Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

99. Kaset (Yeni Eklenen)

 099 (146) 73 dk (28.01.1962)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında menşeinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp, bunların hepsi mânâ-i insaniye taalluk eden birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. İnsan.

Tabi, her konuşmamda tekrar ettiğim gibi; buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil. Aşktan doğan ahlak dedik. Burayı izah ettikten sonra geçelim.

98. Kaset (yeni Eklenen)

 098 (144) 85 dk (21.01.1962)

Annesinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek vazife aşk, bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, her hafta tekrar ettiğim gibi, mevzûun aslını insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan. Düşünen ki -düşününce bilir- bilen, bilince de konuşur, konuşan. Öyle değil mi? Düşünen bilir. Bilen de konuşur. Konuşan elbette bir gün de birisiyle konuşacak.

97. Kaset (YEni Eklenen)

097 (266) 80dk (14.01.1962)

… Diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın annesinin kalp olduğunu izah ettik. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk, bunlar mânâ-i insanîye ait birer mefhûm olması hasebiyle mevzû daha esaslı olarak insan mefhûmundan, insandan bahsediyor. İnsan. Her hafta tekrar ettiğimiz gibi her konuşmamızda söylediğimiz gibi, yine bazı cümleleri tekrar edeceğiz. Ondan sonra ana mevzûa gireceğiz.

96. Kaset

096 (07.01.1962) 70 dk (006)

Vazifeden doğan ahlakın membaı annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarının kalp olduğunu her konuşmamızda tekrar ediyoruz. Gerek akıl, aşk,  vazife, kalp, bunlar mânâ-i insanînin birer vasıfları olması hasebiyle, asıl konuşma mevzûumuzun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor.

İnsan nedir? Görünüş itibariyle et kan kemik torbasından ibaret, seksen yüz kiloluk bir sıklet taşıyan, nihayet iki metrelik bir çukura sığabilen bir varlık. Fakat iç cephesine bakılacak olursa, enfüsü mütaala edilecek olursa, orasıda nüshâ-i kübra. Kendisi de kendisinin üzerinde şaşıyor. O ne acı bir azim ki ekseriyet, kendi hüviyetinin hakikatini anlamadan ağyâr ile meşgul olarak, kendi içerisindeki hazineyi açmadan, hariçte define arayarak, kendi varlığındaki büyüklüğü göremeden, binâ-i zâtisindeki azamete erişemeden, hariçte büyüklük aramak, kendisine oradan bir büyüklük getirmeye çalışıyor. İşin zavallılığı da bu.

095. Kaset

 095 (132) 76 dk. (31.12.1961)

… Sualler sorar. Oluşunu hayretle karşılar. Hilkatine nazar eder. Hilkatine nazar edince, etrafa doğru açılır. Kendisindeki varlığın kendisinin mi yaptığı, bu varlığın nereden geldiğini, acaba kendisinin kim olduğunu, hakiki hüviyet yalnız nüfus kağıdı olmayıp da bir başka bir hüviyet nedir, diye araştırma sırrı başlar. Anlatabildim mi?

094. Kaset

094 ( 24.12.1961) 109 dk (7)
Mânâmız ahlak mevzûu üzerinde devam etmekte. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi, mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Biri vazifeden doğan ahlak, diğeri de aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek aşk, kalp, vazife, bunların hepsi mânâ-i insanî mefhûmu altında toplanması hasebiyle, mevzû esasen insan mefhûmu üzerinde gidiyor.

93. Kaset

093 (134) 72 dk (10.12.1961)

Eski konuşmalarımda söylediğim gibi, bizim bu âleme gelmemizde gitmemizde ihtiyârımız yok. Öyle değil mi? Şöyle zaten, insanı teâli ve terakki ettirecek ilk düstur, kendisini aramasıdır. Kendini aramaya başladığı vakitte -derin değil, şöyle sathi bir vaziyette- içinde sessiz, bizsiz, sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa kalırsa: Yahu ben buraya gelirken bana bir şey sormadılar, bilmiyorum bile.

Var mı içinizde bu âleme gelirken, “Beyefendi sizi bir âlem-i şuhûda sevk edeceğiz, teşrif eder misiniz?” Sormazlar. Giderken de sormuyorlar. İstersen kâinatın serir-i saltanatı senin olsun. Adet manzumesine girmeyecek kadar servete malik ol. Fakat sormuyor sorulmuyor, âdet olmamış. “Beyefendi bir âlem-i berzâh vardır. Sizi biz, böyle çevire çevire bir yere götüreceğiz.”

92 Kaset

092 (10.12.1961) 75 dk (133)

Aslını görmeye mani olacak birçok şeyler vardır. O perdeleri yırtan şeyin adına ahlak denir. Herkes bir iptilaya müpteladır. Belayı bal yapamazsa zavallı olaraktan gider. Şöyle bir düşün kendi kendine. Ya elemin var ya emelin var, değil mi? Ya eleme sahipsin yahut emele veyahut her ikisine de. Bunun arasında insan bir şeye nail olmak, faniyi baki ile değiştirmek... Kâr edenler onlardır. Neden onlardır? Düşün, yirmi yaşındasın. Ortaya bir şey koy, yok. Elli, yine yok. Onu ne kadar yükseltirsen yükselt bir şey yok. O hâlde zavallılık değil midir?

91. Kaset

091 (30.07.1960) 70 dk. (36)

Aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu, her konuşmamızda tekrar etmekteyiz. Bittabi ahlakın bahsettiği aşk romanda okunan aşk mânâsına değil. Onu da hemen hemen her konuşmada tekrar etmekteyiz. Yine bir nebze uğrayalım geçelim.

İnsan asûde kaldığı zaman, kendi enfüsü ile baş başa olduğu an, bir an içün hadisattan kendisini azâde kıldığı vakit, iç âlemiyle bir konuşma yapar, sorar. “Ben kimim?” der. “Nereden gelmişim?” der. “Bana bu kadar yük neden vurulmuş?” der. Çünkü malum ya herkes yüklü olarak buraya gelmiştir. Kudret, herkesi masiyetinden yakalamıştır.

88. Kaset

088 (089 ve 090) 47 dk (27.03.1960)

İnsan kendi mânâsı ile baş başa kaldığı zaman, hilkatindeki gayeyi düşünür. Bugünkü beşeriyetin dünya üzerinde huzursuz yaşamasındaki en büyük amil, hilkatindeki yani yaradılışındaki gayeyi unutmasından ileri gelmiştir. Hilkatindeki gaye unutuldu mu muvâzene-i hâl olmaz. Muhasebe-i nefis de kalkar. Ee muhasebe-i nefis kalkınca tabiatıyla kâinat; kavî, zayıfı ezmeye başlar. Allah’a sarılmaz, kuvvete sarılır. Hedefi fazilet saymaz, menfaat kabul eder. Hayatın sermaye-i Hak olduğunu bilmez, cidal diye tarif eder.

87. Kaset

087 (315) 83 dk (20.03.1960)

Bir veçheside mânâ âlemine teveccüh eder. Yani insan âlem-i hikmetle, âlem-i kudrete taalluk ettirilmiş bir can. Suret itibariyle elli atmış kiloluk bir kan kemik torbası. Fakat iç âlemine girildiği vakitte, bütün varlık onun içerisinde zerre kadar kalıyor. Onun içün kendisine Naib-i Hak denmiş. İşte zor yeri burası. Bu mevzûun en zor yeri bu. Bunu lisan ile kelime ile harf ile elfaz ile anlatmak pek beşeri takatin dâhilinde değil.

