Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

251. Kaset

251 Nolu Band (11.06.1967) 80 dk. (298)

Mevzuu başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1] etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Ve ahlakın bahsettiği aşkın da romanda okunan aşk manasına olmadığını, bu aşkın insan kendisine birkaç sual sorduktan sonra alacağı cevaptan hâsıl olan mana olduğunu, birkaç veçhe ile söyledik. Yani insan, bu âleme geliş ve gidişinde kendinin ihtiyarı yoktur. Öyle değil mi? Hiç birimize sorulmaz. Beyefendi dünya denilen bir sahne vardır, sizi oraya sevk ediyoruz, ne dersiniz? Sormazlar. Giderken de sormazlar. İstikamet karşıki çukura der, hayattan azil oldun emri gelir, herkes gider. Geliş gidiş elimizde değil.


Bir cihetten insan çok kavi, bütün eşya bütün varlık kendisine musahhar[2] kılınmış Kudret tarafından: Semalara çıkıyor, denizlerin dibinde geziyor, akıllara veleh[3] verecek, fikirleri durduracak işler yapıyor. Bir de bakıyorsunuz ki; gözüyle göremediği, eliyle tutamadığı, kendisinden çoook zayıf, hafif bir şey kendisini.... zahirde o, hakikatte değil ya. Şimdi biz zahirde yaşadığımız içün, sürükleyip götürüyor. Nedir bu insan böyle? Bir muamma.

Bu şuunat-ı[4] cismaniyyedeki cazibe nedir? Konmuş bir isim. Ne o? Şuunat-ı cismaniyyede cazibe,  şuunat-ı maneviyyede ruh bu iki mebde-i[5] ittisal[6] olmasa bu intizam olmaz. Ama nedir? Yani vicdan dedikleri bir buluş ile vücut dedikleri bir bulunuşun ittisalinden bu görünen var oluyor. Bu ittisal olmasaydı efkar-ı[7] ukul[8] tutunamazdı. Efkar ukul nasıl tutunabilirdi? Tutunamazdı. İnsan nihayet yürüyor, yürüyor, bunları kendi tavırlarından geçerek... nihayet diyor ki, hulasa edelim diyor işi. Çok yoruldum.

Bütün mevcudat kün[9] dairesinin merkezi hükmüne tabidir. Yani, hiç kimsede oluverin iradesini aşmak kabiliyeti yok. Hiç kimse burayı aşamıyor. Kün, Allah’ın kün dairesinin, yani oluverin dairesinin merkezinin hükmüne tabidir. Kimse aşamıyor. Onun içün, diyor kendi kendine, sen kendini çok kavi sanıp da semayı deler gibi bakma, yeri ezer gibi basma, kün dairesinin merkezini katiyen hiç bu mevcudat içerisinde aşan olmamıştır. Bu zevkleri tattıktan sonra “Kimim?” diyor kendi kendine. Nedir yani ben? Yer içer yatar kalkar. Hayvan da yer içer tenasül eder amma bende hususi bir imtiyaz var. Nedir bu? Diyor. Kendi vicdanında kendisinin ne olduğu kendisine tebliğ edildiği vakitte duymuş olduğu zevkin adına aşk derler. Bir şey anlatamadık galiba? Tarifi bu. Bulmuşsa ne âlâ, bulamamışsa yine ona göre âlâ. Hep bunu bulmaya gelmişiz. Hilkatten gaye bu. Huda bizi kendimize tanıtmak için bizi buraya göndermiş. Ama biz hiçbir vakit kendi manamızla meşgul değiliz. Bugün beşeriyet yalnız maddiyatın inkişafıyla[10] meşgul. Güzel, güzel amma bunun hakiki inkişafı, yani mevcudata nâfi[11] olabilecek inkişafı, doğrudan doğruya imana mütevakıftır[12]. Onsuz olursa vahşet olur. Onu biz seyrediyoruz. Vahşet.

Şimdi kardeşim, insan birçok kuvvelere hamidir. Kendisinde birçok kuvve mevcuttur. Bunun içerisinde iki belalı bir kuv.. cümleyi söyleyemedim. İki belalı kuvve vardır. Bu insanı sürükler. İki belalı kuvve... Nedir onlar? Biri kuvve-i gadabiye, biri de kuvve-i şeheviye. Bugün beşeriyet bu iki kuvvenin arasında mahsurdur. İnlemesinin sebebi de budur. Muhafızını bulamamış. Biri kuvve-i gadabiye, biri kuvve-i şeheviye. Orayı iyi dinleyin. Şimdi cemiyette duyuyorsunuz, o münasebetle buraya girdim. İşte din okutulmalı mı? Okutulmamalı mı? Bir kısmı geriliktir, bir kısmı evet lazımdır. O da yine ayrı bir mevzu ya. Din diyor da, maksadı nedir? Onu da bilmiyorum ben. Bir cihetten düşünüyorum, evet okutulursa... çünkü din mürebbi-i[13] vicdandır. Vicdanı terbiye eden varlıktır. Anlatamadım mı acaba? Din mürebbi-i vicdandır. Fakat biz öyle bir hale gelmişiz ki; bizde dine böyle nazar-ı istihfaf[14] ile bakmak, kıymet vermemek yarım asırlık bir mevzuu değildir. Bir asırlık bir mevzuu değildir. İki asırlık bir mevzuu değildir.

Çok eskidir. Eğer biz hakkıyla dinin ruhiyyatına vakıf olsaydık, böyle birkaç kimsenin bir sandalye üzerinde yarım saat onun aleyhinde konuşmasıyla sapır sapır dökülür müydük? Çocuğumuz eğleninceye kadar düşer miydik? Şimdi isteyenler bunun farkında mı? Değil mi? Ben bunun merakındayım. Farkında mı? Değil mi? İşin acı tarafı bu. Evvela okutulacak dendiği vakitte, tabi imanım mana muktezasıyla[15] seviniyorum fakat sonrada bir ürküyorum, korkuyorum da. Neden korkuyorsun? Biz bunu asırlardan beri bilmiyoruz ki. Şimdi bir genç, biraz müspet malumat ile işte bildim kafasına girmiş, sevda. Bunun içerisinde bu dinin gayet iyi olduğu söylenmiş, kendi kendine merak etmiş, istidadında saadet var. Bakalım ne var diyor. Talip diyelim. Amma bizim ona göstereceğimiz sofra, bu bilgilerle onu büsbütün soğutur. Kaçırtır. Bir şey anlatamıyorum galiba?( Çıktın mı?) Ona din dendiği vakitte yalnız ibadetin şekilleri söylenecek, ruhiyyatına, hakikatine ait bir şey kim okutacak? Bu neye benzer bilir misiniz? Sonra bu ince bir bahis, başka bir mevzuu da değil bu. Bu ağır bir mevzuu.

