254. Kaset (27.02.1966) 105 dk (270)
Ahlak
mevzuu üzerinde devam etmektedir. Mevzuu başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine
vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmi[1]ye
edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp
olduğunu her konuşmada tekrar ediyoruz. Akıl hissin galatlarını tashih[2]
eden kuvve demiştik. Meçhulden malumu çıkarır, âlemi hilkatte işe yarar.
Kudret’in bize bahşetmiş olduğu bir nur. Fakat insan iki âleme rapt[3]
edildiğinden dolayı, bir yüzü âlemi hilkate, bir yüzü de âlemi kudrete…. Âlem-i
Kudrete gelince durur.
Neden durur? Akıl mahlûktur. Âlem-i Kudret na-mahlûktur.
Mahlûk olan şey gayrı mahluk olan şeyi nasıl idrak edebilir? Onun için aklım
amirimdir, vicdanım hakimimdir, ben başka bir şey tanımam diyenler aldanır. Bir
şey anlatamıyoruz galiba? Nazarlar bir tuhaf. .... “İyi gayet iyi…” Bu cümleyi tekrar ediyorum. Esas noktalardan
biridir.
İnsan
bir veçhesi âlemi hilkate bağlı, bir veçhesi de âlemi kudrete bağlı. Âlemi
hilkat: Bütün mezahir[4],
bütün mevcudata âlemi hilkat derler. İçinde, üstünde yaşadığımız arz da ona dâhil.
Fakat bizim bir veçhemiz var, âlemi kudrete bağlı. Ve o yüzümüz namütenahiye
gider. Âlem-i hilkatteki yüzümüz, görüyorsunuz işte. Dün, bu gün için rüya,
bugün de yarın için rüya. Orta yerde bir şey yok. Dün, bugün için rüya, öyle
değil mi? Bugün de yarın için rüya. Bir kaç konuşmadır tekrar ediyorum; bunu
daha kuvvetli Cenabı Hak buyuruyor.
[5]
إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ﴿٣﴾ إِنَّ
الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ﴿٢﴾ وَالْعَصْرِ ﴿١﴾ Tenezzülat-ı sübhanisiyle
tenezzül ediyor da, işin ehemmiyetini beyan içün yemin ediyor. Asra yemin
ederim ki; her insan hüsran içindedir. Mahrumiyet içerisindedir. Ziyandadır. O
istediği kadar yaratırım sevdasıyla yaşasın, ezerim kafasıyla yürüsün,
inletirim aşkıyla edasını itmam[6]
eylesin, her insan kim olursa olsun muhakkak hüsrandadır diyor. O taptığınız
asra yemin ederim ki; hepiniz hüsrandasınız diyor Allah. Bu ufak gözükür
insanın gözüne. Fakat bunun namütenahi manası var. Şimdi ben burada bu cümleyi
sübhaninin on, on beş tevcihini[7]
yaparım. Fakat henüz oralara girmiyorum da, bir tevcihi üzerinde duruyorum, bir
veçhesi üzerinde…
İmam-ı
Şafi diyor ki… Böyle imam deyince sakın aklına mahalle imamı gelmesin. Bir
gecede bin sekiz yüz mesele içtihat edermiş. Bin sekiz yüz mesele içtihat ediyor,
bir gecede. Seksen tarihinde gelmiş, yüzelli tarihinde âlemi cemale girmiş.
Aşağı yukarı on iki asr-ı mütecaviz[8].
Bugün kürede, hiç yoksa yüz elli milyon insan peşinden gidiyor. Bizim karımız
gelmez peşimizden. Beslediğin çocuğu getiremezsin peşinden. Dimi? Yani büyüklüğüne
bir misal… Bunlar ayrı insanlar. Tarife gelmez ki. Görmek, tatmak, duymak,
bilmek, olmak, lazım.. Öyle bin sekiz yüz mesele… On üç yaşında müçtehit olmuş.
On üç yaşında müçtehit. Durur adamın aklı. Eski konuşmalarda bahsetmiştim, hatırlayabilirsiniz,
bulunanlarınız. Daha mini mini on üç yaşında. İmam-ı Malik hadis okutuyor. Beşeriyetin
Fahri Ebedisi (sav), nefs-i natıka[9]-ı
kâinatın kalbi olan Hazreti Muhammed’in(sav) kavlini[10],
fiilini, takririni[11],
bunları okutuyor. Büyük adam. Aşk mevzuu, kûy-i [12]cananda
ayakkabısız gezermiş. Sormuşlar; “Efendim, caiz mi değil? Bir yasak mı vardır,
manen bir mesuliyet mi vardır?” “Hayır! Siz giymezsiniz. Benim edebim müsaade
etmez. Zira bu gezdiğim sokaklarda, Allah’ın Habib’inin(sav) gezintisi vardır,
ayağını bastığı yerler vardır. O’nun bastığı yerlere ben ayakkabımla basamam. Ama
bir yasak yoktur, bir mesuliyet yoktur.” Anlatabiliyor muyum? İncelik, nezaket,
bir marifet meselesi… Aşk meselesi…
Ama
bunu maddenin kesafetinde kalmış bir insana söylersen aptalmış der. O yine ayrı
bir iş. Zavallı bir adammış, der. Ömründe karpuz yememiş. Çok da istermiş,
böyle herkes yerken görürmüş. Yemem dermiş, yine böyle yutkunurmuş.
Yemeyeceğim. Sormuşlar; “Efendim niye yemezsiniz, bir keraheti[13]
filan mı var?” “Hayır! Gayet güzel hatta meth edilmiştir.” Ben demiş; “bütün
hayatımı, oturmamı kalkmamı, her şeklimi Fahri Âlem’e (sav)uydurmuşum. Yalnız, karpuz yiyiş şekillerini öğrenemedim. Karpuzu
ne şekilde yerlerdi, onu bilmediğim için nefsimi bundan mahrum ediyorum.” Bir
şey anlaşılıyor di mi ya... Zevk meselesi bu, ayrı bir iş… Onlar yol almışlar
ama öyle... Bize deseler ki; sever misin Resul’ü? Severim. Süsünün şu kısmından
vaz geçer misin? O da dursun oda dursun. Olmaz... Olmaz... Sıra adamı olur
geçer gider. O ayrı bir iş o.
Gayet
hafif okuturlarmış dersi bazen. Böyle gayet… Sizi ben iman-ı zevki ile çıkmış
zannıyla konuşuyorum. İnşallah öylesinizdir. Yani, o şeyle bunlar, marifete
taalluk eden bahisler. Uğradık buraya şimdi konuşma arasında, nerdense. Niçin
çok hafif söylüyorsunuz dendiği vakitte, tenezzülen Resulullah(sav) geldi,
mecliste derlermiş. Ayrı bir incelik… İmam-ı Şafii de bu zatın talebesi. On üç
yaşında içtihat ediyor.
Birisi
gelmiş: Kendileri ders takrir ederlerken müsaade almış. Demiş efendim ben kuş
satarım. Bir müşteri geldi, müşteriye bu kuşu verirken “Benim sattığım bu kuş,
durmadan öter” dedim. Size bunu teminatlı veriyorum, eğer böyle ötmezse hanımım
üç talak ile bizden, benden ayrılsın. Üç talak ile. Şimdi kuşu sattığım adam
geldi; sizin kuşunuz dediğiniz gibi ötmüyor. Ötüyor ama, dediğiniz gibi
ötmüyor. Benim halim ne olacak? “Kadınınız ayrılmıştır” demiş. “Böyle
münasebetsiz şekillere tenezzül etmeyiniz. Vaktiyle düşünseydin. Kadın
ayrılmıştır.” Giderken İmam-ı Şafii hemen peşinden koşmuş. Efendim hemen
kadının ayrılmış şeklini kabul etmeyin, kadınınız ayrılmamıştır. Gelmiş
oturmuş. Dönmüş yine tekrar etmiş. İyi anlatamadım galiba demiş. Müsaade edin
tekrar anlatayım. Anlatmış. “Evet” demiş, “Kadın ayrılmıştır.” Yine gidiyor.
Yine İmam-ı Şafi, on üç yaşında şöyle önlemiş, Sakın ha! Demiş, kadın
ayrılmamıştır. Üçlemiş uzatmayalım mevzuu. Üçüncüsünde; “Ayrılmıştır, dedim ya.
Anlamıyor musunuz?” Demiş. “Efendim, siz öyle diyorsunuz, sizin alâke-i (?)15:56
tedrisinizde bulunan birisi, mini mini bir efendi; geliyor, katiyen diyor. Ben
şaşırdım şimdi demiş.” “Kimdir o?” Demiş. O da böyle, şöyle sinmiş. O edep, hürmet,
muhabbet şimdiki gibi; “Beni mi derse kaldırıyorsun?” diyerekten sustalıyı, taaak
tahtaya atan talebe değil. “Numara vermiycen öyle mi? Konuşuruz.” Öyle değil.
Onun içün yemişi alınmıyor.
Ne
olursa olsun, her şeyi veren Allah’tır. Talebe ile öğretenin arasında bir
muhabbet, hürmet, ihlas olamazsa; Kudret bir şey vermez. Hiçbir şeyde muvaffak
olamaz. Hiç. Değirmende dönen beygire benzer. Bağlarsın gözünü boyuna
döner. O Kendi kendine yürüyorum
zanneder. Bir saat, iki saat, su için bostan dolabında suyu çeken beygir gibi…
Gözünü aç ki, yine aynı yerde sayar o, yürümemiştir.
