyeceksin. Bunları
dinledin mi muhabbet esası bozulmayacak, dedikodu orta yerden kalkacak ondan
sonra teâli terakki olacak.
Üç
esas var beşeriyet âleminde, cemiyette; ya âlim olacan, bileceksin veyahut
bilenin bildirdiğini bileceksin veyahut bunların arasında bir kabiliyetin yoksa:
Bende bu kabiliyet yok ne yapayım, diyeceksin. O hâlde dinleyici olacaksın. Bunların
üçünden birine intisap edeceksin. Cemiyet ne vakit bunların üçü ile hâllolursa
o vakit dedikodu kalkar, insanlar birbirinin aleyhinde bulunmaz, senlik benlik
orta yerden kalkar. Senlik benlik orta yerden kalkarsa O tahakkuk eder. O,
tahakkuk ederse O’nun vazetmiş olduğu sermaye orta yere çıkar.
Nedir
o sermaye? Muhabbet denilen, birlik denilen, rifat denilen o varlık meydana
gelir. O geldikten sonra Kudret elinden tutar, kalbin mehbit-i ilham olur
derhal. Gözün gördüğünü akıl bilmez, aklın gördüğünü göz bilmez. Onun haricinde
bir göz daha var o da ayrıdır vazifeler. Bunların hepsinin vazifesi
birleşiverir, birleştikten sonra teâli terakki olur.
Her
yenilik adam için teâli terakki değildir. Sen her yeniliği pek şey zannetme, teâli zannetme. Bazân yenilik de
bazân teceddüd de tedennilik[4] olur. Anlatamıyor muyum acaba? Her yenilik, her teceddüd bir
hayat olamaz. Bazân da bakâyı yıkar. Senin elindeki ebediyeti alır. O vakit ona
teceddüd denmez tebeddül[5] denir. Anlatabildik mi acaba? Bunların farkına
vardıran şeyin adına ne derler, ahlak derler. Size ufacıcık bir ahlakın
tarifini yaptım.
Gelmede
ihtiyâr yok! Gitmede onda da yok! Peki… Şunu insanlar iyi bilmeli ki bu sahne
Kudret’in kurduğu bir tezgâhtır. İnanan da inanmayan da hep O'na çalışırız.
Hep. Hep O'na çalışırız. Kim güzel çalışır, temiz bir niyetle çalışır, iyi bir
ihlas ile hizmet eder, kâm alır. Kim bunun aksine hareket eder, mahrumiyet ve
hüsran içinde kalır. Mahrumiyet. Kudret, insana hiçbir şeysini vermez. Yook!
Bak,
tarihe bak. Bizden çook kavîler bu âlemde imrâr-ı[6] hayat eylemiş; ne saltanatlar sürmüş ne
azametler ne firavun vadilerine ihramlar dikmiş, neler gelmiş, neler gitmiş. Zavallı,
‘benim’ diye yaşamış, yaratırım diyerekten dövünmüş, semayı deler gibi bakmış,
yeri ezer gibi basmış, püüü vururum, yıkarım yakarım! Her ateş yerini küle
bırakmış. Kudret gülmüş. Yer, adamı yer. Yer, adamı yer. Mâdâm ki gelmede
gitmede ihtiyârın yok o hâlde...
Fâniyi
Bâki ile değişmenin çaresini gösteren şeyin adına ahlak derler. Yeni tarifler yapıyorum. Geçici, ariyet olan,
fani olan, boş olan şeyi; dolu olan şeyle… Geçmeyen, bitmeyen, nâmütenâhi ile
tebdil ettirme şekillerini öğreten şeyin adına ahlak denir.
Mâdâm
ki insan Kudret’e muhatap olaraktan meydana gelmiş. O’nun bütün sıfatlarına,
bütün isimlerine, bütün serâirine agâh olabilecek bir kabiliyette yaratılmış… Yazık
günah değil mi burada üç günlük bir imtihan sahnesinde ebedi bir hayatını kötü
bir nefsinin adi bir matahına değişsin de geçsin, göçsün, gitsin.
İnsan
şu zavallı âlemde gençliğini biraz fena bir şekilde bitirir de ihtiyarladığı
zamanında kafasına vurur: Böyle mi bitecekti bu, der. Ben böyle mi olacaktım,
der. Bana nasihat da ettiler ama tutmadım, der. Yoksa bende o kabiliyet vardı
iş işten geçti, der. Ne içün? Nihayet on, on beş senelik...
