251 Nolu
Band (11.06.1967) 80 dk. (298)
Mevzuu
başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan
doğan ahlak tesmiye[1]
etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da
membaı kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Ve ahlakın bahsettiği
aşkın da romanda okunan aşk manasına olmadığını, bu aşkın insan kendisine
birkaç sual sorduktan sonra alacağı cevaptan hâsıl olan mana olduğunu, birkaç
veçhe ile söyledik. Yani insan, bu âleme geliş ve gidişinde kendinin
ihtiyarı yoktur. Öyle değil mi? Hiç birimize sorulmaz. Beyefendi dünya denilen
bir sahne vardır, sizi oraya sevk ediyoruz, ne dersiniz? Sormazlar. Giderken de
sormazlar. İstikamet karşıki çukura der, hayattan azil oldun emri gelir,
herkes gider. Geliş gidiş elimizde değil.
Bir
cihetten insan çok kavi, bütün eşya bütün varlık kendisine musahhar[2] kılınmış Kudret
tarafından: Semalara çıkıyor, denizlerin dibinde geziyor, akıllara veleh[3] verecek, fikirleri
durduracak işler yapıyor. Bir de bakıyorsunuz ki; gözüyle göremediği, eliyle
tutamadığı, kendisinden çoook zayıf, hafif bir şey kendisini.... zahirde o,
hakikatte değil ya. Şimdi biz zahirde yaşadığımız içün, sürükleyip götürüyor.
Nedir bu insan böyle? Bir muamma.
Bu
şuunat-ı[4] cismaniyyedeki cazibe
nedir? Konmuş bir isim. Ne o? Şuunat-ı cismaniyyede cazibe, şuunat-ı maneviyyede ruh bu iki mebde-i[5] ittisal[6] olmasa bu intizam olmaz. Ama nedir? Yani vicdan dedikleri bir
buluş ile vücut dedikleri bir bulunuşun ittisalinden bu görünen var oluyor. Bu
ittisal olmasaydı efkar-ı[7] ukul[8] tutunamazdı. Efkar ukul
nasıl tutunabilirdi? Tutunamazdı. İnsan nihayet yürüyor, yürüyor, bunları kendi
tavırlarından geçerek... nihayet diyor ki, hulasa edelim diyor işi. Çok
yoruldum.
Bütün
mevcudat kün[9]
dairesinin merkezi hükmüne tabidir. Yani, hiç kimsede oluverin
iradesini aşmak kabiliyeti yok. Hiç kimse burayı aşamıyor. Kün, Allah’ın kün
dairesinin, yani oluverin dairesinin merkezinin hükmüne tabidir. Kimse
aşamıyor. Onun içün, diyor kendi kendine, sen kendini çok kavi sanıp da semayı
deler gibi bakma, yeri ezer gibi basma, kün dairesinin merkezini katiyen hiç bu
mevcudat içerisinde aşan olmamıştır. Bu zevkleri tattıktan sonra “Kimim?” diyor
kendi kendine. Nedir yani ben? Yer içer yatar kalkar. Hayvan da yer içer tenasül
eder amma bende hususi bir imtiyaz var. Nedir bu? Diyor. Kendi
vicdanında kendisinin ne olduğu kendisine tebliğ edildiği vakitte duymuş olduğu
zevkin adına aşk derler. Bir şey anlatamadık galiba? Tarifi bu. Bulmuşsa ne
âlâ, bulamamışsa yine ona göre âlâ. Hep bunu bulmaya gelmişiz. Hilkatten gaye
bu. Huda bizi kendimize tanıtmak için bizi buraya göndermiş. Ama biz hiçbir
vakit kendi manamızla meşgul değiliz. Bugün beşeriyet yalnız maddiyatın
inkişafıyla[10]
meşgul. Güzel, güzel amma bunun hakiki inkişafı, yani mevcudata nâfi[11] olabilecek inkişafı,
doğrudan doğruya imana mütevakıftır[12]. Onsuz olursa vahşet
olur. Onu biz seyrediyoruz. Vahşet.
Şimdi
kardeşim, insan birçok kuvvelere hamidir. Kendisinde birçok kuvve
mevcuttur. Bunun içerisinde iki belalı bir kuv.. cümleyi söyleyemedim. İki
belalı kuvve vardır. Bu insanı sürükler. İki belalı kuvve... Nedir onlar? Biri
kuvve-i gadabiye, biri de kuvve-i şeheviye. Bugün beşeriyet bu iki kuvvenin arasında
mahsurdur. İnlemesinin sebebi de budur. Muhafızını bulamamış. Biri kuvve-i
gadabiye, biri kuvve-i şeheviye. Orayı iyi dinleyin. Şimdi cemiyette
duyuyorsunuz, o münasebetle buraya girdim. İşte din okutulmalı mı? Okutulmamalı
mı? Bir kısmı geriliktir, bir kısmı evet lazımdır. O da yine ayrı bir mevzu ya.
Din diyor da, maksadı nedir? Onu da bilmiyorum ben. Bir cihetten düşünüyorum,
evet okutulursa... çünkü din mürebbi-i[13] vicdandır. Vicdanı
terbiye eden varlıktır. Anlatamadım mı acaba? Din mürebbi-i vicdandır.
Fakat biz öyle bir hale gelmişiz ki; bizde dine böyle nazar-ı istihfaf[14] ile bakmak, kıymet
vermemek yarım asırlık bir mevzuu değildir. Bir asırlık bir mevzuu değildir.
İki asırlık bir mevzuu değildir.
Çok eskidir. Eğer biz hakkıyla dinin ruhiyyatına
vakıf olsaydık, böyle birkaç kimsenin bir sandalye üzerinde yarım saat onun
aleyhinde konuşmasıyla sapır sapır dökülür müydük? Çocuğumuz eğleninceye
kadar düşer miydik? Şimdi isteyenler bunun farkında mı? Değil mi? Ben bunun
merakındayım. Farkında mı? Değil mi? İşin acı tarafı bu. Evvela okutulacak
dendiği vakitte, tabi imanım mana muktezasıyla[15] seviniyorum fakat sonrada
bir ürküyorum, korkuyorum da. Neden korkuyorsun? Biz bunu asırlardan beri
bilmiyoruz ki. Şimdi bir genç, biraz müspet
malumat ile işte bildim kafasına girmiş, sevda. Bunun içerisinde bu dinin gayet
iyi olduğu söylenmiş, kendi kendine merak etmiş, istidadında saadet var.
Bakalım ne var diyor. Talip diyelim. Amma bizim ona göstereceğimiz sofra, bu
bilgilerle onu büsbütün soğutur. Kaçırtır. Bir şey anlatamıyorum galiba?(
Çıktın mı?) Ona din dendiği vakitte yalnız ibadetin şekilleri söylenecek, ruhiyyatına,
hakikatine ait bir şey kim okutacak? Bu neye benzer bilir misiniz? Sonra bu
ince bir bahis, başka bir mevzuu da değil bu. Bu ağır bir mevzuu.