Üzülmüş
çok. Kim o demiş, kim söyledi bakayım filan? Yine daha ufalıyor. Göster bakayım
demiş. Adam da aramaya başlamış. Efendim, işte buradaki. Kalk bakayım oğlum,
demiş. “Nereden söyledin?” “Efendim, bu bahis dün geçti”, demiş. Koca İmam,
hayretle:“Ne vakit evladım, nasıl geçti?” “Dün demiş, bir emri peygamberi
buyuruyordunuz, okutuyordunuz bize. Rasulullah’a (sav) bir hanım geldi. Bana üç
tane talip var. Bunların hangisini tercih edeyim de, evleneyim dedi. Birisi
içün sen pek zarurete katlanamazsın. O insan çok zaruret içerisindedir. Diğeri
içün de onunda, sopa omuzundan düşmez. Öbür ki, üçüncü şahsı tercih et, diye
emrettiler. Eee Resul’u Zişan’ın (sav) sopa omuzundan düşmez, cümleyi
seniyelerindeki muratları, dayakçı bir adamdır, sana yaramaz demek istediler.
Yani bütün sopayla böyle yatar, sopayla kalkar, sopayla yer, sopayla şuraya
gider, sopayla değil; fazla hırçın bir adam olduğunu işaret buyurmuşlardır. Bu
zat da kuşunu satarken, kuşun fazla öttüğünü murat etmiştir. Yoksa kuş hiç
durmadan ötse çatlar. Başlamış Hazreti İmam ağlamaya… Gel kürsüye bakayım
demiş, gel. Bu dersi sen takrir et. Anlatabiliyor muyum acaba? Ondan sonra
Hazreti İmam daha büyük feyzlere nail olmuş, İmam-ı Şafii, muazzam bir adam.
Bazen
tecavüz ederler, bu üç talak deyince. Dedikodusu olur şöyle. İstihza[14]
mevzuu olur. İnkâr sahasında bulunan için ehemmiyeti yok. Fakat inanmış da, istihza
ederse çok fenadır yani. Fena ne dersen? Vicdanen bağlanmış olduğu sahadan,
kovulur. Azıcık burayı da anlatayım bari. Mevzuu buraya girmemişti ama
anlatayım. Böyle sahnelerde oynarlar, bilmem ne ederler? Dedenin kabul etmiş
olduğu, büyük vicdanının kabul ettiği manaya tecavüz etmek içün, güya onu
çirkin göstermek içün, yani dedeni ahmak yerine koyuyor da “bak bak neye
inanmış?”. Deden üç kıtada hükümdar idi.
Hâkim idi. İlimlere mevzu vermiş, sanatlara model vermiş, cehli gördüğü yere
ilmi va’z etmiş, inkârı gördüğü yere imanı koymuş. Sen öyle bir dedenin
oğlusun. Aptal adam değil senin deden. Asırlarca hakimiyetinde tutmuş bugünkü
taklit ettiğin âlemi. Dünyanın yüzünü almış sana bırakmış. Bütün dünya kuruldu
kurulalı, bidayeti hilkatten, nihayeti hilkate kadar dünyanın yüzü bu bahri
sefid[15]
havzasıdır. Bunu da almış sana havuz halinde vermiş. Bir köşk halinde, deniziyle
toprağıyla buyurun demiş. Asırlarca vere vere bitiremedin. Yine netice
itibariyle aleyhinde bulunursun. Bugün de medeniyetin gözü bu... Bu bahri sefid
havzasındadır. Dünyanın yüzü burasıdır. Burayı almış, sana buyur evladım demiş.
Fakat biz hayırsız evlat olduğumuz içün daima aleyhinde bulunuruz. Pencereyi
niye buradan açmış? Yeni ev aldın mı kardeşim? Al bir yeni ev pencereyi
istediğin yerden aç. Hem ev alsın, hem pencereyi açsın, sen de pencereyi niye
burdan açtın diye küfret. Hakkın ne?
Harsın[16]
yok u senin, hars? Bırak manayı,
vicdanı da bırak. O zaten, vicdan bulmak manasınadır. Neyi bulmak? Evvela
bilecek, sonra bulacak, sonra olacak. Bunlar ayrı birer işler. Fakat büyük bir
varlık olabilmek içün harsa sahip olmak lazım. Hars nedir, hars? Manası,
ananesi, edebiyatı, -tabire dikkat ediyor musun? - milliyeti, bunların
muhafazası olan toprağa, bunların mecmuundaki varlığın adına hars derler. Yok
mu bizde hars? Biz dünyanın en köklü harsına malikiz. Sen şimdi onun aleyhinde
bulununca, harsını inkâr etmiş olursun. O vakit inkâr edersen, millet olmaz.
İşte bu harsı, o küll[17]’ü
hakkıyla muhafaza ettiren müessesenin adına ahlak denir. Seciye-i insaniyi ayakaltına
bırakmadığından dolayı, ahlakın hususi bir mevki’i var. O sahnelerde oynanan,
dedenin kabul etmiş olduğu, vicdanının dayanmış olduğu manadaki incelikler öyle
değil.
Evvela Allah, bu mevcudatı kendisine nikâhlamıştır.
Bu görmüş olduğun, bilmiş olduğun ve bilmediğin. Bildiğine göre bilmediğin
namütenahi. Arşı ile seması ile ferşi[18]
ile ne kadar mevcudat varsa bunu
kudret kendisine nikâhlamıştır. Muhabbet-i zatiyyesiyle nikâhlamıştır. Ve o
muhabbeti de bütün eşyaya, en büyük bir varlık olarak va’z etmiştir. Kâinatta nikâhsız
hiçbir zerre yok. Su, Müvellid-ül Ma[19], Müvellid-ül
Humuza[20]; iki
gaz bir araya gelmiş, üçüncü istihaleyi nasıl yaptın derse; hiç bir şey zaten
cevap veremez. Orasını tutar kendisi. Yalnız şöyle adamın gözüne kor: “Bak!”
der. Üçüncü tecellisi nasıl oldu veremez. Mevzuu dâhilinde değil.
Elektrik: Müsbet kutup, menfi kutup birleşir;
şunu verir, bunu verir her neyse. Nikâhlı. Bu vücut; ruh, ceset ikisi nikâhlanır,
bu tecelli meydana gelir. Ruh boşadığı vakitte, atarlar seni. Hiç tutmaz bile.
Kudrete insan muhatap bulunduğundan dolayı, naib-i[21] hak
olduğundan dolayı, yeryüzünde [22] إِنِّي
جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً Hilafeti Hak,
kendisinde bulunduğundan dolayı Cenab ı Hak تَنَاكَحُوا[23]
emrini bize vermiş.
Nikahlanın. Ama şimdi evlenmekle eğlenmeyi karıştırmamalı. Onun içün Hüda diyor
ki; Yehtezü'l arşı mine't talak[24] Yani
Huda’nın Peygamber (sav)’i böyle haber veriyor. Yehtezzü'l arş mine't talak.
Sebepsiz olarak boşanmada Allah’ın arşı titrer. Bir defa yaptın. Arş-ı ilahi
titrer demek, Allah titrer. Bir daha yaptın, yine Arş-ı sübhani’yi titrettin. İki.
Bir daha yaptın. Üç. Huda diyor ki; beni eğlenceye mi aldın sen? Benimle
oynuyor musun sen? Ben senin şimdi vicdanına ağır bir yük vereceğim: Senin bu
karın, başka bir adama varmadıkça alamazsın. O ona terbiyedir. Sen onu eğlence
mevzuu mu yapıyorsun. Anlatamıyor muyum inceliğini acaba? Ve Allah’ı titreten
adama da o layıktır. Cezadır o.
Neyse geçelim biz. Anlatabildim mi acaba?
Daha bunun uzun seyri var, uzun seyri. Bu gün biraz da hastayım. O kadar
söyleyemeyeceğim. …
... bir fakiri, bir ...si (? 29:10) keyfini
istedi hadi yallah. Yine hadi... Senin ben vicdanına ağır bir yük vurayım.
Garip, fakir dedim de; fakir dilenci manasına
değil ha. Ters anlarlar. Dilenci başka, fakir başka… İkisini karıştırma.
Dilenci ayrı, fakir yine ayrı… Garibin, fakirin, miskinin… Miskinde, tembel
manasına değil. Türkçemizde, miskine tembel derler. Miskin, görmüşte düşmüş.
Hakperest, kırılmışta düşmüş. Türkçede kullanılan manaya değil. Miskin; biz
Türkçemizde, bırak şu miskini deriz. Yani tembel, atıl o manaya dedik. Kitab-ı
İlahideki miskin; bütün rusat[25]ını(?30:53),
bütün takatını varsa sarf etmiş, o meşru
yolda, Hak yolunda, Kudret onu orda şöyle tutmuş. Hikmet-i meskût[26]una
görmüş, düşmüş, Hak namına. Bunun duasını al derler. Niyazını yap derler.
Duasını niyaz ederler. Neden acaba böyle kimselere? Zira Allah hazinesini kırık
kalplere yerleştirmiştir. Anlatabildim mi acaba? Onun içün nâçâr[27]
kaldın mı, sıkıştın mı bir işte; ara, kırık kalpli adam. Bul, bulabilirsen.
Kırık kalpli insanı, bul. Senin hesabına lazım geleni şey etsin, kırık kalpli.