86. Kaset

086 (314) 85dk (13.03.1960)

Kalp membaından, tecellisini söylememiz, insanın da iki âlemle alakası olduğuna binâendir. İnsan, sureti itibariyle; et, kan ve kemik torbasındaki veçhesi itibariyle âlem-i hikmete bağlıdır. Mânâsı itibariyle ki, o mânâsının merkezi de kalptir... Tabi kalp dendiği vakitte, ahlakın tarifindeki kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi değil. Yani sadrımızın sol tarafında mahruti yüz şekil, dört gözlü, işte kanın şusunu busunu yapan o kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de içimizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir mânâ-i vücûdumuz var. Onun kalbi de o kalbe taalluk etmiş. Burada zikrettiğimiz kalp, bu kalp. İşte o kalbimiz de âlem-i kudrete bağlı.

Âlem-i hikmette, dünya denilen bu dâr-ı i

85. Kaset

 085 (52) 87dk (06.03.1960)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın mastarı, membaı, annesi, akıl olduğunu; aşktan doğan ahlakında neşet ettiği yer, kalp olduğu söylenmişti. Gerek akıl -ki, hissin galatlarını tashih eden kuvveye denir- gerek aşk, tabi bu ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk mânâsına değildir. (Ses oluyor ben konuşamam.) Ahlakın bahsetmiş olduğu aşk romanda okunan aşk mânâsına değil.

84. Kaset

084 (69) 55 dk (28.09.1960)

Akıl öyle bir nur-u Rabbanidir ki; hissin galatlarını tashih eder, meçhulden malumu çıkarır, yalnız âlem-i hikmette geçer. Beşer ise yalnız âlem-i hikmetle alakadar değil. Âlem-i kudretle de alakadar olduğu içün, akıl onun bütün ihtiyacına kâfi gelmediğini anlattık. Tabi âlem-i hikmet dendiği vakit; bu üstünde bulunduğumuz,  dünya denilen dirliği kısa, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenmiş olan sahne. Daha doğrusu üç günlük hayatın, ebedi hayata vasıl olabilmesi içün bir iskele.  Öyle değil mi? Bunları söylemekten maksat insan mefhûmuna geçmek içündir.

83. Kaset

 083 (292) 54dk (21.02.1960)

İçinde; sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı ile baş başa olduğu an, kendisine birkaç sual tevcih[1] eder. Evvela; ben kimim, der. Nereden geldim? Nereye getirildim? Nereye götürüleceğim? Gelmemdeki gaye nedir? Gelmede gitmede ihtiyârım yok. Benim, benim diyecek elimde bir medârım yok.

Öyle değil mi, hiçbirimize sorulmadı. “Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır, dünya denilen bir dâru'l-belvâ[2] vardır. İkbalinde hud’a, idbârında fecia gizlenmiş olan o sahneye gider misiniz?”  Burada da kâinatın serir-i saltanatına sahip olsa, gine götürülürken “Nasıl bir hayat-ı berzâhiye vardır, teşrif eder misiniz?” diye sorulmaz.

82. Kaset

 082 (291) 69dk (14.02.1960)
Huzur içinde yaşamak.
En büyük alîl,[1] bu tarifin doğurmuş olduğu gayenin haricinde yaşadığından dolayıdır. Hilkatindeki gayeyi idrak etmiyor, masası olanın da huzuru yoktur, kasası olanın da yok, ilmi olanın da cehli olanın da. Hep bir huzursuzluk. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesinde.

(Fısıltı kesilsin, öksürmeler) 

Mevzûun en güç kısmı, insan tarifi olan kısmı. Beşeri takatle insan tarif edilemiyor. Geniş bir varlığa sahip; bir veçhesi çok kuvvetli, bir veçhesi de gözüyle göremeyeceği bir varlığın pençe-i kahriyesinde mahkûm olacak kadar da zayıf. Suret itibariyle bir çukura istiâp edecek kadar, boyunun uzunluğunda iki metre uzunluğunda bir yeri kaplayacak kadar bir vücûdu var. O vücûdunu bırakıp da diğer vücûdunu ele alacak olursak bütün kâinat içerisinde bu mühim muamma, bu geliş gidiş... Şöyle otururuz, bir akıntı var. Kaç vücûd içeride mevcut? Mühim bir mesele. Bir yandan konuşuruz, bir yandan başka bir yerle temas ederiz. İç âleminde oradan oraya telefonlar gider gelir, cevaplar, evetler, hayırlar… Bunları hangisi yapıyor?

81. Kaset

 081 (274) 91 dk (30.01.1960)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılır. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek kalp, aşk, tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.

80. Kaset

080 (273 a-b) 94 dk (23.01.1960)

Mevzû, esas itibariyle ikiye ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1] edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp, membaı kalp olduğunu söylemiştik.

Gerek akıl, kalp, vazife, aşk… Tabi buradaki aşk da biliyorsunuz romanda okunan aşk mânâsına değil. Neyse tekrar tarif ederiz. Bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. 

86. Kaset

086 (314) 85dk (13.03.1960)

Kalp membaından, tecellisini söylememiz, insanın da iki âlemle alakası olduğuna binâendir. İnsan, sureti itibariyle; et, kan ve kemik torbasındaki veçhesi itibariyle âlem-i hikmete bağlıdır. Mânâsı itibariyle ki, o mânâsının merkezi de kalptir... Tabi kalp dendiği vakitte, ahlakın tarifindeki kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi değil. Yani sadrımızın sol tarafında mahruti yüz şekil, dört gözlü, işte kanın şusunu busunu yapan o kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de içimizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir mânâ-i vücûdumuz var. Onun kalbi de o kalbe taalluk etmiş. Burada zikrettiğimiz kalp, bu kalp. İşte o kalbimiz de âlem-i kudrete bağlı.

79. Kaset

079 (290) 66 dk (09.01.1960)              

… Hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile naib-i Hak olan mevcûd ile alakadar. Binaenaleyh insan nedir?

Geçen hafta yaptığım tarifte; insanın cismi var, hacmi var, ebadı var. Bu veçhesine, bu cephesine bakılacak olursa meadinle[1] müşâreketi[2] var. Diğer bir yüzüne bakıldığı vakitte neşv ü nemâ[3] bulur. Büyür, letafetleşir, fersudeleşir[4] hüsn-ü an[5]a sahip olur. Birçok çehreleri var. Bu yüzüyle de nebatat[6] ile müşâreketi var. Diğer bir veçhesini tetkik edersek; vurur, kırar, ezer, yakar, tepeler, gazap eder... Bununlada hayvan ile müşâreketi var.

75. Kaset (a,b)

 075 a-b (215 a-b) 80 dk (13.12.1959)

... Diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın menşei kalp. Gerek akıl, kalp, aşk, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle,  mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Ve tarifi güç, anlatılması zor. Çünkü hakikati beşerin takatıyle anlatılması imkânı olmayan kısım da burası.

