K 255 (
02.03.1966) 65 dk 255
Bunları
gayet muazzam bir şekilde tarif ediyor, tavsif[1]
ediyor. İnsan diyor, âdem diyor, hayvan-ı natık[2]
diyor… Eski konuşmalarda bunları, ben size gücüm yettiği kadar anlattım. Kime
insan diyor, kime âdem diyor, kime canlı konuşan, yani hayvan-ı natık
diyor? Sizde bir konuşan var, bende
dinleyen var; yahut bende bir konuşan var, sizde dinleyen var. Bunun mecmuuna
insan denir. Bir tarifte… İnsanın tarifi çok uzun, bitmez... Gayet uzun. Nasıl
tarif edilebilir? Şimdi biz burada, şöyle toplu halde bulunuyoruz. Nihayet
zahirimiz, dış görünüşümüz; et, kan, kemik torbasından ibaret. Fakat içimiz…
Sizde bir akıntı var. Ne bidayeti, mutasavver[3] ne nihayeti…
Tutamazsınızda. Hepimizde ayrı ayrı… Eee, nasıl tarif edeceğiz böyle, ayrı ayrı
manayı? Kiminiz dinliyor, kiminiz dinlerken konuşuyor. Belki harici vaziyette
bir şeyi de temaşa ediyor. Bu vücut acayip... Nasıl bunu tarif edebiliriz?
Birimizin şu andaki hali diğerimizde ayrıdır. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?
Nazarlar acayipte.
Hepimiz bir varın tecellisinin mazharıyız[4]. Müstakil vücudumuz yok. Vücut, bir vücuda münhasır[5]… İnsanlık âlemi; bunu idrak ettiği gün, huzur gelir. Bu bir kısa cümledir amma çok büyük kitaplar yazılabilir. Tekrar ediyorum cümleyi: Vücut, bütün vücutlar bir vücuda münhasırdır. Bugün ki beşeriyetin inlemesi, bunun farkında olmadığından dolayıdır. İlmen çok yükselebilir. Her vakit söylediğim gibi; fennen, çok gözleri kamaştırıcı şeyler meydana getirebilir. Felsefesi, fikirleri durdurur ama bununla felaha kavuşabilir mi? Kavuşsaydı, bugün ki inlemek olmazdı. Niye insan âlemi inliyor? Onun raporunu kimse hazırlamıyor. Efendim, iktisadı bilmem şu da, bilmem işte şu filanda …. Onlar suret-i zahirede[6] oyuncak, oyuncak. Evet, yine o söyleyeceğim cümlelere bağlıdır.
Hepimiz bir varın tecellisinin mazharıyız[4]. Müstakil vücudumuz yok. Vücut, bir vücuda münhasır[5]… İnsanlık âlemi; bunu idrak ettiği gün, huzur gelir. Bu bir kısa cümledir amma çok büyük kitaplar yazılabilir. Tekrar ediyorum cümleyi: Vücut, bütün vücutlar bir vücuda münhasırdır. Bugün ki beşeriyetin inlemesi, bunun farkında olmadığından dolayıdır. İlmen çok yükselebilir. Her vakit söylediğim gibi; fennen, çok gözleri kamaştırıcı şeyler meydana getirebilir. Felsefesi, fikirleri durdurur ama bununla felaha kavuşabilir mi? Kavuşsaydı, bugün ki inlemek olmazdı. Niye insan âlemi inliyor? Onun raporunu kimse hazırlamıyor. Efendim, iktisadı bilmem şu da, bilmem işte şu filanda …. Onlar suret-i zahirede[6] oyuncak, oyuncak. Evet, yine o söyleyeceğim cümlelere bağlıdır.
Mesela
bugün beşeriyeti sarsan nokta, parayı gaye ittihaz[7]
etmeleridir. Para... - Dikkat edin. Çok ince bir yerdir. Mühim bir yer.- Para,
gaye ittihaz edilince insanlık inler. Yaaa para yooo. Para; vasıta ittihaz
edilmeli. Daha çok kâr eder. Gaye ittihaz ederse kendi yıkılır. Vasıta ittihaz
ederse parayı, vasıta olarak kullanırsa; gaye olarak değil vasıta olarak
kullanırsa, insanlık inlemez. Gaye olarak kullanırsa, insanlık inler. Bir şey
anlatamadım galiba. Bugün konuşmamın an yeri bu. Bu cümleyi söylemek için
çıktım. Gaye olarak ittihaz.. Gaye ittihaz ederse, ihtirasat-ı nefsaniye hiçbir
vakit tatmin olmaz. Vasıta ittihaz ederse, işin şekli değişir. İşte bugün ki
beşeriyet, parayı gaye ittihaz etmiştir. Neden gaye ittihaz etmiştir? Şimdiye
kadar söylediğim şeyler… Vücut, bir vücuda münhasır olduğunu idrak
edemediğinden dolayı… İri iri kafalar toplanıyor, kocaman kocaman insanlar
birleşiyor, şöyle olacak böyle olacak. Hiçbir şey olmaz. Hastalık teşhis
edilmemiş. İstediğin kadar ilaç ver. Bir doktor hastalığı teşhis edemezse, ne
kadar ilaç verirse o hastayı büsbütün berbat eder. Hastalık teşhis edildikten
sonra, ilaç fayda verebilir.