Bir hastanede beyaz bir gömlek giyinmiş, biraz da o gömleği güzel giymesini bilmiş bir kapıcının, bir hademenin, ben sertabibim yahut ben işte operatörüm yahut ben filan şeyin mütehassısıyım gibi, hastayı kendisi teslim almaya kalkmış. Ne olur o hasta? Hasta ne olur? Bunu böyle ufak bir mevzuu  görerekten değil de, bunun asıl an yerini bulmak şarttır. O bulunmadan bunun üzerinde iyi netice alınmaz. Şimdi hiç bilmiyor. Merak ediyor. İçine girdiği vakitte aaa der. Ehlinin eline düşmezse. Şimdi ekseriyetle... geliyor kulağıma. Mesela, dindarım diye geçinen kimse; neden istiyorsun? Yahu, ölümüzü yıkayacak adam kalmadı. Kalmayacak yahut. Cenazemizin namazını kıldıracak kimse gün gelir kalmayacak. Kafası buraya kadar işliyor. Sanki bu din ölü dini. Mezarlık imamı arıyor.

Adet halindeki Müslümanlıkla, bu mevzuu hallolur mu? Mirasyedi şeklinde. Nerde görülmüş o iş? Hepsini biz tersine anlamışızdır. Mesela bu dinde... geçen konuşmada söylemiştim, en mühim bir esas var. Böyle yani hayatımızda. Biz bunu tersine biliriz. Mesela, nerde bir aciz zavallı kimse var, “tevekkül adam” der, avamın lisanında. Yahu bu ahmaklık mı bu.. tevekkül adam?  Bu söz küfürdür. Din mevzuuna konacak olursa, bu şekilde muamele. Adam babacan tevekkül adamdır.(Üstad dalga geçerek konuşuyor.) Kısım kısım ayrılmış sonra, Müslümanların “oldum” diyenleri. Hele bu asırda o kadar çok ki; üüüü kadınlardan evliya mı arasın, adamlardan kutup mu ararsın. Ne kutbu? Evin kutbu mu, şimal[16] kutbu mu, cenub[17] kutbu mu? Şaşırırsın.

İman mevzuunda daha yakın ifade etmemiş, oldum sevdasıyla yaşar. Bir kısmı öyle. Bir kısmı zühtü-ü varid[18] hesabından. Dondurma kutusu gibi soğuk, kendisinden başka insan-ı mümin tanımaz. Nereye gideceksin? Bir kısmı ben öyle şeyle meşgul değilim, bırak bu cümleleri der. Şimdi böyle kısım kısım ayrılmış olan bir camia içerisinde, İslam dinini müzakere etmek çok zor olur. Çok zor. Kolay iş değil. Ama ihlas ile içerisine girer, ne bileyim.. tam teslim olursa işin şekli değişir.

Nerden gelmiştik buraya?  Şuradan. Mesela, geçen konuşmada da söylemiştim. Tevekkül, azim; muvaffak olabilmek içün. Biz bunu, hem bunu kimler kullanır bilir misin? Dindarım diyen insanlar kullanır. Tevekkül adam der. Tevekkül adam, yani tevekkül... bir insan, tevekküle sahip oldu mu, bütün insanlara karşı ilan-ı hürriyet etmiş demektir. Biz bunu aptal manasına kullanırız. Bütün varlığa karşı mütevekkil adam, ilan-ı hürriyet etmiştir. Nicün? Ancak Allah’a hasr[19]-ı itimat etmiştir. Başka kimseye itimadı yok. Başka kimseye güvendiği yok. Allah’tan başkasına güvenmeyen kimse, bütün mevcudata karşı hürriyetini ilan etmiştir. Bir şey anlatamadık mı acaba? Onun içün işte biz, o ahkamı[20] eskimeyeceği... ahkamı eskimeyeceği demek; her zaman hasmını ilmen, fikren, aklen tepeleyen demektir. Ufacık bir cümle ile ifade eder Allah. فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ [21]   İşini kararlaştır. Böyle “acaba”lı iş olmaz. Tavuk kendi sevk-i tabiisiyle cins olur da; yumurtaya ben yirmi dört gün sonra yavrumu çıkaracağım diye -onda vardır o his- oturursa, yavrular çıkar. Ama oturdu kalktı, oturdu kalktı, hepsi cılk olur. Biz de acabalı şöyle, böyle her işimiz böyle çılk oluyor. Öyle di mi? Aksini iddia eden var mı? Azmettin mi, diyor Huda, şimdi bana dayan diyor. Bu adam bütün kâinata istiklal-i ruhisini ilan ediyor. Bütün kalbi aslına raptedecek olursa, yani Hakk’a rapt-ı kalp edecek olursa, o ruhun vazifesindeki azameti sen düşün. Bir şey anlatamıyorum galiba? O öyle bir insan ki, tamamıyla işi Hak ile bağlamış, dayanmış, onun kendisine vermiş olduğu bütün kuvvayı, bütün varlığı, yerli yerine  koyduktan sonra, aklını lazım gelen yerde kullanmış, gözünü lazım gelen yerde kullanmış, fikrini düşünülecek işte kullanmış, işi meydana getirdikten sonra, ben yokum Allah var demiş. Başka o ama biz bunu hep böyle tersine anlayarak yaşamışız. Şimdi burada bu, zor iş bu. Zor. Çok zor iş.
İşte din tevekkül denilen bir kuvvet-i ruhiye veriyor insana. Ona kuvvet-i ruhiye derler. Ne demek kuvvet-i ruhiye; ruh nefse der ki; çöplük, mezbele niye gururlanıyorsun? Aynaya bakıyorsun güzelim diye gururlanıyorsun, kafanı işletiyorsun şunları beceriyorum diye gururlanıyorsun, hele ben senden bir şıçrayayım, seni en dostun dahi bir çukura tıkar, yüzüne bile bakılmazsın, tıkar. Anlatamadım mı acaba? Ey çöplükte, mezbelede, benim pertevimle[22] güzelleştin, benim pertevimle konuştun benim pertevimle tuttun, benim nurumla işlerini becerdin, sen kendi kendine de kafanı yukarıya kaldırdın ben varım dedin, ben senden bir gün sıçrayayım, bakalım sen ne yapacaksın? Ne yapacan, bir gün sıçradığım vakit?