Çünkü Allah’ın hazinesi.... Allah hazinesini kırık kalplere yerleştirmiş.
Oradan çıkar. Anlatamıyorum galiba? Biraz zihinler şaşırdı.
Buraya
nerden girdik? O İmam-ı Şafi diyor ki; “Büyük kitap gelmeyip de; yalnız bu, Vel
Asr Sure-i Celilesi gelseydi; bütün Alem-i Kâinata kâfiydi.” Biz onların yemiş olduğu
yemişlerin, atmış oldukları kabukların, kurumuş olan kısmından bir parçasını
kokladık da, onu söylüyoruz. O heyet-i umumiyesini yemiş. Öyle diyor.
Yemin
ediyor Huda. Şöyle bir misal vermiştim, Nazm-ı Celili tefsir ederken; bir insan,
hepimiz, ben, sen şu: Bir işte muvaffak olduk, bir kâr sahasında çalışıyoruz.
Tesadüf etti, o kar meydana geldi, o neticeyi aldık. Ummadığımız bir meta önümüze
yığıldı, milyonlar. Seviniyoruz. Mukteza[28]-i beşeriyet-i
gaflet… Karlı mıyız, zararlı mıyız? Kâr ettik ya. Bunu ne ilen yaptın sen? Bu
kâr ney ile oldu? Ömrünün bir zamanını verdin değil mi? Tabi. O halde kazancına
nispet verdiğin Daha çoktur. Zarardasın yine. Yine hüsrandasın. Sen bunu altı
ayda mı yaptın, bir ayda mı yaptın? Hayır, beş dakikada yaptım. Pek güzel. Bir
dakika da yaptın. Güzel... Şu milyonları, o bir dakikanın bir saniyesini geri
almak üzere versen verirler mi sana? Vermezler. İşte o halde ziyandasın. İşte
Allah’ta onun için yemin ediyor: Vallahi ziyandasınız, diyor. Allahlığıma yemin
ederim ki; zamana, kapıldığınız o zamana, asra kasem ederim ki; bütün insanlar
hüsrandadır. إِلَّا الَّذِينَ
آمَنُوا Yalnız
benimle olanlar hariç. İnanlar ve istikbal inananların olanlara, inananlar ve
inanmalarının iktizası[29]
ile benim istediğimi yapanlar, bunlar ziyanda değildir.
Benim
istediğimi yapanlar, kalplere sürur verenler, Hakk’ı tavsiye edenler ne
yaparlarsa zaman onlarda kayıp yaptırtmaz. Çünkü neden? Onlar bende fani
olmuşlardır. Ben biter miyim? Ben biter miyim, diyor Allah. Ben biter miyim ya?
O halde bunun haricinde bensiz kim varsa neye malik olursa olsun ziyandadır, hüsrandadır.
Şimdi,
bu tabiatı ile Kudret serbest bırakmıştır. Hatta Resullullah (sav) biraz çok
arzu eder, sebebi hilkat-i âlem-i âdem benim: Herkes daireyi selamete girsin
diyerekten. Huda şey der; arada sırada bırak bunların peşini, der. Tebliğ et
geç. Hem nimet verelim, hem yalvaralım mı? Yine o durmaz: En nihayet Cenab-ı
Huda iki saf ismini vermiştir ona.
لَقَدْ
جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ
عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ[30]
Rauf ve rahim isimleri Allah’ın
isimlerindendir. Onu, Hazreti Muhammed’e (sav) vermiştir. O kadar harissin ki;
bunları insan etmekliğe diyor, bari şu isimlerimi vereyim sana. Bırakmıştır o.
Şey halinde gösterin, isterse kabul eder, istemezse kabul etmez. Şimdi inkâr
sahasında olurda, ne cevap verebilir acaba? İnanmış ebediyete gidiyorum diyor, Hakk’a
gidiyorum diyor. Biri de diyor ki; âlem kör bir tesadüfün neticesidir, bende
tekâmül etmiş bir hayvanım. Hayat bundan ibarettir. Hayat bundan ibaret
olduktan sonra, sen her an zarardasın. Neye malik olsan zarardasın. Niçün? Bir
şey ki, bir insanın elinde muvakkat[31]tır,
o şey de saadet aranır mı? O insana mesul adamdır denebilir mi? Denmez.
Buraya
şuradan girdik; insanın bir yüzü âlemi kudrete rapt edilmiş, bir yüzü âlemi hilkate…
Âlemi kudrete bağlı olan yüzünde akıl geçmez. Orda tıkanır. Niçün? Akıl
mahlûktur. Kudret gayrı mahlûktur. Mahlûk olan şey, gayrı mahlûk olan şeyi
nokta nokta.... artık öbür tarafını sen söyle. Binaenaleyh, aklım amirimdir,
vicdanım hâkimimdir diyen kimse aldanmış olur. Gel sen bu aklı, bizatihi kendin
işletmeye kalkma. İflas edersin. Onu bir tılsımlı anahtar yap. Kudret elinde
sana yarasın. O vakit işin şekli değişir. Bugün beşeriyet neden hatt-ı zatında,
bir felaha varamıyor? Nur-u iman ve irfan kalbe dâhil olursa o kalp mün-ferih[32]
olur.
Herkesin
kalbi sıkıntılı… Hep feryat. Ah sesi, top sesini geçiyor. Birden bire söyledin;
Nur-u iman ve irfan kalbe dâhil olursa; o kalp, mün-ferih olur dedin. “Bu ne
cesarettir?”, diye birisi bir sual sorabilir. Soramaz ki! Neden? Alameti
vardır. Dâhil olmuşsa o kalp gururdan kaçar, dar-ı sürura yaklaşır. Taklit orta
yerden kalkar, tahkik meydana gelir. Biz mukallit yaşıyoruz yav... Kolay iş mi
o? Her birimiz kendimizi beğenmişizdir. Kendimizi beğenmesek böyle mi kalırız?
Neden
biz ilerleyemiyoruz? İlerlememenin en büyük amili, herkesin kendisini
beğenmesinden dolayıdır. Hepimiz kendimizi beğeniyoruz. İlerleyemeyiz, terakki
yoktur, yok. Boş sözle kendimizi
avutmayalım. Hangi ilme mevzu verdik, hangi kitabı yaptın da beynelminel
kürsüde okunuyor. Göster bana. Hangi sanata model verdin. Deden böyle miydi?
Atmakla, tutmakla o iş olmaz ki. İlme model verirsin, sanata model verirsin,
fenni ihtiraları meydana getirirsin ve dünya kabul eder, sonrada mana üzerinde
ahlakı düzeltirsin, o vakit olur. Fakat böyle kendi kendine, yaratırım ederim.
Böyle olur mu? Günah değil mi? Ne vakte kadar kendimizi aldatacağız? Taklit ile
olan kârı amelden, bab-ı manevi açılmaz ki. İmkânı yok. Sonra bu âleme, dar-ı
gurur derler. Hiç tetkik ettin mi, bu âleme neden dar-ı gurur deniliyor? Bu
âleme dar-ı gurur denmesindeki hikmet; geçip giderken -hepimiz gidiyoruz ya-
derd-i gamdan bir şey eksilmediğinden dolayıdır. Eksilmez.
Hülasa
edeyim sözü, bu âlemde asıl harp olarak… Sen şu Zeyd şununla
tutuşmuş, bu kavim bununla tutuşmuş, bu bunu şey ediyor... Onu bırak, onlar adi
harpler. Onlar adi. Milyonla adam öldü, adi kardeşim. Bunlar küçük harp bunlar.
Küçük, küçük. Küçük harp. Atom sıkıldı, küreyi arzda bir tane insan kalmadı, bu
harpte bitti. Küçük harp. Hiç insan yok. Olmasın efendim. Yine küçük. Burada
olmamakla ebediyette yok değil ki. Sayfanın öbür tarafı... Kapıyı açsana.
Aktarma! Bir şey eksilmez, diye kendin okumadın mı? Daha orta mektepteyken okudun
dimi? Bu kâinatta bir şey artmaz bir şey eksilmez diye. Onu on dört asır evvel
Hazreti Muhammed (sav) söyledi. [33]
فَلَن تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ
تَبْدِيلًا Ama onu Frenk söylediği için
kıymetli oldu. Hazreti Muhammed (sav) söylediği için söylersen, geri kafalı
olursun. Bunu yapan adam da, ihtira[34]
eden adam da, Edison da ölürken, ölürken; şu odayı açın, şu anahtarları alın,
şu kasayı da açın, o kasanın içerisinde bir dolap daha var, o dolabı da açın. O
muhafazayı bana getirin. Getirdikten sonra, dedenin kabul etmiş olduğu o büyük
kitabı getiriyor, açıyor, اللَّهُ نُورُ
السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ[35]
Öpüyor kokluyor; bütün ihtira[36]
hımı bundan aldım, yaptım. Hocam da Muhyiddin’dir, diyor. Ne geri kafalı
adam? Ne mürteci adam? Bismarck’ta öyle diyor. Almanya’yı Almanya yapan adam. Beynelminel
bir adam: Bismarck, meşhur. Talihsiz adamım, demiş. Sormuşlar da ölürken, çok
talihsiz adamım demiş. Niye? Ben, O büyük zatın asrında gelmeliydim, ona hizmet
etmeliydim, o vakit bahtiyar addederdim kendimi diyor. Biz böyle emek çekmeden,
zahmet görmeden, hiçbir yere koşmadan, bu hakkı ödeyemeyiz ki. Dedemiz bizi
böyle, temiz temiz meydana getirmiş… Bilmem. Bilmem, bilmeeeem.