Kaç
senedir hayat? Seksen. Yüz… Yarısı uykuyla geçti indi kırka, yarısı da sabâvet[7] şebâbetle[8] geçti indi yirmiye. Yirmi senelik şöyle uzunca
bir ömrü gözünün önüne getir. Uzunca bir ömür. Yirmi senelik bir hayat içün bir
hasret çekerse bir insan; ya senesi olmayan, günü olmayan, bitmek tükenmek
zamanı bulunmayan, bir âlem içün acaba nasıl hasret çeker. İşte o hasretin
adına cehennem derler. Anlatabildim mi acaba? Onun adına cehennem derler. O
hasretin.
Sen
düşün şöyle bir kendi kendine, gençliğinde ömrünü şöyle böyle sarfeder de insan,
ettikten sonra o eski kalbinin atış tarzı kalmaz. Gözünde o fer bulunmaz, pazudaki
kuvvet kesilir. Ne bileyim bütün vücuttaki ariyet nimet olan o eçhize: “Yook
artık sana istediğin gibi kendimi kullandırtmayacağım” demeye lisan-ı hâl ile
başlar, başlayınca kendi kendine dersin: Yahu ben böyle mi olacaktım! Ama geçti,
dersin. Tabi bir yanarsın nedir bu? Değmez neticesi hiç!
Sen
onu şimdi bir de ebediye götür bakalım bi. Senesi yok, zamanı yok, anı yok. Bir
nâmütenâhi yolculuğu bi gözünün önüne getir. “Canım ne malum yolculuk, bunlar
batıl!” Geçen konuşmamda söyledim ya. “Ne malum”u filan var mı, geçen
konuşmada gayet açık söyledim.
Sen
düşün bir defa. Kudret’in ilminde vardın, değil mi? Olmasan gelir misin? Bir
bina bir mühendisin ilminde tahakkuk etmeden plan çizilir mi? O bina vücûd bulur mu? Hadisat-ı kevniyyede
her olan, her kıpırdanan şey, Kudret içün en büyük bir burhandır. Sen
Kudret’in ilminde olmasan olur musun? Ordan tıpış tıpış geldin. Fakat geliş
tarzını bilir misin? Nasıl yürüdün geldin bakayım? Bilmezsin.
Sana
inkâr kapısını kapatmaklık içün yine merhametiyle: “Benim rahmetim merhametim,
gadabımı sebk[9] etmiştir.” der “Her hadiseyle Ben insanlara
ders kaçırırım.” der. Kimbilir kimi sever, onun ayağı kaymasın diye ona bir
ufak ders kaçırır. Diğerleri de ondan kâm alır, geçer gider.
Bir
uyku âlemi vardır, onda bir rüya âlemi vardır. Yürürsün, gezersin, evlenirsin,
şu olursun bu olursun, sürûra gidersin, kedere gidersin, birçok yerler kat’-ı merâhil[10] eylersin fakat bu gezdiğin yaptığın işler, makul
müdür, akli midir? Manevi değil midir? Hangi yoldan gittin geldin?
Anlatamıyoruz galiba, gözler acaip! Aşikâr. Hepsi aşikâr, günden aşikâr.
Hasret...
Ahh nolaydı olaydı da filanı kendime dost yapmasaydım.
[11] يَا وَيْلَتٰى لَيْتَن۪ي لَمْ اَتَّخِذْ فُلَانًا خَل۪يلً Mânâsını bilende de bilmeyende de bir akış var, insanı yakar.
يَا وَيْلَتٰى لَيْتَن۪ي لَمْ اَتَّخِذْ فُلَانًا خَل۪يلً Ahh, mânâsı şu: Keşke ahh nolaydı olaydı da filanı kendime halil yapmasaydım, dost ittihaz etmeseydim. Ben az çok kendime bir istikamet vermiştim. Gücümün yettiği kadar bir hayır âleminde dolaşıyordum. Fakat bir insan şeytanını dost yaptım, yandım.
Onun
içün; bu âlemde hukuk tedarik ettiğin insanı çok iyi seç. Ne olur, deme iyi
seç. İyi ara. “Ne olaydı aah keşke...”