Onun bir kuvve-i ruhiye olduğunu, o umdeyi[23] anlayanlar, anlamayanlar ittikal ile tevekkülü karıştırıyorlar. Tabi mirasyedi şeklinde böyle oluyor. Bu, bu kadar olur. Halbuki bu azim, Hakk’a karşı bu itimat ve istinat[24] insanda iradeyi takviye eder kardeşim. İrade takviyeleşir. İraden takviye edildi mi, hürriyetini ilan ettin mi, zulme divan durmazsın. Alçağa yüzsuyu dökmezsin. İmam-ı Ali öyle dedi: Sordular; “leim[25] kime derler?”, “ezellün nas mu’tezillun ilâ leim.” İnsanın en alçağı, alçak adama karşı yüzsuyu dökendir. Ama buraya girdin mi onların hepsi kalkar.

Konuşmaya başlarken dedik ki, insan birçok kuvvelere maliktir. Onun içerisinde iki büyük kuvve var. Azılı. Biri kuvve-i şeheviye, biri kuvve-i gadabiyye. Bu iki kuvveye mahsurdur insan. Bu öyle kuvvetli kuvvedir ki, insanı sürükler. Bunu ne akıl önler, ne vicdan önler. Bu iki kuvvenin sürükleyişine, akıl karşı gelir. Hayır! Üüü, ezer gider böyle, çiğner, böyle silindir gibi. Vicdan, vıjjjiit  vıjjtiiit çiğnedi gitti. Çiğner gider, dinlemez. Şimdi şöyle düşünelim hepimiz içün, bu iki kuvvenin içerisinden insanı muhafaza ne edebilir? Bunu kime teslim edelim de muhafaza etsin, ona kaid[26] olsun, götürebilsin. Neye? Kuvve-i cebriyeye verelim. Onun neticesi ihtilal[27] olur. Ve o kuvve-i cebriyede sivrilmiş olan insanlar, bela olur. Zayıf yine hakkını alamaz. Anlatamıyorum galiba? Kuvve-i cebriyye… Yapamıyor muhafız. Muntazam bir hükümete verelim. Umumi konuşuyoruz. Hükümet-i muntazama. Yerli yerine yapılmış kanunları var. Muhafız olabilir mi? Olamaz. Neden olamaz? En büyük kanun insanın ahval-i zahire[28]sine kadar gelir. Kalbinin âmâkına[29]   i’tila[30] peyda[31] edemez. İmkânı yok. Gelir nihayet zahirine kadar gelir. Halbuki insanların kalbindeki varidatı, kalbindeki bulunanı, dışına verdiğinin... dışına bir verdiyse dokuz yüz doksan dokuzu kalbindedir. Bir şey anlatamıyorum galiba? Ona elini sokup bakamaz. Kuvve-i cebriyeye verdik neticede ihtilal çıktı. Muntazam bir hükümet kanunlarına verdik... Sonra o hükümet kanunlarını yapan insan değil mi? Onlarda kuvve-i gadabiyye, kuvve-i şeheviye yok mu? Mahzun[32]mudurlar? Bir de makam zamm[33] etmiştir. İnzimam[34] etmiştir. Anlatamıyorum galiba? O inzimam etmiştir. O halde kalbin içine girebilecek bir kuvvete teslim etmek lazım. Kalbin her sokağında dolaşabilecek, en ince, en ücra köşelerinde gezebilecek bir muhafız lazım. Onun adına din derler. Onun içün lazım mı, değil mi işte artık oradan tahakkuk eder. Amma biraz evveli dediğim gibi; böyle haminnevari[35], hurafeylen, şunlan, bunlan olursa... Bizde bu din mevzuu elli senelik, atmış senelik mevzu değil, bir asırlık değil, üüüüü asırlardan beri. Asırlardan beri.. Bir şey anlatabildim mi bilmem? Mevzuu bu.

Gelelim konuşmamızın başına: Ahlakı ikiye ayırdıydık; biri aşktan doğan ahlak, biri vazifeden doğan ahlak dedik. Vazifeden doğan ahlakın akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da kalp olduğunu, membaı kalp olduğunu, yanlış söyledim galiba. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Gerek akıl, gerek kalp, gerek vazife, gerek aşk, bunlar Mana-i  İnsaniyenin birer vasıfları. Mana-i İnsaniyenin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzuun esas rüknünü insan mefhumu teşkil ediyor.

İnsan, neyiz biz? Neyiz? Bunu tarife, beşerin tâkatı yok. Hakkıyla tarife. Bir defa insanın insaniyeti cisminden ziyade ruhuyla kaim olduğu içün, o manada duruyor insan. Neyi tarif edeceksin? Bir şey anlatamadım mı?  İnsanın insaniyeti cisminden ziyade ruhuyla kaimdir. Ruh âlem-i emirdendir, âlem-i halktan değildir ki, halka taalluk eden bilgiyle anlatasın. Âlem-i emirden. Büyük kitap öyle der: [36]قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي  Sana ruhtan soracaklar benim habibim, cevap ver. O Rabbimin emridir. Yani âlem-i emirden. Ama bunu bilen yok mu? Bilir amma onun kelimesi yok, harfi yok, lafzı yok, sedası yok ki anlatabilsin. Bir şey anlatamadık mı acaba? İnsanın kendi manasında tahakkuk edecek ki, bilebilsin. Biz maddede bazı şeyleri bile tarif edemeyiz. Hiç bal yemeyen bir adama balı tarif edebilir misin? Ömründe bal yememiş. Adi bir matah. Anlat bakalım balı, nasıl anlatabileceksin? Tatlıyı şuydu filan anlatamadın. Olmaz. Yalnız, hiçte bir şey söylemeden geçilmez. Ufak tarifler yapılabilir. Mesela insan, mevcudat içerisinde mazharı tamdır. Yani Hakk’ın sıfatlarını kabule, onun esrar-ı süphanisine agâh olabilmek kabiliyetine sahip bir candır. Kıymeti büyük. Biz o kıymeti bilmeden gidiyoruz. Bilemiyoruz. Kıymeti çok büyük. Ya öyle bitiyor ömür.
Bir günde kaç dakika yaşarsın? Bin dört yüz dakika. Füüütt bitti. İki üç konuşma evveli söylemiştim ya; yüz sene yaşayan bir adamın, elli iki milyon küsur dakikadır, oradaki hayatı. Onun yarısı da uykuyla gider. Yirmi altı milyon dakikaya birbirimizi yeriz. Buda yüz sene yaşarsa. Birbirimizi yeriz.

Eee mevzuumuz ahlak mevzuu dedim, diye bir sual çıkar. Şunun, bu ahlakın ne olduğunu bir cümleyle ifade etseniz diye sorsanız, ne diyebilirim ben? İnsanı, Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlandıran müessesenin adına ahlak derler. O nazariyeleri bırak. Filan böyle demiş,  filan böyle demiş… Boştur, feza kadar boştur. Bunun hülasa... çünkü ahlak… Ahlak-ı nazarıymış, ahlak-ı ameliymiş, bırak efendim bunları… Bunlar uzun boylu yorgunluklar. Ahlakın asıl tarifi; insanı Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlandırır. Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanan kimse de, Hakk’a ayine olur. Bir daha cümleyi tekrar edeyim. İnsanı Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlandırır, Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanan insan da Hakk’a ayine olur. Biz daha karanlıkta geziyoruz. Evet, ahlak evsaf-ı[37] beşeriye-i izale eder. Ettirir. Kendisini nuraniyyete tebdil[38] ettirir. O vakit sayfayı çevir bak iç tarafına, rahmaniyet ve hakkaniyet sıfatlarını görürsün. Yoksa konuş, konuş, hiçbir şeye benzemez.

