K257 (12.02.1966) 85 dk (257)
… kadem bastığına inanan
bir kimse, “Aklım amirim, vicdanım hakimimdir. Ben başka bir şey tanımam.”
derse aldanmış olur. O amir, hâkim olan kısmı hilkatte belki tutunabilir. Fakat
Kudret’e girdiğin an, yıkılır yıkılır. Adım atamaz. Bit tabi hemen hemen, bu
söylediğim cümleleri her konuşmada tekrar ediyorum. Mevzunun temeli olması
münasebetiyle, dinleyenlerimizden birisi eski konuşmalarda bulunmamışsa, yeni
konuştuğum şeyleri layıkıyla anlayamaz. Yani ben layıkıyla -o anlarda- ben
anlatamam.
Ahlakın bahsettiği aşk,
romanda okunan aşk manasına değil. Bunu da her konuşmada tekrar ediyoruz.
İnsanın nefsinde hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhunda hâsıl olan muhabbete de
aşk denir. İkisini birleştirmemeli. Biri namütenahiye gider, biri gitmez. Ara
sıra vazifeyi de tarif ederiz. Bunu tarif ederken deriz ki; iki kelime vardır,
insanlar arasında çok suiistimale uğramıştır: Biri vazife kelimesinin manası,
biri de vicdan kelimesinin manası… Vazife, mukaddestir diyoruz ve doğrudur. Bu
herkesin ağzında geçer. Efendim vazife her şeyden mukaddes. Mukaddes olan şey;
kutsiyattan doğar, kutsiyat; ahlakiyattan doğar, ahlak; zat-ı bariye[1]
iman ile olur, Zat-ı bariye iman; ebediyeti kabul etmeklik şartı ile olur.
Binaenaleyh bu bir silsile takip ediyor. Bunun bir şeceresi var. Bu bizde
suiistimal olur. Bizde değil, bütün dünya sekenesinde. Birde vicdan kelimesi…
Vicdan kelimesi arapça bir kelime. Manası bulmak.
Esasen insanlar bu âleme,
gaye itibariyle üç şey için gelmiştir. Bilmek, bulmak, olmak… Bilecek, düşünen
bilir; bilen, konuşur. Bunlar hepsi birbirine bağlı. Bildikten sonra bulacak.
Neyi bulacak? Aslını bulacak. Pek yabancı yere Kudret insanı sevk etmez. Herkes
buraya, hepimiz gelmişiz. Gelirken de sorulmamıştır. Beyefendi, dünya denilen
bir sahne var, Dar-ı iptila. Bela yeri. Ve bunu herkes kabul etmeli. Kabul
etmedikçe katiyen bahtiyar olamaz. Burası âlem-i beladır, bela. Belada fena bir
şey değildir. Dış görünüşüyle korkunç gelir amma; bela, tabir-i caizse Allah’ın
kula verdiği rüşvettir. Acaba anlatabiliyor muyum bilmem ki? Bela, Allah’ın
kula ihsan ettiği rüşvettir. Arkasında muhakkak gizlenmiş büyük bir hilât[2]
vardır. Hakk’ın giydireceği bir libas-ı fahire[3]
vardır. Fakat o bela geldiği vakitte, insan sabrını yerine getiremezse; yani
evinde oturmazsa, o libas-ı fahira, o hilât gelir, kendisini bulamadığından
dolayı gider. “Evinde oturmazsa” ne demek? Şu taştan topraktan yapılan ev mi?
Hayır. Gönül evinden çıkar da, nefsin sokaklarında gezerse, bir şey alamaz.
Belayı acı acı çeker ve karşılığını bulamaz. Bela fena bir şey değildir.
Cümleyi tekrar edeyim;
Hakk’ın, kula ihsan ettiği rüşvet. Onun için; hiç kimsenin bu âlemde kaşlarını
çatmaya hakkı yoktur. Ama işte...bizde beşeriyet, tabi darılıyoruz. Hâlbuki,
burası darılma pazarı değil; dayanma pazarı. Dayanan kazanır, darılan hüsrana
uğrar. Darıldın, elinden ne gelir, ne yapabilirsin? Anasına kızıp da memesini
ısıran çocuk sütünü kan yapar.