[12] لَقَدْ اَضَلَّن۪ي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ اِذْ جَٓاءَن۪يۜ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْاِنْسَانِ خَذُول “Adi bir şekilde beni yolumdan şaşırttı. Çarptı beni.”
İyi insan seç. İnsanlığın kendisine Kudret
tarafından verilen, büyük bir nimet olduğunu idrak etmiş olan insan ile hukuk
tedarik et. Sahib-i ahlak olsun.
Beşeriyyet, her ne zaman cemiyette bir feyz
gördüyse bunu bil ki hassasiyet-i ahlakiyyenin cazibe-i neşvedarında görmüştür. O çekildiği
vakitte hiçbir vakit bir feyz bulamamıştır dünyada, bulunmaz. Eğer insan ise. Olmaz.
Yapmamış Kudret. Zira Kudret öyle tarif eder. “Ahlak, Ben sevdiğim insana öz
elimle biçip yerleştirmiş olduğum bir elbise-i manevidir.” der Allah. Var mı
yok mu dikkat et, çıplak gezme. Diğer şeyler ariyet.
Ey yokluk çölünden varlık vücûd-u pazarına bir
kefen tedariki için gelmiş olan zavallı beşeriyyet; ne vakite kadar can
yakmaktan insanlarını, kendini kurtaracaksın? Öyle hitap eder. Netice
itibariyle eğer, mânâda kalbinde bir zenginlik toplayamamışsan, yalnız zevahirini
tezyin etmekle kalmışsan aldanmışsın. Neden?
Netice itibariyle sahra-i âdemden varlık vücûd-u
pazarına, yokluk çölünden varlık vücûd-u pazarına hepimiz kısmet olursa netice
itibariyle -ya olur ya olmaz, şayet olursa- bir kefen tedarikine gelmişizdir. Onun
içün ahlak der ki: Elemleri ve sürûrları haysiyet-i hissîye ile değil haysiyet-i
akliye ile muhakeme et, der. Ve yalnız onunla da kalma onu da Kudret ile
irtibatını yap, der. Bu bir ana cümledir. Bunu çok canla dinle. Ufak cümle
değil bu. Bu muazzam bir şey bu.
Yani eğer yalnız haysiyet-i hissîye ile yapmadın,
haysiyet-i akliye ile muhakeme yaptın da, bu yapmış olduğun muhakemeyi Hakk’a
bağlayarak neticelenmemişse yine mahrumiyet vardır. Bağlı değilse, Hakk’a bağlı
değilse yine mahrumiyet var. Ne vakit bağlı olabilir? Tevekkül denilen kuvvet-i
ruhî ile.
Bugünkü konuşmanın biraz ağır mevzûu. Öyle
geliyor içimden. Anlatabilirsem ne alâ. Misallerle belki anlatacağım. Tevekkülü
yanlış anlarlar örfümüzde. Tembellik mânâsına değil. Tevekkülü yanlış
anlamamalı.
Yapacağı vazifede Allah’a itimat etmenin adına
tevekkül denir. Belle bunu. Herhangi bir işte, yapacağı herhangi bir işte, kuvvetli
bir şekilde Allah’a itimat etmenin adına tevekkül denir. Bu, sağlam irade
ile olur. Öyle her adamda olmaz o. O itimat sen hele hemencecik oldum
demekle oluyor mu zannediyorsun sen? O’na kuvvetli itimadım var dersin seksen
kapının ipini çalarsın. Öyle zordur ki o. Efendi arar.
”İyi ama itimadım var ya şöyle olursa. Bunu böyle
yaparsam... Şuradan beni atarlarsa… Aç kalırsam… Buradan bu iş bozulursa… İyi
ama bu hak ve hakikati ben kabul edersem beri tarafta bu hak ve hakikati kabul
etmeyen var, kuvvet onun elinde, ben Hak tarafında bulunursam bu kuvvet beni
ezerse...” Hiçbirisi yok işte. Anlatabildik mi? O çok zordur o. O bizim
bildiğimiz miskinâne mânâ değil o.