Bir
hastanede beyaz bir gömlek giyinmiş, biraz da o gömleği güzel giymesini bilmiş
bir kapıcının, bir hademenin, ben sertabibim yahut ben işte operatörüm yahut
ben filan şeyin mütehassısıyım gibi, hastayı kendisi teslim almaya kalkmış. Ne
olur o hasta? Hasta ne olur? Bunu böyle ufak bir mevzuu görerekten değil de, bunun asıl an yerini
bulmak şarttır. O bulunmadan bunun üzerinde iyi netice alınmaz. Şimdi hiç
bilmiyor. Merak ediyor. İçine girdiği vakitte aaa der. Ehlinin eline düşmezse.
Şimdi ekseriyetle... geliyor kulağıma. Mesela, dindarım diye geçinen kimse;
neden istiyorsun? Yahu, ölümüzü yıkayacak adam kalmadı. Kalmayacak yahut. Cenazemizin
namazını kıldıracak kimse gün gelir kalmayacak. Kafası buraya kadar işliyor.
Sanki bu din ölü dini. Mezarlık imamı arıyor.
Adet
halindeki Müslümanlıkla, bu mevzuu hallolur mu? Mirasyedi şeklinde. Nerde
görülmüş o iş? Hepsini biz tersine anlamışızdır. Mesela bu dinde... geçen
konuşmada söylemiştim, en mühim bir esas var. Böyle yani hayatımızda. Biz bunu
tersine biliriz. Mesela, nerde bir aciz zavallı kimse var, “tevekkül adam” der,
avamın lisanında. Yahu bu ahmaklık mı bu.. tevekkül adam? Bu söz küfürdür. Din mevzuuna konacak olursa,
bu şekilde muamele. Adam babacan tevekkül adamdır.(Üstad dalga geçerek
konuşuyor.) Kısım kısım ayrılmış sonra, Müslümanların “oldum” diyenleri. Hele
bu asırda o kadar çok ki; üüüü kadınlardan evliya mı arasın, adamlardan kutup
mu ararsın. Ne kutbu? Evin kutbu mu, şimal[16] kutbu mu, cenub[17] kutbu mu? Şaşırırsın.
İman
mevzuunda daha yakın ifade etmemiş, oldum sevdasıyla yaşar. Bir kısmı öyle. Bir
kısmı zühtü-ü varid[18]
hesabından. Dondurma kutusu gibi soğuk, kendisinden başka insan-ı mümin
tanımaz. Nereye gideceksin? Bir kısmı ben öyle şeyle meşgul
değilim, bırak bu cümleleri der. Şimdi böyle kısım kısım ayrılmış olan bir
camia içerisinde, İslam dinini müzakere etmek çok zor olur. Çok zor. Kolay
iş değil. Ama ihlas ile içerisine girer, ne bileyim.. tam teslim olursa işin
şekli değişir.
Nerden
gelmiştik buraya? Şuradan. Mesela, geçen
konuşmada da söylemiştim. Tevekkül, azim; muvaffak olabilmek içün. Biz bunu,
hem bunu kimler kullanır bilir misin? Dindarım diyen insanlar kullanır.
Tevekkül adam der. Tevekkül adam, yani tevekkül... bir insan, tevekküle
sahip oldu mu, bütün insanlara karşı ilan-ı hürriyet etmiş demektir. Biz
bunu aptal manasına kullanırız. Bütün varlığa karşı mütevekkil adam, ilan-ı
hürriyet etmiştir. Nicün? Ancak Allah’a hasr[19]-ı itimat etmiştir.
Başka kimseye itimadı yok. Başka kimseye güvendiği yok. Allah’tan
başkasına güvenmeyen kimse, bütün mevcudata karşı hürriyetini ilan etmiştir.
Bir şey anlatamadık mı acaba? Onun içün işte biz, o ahkamı[20] eskimeyeceği... ahkamı eskimeyeceği demek; her
zaman hasmını ilmen, fikren, aklen tepeleyen demektir. Ufacık bir cümle ile
ifade eder Allah. فَإِذَا عَزَمْتَ
فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ [21] İşini
kararlaştır. Böyle “acaba”lı iş olmaz. Tavuk kendi sevk-i tabiisiyle cins olur da;
yumurtaya ben yirmi dört gün sonra yavrumu çıkaracağım diye -onda vardır o his-
oturursa, yavrular çıkar. Ama oturdu kalktı, oturdu kalktı, hepsi cılk olur.
Biz de acabalı şöyle, böyle her işimiz böyle çılk oluyor. Öyle di mi? Aksini
iddia eden var mı? Azmettin mi, diyor Huda, şimdi bana dayan diyor. Bu adam
bütün kâinata istiklal-i ruhisini ilan ediyor. Bütün kalbi aslına raptedecek
olursa, yani Hakk’a rapt-ı kalp edecek olursa, o ruhun vazifesindeki azameti
sen düşün. Bir şey anlatamıyorum galiba? O öyle bir insan ki, tamamıyla işi Hak
ile bağlamış, dayanmış, onun kendisine vermiş olduğu bütün kuvvayı, bütün
varlığı, yerli yerine koyduktan sonra,
aklını lazım gelen yerde kullanmış, gözünü lazım gelen yerde kullanmış, fikrini
düşünülecek işte kullanmış, işi meydana getirdikten sonra, ben yokum Allah var
demiş. Başka o ama biz bunu hep böyle tersine anlayarak yaşamışız. Şimdi burada
bu, zor iş bu. Zor. Çok zor iş.
İşte
din tevekkül denilen bir kuvvet-i ruhiye veriyor insana. Ona
kuvvet-i ruhiye derler. Ne demek kuvvet-i ruhiye; ruh nefse der ki; çöplük,
mezbele niye gururlanıyorsun? Aynaya bakıyorsun güzelim diye gururlanıyorsun,
kafanı işletiyorsun şunları beceriyorum diye gururlanıyorsun, hele ben senden
bir şıçrayayım, seni en dostun dahi bir çukura tıkar, yüzüne bile bakılmazsın,
tıkar. Anlatamadım mı acaba? Ey çöplükte, mezbelede, benim pertevimle[22] güzelleştin, benim
pertevimle konuştun benim pertevimle tuttun, benim nurumla işlerini becerdin,
sen kendi kendine de kafanı yukarıya kaldırdın ben varım dedin, ben senden bir
gün sıçrayayım, bakalım sen ne yapacaksın? Ne yapacan, bir gün sıçradığım
vakit?
Onun
bir kuvve-i ruhiye olduğunu, o umdeyi[23] anlayanlar, anlamayanlar
ittikal ile tevekkülü karıştırıyorlar. Tabi mirasyedi şeklinde böyle oluyor. Bu,
bu kadar olur. Halbuki bu azim, Hakk’a karşı bu itimat ve istinat[24] insanda iradeyi takviye
eder kardeşim. İrade takviyeleşir. İraden takviye edildi mi, hürriyetini ilan
ettin mi, zulme divan durmazsın. Alçağa yüzsuyu dökmezsin. İmam-ı Ali öyle dedi:
Sordular; “leim[25]
kime derler?”, “ezellün nas mu’tezillun ilâ leim.” İnsanın en alçağı, alçak
adama karşı yüzsuyu dökendir. Ama buraya girdin mi onların hepsi kalkar.