İki harp
vardır bu âlem de, iki. Öbür harpler, onlar dırıltı. Yirmi sene evvel ölmekle
yirmi sene sonra ölmek arasında bir fark yok kardeşim. El verir ki, iyi ölmek,
iyi karşılanmak. Yoksa kırk sene evvel ölmüşsün, kırk sene sonra ölmüşsün... o
evet, beşeriyettir insan sıkılır amma bir fark yok onun arasında.
Dün rüya,
bugün de yarın için rüya, o halde bir fark yok. Bundan dolayı o harpler bir harp
değildir. Ya.. İki mühim harp var: Ruh’u cismine, nefsine galip gelen harp, -Dikkat
et bakalım, sen şimdi harp içerisindesin harbi yapıyorsun bırak kâinattaki harbi-
ruhun cismine nefsine galip mi, değil mi? İkincisi nefsi ruhuna galip olan
harp. İşte bu. Eğer nefsin ruhuna galip olan harbin içerisindeysen, o biraz
evveli söylemiş olduğum, benim değil de Huda’nın beyan etmiş olduğu hüsranda….
Yook, ruhu cismine, nefsine galip olan harpse, yine o nazmın gerisindeki
beyanatta. Bak, kendi kendine bak. Zaman kısa müddet az, muhasebe-i nefs yap,
bir netice al. Zaman kısa… Böyle gidiyor.
Bizim en
büyük kıymetimiz, bizde ruh-u menfuh[37]
vardır. Bu çekilip gitmez. Kaç ruha sahipsin bilir misin? Ruh-u hayvani var,
ruh-u insani var, ruh-u izafi var... Bu ruh-u izafi, ruhu menfuh, [38]
وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي bununla tekrim edilmişiz.
Onu bırak hatta ruh-u insani-i üzerinde dursak dahi, ruh sırf nurani bir fıtratta
olduğu içün, ancak nur ile enis[39]
olabilir. Zulmetten kaçar... Nuru insani maddeyle huzur bulmaz ki. Onun içün
bazı insanlar, evvela bir şaşarlar şöyle böyle, madde kesafetini yaptığı
vakitte, “Ben bir şey anlamadım bu işten” der. Hah yakayı kurtarma zamanı
gelmiş, bir tecelli… Anlamadım bir şey der. Nurun aguşuna atacak, kalbe itminan[40],
hatırına huzur, fikrine sükûn verecek tecelli arar. Herkese her an hazırdır.
Fakat zamanında bulmak lazımdır... Zamanında…
Biz
görmeyenin yanına koşarız, bir makam almak içün. Görenin yanına… Öyle,
acayiptir. İcabında hiçbir şey görmemiş bir adamın karşısına gider el pençe
divan durursun. Öbür tarafta, o hazinenin yerleşmiş olduğu bir kırık kalp gelir,
ona da böyle bakarsın. Kudret hep bunun filmlerini alır. Yarın böyle çeker, bak
der. Bak şimdi, bunların filmlerini alır. Çok tecrübeli yaşamak, dikkatli
yaşamak lazım gelir bu âlemde.
Evvela
gelişte gidişte hiçbir şey yok, di mi? Hiç kimseye bir şey vermezler, gelirken.
Giderken de öyledir. Ara yerde ariyet bir varlık var. Neden taparız acaba? Ehl-i
suret yanında tapınırız da ehl-i edep yanında niye hattı zatında kendimize
taptırmak isteriz. Ehl-i suret yanında tapınırız, fakat bir ehl-i hal geldi mi,
ona da kendimizi taptırtmak isteriz. Acayip bir şey… O bilinmez o.
İbrahim İbn-i
Ethem ….Belh[41]
Hükümdarı, Türk hükümdarı, büyük bir adam. Sonra seritünmarı (?52:50) evliyaullahın
başına geçmiş. Kim geçirmiş onu? Söyledim bunu vaktiyle ya, şimdi misal geldi de
onun için söylüyorum. Bir cariyesi.
İnayet her kime yüz tutsa isyânı nikâb
olmaz
Güneş doğduk da zîra perde-i zulmet
hicâb olmaz.
Ârif [42]
Ârif [42]
Bir cariyesi. Saltanat-ının âdet-i icabatından her gece yatağını
bir cariye yaparmış. Öyle puf böreği gibi. Muazzam, öyle cennet cehennem yatağı
gibi değil. Hani şimdi yataklar var ya, cennet yatağı, bilmem şu yatağı, öyle
değil o. Muazzam, İbrahim Ethem’in yattığı yatak, püüü bir acayip bir şey. Sıra
… miş. O kadar kıymet ifade eden bir cariye değil. Ama sıraylan oluyor o iş
mecbur. Yatağı yapılıyor, hizmet görülüyor, çekilip gidiyor. Genç kız, bakmış
yaptıktan sonra o ihtişama, o yatak içinde huzur... Hâlbuki yatak başkadır,
uyku başkadır. Genç, farkında değil. Adamı kuş tüyü yatakta yatırırlar da, inim
inim inler. Çarşafta sallarlar, yine inler. Şöyle kor başını bir tahtanın
üzerine, mışıl mışıl uyur. Ne kuş tüyünde bulunur, ne yünde bulunur, ne bilmem
şunda bulunur, o ayrı bir iş. Uyku başka, yatak başka… Mesele huzurlu uykuya
nail olmak... Zavallı genç kız şöyle bir bakmış, acaba buranın uykusu nasıl
olur demiş? Burada nasıl uyunur? -Müsterah[43]tan geç gelirmiş âdeti,
İbn-i Ethem.- Gelinceye ayak tıpırtısından fırlarım demiş. Şöyle bir uzanayım,
ilk önce ben bakayım demiş. Uzanmış… Kudret’in cilvesi, uyuya kalmamış mı? Uyumuş.
Girmiş içeriye, bisatı[44] saltanatında, alelade bir cariye uzanmış yatıyor. “Bu ne
cüret?” diyor. Duvarda asılı kırbacını alıyor. “Şırakk”, bir vurmuş... şey
etmiş, silkelenmiş kız. Bir daha vurmuş. İkinci kırbaçta başlamış gülmeye.
Kısmeti var adamın. Ağlasa yandı. O, bir mazlumun bir katre yaşı, yere düşmüş
olsa, yakar kâinatı. Çok düştü de yakmadı. Allah için zaman yok, yakacak! Yakar!
Hem içerisinde en büyük insanlar da gider. Âdeti de öyledir. İstisnada yapmaz.
Koca Necmeddin-i Kübra. Sâhib-üz Zaman adam:
Bir gün dostlarıyla konuşurken, birden bire kalbinin üzerine başını çevirmiş,
gözleri yaş içinde, kaldırmış. “Nedir efendim?” demişler. “Buralar gidiyor.”
demiş. “Şimdi hükümdar gadr[45] ile bir adamı imha etti. İrade
çıktı, bende kellemi kurtaramadım benimki de gidiyor.” demiş. Ve onunkini de
almışlardır. Onun da reisi saadetini almışlardır. “Benimki de gidiyor, benimki
de kurtulmadı.” demiş. Demişler ki;”Aman efendi, ne olursunuz, lütfetseniz
de..” “Yook, benimki de gidiyor demiş.” Öyle bir celal ile çıktı ki, hiç bir
şey yok..
Neyse vurmuş kırbacı, başlamış kız gülmeye. Daha vuruyor, yine
gülüyor filan, epeyceleşmiş. Demiş ki; “Ne hayâsız şeysin? Ben yoruldum, sen
hala gülüyorsun, ne utanmaz...” “Yok efendim, hayâsızlığımdan değil.” “Neye
gülüyorsun?” “Size acıdığımdan.” demiş. “Ne var?” demiş. “Şurada beş dakika
yattım, bu kadar kırbaç yedim. Senelerden beri yatıyorsun. Acaba, Kudret ne
kadar kırbaçlayacak, diye… Şurada beş dakika yattım, bu kadar kırbaç yedim. Senelerden
beri yatıyorsunuz; Kudret ne kadar kırbaçlayacak? Diye, o gözümün önüne geldi.”
demiş. Onu hangi boyayla boyamışsa? O söz, bazen boyanır çıkar. O hangi boyayla
boyamışsa; “İş buraya kadar.” diyor. Ve ondan sonra “Bizim bu sahadaki işimiz
buraya kadar.” diyor ve ondan sonra devre değişiyor. Kitabın başka sayfası açılıyor.
Bunu demekten maksadım; insan icabında bir kırık kalpten; nelere
malik olur, nelere malik olur? Milyarlar verirsin de alamazsın. Milyar verirsin
alamazsın.