Bir daha tarif edeyim sana: Tevekkül, yapacağı
vazifede tamamıyla Hakk’a itimat ve istinad etmek demektir ki, bu çok kuvvetli
azim ve büyük bir irade-i ruhî ile olur. O da pek her adamda bulunmaz. O da
bulunmayınca insan teâli terakki etmez.
O itimat oldu mu, bir defa zaaf-ı beşer kalkar. O
itimat oldu mu, bir defa yeis kalkar. O itimat oldu mu, aciz insana tapmaklık
kalkar. O itimat oldu mu, zulme divan
durmaklık kalkar. O itimat oldu mu, şuna buna uşak olmaklık kalkar.
O kalkınca ne olur?
Hakk’ın insana bahşetmiş olduğu hakiki hürriyet
meydana gelir. İnsanı sefalete rezalete çevirip sürükleyen hürriyet değil de
insana, insanlığını tanıtan Allah’ın tasdik ettiği hürriyet meydana gelir. Zor,
fakat tatlı. Zordur. Tevekkül. Şimdi o tevekküle ait bir şey okuyayım size. Bakayım belki daha iyi aşka gelirsiniz.
Fermân-ı
aşka, (ferman-ı ışka)
cân iledir inkıyâdımız
Pürdür
hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız
Mevkûfdur
o mâha hulûs-u fuâdımız
Âhır
varınca haddine hestî-i şâdımız
Hükm-î
kazâye zerre kadar yok inâdımız
Bâş
eğmeziz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Ettik
fedâ zevâhiri şevk-î derûn içün
Sattık
metâ-ı ömrü mey-î lâ'l-gûn içün
Nevbet
çalınca rıhlet-i milk-î sükûn içün
Allaha'dır
tevekkülümüz itimâdımız.[i]
Anlatabildik mi bu tevekkülü? Bunu size bir
hafta evveli okudum ileride izahını yaparım demiştim. Şimdi yalnız buradaki
tevekkülün izahını yaptım, yukarıda daha izah oluncak şeyler var sırası
geldikçe yaparım. Bir de dedim ki dostunu iyi tensib[13] et.
لَمْ اَتَّخِذْ فُلَانًا خَل۪يلً Dövünme. Büyük Kitap’ta böyle beyan eder insanların dövünme şeklini; kısım kısım insanlar dövünür, bir kısmı:
[14] لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًاAahh nolaydı olaydı da keşke toprak olaydım. Bu bizim bildiğimiz toprak olmak mânâsına değil, ”Ne olurdu toprak ahlaklı olaydım. Şeytan gibi nâri olmayaydım. Turâbi olaydım.”
Öyle
değil mi? Bütün kirlerimizi gizler, bütün pisliklerimizi örter, bütün cifelerimizi
saklar. Ezeriz, kirletiriz, tükürürüz, bütün hakareti yaparız yine hiçbirini
yüzümüze vurmaz. Buyurun der, nimeti çıkarır önümüze kor.
Cenâb-ı
Ali’ye de Ebû Turâb denmesindeki illet odur. O toprak babasıdır, diyor. Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi. Ne demek, o toprak babası? Maden-i küll. O affeder,
semihtir. Kerimdir, verir almaz, verir. Sırr-ı hakikate mahrem olunca, ne vakit
sırr-ı hakikate mahrem olur? Hakk’a tamamıyla itimat olunca sırr-ı hakikat
açılır.
Şimdi
geçen okuduğum şeyi biraz bazı yerlerini, tahlili açıyorum. Bir kelime: “Sırr-ı
hakikate mahrem olunca” Ne vakit olur olurum? Ne vakit ki “acaba”yı
kaldırırsın da tam itimad ile istinad edersen, dayanırsan, herhangi yapacağın
bir işte… Miskinâne değil.
Bir
katre şeklinde ummanlar gördüm.
O senin görmüş olduğun zevahirde hayran kaldığın şeyler hiç mesabesinde gelir.
Buluğa erersin.
Şimdi
şöyle bir misal verelim; mini mini bir çocuk, elinde bir pırlant var büyük,
fındık büyüklüğünde, ceviz büyüklüğünde, pürüzsüz, lekesiz, siyahlanmamış, sararmamış,
büyük kıratta bir pırlant, elinde var. Öbür tarafta da bir sahtekâr var, elinde
bir mavi boncuk var. Çocukta temyiz kudreti olmadığı içün yalnız şekle bakar zevahire
bakar. O mavi boncuğun rengi ona o pırlanttan daha güzel gözükür. Onu ver de
bunu vereyim, der. Derhal onu atar onu alır.