Konuşmaya
başlarken dedik ki, insan birçok kuvvelere maliktir. Onun içerisinde iki
büyük kuvve var. Azılı. Biri kuvve-i şeheviye, biri kuvve-i gadabiyye. Bu iki
kuvveye mahsurdur insan. Bu öyle kuvvetli kuvvedir ki, insanı sürükler. Bunu
ne akıl önler, ne vicdan önler. Bu iki kuvvenin sürükleyişine, akıl karşı
gelir. Hayır! Üüü, ezer gider böyle, çiğner, böyle silindir gibi. Vicdan,
vıjjjiit vıjjtiiit çiğnedi gitti. Çiğner
gider, dinlemez. Şimdi şöyle düşünelim hepimiz içün, bu iki kuvvenin içerisinden
insanı muhafaza ne edebilir? Bunu kime teslim edelim de muhafaza etsin, ona
kaid[26] olsun, götürebilsin.
Neye? Kuvve-i cebriyeye verelim. Onun neticesi ihtilal[27] olur. Ve o kuvve-i
cebriyede sivrilmiş olan insanlar, bela olur. Zayıf yine hakkını alamaz. Anlatamıyorum
galiba? Kuvve-i cebriyye… Yapamıyor muhafız. Muntazam bir hükümete verelim.
Umumi konuşuyoruz. Hükümet-i muntazama. Yerli yerine yapılmış kanunları var.
Muhafız olabilir mi? Olamaz. Neden olamaz? En büyük kanun insanın ahval-i
zahire[28]sine kadar gelir. Kalbinin
âmâkına[29] i’tila[30] peyda[31] edemez. İmkânı yok. Gelir
nihayet zahirine kadar gelir. Halbuki insanların kalbindeki varidatı,
kalbindeki bulunanı, dışına verdiğinin... dışına bir verdiyse dokuz yüz doksan
dokuzu kalbindedir. Bir şey anlatamıyorum galiba? Ona elini sokup bakamaz.
Kuvve-i cebriyeye verdik neticede ihtilal çıktı. Muntazam bir hükümet
kanunlarına verdik... Sonra o hükümet kanunlarını yapan insan değil mi? Onlarda
kuvve-i gadabiyye, kuvve-i şeheviye yok mu? Mahzun[32]mudurlar? Bir de makam
zamm[33] etmiştir. İnzimam[34] etmiştir. Anlatamıyorum
galiba? O inzimam etmiştir. O halde kalbin içine girebilecek bir kuvvete teslim
etmek lazım. Kalbin her sokağında dolaşabilecek, en ince, en ücra köşelerinde
gezebilecek bir muhafız lazım. Onun adına din derler. Onun içün lazım mı, değil
mi işte artık oradan tahakkuk eder. Amma biraz evveli dediğim gibi; böyle haminnevari[35],
hurafeylen, şunlan, bunlan olursa... Bizde bu din mevzuu elli senelik, atmış
senelik mevzu değil, bir asırlık değil, üüüüü asırlardan beri. Asırlardan
beri.. Bir şey anlatabildim mi bilmem? Mevzuu bu.
Gelelim
konuşmamızın başına: Ahlakı ikiye ayırdıydık; biri aşktan doğan ahlak, biri
vazifeden doğan ahlak dedik. Vazifeden doğan ahlakın akıl olduğunu, aşktan
doğan ahlakın da kalp olduğunu, membaı kalp olduğunu, yanlış söyledim galiba.
Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Gerek
akıl, gerek kalp, gerek vazife, gerek aşk, bunlar Mana-i İnsaniyenin birer vasıfları. Mana-i İnsaniyenin
birer vasıfları olması hasebiyle, mevzuun esas rüknünü insan mefhumu teşkil
ediyor.
İnsan,
neyiz biz? Neyiz? Bunu tarife, beşerin tâkatı yok. Hakkıyla tarife. Bir defa
insanın insaniyeti cisminden ziyade ruhuyla kaim olduğu içün, o manada duruyor
insan. Neyi tarif edeceksin? Bir şey anlatamadım mı? İnsanın insaniyeti cisminden ziyade
ruhuyla kaimdir. Ruh âlem-i emirdendir, âlem-i halktan değildir ki, halka
taalluk eden bilgiyle anlatasın. Âlem-i emirden. Büyük kitap öyle der: [36]قُلِ
الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي Sana ruhtan soracaklar benim habibim, cevap
ver. O Rabbimin emridir. Yani âlem-i emirden. Ama bunu bilen yok mu? Bilir amma
onun kelimesi yok, harfi yok, lafzı yok, sedası yok ki anlatabilsin. Bir şey
anlatamadık mı acaba? İnsanın kendi manasında tahakkuk edecek ki, bilebilsin. Biz
maddede bazı şeyleri bile tarif edemeyiz. Hiç bal yemeyen bir adama balı tarif
edebilir misin? Ömründe bal yememiş. Adi bir matah. Anlat bakalım balı, nasıl
anlatabileceksin? Tatlıyı şuydu filan anlatamadın. Olmaz. Yalnız, hiçte bir şey
söylemeden geçilmez. Ufak tarifler yapılabilir. Mesela insan, mevcudat içerisinde
mazharı tamdır. Yani Hakk’ın sıfatlarını kabule, onun esrar-ı süphanisine agâh
olabilmek kabiliyetine sahip bir candır. Kıymeti büyük. Biz o kıymeti bilmeden
gidiyoruz. Bilemiyoruz. Kıymeti çok büyük. Ya öyle bitiyor ömür.
Bir
günde kaç dakika yaşarsın? Bin dört yüz dakika. Füüütt bitti. İki üç konuşma
evveli söylemiştim ya; yüz sene yaşayan bir adamın, elli iki milyon küsur
dakikadır, oradaki hayatı. Onun yarısı da uykuyla gider. Yirmi altı milyon
dakikaya birbirimizi yeriz. Buda yüz sene yaşarsa. Birbirimizi yeriz.
Eee
mevzuumuz ahlak mevzuu dedim, diye bir sual çıkar. Şunun, bu ahlakın ne
olduğunu bir cümleyle ifade etseniz diye sorsanız, ne diyebilirim ben? İnsanı,
Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlandıran müessesenin adına ahlak derler. O nazariyeleri
bırak. Filan böyle demiş, filan böyle
demiş… Boştur, feza kadar boştur. Bunun hülasa... çünkü ahlak… Ahlak-ı
nazarıymış, ahlak-ı ameliymiş, bırak efendim bunları… Bunlar uzun boylu
yorgunluklar. Ahlakın asıl tarifi; insanı Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlandırır.
Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanan kimse de, Hakk’a ayine olur. Bir daha cümleyi
tekrar edeyim. İnsanı Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlandırır, Hakk’ın
sıfatlarıyla sıfatlanan insan da Hakk’a ayine olur. Biz daha karanlıkta
geziyoruz. Evet, ahlak evsaf-ı[37] beşeriye-i izale
eder. Ettirir. Kendisini nuraniyyete tebdil[38] ettirir. O vakit sayfayı
çevir bak iç tarafına, rahmaniyet ve hakkaniyet sıfatlarını görürsün. Yoksa
konuş, konuş, hiçbir şeye benzemez.
