Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

122. Kaset (Son eklenen)

122 (26.08.1962) 65 dk (165)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı; vazifeden doğan ahlakın menbaı akıl, aşktan doğan ahlakında annesi kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife bunların hepsi mânâ-i insanî ile alakadar, onun birer vasfı olması hasebiyle mevzûun en mühim esasını insan mefhûmu teşkil ediyor.

İnsan garip bir muamma. Zahiri görünüşü itibariyle elli altmış kiloluk kan, et, kemik torbasından ibaret, enfüsi varlığı itibariyle de bütün kâinatı muhit. Beşeri takatle insanı layıkıyla tarif etmeklik imkân dâhilinde değil. Kendi kudretiyle insan, insanı layıkıyla tarif edemez. Neden? Zira insan, Kudret’e naib olarak halk edilmiş, muhatap olarak yaratılmış.

Geçen konuşmamda mühim bir yere işaret etmiştim. İnsan emanet-i Hakk’ı hamil. Kendisinde emanet var. Allahu Teâlâ, mevcûdâta alâ teklif-i tahyir yani ihtiyâr vererek:

“Ne dersiniz, bak size mühim bir şey veriyorum. Bütün mevcûdâta:“Benim emanetimi alabilir misiniz?”

Tabi onun da öyle bir karşılığı olacak. Hepsi ibâ[1] ettiler, çekindiler. Özür dilediler, af istediler. “Hakkını yerine getiremeyiz!” dediler. İnsan, bu emaneti aldı. [2]

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ 

O Büyük Kitap, böyle ilan eder. “İnsan emaneti yüklendi.” der. Ne o emanet? Hakk’ın kendisi. E Hakk’ın kendisini hâmil olan bir varlık, beşeri takatle tarif edilebilir mi? İşte onun içün tarif edilemez. İlleti bu. Ama herkeste bu tecelli var mı yok mu? Artık onu her fert kendisi bilir.

Zannetmeyelim ki her iki ayağı üzerinde yürüyenle her konuşan, o emanete hâmildir. Zor bir mevzû. Zulme divan durmamış, ah almamış, sayılı nefesini Hak ve hakikatsiz bitirmemiş. Geceleyin hilkat, gündüzün de gaflet uykusuyla ömrü tükenmemiş. Nerden gelip gittiğini anlamış. Gönüller fethetmiş, düşmüşün elinden tutmuş. Sırr-ı Vahdeti duymuş, her çirkinliğin altında bir güzellik gizlenmiştir diye temâşâ etmiş...

Biraz ağır değil mi ya! Buraları biraz zor. Kolay o şu iş böyle, bu iş böyle, şunu şöyle ayarladım, bunu böyle ayarladım, nizam intizam yerinde işte püf püf güzel. O kadar değil o!

Her çirkinliğin altında, bir güzelliğin gizlendiğini görüyor. Onda var emanet. Ben de var mı? Ne gezeer! O kadar ucuz bir şey değil ki o! Öyle mi? Evet. İnsan aczini itiraf etmeli.

Bizde güzeel çöreklenmiş bir ejderha var, “Nefs-i emmare” derler. Yedi tane de başı var: Hırs, tamah, kibir, ucub, buğz, adavet, riya. Öldürebilirsen öldür! Ne atom para eder ne zehirli gaz, hiçbir şey. Zor iş o. Ama “Kudretten her gün bir Rahman rüzgârı eser. (Diyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi) Kısmetsiz gitme, kendini arz et. Belki bir gün okşar.” diyor. Anlatabildim mi acaba?

Rızâ-i Hak, bahâ ile değil bahane iledir. Bak, ara; bil, bul, ol. Bu âleme üç şey için gelmiştir insanlar. Bilecek, bulacak, olacak. Evvela taalluk edecek, sonra tahalluk edecek, ondan sonra tahakkuk edecek.

Evvela sev! Taalluk etmek, muhabbet yani ya, öyle bir sıfat-ı muhrika[3] ki hangi kalbe girerse mâadâsını yakar. Ondan sonra tahalluk et, sevdiğinin ahlakıyla ahlaklan. Sev aslını. Aslın kim? Hakk ya hu!  Diğer sevdiklerin de… O sevdiklerinin ismini sen değiştirirsin, bozarsın da aldanırsın.

Duvara güneş vurur,  zannedersin ki güneş duvardan çıkıyor. Aman dersin, ne kadar çook, o da biraz şöyle bir cila mila varsa akseder, böyle güneş çıkıyor gibi zannedersin. Hayır, oraya aksetmiştir. Kendini çektiği vakitte yine taş kalır orta yerde.

Senin kâinatta her sevdiğinde görmüş olduğun ân, O’nun tecellisinden ibarettir. Sen O’nu unutup da o eşyaya bir isim verecek olursan, kopkoyu bir müşrik kalırsın. O gittiği vakit orta yerde kalırsın. Gel onun aslını bul da temelli sev. Anlatabildim mi acaba?

Kimin lutf-u muâvenetinde[4] olduğunu öğren. Şuna buna gönlünü bağlama. Boş yere satılırsın. Zira insan, kimin lutf-u muâvenetine talip olursa, muhakkak cevher-i hürriyetini ona satar. Ahlak böyle kaide kurmuş, başka bir şey yok orta yerde. O hâlde gel bir yere, birisinin lutf-u muâvenetiyle bulunuyorum yaşıyorum, de. Cevher-i hürriyetin zaten O’nundur. Onu, O'na ver de O senin namına işletsin, kâm al. Anlatamadık mı?

Demek ki insan; (mevzûu dağıttık, toplayalım şimdi şöyle) layıkıyla hakikati, hürriyeti, mahiyeti beşeri takatle tarif olunmaz. Öyle mi? Olunmaz. Sen bile bana kendini tarif edemezsin. Sen dediğin vakit, cismaniyetini bilmez misin, kendini (yani).

Günde ne kadar şey hatırından hutur[5] eder? Sayabilir misin, geçen konuşmamda dediğimi?  Sayısı ne kadar? Yarın ne kadar şey geçecek hatırından bilir misin? Şu anda beni dinliyorsun, nerde geziyorsun? Farkında mısın? Bir an evvel nerde bulunduğunu biliyor muydun? Şimdi hem burdasın, hem nerdesin? Hem dinliyorsun hem cevap veriyorsun. Bazı yerini kabul, bazı yerini red, bazı yerinde şüphe, bazı yerinde acaba, bazı yerinde şaşırmak, bazı yerinde anladım anlamadım, bunlar hangi vücûtlarda geziyor? Kaç vücûda sahipsin?

İnsan, kolay şey mi? Bu kadar geniş varlığa sahip. “Vicdanım hâkimim, aklım amirim” der yaşar.  Nerdee! Neyine aklın hâkim olur, nerde vicdanın amir olur? Sen gönlünü bir yere bağlamazsan nasıl çıkabilirsin işin orta yerinden? Akıl nerde amir olabilir? Akıl, bir yere kadar adamı götürür, ondan sonra durur, şaşırır kalır.

Tahkik yolunda akıl ne etsin?