Sende
bir cevher var, o insanlık cevheri. Kudret koymuştur. Onu atıp da iblisin
verdiğini alma, diyor. Anlatamadık
mı? Atma onu. Onun çok hırsızı var. Alırlar adamın elinden.
Ama
biraz evvelce söylediğim şeyi anlayacak olursa “Bir katre şeklinde ummanlar
gördüm” Kimi aldatmaya kalktın? Ne mukabilinde beni satın almak istiyorsun
sen? Niye?
Ben
sırr-ı hakikate mahrem olmuşum
Damlanın
içerisinde umman görmüşüm yahu.
Merdân-ı
Hudâ’ya endâm olunca
Derviş
suretinde sultanlar gördüm.
Bu
gülşenin bakmam çiçeklerine
Meyletmem
hezar nâmelerine
Ben
o çiçeklerde şebnem yerine
Semadan
damlamış al kanlar gördüm.
Senin o zevahirde görmüş olduğun birçok alâyiş filan var ya onlar netice itibariyle kim bilir kimin gözünün kanlı yaşıyla meydana gelmiştir. Ben onların hepsini görmüşüm, satılmam. Anlatamıyorum bir şey galiba?
Kolayca
inanmam isterim burhan
Zahire
aldanmaz erbâb-ı irfan burhanı arar...
Bir şey buradan kaymış, hafızam idare edemeyecek. Ne olduğunu gelecek hafta, unutturulmazsam belki okurum o yeri. Bir şey ara yerden kaçmış.
Ben
kendimden hasta Lokmanlar gördüm.
Her
söze kanarsan düşersin derde
Felaketle
kalkar gözden perde (dikkat
et)
Felaketle
kalkar gözden perde
Her inleme altında büyük bir keşif vardır. Kudret öyle açmış pazarı. Neden acaba? Sıkıldığın vakitte temiz “Allah” dersin. Hesabı meydandadır. Sıkılmayınca o kadar temiz söyleyemezsin. Hele bi bunal, öyle dersin ki, o kadar temiz dersin ki, bunalma ne kadar kuvvetli olursa aşk ile “Allah” demek o kadar kuvvetli olur.
Felaketle
kalkar gözden perde
Dünya
dediğimiz bu süflî yerde … şeytanlar gördüm.
Deminki söylediğimi burada tahlil ettik değil mi?
Neler
etti neler bu felek bana
Hayrette
kalırsın söylesem sana
Nuh’un
gemisinde değildim amma
Ona
dehşet veren tufanlar gördüm.
Şimdi gelelim mevzûun an yerine: Tevekkülü anlattık. O bir defa neymiş? Miskinlik değil. Miskinlik mânâsına değil. Yapacağı vazifede, Allah’a kuvvetli itimat. Büyük fedakârlık. O, muazzam irade ile olur. Çok büyük irade. Kolay mı ya? Öyle de imtihan eder ki, öyle de imtihan eder ki, getirir getirir imtihan eder.
Ama ahlak pûtesine girildiği vakitte iş biraz kolaylaşır.
Neden? Çünkü ahlakta üç büyük esas vardır. Hubb-u Hak, üç büyük esas. Zevk-i
bakâ… Anlatabildim mi acaba? Üçüncüsü neydi? Hüsn-ü ihtiyâr. Bu üçü de
bir insanda tahakkuk etti mi kuvvetli itimat başlar.
Hubb-u Hak, adaletle tecelli eder. Çünkü
muhabbet adaletten yüksek bir rütbedir. Adalet de ikilik vardır, muhabbette
birlik vardır. Oradan teâli etti mi bir insan adalette, adalet
her yerde aynıdır. Çünkü beşer, beşer olması sebebiyle tecelli ettiği
mazhariyet itibariyle hep birdir.
Adalet her yerde müsâvidir her yerde alîdir. Onun içün Hak,
Hak Teâla’dır. Anlatabildim mi acaba? Onun içün hürriyeti tarif ederlerken: Hakiki
hürriyet; adaletle tahdit edilirse işe yarar, derler. Adaletle tahdit
edilmeyen hürriyet, tecavüzdür, derler. Anlatabildim mi?