Biz
birbirimize düşmüşüz, yiyoruz birbirimizi. Halbuki, Hz. Muhammed der ki Aleyhisselativesselam;
birbirinize düşmeyin, korkak kesilmeyin, şevketiniz[39] elinizden gider.
Rasulullah’ın (sav) sözü bu. Birbirinize düşmeyin, korkak kesilmeyin, şevketiniz elinizden gider. O
ne demişse olur o. O hiç. Onun saltanatından maada[40] bütün saltanatlar
mülga[41]dır. Ne demiş? O
dur o. Başka türlü olmaz. Cümleyi tekrar edeyim yine; birbirinize düşmeyin,
korkak kesilmeyin, şevketiniz elinizden
gider. Zail[42]
olurmuş. Eee biz o kadar birbirimize düşmüşüz ki, hayret. Bu kadar, ne bileyim?
Sonra
bu dünya o kadar muazzam bir şey değil kardeşim. İnsanların vücudu bir
misafirhanedir. Her gün misafir gelir gider. Evin misafirinde olduğu gibi;
sürurlar[43],
gamlarında bekası yoktur. Onlar da birer misafirdirler. Sürura taalluk eden
bir hadise bir hadise oldu; çok şey etme, misafir gidecek. Gamma taalluk eden
bir hadise oldu; o kadar üzülme gidecek, misafir.. Anlatamıyor muyum ya?
Misafir, başka çaresi yok. Ama bu his gözüyle anlaşılmaz. Bunu his gözüyle
anlarım dersen, his gözüyle idrak edilmez. Çünkü neden? Cenab-ı Hak buyurur ki,
his gözü hakkında şöyle buyurur; âma der. His gözü a’ma, وَلَهُمْ
أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا’[44] Gözleri vardır ama görmezler. O gözü ne açar?
İşte mana. Deden, deden bunlara sahipti. Sen dedenin hep aleyhinde bulundun.
Hep. İçindeki kokuyu duymaya çalış der ahlak. Her şeyin rayihası o şeyin zatına
delildir. Bir şey anlatamıyorum yine. Her şeyin kokusu, o şeyin kendisinin
ne olduğuna delildir, kılavuzdur. Yakup (as) rayihadan maşukunu gördü. İnsan
safa-i[45] derununun güzel
rayihasıyla hakikatleri görebilir. Ve illa göremez. Olmaz.
Yazık
günah değil mi? Şurada ne kadar yaşıyoruz biz? Her vakit söylediğim gibi dün bu
gün için rüya, bu günde yarın için rüya. Değer mi? Hatta insan o kadar tekamül
etmeli ki, “bilmek bulmak” makamını da geçmeli, “olmak”a kadem basmalı. Bunu
kendime söylüyorum. Kimseye değil. Ömür tükendi bitti, orta yerde bir şey yok.
Kendim içün. En acı şey. Bitti. Nedir ki işte? Uçtu gitti.
Bilmekte,
bulmakta, ne bileyim? Şöyle diyeyim; İlim de, amel de, bir yere kadar gelir
adamda. Orayı geçmeli. Halbuki, daha biz ilimde bile değiliz. Mana böyle
emreder, sende ona gerilik dersin. Ne kadar acı. Eee tabi din deyince mezarlık
imamı gözünün önüne gelirse, tabii böyle olur. Din deyince yalnız ölüme Kur’an
okuyacak çocuk öğreteceğim dersen, tabi böyle olur. Bunlar…..............
......olduğundan
sonra da otur iskemle elinde gez. Gemi batıyor, direğin ucuna altın yaldız mı
vuralım, gümüş yaldız mı vuralım? Aşağısı açılmış su alıyor. Aşağısı su alıyor.
Din diyor, gözünün önüne sakal getiriyor. Onla bunu nasıl halledersin, sen
bunun içerisinde. Sakal geliyor gözünün önüne. Yahu bu muazzam müessese, tüylen
mi meşguldür? Onun içün bunun okutulması, tatbiki uzun boylu, ne bileyim şekle
bağlıdır. Uzun boylu.
Bir
misal vereyim şimdi size; bakın, ben bunları hep duymuşumda, böyle üzüntüsüyle
yaşamışım. Kadın değil mi aklı kısa der. Peygamber (sav) böyle bir şey
söylemedi. Dinde böyle bir şey yok, iftira etme. Hazreti…...
Ümm-ül
Mü’min’in Hz Ayşe’nin (ra) içtihadı, fetvası, İslam hukuku üzerindeki
bilgisini, bugün hattı zatında, değil bugün, zamanında dahi Huzur-u Peygamberide
bulunanlar sormuşlardır. Bilemez. Bir şey anlatamıyorum galiba? Rabia’nın,
Cenab-ı Rabia’nın varidat-ı kalbiyyesine malik bugün kürede pek insan
bulunamaz. Neler görüyor. Bir gün; başını bağlamış, gözleri şişmiş, bir kenarda
ağlıyor, duruyor. Dostunun biri görmüş, “Ne o rahatsız mısın Rabia?” “Bu
günlere yetiştim” Demiş. Daha o vakit söylüyor. “Ne oldu?” “İlim adamları, emir
adamlarına uşak oldu. Mektep çocuğu gibi sözlerini dinliyorlar. Ben bunu
görecek miydim?” Diyor. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Bunu Rabia diyor. Bizde
bir şey yok. Aklı kısa der.
Birde
tersine bir muamele yapılır. Çünkü Peygamber’in (sav) bir emri var: Halifu
hünne, şaviru hünne[46]. Şimdi Arap kaidesinde, o lisanda hünne
zamiri müennestir. Diğer lisanlarda da vardır bu, müennes[47] müzekker[48] anlatamıyor muyum acaba?
Müennestir. Şimdi, “şaviru hünne” kelime müennes olduğu içün, hünne zamiri
müennes olduğu içün, anlamamış. Kadınlarınızla istişare edin, müşavere edin,
“halifu hünne” ne derse aksini yapın, kazanırsınız. Hiç böyle Peygamber (sav)
emreder mi ya? Böyle emir olur mu? Evi yıkacaksın sen. Git, otur, istişare et,
çık aksini yap. Alay mı ediyorsun benlen? Der.
Cüz
ü kül yekdiğerinden eyler istimdat ı dad.[49] Kimin kalbinde ne
varidat[50] olacağını kim bilir.
Öyle olsa idi, Talebu’l-ılm’i farizatün ala külli
müslimin ve müslimetin[51] denir miydi? İlmi öğrenmeklik her
Müslüman adama, her Müslüman kadına farzdır dedi. Âlem vahşet içerisinde
yaşarken. Deden bunları gördü de bu manaya gönül verdi. Ya. Bugün medeniyetini
taklit ettiğin âlemde, hükümran idi. Sen bak, ne kadar düştün. Bugün medeniyeti
taklit ettiğin âlemde hükümrandı deden. Bu kadar düştün. Eee peki bu emir sahih
değil mi? Bu emir sahih ama anlaşılması, anlanması noksan.