Biz birbirimize düşmüşüz, yiyoruz birbirimizi. Halbuki, Hz. Muhammed der ki Aleyhisselativesselam; birbirinize düşmeyin, korkak kesilmeyin, şevketiniz[39] elinizden gider. Rasulullah’ın (sav) sözü bu. Birbirinize düşmeyin, korkak kesilmeyin, şevketiniz elinizden gider. O ne demişse olur o. O hiç. Onun saltanatından maada[40] bütün saltanatlar mülga[41]dır. Ne demiş? O dur o. Başka türlü olmaz. Cümleyi tekrar edeyim yine; birbirinize düşmeyin, korkak kesilmeyin, şevketiniz elinizden gider. Zail[42] olurmuş. Eee biz o kadar birbirimize düşmüşüz ki, hayret. Bu kadar, ne bileyim?

Sonra bu dünya o kadar muazzam bir şey değil kardeşim. İnsanların vücudu bir misafirhanedir. Her gün misafir gelir gider. Evin misafirinde olduğu gibi; sürurlar[43], gamlarında bekası yoktur. Onlar da birer misafirdirler. Sürura taalluk eden bir hadise bir hadise oldu; çok şey etme, misafir gidecek. Gamma taalluk eden bir hadise oldu; o kadar üzülme gidecek, misafir.. Anlatamıyor muyum ya? Misafir, başka çaresi yok. Ama bu his gözüyle anlaşılmaz. Bunu his gözüyle anlarım dersen, his gözüyle idrak edilmez. Çünkü neden? Cenab-ı Hak buyurur ki, his gözü hakkında şöyle buyurur; âma der. His gözü a’ma,  وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا[44]   Gözleri vardır ama görmezler. O gözü ne açar? İşte mana. Deden, deden bunlara sahipti. Sen dedenin hep aleyhinde bulundun. Hep. İçindeki kokuyu duymaya çalış der ahlak. Her şeyin rayihası o şeyin zatına delildir. Bir şey anlatamıyorum yine. Her şeyin kokusu, o şeyin kendisinin ne olduğuna delildir, kılavuzdur. Yakup (as) rayihadan maşukunu gördü. İnsan  safa-i[45] derununun güzel rayihasıyla hakikatleri görebilir. Ve illa göremez. Olmaz.

Yazık günah değil mi? Şurada ne kadar yaşıyoruz biz? Her vakit söylediğim gibi dün bu gün için rüya, bu günde yarın için rüya. Değer mi? Hatta insan o kadar tekamül etmeli ki, “bilmek bulmak” makamını da geçmeli, “olmak”a kadem basmalı. Bunu kendime söylüyorum. Kimseye değil. Ömür tükendi bitti, orta yerde bir şey yok. Kendim içün. En acı şey. Bitti. Nedir ki işte? Uçtu gitti.

Bilmekte, bulmakta, ne bileyim? Şöyle diyeyim; İlim de, amel de, bir yere kadar gelir adamda. Orayı geçmeli. Halbuki, daha biz ilimde bile değiliz. Mana böyle emreder, sende ona gerilik dersin. Ne kadar acı. Eee tabi din deyince mezarlık imamı gözünün önüne gelirse, tabii böyle olur. Din deyince yalnız ölüme Kur’an okuyacak çocuk öğreteceğim dersen, tabi böyle olur. Bunlar…..............

......olduğundan sonra da otur iskemle elinde gez. Gemi batıyor, direğin ucuna altın yaldız mı vuralım, gümüş yaldız mı vuralım? Aşağısı açılmış su alıyor. Aşağısı su alıyor. Din diyor, gözünün önüne sakal getiriyor. Onla bunu nasıl halledersin, sen bunun içerisinde. Sakal geliyor gözünün önüne. Yahu bu muazzam müessese, tüylen mi meşguldür? Onun içün bunun okutulması, tatbiki uzun boylu, ne bileyim şekle bağlıdır. Uzun boylu.

Bir misal vereyim şimdi size; bakın, ben bunları hep duymuşumda, böyle üzüntüsüyle yaşamışım. Kadın değil mi aklı kısa der. Peygamber (sav) böyle bir şey söylemedi. Dinde böyle bir şey yok, iftira etme. Hazreti…...

Ümm-ül Mü’min’in Hz Ayşe’nin (ra) içtihadı, fetvası, İslam hukuku üzerindeki bilgisini, bugün hattı zatında, değil bugün, zamanında dahi Huzur-u Peygamberide bulunanlar sormuşlardır. Bilemez. Bir şey anlatamıyorum galiba? Rabia’nın, Cenab-ı Rabia’nın varidat-ı kalbiyyesine malik bugün kürede pek insan bulunamaz. Neler görüyor. Bir gün; başını bağlamış, gözleri şişmiş, bir kenarda ağlıyor, duruyor. Dostunun biri görmüş, “Ne o rahatsız mısın Rabia?” “Bu günlere yetiştim” Demiş. Daha o vakit söylüyor. “Ne oldu?” “İlim adamları, emir adamlarına uşak oldu. Mektep çocuğu gibi sözlerini dinliyorlar. Ben bunu görecek miydim?” Diyor. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Bunu Rabia diyor. Bizde bir şey yok. Aklı kısa der.

Birde tersine bir muamele yapılır. Çünkü Peygamber’in (sav) bir emri var: Halifu hünne, şaviru hünne[46]. Şimdi Arap kaidesinde, o lisanda hünne zamiri müennestir. Diğer lisanlarda da vardır bu, müennes[47] müzekker[48] anlatamıyor muyum acaba? Müennestir. Şimdi, “şaviru hünne” kelime müennes olduğu içün, hünne zamiri müennes olduğu içün, anlamamış. Kadınlarınızla istişare edin, müşavere edin, “halifu hünne” ne derse aksini yapın, kazanırsınız. Hiç böyle Peygamber (sav) emreder mi ya? Böyle emir olur mu? Evi yıkacaksın sen. Git, otur, istişare et, çık aksini yap. Alay mı ediyorsun benlen? Der.