Sen “benim hürriyetim var”
dersen, eğer o adaletle tahdit edilmemişse bana tecavüz edersin. Ben “benim
hürriyetim var” dersem, nefsim bana lazım gelen emirleri verir, o adaletle
tahdit edilmemişse sana tecavüz ederim. O hâlde cemiyet bozulmaz mı? Adaletle tahdit
edilmesi lazım.
Size
bir misal vereyim. Malum ya gaye-i hilkat, yani gaye-i hilkat-i insaniye
ameldir, söz değil amel.
Hz.
Ömer’in zamanında… Ömer’in zamanında Cebele isminde birisi hükümdar. İslam oldu.
Beytullah’ı ziyaret ediyor. Kalabalık. Bir köle de ziyaret ediyor. Ziyaret
edenlerin arasında, şöyle bir dokunmuş ama müteessir edecek kadar değil. Azılı
bir herif, kavî de bir adam. Bir vurmuş ön dişi düşmüş. Sesini çıkarmamış
dişini almış doğru Ömer’in huzuruna çıkıyor.
Diyor
ki: “Sizin daire-i hükümranınız dâhilinde bir adam... Bende ziyaret ederken -daha
birçok insanlar ziyaret ediyor- bende ziyaret ederken şöyle bir kazara dokundum.
Bir vurdu dişimi düşürdü bu hakkı isterim. Getirt!” diyor.
Şimdi
o dokunduğundan dolayı değil. Henüz şirkini izâle edememiş. Benliğini. Bakıyor
ki cemiyet içerisinde bir köle. “Ben binlerce nüfusun bir emiri hükümdar. Benimle
aynı vaziyette adım atıyor, benim yaptığımı yapıyor!” Kibr-i nahvetine dokunuyor,
onuruna dokunduğundan dolayı, ona o şekilde kıyarak vuruyor.
Köle
de orada… Gassan emiri gelmiş herif. Benlik ne fena şey. Hâlbuki şöyle bir
düşünse insan, doğumu ile idam kararını almış infazını bekliyor. Şöyle bir
düşünse; hepimiz idam kararını almışız, infazı bekliyoruz. Can yakmanın sırası
mı ya?
“Davacı”
demiş. “Bu davacı, sen bunun dişine vurmuşsun düşürdün”
“Evet, haddini bilmedi!”
“O
diş düşecek, demiş. Meğerki gönlünü yap.”
“Azıcık köleyi çıkarın da söyleyeceklerim var.”
diyor.
”Köleyi bu muhakemeden dışarıya çıkarmak hakkı
ben de yok. Ben çıkaramam kendisi razı olur mu, kendi razı olur mu biraz dışarıya
çıkmaya?”
Köle
demiş ki: “Olurum ben.”
“Peki,
ne söyleyeceksin?”
“O
bir köle, demiş. Ben binlerce insana icra-i hükmeden bir hükümdarım. Bir köle
tarafından dişim düşürülürse kıymet-i nüfuzum kalmaz. Köle tarafından dişi
düşürülmüş bir adam vaziyetinde sarsıntı olur.” demiş.
”Vallahi ben onu bilmem. Gönlünü yaparsan olur.
Yoksa o diş düşecek.”
Çağırmış
içeriye, köleye demiş ki:
“Herhangi
bir şekilde sizi tatyib etseler, bu dişten feragat eder misiniz?”
“Yook,
aynen dişini isterim. Bana -demiş- o tokadı vurduğu vakitte iradesini Hak
namına kaybederek vurmuş olsaydı, kellemi de alsaydı feda olsaydı. O içindeki
saklamış olduğu gizli şirkinden vurdu. Küçük gördü beni. Ben Kudret yanında
belki onun ne biliyorsunuz ki -demiş- en büyük bir adamım. Benim burada yanan
bir ateşim var ki onu ancak Allah bilir. O ateş aşkına al benim hakkımı! Söyletme
-demiş- bunu. Çık dışarıya al dişimi!”
“Biraz
müsaade edin, demiş. Asabımı şey edeyim pekâlâ dişimi vereceğim.”
Çıkmış
binmiş hecine[15]
firar etmiş.