Onun
içün ahlâkın kısa tarifleri vardır. Ahlâkın kısa tariflerinden biri de, budur:
İnsana bütün meziyetini kendisine bulmasını emreder. Bugün ki insanlık âlemi
kendi meziyetini bulmak sevdasında değildir. Acaba anlatabiliyor muyum? Kendi
meziyetini… Ben Kudret’in nesiyim? Beni buraya kim çekti? Buraya beni kim
çekti? Bunun farkında değil. His nuru, Hak nuru ile tezyin[8]
edilmedikçe insan felaha kavuşabilir mi kardeşim? Bugün beşeriyet, bilmem ya...
his nuruna sahip mi değil mi? Farz edelim ki sahip: His nuruyla yalnız kâm[9]
alabilir mi? Muradına erebilir mi? Felaha kavuşabilir mi? His nurunu hak nuru
ile tezyin etmedikçe buna imkân var mıdır? Bir göz ki, Allah nurunu görmezse; o
gözün kör olması, var olmasından hayırlıdır. Hak visaline[10] erişmek içün iki gözden olmak, pek değersiz
bir şeydir. Yok! Eğer Hak nurunu görmeyecekse, böyle kötü gözün insanda lüzumu
bile yoktur. Neden? Pek ariyet[11]
bir şey, pek ariyet...Gözlüğe ihtiyacım var, perde geldi, artık görmüyorum.
Nihayet, hiç görmeyeceksin o biçim kalırsa. Ama Hak nuru ile onu tezyin edecek
olursan, his nurunu; görüleceği görürsün. Beşer bundan mahrum yaşıyor ve onun
içün huzura kavuşamıyor. Bundan dolayı... Vücut bir vücuda münhasır… Bu zevki
beşeriyetin tatması şarttır.
Allah
tenezzül etmiş, tenezzül etmiş, bizim şanı şerefimizi, meziyetimizi kendisi
beyan etmiş. Tenezzülat-ı subhanisiyle tenezzül etmişte, bizim meziyetimizi,
varlığımızı kendisi beyan etmiştir. [12]
كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ ً وَلَقَدْ demiştir. Âdemoğullarını
tekrim[13]
ederim, onları teşrif kıldım. Bunu hep söyleriz ama inceliği üzerinde durmayız.
Âdem evladını yani bizi, kendisi öyle diyor ki; hem öyle söylüyor ki, o kadar
tenezzül ediyor da işi o kadar kati beyan ediyor ki; azamet-i kibriyama yemin
ederim ki; biz âdemoğlunu tekrim ve teşrif ettik. Âlem-i itlak[14]
(?11:32) her beşer Kudret tarafından tekrim ve teşrif edildiği halde, neden
birbirimize hakaret ediyoruz? Kimin Hakkı var birbirini ezmeye? Bilmem inceliği
anlatabiliyor muyum? Huda kasem ediyor; Ben, şanı ulûhiyetime kasem ederim ki;
ben âdem evladını tekrim ve teşrif eyledim. Eee o halde Kudret’ten verilen bu
büyük imtiyazı… Birbirimizi neden yiyoruz biz? Gaye, Hakk olmadığından dolayı
yiyoruz. Cevabı bu. Gayemiz hak değil. Eğer sen hakikaten Kudret’e iman
etmişsen, benim bu varlığım kendi kendimden değil, kudretin bende hususi bir
imtiyazı var diye, o zevk ile yaşıyorsan, Kudretin o beyanına da inanman lazım
gelir. Birbirimizi yemememiz lazım gelir. Hakkı yok. Bazı insanlar bu cümleden
tevahhuş[15] ederler.
Açacağım onu da.
Bir
vücuda inhisar[16] edin, o
birlikten Hakk’ı murat ettin.... Aman çok dikkatli dinleyin, ilk söylediğim
sözdür çünkü: Konuşmanın en muazzam yeri… O halde bu vücutlar Hakk’ın aynı
mıdır, küfv[17]ü müdür,
şebihi[18]
midir, naziri[19] midir?
Hayır. Lisan-ı hakikatte o mana tahsil edilmez ki. Eee aşikara söyledin, o mana
nasıl tahsil edilmez?
Misal
vereyim: Deryadan bir katre alırsınız, bu katre deryanın aynıdır diyebilir
misiniz? Bu katre deryanın küfvüdür diyebilir misin? Bu katre deryanın
şebihidir diyebilir misin? Bu katre deryanın naziridir diyebilir misin?
Diyemezsin. Derya deryadır, katre katredir. İnsan insandır, Hak Hak’tır. Fakat
o katre, deryanın haricinde değildir. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Kemiyet,[20]
keyfiyet itibariyle o katre deryanın aynı değildir. Kemiyet, keyfiyet
itibariyle o katre deryanın, şebihi değildir. Kemiyet, keyfiyet itibariyle o
katre, deryanın naziri değildir. Derya deryadır, katre katredir. Fakat katrenin
bizatihi vücudu yoktur, deryadandır. Anlatamadım mı acaba? Konuşmanın en zevkli
ve en zor yeri… En mühim yeri… Bunun zevkini Kudret hepimize tattırsın. Bunu
tadarsak ve bu tattığımızı da kâinata yayarsak, âlemi insaniyete hizmet etmiş
oluruz. Ama kısmet meselesi… O da ayrı bir iş.
Beşeriyet bunun farkında olmadığından dolayı, bugün işte birbirini yiyor. Ve yer. Öyle dedi, Huda: Cümleyi tekrar edeceğim; Cenab-ı Hak Tenezzülat-ı subhanisiyle tenezzül etti, çok iyi anlaşılsın diye kendisi beyan etti. Başka bir varlık beyanı değil. Meziyetini insanın meziyetini anlatmak için وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ ً Zat-ı kibriyama kasem ederim ki; - Yemin ediyor Allah. Bu ne muazzam bir tenezzül-i subhanidir? Üzerinde ne kadar durmak lazım gelir? Ne kadar durmak lazım? – Nam-ı azamet-i kibriyama kasem ederim ki; biz âdemoğullarını tekrim ve teşrif ettik. Eee Kudret tarafından her birimizin böyle büyük bir imtiyaza… Kudret bizi bununla beyan ettiğine göre neden biz birbirimize hakaret ediyoruz? Neden eziyoruz? Niye inletiyoruz? Kimin hakkı var? İşte beşer bunun farkına ne vakit varır; ondan sonra felaha doğru yürür. Başka türlü... Eee efemdim işte, iktisadi vaziyet şöyle olursa, bilmem şu vaziyet böyle olursa... Bunlar zırıltı kardeşim. Bunlar adamın kalıbında geçer, kalbinde geçmez bunlar.