Bir Nazmi bey vardı… Allah, şefi’i[46]
Ahiret etsin. Büyük adamdı, Nazmi Bey. Bana anlattı;
bir gün geldi böyle, ağlıyor. “Bir hasta salık[47] verdiler bana, çok perişan
bir hasta diyerekten. Gittim, dedi. Anlattıklarından daha acayip; öyle bir
yanık bir yer ki, dedi. Belli etmeden o cebime baktım, bu cebimi çevirdim…- Mübarek
adam cebindekini de bilmiyor ki.- Yani bir acayip adam. Hiç birisinden bir şey
çıkmıyor. Nihayet, yeleğimin delik kısmının altında köşesinde …... karıştıra
karıştıra bir tane lira çıktı. Sıkıla utana, onu orda bir kenara koydum, niyaz
ettim çıktım. -Bakayım altından ne çıkacak? diye bekliyorum.- Bu akşam dedi,
rüyamda Resulullah (sav) tecelli etti: “Nazmi, seni bizim eve vekilharç[48] yaptık.” Bir liraya aldım
ben bu işi dedi. Ya hu, milyarla alınmaz dedi. Acaba inceliğini anlatabildim
mi? Ben bunu bir liraya aldım ama milyarla alınmaz. Hakikaten öyledir. O ihlas,
tarafeynin[49] ihlası. Nazmi beyin ihlası, o taraftaki yanığın ihlası… Bu
böyledir bu.
Bunları vaktiyle bizim ecdadımız iyi düşünmüş de… Çünkü; “Yanındaki
komşusunun aç olduğunu bilerek; kendi karnını doyuran, mümin değildir.” der.
Bir yığın ibadet, taat yaparsın… Bir defa “Mümin değildir.” diyor. Ona bir,
yanına bir kulp koyarlar: Efendim, “İmanında kemali yok.” demek... Peygamberin
dili dönerdi. İmanında kemal yok derdi, “Mümin değildir.” diyor. Bozma.
Kendimize yer ayıracağız diyerekten, nutku saadeti tağyir[50] etme
hakkı yok bizde. Mümin değil, bitti. Bunu düşünmüşler, ben kapı kapı bunu
aramaklık bana, bilmem yapabilir miyim? Bir günde hata ettiğim olur, diyor.
Muazzam imaretler yapmışlar. Onu da tenkit eder; efendim, tembel yetiştirmiş,
miskinlikmiş… Kardeşim, Hastanede doktor adamı öldürdü diye, hastane kapanır
mı? Hastanenin kapıcısı beyaz gömleği giymişte, ben doktorum diye herkesi
aldatmış, ameliyat masasına götürmüş çatır çatır kesmiş diyerekten hastane
kapanır mı? Eczacı reçeteyi iyi okumamış da, iki gramı yirmi gram yapmış ilacı
da hasta ölmüş diye eczaneler kapanır mı? İyi hastaneye iyi doktor
yetiştirilir, iyi eczacı yetiştirilir. Sen ne tuhaf konuşuyorsun, anlamam ki ben.
İyi düşünmüşler vaktiyle… Sonra hırsızı çıkmış. Hırsız, her vakit çıkar.
Bedeviden de çıkar, medeniden de çıkar hırsız. Çıkmaz mı? Üüü. Bedeviden çıkar beş on kuruş çalar,
medeniden çıkar milyarlar çalar. Hatta bazen de gözükmez إنما أهلك الذين
قبلكم, أنهم كانوا إذا سرق فيهم الشريف تركوه, وإذا سرق فيهم الضعيف أقاموا عليه
الحد. [51] Resulü Ekrem (sav) öyle buyurdu:
Sizden evvelki medeniyetlerin sebebi inkırazından en mühimi hangisidir, bilir
misiniz? Diyor. İçlerinden mevki sahipleri çalarlarsa; hesap sorulmaz, ayak takımı çaldı mı; had vurulur cezaya tevzi[52] edilir diyor. Bu hal
hangi millette başlarsa, yıkıldığını beklesin diyor. Bir şey anlatamadım galiba?
Kocaman bir senet; الضعيف إنما أهلك الذين قبلكم,
أنهم كانوا إذا سرق فيهم zayıfları bir şey çaldı mı;أقاموا عليهالحد [53]... إنما أهلك الذين قبلكم, أنهم كانوا إذا سرق فيهم الشريف şerif yani
mevki sahipleri, böyle ikbal sahipleri; bir şey çaldılar mı: تركوه olduğu
gibi terk onlar. Bir şey denmez. Ama böyle aşağı tabakadan çaldı mı, hemen
derhal tevzi edilir. Bu hal ne vakit ki; bir millette başlar, yıkım alameti
gözükmüştür. Beklesin yıkımını diyor. Helak beklesin.
Eee bunları önleyebilmek içün, cicili biçili okumakla bu iş olmaz
ki. Kanun adamın cebine kadar gelir, evine kadar gelir… Ne yapsın? Ceplerini
arar, “Muzır[54]
bir şey var mı?” diye. Evini arar, “Muzır bir şey var mı?” diye… Buradan
içeriye elini sokabilir mi? Şurada içerde bir şey var, oraya girebilir mi? Sen
oraya girecek şeyin neden aleyhinde bulunursun? Oraya giren şeyin, sıfatının
adı nedir? Ahlaktır işte. Ahlak, Allah’ın insanlara öz eliyle biçtiği,
giydirdiği manevi elbisenin adına derler. En açık tarifi bu… Kim giyinmişse, o
elbiseyi ne ala. Giyinmemişse, namütenahi üryan gezer. İnsan bu, insan!
O kadar kıymeti var ki; [55] يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ diyor.
Onlar beni seviyor, ben onları seviyorum diyor. Niye bu kayıttan kaçıyorsun?
Fena bir şey mi? Öyle diyor; muhabbet, ibtida[56] ; bezm-i[57]
kuşey-i[58]
ravza[59]-i
rızasından bu kâinata gelir. Hiçbir gün aradık mı?
Arar mıyız? يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ ; Onlar
beni sever, bende onları severim avazesini[60] dinlemek istedin mi, bir
gün? Bilmiyorum ki. Böyle bir dert geldi mi? Bizim içün bu. Geldi mi böyle bir
dert?
Bir kabza toprağa bu kadar lütf-i inayet, düşündün mü? Değil misin
sen bir kabza? Mananı bırak, kabul etmiyorsun mananı. Zahirinde değil mi, senin
imanın? Buraya demiyor mu? Şuna değil mi? Şu senin nedir; bayrampaşa baklası,
Topkapı enginarı, vita yağı, mısır yağı, her neyse pancarın şekeri, bunların
hepsi toprak, buraya geldi tekevvün[61] etti. Bu bir kabza
toprağa bu kadar lütf-i inayet… Konuşuyorsun bir defa yaa. Konuşuyorsun da,
konuşmanın ne olduğunu bir defa bana kim anlatabilir? Senelerden beri ben bunu
sorarım. Bir adam çıkarda; bana konuşma şudur, diye bana tarif edebilir mi? İlk
önce ne konuştuğunu da bilmezsin sen? Konuşmaya başladığın vakit. Nedir o
konuşmak? Durursun durursun da birden bire başlarsın. Önce niye konuşmazsın da,
sonra konuşursun? Geldiğin âlemi unutturmadan seni konuştururlar mı hiç?
Geldiğin âlemi unutacan ondan sonra başlayacan konuşmaya.
Sinesi, hazine-i esrar-ı celal: kalbi, öyle bir ayine ki; mehbit-i[62] envar-ı[63] cemaldir insanın yahu. Bu
kadar kıymeti var. Bu şimdi böyle ucuz bir şekilde atılır mı, satılır mı bu? Bu
varlığa tahallakul bi ahlâkillah[64] denmiş.
Gelin Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın. Sureti kemaliyesine de İnnellahe haleka Âdeme ala suretihi[65].
Hakikatinin yüzü, Hakk’ın yüzü… Bu yüzün değil bunu yanlış anlamışlarda, bazı
insanlar tecavüz ederler. Bu yüzün, sen bu toprak yüzünü göstermek istiyorsun.
Anlatamıyor muyum acaba? ( Çok güzel efendim.) Burayı bir daha söyleyeyim,
belki içinizde meraklı insan vardır. Bu bir hadis-i şeriftir. Buna uzun boylu
hadistir, değildir diyerekten... bir defa büyük evliyaullah almış. Şaşırıyor da
bunun manası: Allah Âdemi kendi sureti üzerine halk etti. O kendi sureti deyince,
bu suratı anlıyor. Bu toprak suratın… Bir de hakikat suratın var. Onu görmeye
geldin, göremedin. Anlatamıyor muyum acaba? Bu senin bu toprak suratın, toprak
suratın elbette Hakk’ın suratı olur mu? Bütün dert orada… Daha kaç vücuda malik
olduğumuzu bilemiyoruz. Kabz[66] bâs[67], kabz bâs, kabz bâs.
Bunların arasında yuvarlanıp gidiyoruz. Kendimi tasarruf edemiyorum ki ben.
Kendimizi tasarruf edemiyoruz.
Sonra burası mihnet âlemi… Bu âlemde darılmak yok dayanmak var.
Biz lezzetle elemin mahkûmuyuz. Hâlbuki insan lezzet ve elemin mahkûmu
olmayacak. Hakk’ın mahkûmu olacak. Düşün kendi kendine ya lezzete mahkûm
olmuşsun ya eleme mahkûm olmuşsun. Hakiki insan Hakk’ın mahkûmu olacak. Yıkan
yerler buralarıdır bizi. Hakk’a mahkûm olmak için, başta sabır gelir. Sonra
belaya her mümin sabredebilir. Bu bir kıymettir, ama bundan üstün, daha kıymet
vardır. Nimete ise ancak sıddık olan mümin sabredebilir. Belaya sabredersin.