Öyledir bilmeyiz biz Kudret’in yanında kimin ne olduğu bilinir mi? Senin çook aziz görmüş olduğun yer, onun yanında çook rezildir. Çok zelil görmüş olduğun şey onun yanında azizdir. Bilinmez o. Sonra Rıza-i İlâhi bahâ ile değil bahane ile alınır. Bahâ ile değil. Abid olursun zahid olursun fakat irfanın olmaz gönül okumamışındır; ufacık bir şeyden bir garip adamın bi kalbini kırarsın, yedi silsilen yanar. Her şeyini kül eder Kudret. Hiç de umurunda değildir.
Öyledir, Allah’ın âdeti öyle! Kendi kendine de hayrette kalırsın. “Yahu benim hiçbir suçum yok, bir kabahatim yok!” Hakikaten suçun kabahatin yoktur ama bir anda bir zavallının bir gönlüne dokunan konuşurken mesela gülmüş olursun.
Bak ufak bir misal vereyim sana. Bir cemiyette konuşuyorsun, orada benimsemediğin küçük gördüğün bir adam olur. Onun konuşma tarzında bir zavallılık sezersin. Dikkat et sözüme, bir zavallılık olur a bir zavallılık sezersin.
O safiyane bir şey söylerken sen şöyle bir gülersin. O senin güldüğünü, o anda kalbinde de bir Kudret’le bağ var da irtibatı varken sezer de “Beni küçük gördü, güldü!” diyerekten şöyle bükerse yapıştı Kudret. Sökebilirsen sök. İmkân yok. Alt üst olursun. Hiç sökemezsin. Gitti, dahi gider. O kadar incedir o iş. Onun içün bahâ ile değil bahane iledir. Baban yapar, anan yapar o da çeker. O bilinmez o.
Kaçmış, irtidat[16] etmiş. Tanassur[17] etmiş, irtidat değil de... Oranın tüccarları, Bizans’a geliyorlar alışverişe, buna rast gelmişler. “Yahu filanca değil misin sen ya? E ne hâl bu?” demişler. “Ya anam doğurmasaydı ya Ömer kölenin diş meselesini açmasaydı!” demiş... Sormayın.
Bazı
insanlarda acayip şeyler olur, tecelliler olur. Bilir de yine orada saplanır
kalır.
Demişler:
“Sana şey edelim biz; şefaat edelim, rica edelim. Dön yine eski itibarını al.”
Gelmişler şimdi hâline acımışlar, diyorlar ki: “Filanı gördük acınacak bir hâldedir. Söyledik rücû et. Ederim, dedi. Ömer kızını verirse, Allah’ın emriyle onu alırım dönerim. Ben tekrar rücû ederim. Nikâh müessesesine intisap eder, onun kızını bana verirse. Bir de kölenin diş davasından vazgeçerse.”
“Kızımı veririm -diyor- fakat kölenin diş davasından köle gelir dişini alır!” Bir şey anlatamadık mı acaba? “Kızımı veririm fakat köle gelir dişim derse dişi alır.”
İşte o, o feyizli ahlak idi ki koca Roma’nın sekiz yüz senede tesir etmiş olduğu büyük varlığı yetmiş beş sene içerisinde ondan daha fazla olmak, iki misli olmak şartı ile onlar yapabilmişlerdir. Biri büyük siyasetiyle, büyük kuvvetiyle, muazzam ordusu ile mükellef fenniyle, mutantan felsefesiyle, muazzam zevahiriyle sekiz yüz senede dünyada yapmış olduğu fütuhatı, onlar yetmiş beş sene içerisinde onun iki misli olarak yapmışlardır. Anlatabildim mi acaba?
Saat nasıl oldu? Dokuz olmuş. Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Bâd: Rüzgâr, yel, hava
[2] Bâd-ı havâ: Karşılıksız,
parasız, meccânen, bedâva
[3] Hud'a: Hîle, düzen, oyun,
aldatma
[4] Tedenni: Alçalma, gerileme.
Aşağı seviyeye düşme.
[5] Tebeddül: Başkalaşmak.
Değişmek
[6] İmrâr: Geçirme, geçirilme
[7] Sabâvet: Çocukluk, sabilik
[8] Şebâb/Şebâbet: Gençlik
[9] Sebk: Geçme. Öne geçme, Üstünlük sağlama.