Evet, insan dendiği vakitte, suret itibariyle elli altmış kiloluk, bir kan ve kemik torbasından ibaret bir yığın göz önüne gelir. Fakat onun mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, öyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret değil. Belki bütün kâinatı muhit. Zahirde sureti iki metrelik bir çukuru kaplayabilirse de mânâsı -orada durmak lazım- sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir vücûdu var. Mesela şu anda hem dinliyorsunuz hem konuşuyorsunuz. Birçok hâtırât hutur[1] ediyor. Bunlar hangi vücuttan geliyor, nereden gidiyor?

78. Kaset

078 (289) 64 dk.(02.01.1960)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmekteyiz. Mevzûu iki esasa ayırmıştık. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei, membaı, mastarı, akıl. Aşktan doğan ahlakında annesi kalp. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk değil.

76. Kaset

 076 (240) 93 dk (20.12.1959)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmiştir. Vazifeden doğan ahlakın menşeinin akıl olduğunu,  aşktan doğan ahlakın da mastarı menşei, annesi kalp olduğunu söylemiştik. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.

İnsan, hilkatine nazar edecek olursa kendini aramaklık, aslını bulmaklık heyecanını kendinde görürse yani asûde kaldığı zaman, şu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasının içerisinde gizlenmiş büyük bir mânâ var. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir vücûd var. Durmadan akan bir derya var. Bidâyetine elimi atıyorum bulamıyorum. Nihâyetine uzanıyorum göremiyorum.

74. Kaset

 074 (309) 60dk.(06.12.1959)

Menşei, memba-ı kalp. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk. Tabi, ahlak mevzûundaki aşk, romanda okunan aşk olmadığını, birçok defa anlatmıştım. Yine ana hatlarını kurduktan sonra tekrar edeceğim o tarifi. İşte vazife olsun aşk olsun; akıl, kalp, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan.  Suret itibariyle elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken ve bu suretini nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura istîâb edeceği bilinen, fakat o mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan vücûdu bütün kâinatı muhit. Zor olan kısmı da burası…

73. Kaset

073 (311) 60 dk (29.11.1959)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı, birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Gerek aşk, vazife, kalp, ahlak; bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû daha şumûllü olarak, insan mefhûmu ile alakadar.

Hilkatte hususi bir imtiyaz almış olan insan nedir? Bittabi[1]  tarifi en güç olan da bu kısım. Zira insan; suret itibariyle nihayet altmış, yetmiş, elli, seksen kiloluk, kan ve kemik torbasından ibaret bir varlık. Zahiri görünüşü iki metre uzunluğunda bir çukur istiâp edebilir, alır. Fakat, o içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdunu, o vicdan-ı kibriyasını, bir bölü iki metrelik bir çukur -İki milyon metrelik saha da- alamaz. Bütün saha orada fındık tanesinden çok nokta kadar kalır. Onun içün, bir veçhesi âlem-i kudrete, bir yüzü âlem-i kudrete, bir yüzü de âlem-i hikmete talik edilmiş olan insan...

Nedir bu insan?

72. Kaset

 072 (310) 94dk (22.11.1959)
 …Akıl bunların hepsi, mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan nedir? Hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme gelip gitmesinde kendisinin bir ihtiyârı var mıdır?

Bütün varlık, seması ile arzı ile encümü[1] ile bütün mevcûdât kendisine müsahhar kılınmış. Zahirde bir cilm-i sağir[2], nihayet elli-altmış, seksen-yüz kiloluk bir kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözükür ve o gözüken varlığı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilir. Fakat içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu, o mânâ-i ihtivası, kendisini arada sırada hesaba çeken hâkimi -ki ona vicdan-ı kibriyası derler- o da kâinat-ı muhit. Bir cephesi ile çok acz içerisinde, bir veçhesi ile de bütün kudretler kendisine tevdî edilmiş bir varlık içerisinde. Ee bu varlığı hâmil bulunan insan; nedir bu? Nereden gelmiştir? Nereye gidecektir?

71.Kaset a ve b

 071-a (276-a) 15.11. 1959 (60 dk.)

Hiçbir mevcûd yok. En zor kısmı; teni var, canı var, iki âleme talik edilmiş, iki âlemle alakadar. Bir veçhesi âlem-i kudrete, bir veçhesi âlem-i hikmete. Âlem-i hikmete ait olan suretinde insan biraz bir şeyler belleyebilir fakat âlem-i kudrete taalluk eden kısmı çok derin. Suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası gibi gözükür, nihayet o sûrî vücûdu iki metre uzunluğunda bir çukura sığar fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı muhit. Böyle bir varlık, beşeri takatle tabi tarif edilemez.

70. Kaset

070 (284) 65 dk. (08.11.1959)
Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp olduğu söylenmişti. Gerek aşk gerek kalp, vazife, akıl, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Ve en zor kısmını da burası teşkil ediyor. İnsan...

069. Kaset

 069 (02.11.1959) 62 dk.(306)

Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da memba-ı kalp. Gerek akıl, vazife, aşk, kalp, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait olan birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile meşguldür. Ve tarifi güç olan kısımda anlatılması zor olan yerde insan.

Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk.

68. Kaset

068 (25.10. 1959) 56 dk. (307)

Aşktan doğan ahlakın da membâ-ı mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek vazife, akıl, aşk, kalp… Tabi, buradaki aşkı anlıyorsunuz, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarifindeki aşk; insan asûde kaldığı zaman, bir an içün alâik-i[1] kevniyeden[2]-[3] şu dünya denilen sahnedeki hadisattan bir an kendisini kurtarıp da, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa kaldığı vakit, kendisine sualler sorar. Bir mebde[4] aramaya başlar. Evvela “Ben kimim?” der. Buna cevap ister. Nereden geldiğini sorar. Nereye gideceğini düşünür. Geliş ve gidişte ihtiyârı olmadığını, elinde hakikat itibariyle neticede hiçbir medârı bulunmadığını… Yine, Kudret onun dersini kaçırmıştır.

067. Kaset

 067(143)18.10.1959 (65dk)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Gerek akıl gerek ışk, kalp, vazife; bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû esas itibariyle insan mefhûmu ile…

Suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gözüken, nihayet sureti boyunun alacağı kadar bir çukura girebilen, fakat mânâ-i ihtivası ve vicdan-ı kibriyası kâinatı muhit olan insanı, layıkı ile de anlatmak beşerî takatın sahasına da pek girmiyor. Onun içün en zor, tarifi en güç, anlatılması çok müşkül olan yeri bu mevzûun, insan mefhûmudur.

066. Nolu Kaset

 066 (11.10.1959) 57 dk (235)

Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı membaı kalp. Gerek akıl, aşk, kalp; bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Her hafta tekrar ettiğim gibi; tarifi, anlatılması güç olan kısım da bu kısım.

İnsan; zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüküp, nihayet sûrî vücûdu, iki metre uzunluğunda bir çukura istiâp edebilecek kabiliyette. Fakat mânâsına gelince, vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası, bütün kâinatı muhit. Kalp denilen bir varlığa sahip. Tabi buradaki kalp... Sadrın içerisinde sol tarafta mahruti yüz şekil, dört gözlü, o kalp vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de ona taalluk eden bir kalbimiz var. Ahlakın bahsettiği kalp o.

65. Kaset

 065 (04.10.1959) 85dk(88)  (1)

Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp; bunlar mânâ-i insaniyenin birer vasfı olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. Elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken, zahiri kalıbı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru dolduran insan nedir? Gelmede gitmede ihtiyârı yok, bir cepheden çok kavî bir cepheden çok aciz, vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası bütün mevcûdâtı muhit. Zahirde bir cirm-i sagir[1] fakat iç yüzünde de nüsha-i kübra.