Cüz ü kül yekdiğerinden eyler istimdat ı dad.[49] Kimin kalbinde ne varidat[50] olacağını kim bilir. Öyle olsa idi, Talebu’l-ılm’i farizatün ala külli müslimin ve müslimetin[51] denir miydi? İlmi öğrenmeklik her Müslüman adama, her Müslüman kadına farzdır dedi. Âlem vahşet içerisinde yaşarken. Deden bunları gördü de bu manaya gönül verdi. Ya. Bugün medeniyetini taklit ettiğin âlemde, hükümran idi. Sen bak, ne kadar düştün. Bugün medeniyeti taklit ettiğin âlemde hükümrandı deden. Bu kadar düştün. Eee peki bu emir sahih değil mi? Bu emir sahih ama anlaşılması, anlanması noksan.

Dünyada mevcudatta nikâhsız hiçbir zerre yok. Ruhumuzun da iki hanımı var. İki zevcesi var. Biri akıl biri nefis. Akıl pek az doğurur. Akıldan doğan ruhun, akıldan doğan çocuğun adına vicdan derler. Nefisten de on bir çocuk doğar. Şimdi onları izah etmeye bu gün sıhhatim müsait değil. Yalnız bize lazım gelen çocukları değil de, ruhlarınız nefislerinizle müşavere etsin, istişare etsin; nefsi ne emrederse aksini yapsın, kazanır. Anlatamadık mı? Evdeki hanım değil. Ruhlarınız nefislerinizle istişare etsin, müşavere etsin, ne derse aksini yapsın. Kazanır. Daha böyle dolu, çoook.

Köpek olan eve melek girmez. Bu Peygamber’in (sav) sözüdür, bu. Biz bunu sokaktaki köpek zannetmişiz. Evet, fennen de o köpek terinden meydana getirmiş olduğu mikrop, ciğer hastalığı yapıyor. Hariçte bulunması lazım ama bu kadar umur-u adiyeye[52] din düşmez. Melek Hakk’ın kuvveti demektir. Manzume-i kuvva-i ilahiyeye melekut derler. Onun girmediği bir yer yoktur. Murad-ı Peygamberideki ev taştan topraktan yapılan ev değil. Kalptir. Kalp. Her yerin sınırı vardır, oranın sınırı yoktur kardeşim. Sınırı olmadığından dolayı Hakk’ın adresidir. Sebebi budur. Her yerin sınırı vardır. Arşın, kürsün, levhin[53], bütün semavatın, arzın her yerin ölçüsü vardır. Ölçüsüz yer kalp. Sınırı olmadığından dolayı Hak oraya adresini koymuş. Ene inde min kisratil gulüb diyor. Beni kırık kalplerde bulabilirsiniz diyor. Adresi o. Neden? Sınırı yok. Kalbini tasarruf edemezsin ki, senin değil ki. Edebilir misin? Edemezsin. Tasarruf edemezsin. Sınırı yok.

Mihen[54] geçer dedik ammâ hakîkat öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil

Olur mu hiç giran ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil[55]

Gönül, bir tuhaf bir şey... Ona gözünü dikmiş, buna gözünü dikmiş, ihtirasat-ı nefsaniyeyle kabarmış, ahar[56]ın zararına daima çarpmış çıkmış, yiyeceğini de iki bacağının arasına almış, birisi geçerken hırlıyor; ona köpek diyor peygamber. Yani köpek sıfat olan kimselerin kalbine ilhamat-ı subhaniyye, rahmet-i semaviyye katiyen gelmez. Sokaktaki köpek değil. Bu din bu kadar inceliklerle dolu. Sen bunu yalnız şeye bağlarsan olur mu? O kadar nezih, o kadar nazik ki akıl durur. Bir gün ashab-ı ba-safa[57] toplu bir vaziyeteyken birden bire Fahri Âlem (sav); Cehennem fukara ile dolacak, fukara ile demiş. Cehennem fakirlerle dopdolu olacak. Eshab-ı Ba-Safa’nın içerisinde çok fakir var. Eshab-ı Suffa var, şunlar var... Renkleri kül gibi olmuş, uçmuş, tir tir titriyor... Bizim halimiz. Sizi kastetmiyorum demiş, ilim fakirlerini, para fakirini değil. Para fakiriyle değil, ilim fakirleriyle dolacak. Sen nasıl geriliktir diyebilirsin… Allimü evladeküm li gayri zamâniküm Bu Ali Keremullahu Veçhe’nin sözüdür. Çocuklarınızı bu zamanın ilmiyle öğretip kâfi görmeyin. Gelecek zamanın ilmini öğretin. Bir şey anlatamadık dimi? Bugünün ilmini işte öğrettim yetiştirdim, bu kâfi değildir diyor. İlerdeki zamanın ilmini de öğret. Böyle mükellefsin diyor. Ne yapalım biz. Yoruldunuz mu? (hayır, hayır)

İnsanlar biraz tenekecilikte ilerledi, efendim, ilerledi imanına nihayet verdi. Biraz tenekecilikte ilerleyince imanına nihayet verdi. Kudrette onun mevcudiyetine nihayet verdi. Hülasası bu. Böyle yer birbirini. Halbuki kaç haftadır söylüyorum. Birde misal getirmiştim. Yine o misali getireceğim. Allah Kitab-ı Kerimin’de [58]  وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ  Ne kadar nazik, ne azamet. İnsan ağlar, gücüne gider yani: Ben Adem’in (as) evladı, yani sizleri mükerrem[59] kıldım. Tekrim[60] ettim diyor. Böyle takdim ediyor. Şimdi, inanmış geçinenlere soralım. Hangimiz, hangimize ikram ediyoruz? Niye birbirimizi yiyoruz? Kendi söylüyor, bu müçtehit kavli[61] değil. Şunun, bunun, büyük bir insanın sözü, hadi itimat ettik öyle değil. Bu Allah’ın resmen kendi lisan-ı subhaniyesinden çıkan bir şey. Ben Adem’in(as) evladını, yani sizleri tekrim ettim. Niye buna riayet etmeyiz? Geçen konuşmada dediğim gibi: Kitab-ı İlahi’nin yani Kur’an’ın  kâğıdı ya İzmit fabrikasından veyahut işte Avrupa’dan, garptan bir yerden gelir. Mürekkebi de Almanya’dan şuradan buradan, eğer çok iyisi olursa oradan gelir. Mürettibi[62] de bizden de olur gayri müslim de olur. Biz onu öperiz ve öyle yapmamız lazım gelir. Tevcih[63] ederiz, tekrim[64] ederiz. Bunu yapmamız lazım gelir.  Eee biz bunun kağıdını, mürekkebini, bunu mü öpüyoruz? Neden biz bunu öpüyoruz? Seni beni beyan ettiğinden dolayı yahu. Beyan olunanı ayağının altına al,  o beyan edilen kâğıdı öp. İslam’ın ne halde olduğunu anla. Di mi?