[10] Kat’-ı merâhil: Merhaleleri
geçip yol alma.
[11] Furkan Suresi 28. Ayet-i
Kerime يَا وَيْلَتٰى لَيْتَن۪ي لَمْ اَتَّخِذْ
فُلَانًا خَل۪يلًا
Meali: "Eyvah!" diyecek, "keşke
falancayı dost edinmeseydim.
[12] Furkan Suresi 29. Ayet-i
Kerime لَقَدْ اَضَلَّن۪ي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ
اِذْ جَٓاءَن۪يۜ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْاِنْسَانِ خَذُولًا
Meali:
Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan
insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.
[13] Tensib: Uygun görmek.
Münasib kılmak.
[14] Nebe Suresi 40. Ayet-i
Kerime اِنَّٓا اَنْذَرْنَاكُمْ عَذَابًا
قَر۪يبًاۚ يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ
يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا
Meali:
Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin ne takdim ettiğine
bakacak ve kâfir diyecek ki: "Ah ne olaydı,
ben bir toprak olaydım."
[15] Hecin: Çok hızlı giden,
susuzluğa çok dayanıklı binek devesi
[16] İrtidat: Dinden çıkmak.
[17] Tanassur/Tenassur: Nasrânileşme.
Hıristiyan dinine girme.
[i] BÂKÎ'NİN GAZELİNİ TAŞTÎR (*)
Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız
Pürdür hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız
Mevkûfdur o mâha samîm-î fuâdımız
Âhır varınca haddine hestî-i şâdımız
Hükm-î kazâye zerre kadar yok inâdımız
Bâş eğmeziz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Ettik fedâ zevâhiri şevk-î derûn içün
Sattık metâ-ı ömrü mey-î lâ'lgûn içün
Nevbet çalınca rıhlet-i milk-î sükûn içün
Allaha'dır tevekkülümüz itimâdımız.
Biz müttekâ-yı zerkeş -i câhe dayanmazız
Bâlîn-i bahtı cây-i mübâhât sanmazız
Pervâne-vâr şem'-i mükâfâte yanmazız
İkbâl içün mevâid-i iblîse kanmazız
Hakkın kemâl-i lûtfunadır istinâdımız
Zühd ü salâha eylemeziz ilticâ hele
Âsâr-ı ittikaaye bedel câm alıp ele
Dünyâda vârımız yoğumuz vermişiz yele
Çekmekteyiz kavâfil-i uşşâka meş'ale
Tuttu eğerçi âlem-i kevn'i fesâdımız.
Meyden safâ-yı bâtın-ı humdur garaz heman
Değmezdi yoksa sekrine peymâne-î mugan
Her câm içinde seyredilür başka bir cihan
Şürb-î müdâm içün neye kıldık fedâ-yı can
Erbâb-ı zâhir anlayamazlar murâdımız.
Minnet Hudâ'ye devlet-i dünyâ fenâ bulur
Elhak gazelde neşve-i Bâkî bekâ bulur
Ahlâf o nazm'e gûş tutarken safâ bulur
Teştîrimiz bu sâyede az çok bahâ bulur
Bâkî kalur sahîfe-i âlemde âdımız.
Yahya Kemal Beyatlı ( 1884 - 1958 )
Fâniyi Bâki ile değişmenin çaresini gösteren şeyin adına ahlak derler.
YanıtlaSilSırr-ı hakikate mahrem olunca, ne vakit sırr-ı hakikate mahrem olur? Hakk’a tamamıyla itimat olunca sırr-ı hakikat açılır.
YanıtlaSilBak ufak bir misal vereyim sana. Bir cemiyette konuşuyorsun, orada benimsemediğin küçük gördüğün bir adam olur. Onun konuşma tarzında bir zavallılık sezersin. Dikkat et sözüme, bir zavallılık olur a bir zavallılık sezersin.
YanıtlaSilO safiyane bir şey söylerken sen şöyle bir gülersin. O senin güldüğünü, o anda kalbinde de bir Kudret’le bağ var da irtibatı varken sezer de “Beni küçük gördü, güldü!” diyerekten şöyle bükerse yapıştı Kudret. Sökebilirsen sök. İmkân yok. Alt üst olursun. Hiç sökemezsin.