Dünya;
dünya olalı, bugünkü kadar zengin olmamıştır fakat bugün ki kadar da sefil
olmamıştır. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya üzerinde konuşuyorum, mevzii değil.
Bir yere in’isar[21]
ettirme. Dünya; dünya olalı bugünkü kadar, huzursuz insanlık yaşamamıştır.
Bugün ki kadarda ilme vakıf olmamıştır. Bunu bilin ki; bilmek başkadır, yapmak
başkadır. Şimdi biz biliyoruz, yapmıyoruz. Fikrinden yardım dilenme,
vicdanından iste. Fikrinden yardım dilendiğin müddetçe düşersin. Vicdanından isteyeceksin,
yardımı. Varsa... Tabi şart.
Beşeriyet
bugün, yalnız fikrini kullanıyor, vicdanını kullanmıyor. Onun içün Kudret’te
musluğu sıkmış, yiyin bakalım birbirinizi, diyor. Vermeyeceğim! diyor. Şunu
şöyle yaparsam, bunu böyle yaparsam, şundan şu çıkarsa, bundan bu çıkarsa… İnleee!
Vicdanından
almıyor, o yardımı oradan istemiyor. Yardımı oradan istediği gün; his nurunu,
hak nuru ile tezyin etmeye başlar. Biraz evvel söylediğim gibi: Göz eğer Allah
nurunu görmek istemezse, o gözün varlığı ile yokluğu arasında ne fark vardır?
His nuru söner kardeşim. Kendimizin başına gelmiyor mu? Yirmi, otuz, kırk;
gözlüğe ihtiyacım var, diyorsun. Ne oldu o? Biraz daha perde geldi diyorsun, biraz
daha görmüyorum, diyorsun. O halde his nuru, hak nuru ile tezyin edilecek
olursa, kâinat başka türlü görünür.
İnsanlar
içün iki nasih vardır. İki nasihat edici vardır. Biri akıldır, biri de
ahlaktır. Bunun haricinde kalırsa felakettir. İnsanlar içün iki nasihat eden
vardır: Biri akıl, biri de ahlak. Ahlak, evvela adalete kıymet ver diye
emreder. Birinci dersi oradan başlar. Adalete kıymet vermek… Adalet ne demek;
her şeyde Hakk’ı kabul etmektir. Bugün beşeriyet hiçbir şeyde Hakkı kabul
etmiyor. Onun içün inleyecek. Hepimiz kendimizden bu işe başlarsak, evvela can
sıkıntısından kurtuluruz. Can sıkıntısı var ya herkeste. Can sıkıntısından…
Öyle
can sıkıntısı deyip geçme… Hususi beyan etmiş Kudret. İttika[22]
sahibi olanı, zengin cömerdi, birde canı sıkılmayan adamı severim diyor. Durup
dururken canın sıkılıyorsa biraz kendi kendini şey et, tedavi et. Vardır bazı
insanlar öyle. Hepimizde de vardır amma nispet dâhilinde. Böyle, birde böyle,
gömülür böyle. Bu beyana karşı tehlikedir yani ya. Ama biraz evvel yaptığım
tarife girerse bunlar kalkar. Hakk’ı kabul etmek… Hangi cemiyette Hakk
taarruzdan masun[23] kalırsa,
o cemiyet o vakit; hakiki medeniyetin zirvesine, en yüksek mertebesine çıkmış
demektir. Sen istediğin kadar medeniyim de, istediğin kadar benim şu kadar
fennim var de, istediğin kadar bu kadar bilgim var de, o cemiyette hakk
muhafaza ediliyor mu? Tecavüze uğramıyor mu? Bunlar yerindedir. Uğruyor mu?
Hiçbir şeyin yok. Hiçbir şeyin yok.
Hangi
cemiyette, Hakk taarruzdan masun kalırsa, muhafaza edilirse Hakk, tecavüz oraya
edilmezse; o cemiyet hakiki medeniyetin en yüksek mertebesini almış demektir.
Öbür türlü sahte olur. Sonra ahlakta vazifenin bir en aşağı derecesi vardır,
birde üstünü vardır. En aşağı derecesi, başkasına karşı adalet, kendi nefsine
karşı ruhsat… Bir daha tekrar edeyim cümleyi, mühim yer. Bugün ana hatlarını
söylüyorum, sonra Kudret müsaade eder sağ bırakırsa bunları daha açarım. Şimdi
bunlar temel.
Vazifenin,
ahlakta vazifenin… Vazifeyi anlattım size ben. Vazife neye derler? Uzun boylu tekrar
etmeyeyim. O anlatmış olduğum vazifenin bir en aşağı derecesi var, birde en
üstün derecesi var. En aşağı derecesi, başkasına karşı adalet, kendine karşı
ruhsat… En üstün derecesini istiyorum ben. Orayı istiyorum, Der, insan bu ya.
Başkasına karşı ihsan, kendi nefsine karşı azimet[24]...
Bütün zor işleri seçiyor kendine. Kudret şuna da müsaade etmiş, buna da müsaade
emiş. Bu kolay, bu zor; zorunu yapacağım diyor. Başkasına karşı da Muhsin, ihsan
edici. Bu biraz zor sınıftır. Ama bu lacivert kubbenin altında bunu yapan
vardır. Bu zor.