Hiç konuşmadın mı hayatta “Bugünkü aklım olsa öyle böyle yapar mıydım!” diyerekten. Durur durursun da ah dersin “Bugünkü aklım olaydı bu işler böyle olmazdı!” Ne malum yarın da bugünkü aklına hasret çekmeyeceğin. Nedamet etmeyeceğin. Dersin, deriz hepimiz: “Aah benim bugünkü aklım olsaydı bu işler böyle mi olurdu ya!” Ne malum yarın da bugünkü aklına hasret çekmeyeceğin.

Demek ki akıl, bizâtihi insana doğrudan doğruya tam bir şey olamıyor. Rehber olamıyor. Medâr-ı teklif. Hayır ve şer kendisine tarif edildikten sonra o, onu tetkik edebiliyor. Ve illâ bizâtihi edemiyor. Evet, beşer yani insan, bir eli âlem-i hilkate bağlanmış, bir eli de âlem-i kudrete raptedilmiş.

Âlem-i hilkate raptedilen kısmında insan, konuşabilir, bazı şeyler anlatır. Fakat âlem-i kudrete taalluk eden kısmında durur, hayret ve dehşet kaplar. Orada teslimiyet gelir, orada iman ve aşk makamı meydana çıkar, onunla hemhâl olur, iyi neticeler alır. İnsanı buraya yaklaştıran şeyin adına da ahlak derler.

Zira ahlak, insanlara tevekkül denilen bir kuvvet-i ruhiyye bahşeder. Tabirime dikkat et! Tevekkülle ittikâli birbirine karıştırmayın. Tevekkül başka, ittikâl[6] başka. Tevekkül insana kuvvet-i ruhiyye verir. Bir adam, gönlünü kuvvetle Allah’a bağladıktan sonra ondan sağlam insan var mıdır hayatta? Gösterebilir misin?

O kadar kuvvetli itimadı var ki yapacağı vazifede, herhangi bir işte, bir yere itimat etmiş. İtimat ettiği şeyin adı da Allah. Bundan daha sağlam, bundan daha kuvvetli ne bulabilir insan acaba? Öyle bir adam ki yapacağı vazifede Allah’a itimat etmiş, O’na istinad etmiş. Azm-i iradesini tamamıyle oraya bağlamış. Bunda acz bulunur mu? Neden?

Bulunmaz ki!..

İşte o adamda hürriyet var demektir. İtimadı bir yer. Çünkü insana hürriyeti Allah verir.

Öyle mi? Yaa!

Emaneti sana verdiğinden dolayı, emanet, hürriyetle muhafaza edilir. Hürriyeti de adama Allah verir. Hakiki hürriyet ama… Hürriyet namı altında esaret değil.

Tam hürriyeti insana Allah verir. Allah’dan gelir. Onun içün der ki Hudâ, Gayur’dur da öyle Gayur’dur ki:

مَنْ تعَلقَ شَيْئًا وُكلَ إِليَهِ      Men tealleka şey'en vükile ileyh, der. “Kişi güvendiğine terk olunur, der.

Bana güvenmedi başkasına güvendi. Pekâlâ, güvendiğine bıraktırırım onu, der. “Kişi güvendiğine terk olunur.” Dikkat et buraya! Hayatta çok gelir başına; çok güvenmiştim dersin, tepetaklak gelirsin. “Yahu çok itimadım vardı, güvendim!” Güvenmeyeceksin!

Bir yere güveneceğiz yalnız. Bir yeri tanıdın mı eğilmezsin. Nefs-i emmârenin, semen-i[7] kaliline[8] adi mataha satılmazsın. Görüyorsunuz değil mi, hayat neden ibaret? Hayat, pek az, pek kısa fakat…

Kudret kendi hikâye eder. Der ki...

Tabi ben sizi inanmış bir camia olarak görüyorum. Yani inanmış demekten maksadım; gelmede gitmede gaye ne olduğunu, nihayet bu âlemin bir mezbaha olmayıp, bir hikmethane olduğunu ve bu hikmethanede size çok meçhul kalan şeylerin var olduğunu... Biz henüz yaşadığımız müddetçe meçhuller içerisinde yüzüyoruz. Esrar-ı kaderden agâh değiliz. Akıl, ilim, felsefe, fen duruyor hadisat karşısında. Durarak yürümeyecek, bunun açılacağı bir an var. Ve buna inanmış, bugünkü meçhullerin bir gün açılacağı anı bekleyen bir varlık diyerekten konuşuyorum.

Yoksa maddenin kesafetinde yüzmüş: “İşte hayat bundan ibaret! Birkaç gün yer, yaşar, yatarım. Ondan sonra hiçbir şey!” Onun konuşma tarzı başka. Fakat öyle değil de, “Ben abes yaratılmamışım. Kendi içimde bir ses “Var, Var!” diye bağırıyor. Fakat henüz kavuşmak üzere çırpınıyorum, kavuşamıyorum. Yarın kavuşacağım. Bütün meçhullerimi açacağım, atacağım.” Nihayet ıstırapların sükûna geçeceği bir an.

Bu âlemde hiçbir vakit huzur yoktur.

... Burayı öyle kurmamış. Hilkat kanununda böyle bir kaide vazetmemiş bu sahneye. Bu sahnede yoktur o. Öyle bir şey aramayın siz. O insanların hayalinden geçen şeyler olsa da yine olmaz. Ertesi günü başka bir şey vazeder, O. Öyle bir şey yok.

Nâmütenâhi servete malik olsan, yine kırıksındır. Nâmütenâhi göz kamaştırıcı masaları tamamıyle sana verseler, yine olmaz. Yok!

Ha, ne vakit huzur olabilir? O olur ama onu da biz yapamayız. Pek az insanlarda olur. Zor iş o. Faniyi, bakiyle değişiyor. Onlar çok kâr bilen insanlar.

Size bir misal vereyim. Erbâb-ı irşattan birisi; talebesinden birisi giderken bir yere demiş ki: “O gideceğin sahada Bestami’ye rast gelirsin. Ellerini öp hürmetlerimi söyle, gönlünü niyaz ederim. Bizden nazarlarını eksik etmesinler.” İşte lazım gelen hürmeti neyse onu şey ediyor. Uğramış, vazife almış tabi.

Kemâl-i ihlas hürmetle yanına gitmiş.

Demiş: “Ben filan zatın talebesiyim, size karşı fazla hürmeti var. Hususi selamlarını, ihlaslarını arz ettiler.”

Demiş: “Onun birkaç cümlesini söyle bakayım da, demiş. Cümlesinden ne hâldedir anlayalım. Ne söyler, birkaç konuşmalarından bana birkaç cümle söyle!”

Şimdi o zat da ne desin? İhlas ile kemâl-i zevk ile hoşuna gider diyerekten demiş ki: “Benim öyle bir tahsil-i terbiye ettiğim bir zat var ki; şöyle (demiş) sema demir olsa, yer taş kesilse, bir katre su damlamasa, bütün kâinat da evlâd-ı ıyâlim olsa, rızık namına bir habbe bulunmasa bunları nasıl geçindireceğim diye düşünmem.” demiş.

“Ben de seni terbiye eden adamı hakikaten irfan sahibi, kemale vasıl olmuş bir zat zannettim. Henüz imanı bile yokmuş. (Demiş) Şirk vadisinde yüzen bir adam. Kudret kurtarsın, napalım!”