Nimet. Niçün, “Filan adam azdı.” diyoruz? Nimet geldi, sabredemedi azdı. Yokken
kuzu gibiydi. Belaya sabrediyordu. Makbul değil. Anlatamıyor muyum yahu? (Çok
güzel efendim.) Bu adam böyle miydi? Ne olmuş buna diyorsun. Nimet geldi azdı
işte sabredemedi. Makamı sıddıkiyyet yok. Himmet, nimet ve refah içerisindeki
sabrın kıymeti büyükSonra bunların hiç birine de güvenmek şart değil. Birde bu
var. Tam adam olabilmek için. Hepsi de emanettir. Yine kayabilir. Yoruldunuz
mu? (Hayır, hayır)
Dedemiz, muazzam adamlarmış. Bunlar, bu lacivert kubbenin altında,
bu söylenilen esasların çoğunun tatbikatını yapıp gitmişler. Çoğunun. Muazzam
adamlar. Bire on döğüşmüşler. Şimdi biz tenkit ediyoruz; “Ne lüzumu vardı?”
diyor. Adam çıldırır. Tuhaf bir şey: “Ne lüzumu vardı” diyor. “Lüzumu yoktu.”
diyor.
Birbirleriyle kardeş olmuşlar. Biz şimdi, bak hiç. Bir dostunu,
bir dostuna tanıtmaklıktan korkarsın. Ayrı ayrı yaparsan ne ala. Bir dostunu,
bir dostuna tanıttın mı; ikisi birleşir sana düşman olur. Bu hastalık da nerden
geldi, onu da bilmem? Hâlbuki, yek vücut olacak. Birisini, bir ahbabını bir
ahbabınla tanıştırdın mı zaman geçiyor, ikisi birleşiyor sana düşman oluyor.
Esas yokta, ondan. Esas yok. İvazlı[68] garazlı[69] dostluk… Geçen konuşmada
söylediğim gibi değil. İvazlı garazlı. Benlikli. Hâlbuki hakikatte vücut, bir
vücuda münhasırdır. Bunu bize Kudret derste kaçırır ama idrak edemeyiz. Mesela;
Allah göstermesin, şurada birisi bir şeyin altında kalmış olsa; siz, böyle şey
edersiniz. E o oluyor, sana ne? Hayır ders kaçırıyor, yabancı değilsiniz diyor,
Allah. Yabancı değilsiniz. Öyledir o.
Mecnuna, -Kays, Kays ismi onun. Onu hikâye olarak dinleme, bu
kubbe altında yaşamış bu insanlar.- Mecnun, asıl ismi Kays’tır. Bir emirin
oğludur. Leyla’da bir emirin kızıdır. Bunlar böyle hikâye değil, bu yaşanmış.
Mecnun’e sahranişin[70]
olmuş. Leyla’yı vermemiş babası… Süfliyat[71] da aklınıza getirmeyin. O
bizim romanda okuduğumuz.... hani, filanca ne oldu? Evleniyorlar, âşık olmuşlar
birbirlerine, şimdi boşanıyorlar. Canım, bu aşk kelimesi Allah’ın ismi,
Muhammed’de onun cismidir. Böyle adi şeylere koymasanız ya böyle şeyi… Fatih’te
sevdi, Şehzadebaşı’ndan soğudu, Beyazıt’ta boşadı. Ne konuşuyoruz şimdi?
Kad enâr el-aşk-ı li'l-'uşşâkı
minhâci'l-hüdâ
Sâlik-i
râh-ı hakîkat aşka eyler iktidâ
(Aşktır
ol)[72]
neş'e-i kâmil kim andandır müdâm
Meyde teşvîr-i harâret neyde te'sir-i
sadâ[i]
Bu aşk böyle,
uydurma şey olur mu? Yoruldunuzsa keseyim (hayır, hayır) Öyle muazzam iş o.
“Mecnûn ki ‘Lâilâhe illâ’ der idi
Teklîf-i şuûr eyleseler ‘lâ’ der idi
Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim
Mevlâ diyecek mahâlde Leylâ der idi”[73]
Bir şey anlatamadım
zannedersem. Bu kadar güzel ki; mesela La ilahe illallah, la ilahe illallah...
İmanın esası bu değil mi? Bunu dedi mi bir adam; sadıkta kaldı mı, dar-us
selamda. İş sadık kalmasında yalnız. Mecnun ki Lailahe illa der idi /Teklifi
şuur eyleseler, La der idi… Şimdi,
La ilahe illa, oradan sonraki lafza-i celali söylesene. Teklifi şuur ediyorlar,
söylesene diyorlar, hayır diyor. Neden hayır diyor? O kadar kendinde değil ki;
kendinde değil de, delide zannetme, aptalda zannetme, komada da zannetme. Öyle
değil. Bu kalıbında değil ki; bize göre kendinde değil ki, o O’nda. Bunun daha
kelimeleri yok. Mecnun ki Lailahe illa der idi / Teklifi şuur eyleseler, La
der idi, / Ol mertebe meşgul idi Leyla ile kim, Mevla diyecek yerde Leyla der
idi. Şimdi sen yukarıyla aşağıyı birleştir. Neyse bize orası lazım değil.
Ben şunu misal verecektim
size. Babasına Mecnun’un -emir ya- sahrayı beyabanda[74]
Mecnun’a rast gelmişler. Tuyur[75]
ile oturup kalkıyor. Hissi bir söz diye dinleme: değil o Mecnun, biz yetiştik,
Hafız Sami Efendi vardı, Meşhur. Çoook muazzam muazzam kelli ferli adamlar, o
kendisine mahsus sedası ile sandalda Kahtane[76] gezintileri
olduğu vakit, o lahuti sedasını bir çıkardı mı, hoop sandaldan atanlar olmuştur.
Karaköy’ün başında bir cami vardı, istimlaktan evvel, şöyle minaresi Arap
tarzı. Orada ezan okundu, okurmuş, ezan okuduğu vakit köprüde bir adamın ayak
atması imkânı yok. İnanmış inanmamış, kabul etmiş, etmemiş, bu manaya girmiş,
hariç manada bulunmuş, kim olursa, rap dikiliyor böyle, tutuyor adamı. İkiye
bölünürmüş köprü. Ama otuz beş senede böyle halka serbest vaziyette okuyamadı.
Okutmuyorlar, derdi. Pek ender. Sabah namazına bir iki saat kala Edirnekapı
mezarlıkları istifade etti. O mezarlığa gider, hele faslı baharda, bütün
bülbüller başının üzerine konduğu görülmüştür. Okumaya başladığı vakit.
Anlatamıyor muyum acaba? Öyle. Okuyamadı. Okuyamadı.
Yalnız bir şeysine şahit
olmuşum. Bir gün benim yanımda oturuyordu. Bir efendi geldi. Bir genç, on altı,
on yedi yaşında. Kur-an’ı güzel okuyor. Oda var. Ben rica ettim, çünkü bazı
birisi okursa, güzel olursa, oradan pek ender olarak alıp okuyor. Belki okur
diyerekten. Çünkü, bazı insanlar bilmez halden de; efendim yapsanıza etsenize… Yav,
demek ki manen rahatsız bir adam, ısrar olur mu? Kendine bırakın, olursa olur.
Okurken ağlamaya başladı. O genç bitirdi. İzin almaya elini öpmeye gitti. Oğlum
dedi, dikkat et bana: İlerde daha çok feyizli olursun ve olacaksın, istidadın
var. Yalnız sakın, ben okuyorum diye bir şey geçerse, benim
gibi olursun. Ben bir gün, “Ben okuyorum işte.” dedim. Otuz beş senedir bana
okutmuyorlar dedi. Bu vasiyetimi dinl,e dedi. İşte öyle.
Buda bizim konuşmamıza mühim bir yerdir. Dikkat edilirse, insan
çok şeyler alabilir. Anlatamıyor muyum acaba? Çok şeyler alır. Hiç gözümün
önünden gitmez. Zaten şöyle bir serbest bir adam, genişçe bir zat, Hafız Sami Efendi.
Çocuk elini öptü, ayrılırken, şöyle; “Oğlum!” dedi, “Çok feyze nail olacaksın,
hayran oldum okumana. Çok ilerlersin daha inşallah, yalnız sakın gönlünden
böyle bir şey geçerse, benim gibi olursun. Ben bir gün okurken “İşte ben
okuyorum.” dedim, otuz beş senedir bana okutmuyorlar ve okuyamıyorum dedi. İzin
verirlerse dedi.
Mecnun, böyle sahrayı beyada[77] (?28:13) görmüşler.
Babasına anlatıyorlar; sizin evladınızı gördük böyle böyle… Bir çare bulun.
Neler söylemiş, neler? Oğlu zannediyor ki böyle, bizim bildiğimiz şekilde. Öyle
değil. Bambaşka bir iş… Rikkate gelmiş yine tekrar, çıkmış kendisi bizzat
bulmuş. Anlatıyor, evladım diyor; bir tek oğlumsun, saltanat sana kalacak,
senin rakibin yok, kimsen yok, yapma… Bu pederine ihanettir. Ne istersen, ben
hepsini yapabilirim. Uzun boylu söylüyor. Söz bittikten sonra dönüyor, kimsiniz?
Diyor. Evladım babanı tanımıyor musun? O cümleyi söylerken, birden bire bu
kolundan fışşş bir kan, böyle babasının yüzüne doğru. Ani. O kan böyle fışlamış
damardan, oda Kudrete hitaben “Fassad[78], neşterin aheste vur, zira Leyla’nın kanı Mecnun’un
azasındadır”.