Ahlakta
birinci sınıf insan olmak… Bunu tarif için söylüyorum, belki içinizde olan,
olmuş olacak istidatta kimseler vardır. Benim haddim değil, kendimi sokmuyorum
buraya. Tabi beyanlarda söylemeden geçilmez. Sevdiğini, sevdiğin üzerinde… Bir
şeyi seviyorsun; şunu dimi ya, farz edelim. Sevgin üzerinde olduğu halde,
vermedikçe ebrardan[25]
olmazsın diyor Allah. Gayet zor.
Misal.
Bu sınıfta evvela canan sonra can gelir. Evvela can, sonra canan yoktur
ahlakta. Evvela canan sonra can gelir. Zaruret içerisindesin, imtihan âlemi ya
burası… Bu âlem bir imtihan âlemidir. Beden bir arsa, bir otağdır. Şu gördüğün beden, bir arsadır, senin arsan.
Biraz evveli söylediğim gibi, his nurunu Hakk nuru ile tezyin edersen, mutlaka
her beden kendisinde bir otağ bulur. Hele Hakk kapısının aziz bekçisi olursa.
Azizi olursa. O kapıda aziz olursa… İhlasa bağlı şeyler. Sen şimdi zaruret
içindesin. Bir iş bekliyorsun. Bir de hak namına sendiğin birisi var, oda senin
gibi, aynı vaziyettesin. Geldi bir iş. Umduğunun haricinde bir iş, sana refah
verecek. “Bu dostum benden daha ehildir.” diyebildin mi? Deden böyle derdi
amma. Bu şimdi pek kolay gelmez. Belki de, böyle dersen aptal derler, deli
derler, zavallı derler. Çünkü neden? Para, gaye olmuştur, vasıta değildir. Bu
tabiri hiç unutma. Beşer parayı gaye halinden kurtarıp yalnız vasıta olarak
tutarsa, felaha o vakit kavuşacaktır. Parayı bugün insaniyet âlemi,
beşeriyet denilen saha, gaye olarak tutmuştur, hep gaye odur. Gaye olunca
ihtirasat-ı nefsaniye tatmin olmuyor. Tatmin olmayınca, ihtirasat-ı nefsaniye
ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile yıkılıyor. İşte
sahne-i âlem meydanda… Bunun aksini kimde iddia edemez. Dava açık.
Uhud
harbinde yedi kişi yaralandı. Çok yaralı var ya, yedi kişi bir hizaya düştü
yaralı olarak. Ümmü Ammare su dağıtıyor yaralılara. Bir yudum su diye bağırdı
birisi; en yakın akrabası. Sesinden anladı, koştu götürdü. Ona suyu verirken, diğer
bir taraftan oda aynı, yaranın ıstırabı ile “yanıyorum su” dedi. Bu sefer o ilk
isteyen ona; “O içmedikçe ben içmem.” dedi. Ona götürdü, diğer taraftan bu
sesler çoğalmaya başladı, mevzuu uzatmayalım hepsi, o içmedikçe ben içmem, o
içmedikçe ben içmem, nihayet o baştan o başa gelinceye kadar ilk isteyen
Allah’a gitmiş. Öteki, hepsi... hiç biri içemeden gitti. Bir şey anlatamıyor
muyum? Bu kubbe böyle insanlar yetiştirmiş. Bunlar ufak birer misali. Her
birisi Allah’ın elinden içileceği; içerek, çekilmiş gitmişler. Bunlar bu
terbiyeyi, bu vicdanı, bu manayı, nerden alıyorlardı? Hangi kitaplarda
okumuşlardı? Kim öğretmişti? Bu süs değil bu. Hazreti Mevt ile karşı karşıya
dururken, “Benim cananım benden önce su istemiştir, ona ver.” dedirten kuvvet
ne idi? Nerden bulmuştu? Bu membaı arayıp, bunun bulduğu yeri bulmadıkça
insanlar felah bulamaz. Hulasa bu.
Hür
olacak ki bunu yapabilsin. Hür, hür. Hür olmadıkça bunu yapamaz. Allah… İnsana
da hürriyet, irade ve hürriyet Allah’tan gelir. Başka yerden gelmez. Ondan
geldiğinden dolayı, insan vazifeyle mükelleftir. Ama benim anlattığım vazifeyle. Binaenaleyh
ahlak; hürmet-i vazaif[26]ten
ibarettir, diye tarif edilebilir. Ahlak nedir? Hürmet-i vazaifften ibarettir.
Şu halde hür olmanın şartı; evvela, kendi ihtirasatının, esir ve mahkûmu
olmamaktır. Sen kendi ihtirasatına esir ve mahkûm olduğun müddetçe, katiyen ben
hür bir insanım diyemezsin. Hakkın yok.
Başkasının
hukukuna riayet etmek içün insanın kendi amaline ve vicdanına hâkim olması
lazımdır. Kendi vicdanına ve amaline hâkim oldun mu, kendi ihtirasatının esir
ve mahkûmu olmazsın. Oda neyle hâsıl olur? Bağlıyorum konuşmaları, zincirleme
vaziyette; marifet-i nefs ile hâsıl olur. Bugün beşer bundan mahrumdur. Hazreti
Muhammed (sav)’ın buyurduğu gibi: Men
arefe nefsehu fekad arefe rabbehu.[27]
Kendi nefsine marifeti olmayan Hakk’a marifeti olmaz. Hakk’a marifeti olmayanda
bütün mevcudatı bir anda isterse, kendi ihtirası içün, böyle bir camiayı, koca
bir milleti, büyük bir kütle-i, insani-i keyfi içün bir tekme vurur, yuvarlar
gider. Öyle birbirine bağlıdır bunlar.
Niçün
denmiştir ki, bir cahilin mukteza-i[28]
ruhanisiyle, müştehayı[29]
cismanisi müsavi olursa o kimsenin ben hür bir insanım davasında bulunması
kadar, abes bir şey yoktur diye. Belki cümle hafızanızdan kaçtı, tekrar
ediyorum. Bir cahilin… Cahil dendiği vakitte, siz ters anlamayın; okuması
yazması yok manasına değil. Doğru histen mahrum olan kimseye cahil der ahlak.