Canı sıkılmış ama edeben de bir şey demiyor. Ne desin! Ayrılmış, pür-merak gelmiş.
Soruyor o zat diyor ki: “Gördün mü o zatı?”
“Gördüm.”
“Benim selamlarımı unutmayaydın.”
“Efendim (demiş) selamlarınızı söyledim ama ben o zattan soğudum!” demiş.
“Niye?”
“Sizin gibi (demiş) eshâb-ı kemâlden bir zata mâmâfih bunu nakil de bizim için bir edep haricidir amma çirkinliği nakletmek de bir çirkinliktir. Müsaade ederseniz söyleyeyim.

Ben sizin, ara sıra bizi ikaz, terbiye, ıslâh yolu ile söylemiş olduğunuz cümlelerden birkaç tanesini bahsettim. İşte sema şöyle olsa bu böyle olsa... Ben onu söylerken kaşları çatıldı, gülen yüzünde ağırlık geldi.
En nihayet dedi ki: Ben bir sahib-i irfandan bahsedeceksin zannettim, henüz o insanın imanı dahi yok. Gizli bir şirk âleminde yüzüyor. Kudret’e yalvaralım ki Kudret onu ordan kurtarsın, dedi. Tabi edeben bir şey demedim amma içimden kırıldım.” demiş.
“Yok kırılma, diyor. Herhâlde bizim bir eksiğimiz vardır. O senin bildiğin gibi bir insan değil.”
Bir mektup yazmış. Demiş: “Efendim bir ikaz, bir irşad da bulunmak istemişsiniz fakat henüz mânâsını tahsil edemedik. Ne emir buyruluyor böyle.” denmiş.
“Vallaha (demiş) senin gözünde henüz sema var, arz var, taş var, habbe var, katre var, şu var bu var. Benim gözümde yalnız “O” var. Şunlar bunlar bulunduğu müddetçe “O”’suz bu iş olmaz. Onun içün o çocuğa öyle söyledim. Bak işine gelirse!”
Anlatabildim mi acaba? Bu da ayrı bir zevk. Bu da ayrı bir zevk. Bunların hepsi birer zevk. Ahlakın zevk kısmı bunlar. Yapamasak da yapanı varmış diye özenmek, zevk almak, o da ayriyeten bir zevktir. 
Yani emanet olan insanlar bunlar. Bunu boşuna söylemedim. Hani emanet varmış diyoruz ya işte emanet onda var. Hangi insan böyle onda emanet Var.

Bizde ne var? Bizde güzeeell... Ben kendime söylüyorum. Ters anlama. Sana ait değil. Nefs-i emmâre, muazzam çöreklenmiş, çıkmanın imkânı yok. Bâzân uyuşur, tekrar canlanır. Gönlümüzü bin parça etmişiz her birini bir matlab[9] peşinde koştururuz. Gönül bin parça olmuş, her biri bir matlab peşinde koşar. Öyle değil mi?

Hâlbuki: “Lâ yesevunî ardî ve lâ semâî ve veseanî kalbî abdi'l-mü’minin heyyinin leyyin

Hudâ öyle diyor. “Gafiller beni göklerde arar, arifler gönüllerde bulur. Ben adres veriyorum size, diyor. Ben, Ben’den başka muradı kalmayan insanların semâ-i kalbinde otururum. Git bir kırık kalp bul, çal kapısını, derhal sana ordan “Lebbeyk!” diye cevap vereyim. Derhal vereyim!” der. Yaa!

Var olan O ama olmuyor işte, beşeriyet bizi zedeliyor. Bugün, muhabbet denilen şey, Nur-u Hak’dır. İnsanlık âleminden o kalkmış. Yani Allah, nurunu kaldırmış.

Muhabbetin mânâsı ne: Hakk’ın Nuru. Nur deyince biz aydınlık arıyoruz. Nur indi, nur indi! Nur muhabbet demek, kardeşim. Anlatabildim mi? Hangi kalbe muhabbet gelmişse, işte Nur-u İlâhi gelmiş.

Sen ışık mı arıyorsun, ziya mı arıyorsun? En kuvvetlisi güneştir. İstersen buraya bin mumluk ampul yak bak ondan sana ne fayda var? Bizde hep böyle acayip acayip şeyler ararlar. Kabrin içerisine bir nuur indi diyor, ordan diyor bir ışık gördüm diyor. Ne ışık gördün? Hayalin bastı indi. Işıkta iş yok ki, yaparsın elektriği basarsın yüz bin mumluk oldu bir şey. Nur mu diyeceksin bunun adına?

Muhabbet. Allah’ın nurunun adı muhabbet. Anlatabildim mi acaba? Onu, insanlık âleminden Kudret, darılmış kaldırmış. Onun içün beşeriyet bugün birleşemiyor. Değil mi?  Hep inliyor insanlık âlemi, mevzii konuşmuyorum ki, bütün dünya sekenesi öyle. Bu kisbi değildir bu, istîdâdı nisbetinde, Kudret oraya o cereyanı verecek. Kendi Nurudur, koyacak yani ya.

Yalvar versin. Dedende vardı bu. Bizde boldu. Dünya üzerinde bize verilen kadar hiçbir camiaya Hudâ vermemiştir. Gayet boldu. Şimdi taş gibi o, taş! Boynumuz bile öyle taş gibi, kıtır kıtır.

Muhabbet, insanın vücûdunda onu bir ayrı bir an yapar. Anlatılmaz ki anlar, tarife gelmez ki. Onunla insan feyizlenir. Evladı olur onun üzerinde durur. O muhabbetin ona intikalini ister. Onda o feyz deveran etsin, der.

Şimdi biz onla hiç alakadar bile değiliz. Hiiç! Doğdu; işte gününü yap, eğlencesini yap, şunu yap. Doğardı, biraz saçlandığı vakitte o saçının miktarında bir altın meydana getirilir. Onlar hep bahane, iki kırık kalpli insanın gönlü alınacak.

Sen gününü yaparsın. Nerde etrafında senin ayarında insan varsa onu toplarsın onu eğlendirirsin. Bir düşmüş adamın ihtiyacını gidermezsin ki. Çocukta feyz olur mu? Olmaz. Olmaz! Anlatamıyorum değil mi? Olmaz.

Onlar hepsi bahane onlar. Ona mesela bir kurban keser. Bir senede ağzına bir lokma et koyamayan insanı bilir o. Deden o dertle yaşar. Çünkü der ki, o “Ben, Kudret’in Rezzak isminin zahiri olacağım” Onu o kokusundan anlar.

Büyük Kitap der ki: Benim öyle insanlarım vardır ki (taaffüf[10] kelimesi ile geçer, o der) cemiyet içerisinde birinci sınıf zengin gibi gözükür. Onlar öyle insanlardır ki; diyemem derdimi, hem-derdim olan Allah’a bile, öyle yaşayan insanlardır, der. “Bana dahi söyleyemez.” Onu, o bulur. Hah o vakit Ben ona lazım geleni yaparım.

O onu bilir. Deden onları bilirdi. Onun içün başka türlü yetişirdi. Bak şimdi mesela sana bir tane çocuğu doğduğu vakitte ismini koyuyor. Bir defa okudum, hafızam aldatmıyorsa ama şöyle bir okudum geçtim. Şimdi biraz daha aşk ile okuyayım da dinle.