Hakikatte bir vücuda münhasırdır dediydim ya, onun içün bu misali veriyorum. Ne
o? Demiş. Ne olacak diyor, Leyla’yı bir operatör şimdi ameliyat yapıyor, koluna
neşter vurdu. Oradan kan fırtlarken, bizden de fırlamaya başladı işte. Vücut bir
vücuttur dedi, gidiyor buradan da. Haa, babası demiş ki pekâlâ yavrum ben hata
ettim. Senin sahan başka beni affet. Anlaşılıyor mu?
Bu
tabiatıyla mahall-i imtihan olan dünyada bunları bir parça görmek icap eder.
Söz halinde lüzumu kadar anlaşılmaz. Gönül olacak, anlayacak. Gönül. Gönül;
insanı, gönül sahiplerinin mahallesine götürür. Gönül; insanı, gönül
sahiplerinin mahallesine götürür. Ten, nefiste, beşeriyet zindanına sürükler
götürür. Gönlün gıdası aşktır, imandır, manadır. Allah’ta bol bol alın diyor.
Ücretsiz, minnetsiz, külfetsiz veririz diyor. Beşeriyet zindanından çık, diyor.
Cenin harekete gelince, havası bahşedilir. Anne karnında çocuk harekete geldiği
vakitte, zaikası[79],
şemmesi[80],
lamisesi[81],
samiası[82],
gözü, bunlar harekete gelmeden verilmez. Harekete geldi mi, derhal verir Huda.
İnsan da bu beşeriyet zindanında harekete geldi mi, kudret ona lazım gelen
havasını verir.
Çokta
zor değildir. Pek çok zor değildir. Az bir parça sebat lazım. Az. Tercih
yapabilirsen bu asırda çok kolay. Tercih... Geçen konuşmada da söylemiştim,
tercih yapabilirsen. Neyi tercih? Şimdi Allah’ın beş suali vardır. Öyle söyler:
[83]
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ
وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ Elbette ve elbette, öyle de acayip emreder
ki; bir lam getirir, bir şedde getirir. Beş imtihan sualde… Elbette ve elbette,
sizi öyle boş mu bırakacağım? İmtihan edeceğim diyor, Allah. Korkudan. Korkulu
hadiseleri gözünüzün önüne dikeceğim, bakalım tercih edecek misiniz, edemeyecek
misiniz? Hak ve hakikatı, benim Resulümü tercih edebilicen mi, edemiyecen mi?
Açlık, iyi ama bu işi kaybederim. Güzel bu böyle ama, bu işi kaybederim. Çoluk
çocuk var. Ağır işler. Ben buna kırk sene emek verdim, bunun bir dakikada dağılma
imkânı var. Öyle diyor, imtihan ediyorum diyor. Açlık.
Ya
kolay mı azizim, bu hakikat? Kolay iş değil ki. Ya biraz evveli kolay dedin. E
kolay netice itibariyle terk edemediğimiz şeyler; neticesi cife olan şeyler
değil mi? Aldanıyoruz işte. Ben kendime söylüyorum, kendime kendime… Yooo.
Kendime.
وَنَقْصٍ مِّنَ
الأَمَوَالِ İyi ama bütün mal mülk hepsi gidiyor. Buna
uyarsan. Öyledir. Öyle yerinden yakalamış ki: وَالثَّمَرَاتِ Yemişleriniz. Onu ehl-i
zahir bahçedeki yemişler, bağ, bostan… Bu konunun ne kıymeti var? O değil.
İnsanın yemişi semere-i efalı (?1:35:40) olan evladıdır, evladı. Ciğerpare
yavrusu, evlat... İmtihan. Hak ve hakikati anlatıyorsun da seninle alay ediyor.
Bırak şimdi. Bu işleri bırak şimdi. Bardak değil ki; kirlendi deyip atasın.
Elbise değil ki; lekenmiştir deyip de satasın. Evlat. Ne ağır sual, ne ağır
imtihan. Semerat. Ne yapalım, bu evin kapısından içeri girersin ama gönlünde
yok. Ağır. وَالأنفُسِ Canlarınız, kendi canı, icabında oda gider. Beş sualle
imtihan ederler. Yalnız şimdi biraz kolaylaşmıştır, tatbikatı zor olmakla
beraber. Yoksa her asırda bu beş sualin imtihanı böyle cayır cayır geçer. Ondan
sonra وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ diyor. Benim Resulüm
bundan muvaffak olanlara tefh[84]ir eder.
Neylen tefhir ettiğini söylememiş. Ne demek lazım o halde? “Allahlığıma ne
yakışırsa öyle karşılarım.” Kıymette burada. Şununla bununla.. öyle demiyor.
Artık benim şan-ı uluhiyetime ne yakışır? Bu imtahanda muvaffak olana… Onun
içün men lem yelid merrateyni lem yelid melekûtes-semâvâti[85] İnsanlar iki defa doğmadıkça semavatın
kapısı acılmaz. Bir defa doğuşu anasından doğuşudur, ikinci doğuşu da ruhunu
nefsinin esaretinden kurtarışıdır. Buraya dikkat et. Ondan sonra iş başlar. Evvela
rikkat gelir sana. Rikkat geldikten sonra tercih gelir. Acımak çok. Bak her gün
merhametin artıyor mu, artmıyor mu? O kadar incedir ki; söylerken bile gönlüm
de bir tuhaf hal oluyor. Hazreti İbrahim (as); birisi buzağı keserken anası
bakıyormuş, bu inek bu da buzağı, bu buzağı seb[86]’ederken
bu buzağının annesi buna bakıyormuş. Hazreti İbrahim; oradan o buzağının
sahibine; “O ineği çevir, görmesin.” demekte biraz geciktiğinden dolayı, “Kes
oğlun İsmail’i!” dedi. Bu insanlık o kadar ince bir iştir. O kadar ince bir
iştir.
O vakit müşahede olur azizim. İşte mesela hep
böyle gidiyor bizim ömür. O yalnız yemek içmek, ithalat ihracat… Bir şey
çıkmıyor ki bundan. Yarın değişecek değil ki: İthalat ihracat başka bir şey
yok. Eee hayvanda yer, içer, tenasül eder. Bizim yok mu bir farkımız? Müşahede…
Üç türlüdür. Rabb’i müşahede, Rab’ten müşahede, Rab içün müşahede. Bunların hiç
birisi de yok. Ne birincisi, ne ikincisi, ne üçüncüsü… Yine kendime söylüyorum
yanlış anlamayın. Anlatabildim mi?
Bunun içün gelmişiz. Rabb’i müşahede, Rab’ten
müşahede, Rab içün müşahede. Ne birincisi var, ne ikincisi var, ne üçüncüsü
var. Boyuna vitamin yapıyoruz. Ters anlama. Yanlış... Konuşmaya da korkuyorum.
İnceliğini anlatmak içün söylüyorum. Zanneder birisi de tıbbın aleyhinde, ilacın
aleyhinde… Hayır, inceliğini anlatmak için söylüyorum. O manaya değil. Bedeni
kuvvetlendirmek için yapıyoruz. Hüner; canı kuvvetlendirmeli, canı. Yani “O’nun
ilacını niye yapmıyoruz?” demek istiyorum. Boyuna bedeni… Bugün bu iğne...
Bende yapıyorum ya, kendime. Yaaa. Ne iğneler yapılıyorum, ne haplar içiyorum?
Ama canıma hiçbir şey yaptığım yok. Hüner beden kuvvetinde değildir, can
kuvvetindedir. Eğer kuvvetli olsaydı, öküz benden çok kuvvetli ama öküz. Bugün
ki konuşma bu kadar yeter.
[1]
Tesmi: (Çoğulu: Tesmiât) (Sem'. den)
İşittirme, duyurma
[2]
Tashih: düzeltme
[3]
Rapt: bağlanma
[4]
Mezahir: Şereflenmeler. Mazharlar.
Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.
[5]
Asr 1,2,3. Ayetler; إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ﴿٣﴾ إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ﴿٢﴾ وَالْعَصْرِ ﴿١﴾ Meali: Ancak iman edip iyi
işler yapanlar, birbirlerine hep hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiyeleşenler
başka.
[6]
İtmam: Tamamlamak. Bitirmek. İkmal
etmek. Tekmil etmek
[7]
Tevcih: 1.Döndürmek, yöneltmek. 2.Tefsir
etmek. 3.Birisini bir tarafa göndermek. 4.Rütbe vermek. 5.Bir kimseye söz
atmak. 6.Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz
kullanmak.
[8]
Mütecâviz: Sınırı geçen.
[9]
Natıka : (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme
kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.
[10]
Kavl: Söz, ifade.
[11]
Takrir: 1.İyi ifade etmek. Bildirmek.
2.Ağzından anlatmak. 3.Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek. 4.Resmî
olarak yazı ile bildirmek. 5.Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek.
6.Siyasî nota.
[12]
kûy كوی 1.Köy. 2.Sokak.
3.Sevgilinin evinin bulunduğu yer
[13]
kerahet 1.İğrenme, iğrençlik, mekruh
oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. 2.İstenmiyerek, zorla. 3.Fık: Şer'an
yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması
[14]
İstihza alay etme
[15]
Bahr-i sefid Ak deniz
[16]
hars Koruma. Muhafaza etmek. Hırz
mânasınadır
[17]
Küll : Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve
istiğrak üzere ifadeleri.