Dünyada
mevcudatta nikâhsız hiçbir zerre yok. Ruhumuzun da iki hanımı var. İki zevcesi
var. Biri akıl biri nefis. Akıl pek az doğurur. Akıldan doğan ruhun, akıldan
doğan çocuğun adına vicdan derler. Nefisten de on bir çocuk doğar. Şimdi
onları izah etmeye bu gün sıhhatim müsait değil. Yalnız bize lazım gelen
çocukları değil de, ruhlarınız nefislerinizle müşavere etsin, istişare etsin;
nefsi ne emrederse aksini yapsın, kazanır. Anlatamadık mı? Evdeki hanım değil. Ruhlarınız
nefislerinizle istişare etsin, müşavere etsin, ne derse aksini yapsın. Kazanır.
Daha böyle dolu, çoook.
Köpek
olan eve melek girmez. Bu Peygamber’in (sav) sözüdür, bu. Biz
bunu sokaktaki köpek zannetmişiz. Evet, fennen de o köpek terinden meydana
getirmiş olduğu mikrop, ciğer hastalığı yapıyor. Hariçte bulunması lazım ama bu
kadar umur-u adiyeye[52] din düşmez. Melek
Hakk’ın kuvveti demektir. Manzume-i kuvva-i ilahiyeye melekut derler. Onun
girmediği bir yer yoktur. Murad-ı Peygamberideki ev taştan topraktan yapılan ev
değil. Kalptir. Kalp. Her yerin sınırı vardır, oranın sınırı yoktur kardeşim.
Sınırı olmadığından dolayı Hakk’ın adresidir. Sebebi budur. Her yerin sınırı
vardır. Arşın, kürsün, levhin[53], bütün semavatın, arzın
her yerin ölçüsü vardır. Ölçüsüz yer kalp. Sınırı olmadığından dolayı Hak oraya
adresini koymuş. Ene inde min kisratil gulüb diyor. Beni kırık kalplerde
bulabilirsiniz diyor. Adresi o. Neden? Sınırı yok. Kalbini tasarruf edemezsin
ki, senin değil ki. Edebilir misin? Edemezsin. Tasarruf edemezsin. Sınırı yok.
Mihen[54]
geçer dedik ammâ hakîkat öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil
Olur mu hiç giran ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil[55]
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil[55]
Gönül, bir tuhaf bir şey... Ona
gözünü dikmiş, buna gözünü dikmiş, ihtirasat-ı nefsaniyeyle kabarmış, ahar[56]ın
zararına daima çarpmış çıkmış, yiyeceğini de iki bacağının arasına almış,
birisi geçerken hırlıyor; ona köpek diyor peygamber. Yani köpek sıfat olan
kimselerin kalbine ilhamat-ı subhaniyye, rahmet-i semaviyye katiyen gelmez.
Sokaktaki köpek değil. Bu din bu kadar inceliklerle dolu. Sen bunu yalnız şeye bağlarsan
olur mu? O kadar nezih, o kadar nazik ki akıl durur. Bir gün ashab-ı ba-safa[57] toplu bir vaziyeteyken birden bire
Fahri Âlem (sav); Cehennem fukara ile dolacak, fukara ile demiş. Cehennem
fakirlerle dopdolu olacak. Eshab-ı Ba-Safa’nın içerisinde çok fakir var. Eshab-ı
Suffa var, şunlar var... Renkleri kül gibi olmuş, uçmuş, tir tir titriyor... Bizim
halimiz. Sizi kastetmiyorum demiş, ilim fakirlerini, para fakirini değil. Para
fakiriyle değil, ilim fakirleriyle dolacak. Sen nasıl geriliktir diyebilirsin… Allimü
evladeküm li gayri zamâniküm Bu Ali Keremullahu Veçhe’nin sözüdür. Çocuklarınızı
bu zamanın ilmiyle öğretip kâfi görmeyin. Gelecek zamanın ilmini öğretin. Bir
şey anlatamadık dimi? Bugünün ilmini işte öğrettim yetiştirdim, bu kâfi
değildir diyor. İlerdeki zamanın ilmini de öğret. Böyle mükellefsin diyor. Ne
yapalım biz. Yoruldunuz mu? (hayır, hayır)
İnsanlar biraz
tenekecilikte ilerledi, efendim, ilerledi imanına nihayet verdi. Biraz
tenekecilikte ilerleyince imanına nihayet verdi. Kudrette onun mevcudiyetine
nihayet verdi. Hülasası bu. Böyle yer birbirini. Halbuki kaç haftadır
söylüyorum. Birde misal getirmiştim. Yine o misali getireceğim. Allah Kitab-ı
Kerimin’de [58] وَلَقَدْ
كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ
Ne kadar nazik, ne azamet. İnsan
ağlar, gücüne gider yani: Ben Adem’in (as) evladı, yani sizleri mükerrem[59] kıldım.
Tekrim[60] ettim
diyor. Böyle takdim ediyor. Şimdi, inanmış geçinenlere soralım. Hangimiz,
hangimize ikram ediyoruz? Niye birbirimizi yiyoruz? Kendi söylüyor, bu
müçtehit kavli[61]
değil. Şunun, bunun, büyük bir
insanın sözü, hadi itimat ettik öyle değil. Bu Allah’ın resmen kendi lisan-ı subhaniyesinden
çıkan bir şey. Ben Adem’in(as) evladını, yani sizleri tekrim ettim. Niye buna
riayet etmeyiz? Geçen konuşmada dediğim gibi: Kitab-ı İlahi’nin yani Kur’an’ın kâğıdı
ya İzmit fabrikasından veyahut işte Avrupa’dan, garptan bir yerden gelir.
Mürekkebi de Almanya’dan şuradan buradan, eğer çok iyisi olursa oradan gelir. Mürettibi[62] de bizden
de olur gayri müslim de olur. Biz onu öperiz ve öyle yapmamız lazım gelir. Tevcih[63] ederiz, tekrim[64] ederiz. Bunu yapmamız lazım gelir. Eee biz bunun kağıdını, mürekkebini, bunu mü
öpüyoruz? Neden biz bunu öpüyoruz? Seni beni beyan ettiğinden dolayı yahu.
Beyan olunanı ayağının altına al, o
beyan edilen kâğıdı öp. İslam’ın ne halde olduğunu anla. Di mi?
Dedenin kabul etmiş olduğu o semavi cazibe,
yani o din: Deden senin çok muazzam kafaya malik, öyle küçük görme. Yooo, biz
hayırsız evlat çıktık. Bak şimdi, dünyada belli başlı altı tane saliki çok, altı
tane din vardır. Saliki çok bulunan. Zerdüşt dini, Zerdüşt, Brahma, Buda, Museviyet,
Hrıstiyaniyet, İslam. Dikkat ediyor musun, deden nerelerin farkına varmış? Bir
defa, İslam ne demek? Ne demek İslam? Ben kanaatim var ki; bin kişiye sorsam
beş kişi iyi manasını bilmez. Ne bocalıyorsun, ne çabalıyorsun kardeşim?