Bu kubbe ne adamlar yetiştirmiş, evladından ne bekliyor? Bizim aklımıza geliyor mu böyle bir şey çocuğumuz olduğu vakit? Çocuğuna isim koyarken ne geliyor aklına? Aynalı Baba’nın dediği gibi; Pamuk kedisinin gününü yapıyormuş. Pamuk kedi,  kedinin adı pamuk. Soruyorlar birçok hazırlıklar yapmış filan... “Ne o?” demişler.

“Bizim kedinin (demiş) işte  doğum sene-i devriyesi gününü yapıyorum.” Gülünce...
“Ne gülüyorsunuz? (demiş) Kâinatta bir hükümdarın oğlu olur. Doğum günü olur; yer gök inler, ortalık birbirine karışır. İleride zalim mi olacak, adil mi olacak, can mı yakacak, can mı besleyecek belli olmayan bir meçhule binlerce insan kul, köle, uşak olur tabasbusla[11], riya ile boyun keser, yerlere kapanır. Şu benim mazlum pamuğuma demiş ben bir parça bir şey yapmışım Kudret’e karşı çok mu?” Anlatamıyor muyum acaba?

Feyz-i ruhaniyyet-i Seyyid-i Muhammed Nur ile doğdu
Evc-i[12] mes’adetten[13] mihr-i[14] tâbânım[15] Ali.

Adını Ali koyuyor. Anlatabildim mi acaba?

Sen de, ben görmekteyim asâr-ı feyz-i Kudret’i.

Çok mudur dersem sana mirât-ı[16] Yezdân’ım Ali.
Noolur, diyor. Hiç olmazsa Kudret/Yezdan, seni bana ayine yapsın. Sende tecelli etsin de ben kendimi sende göreyim.
Bende[17] ol bir arif-i billâha manendi peder.
Hem ismini koyuyor daha yeni doğmuş, niyaz ediyor. Allah onu kaydeder, o aşkı kaydeder.
Bende ol bir arif-i billâha manendi peder.
Baban gibi, bir arif-i İlâhiye git, köle ol. Mânâsı bu.
Bende ol bir arif-i billâha manendi peder.
Anla sultanlık nedir âlemde, sultanım Ali.
Söylenmemiş be yahu dinlemiyor musun yoksa?

Bende ol bir arif-i billâha manendi peder.
Anla sultanlık nedir âlemde, sultanım Ali.

Sâlik-i[18] isr-i[19] peder ol, hadim-i Peygamber ol.
Mülhid-i[20] bed[21] meşrep olma, ben Müslümanım Ali.

Zıll-ı zaildir bu âlem, var olan Allah’dır.
Mest-i amuz-u şehristanım, imkânım Ali.

Nân için, dûnane oğlum etme asla serfürû.

Ekmek için gidip de alçağa sakın boyun kesme.

Nân için, dûnane oğlum etme asla serfürû.
Ben rezâil-i aşinâ-i tab-ı  dûnanım Ali.

Şu’şegir-i izz-ü istiğnayım on yıldır tamam.
Kendi sa'yimle geçindim ben de insanım Ali.

Sen dâhil-i bâb ol pir-i cihangirin müdâm.
Ben de üç yıldır onun kurbunda mihmânım Ali.

Hânemi feyz-i kudûmün etti bir dâr-ü sürûr.
Beyt-i mâmur oldu göya kalb-i virânım Ali.

Anlatamıyoruz galiba? Üzerinde işlemek lazım. Beyt-i mâmur nedir, kalb-i viran nedir? Bunlarda çok işlenecek, söylenecek şeyler var.

Beyt-i mâmur oldu göya kalb-i virânım Ali.

Yadigâr-i ömrüsün, Handi gibi bir şairin.
Mûris-i şandır değil mi sence, ünvânım Ali.

Sana yalnız ismimi bırakıyorum. Benden bir şey beklersen ne malım var ne câhım var ne servetim var. Mûris-i şandır değil mi sence ünvânım Ali. Anlatamıyor muyum yahu? 

Ben senin için... Ben senin için şimdi zer-baş olmadımsa gâm değil.

Kenz-i[22] lâ-yefnâyı[23]_[24]  Okuyamadım öbür tarafını. Bu kadar yeter. Fakat bunlar, aşka bağlı şeyler. Bugün ahlakın hep zevkine ait şeyler konuşuyorum. Neşem öyle.

Birisini dövüyorlarmış, kolay değil bin değnek vurmuşlar. Bin, bin! Sonra hapsetmişler.

Soruyorlar: “Niçün dayak yedin?”
“Âşıkım da onun içün” diyor.
“Sesin çıkmadı!”
 “Maşukum hazır olduğundan dolayı susmak mecburiyetindeydim. Maşukum hazırdı onun içün sustum.” “Maşuk-u Kadimine arif misin?” der demez bir sayha etmiş geçmiş gitmiş. Bir de bu sınıfı var bu işin.

Âşık, maşuku ile hursend-i[25] cünûn. [26]
Mü’min vera’[27] savmeasına[28]  memnûn.
Kâfir fütürsüz zünnârına metfûn.
Külli hizbin bimâ ledeyhim ferihûn

Bu sahnede insan mı ararsın? Kısım kısım.

Âşık, maşuku ile hursend-i cünûn.
Mü’min vera' savmesına memnûn.
Kâfir fütürsüz zünnârına metfûn.
Külli hizbin bimâ ledeyhim ferihûn.

Benlikten soyunmak. İşin en mühim başı o. Fakat nerdee! Her insanı, Halık’ın bir mahlûku bilen insanlar muhabbette birleşirler, fakat evvela Halık'ı tanıyoruz ki mahlûku bilelim. ... İmandır, iman olmayınca ahlak olur mu? Annesi o. İnsan, ebediyeti kabul etmedikçe ahlak meydana gelir mi? Buna imkân yoktur ki o. O laf olur o. O süs olur, süs!

Şöyle içinden sevgisi üzerindeyken iş görebilmeklik zevki nerden gelir? Gelmez. Hele dedenin kabul etmiş olduğu mânânın vermiş olduğu zevkteki ahlak, o daha zordur o. Tadı çoktur ama tatbikatı zordur. Mesela der ki, bak şimdi gayet güzel, mânâdan size bir misal getireyim. Büyük Kitap’tan bir misal getireyim.  

[29] لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ

İlâ âhiri... Allah diyor ki:  Siz diyor, meşrike mağribe dönerek namaz kılmanızla... 

Nasıl biz meşrike mağribe dönmüyor muyuz? Vaktiyle kıbleteyne secde ederiz. Biz hariç ya daha en iyi insanlara söylüyor onu. İlk, Hz. Muhammed’e tabi olanlar vardır. Evvela Mescid-i Aksa’ya doğru kılınırdı namaz. Sonra Fahr-i Âlem’in mübarek gönlünden geçmiş, Beytullah’a doğru olsa idi. Kalb-i muâllalarından böyle bir geçmiş, geçerken Cibril nazil olmuş. Anlatabiliyor muyum? Namazda iken döndürmüş. Buyrun, diyor Allah. “Öyle istedi o tarafa doğru dönsün.” O ayrı bir iş. Öyle istedi öyle dönsün. 

İşte o iki yerinkine beraber olanlarda kıbleteyne secde edenler denir ki, onların ayrıyetten bir hususiyetleri var. Bidâyette gönül vermişler. Kıbleteyne secde edenler. Hitab onlara olduğu hâlde, dikkat et. “Siz ebrardan olamazsınız. Yalnız onu yapmakla Benim istediğim şekilde tam bir insan değilsiniz.” diyor Allah. ... 