64. Kaset.

064 (27.09.1959) 64 dk (048)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da menşei, mastarı kalp. Gerek akıl, kalp, aşk, vazife, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan... Ve layıkı ile anlatılması güç olan kısım da burasıdır. Zira insan, zahirde şöyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözükür, mânâda enfüste bütün varlığı muhittir. Şöyle gözünüzü kapayın, bir an içün kendinize doğru, içinize doğru… Kelime bulamıyorum ki, anlıyorsunuz ne demek istediğimi. Bir yürüyüş yapın, bir akıntı. Nereden gelir, nereye gider? Bu ten, kaç vücûda sahiptir. İçerde görüşmeler var, kabul var, kabul etmemeler var. Evet diyor, hayır diyor, sonra bir an içerisinde, ne kadar muhtelif tecellilerde bulunuyor. Acaba anlatabiliyor muyum? Hesaba girmeyecek, hitap edilmeyecek surette, bir varlık. E bunu nasıl insan tarif edebilir?

063. Kaset

 063 (20.09.1959) 67 dk (208)

Vazifeden doğan ahlakın annesi, menşei, mastarı akıl. Aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Tabi, ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk mânâsına değildir. Vak’a her konuşmada tekrar ediyorsak da, yine sofranın ekmeği gibi olduğundan bu tarifleri tekrar edeceğiz. Gerek vazife, aşk, akıl, kalp, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû bütün ağırlığı ile insan mefhumudur.

İnsan nedir, hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme  geliş gidişinde kendi ihtiyârı var mıdır?

62. Kaset

062 (13.09.1959) 57 dk. (239)

Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp. Akıl, hissin galatlarını tashih eden kuvveye denir. Mesela güneşi bu kadar görürüz, böyle. Güneşin bulunduğumuz âlemden ne kadar büyük olduğunu tashih eder akıl. Yalnız, insan yaratılışı itibariyle, iki âlemle alakadardır. Âlem-i kudret, âlem-i hikmet.

Âlem-i hikmet, bulunduğumuz sahne. Dünya denilen dâr-ı belvâ. Dirliği az, öyle demişler. Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Belki ondan da az ya. Bu sahnede, bu sahada işe yarıyor. İnsana râhî[1]benlik, rehberlik yapabiliyor. Fakat insanın bir veçhesi de âlem-i kudrete taalluk edilmiş. Bir eli âlem-i kudrette, bir eli âlem-i hikmette.

061. Kaset

 061 (06.09.1959) 70 dk. (212)

İnsan âsûde kaldığı zaman, kendi iç âlemiyle baş başa bulunduğu an, kendisine birkaç sual sorar. Sualin birincisi: Ben bu âleme nasıl çekildim geldim? Nereden çektiler beni?

Tûr[1]larını arar. Bu aramada sun’-u[2] Rabbânî meydana gelir.  Şurayı çizeni görünce, ilk gördüğümüz zaman hayretle bakarız. Cisimden kesafetten yapılmış, fakat senelerce evvel konuşulmuş bir şeyi bize naklediyor. Bu ihtirâ’ın[3]  karşısında bir saygı duyarız. Ne muazzam şey, deriz. İnsanın varlığı konuşmasıdır. Sözü sesi bitince adamı götürüyorlar. Öyle değil mi? Kıymetli bir annen var, çok sevdiğin bir dostun var; konuşmasını, herhangi bir sedasını buraya almışsın. Bu, o âleme gittikten sonra onun aksi geldiği vakitte, bir heyecan duymaz mısın? Duyulmaz mı? Ee bu ihtirâ’ın karşısında hürmetle eğilince, bunu dinleme kabiliyetini verenin karşısında neden isyan edersin?

60. KAset

 060 (30.08.1959) 50 dk (232)

… Ebûzer-i Gıfâri’nin karısı, hâlet-i ihtizârda[1] ağlıyor. (Ebûzer):Emr-i Hak gelmiştir.  Beni, bırak kendi hâlime.” demiş. O bir an vardır bazı insanlarda. Ağlarken dönmüş. “Niçin huzurumu bozuyorsunuz? Cananıma gidiyorum yahu! Hem şimdi görüşüyordum.” demiş.

Bir öyle vardır, bir de dişlerinin arasında dilini ısıraraktan ters tarafa bakaraktan geçmek vardır. Anlatabildim mi? Tersine bakar, geçer gider. Hepsi bu üç günlük hayatta olacak. Bunu söylemekten maksadım; hani dedik ya insan kendi kendine kaldığı vakitte, gelişindeki gayeyi içine sordurttururlar. Eğer içimizde sormamış kimse varsa, bu andan itibaren kendi kendisine sorsun. Sen kimsin, desin. Nereden geldin, niye getirildin, getirilmende ki gaye nedir?

59. Kaset

 059 (23.08.1959) 65 dk (233)

Birine vazifeden doğan ahlak diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da aslı, mastarı kalp. Gerek vazife, ışk, akıl, kalp -her hafta tekrar ettiğim gibi- mânâ-i insanînin birer vasıfları olması hasebiyle mevzûun merkezi, an yeri doğrudan doğruya insan mefhûmu oluyor. Ve tarifi güç olan, anlatılması zor olan kısımda insan mefhûmu.

Biliyoruz ki bu sahne-i şuhûda bu dârû'l[1]-belvâya[2]-[3] dünya denilen bu mihnethaneye, diğer ismi dârû'l-gururdur, bunun. Neyse, niçün dârû'l-gurur denmiş, sonra inşallah anlatırım. Bu dârû'l-gurura, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenilen bu sahneye bizi getirirlerken sormadılar. Var mı içimizde birisine hiç sorulmuş? “Beyefendi, bir âlem-i şuhûd vardır, teşrif eder misiniz?” Sormadılar. Giderken de sormazlar.

058. Kaset

 058 (16.08.1959) 51 dk. (280)

.....

Fakat, yine biraz bahsederek ana hattımıza geçeceğiz. Allah, bilinmesini...

Bu tariflerin keyfiyeti meçhul. Müşâhhas olaraktan size gösterilebilecek beşerde takat yok. Fakat bazı şeyler duyulur da anlatılmaz. Bilmem anlatabiliyor muyum? Hissedersin de hissettiğini anlatamazsın. Bu onun en başında gelir.

Allah, kendisinin bilinmekliğini istemiş. Öyle buyuruyor. “Bilinmekliğimi istedim, sevdim.” Bunu anlatırken İmam-ı Ali Keremallahu zâtehu Hazretleri, dinleyenlerden biri sormuşlar: “İyi ama Allah nerede?” Bir sual sormuşlar. “Nerede yok iken Allah vardı.” diyor. Bir şey anlatabildim mi? “Nerede” yoktu, Allah vardı. Allah  Ma’ruftur, ma’lum değildir. Hadisat ve tasavvurattan münezzehtir. Her şeyinde kayyumiyet-i zâtiyesi meşhûttur. Mevcûdât  onunla kaim, onun aşkıyla daimdir. Vücudu ile mevcuttur. Kanaatime göre, en güzel tarifi yapıyorum. İyi dikkatle, içinden bir şey çıkarmak, bir mânâ tahsil etmek, yalnız kulağı verip de bir sel halinde akıtmak değil de nedir diye, duyarak dinlerseniz, bir şey anlatabilmiş olur kanaatindeyim. Vücudu ile mevcuttur. Zaten bütün vücutlar O’dur.