Bilmez. Sair[65] dinler şahsa izafe ediliyor; Musa’ya,
İsa’ya, Zerdüşt’e, Brahma’ya, Buda’ya. Bir defa deden düşünüyor diyor ki; bu
şahsa izafe edilmedi.
Bir şey anlatamıyorum galiba? Öyle, bu ufak bir şey değil bunun üzerinde dur.
Kelime manası nedir bilir misiniz? Evvela selamet, istirahat, sulh ve aman...
Bir şey anlatamıyorum galiba? İtminan[66], huzuru tam. Bu manalara camidir. Eee bunları görünce,
içini de açıp da bunları bulunca, gönlünü verdi, hem maddesini hem manasını
ilerletti.
Maziye nefretle bakmakla terakki olur mu ya
hu? Böyle şey mi olmuş dünyada? Böyle şey var mıymış? Maziye nefretle bakmak.
Kaideye mugayir[67] bir defa. Mürebbinin tarifi vardır, mürebbinin. Mürebbi
kime denir? Hakiki mürebbi, maziyi tutana atiyi çekene. Maziyi bırakırsa
yüzükoyun kapanırsın, atiyi bırakırsan arka üstü düşersin. Terakki servet-i eslafa[68] karşı servet-i ahlafı[69] ilave etmekle olur.
Yani babanın malına evlat mal koymakla olur.
Sonra
deden itimat ettiği, istinat ettiği, dayandığı Allah’ın namını i’tila[70] için can vergisi
vermiştir meydan-ı gazada dimi ya? Bire on dövüşmüştür. Aşktan doğan ahlaka
numunedir. Mesela sorarlarsa bize; siz ahlakı ikiye ayırdınız, biri vazifeden
doğan biri aşktan... Bizim ecdadımız neden hangisiyle amildi, hangisinin
salikiydi? Aşktan doğanın. Misal verebilir misin? Vereyim. Bir garplı sekiz
saat harp eder. Tıkır tıkır eder. Sekiz saat bitti mi ben vazifemi yaptım der.
Yetiştireydin der. Dinlemez. Vazifeden doğan ahlakın salikidir. Eğer salikiyse.
Ama deden öyle mi? Yirmi dört saat, kırk sekiz saat, atmış altı saat, elli altı
saat. Çünkü aşkta saat yoktur. Aşkta zaman yoktur. Bir şey anlatamıyorum
galiba? Sonra ekmeği yetişmez, Allah der doyar. Ayakkabısı çürük olur yahut
bulunmaz, nasırından çarık yapar, arkamdan vurulursam imansız ölürüm der, öyle
cam-ı şehadeti nüş[71] eder. Sen bu dedenin
aleyhinde nasıl bulunursun? Nerden alıyordu o feyzi o? Hangi kütüb-ü münevveneyi[72] tetebbu[73] etmişti.
Nerden akıyordu ona o şey.
Her vakit söylediğim gibi. Daha insan hakları
modası sözü, yarım asırlık bir sözdür. Garp mevzuu altında. On asırdan beri
nenen bunu söyler. Hem insan hakkı
demez, kul hakkı der. Ne demek o biliyor musun? İnsanın bizatihi kendisine ait
vücudu olmayıp Allah’a bağlı olduğu içün, onu hatırlatarak söylüyor. İki hak
birden var diyor. Bir şey anlatamıyoruz galiba. O dumanlı, öyle kerpiçten
yapılmış üzerinde bu kadar, bu kadar şeyler var, ağaçlar çatısında toprak bir
metre şey… Zarf öyle mazruf[74] Şimdi bizde zarf güzel, bu bardak
billurdan, fakat içindeki su acı, tifo mikrobu var. Zarf güzel ama. Öbür
tarafta bir çömlek, toprak çömlek ama içindeki su, işte en güzel suyu hangisini
bilirsen onu sen kendi ismini koy. O Kudret-i Rabbaniye’yi bu tahavvülat-ı[75]
azime-i şuun[76]
içerisinde ümmi kalbiyle seziyordu. Onun içün kul hakkı diyor. Anlatabildim mi acaba? O tahavvülatı
görüyordu, dünya nev-i[77]
beşerin bir elinden diğer eline geçtiğini görerek, Hakk diyordu. Anlatamadım mı
acaba? Şuunat, bir elden bir ele geçmiyor mu? Fakat bugün gören kim, ibret akan
kim?
Bu dünya, mezra dendi dimi ya? Böyle buyurdu Peygambere (sav) Hakk. Bu dünya
mezra, Ahiret’in mezrası. Ahiret harman, cennet ve cehennemde o harmanın
hazineleri. Burada cehalet tohumu eken orada marifet tohumu alamaz. Öyle şey
yok kaidede. Burada cehalet tohumu eken orada alamaz. İlim tohumu ekecek, orada
marifet mahsulünü toplayacak. İlim. Öyle buyurdu. Bizde... şimdi “Din lazım
mıdır, değil midir?” diye konuşuluyor da oradan münasebet aldırdım da ahlaka
taalluk eden yerlerini söylüyorum. Evvela Allah’ın ilk gönderdiği ayet oku
ayetidir. İlk inen. Bir din ki; ilk emri oku ile gelir [78]اقْرَأْ
بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ işte ayeti de bu, sen onun aleyhinde nasıl
bulunursun ya? Ama sen onu bırakmışsın, bulundurmaya da sebep olmuşsun.
Bıraktın sen. Sen tüyle tüfle meşgul oldun. Yok. Ne bileyim geçti gitti tuhaf
bir şeyler. Ruhiyyatını terk etmişsin. Asırlardan beri.
Mesela selamlaşın diyor Peygamber (sav) dimi
ya? Selamlaşın. Bu selamlaşmak... selamlaşın diyor. Selamlaşırsanız, küçük
günahlarınız muhakkak af olunur. Ama bizim selamlaşmamızda küçüğü de değil,
zerresi de af olmaz. Sofudur giderken selam verir, senin yüzüne bakmaz. Keşke
vermese ya... Bakmaz, kazık gibi. Bakmaz işte. Hakk’ın selametine tevdi[79]
ediyor. O tevdi zamanında kalbe sürur verecek. Gamı kederi alacak. Yük
yüklenecek. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Dertler taksim olacak, zevkler pay
edilecek. Ama bunlar o mananın ilmiyle meydana gelir. Böyle kulaktan kapma,
öyle şey olmaz. Adet halinde olmaz, kesinkes.... İlim, ilim. İlim sahibini
muhafaza eder. Mal sahibini muhafaza etmez. İlim daima sahibini muhafaza eder,
mal etmez. Sahibini muhafaza etmez. İlim sahibini muhafaza eder.
Sonra insan kendi kendisine sorsun, ne
bileyim eğer zevk edinebilmiş ise. İnsanın kendisine isabet eden musibetlerde,
acaba imandan başka daha tatlı istimdat edecek bir yer var mıdır? Var mıdır? İmanından başka
istimdat edecek tatlı kuvvetli bir yer var mıdır? Mesela ciğerpare evladın,
tekamül etmiş, Kudret hikmet-i meskut[80]una
....... biz bilmeyiz, biz bilmeyiz onu. Biz ne biliriz? Bizim biliyoruz diye,
ilim sahasında yüzüyoruz diyerekten yaşadığımız halde, acaba kendimize nâfi[81] olabilecek neyi keşfedebilmişizdir? O güvendiğimiz
bilgiye göre meydana getirdiğimiz ne noktadır? Nokta sayılır mı? Bir şey
anlatamıyor muyum? Oda yine hep meçhuller üzerindedir. Faraziye-nazariye,
faraziye-nazariye, faraziye-nazariye. Yakın ederekten pek azı vardır. Yakın
ifade eder. Ya iman, bağış.