Şartlarını sayıyor: Evvela Bana iman edeceksin. E iman etti ki, bunları yaptı.  Yook! İman kaç türlü? Kaç türlü iman? O maddeleri saydıktan sonra asıl söyleyeceğim yer burası:

[30] وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ

“Benim sana vermiş olduğum birçok maddi varlık var ya...” diyor mal, ilmin varsa onun içerisinde ilmin de dâhildir, fikir de dâhildir, akıl da dâhildir. Bir şey soruyorlar, soran adam senin bir cemiyette...

Öyle imtihanlar yapar ki Kudret adamı, öyle teki tenha bir vaziyette öyle sormaz. Sen o adamın vücûdunun o cemiyette bulunduğunu istemezsin. Sana muhatap olduğunu istemezsin. Getirir orda muhatap yapar. Teki tenha bir yerde olsa gelse yarım saat, bir saat meşgul olacaksın. Öyle getirmez. Senin istemediğin, kendi kendine ayarladığın bir cemiyette ki, o bana şimdi muhatap olduğunu istemiyorsun. Oraya getirir sana muhatap yapar. Sen bir parça kaşını çattın  mı... 

عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ  [31]  Emrinin, ki o sana. Ona değildir. O Zât-ı Risalet Penâhi'ye değildir. O talim-i ümmet içindir o.  Tepeler. Anlatamıyor muyum acaba? Yaa! Gayet mühim yerler bunlar. Öyle imtihanlar getirir.

Fahr-i Âlem, Ebu Cehil’i bir yerde, bir mevkide, nasıl tabir kullanayım, tesadüf ettirtti. Uzun boylu konuşuyor.
Diyor ki: “Şüphen mi var benden?”
 “Hayır” diyor.
“Getirdiğim şeyler akl-ı selime göre benim kendimden değil. Ben emirle gelmişim ve bu gelişimde de siz beni imtihan ettiniz.
Dediniz ki: Başımıza reis olmak mı istersin, bir lider olmak mı istiyorsun, ne istiyorsun sen?
Mutlakiyet ilan edip bir mutlakiyetli hükümdar olmak istersen ol, tâbi olalım.
Yook, meşrutiyetli bir idare ister de onun başı olmak istersen ol, tâbi olalım.
Hayır, seçimli bir idare istersen, onun başı olmak istersen; seni seçelim, ol. Sana tâbi olalım ne istersen.
Hayır, dedim.
Bütün kadınlarımızın kızlarımızın içinde en güzelini istersen el birliği ile seçelim kaç tane istersen gönderelim.
Hayır, dedim.
Bunlarla beni imtihan ettiniz, diyor.
Ben size ne dedim; yanlış anlıyorsunuz?
Ben yalnız, zalim insana tapılmayacak, artık taptırtılmayacak, vahdaniyet ba’s-u bâdel mevt. Hak, ikinci divanda Hakk’ın huzurunda durmak. Bunu kabul edeceksiniz ve bunun icabatı neyse o. Bunların hakkında size verdiğim malumatta senin vicdanına, akl-ı selimine uymayan bir yer var mı?”
“Yok (diyor) hepsi yerindedir. Fakat en ağır şart var.”
“Nedir en ağır şart?”
“Sen diyor esafili, cemiyette hiç kıymeti olmayanlara, bana verdiğin kıymet kadar kıymet verdin. Benim kölemin ne kadar kıymeti varsa senin yanında benim de kıymetim o kadar!”
Onlar hakkında Resul-u Ekrem, lazım gelen bilgileri vermek üzere konuşurlarken Ebu Cehil yüzde doksan kaymış, yüzde doksan beş kaymış giriyor, yüzde doksan altı kaymış giriyor, yüzde doksan yedi girmek üzere.  Başlamış dudaklarında ses çıkmıyor da hafif hafif kıpırdanıyor böyle, öyle bir vaziyetteyken...
Ümmü Mektum: “Bir koku duyuyorum, bir koku duyuyorum Cânân kokusu geliyor. Şimdi yaklaştı. (Gözü görmüyor, zahirdeki gözü görmüyor) Burda mısınız?” dedi.
Ebu Cehil şöyle bir baktı.- Ümmü Mektum, garip. Cemiyette mevkii yok.-
Öyle bir cemiyet ki sakatlarla beraber oturup yemek yemek suç teşkil ediyor. O günün âdeti öyle. Mesela, gözü olmayan bir insanla sağlam bir insan, bir sofrada oturursa hakaret oluyor. Öyle! Bir kamburla bir düz adam, aynı sofrada oturamıyor. Suç teşkil ediyor.

Allah ayetini gönderiyor. Böyle kepazelik kalksın, diyor. Kaldırttırıyor başka. Fakat o İslam’ın azameti gelinceye kadar suç mevzûu. Anlatabildim mi?
Vicdanlarda müsâvatı, gönüllerde varlığı, senin mânâya gönül veren dedenin getirmiş olduğu kabul ettiği o mânâ-i külliyattadır. Onu hiçbir medeniyette bulamazsın sen. Yoktur o.

Gelince bakıyor ki Ümmü Mektum, Fahr-i Kâinat da: Bu yüzde doksan yedi kaydı, şurda iki üç cümlelik bir şeysi kaldı. Ah Ümmü Mektum ne olurdu bir saat sonra gelseydin, yarım saat sonra gelseydin de seninle kucaklaşsaydım. Biraz müsaade ediniz, diyor Ümmü Mektum’a. Sizinle biraz sonra meşgul olacağım, diyor. Demesiyle

Cibril geliyor. [32]  عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ  اَنْ جَٓاءَهُ الْاَعْمٰىۜ  Kudret diyor ki: Ben Ümmü Mektum’a bakıyorum. Ebu Cehil’e bakmıyorum. Ben onun kalbinde yaşıyorum, Ebu Cehil’in değil. Ona karşı niçün yüzünü öyle tuttun. Bırak o küfründe yüzsün. Artık bunlar adam olacak diye üzüle üzüle kendini helâk ettin, diyor. Sen kendini helâk ettin. Helâk ettin. Bırak kalsın, kendi hâline kalsın.

Anlatabildim mi misali? Tam getirir, getirir, getirir; böyle sen istersin, yapacağım, dersin. Fakat öyle bir biçimine getirir ki; beşer değil miyiz ya kendi ayarladığın bir hâl olur, o hâlde onun sana muhatap olduğunu istemezsin. Hah orda gelir.

وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى  [33]  Vereceksin, diyor. Benim istediğim gibi olmak ister misin? Hadi vereceğin amma, sevgin üzerindeyken ver vereceğine... Söyleyemedim cümle bozuldu. Vereceğin şeyin üzerinde sevgin daim kalacak, sevgin üzerinde olacak.

Misal verirsem anlarsın. Geçen sene bir palto yaptırdın, sekiz yüz kâğıda. Eh beş altı ay giydin. Bu sene daha iyi bir kumaş buldun, daha rengi hoşuna gitti.  Verdin bin iki yüz lira bir tane daha yaptırdın. Şimdi vermeklik lazım geldi, vereceksin. 