057. Kaset

 057 (09.08.1959) 60 dk (230)

Suret-i zâhirede elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası. Etten, kıldan, kandan, kemikten toplanmış bir kütle. Fakat mânâ-i enfüsisine doğru gidildiği vakitte, akıl duracak. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşanın var. Şu dakikada hem konuşuyorsun hem dinliyorsun. Sizi dinlemez, o kadar vücutla doludur ki mânâ-i insanî, bütün kâinatı muhit. Bir anda hayra hüküm veren var içinde, şerre hüküm veren var. Hayra doğru yürü diyen var, şerre doğru yürü diyen var. Öyle bir harp meydanı ki öyle bir meydan ki o sahne arşta da yok. Her yerin hududu vardır. Her sınırın ölçüsü vardır. Semavatın arşın, ferşin, her yerin. Fakat insan hudutsuz.

Hudûtsuz düvel olmaz, fakat senin hüsnün hudûda sığmıyor asla.

56. Kaset

056 (02.08.1959) 70 dk (87)

Her hafta tekrar ettiğim gibi, vazifenin menşei akıl, aşkın da menşei kalp. Akıl, aşk, kalp, vazife, bunların hepsi, mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzûun esasını insan mefhûmu teşkil ediyor.

İnsan... Anlatılması güç olan da tarifi zor olan da burasını izah etmek. Zira insanın bir veçhesi, âlem-i kudrete taalluk ettiğinden dolayı beşeri takatla hakkıyla tarif etmeklik imkânı yoktur. Mesela kendi kendimiz üzerinde biraz duralım. Aklımız var, deriz. Bunu bize gösterebilir miyiz? Âsârını gösteririz başka. Fakat cevher-i aklı görebilir miyiz? Şu şu işler olmuş da Hakk’ın bir nuru olan insana en büyük bahşâyiş-i süphânisi olan nur-u Rabbani olan akılla bu iş meydana gelmiş, deriz. Fakat kendi hüviyetini?

54. Kaset

 054 (19.07.1959) 70 dk. (271)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında aslı, membaı, mastarı kalp. Her hafta tekrar ettiğim gibi, tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil.

İnsan asûde kaldığı zaman, kendi aslını bir taharri[1] hâsıl olur. Cismaniyeti itibariyle, altmış, yetmiş, seksen kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret olan vücudu nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığar. Fakat vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası bütün kâinatı muhit. Bir an gelir sevinir, bir an gelir yerinir, güler ağlar infiâlât.[2] Birçok hadisat kendisinde tecelli ediyor.

52. Kaset

 052 (05.07.1959) 80 dk. (295)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarifindeki aşk.

İnsanın geliş ve gidişinde ihtiyârı yoktur. Her hafta tekrar ettiğim gibi, bu imtihan sahnesi olan, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenen dirliği kısa, bazen insana yüz gösterir gibi davranır fakat o yüz göstermesinde de hile vardır. Bazen de insandan kaçar gibi şekil alır, onda da hikmet vardır. Yani hülâsa bu dâr-ı iptilaya, dünya denilen şu sahneye, bizi getirirlerken sormamışlardır. “Beyefendi bir âlem-i şuhûd var teşrif eder misiniz? Hanımefendi bir âlemi maâd var gider misiniz?” Böyle şeyler sorulmadan bir geliş, gidiş var. Esasen insan burasını düşünecek olursa, bugünkü dünya sahnesinde görülen huzursuzluk…

53. Kaset

 053 (12.07.1959) 80 dk. (142)

Zâtının bütün isimlerine mazhar olabilecek bir tecellide bu sahne-i şuhûda getirildiğinden dolayı öyle mensi mühmel bırakılmayacak.*

(*Ses kaydının ilk dakikasındaki konuşmalar birbirine karışmış, mevcut hâliyle çözebildiğimiz kadarını aktardık.)

Vak'a beşeri takatle kudretle insanın hakikati, tarif edilemez. Bugün biz daha bir rüyeti tarif edemiyoruz. Konuşmayı tarif edemiyoruz. Konuşuruz da konuşmanın ne olduğunu anlatamayız. Ee görürüz, görmeyi tarif edemeyiz. O yapılan tarifler göz. Ben gözü sormuyorum ki. Görme nedir? Fiil-i rüyet. İnsanın iki âlemle alakası var. Onun için tarifi layığı ile mümkün değil. Fakat hiç tarif edilmeden de geçilmez ya.  İnsan, onları hisseder kendi vücudunda. Mânâ-i ihtivasında, vicdan-ı kibriyasında onları bulur.

51. Kaset

051 (21.06.1959) 88 dk (227)

… Menşei akıl, aşktan doğan ahlakın annesi kalp. Gerek akıl, kalp, ışk, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle mevzûun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan...

50. Kaset

  050 (14-06-1959) 94 dk. (297 No’lu Band)

 Mevzû esas itibariyle ikiye ayrılmıştı. Vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak demiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. İnsan asûde kaldığı zaman, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile baş başa olduğu an, bir an içün alaka-i kevniyeden kendisini ayırdığı vakit, mânâ-i ihtivası ve vicdan-ı kibriyasıyla konuşmaya başladığı zaman, kendisine birkaç sual sorar. 

49. Kaset

 049 (06-07-1959) 75 dk. (300)

 Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın mastarı kalp. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk... Tabi bu aşk, romanda okunan aşk değil.

Her hafta tekrar ediyoruz ya: İnsan asûde kaldığı zaman, kendi iç âlemiyle baş başa olduğu an, birkaç sual kendisine tevcih[1] eder ve o tevcihi yaptığı vakitte de bütün yükleri gider. 

Ben kimim?” der. “Ben suret itibariyle elli altmış kiloluk bir kan kemik torbası gibi görünüyorum amma bu torbanın içerisine taalluk eden bir mânâ var. O nedir?” der. “Benim suretim vak’a bir çukurun içerisine sığabilir. Fakat benim bir mânâ-i ihtivam, bir vicdan-ı kibriyam var. O nedir? İçimde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşan var. Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok! Nereden geldim, nereye götürüleceğim? Bu âlemdeki vazifem nedir?” Bu suallerin cevabı, enfüsünden[2] gelmeye ona başlar. Derken aslını aramaklık zevki doğar. İşte onun adına aşk derler. Anlatabildim mi acaba? 

48. Kaset

048 (01.03.1959) 78 dk (237)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, Aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Vazife olsun, akıl, kalp, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaniyenin vasıfları olması dolayısı ile mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile insan hüviyeti ile mânâ-i insan ile alakadardır.

·   Her konuşmada tekrar ediyoruz. Fakat mevzûun ana hattı olduğu münasebeti ile yine tekrar edeceğiz. Sofranın ekmeği, yemek değişir de ekmek değişmez.

47. Kaset

 047 ( 31.05.1959) 53 dk. (305)

.......  taalluk eden mânâsı nedir?

Kesafeti, sıkleti, sureti, boyunun alabileceği kadar iki metre uzunluğunda bir çukura girer sığar da kendi mânâsına neleri alır?