Biz bunu bilmeyiz, hikmet-i meskutuna. Biz kendimize hürriyet ararken Allah’a
cebir mi yapacağız? Bazı insanlar vardır: Neden bu böyle oldu, niçün şu şöyle
oldu. Yaaa zat-ı aliniz kendinize hürriyet ararken Allah’a cebretmeye
kalktın öyle mi? Yağma mı var? Yok öyle bu pazar açılmadı daha.
Kaybetmişsin. Kimden istimdat edebilirsin bu gönlünün yarasını sıvamak için?
İmandan başka tatlı bir yeri var mıdır onun? Gönlünü bağlamışsın ebediyete,
hayatın dakikaları malum, yarın yavruma kavuşacağım o beni kucaklayacak, ben
onu kucaklayacağım. Hatta benim seyyiatıma[82] bakacak Huda’ya, “Ben dünyada doyamadıydım. Bırak bırak”
diyecek… Anlatamıyor muyum ya? İman. Herhangi bir musibet olursa olsun. İman.
İnsan musibetlere her nereden istimdat etse,
imandaki istimdadın zevkini bulamaz. Benzemez ona. Onun içün lazımdır. Bu mevzu bitmez tükenmez
na-mütenahiye gider bu. Uzun boylu mevzuu. İnsanın ilimden nasibi pek azdır. Bu
kadar bir ilim ile kendisine has olan menafii[83] ihata[84]
edebildi mi? Bir şey anlatamıyoruz galiba? Bir daha tarif edeyim, söyleyeyim
cümleyi. İnsanın ilimden nasibi pek cüz’idir. Bu kadar bir ilm ile kendisine
has olan menafii ihata edebildi mi? Dünya cevap verebilir mi? Yok. Ne fevaidinin[85] menabi-i[86]
asliyyesine muttali[87]
olabilir ki; onu elde edebilsin, ne de mesaibin[88] gizlendiği yeri keşfedebilir ki; sakınabilsin. Eee o
halde…
Ahlak.. Bitiriyorum, merak etme konuşmayı.
Epey uzadı mı ne? ( Yok, hayır!) Ne yapalım işte…Hıı ? (Gözler ufaldı biraz.)
Öyle mi? O halde keselim. İnsan muavenet-i[89]
hayriyyede.... Şimdi desem ki bazen söylerim ya; şurada bir milyon liralık
ikramiye bileti çekiliyor, numara okunmaya başlandı. Bir defa sandalyeler
sallanır. İşte üç yüz seksen yedi bin dokuz yüz bakar... Üç yüz seksen yedi bin
çıktı, dokuz yüzde çıktı, haa haaaa. On. Dokuz deseydi yahu der. İşte fıtratımızda
var bizim. Böyle. Muaveneti hayriyyede -ahlakın emri- hayra yardım
hususunda, mahluktan hazar[90]
etmek, şerre (karşı savaşma {cümleyi bir türlü anlıyamadığımdan dolayı
eklediğim parantez-fuat-}) yardım hususunda da Hâk’tan tahaşşi[91] etmek memnudur[92]. Biz böyle yaşarız. Maalesef aksine
yaşarız. Ve çökeriz.
Daima böyle yaşarız. Dikkat olunacak bir noktadır bu. Bu
günkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Tesmiye:
İsimlendirme, tarif etme
[2] Musahhar:
Emrine amade, esir alınan
[3] Veleh:
1.Hayret, şaşkınlık. 2.Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak.
[4] Şuunat:
1.Şuunlar. Keyfiyetler, haller. 2.Emirler. Kasıtlar. Talepler haller işler oluşlar.
[5] Mebde: 1.Başlangıç. 2.Kaynak, kök.
3.Bilgilerin ilk kısımları. 4.İlke. 5.Tasavvufta sâlikin ilk başlangıcı
[6] İttisal:
1.Ulaşmak. Bitişmek. 2.Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak
[7] Efkar: Fikirler
[8] Ukul: Akıllar
[9] Kün:
"Ol" mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey
olur.
[10] İnkişaf: 1.Açılma. Meydana çıkma. 2.Yetişme. 3.Terakki
etme, ilerleme. 4.Gizli sırların bilinmesi.
[11] Nâfi:
1.Faydalı, şifalı. 2.Esma-ı hüsnadan bir ad
[12] Mütevakıf: 1.Bir şeye bağlı olan, onunla iş görecek
olan, ilerlemeyip duran. 2.Bekleyen, tevakkuf eden, duran, eğlenen.
[13]
Mürebbi: 1.Terbiye eden, eğiten,
yetiştiren. 2.Herşeyi terbiye ve idare eden, besleyip büyüten Allah
[14]
İstihfaf: İstihfaf Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve
tahfif etmek
[15] Mukteza: Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş.
İcap eden. Lâzım gelen
[16] Şimal:
Kuzey.
[17] Cenub: Güney.
[18] Zühtü-ü varid: Zühte ulaşan.
[19] Hasr: Bir
şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma.
[20] Ahkam:
Hükümler, kanunlar
[21] Ali
imran 159 Ayet: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ
كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ
وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا
عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Meali: Sen yalnızca Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli bir nobran olsaydın kesinlikle etrafından dağılıp gitmişlerdi. O halde onları bağışla, bağışlanmalarını dile ve yapılacak işlerde onların görüşlerini al. Sonra bir kere karar verdin mi artık Allah'a dayan/tevekkül et, çünkü Allah, kendisine güvenenleri sever.
Meali: Sen yalnızca Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli bir nobran olsaydın kesinlikle etrafından dağılıp gitmişlerdi. O halde onları bağışla, bağışlanmalarını dile ve yapılacak işlerde onların görüşlerini al. Sonra bir kere karar verdin mi artık Allah'a dayan/tevekkül et, çünkü Allah, kendisine güvenenleri sever.
[22] Pertev: 1.(Pertav) Ziya, ışık. 2.Atılma, sıçrama, hız
[23] Umde: 1.İnanılacak şey. 2.Prensip, temel fikir.
3.Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. 4.Kavim veya kabilenin muteber ve
mu'temedi olan. Reis. Serasker
[24]
İstinat: Dayanma
[25] Leim:
1.Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. 2.Mayası bozuk ve kötü.
[26] Kaid: Lider, kumandan,sevk eden.
[27] İhtilal: 1.(Çoğulu: İhtilalât) Ayaklanma, devlete
isyan. Bozukluk, karışıklık. 2.Şerre çalışmak, düzensizlik
[28] Ahval-i
zahiriye : Dış görünüşe ait haller, durumlar
[29] Âmâk:
Derinlikler.