[18]
ferş 1.Yer. Yeryüzü. 2.Döşeme. Döşeyiş.
Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey
[19]
Müvellid-ül Ma : Su tevlid eden. Hidrojen.
[20]
Müvellid’ül humuza : Ekşilik, oksitlenme meydana getiren. Oksijen.
[21]
naib 1.(Nevb. den) Vekil, birinin yerine
geçen. 2.Şeriat hâkimi olan kadı vekili. 3.Nöbet bekleyen.
[22]
Bakara 30 وَإِذْ
قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي
الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا
وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ
إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ Meali: Ve düşün ki
rabbin melâikeye «Ben Yerde muhakkak bir halife yapacağım» dediği vakıt «Â!.. Orada fesat edecek ve kanlar dökecek
bir mahlûk mu yaratacaksın? Biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken»
dediler. «Her halde ben sizin bilemiyeceğiniz şeyler bilirim» buyurdu.
[23]
Tenakehu : تَنَاكَحُو : Evlenin (Aşağıdaki hadis-i şerifte
geçmektedir.)
تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَاِنّ۪ى أَبَاه۪ى بِكُمُ الْأُمَمَ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ حَتّٰى بِالسَّقْطِ.
“Evlenin çoğalın. Zira doğan çocuk düşük de olsa, kıyamet günü ben sizin
çokluğunuzla iftihar ederim. (İhyâu Ulûmid- Dîn, Cild-2, Hadis No: 74,
Sayfa 61)
[24]
Ebu Davut ibnül-Humam, Fethul Kadir. c.2 sh.22, Muttakî, lX, 661.
[25]
Mevrusat : Mirastan gelenler (En yakın kelime olarak bunu bulduk.)
[26]
Meskut : Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş.
[27]
Nâçâr: 1.Çaresiz, sorunda. 2.İster
istemez.
[28]
Mukteza: Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen.
[29]
İktiza: 1.Lazım gelme, gerekme. 2.İşe
yarama, yararlık
[30]
Tevbe 128. Ayet: لَقَدْ
جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ
عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Meali: Andolsun ki, size kendinizden gayet izzetli bir
peygamber geldi; zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze çokça titriyor;
mü'minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. (raûf, rahîmdir.)
[31]
Muvakkatt : Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[32]
Ferih: Sevinçli, ferahlı. Fahur. Ferhan.
[33]
Fatır 43 اسْتِكْبَارًا
فِي الْأَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِ وَلَا يَحِيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلَّا
بِأَهْلِهِ فَهَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا سُنَّتَ الْأَوَّلِينَ فَلَن تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَبْدِيلًا وَلَن
تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَحْوِيلًا
Meali: Bu,
yeryüzünde bir büyüklük taslamak ve suikast düzenlemek istediklerindendir. Oysa
kötü tuzak, yalnızca sahibinin başına geçer. O halde öncekilerin kanunundan
başka ne gözetirler?! Sen Allah'ın kanununda asla
bir değişiklik bulamazsın, Allah'ın kanununda asla bir sapma da
bulamazsın!
[34]
İhtira: icat, buluş
[35]
Nur 35 اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ
نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ
كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا
شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ
نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ
اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Meali: Allah, Semavât-ü Arzın nûrudur, nûrunun temsili
sanki bir mişkât; içinde bir mısbah, mısbah bir sırçada, sırça sanki bir
kevkebi dürrî (bir inci yıldız), mübarek bir ağaçtan tutuşturulur: bir
zeytundan ki ne şarkîdir ne garbî, yağı hemen hemen ateş dokunmasa bile zıya
verir, nûr üzerine nûr, Allah nûruna dilediğini hidayet buyurur ve insanlar
için meseller darb eyler ve Allah, her şey'e alimdir.
[36]
34. madde
[37]
Menfuh 1.Üfürülmüş. 2. Nefholunmuş
Meali: Binaenaleyh
onu tesviye ettiğim ve içine ruhumdan nefheylediğim
vakit derhal onun için secdeye kapanın.
[39]
Enis: 1.(Üns. den) Dost, arkadaş,
ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
[40]
İtminan: Emniyet içinde olmak. İnanmak.
Mutlak olarak bilmek. Kararlılık
[41] Afganistan’in kuzeyinde eski bir yerleşim yeri.
[42] Ârif : Babası tanınmış kadılardan Kastamonulu
Sâlim Efendi’dir. Reisü’l-küttâb Ârif Efendi sanıyla tanındı. Üçüncü defa
nişancılık görevinden azledildikten sonra 1817de öldü. Türkçe, Arapça ve Farsça
şiirler yazan şâirin bir de divanı bulunmaktadır.
[43]
Müsterah : 1)Dinlenme yeri. Rahat edecek yer. 2) Ayak yolu, Abdesthane, hela
[44]
Bisat: 1.Yaygı 2.(Çoğulu: Büsüt) Döşek. 3.Döşeme, kilim, minder.
[45]
Gadr: Hâinlik, vefâsızlık,
merhametsizlik. Muâmelede aldatmak
[46]
Şefi’: Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden.
[47]
Salık vermek: Bir şeyin bulunduğu yeri haber vermek.
[48]
Vekilharç: Bir konağın alışverişini yapmakla görevli kimse.
[49]
Tarafeyn iki taraf.
[50]
Tağyir: Değişme, değiştirme.
[51]
Kuteybe bin Said’den rivayetn, Buhari.
[52]
Tevzi: Hissesine düşeni pay etme. Dağıtma.
[53]
Hemen Had uygulanır. Ceza verilir anlamında
[54]
Muzur ziyan veren, zararlı
[55]
Maide 54 يَا
أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي
اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ
أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي
سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ
مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ meali: Ey o bütün iyman edenler! İçinizden kim dininden dönerse
duysun: Allah onun yerine öyle bir kavm getirecek ki Allah onları sever,
onlar Allahı severler, mü'minlere karşı boyunları aşağıda, kâfirlere karşı başları
yukarıda, Allah yolunda mücahede ederler, dil uzatanın levminden korkmazlar,
işte o Allahın fazlıdır, onu dilediğine verir, ve Allah vasi'dir, alîmdir
[56]
İbtida: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En
önce, başta
[57]
Bezm: Sohbet meclisi. Muhabbet yeri.
Yiyip içme, îş u nûş. Meclis
[58]
Kûşe: Köşe
[59]
Ravza : Sulu yer, bahçe, bostan, çimenlik yer.
[60]
Avaze: Nam, şöhret, ün. Yüksek ses
[61]
Tekevvün: 1.(Çoğulu: Tekevvünât) Vücuda
gelmek. Meydana geliş. 2.şekillenmek. 3.Var olmak.
[62]
Mehbit: Bir şeyin indiği yer. İnilecek
yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer
[63]
Envar: (Tekili: Nur) Nurlar, ışıklar,
aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar.
[64]
“Allah’ın Ahlakı ile ahlaklanınız.” Mealideki Hadis’İ şerif.
[65] “İnsan, Allah’ın suretinde halk edilmiştir.”
Mealindeki Hadis’i şerif.
[66]
Kabz: Tutma, kavrama
[67]
Bâs: Gönderme. yeniden dirilme
[68]
İvaz: Karşılık olarak verilen şey.
Bedel
[69]
Garaz: 1.(Çoğulu: Ağraz) Maksat, niyet,
gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin. 2.Ok atılan nişan. 3.Izdırab. Acı. 4.Zelillik.
[70]
Sahrânişin: Çölde yaşayan
[71]
Süfliyat: Fâni dünya ile alâkalı işler.
Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri
[72]
Üstad, şiiri okurken burayı atlamış.
[73]
Yenişehirli Avni Bey’in beyitleri
[74]
Beyaban: 1.Çöl. Sahra. 2.İmar olunmamış
arazi. 3.Kır.
[75]
Tuyur: Kuşlar
[76]
Kahtane: Kağıthane, Göksu Dersi boyunca mesire alanı.
[77]
Beyad: Mahvolma, yok olma, hiç olma
[78]
Fassad: (frs) Cerrah.
[79]
Zaika: (Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad
alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa
[80]
Şemme: koklama
[81]
Lâmise: Dokunma hissi, duygusu. El ile
olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.
[82]
Samia: Duyma, işitme duygusu, işitme
kuvveti
[83] Bakara 155. Ayeti kelime: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ
مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ
وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ Meali:
Çaresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, candan ve ürünlerden
eksiklik ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabırlıları.
[84]
tefhir 1.Fahirlendirmek, gururlandırmak.
2.Gâlip olmakla hükmetmek.
[85]
Mümin Suresi 11. Ayete atıf yapan bir hadis;
Mü’min Suresi 11. Ayet “Kâfirler diyecekler ki: "Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı?” (H. Yazır Meali)
Mü’min Suresi 11. Ayet “Kâfirler diyecekler ki: "Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı?” (H. Yazır Meali)
[86]
Seb : 1) Bir kimseyi değnek veya kamçı ile dövmek. 2)Boğmak
Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm
Meyde teşvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ
Meyde teşvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ
Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i aşktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ
Eylemez halvet-sarây-i sırr-i vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ
Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ
Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ
Aşk kilki çekti hat levh-i vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hak isbâtında neyf- mâ’adâ
Kim ola sâbit Hak isbâtında neyf- mâ’adâ
Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun aşktan
Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ
Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ
Vezin:
Fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lün.
(FUZULİ)
0 yorum:
Yorum Gönder