Seksen üniversite bitirmiş, yirmi lisan bilirmiş, yüz hayvan yükü kitap okumuş:
“Doğru hissi yok mu?” ahlakta, cahildir. Bunların hiç birisini bilmiyor ,fakat
doğru hisse malik, âlimdir. Doğru histen mahrum olan insana ahlak; cahil, der.
Doğru hisse sahip olan insana; âlim, der. Anlatabildim mi acaba? Onun içün
buradaki, ahlakın tarifindeki cahil, benim şimdi tarif ettiğim cahildir ki; bir
cahilin mukteza-i ruhanisiyle müşteha-i cismanisi müsavi olursa; o insanın, “Ben
hür insanım.” demek hakkı yoktur. Bundan daha abeste bir şey olmaz. Yoruldunuz
mu?
Konuşurken
dedik ki; akıl, âlem-i hilkatte insanın işine yarar. Âlem-i kudrette yaramaz.
Evet öyledir. Akıl, ne kadar kâmil olursa olsun, aşkın zevkini bulamaz. İmkan
yok. Ne kadar kâmil olursa olsun, aşkın zevkini bulamaz. O bivücudluk zevkini
tadamaz. Daima ben varım der. Ve bocalar adam işte orada. Belki kendisine gelir
amma.... neden sonra. “Abit, ibadethaneye gelir, amma neden sonra.” demişler.
İnsanda bazen kendine gelir amma, bulamaz.
Akıl -cümleyi
unutma- ne kadar kâmil olsa da aşkın zevkini bulamaz. Bir vücutluk zevkini
tadamaz. Zira akıl ile bilinen şey “mahlûk”tur. Aşk ile bilinen şey ise “halik”tır.
Anlatabildim mi acaba? Eee ama iman akla teklif edilmiş.... O kardeşim, benim söylediğim saha ayrı o.
Akıl, Allah’ın varlığını bilir, Allah’ı bilmez. Mesele, Allah’ın varlığını
bilmekte değildir, Allah’ı bilmektedir. Allah’ın varlığını bilir ama Allah’ı
bilmez. Allah’ın varlığını bilmek başka, Allah’ı bilmek başka.
Akılda
daha diken vardır. Cennette diken aranmaz. Eğer bulursan, kendini bulursun. Bir
şey anlatamıyorum galiba? Cennette diken aranmaz. Eğer bulursan kendini
bulursun. O halde sahte benlikten geçirmenin, yollarını gösteren şeyin adına
ahlak derler. Onun için ahlak der ki; “Balçıktan sıçra. Sen daha ne kadar kendi
çamurunun içerisinde batacaksın?” der. “Kâmil ol.” Der, kâmil. Zira kâmilin
sözü, toz koparmaz. Nefsi teskin eder. Demir, Davud’un sesini işitti de, elinde
hamur gibi oldu. Biz, bir şey söylesek, üüüüüü neler olur neler? Ama kâmilin
sözü toz koparmaz diyor ahlak. Koparmaz, belki teskin eder. Demir, Davud’un
sesini işitti de, elinde hamur gibi oldu. O, insanın en büyük sıfatı, ne diyim,
kelimesi de pek bulunmaz ki, söyleyeyim.
Mümeyyizesi[30] aşk… İnsan asude kaldığı vakit, kendi
kendisiyle iç âleminde baş başa olduğu zaman merak sarar. Öyle ya, insan
düşünmez mi? Ben bu âlemde, daha ne kadar durabilirim? Kendi, bilmez akıbetini.
Ne kadar durabilirim? Belki düşünürken; vakit, an bulunmaksızın da yok
olabilirim. Daldı mı içerisine; ya sevinçle başını kaldırır, ya kederler
içerisinde gömülür; çöker geçer gider. Dalar. Ya sevinçle başını kaldırabilir, “ohhhh”
der, veyahut “amaaan” der, gömülür gider. Fakat düşünebiliyor muyuz? Hepimiz
öleceğimizi biliyoruz. Fakat ölümden sonrasını düşünen var mı? Kime sorsan ...
der. Mesele ölümü bilmek değil. O bedihi[31]. Ölümden sonrasını bilmek, en mühim yer.
Düşün
bir defa: Mini mini çocukken, henüz temyiz[32]
kudretin yokken, eline verilen bir şeyi çektikleri vakitte, yaygarayı
koparırdın. O temellük[33]
hastası insanda kudret tarafından verilmiş bir sıfat. O bazı çirkin
nazariyeleri, düşünceleri yıkan, en mühim şeydir o. Temellük. Bir şeye malik
olmak zevki kudret tarafından insan bu âleme gelmezden evvel annesinin
karnından daha evvel verilmiş. Daha henüz bir şey bilmezken elini ateşe atarken;
ona ufak bir şey ver, sonra iste; çeker böyle. O mini mini parmaklarının
arasında çeker. Zorla aldın mı, saatlerce ağlar. Niye? Ben ona malik oldum. Kudret
ona vermiş .... Sen onun malik olduğu şeyi alarak; ona, hürriyet veriyorum
davasına kalkarsan sen onun hüviyetini[34]
alıyorsun da, hürriyet vermeye
kalkıyorsun. İnsani hüviyetini alıyorsun. Bir şey anlatamıyor muyum?
O
müsavat manada olur, vicdanlarda olur, Kudret yanındaki mevkilerde olur. Fakat
madde âleminde, hilkat âleminde Kudret onu yasak etmiş. …
.......
Onu kaldırabilir misin sen. O beşerin yaptığı bir kanun değil ki, bugün bunu
yaptı da, yarın öbürkü gelsin, onu bozsun, yerine yapsın. Yook kalkmaz o.