İşte bu, en güç mevzûyla alakadar bir müessese. İki veçhesi var insanın; bir veçhesi âlem-i hilkate nazır, bir veçhesi âlem-i kudrete çevrilmiş. Âlem-i hikmetle, âlem-i kudrete raptedilmiş. Âlem-i hikmete taalluk eden sahasında akıl geçiyor, fakat akılda nihayet bir yere kadar geliyor. “Senin durak yerin burası deniyor.” Oradan ileriye yol verilmiyor. Beşeri şaşırtan şey, hilkatindeki varlığı yalnız âlem-i hikmete bağlı zannıdır. Ve o âlem-i hikmete bağlı olmak zannı ile zavallı boynunu inceltir. Hâlbuki âlem-i kudrete ait olan ömre nispeten, âlem-i hikmette ki ömrü bir andır, bir dakikadır.

46. Kaset

 046 (24.05.1959) 84 dk (226)

… olduğu zaman, kendini arama zevki hâsıl olur.

“Ben kimim, nereden geldim, niçün geldim, niye getirildim? Benden beklenen nedir? Nereye götürülüyorum? Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok. Dünya denilen bu imtihan âlemine, bu mihnethaneye, ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen bu sahneye, dirliği kısa olan bu eve, beni getirirlerken sormadılar. Sayılı nefesim bittikten sonra götürürlerken de sormuyorlar. Acaba ben kimim? Kendim kendimi mi yaptım? Muhitim beni mi yaptı?” Böyle bir enfüsi konuşma olur.

Ahlak der ki: Henüz bu konuşmaya başlamamış makam-ı insaniyete ayak basmamış kimsedir. Çünkü hayvan da yer içer, tenâsül eder. Nihayet insan da yer içer, tenâsül eder. Hayvanla insanı ayırabilecek bir sıfat-ı mümeyyize var. O da olanı görmesidir.

45. Kaset

 045 (17.05.1959) 46 dk (225-a)

… Ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Tabi buradaki ahlakın tesmiye etmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk değil.

İnsan asûde kaldığı zaman bir an içün, alayık-ı kevnîyeden soyunarak kendi içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuştuğu varlığı ile baş başa olduğu zaman, kendisine birkaç sual sorar. Havasımızla idrak edebildiğimiz edemediğimiz, gözümüzle görebildiğimiz göremediğimiz, bu geniş varlık içerisinde Kudret bana kıymet vermiş, beni de bu pazara sevk etmiş. Yokluk çölünden varlık vücudu pazarına beni de göndermiş. Acaba ben kimim? Ben neyim? Benim gelmede gitmede ihtiyârım var mı?

·         Bunu her konuşma tekrar ediyorum ki, mevzûun temeli.

44. Kaset

 044 (10.05.1959) 62 dk. (303)

Menşei; annesi yani ya akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. O Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, insanın bu âleme niye geldiğini bildiren mânâya denir.

Bugünkü beşeriyetin inlemesi, gayesini unuttuğundan dolayıdır. Görüyorsunuz ki insanlık âlemi; en yüksek kafaları topluyor, en iyi bilenleri, mütefekkirleri birleştiriyor, muazzam iktisatçılar lazım gelen tezgâhlarında çalışıyor, fakat beşerin huzurunu temin edemiyor. Bugünkü akılla beşer huzura kavuşamıyor. Hülâsa bu, tek kelimeyle anlatmak isterseniz. Evet, akıl çok teâli etti. Aklın meydana getirdiği asar çok ileri gitti, fakat beşerin kalbinde de huzurunu veremedi. Herkes bir kabz hâlinde “Sanki diken üzerinde oturuyor.” tabiri, bir hakikat gibi görünmeye başladı.

40. Kaset

040 (05-06-1959) 60 dk (279)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Gerek vazife gerek aşk gerek akıl, kalp, bunların hepsi mâna-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzû esas itibariyle doğrudan doğruya insanla meşgul.

İnsan. Evvela insan nedir? Bunun bir sureti var, bir içi var, bir hafâsı[1] var, bir mânâsı var. Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret. Bu görünüş vücudu nihayet iki metre uzunluğundaki bir çukura sığar fakat bunun bir vicdan-ı kibriyası var. O olmasa vücut olmaz, vücut olmasa vicdan bulunmaz. Onun mânâ-i ihtivaisi bütün kâinatı muhit. Bu geniş varlık nedir? Burayla meşgul işte ahlak.

41. Kaset

 041 (12.04.1959) 90 dk. (84)

Mânâ-i insaninin birer vasfı olması hasebiyle, mevzûun esas rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor, demiştik. Gerek mânâsı ve maddesi üzerinde durulacak olursa insan mefhûmunun, beşeri takatla layıkıyla anlatılmasına da imķân olmadığından bir nebze bahsetmiştik.

43. Kaset

 043 (24.04.1959) 100 dk. (294)

Gerek akıl gerek kalp; aşk, tabi buradaki ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk değil. Bunların hepsi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Tarifi en güç, anlatılması en zor, tefhimi[1] en müşkül olanda insana ait olan kısmıdır.

İnsan, zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret, iç tarafına da bakılacak olursa bütün kâinatı muhit. Mevcûdât içerisinde pek nazdar, pek nazenin, pek niyazdar. Özenerek, seçilerek Kudret tarafından hususi imtiyaz verilerek, ruhu menfûh ile tekrim edilerek, kerremna tacı giydirilerek, bütün mevcûdât kendisine müsahhar kılınarak, Hakk’a muhatap olmuş olan, enisi munisi, yârı, Hak olan kimseye ahlak insan der. Yoksa iki ayağı üzerinde yürümüş, konuşmuş… Konuşana da insan demez. Hükema[2] derler ki: “Konuşmak, sair mevcûdâttan insanı ayırır.”  Konuşmakla da değil.

Eylesen tuti’ye talim-i eda-yı kelimat

Nutku insan olur amma ki özü insan olmaz.[i]

42. Kaset

 042 (19.04.1959) 65 dk (86)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, aşktan doğan ahlakın da menbaı kalp olduğunu, söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp, bunlar mânâ-i insaninin birer vasfı bulunması dolayısı ile mevzûun en mühim rüknünü insan mefhûmu teşkil etmektedir.

İnsan nedir? Bir sureti var insan dendiği vakitte, bir de mânâsı var. Sureti; âlem-i hilkate raptedilmiş, bağlanmış, alakalandırılmış. Mânâsı da âlem-i kudrete. Zahirde yani sureti itibariyle elli, altmış, yetmiş, seksen kiloluk, et kemik kan torbasından ibaret. Mânâsı, hakikati itibariyle, eşyanın varlığını muhit. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi; sureti iki metre uzunluğunda bir çukura girebilir, fakat vicdan-ı kibriyası, mânâsı, kâinatı kaplar.

25. Kaset

 025 (30.11.1958) 60 dk (137)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, ışktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik.

Ahlak iki esasa ayrıldı. Biri vazifeden doğdu, biri aşktan doğdu. Vazifeden doğanın annesi akıl, ışktan doğanın annesi kalp. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk değil. Muhabbet-i zâtiye derler,  onun bir adına da. İnsan asûde kalırsa, alâik-i kevniyeden kurtulursa, hırsı mırsı bir kenara atarak kendi hüviyetini düşünmeye başlarsa, her hafta söylediğim gibi birkaç sual kendisine tevcih eder.