[30] İ’tilâ:
Yüksek rütbelere çıkmak. Yükselmek
[31] Peyda: Meydana gelme, ortaya çıkma.
[32] Mahzun
: 1) Günahsuz (masum) 2) Hazinede saklanan şey 3) Kederli, hüzünlü
[33] Zamm:
Eklenmek, arttırılmak, ilave edilmek
[34] İnzimam: 1.Bağlanma. 2.Yular ile bağlanma
[35] Haminnevari: Hanım nine sözünün bozulmuş şekli gibi
[36] İsra
85. Ayet: وَيَسْأَلُونَكَ
عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي
وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً
Meali: Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.
Meali: Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.
[37] Evsaf: Vasıflar, sıfatlar.
[38] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka
bir hâle veya şeye değiştirmek
[39] Şevket: 1.Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha
mahsus heybet ve saltanat
[40] Maada: Başka. Fazla. Bundan gayrı. (İstisnâ
kelimesidir)
[41] Mülga: İlga
edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.
[42] Zail: (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan.
Tükenen
[43] Sürur: Sevinç. Neş'eli olmak
[44] Araf
159 وَلَقَدْ
ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ
يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ
يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ
كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Meali: Celâlim hakkı için Cinn-ü İnsten bir çoğunu Cehennem için yarattık, onların öyle kalbleri vardır ki onlarla doymazlar, ve öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki onlarla işitmezler, işte bunlar behaim gibi, hattâ daha şaşkındırlar, işte bunlar hep o gafiller
Meali: Celâlim hakkı için Cinn-ü İnsten bir çoğunu Cehennem için yarattık, onların öyle kalbleri vardır ki onlarla doymazlar, ve öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki onlarla işitmezler, işte bunlar behaim gibi, hattâ daha şaşkındırlar, işte bunlar hep o gafiller
[45]
Safâ: صفا 1.Saflık. 2.Gönül
rahatlığı, gönlün şen olması. •Safâ eylemek: Şenlenmek
[46] Şaviru
hünne halifu hünne: Kadınlara sorun ve söylediklerinin tersini yapın
anlamındaki söz.
[47] Müennes: 1.Dişi. Müzekkerin mukabili. 2.Gr: Hakiki,
itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime. Müennes-i hakikî
: Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime.
Meselâ: (Kâtip: ): Erkek yazıcı, (Kâtibe: ): Kadın yazıcı. Sonu "e"
ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir. Muallime, Müdire, Sıddıka, Şahide
gibi.
[48] Müzekker: 1.Erkek, er. 2.Gr: Müennesin zıddı. Kelimeyi
erkek gösteren. (İsim, zamir, sıfat, fiil).
[49] Cüz’ü
kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin
selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi
yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her
zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkum kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkum kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[50]
Varidat: Kâr, gelir.
[51] Talebu’l-
ılm’i farizatün ala külli müslimin ve müslimetin: İlim talebi her Müslüman
erkek ve kadına farzdır.
[52] Umur-u
Adiye: Alışılmış sıradan işler.
[53] Levh: 1.Görünen ibretli manzara. 2.Üzerinde yazı
veya şekil çizilebilir düzlük. 3.Seyredilen yerin çizili sureti..
[54] Mihen:
Sıkıntılar
[55]
Muhyiddin Raif Yengin beyin güftesidir. Fahri Kopuz Bey Suzinak Makamında
bestelemiştir. Konuşmada olmayan iki mısra:
Hudutsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hududa sığmıyor asla bu devlet öyle değil
Hududa sığmıyor asla bu devlet öyle değil
Zaman gelir bıkılır mahlardan ey Muhyi
Fakat o mihre doyulmaz o afet öyle değil
Fakat o mihre doyulmaz o afet öyle değil
[56] Ahar:
Gayrısı , başkası.
[57]
Ba-safa: Safalı. Safa ile
[58] İsra 70
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ
وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ
وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً Meali: Andolsun ki: Biz, Adem oğullarını üstün bir şerefe mazhar kıldık;
karada ve denizde binitlere yükledik ve güzel güzel nimetlerle besledik;
yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik. ( H.
Yazır)
[59] Mükerrem: Muhterem, azîz, saygı değer
[60] Tekrim:
İkram etme.
[61] Kavl:
Söz, ifade
[62] Mürettib: 1.(Retb. den) Tertib eden, nizâma, sıraya
koyan. 2.Matbaada harfleri ve yazıyı yerine dizen.
[63] tevcih 1.Döndürmek, yöneltmek. 2.Tefsir etmek.
3.Birisini bir tarafa göndermek. 4.Rütbe vermek. 5.Bir kimseye söz atmak.
6.Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak
[64] Tekrim
: Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem
icrasında bulunmak.
[65] Sair: 1.Seyreden, harekette olan. 2.Bir şeyden geri
kalan. 3.Maadâ. Geçen, dolaşan. 4.Yolcu. Seyyar. 5.Başkası, diğeri.
[66] itminan Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak
bilmek. Kararlılık.
[67] Mugayir: Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü
[68] Eslaf: Selefler,Geçmiş, Atalar
[69] Ahlaf: Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler.
Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.
[70] İtilâ:
Yüksek rütbelere çıkmak.
[71] Nuş: 1.İçen, içici. 2.Tatlı şerbet gibi içilecek
şey. 3.Zevk ve safâ.
[72]
Münevvere: Aydınlanmış, nurlanmış,
[73] Tetebbu: Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip
tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
[74] Mazruf:
Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
[75] Tahavvülat: (Tekili: Tahavvül) Tahavvüller. Değişim.
Halden hale girme. Evreler
[76] Şuun :
İşler, fiiller. Havadis.
[77] Nevi:
1) Taze, yeni, körpe 2) Tür, çeşit
[78] Alak
Suresi 1. Ayet : اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
Meali: Oku O yaratan Rabbinin adıyla
Meali: Oku O yaratan Rabbinin adıyla
[79] Tevdi: tevdi: Birisine bırakmak, emanet etmek
[80] Meskut
: Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş, susulmuş.
[81] Nâfi:
Faydalı.
[82]
Seyyiat: Günahlar
[83] Menafi:
Menfaatler.
[84] İhata:
1) Kuşatma, etrafını çevirme. 2) Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.
[85] Fevâid: Faydalar, menfaatler, kârlar, kazançlar
[86] Menabi' 1.(Tekili: Menba') Kaynaklar. Pınarlar.
Nebeân eden yerler. 2.Her şeyin zâhir olduğu yerler. 3.Servetlerin çıktığı
yerler.
[87] Muttali': Haberli. Bilgisi olan. Vakıf olan. Bir
yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Derk eden
[88] Mesaib: Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler.
Güçlükler.
[89] Muavenet: Yardımcılık. Yardım. Teâvün
[90] Hazar: Sulh ve barış halinde olmak. Hazır bulunmak.
Yerleşik olmak. Güvenlik.
[91] Hâk’tan
Tahaşi: 1.Şehid düşmekten korkmak. 2.Topraktan
Korkmak. 3.Ölmekten korkmak.
[92] Memnu:
yasaklanmış.
0 yorum:
Yorum Gönder