Diyor ki... Veriyor ya, bakıyorsun onu yeni yaptırdın aynaya bakıyorsun şöyle filan... Kendi kendine içinden konuşmasan da konuşursun ya! Bu bana iyi gidiyor, diyorsun. Geçen sene yaptırdığını değil, bu sene yaptırdığını verirsen, diyor.

Muhabbetin üzerinde olanı verirsen. Azıcık solduğunu verirsen bir şey yok. Muhabbetin üzerinde olanı verirsen, sevgin üzerinde olanı verebilirsen, Benim hesabıma verebilirsen... 

E öbürkünü verirsem hiçbir şey olmaz mı? Olur. Ne olur? Ziyan etmemiş diyerekten ziyan etmedin cezasını görmez. Fakat o ebrar, Kudret’in istediği, istediği mevkiye ait olan bir şeyi alır mısın? Yağma mı var! Bir adamı, Hak sofrasında böyle löpür löpür adamı oturturlar mı? Dünyada bile oturtmuyorlar. Kartına bakıyorlar, bir şeysine bakıyorlar, şusuna bakıyorlar. 

Yakın akrabasından başlayacaksın, sonra yetimlerden başlayacak, düşkünlerden başlayacak.  Ondan sonra bakacaksın, Hak ve hakikate düşman zalim, fakat düşmüş eline, üç yüz kâğıda, beş yüz kâğıda çalışıyor. Şu zalimden bu adamı kurtar; esir, rikab o işte. Boynunu kurtarmak, rakabesini herhangi, Hakk’a hakikate adalete insanlığa düşmüş nâdân bir insanın elinden bir insanı kurtarmak, çok zor şeyler bunlar. 

Ahlakın talimatı. Bu hâl, diyor ahlak.  Basar ibretle, kalp fikretle, ruh lezzetle meşgul olunca  insanda bu hâl tecelli edermiş. Bizim ruhumuz,maddemiz karmakarışık, birbirine sirâyet ettiği içün seçemiyoruz ki? 

Dikkat et bak, ölçüsü bu. Basar/göz ibretle, kalp fikretle, ruh lezzetle meşgul ve meşbû oldu mu, bu hâl kendi kendinden tecelli edermiş.   

İmam-ı Ali’de böyle bir mesele var. Oruçlu imişler, mâaile. Hz. Fatıma, İmameyn hazeratı da daha ufak. Bir miskin gelmiş. Türkçe’de miskin, tembel mânâsına gelir. Orada tembel mânâsına değil. Çalışmaya heves eder, bütün mesaisini kullanmak ister fakat Kudret, o takati ondan almış. Acz-ı muhakkak, acz-ı mahs... Tam iftar vakti kapıyı çalmış.

Demiş ki: Öyle bir hilkatte yaratıldım ki, ancak senin kapını çalabilirim. Hâlim, malumdur. Gitmiş içeriye, acaba Hz. Fatıma izin verecek mi diye. Sofra hazırlanmış ama başka bir şey yok. İkinci bir sofrayı hazırlayacak vaziyet yok. Mânâlı bakıyor. “Sofrayı vermeklik hususunu düşünüyorsun değil mi? Ben de verelim diye düşünüyorum.” demiş. Derhal vermişler. O gece iftar etmeden yine saim olmuşlar. İkinci günü aynı saatte bir yetim gelmiş.

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪ينًا وَيَت۪يمًا وَاَس۪يرًا[34]  Sure-i İnsan’da geçer bu. “Ve yut’imûnet taâme alâ hubbihî” İçi titriyor, kendileri aç. Muhabbetleri üzerinde fakat geliyor birisi Hak namına:

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪ينًا وَيَت۪يمًا وَاَس۪يرًا Gelmiş yetim, o da aynı cümleleri söylemiş. Uzatmıyalım mevzûu, o da aynen almış. Üçüncü günü bir esir: “Sizi tavsiye ettiler.” demiş. Esir olduğu içün daha layıkıyla bilmiyor. “Burada bir kapı varmış o kapı da sizin kapıymış. Her şey o kapıda hâll olurmuş, doldurdum gönlüme geldim.”

Nerdee! Anamızın nafakasını vermiyoruz. Öyle değil mi? Annemizin nafakasını verebiliyorsak ne âlâ! Anamızın, evlâd-ı ıyâlimizin. Çok dikkat olunacak noktadır. Muhabbet esası en mühim esastır. Bunu, senelerden beri söylerim. Bilhassa evlerimizden başlar. Sonra cemiyete sirayet edecek, sonra kül halinde hepimizi kavrayacak. Nasıl yapmalı, nasıl tedavi etmeli, ilacı ne,  bilmem. 

“Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü”  diyor bak. Allah, muhabbetimle kâinatı hâlk ettim, diyor. Demek oluyor ki, bütün fütuhat muhabbetle olacak. Teâli terakki hepsi oraya bağlı. İlerlemek, yükselmek, kalkmak, hepsi oraya bağlı, hepsi. Çünkü ilk tecelli öyle diyor Allah. 

“Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü”  Sevdim, diyor. Muhabbet. Muhabbet-i Zâtiyemle tecelli ettim, mevcûdât zahir oldu. Ve sermaye olarak da bunu koydum. Muhabbet olmadı mı huzur olmaz, huzur olmadı mı, ibadetler de kabul olmaz. Abid, zahid ol istediğin kadar.

Şimdi bunun mânâ tarafına gidelim. Meşgul, huzursuz bir vaziyettesin, gitmişsin Kudret’e namazı kılıyorsun, bâtıldır. Olmaz. Lâ temme es-salat illâ bî-huzur. İşte sana fermanı. Hz. Muhammed’in sözü üzerine söz yok ki. Bu müçtehid sözü değil ki bu.

Lâ temme es-salat illâ bî-huzur, diyor. Huzurun olmadıkça, namazın kabul olmaz, diyor. Tamam değildir, diyor. Bitti. Demek ki muhabbet esası ilk önceyi bulmalı, hastalık teşhis edilmeli. Hudâ, kendisiyle konuşabilmeklik...

Sen şimdi mesela dersin ki; ya hu filancaya gideceğim. Derleneyim toplanayım, konuşacağımı hazırlayım, neler söyleyecek, neler edecek. Kendi cinsinden, cemiyetin kıymet verdiği eh bir cins adam, onun bile yanına giderken bir şeyler hazırlarsın. Ya bütün kâinatın Efendisinin yanına giderken kafan dolu, zihnin bozuk, her tarafın berbat bir vaziyette ne alabilirsin? Ne netice alırsın? Hiçbir şey alamazsın.

İmam-ı Zeynel-Abidin, her abdest alışında bayılırlarmış, baygınlık geçirirlermiş. Sapsarı olurmuş rengi böyle kendinden geçermiş. Aman, derlermiş. Şimdi müşâhade edeceğim, derlermiş.

Kırk sene elli sene yat kalk, boyuna secdede karanlıkta kal. Yazık günah değil mi? Ne olur bir gün de aydınlıkta kalsan? Bir gün de aydınlıkta kalsana! Oruç, hakikaten kurulsa baş ağrısı olmaz. Hepsi öyle birbirine bağlı.