24. Kaset

 024 (23.11.1958) 88dk. (275)

 Sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücuduyla baş başa olduğu an, kendi aslını taharri[1] etmeklik zevki hâsıl olur. Bu zevk, yalnız insan sınıfına aittir. 

Biliyorsunuz ki; dünya denilen bu feryat âlemi, bu imtihan sahrası, beşeri bir yerinden yakalamış olan bu sahne, bekâ âlemi değil. Buraya gelirken de, bize sormazlar. “Beyefendi bir âlem-i şuhûd vardır, geceli gündüzlü bir yer vardır, teşrif eder misiniz?” Giderken de sormazlar. Yani gelmede gitmede ihtiyârımız yok. Bunu insan düşünecek olursa, uzun boylu terbiye tezgâhlarının çalışmasına, muazzam inzibat teşkilatının gayretine, en büyük iktisatçıların fikir yormasına, en büyük diplomatların üzerinde durmasına, en zeki kafaların birleşmesine bile ihtiyaç yoktur. Bu ufak cümlenin üzerinde durabilirse, derinliklerine girebilirse... 

23. Kaset

 023 (23.11.1958) 72 dk (140)

Bu dâr-ı iptilada, dünya denilen bu feryat âleminde, ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen, bu sahne-i şuhûtta, makam-ı hâl ne oluyoruz? En mühim nokta bu. Gelmede gitmede hiçbirimizin ihtiyârı yok. Sormuyorlar: “Beyefendi bir âlem-i şuhûd var, hanımefendi bir âlem-i dünya var, teşrif eder misiniz?” Gelirken böyle bir sual hiçbirimize bilmem varid olmadı, değil mi? Giderken, giderken de yok.  

21. Kaset

 021 (16.11.1958) 60 dk (50)


Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei, menbaı, mastarı akıl, aşktan doğan ahlakın annesi de kalp olduğunu söylemiştik. Tabi burada ki aşk romanda ki aşk değil. (Çok rica ederim, fısıltı kesilsin.)

Aşk; insan asûde kaldığı vakit, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan mânâsıyla baş başa bulunduğu zaman, bir an içün alayık-ı kevniyeden, zahiri alakalardan kendisini kurtarıp, kendi kendine dört tane sual sorar.

Ben kimim?
Nereden geldim?
Ne olacağım?
Nereye götürüleceğim?

20. Kaset

 020 (09.11.1958) 90 dk (37)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın mastarı kalp olduğu söylenmişti. Vazife, ışk, kalp, bunlar mânâ-i  insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, esas mevzû insan mefhûmu ile alakadar. İşte en güç kısmı da burasıdır.  İnsanın tarifi.

19. Kaset

019 (26.10.1958) 80 dk (67)

Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi görüldüğü halde; hakikatte mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, bütün mevcudâtı muhit. Varlığın bir numunesi kendi iklim-i vücudunda meknuz. Bir cephesi ile bakılırsa gayet aciz. Bir veçhesiyle bakılırsa bütün mevcudât emrine musahhar kılınmış bir can. Onun için bunun mütalaası gayet güç oluyor. Sebebine gelince: İnsanın iki âleme taalluku[1] var. Âlem-i Hikmete, Âlem-i Kudret’e. 

18. Kaset

018 (19.10.1958) 60 dk. (136) 

Pek severek, kendi zâtına muhatap tutarak, zâtî esrarına agâh kılarak, kendi sıfatlarına layık bularak, seçerek yaratmış olduğu insana, giydirmiş olduğu manevi elbisenin adına ahlak denir. Bir şey anlatabildim mi acaba?

O hâlde  ahlak; insanı maarif hazinelerine, hikmet definelerine, varis kılar. İnsana; mevlidini, mâadını, mebdeini bildiren bir ilimdir. Öyle bir ilimdir ki; her zerre de, bütün varlık da, Hakk’ın tecellilerini gösterir. Allah’sız hiçbir zerre olmadığını bildiren ilmin adına, ahlak denir.

Bu varlık; O’nunla daim, O’nunla kaim, O’nun muhabbetiyle daim olduğunu bildiren ilmin adına, ahlak denir.

Kaç tane tarif yapıyorum dikkat edin. Ağır, ağır söylüyorum ki, hafızanızda kalsın diye.

17. Kaset

 17 (12.10.1958) 85 dk. (66-a)

Vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, ışktan doğan ahlakın menşeinin kalp olduğunu söylemiştik.

Gerek vazife, kalp, ışk, akıl, bunların her birisi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. Tarifi en güç olan kısım da, anlatılması zor olan yer, insan mefhûmu üzerinde durmaklık.

16. Kaset

 016 (28.09.1958) 80 dk (61)

...Bu zât kendisine musahhar kılınan, bir cephesiyle de gayet aciz bir hâle malik olan, elinde hiçbir şey bulunmayan...

“Ben kimim?” der, sualin birini sorar. Ondan sonra “Nereden geldim?” der, etti ikinci sual. Ondan sonra “Ne olacağım?” der, etti üçüncü sual. “Nereye götürüleceğim?” der, dördüncü sual. Bu suallere enfüsünden cevap almaklık; aslını, mebdeini, mâadını, Rabbisini, kendi hakikatini aramaklık heyecanına, ahlak aşk der. Anlatabildik mi? Burada ki aşk, bu aşk.

Şimdi gerek aşk, vazife, kalp, akıl, bunların hepsi; mânâ-i insani ile alakadar olduğundan dolayı, mevzû doğrudan doğruya insan mefhumu ile alakalı. Ve en güç olan yeri de bu.

İnsan nedir?

15. Kaset

 015 (14.09.1958) 110 dk. (60)

Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim? Ben kimim? Zahirde, elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbası fakat enfüste; mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinat-ı muhit olan ben, niçün getirildim? Yokluk çölünden, sahrâ-i ademden, varlık vücudu pazarına beni kim sürükleyip getirdi?

Bu düşünceler ne vakit ki kendisinde tecelli etmeye başlar; o andan itibaren makam-ı hayvaniyetten, makam-ı âdemiyete kadem basmaklık tecellisi zahir olmuş olur. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Buradaki “hayvan” dendiği vakitte hakaret mânâsına anlamayın, uluorta yaşayana hayvan denir. Bir de örfün lisanında hayvan vardır, o ayrı.

14. Kaset

 014 ( 17.08.1958) 100 dk. (54)

Mana itibariyle bütün mevcûdâtı muhit. Onun için tarifi gayet zor. Ve beşeriyet bugün kendisinin hürriyetine agâh olmadığından dolayı inim inim inliyor. İnsanlık âleminde huzur yok. Neden yok? Kendi aslını bulmaklık taharrisinden[1] uzak olduğundan dolayı yok.  Dikkat edin bu tabire!

Bugün insanlık âleminde bütün dünya üzerinde, bu sahne-i şuhutta huzur kimsede yok. Parası olanda da yok, olmayanda da yok, masası olanda da yok, kasası, rütbesi, câhı, hiç kimsede yok. Neden yok?

13. Kaset

013 (10.08.1958) 73 dk. (53)

...Bu hususta canını feda eder.

Yine insan var ki marifethaneleri berbat eder. Bir an zevkini tatmin içün bir camiayı yakar. Hiç dinlemez. O da iki ayağı üzerinde duruyor konuşuyor, öteki de öyle...