Dedenin kabul etmiş olduğu o semavi cazibe, yani o din: Deden senin çok muazzam kafaya malik, öyle küçük görme. Yooo, biz hayırsız evlat çıktık. Bak şimdi, dünyada belli başlı altı tane saliki çok, altı tane din vardır. Saliki çok bulunan. Zerdüşt dini, Zerdüşt, Brahma, Buda, Museviyet, Hrıstiyaniyet, İslam. Dikkat ediyor musun, deden nerelerin farkına varmış? Bir defa, İslam ne demek? Ne demek İslam? Ben kanaatim var ki; bin kişiye sorsam beş kişi iyi manasını bilmez. Ne bocalıyorsun, ne çabalıyorsun kardeşim? Bilmez. Sair[65] dinler şahsa izafe ediliyor; Musa’ya, İsa’ya, Zerdüşt’e, Brahma’ya, Buda’ya. Bir defa deden düşünüyor diyor ki; bu şahsa izafe edilmedi. Bir şey anlatamıyorum galiba? Öyle, bu ufak bir şey değil bunun üzerinde dur. Kelime manası nedir bilir misiniz? Evvela selamet, istirahat, sulh ve aman... Bir şey anlatamıyorum galiba? İtminan[66], huzuru tam. Bu manalara camidir. Eee bunları görünce, içini de açıp da bunları bulunca, gönlünü verdi, hem maddesini hem manasını ilerletti.

Maziye nefretle bakmakla terakki olur mu ya hu? Böyle şey mi olmuş dünyada? Böyle şey var mıymış? Maziye nefretle bakmak. Kaideye mugayir[67] bir defa. Mürebbinin tarifi vardır, mürebbinin. Mürebbi kime denir? Hakiki mürebbi, maziyi tutana atiyi çekene. Maziyi bırakırsa yüzükoyun kapanırsın, atiyi bırakırsan arka üstü düşersin. Terakki servet-i eslafa[68] karşı servet-i ahlafı[69] ilave etmekle olur. Yani babanın malına evlat mal koymakla olur.

Sonra deden itimat ettiği, istinat ettiği, dayandığı Allah’ın namını i’tila[70] için can vergisi vermiştir meydan-ı gazada dimi ya? Bire on dövüşmüştür. Aşktan doğan ahlaka numunedir. Mesela sorarlarsa bize; siz ahlakı ikiye ayırdınız, biri vazifeden doğan biri aşktan... Bizim ecdadımız neden hangisiyle amildi, hangisinin salikiydi? Aşktan doğanın. Misal verebilir misin? Vereyim. Bir garplı sekiz saat harp eder. Tıkır tıkır eder. Sekiz saat bitti mi ben vazifemi yaptım der. Yetiştireydin der. Dinlemez. Vazifeden doğan ahlakın salikidir. Eğer salikiyse. Ama deden öyle mi? Yirmi dört saat, kırk sekiz saat, atmış altı saat, elli altı saat. Çünkü aşkta saat yoktur. Aşkta zaman yoktur. Bir şey anlatamıyorum galiba? Sonra ekmeği yetişmez, Allah der doyar. Ayakkabısı çürük olur yahut bulunmaz, nasırından çarık yapar, arkamdan vurulursam imansız ölürüm der, öyle cam-ı şehadeti nüş[71] eder. Sen bu dedenin aleyhinde nasıl bulunursun? Nerden alıyordu o feyzi o? Hangi kütüb-ü münevveneyi[72] tetebbu[73] etmişti. Nerden akıyordu ona o şey.

Her vakit söylediğim gibi. Daha insan hakları modası sözü, yarım asırlık bir sözdür. Garp mevzuu altında. On asırdan beri nenen bunu söyler.  Hem insan hakkı demez, kul hakkı der. Ne demek o biliyor musun? İnsanın bizatihi kendisine ait vücudu olmayıp Allah’a bağlı olduğu içün, onu hatırlatarak söylüyor. İki hak birden var diyor. Bir şey anlatamıyoruz galiba. O dumanlı, öyle kerpiçten yapılmış üzerinde bu kadar, bu kadar şeyler var, ağaçlar çatısında toprak bir metre şey… Zarf öyle mazruf[74] Şimdi bizde zarf güzel, bu bardak billurdan, fakat içindeki su acı, tifo mikrobu var. Zarf güzel ama. Öbür tarafta bir çömlek, toprak çömlek ama içindeki su, işte en güzel suyu hangisini bilirsen onu sen kendi ismini koy. O Kudret-i Rabbaniye’yi bu tahavvülat-ı[75] azime-i şuun[76] içerisinde ümmi kalbiyle seziyordu. Onun içün kul hakkı diyor. Anlatabildim mi acaba? O tahavvülatı görüyordu, dünya nev-i[77] beşerin bir elinden diğer eline geçtiğini görerek, Hakk diyordu. Anlatamadım mı acaba? Şuunat, bir elden bir ele geçmiyor mu? Fakat bugün gören kim, ibret akan kim?

Bu dünya, mezra dendi dimi ya?  Böyle buyurdu Peygambere (sav) Hakk. Bu dünya mezra, Ahiret’in mezrası. Ahiret harman, cennet ve cehennemde o harmanın hazineleri. Burada cehalet tohumu eken orada marifet tohumu alamaz. Öyle şey yok kaidede. Burada cehalet tohumu eken orada alamaz. İlim tohumu ekecek, orada marifet mahsulünü toplayacak. İlim. Öyle buyurdu. Bizde... şimdi “Din lazım mıdır, değil midir?” diye konuşuluyor da oradan münasebet aldırdım da ahlaka taalluk eden yerlerini söylüyorum. Evvela Allah’ın ilk gönderdiği ayet oku ayetidir. İlk inen. Bir din ki; ilk emri oku ile gelir [78]اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ    işte ayeti de bu, sen onun aleyhinde nasıl bulunursun ya? Ama sen onu bırakmışsın, bulundurmaya da sebep olmuşsun. Bıraktın sen. Sen tüyle tüfle meşgul oldun. Yok. Ne bileyim geçti gitti tuhaf bir şeyler. Ruhiyyatını terk etmişsin. Asırlardan beri.

Mesela selamlaşın diyor Peygamber (sav) dimi ya? Selamlaşın. Bu selamlaşmak... selamlaşın diyor. Selamlaşırsanız, küçük günahlarınız muhakkak af olunur. Ama bizim selamlaşmamızda küçüğü de değil, zerresi de af olmaz. Sofudur giderken selam verir, senin yüzüne bakmaz. Keşke vermese ya... Bakmaz, kazık gibi. Bakmaz işte. Hakk’ın selametine tevdi[79] ediyor. O tevdi zamanında kalbe sürur verecek. Gamı kederi alacak. Yük yüklenecek. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Dertler taksim olacak, zevkler pay edilecek. Ama bunlar o mananın ilmiyle meydana gelir. Böyle kulaktan kapma, öyle şey olmaz. Adet halinde olmaz, kesinkes.... İlim, ilim. İlim sahibini muhafaza eder. Mal sahibini muhafaza etmez. İlim daima sahibini muhafaza eder, mal etmez. Sahibini muhafaza etmez. İlim sahibini muhafaza eder.