Kalkmaz.
[35]وَتُعِزُّ
مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء İstediğimi
aziz kılarım, istediğimi zelil… ben bunu, kaldırabilir misin sen bunu? Kalkar
mı hiç o? Beşerin yaptığın kanun mu, o ki? Bugün böyle de yarın tekrar
görüşelim, başkasını yapalım. Öyle değil. Hiç kimse kaldıramaz. Nasıl maddede
müsavi yapacaksın? Benim zahirim de bir madde, senin zahirin de bir madde. Ben
çirkinim sen güzelsin, nasıl yapacaksın bizi müsavi? Ben elli kiloyum, sen
seksen kilosun; nasıl yapacaksın müsavi? Ben yüz gram yerim, sen iki yüz gram
yersin; nasıl yapacaksın müsavi? Ben rençberim, sen doktorsun; nasıl yapacaksın
müsavi? Ya oda rençber olacak, ya buda doktor olacak. Olur mu öyle şey? Hesabı
bunun meydanda. Biri lağımcı, biri mühendis… Ya ikisi de lağımcı olacak ya
ikisi de mühendis olacak. Kudret bunu yaptırtmıyor. Yok. Lağımcı, mühendise
muhtaç, mühendis lağımcıya muhtaç... Ama hangisi lağımcı, hangisi mühendis
olur? Kudret’in taksimatına ait… Ben yaparım. Yapamazsın kardeşim. Ben bunu
okurum beş seferde ezberlerim, sen okursun bir seferde ezberlersin. Sen bir
seferde ezberledin diyerekten bende ille olacağım diyebilir miyim? İmkân var
mıdır?
Ben
beni yapsam olacak bu iş. Ama ben beni yapmadım ki. Beni yapan var.
Anlatamıyoruz galiba? Ben beni yapsam, belki olacak. Fakat beni(?48:05) yapan
var. Ama sözü tatlı, dinlendiği vakitte, oooo filan der adam. Yooo. Tatbikatı
öyle değil. Neden bunlar meydana gelir o halde? Beşer, Kudret’in verdiği
talimatı dinlemezse, böyle olur. Siz zanneder misiniz ki; onu şu yapıyor, bu
yapıyor? Yaptıran yine Allah’tır, Allah. Bu bir terbiyedir. Vaktiyle verdiğim
şeyi beğenmedi; kendi eliyle, kendisine daha ağırını yaptıracağım. Nasıl, infak
müessesesinde bulunmaz mısın? Nasıl, hattı zatında zekât müessesesini layıkıyla
yapmaz mısın? Nasıl, tasadduk müessesesine sarılmaz mısın? Ben paraları
biriktirip de kasalara vaz[36]
edenler hakkında, azabı elim var dediğim vakitte; güldün, eğlendin mi? O kasalar
parçalanır. Ben size mudarebe[37]
olsununu vaz ettim. Para benden, çalışmak senden… Niye böyle bir kalp tedarik
edipte, bu sahneye düşecek kadar beşeriyet niye bir birine sarılmadı? Sarılmadı
mı, ben Zeyd’in fikrini bozarım, Ali’nin fikrini bozarım, böyle inim inim
inletirim. Anlatamıyoruz galiba?
Sen
emirleri karşısında; tevahhuş ettin, beğenmedin. O emirlere girersem; boğulurum,
dedin. Yook! Deryanın suyu çok korkunçtur, fakat balıklar için değil. Sen niye
o suya alışamadın? Anlatabiliyor muyum acaba? Deryanın suyu, şöyle bir baktın
mı; hem de geceleyin bak, çok korkunçtur. Fakat balığın ondan pervası[38]
var mıdır? Deryayı taat, deryayı muhabbet de aynen böyledir. O deryanın
içerisine atsaydın seni sefa içerisinde yine yaşatırdım.
Ne
kadar nurlar, ziyalar tarih-i hilkatten beri beşeriyeti tenvir[39]
etmiştir. Ne kadar altın gümüş madenleri, ne bileyim, ne kadar cevher içün
membalar vardır ki, kâinatın mebde-i[40]
tekevvününden[41]
beri kıymetten düşmemiştir. Ve daima kıymeti artmıştır. Rağbetini, ikbalini
asırdan asıra arttırarak geçirmiştir. İşte hilkat-i beşerle tev’em[42], ne kadar faziletler, ne kadar kıymetler vardır ki,
dünyada rağbetini bırakmamış, düşmemiş ve düşmesine de ihtimal yoktur. Belki
onların kıymetleri kalmadı diye iddia edenler vardır. Fakat dava başka, davayı
kazanmak yine başka… Bugün Hakk’ın aleyhinde birçok dava vardır. Kazanan var
mıdır? Yoktur. Anlatamıyor muyum acaba?
Hiçbir
vakit Hak’tan uzak olan bir camia, Hak ile azamet yarışına kalkan bir varlık,
bir netice alamamıştır. Bidayet-i âlemden, tarihin bidayetinden bakın, seyrini
yapın. Bulamazsınız. Onun içün deden bunun, çok iyi farkına varmış, o
kıymetlere öyle rağbet etmiş, o manalara öyle gönül vermiş, nihayet üç kıtada
hâkim vaziyetinde bulunmuş, medeniyetini taklit ettiğimiz âlemleri asırlarca
hâkimiyeti altında bulundurtmuş ve nihayet dünyanın yüzü olan şu varlığı da
bize bırakmış. Her konuşmada, bazen tekrar ediyorum; dünyanın yüzü, bahr-i
sefid[43]
havzasıdır.