Muhabbet, çünkü bak sevgi değil mi ya sevgi! Geçen konuşmada söyledim alelâde birisini seversin hani, senelerce görmezsin, böyle hayalinle meşgul olurken, birdenbire karşına çıkıverse, en kuvvetli ağrın olsa birdenbire durur. Yemeğe giderken tıkandım dersin, doydum yiyemem ya hu, dersin. Uykun varsa uykun kaçar. Hani uyukluyordun sen… Ya uyku muyku gitti.

Ya mevcûdâtın Sahibine taalluk ederse o muhabbet? Kudret, onları sana  niye yapmıştır mecazları? Kendi hakikatini, ileride o nimetleri kafana vurmak içün. Mecazları, mahsustan yapmıştır. Anlatabiliyor muyum?

Mecazları, mahsustan yapmıştır ki inkâr edemeyesin diye. Ben sana onun fanisini yaptım böyle böyle idi. Bu bakide tahakkuk etseydi n’olacaktı ama alakadar olmadın, diyor. Alakadar olmadın. Sevmedin beni bir türlü, diyor. Ben sana ne yaptımsa yaranamadım. Sen, Beni sevmedin. Sevdiremedim sana kendimi, der. Ah, ahh! Sevdiremedim sana kendimi, der. Yoruldunuz mu? Şimdi...

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪ينًا وَيَت۪يمًا وَاَس۪يرًا  Onların o muhabbetleri ile bu kâinata tecelli edişine karşı, onlara muhabbet edenden, bir muhabbet şeyi size burada okuyayım da gönüller zevk alsın. Bilmem ama çeker mi bunu bu, ha? 

Gönülden sordum asla bilmiyor sevdâ-i Leylâyı.
Gönülden sordum asla bilmiyor sevdâ-i Leylâyı.
Dedi ben akilem zannetme ki mecnûn-u şeydâyem.
Nedendir mûy-i[35]    ateş-i dide-veşi[36]    pîçîdesin[37]    sordum.
(Anlaşılmıyor galiba?)
Nedendir mûy-i ateş-i dide-veşi pîçîdesin sordum.
Dedi hasretkeşi haki rehi evlâd-ı Zehrâyem.

Bu saçı mesela böyle ateşe tuttun mu, tutunca bööyle kıvrılır. Ateşe şöyle tuttuğun vakitte şöyle kıvrılır. Ateşe tutunca kıvrılır şöyle.
Diyor ki: Nedendir mûy-i ateş-i dide-veşi pîçîdesin sordum.
Neden böyle ateşe tutulmuş tüy gibi kıvrılmış bir vaziyette bükülmüş vaziyettesin?
Dedi hasretkeşi haki rehi evlâd-ı Zehrâyem.
Sordum diyor, niçün ateşe tutulmuş bir tüy gibi böyle bükülmüş bir vaziyettesin?
Dedi hasretkeşi haki rehi evlâd-ı Zehrâyem. Evlâd-ı Zehrâ’nın hasretini çekmekten dolayı böyle büküldüm.

Gönülde müstekardır habbe-i hubbu Ben-i Hayder.
Sedefdir dil evi ol habbe dürrdür ben de deryâyem.

Bir daha okuyayım burayı.

Gönülde müstekardır habbe-i hubbu Ben-i Hayder.
Sedefdir dil evi ol habbe dürrdür (inci, dil evi gönlümün evi sedef)
Ol habbe dürr (inci) ben de deryâyem.

Nedir ayin ü mezhep bilmezem, cûş etmezem akvâl.
Bihamdillah, ben serbeste-i  takrak-i Tâhâ’yem.

Nedir ayin ü mezhep bilmezem, cûş etmezem akvâl.
Bihamdillah, ben serbeste-i  takrak-i Tâhâ’yem.

Tâhâ, Cenâb-ı Muhammed. Takrak, devenin üzerine binildiği vakitte onun yanına bağlanan bir dağarcık, ufak bir çıkın. Ben diyor, âlemin merasiminden, âlemin mezâhirinden, âlemin ayininden, bunların hiçbirisi benim kulağıma girmez. Ben bunları bilmem. Çünkü ben, Hz. Muhammed’in bindiği devenin dağarcığıyım.  

Nedir ayin ü mezhep bilmezem, cûş etmezem akvâl.
Bihamdillah, ben serbeste-i  takrak-i Tâhâ’yem. 

Evet, zevk. İnsan, “ah” anahtarı ile müşkül kapılarını açmalı. İnsanda her şey vardır. O bir barikâ-i harika-i fıtrattır. En muhkem kuvvetler, onun kuvve-i tedbiriyesi karşısında zebun kalır. Naib-i Hak’tır. Halifetullah’dır. Fakat kendisini bilmediğinden dolayı zavallı vaziyete düşer.

İnsan, küçük şey değildir. İnsan, iblis değil ki mahrum olsun. Mahrum olan iblistir. Fakat iblisleşirse mahrumlaşır. İblisleşiverirse, mahrumlaşır. Değil mi ki, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Men arefe nefsehû  fakat arefe rabbehû” demiştir. Böyle insan fakir olur mu? Öyle hepsi var onda. 

Ah! Mevlana öyle der. Niye mahzun duruyorsun, der. Bir “ah” anahtarı alamadın mı yahu, diyor. Hz. Mevlana öyle der. Sen diyor, bir “ah” anahtarı alamadın mı, diyor. Kapıları açmak içün al, diyor. Siz de yoksa gece yarısı olmuyor mu, diyor. Gece yarısı oluyorsa bir anahtarı al. Ah anahtarı al bütün kapıları aç, diyor. 

Ah anahtarı dendi de, bir Manastırlı Ahmet Baba vardı. Muazzam bir adam. Muazzam. Bir gün bir sohbette, mecliste vaktiyle hacca gitmiş haclarını anlatıyor.
Bir genç demiş ki: “Baba Efendi (demiş) kaç kere hacca gittiniz siz?”
“Yedi kere” demiş.
“Aaah! (demiş) Bir kere gitseydim.”
“O ‘Ahh'ı ver yedisini de vereyim sana!” demiş.
Anlatabildim mi acaba? O “Ahh”ı ver, yedisini de vereyim sana, demiş.
Bugünlük bu kadar yeter.