Sonra insan kendi kendisine sorsun, ne bileyim eğer zevk edinebilmiş ise. İnsanın kendisine isabet eden musibetlerde, acaba imandan başka daha tatlı istimdat edecek bir yer var mıdır? Var mıdır? İmanından başka istimdat edecek tatlı kuvvetli bir yer var mıdır? Mesela ciğerpare evladın, tekamül etmiş, Kudret hikmet-i meskut[80]una ....... biz bilmeyiz, biz bilmeyiz onu. Biz ne biliriz? Bizim biliyoruz diye, ilim sahasında yüzüyoruz diyerekten yaşadığımız halde, acaba kendimize nâfi[81] olabilecek neyi keşfedebilmişizdir? O güvendiğimiz bilgiye göre meydana getirdiğimiz ne noktadır? Nokta sayılır mı? Bir şey anlatamıyor muyum? Oda yine hep meçhuller üzerindedir. Faraziye-nazariye, faraziye-nazariye, faraziye-nazariye. Yakın ederekten pek azı vardır. Yakın ifade eder. Ya iman, bağış. Biz bunu bilmeyiz, hikmet-i meskutuna. Biz kendimize hürriyet ararken Allah’a cebir mi yapacağız? Bazı insanlar vardır: Neden bu böyle oldu, niçün şu şöyle oldu. Yaaa zat-ı aliniz kendinize hürriyet ararken Allah’a cebretmeye kalktın öyle mi? Yağma mı var? Yok öyle bu pazar açılmadı daha. Kaybetmişsin. Kimden istimdat edebilirsin bu gönlünün yarasını sıvamak için? İmandan başka tatlı bir yeri var mıdır onun? Gönlünü bağlamışsın ebediyete, hayatın dakikaları malum, yarın yavruma kavuşacağım o beni kucaklayacak, ben onu kucaklayacağım. Hatta benim seyyiatıma[82] bakacak Huda’ya, “Ben dünyada doyamadıydım. Bırak bırak” diyecek… Anlatamıyor muyum ya? İman. Herhangi bir musibet olursa olsun. İman.

İnsan musibetlere her nereden istimdat etse, imandaki istimdadın zevkini bulamaz. Benzemez ona. Onun içün lazımdır. Bu mevzu bitmez tükenmez na-mütenahiye gider bu. Uzun boylu mevzuu. İnsanın ilimden nasibi pek azdır. Bu kadar bir ilim ile kendisine has olan menafii[83] ihata[84] edebildi mi? Bir şey anlatamıyoruz galiba? Bir daha tarif edeyim, söyleyeyim cümleyi. İnsanın ilimden nasibi pek cüz’idir. Bu kadar bir ilm ile kendisine has olan menafii ihata edebildi mi? Dünya cevap verebilir mi? Yok. Ne fevaidinin[85] menabi-i[86] asliyyesine muttali[87] olabilir ki; onu elde edebilsin, ne de mesaibin[88] gizlendiği yeri keşfedebilir ki; sakınabilsin. Eee o halde…

Ahlak.. Bitiriyorum, merak etme konuşmayı. Epey uzadı mı ne? ( Yok, hayır!) Ne yapalım işte…Hıı ? (Gözler ufaldı biraz.) Öyle mi? O halde keselim. İnsan muavenet-i[89] hayriyyede.... Şimdi desem ki bazen söylerim ya; şurada bir milyon liralık ikramiye bileti çekiliyor, numara okunmaya başlandı. Bir defa sandalyeler sallanır. İşte üç yüz seksen yedi bin dokuz yüz bakar... Üç yüz seksen yedi bin çıktı, dokuz yüzde çıktı, haa haaaa. On. Dokuz deseydi yahu der. İşte fıtratımızda var bizim. Böyle. Muaveneti hayriyyede -ahlakın emri- hayra yardım hususunda, mahluktan hazar[90] etmek, şerre (karşı savaşma {cümleyi bir türlü anlıyamadığımdan dolayı eklediğim parantez-fuat-}) yardım hususunda da Hâk’tan tahaşşi[91] etmek memnudur[92]. Biz böyle yaşarız. Maalesef aksine yaşarız. Ve çökeriz. Daima böyle yaşarız. Dikkat olunacak bir noktadır bu. Bu günkü konuşma bu kadar yeter.