Bu muazzam varidatı ne şekilde insan tahlil edebilir? Bir eli âlem-i  Kudret’e yapışmış, bir eli âlem-i hikmete tutturulmuş. Bir eli âlem-i  Kudret’te, bir eli âlem-i hikmette. Âlem-i Kudret’teki olan hâlinden agâh ise aşk tedarik eder. O hâlden agâh değilse maddenin kesâfetinde boğulur gider. (Bunu yeni söylüyorum.)

009. Kaset

009 (31.05.1958) 90 Dk (77)

İnsan; her konuşmamda tekrar ettiğim gibi, suret itibariyle, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret bir varlıktır. Mana itibariyle de bütün mevcûdât

Bir veçhesi âlem-i Kudret’e bağlı, bir veçhesi de âlem-i hikmete bağlı. Âlem-i hikmete taalluk eden sahasında akıl kendisine rehberlik edebiliyor. Âlem-i Kudrete gelince duruyor. Binaenaleyh, Kudret mahluk değildir ki, insanın Kudret’e taalluk eden kısmını tahlil edebilelim. Beşeri takatle insanın mana-ı zatiyesinin, vicdan-ı kibriyasının, rüyet-i hülyasının tarif edebilmeklik içün bu kelime, mahs’en1 ve mâhî2 bu seda, Kudret va’z etmemiş. Ee, hiç hallolmadan mı gideceğiz? Hayır, öyle değil!

008. Kaset

 008 (25.05.1958) 95 dk. (135)

İnsan; bu âlemle alakalı bir can, demektir. Bir veçhesi âlem-i Kudret’e, bir veçhesi de âlem-i hikmete merbut.[1] Vicdan dedikleri bir buluş ile mevcut denilen bir bulunuşun/oluşun, manası insan. Bilmem anlatabildik mi acaba?

Mevcut olmasa vicdan olmaz. Vicdan olmasa vücut olmaz. İnsan olmasa kâinat olmaz. Hilkatten gaye, insan. Varlıktan gaye, insan. Bu kadar geniş bir manayı beşeri takatle anlatabilmenin kabiliyetini Hûda, sıfat-ı beşeriye halinde bulunan mahlûka vermemiş. En canlı misali; her birimiz, kendimiz. “Varız” deriz, “Biziz” deriz, “Benim” deriz fakat hiçbir an, kendimizi mevcudata “Şuyuz” diye takdim edebilir miyiz? Her şey elimize verildiği halde ne tutabiliriz, ne görebiliriz, ne istediğimiz şekilde zapt edebiliriz. Evet, elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasını nispeten suretle, cevahir itibariyle idare ederiz. Fakat bu etten, kandan, tüyden, yapılmış olan, kemik torbasına taalluk eden, manâ-ı ihtivaisi bütün kâinata sığmayan, kendimizi henüz gözlerimizle görebildik mi? İşin en ince yeri de burası.

007. KAset

007(20.04.1958)93 dk (130)

…Olursa, bilerek olursa, elbette daha güzel olur.

Dini bayram derler. Bazı insanlar dünya ile sanki bunun alakası yokmuş gibi bir zan ile karşılarlar! Hiç şüphe yok ki; manadan gelmiş, gününü Allah (cc) tayin etmiş, bu cihetten dini denebilir. Fakat ihsan edilen, ikram edilen, bu günün hariçteki feyizleri, dünyayı muhittir. Onun için böyle bir dini bayram deyip de yahut bir manaya ait kalmış, bir şekilde değil! Evet, biraz evveli, demin de söylediğim gibi, gününü Allah (cc) tayin etmiş. İkram etmiş. O cihetten o tabir doğruysa da şümûlü itibariyle, tatbikatı itibariyle, dünyayı da muhittir.

İnsan, ruh-u menfuh[1] ile tekrim edilmiş olan can. Bunun kelimesini söyleyebiliyoruz. Bunu bana müşahhas olarak, şöyle gösterebilir misin?” diyerekten sorarsanız: Hayır, gösteremem! Bunlar tadılır da böyle ortaya konamaz. Değil bu, bu gün biz aklımızı dahi gösteremeyiz! Nerede ruh-u menfuh!?

006. Kaset

006 (30.03.1958) 60 dk (76)

...Vicdan içine girecek olursa bütün varlığı muhîttir.1 Nedir?
Bazen bakıyor ki böyle mesrur, bazen mahzun... Gönül tahlili, gayet güç...

İnsan iki âleme raptedilmiş can. Bir veçhesi âlem-i Kudret’e bağlı, bir veçhesi de âlem-i hikmete bağlı. Âlem-i hikmet ki; dar-u belva, dar-ı mihen, feryat âlemi olan dünya sahnesi. İkbalinde hud’a, idbarında fecia’ gizlenmiş olan. Daima söylediğim gibi, hezâr aşina bir acuzeye benzeyen bir yer. Tuzağı çok, insanı hayal avına çıkarır. Tuhaf bir yer!

12. Kaset(a-b)

12 (26.07.1958) 75 dk (59-a)

İnsan var ki; mânâsı itibariyle, dikenlikte gül yapar.
İnsan var ki; sûfli iradesiyle, marifethaneleri berbat eder.
İnsan var ki, geliş ve gidişteki gayeyi aramaklık zevkiyle çırpınır.
Bir insan da var ki, Kudret’e karşı isyan eder. Kendisinde bir benlik hisseder, mahlûkatı inim inim inletir!

11. Kaset a-b

 011 (19.07.1958) 80 dk (79-a)

...Buğz kalkar adâvet kalkar, burada bir şey anlatabiliyor muyum? Bu dert başlamadıkça fayda yok! Bu dert başladı mı, geliş ve gidişdeki gayeyi aramaklık zevki gelir. İşte, geliş ve gidişdeki gayeyi aramaklık zevkine, aslını, mebdeini mevlidini, maâdını bulmaklık heyecanına ahlak “aşk” der. Anlatabildik mi? Buradaki söylediğimiz aşk, bu aşk. Yoksa a’dali[1] aşk değil. Ruhta hasıl olan muhabbete aşk, nefiste hasıl olan muhabbete şehvet denir. Bir ikinci tabiri de daha ziyade anlatmış olduk gibi.

311. Kaset

[29.11.1959 (311) 60 dk.]

Mevzuu başlıca iki esasa ayrılmıştı, birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmi’ edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Gerek aşk, vazife, kalp, ahlak; bunlar mana-ı insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzuu daha şumûllü olarak, insan mefhumu ile alakadar.

Hilkatte hususi bir imtiyaz almış olan insan nedir? Bittabi[1] tarifi en güç olan da bu kısım. Zira insan; suret itibariyle nihayet altmış, yetmiş, elli, seksen kiloluk, kan ve kemik torbasından ibaret bir varlık. Zahiri görüşünü iki metre uzunluğunda bir çukur istiap edebilir, alır. Fakat o içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudunu, o vicdan-ı kibriyasını, değil öyle iki metrelik bir çukur, iki milyon metre olsa daha da olsa alamaz. Bütün saha orada fındık tanesinden küçük, nokta kadar kalır. Onun içün, bir veçhesi âlem-i Kudrete/ bir yüzü âlem-i Kudrete, bir yüzü de âlem-i Hikmete talip edilmiş olan insan. 

Nedir bu insan?

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017