[1] İbâ: Çekinme, kaçınma, râzı olmama, içtinap ve imtinâ etme.
[2] Ahzâb Suresi: 72.Ayet. (Meali) Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.
[3] Muhrik: Yakan, yakıcı. (mec.) Gönül yakan, yürek sızlatan, dokunaklı.
[4] Muavenet: Yardım
[5] Hutur: Kafası karışmış
[6] İttikâl: Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma.
(Tevekkülle aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı ifade eder.  Hiçbir çaba sarfetmeden: "Ben Allah'a güvendim; çalışmama, sebeplere riayet etmeme gerek yok" tarzı davranış tevekkül değil, ittikâl'dir. Ve mezmum görülmüştür.)
[7] Semen: Kıymet, değer; para, fiyat, bedel.
[8] Kalil: Az.
[9] Matlab/Matlap: İstenilen, talep edilen şey, istek, meram, matlûp.
[10] Taaffüf: İffetli olma. İstemekten uzak durma. Tekellüfle salihlik yapma. Kötü, Ahlâk dışı şeylerden kendini sakınma.
[11] Tabasbus: Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
[12] Evc: Doruk, zirve. Bir şeyin en yüksek derecesi.
[13] Mes’adet: Saadet. Bahtiyarlık, kutluluk, mutluluk.
[14] Mihr: Güneş. Sevgi
[15] Tâbân: Parlak, aydınlık, ışıklı.  Parlayan güneş.
[16] Mirât: Ayna
[17] Bende: Samîmiyetle bağlanmış olan. Hizmetçi. Hizmetkâr. Köle. Esir. Kul.
[18] Sâlik: (sulûk) Bir yola girmiş olan, bir yol tutup onu tâkip eden kimse.
[19] İsr: İz, ayak izi. Gidiş, meslek, tutulan yol.
[20] Mülhid: (İlhād) İnançtan dönmek, inkâr etmek, dinsiz, imansız kimse
[21] Bed:  Kötü, fenâ, çirkin
[22] Kenz: Hazine.
[23] Lâ-yefna: Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz.
[24] Kenz-i lâ-yefnâ: Bitmez tükenmez hazîne.
[25] Hursend: Kanaatkâr, tok gözlü, kısmetine râzı olan, mütevekkil.
[26] Cünûn: Aşk ve Cezbe hâli. Cinnet, delilik
[27] Vera': Allah’tan korkup haramdan, günahtan, kötülüklerden sakınma, dînî buyrukları titizlikle yerine getirme, takvâ.
[28] Savmaa/Savmea: İbadet yeri, mabet, hücre.
[29] Bakara Suresi: 177.Ayet (ilk kısmı mealen)  İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz (den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe...
[30] Bakara Suresi: 177. Ayet Meali: “...  Mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verirler.
[31] Abese Suresi: 1.Ayet Meali: Surat astı ve yüz çevirdi.
[32] Abese Suresi: 1 ve 2. Ayet Meali: Surat astı ve yüz çevirdi. Kör geldi diye.
[33] Bakara Suresi: 177. Ayet-i Kerime
[34] İnsan Suresi: 8. Ayet Meali: Ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
[35] Mûy: Tüy. Saç. Kıl.
[36] Dîde-veş: Dîde:Göz -Veş: Gibi
[37] Pîçîde/Picide:Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış.

5 yorum:

Tabi ben sizi inanmış bir camia olarak görüyorum. Yani inanmış demekten maksadım; gelmede gitmede gaye ne olduğunu, nihayet bu âlemin bir mezbaha olmayıp, bir hikmethane olduğunu ve bu hikmethanede size çok meçhul kalan şeylerin var olduğunu... Biz henüz yaşadığımız müddetçe meçhuller içerisinde yüzüyoruz. Esrar-ı kaderden agâh değiliz. Akıl, ilim, felsefe, fen duruyor hadisat karşısında. Durarak yürümeyecek, bunun açılacağı bir an var. Ve buna inanmış, bugünkü meçhullerin bir gün açılacağı anı bekleyen bir varlık diyerekten konuşuyorum.

Erbâb-ı irşattan birisi; talebesinden birisi giderken bir yere demiş ki: “O gideceğin sahada Bestami’ye rast gelirsin. Ellerini öp hürmetlerimi söyle, gönlünü niyaz ederim. Bizden nazarlarını eksik etmesinler.” İşte lazım gelen hürmeti neyse onu şey ediyor. Uğramış, vazife almış tabi.

Kemâl-i ihlas hürmetle yanına gitmiş.

Demiş: “Ben filan zatın talebesiyim, size karşı fazla hürmeti var. Hususi selamlarını, ihlaslarını arz ettiler.”

Demiş: “Onun birkaç cümlesini söyle bakayım da, demiş. Cümlesinden ne hâldedir anlayalım. Ne söyler, birkaç konuşmalarından bana birkaç cümle söyle!”

Şimdi o zat da ne desin? İhlas ile kemâl-i zevk ile hoşuna gider diyerekten demiş ki: “Benim öyle bir tahsil-i terbiye ettiğim bir zat var ki; şöyle (demiş) sema demir olsa, yer taş kesilse, bir katre su damlamasa, bütün kâinat da evlâd-ı ıyâlim olsa, rızık namına bir habbe bulunmasa bunları nasıl geçindireceğim diye düşünmem.” demiş.

“Ben de seni terbiye eden adamı hakikaten irfan sahibi, kemale vasıl olmuş bir zat zannettim. Henüz imanı bile yokmuş. (Demiş) Şirk vadisinde yüzen bir adam. Kudret kurtarsın, napalım!”

Canı sıkılmış ama edeben de bir şey demiyor. Ne desin! Ayrılmış, pür-merak gelmiş.
Soruyor o zat diyor ki: “Gördün mü o zatı?”
“Gördüm.”
“Benim selamlarımı unutmayaydın.”
“Efendim (demiş) selamlarınızı söyledim ama ben o zattan soğudum!” demiş.
“Niye?”
“Sizin gibi (demiş) eshâb-ı kemâlden bir zata mâmâfih bunu nakil de bizim için bir edep haricidir amma çirkinliği nakletmek de bir çirkinliktir. Müsaade ederseniz söyleyeyim.

Ben sizin, ara sıra bizi ikaz, terbiye, ıslâh yolu ile söylemiş olduğunuz cümlelerden birkaç tanesini bahsettim. İşte sema şöyle olsa bu böyle olsa... Ben onu söylerken kaşları çatıldı, gülen yüzünde ağırlık geldi.
En nihayet dedi ki: Ben bir sahib-i irfandan bahsedeceksin zannettim, henüz o insanın imanı dahi yok. Gizli bir şirk âleminde yüzüyor. Kudret’e yalvaralım ki Kudret onu ordan kurtarsın, dedi. Tabi edeben bir şey demedim amma içimden kırıldım.” demiş.
“Yok kırılma, diyor. Herhâlde bizim bir eksiğimiz vardır. O senin bildiğin gibi bir insan değil.”
Bir mektup yazmış. Demiş: “Efendim bir ikaz, bir irşad da bulunmak istemişsiniz fakat henüz mânâsını tahsil edemedik. Ne emir buyruluyor böyle.” denmiş.
“Vallaha (demiş) senin gözünde henüz sema var, arz var, taş var, habbe var, katre var, şu var bu var. Benim gözümde yalnız “O” var. Şunlar bunlar bulunduğu müddetçe “O”’suz bu iş olmaz. Onun içün o çocuğa öyle söyledim. Bak işine gelirse!”
Anlatabildim mi acaba? Bu da ayrı bir zevk. Bu da ayrı bir zevk. Bunların hepsi birer zevk.

Hudâ öyle diyor. “Gafiller beni göklerde arar, arifler gönüllerde bulur. Ben adres veriyorum size, diyor. Ben, Ben’den başka muradı kalmayan insanların semâ-i kalbinde otururum. Git bir kırık kalp bul, çal kapısını, derhal sana ordan “Lebbeyk!” diye cevap vereyim.

Muhabbet. Allah’ın nurunun adı muhabbet. Anlatabildim mi acaba?

Büyük Kitap der ki: Benim öyle insanlarım vardır ki (taaffüf[10] kelimesi ile geçer, o der) cemiyet içerisinde birinci sınıf zengin gibi gözükür. Onlar öyle insanlardır ki; diyemem derdimi, hem-derdim olan Allah’a bile, öyle yaşayan insanlardır, der. “Bana dahi söyleyemez.” Onu, o bulur. Hah o vakit Ben ona lazım geleni yaparım

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017