Dünyanın
yüzü, bütün medeniyetin böyle tamah ettiği yer, bahr-i sefid havzasıdır. Bunu
sana deden bir havuz halinde almış, vermiş. Sende asırlarca yemiş, yemiş,
yemiş, yemiş.... yine dünyanın yüzünden sana bir parça kalmış. Şimdi dedenin
kıymetini bil, aleyhinde bulunma. Onun kabul ettiği manaya tecavüz etme. Sen
kabul etme, hatır saymaz mı insan? Hatır saymaz mı ya? Çok sevdiğin bir adamla
hiç sevmediğin bir adam gelir, kapıyı çaldığı vakitte içeriye girerken çok
böyle için yanarak sevdiğin adam gelirken, o dışarda kalsın der misin? Onun
kabul ettiği manayı sevmiyorsan, hiç olmazsa hatırını say, bana bu saadeti
bırakmış de, tecavüz etme. Nankörlük iyi şey değildir. Değil. Ağla, ağla, çok
ağla. Gönlün bağ olsun istersen, gözyaşı ile sula. Gözyaşın bulut olsun. Gözyaşı
dökülür amma; ba, ba[57] olur.
Haksız,
gülmekten; haklı, ağlamak çok hayırlıdır, biliyor musunuz? Haksız, gülmekten;
haklı, ağlamak, çok hayırlıdır. Tarih-i âlem bunu daima göstermiştir. Yağmur
yağmazsa, afitabın[44]
bi-hude[45]
gülmesinden, havanın tebessüm etmesinden bağa ne kıymet gelebilir? Kurur gider,
onun içün can çekişir bağ. Ağlamak. Ağla ki; kapı açılsın. Onun müşterisi
Hak’tır. Hesap et ömrünü; “Ne kadar kaldı?” de. Kadar da deme; “Ne olacak?” de.
Di mi? Gidiyoruz işte. Bir şey var mı, orta yerde? Hiçbir şey yok.
Aşka
intisab[46]
et, intisab.
Baştanbaşa
kâinat gülizar oldu.
O vakit kâinat gülizar olur. Yoksa senin kendi
aklınca… Herkesin, hepimizin bir emeli vardır. Olsa oh der misin? Demezsin. “Ben
derim.” Diyemezsin azizim. Makam-ı aşka çıkmadıkça insana, “ohhh” nefesi
yoktur.
Kaç defa misalini getirmişim? Bugün mektebe devam
eden bir talebenin, eğer çalışkansa, şeyse filan, zevk almışsa, onun gayesi; o
sene sınıfı geçmektir. Sınıfı geçer. Üç beş gün onun zevki içinde kalır. Kendi
haberi olmadan haliyle “Bu da değilmiş.” der. Ağzıyla, pek kuvve-i idrakiyesi
tekâmül etmemişse “Bu değilmiş.” demez ama haliyle; “Bu değilmiş.” der. Müntehi[49]
talebe olur; “Bu sene hayata atılıyorum.” der. Sanki hayata atılmamış da, yeni
atılıyor. Bu da acayip bir tabir? Acayip, hayata atılma… Neyse, örfün konuştuğunu
kullanalım. Hayata atılıyorum der. Hayat, hayat…
Hayat içünse bunca gam değil mi akibet âdem.
Hayat içünse bunca em bakidir aslı mültezem.
Hüda’ya eylerem kasem, Hayata
minnet eylemem.
Hayatımın zevali var, ne olmak ihtimali var. [i]
Gayet güzel söylenmiş. Eh sevinir filan. Hadi yine o tabiri kullanalım: Hayata atılır. Belki tesadüf eder, büyük bir şeylere malik olur, sahaya filan. Birkaç gün sonra yine onun hali söyler, buda değilmiş. İşte dünyevi neler varsa onlara malik olur, olmaz. Olduğunu tasavvur edelim. Yine, yine buda değilmiş. Aaa Hazreti Mevt, saltanatıyla karşısına gelir. “Ahhhh, seni arıyormuşum amma, bilemedim.” der. Şunu vaktiyle insan, karşısına gelmezden evvel; bilse ve muhasebe-i nefs ile yaşasa da, kâm alsa. Oda aşk ile oluyor.
Dil sufi ezelde aşka dûçar oldu.
Baştan başa kâinat gülizar oldu. Başka türlü göremezsin.
Bir kerre ben inlemiş bulundum muhyi..
Bülbül onu işitip namekâr[50] oldu. Öyle olmak lazım.
Cibrilim olup aşk ile zerrat-ı[51] cihan,
İnsan ile ekvan[52] bana etti beyan,
Mana-i müşahhas bilindi ekvan.
Hülasa edelim konuşmayı. İnsanın yarısı ayıptan, yarısı da gayıbtandır. Dinle. İnsanın yarısı ayıptan yarısı da gayıbtandır. Yüzünü Hakk’ın muhabbeti benden kaçarsa ne yaparım korkusuyla yıka, ondan sonra âleme göster. Konuşma bu kadar.
[i]
Şiirin tamamı
NE OLMAK İHTİMÂLİ VAR
Dilin yine melâli var
Melâlinin kemâli var
Cihâna infiâli var
Ne mâhı var ne sâli var
Güzîde bir hayâli var
Gelen gider meâli var
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Melâlinin kemâli var
Cihâna infiâli var
Ne mâhı var ne sâli var
Güzîde bir hayâli var
Gelen gider meâli var
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Dök ehl-i necle âb-ı rû
Ricâle eyle ser-fürû
Bak imdi hâle sû-be-sû
Değer mi bir hayâta bû
Abes bu şiddet-i guluvv
Baş eğmem ölsem ey adû
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Ricâle eyle ser-fürû
Bak imdi hâle sû-be-sû
Değer mi bir hayâta bû
Abes bu şiddet-i guluvv
Baş eğmem ölsem ey adû
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Bugün vücûd isem ne gam
Değil mi âkıbet adem.
Hayât içinse bunca hem
İlâha eylerim kasem
Hayâta minnet eylemem
Bekadır asl-ı mültezem
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Değil mi âkıbet adem.