[1] Tesmiye:   İsimlendirme, tarif etme
[2] Musahhar:   Emrine amade, esir alınan
[3] Veleh:  1.Hayret, şaşkınlık. 2.Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak.
[4] Şuunat:  1.Şuunlar. Keyfiyetler, haller. 2.Emirler. Kasıtlar. Talepler  haller işler oluşlar.
[5] Mebde: 1.Başlangıç. 2.Kaynak, kök. 3.Bilgilerin ilk kısımları. 4.İlke. 5.Tasavvufta sâlikin ilk başlangıcı
[6] İttisal:  1.Ulaşmak. Bitişmek. 2.Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak
[7] Efkar: Fikirler
[8] Ukul: Akıllar
[9] Kün:  "Ol" mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.
[10] İnkişaf:  1.Açılma. Meydana çıkma. 2.Yetişme. 3.Terakki etme, ilerleme. 4.Gizli sırların bilinmesi.
[11] Nâfi: 1.Faydalı, şifalı. 2.Esma-ı hüsnadan bir ad
[12] Mütevakıf:  1.Bir şeye bağlı olan, onunla iş görecek olan, ilerlemeyip duran. 2.Bekleyen, tevakkuf eden, duran, eğlenen.
[13] Mürebbi:  1.Terbiye eden, eğiten, yetiştiren. 2.Herşeyi terbiye ve idare eden, besleyip büyüten Allah
[14] İstihfaf:  İstihfaf  Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek
[15] Mukteza:   Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcap eden. Lâzım gelen
[16] Şimal: Kuzey.
[17] Cenub:  Güney.
[18] Zühtü-ü varid:  Zühte ulaşan.
[19] Hasr: Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma.
[20] Ahkam: Hükümler, kanunlar
[21] Ali imran 159 Ayet: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Meali: Sen yalnızca Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli bir nobran olsaydın kesinlikle etrafından dağılıp gitmişlerdi. O halde onları bağışla, bağışlanmalarını dile ve yapılacak işlerde onların görüşlerini al. Sonra bir kere karar verdin mi artık Allah'a dayan/tevekkül et, çünkü Allah, kendisine güvenenleri sever.
[22] Pertev:  1.(Pertav) Ziya, ışık. 2.Atılma, sıçrama, hız
[23] Umde:  1.İnanılacak şey. 2.Prensip, temel fikir. 3.Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. 4.Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker
[24] İstinat: Dayanma
[25] Leim: 1.Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. 2.Mayası bozuk ve kötü.
[26] Kaid:   Lider, kumandan,sevk eden.
[27] İhtilal:  1.(Çoğulu: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık. 2.Şerre çalışmak, düzensizlik
[28] Ahval-i zahiriye : Dış görünüşe ait haller, durumlar
[29]  Âmâk:   Derinlikler.
[30] İ’tilâ: Yüksek rütbelere çıkmak. Yükselmek
[31] Peyda:   Meydana gelme, ortaya çıkma.
[32] Mahzun : 1) Günahsuz (masum) 2) Hazinede saklanan şey 3) Kederli, hüzünlü
[33] Zamm: Eklenmek, arttırılmak, ilave edilmek
[34] İnzimam:  1.Bağlanma. 2.Yular ile bağlanma
[35] Haminnevari:     Hanım nine sözünün bozulmuş şekli gibi
[36] İsra 85. Ayet:  وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً
Meali:  Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.
[37] Evsaf:   Vasıflar, sıfatlar.
[38] Tebdil:   Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek
[39] Şevket:  1.Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat
[40] Maada:   Başka. Fazla. Bundan gayrı. (İstisnâ kelimesidir)
[41] Mülga: İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.
[42] Zail:   (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen
[43] Sürur:   Sevinç. Neş'eli olmak
[44] Araf 159 وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Meali: Celâlim hakkı için Cinn-ü İnsten bir çoğunu Cehennem için yarattık, onların öyle kalbleri vardır ki onlarla doymazlar, ve öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki onlarla işitmezler, işte bunlar behaim gibi, hattâ daha şaşkındırlar, işte bunlar hep o gafiller
[45] Safâ:  صفا  1.Saflık. 2.Gönül rahatlığı, gönlün şen olması. •Safâ eylemek: Şenlenmek
[46] Şaviru hünne halifu hünne: Kadınlara sorun ve söylediklerinin tersini yapın anlamındaki söz.
[47] Müennes:  1.Dişi. Müzekkerin mukabili. 2.Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime. Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtip: ): Erkek yazıcı, (Kâtibe: ): Kadın yazıcı. Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir. Muallime, Müdire, Sıddıka, Şahide gibi.
[48] Müzekker:  1.Erkek, er. 2.Gr: Müennesin zıddı. Kelimeyi erkek gösteren. (İsim, zamir, sıfat, fiil).
[49] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif        
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkum kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[50] Varidat: Kâr, gelir.
[51] Talebu’l- ılm’i farizatün ala külli müslimin ve müslimetin: İlim talebi her Müslüman erkek ve kadına farzdır.
[52] Umur-u Adiye: Alışılmış  sıradan işler.
[53] Levh:  1.Görünen ibretli manzara. 2.Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. 3.Seyredilen yerin çizili sureti..
[54] Mihen: Sıkıntılar
[55] Muhyiddin Raif Yengin beyin güftesidir. Fahri Kopuz Bey Suzinak Makamında bestelemiştir. Konuşmada olmayan iki mısra:
       Hudutsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
       Hududa sığmıyor asla bu devlet öyle değil
       Zaman gelir bıkılır mahlardan ey Muhyi
       Fakat o mihre doyulmaz o afet öyle değil
[56] Ahar: Gayrısı , başkası.
[57] Ba-safa: Safalı. Safa ile
[58] İsra 70 وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً Meali: Andolsun ki: Biz, Adem oğullarını üstün bir şerefe mazhar kıldık; karada ve denizde binitlere yükledik ve güzel güzel nimetlerle besledik; yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik. ( H. Yazır)
[59] Mükerrem:   Muhterem, azîz, saygı değer
[60] Tekrim: İkram etme.
[61] Kavl: Söz, ifade
[62] Mürettib:  1.(Retb. den) Tertib eden, nizâma, sıraya koyan. 2.Matbaada harfleri ve yazıyı yerine dizen.
[63] tevcih  1.Döndürmek, yöneltmek. 2.Tefsir etmek. 3.Birisini bir tarafa göndermek. 4.Rütbe vermek. 5.Bir kimseye söz atmak. 6.Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak
[64] Tekrim : Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
[65] Sair:  1.Seyreden, harekette olan. 2.Bir şeyden geri kalan. 3.Maadâ. Geçen, dolaşan. 4.Yolcu. Seyyar. 5.Başkası, diğeri.
[66] itminan   Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[67] Mugayir:   Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü
[68] Eslaf:  Selefler,Geçmiş, Atalar
[69] Ahlaf:   Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.
[70] İtilâ: Yüksek rütbelere çıkmak.
[71] Nuş:  1.İçen, içici. 2.Tatlı şerbet gibi içilecek şey. 3.Zevk ve safâ.
[72] Münevvere: Aydınlanmış, nurlanmış,
[73] Tetebbu:  Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
[74] Mazruf: Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
[75] Tahavvülat:   (Tekili: Tahavvül) Tahavvüller. Değişim. Halden hale girme. Evreler
[76] Şuun : İşler, fiiller. Havadis.
[77] Nevi: 1) Taze, yeni, körpe 2) Tür, çeşit
[78] Alak Suresi 1. Ayet : اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
Meali: Oku O yaratan Rabbinin adıyla
[79] Tevdi: tevdi:   Birisine bırakmak, emanet etmek
[80] Meskut : Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş, susulmuş.
[81] Nâfi: Faydalı.
[82] Seyyiat: Günahlar
[83] Menafi: Menfaatler.
[84] İhata: 1) Kuşatma, etrafını çevirme. 2) Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.
[85] Fevâid:   Faydalar, menfaatler, kârlar, kazançlar
[86] Menabi'  1.(Tekili: Menba') Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. 2.Her şeyin zâhir olduğu yerler. 3.Servetlerin çıktığı yerler.
[87] Muttali':   Haberli. Bilgisi olan. Vakıf olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Derk eden
[88] Mesaib:  Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler.
[89] Muavenet:   Yardımcılık. Yardım. Teâvün
[90] Hazar:   Sulh ve barış halinde olmak. Hazır bulunmak. Yerleşik olmak. Güvenlik.
[91] Hâk’tan Tahaşi:  1.Şehid düşmekten korkmak. 2.Topraktan Korkmak. 3.Ölmekten korkmak.
[92] Memnu: yasaklanmış.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017