Hayât içinse bunca hem
İlâha eylerim kasem
Hayâta minnet eylemem
Bekadır asl-ı mültezem
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Bozuldu gülşenim gülüm
Daha nedir tezellülüm
Çok oldun ey teemmülüm
Sükûta yok tahammülüm
Kemâle mi tevaggulüm
Ademdedir tekemmülüm
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Daha nedir tezellülüm
Çok oldun ey teemmülüm
Sükûta yok tahammülüm
Kemâle mi tevaggulüm
Ademdedir tekemmülüm
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Olunca söz evet belî
Cihânın oldun a'kali
Şu hâlde baş mı eğmeli
Ziyâ ben olmadım deli
Edip bir iş ki mücmeli
Hâyâta bâri değmeli
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Cihânın oldun a'kali
Şu hâlde baş mı eğmeli
Ziyâ ben olmadım deli
Edip bir iş ki mücmeli
Hâyâta bâri değmeli
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Adanalı Ziyâ Bey
Kaynak: erbaa.gov.tr/şiir
dünyamızdan
[1]
Tavsif : Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey
olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak
[2]
Hayvan-ı nâtık: "Konuşan
canlı" olma özelliği
[3]
Mutasavver: Tasarlanmış, düşünülmüş
[4]
Mazhar: 1.Sahib olma, nâil olma.
Şereflenme. 2.Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
[5]
Münhasır: 1.(Hasr. dan) Belli bir sınır
içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili. 2.Yalnız
bir kimseye veya bir şeye mahsus olan.
[6]
Suret-i zahire: dış görünüş
[7]
İttihaz: Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek.
[8]
Tezyin: Süslemek. Bezemek. Donatmak
[9]
Kâm: 1.Meram, arzu, istek, amel. 2.Lezzet, zevk
[10]
Visal: (Vasıl. dan) Vâsıl olma.
Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma
[11]
Ariyet: Kullanıp geri vermek üzere,
emanet
[12]
İsra 70 وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ
فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ
عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً Meali: Şanım hakkı için biz
benî ademi tekrîm ettik karada ve denizde binidlere yükledik ve hoş hoş
ni'metlerden besledik, yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik
[13]
Tekrim Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem
icrasında bulunmak.
[14]
İtlak : Bağlamai asma
[15]
Tevahhuş: 1.Korkmak. Ürkmek. Kaçmak.
2.Hâli, tenhâ ve ıssız olmak
[16]
İnhisar: 1.Hasr olunma. 2.Tecavüz etmeme. 3.Bir iş veya malın idâresinin bir
kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye
şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma. Sınırlandırma, kayıt
altına alma
[17]
Küfv : Denk olan, uygun düşen
[18]
Şebih: (Şibh. den) Benzer, benzeyen,
mümasil, nazir.
[19]
Nazir: 1.Bir şeye benzemek üzere yapılan
şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen.
[20]
Kemiyet: Çokluk, nicelik.
[21]
İn’isar : Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma.
[22]
ittika Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan
ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek.
[23]
Masun: 1.Korunan, mahfuz, emin, muhafaza
olunan. 2.Sâlim, sağlam.
[24]
Azimet: 1.Takvâ ile amel etmek. Allah'ın
emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak. 2.Kesin karar vermek.
3.Yola çıkmak, gitmek.
[25]
Ebrâr: İyi insanlar, dürüst insanlar.
[26]
Vazaif vazifeler
[27]
“Kendini bilen Rabbini bilir.” Anlamında hadis-i şerif. ( el-Aclunî,
Keşfu'l-Hafâ, 2, 262; Ayrıca bkz. Elmalı'lı, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 5817)
[28]
Mukteza: Lâzım getirilmiş. Lüzumuna
binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen.
[29]
Müşteha: İştiha veren, iştiha getiren.
Şehvet veren.
[30]
Mümeyyize: Ayıran, temyiz eden
[31]
Bedihi : Çok açık, besbelli, apaçık
[32]
Temyiz : İyiyi kötüden ayırabilme, ayırma, seçme.
[33]
Temellük: Sahiplenme
[34]
Hüviyet şahsiyet kişilik
[34]
Âli İmran 26. Ayeti Kerime:
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ
تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ
الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Meali:
Deki: ey mülkün sahibi Allahım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü
çeker alırsın, ve dilediğini azîz edersin,
dilediğini zelil edersin, hayır yalnız senin elindedir, muhakkak ki sen
her şey'e kadirsin.
[36]
Vaz’: Koyma
[37]
Mudarebe Sermaye ve emek konarak kurulan şirket
[38]
Pervâ Çekinme. 2.Korku.
[39]
Tenvir : Aydınlatma, nurlandırma.
[40]
Mebde: başlangıç
[41]
Tekevvün: 1.(Çoğulu: Tekevvünât) Vücuda
gelmek. Meydana geliş. 2.şekillenmek. 3.Var olmak.
[42]
Tev'em: İkiz.
[43]
Bahr-i sefid: Akdeniz
[44]
Afitab: Güneş
[45]
Bî-hude: Boşuna, beyhude, boşu boşuna.
[46]
İntisab: (Nisbet. ten) Bir yere, bir
kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek. Bağlanmak
[47]
Suphi : Sabah vaktiyle, şafak ile ilgili
[48]
Dûcar: tutulmuş yakalanmış.
[49]
Müntehi: Sona eren. Son. Bir şeyi
tamamlayan. Biten
[50]
Namekar: Neyi savunduğunu unutan. Davasını unutan
[51]
Zerrat zerreler atomlar
[52]
ekvan (Tekili: Kevn) Alemler.
Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar
[53]
elfaz (Tekili: Lafz) Lafızlar. Sözler.
Lügatlar
[54]
Tahayyül hayal etme
[55]
Muhyi hayat veren dirilten
0 yorum:
Yorum Gönder