Dedik ki, tarifi güç olan
kısım insan mefhumuna ait olan kısım. Evet, bu gayet güç: İnsan nasıl tarif
edilebilir? Edilmez ki. Bir harika-i fıtrattır[4].
Fıtratın fevkalade bir kısmı desek tarife girer, fakat harika deyince; harika,
tarif edilmez. Âdetin fevkinde olan şey… Harika… Kudret’e taalluk eden kısım,
harika-i fıtrattır. Görmez misiniz ki, en muhkem[5]
kuvvetleri Kudret anın kuvve-i tedbirine karşı zebun[6]
kılmıştır. Dâhilindeki kuvve-i muharrike[7]
ile elektriklenince neş edeceği sevayik-i[8] mühlika[9]
âlemi zelzele-i saat içinde bırakır.
Berbat eder. Öyle değil mi? Görüyoruz biz bunları. Sonra insan numune-i melekûttur.
Batınında harite-i(? 7:05) maneviye üzerinde kâinat irtifa[10] (?
07:10) etmiştir. Bu tarife girer mi? Girmez. İnzivahanesinde karıştırdığı
sahayı fi kütüp üzerinde semaları seyr-i temaşa eder. Sonra insan odur ki;
Fezail-i[11]
aliyesiyle, yüksek faziletleriyle melekleri imrendirir. Yine insan o dur ki;
mazhariyeti gaybiyesi[12]
cehalet içinde marifet güzellikleri, mezalim içinde adaletler meydana getirir.
Yine insan vardır ki; tesvilat[13]-ı
şeytaniyesi marifethaneleri berbat eder. Yine insan odur ki; nefha-i elfazında[14] ölüler dirilir. Anlatamıyor muyum? Yine insan
vardır ki; onun rayiha-i kerihesiyle[15]
cemiyet ölür. Şimdi bu işin kabuğunda konuştuğumuz nokta. Bunun içerisine
girecek olursak daha bambaşka bir şekil gelir. Onun içün, insan layıkıyla tarif
edilemez. Yalınız şöyle kolay anlaşılacak bir tarifi vardır. Nispet dâhilinde.
İnsan ünsten[16]
müştaktır[17]. Üns..
Yani enisi[18]
Hak’tır. Ahlaka göre insanın tarifi böyle. Ahlaka göre enisini bulamayan, tayin
edemeyen zavallı, makamı insaniyete kadem basmamıştır. Hak ile bir muhabbet
irtibatı yapmayan kimsenin enisi yok demektir. O daima mahrum yaşar. Sureti
zahirede ne kadar âlâ işi de olsa, netice itibariyle âdeme[19]
kail[20]
olduğundan dolayı enissizdir.
Şöyle bir kaba misal
verelim: Bugün ömrü beşer; yetmiş, seksen, atmış, yüz burada geziniyor. Di mi?
Bunun yarısı uykuyla gidiyor. Yüz senelik bir ömür alalım, biraz uzuncasını… Elliye
indi. Yarısı uykuya. Bunun on beş, yirmi senesi de sabavet[21]
şebabet[22] on,
onbeş senesi… Geriye kaldı yirmi, otuz sene bir şey. Bunun fakr-u zaruret
içinde olanını göze getirmeyelim de, kâinatın serini saltanatına sahip olmuş
olanı gözümüzün önüne getirelim. Gerek çırpınarak edinmiş, gerek mirasyedi
şeklinde sahip olmuş, gerek tesadüfen malik olmuş, her ne olursa olsun, beşerde
bir temellük[23]
hassası vardır. Hepimizde vardır. Fıtratta başlar o. Çocuk henüz temyiz[24]
kudreti yokken, yedi sekiz aylıkken eline bir şey ver; tekrar çek, kıyameti
koparır. Koparır böyle, vermeyeceğim der. Bu hal, kâinata yayılmak üzere olan
nazariyeleri, o nazariyenin tatbikatlarını, en kudretli cem[25]
eden bir haldir. Efendim, senin elindekini alacağız, onun elindekini alacağız, böyle
böyle idare edeceğiz. Yok kardeşim. Bu fıtratla harptir. Bu dünyanın her
zamanında, iki bin senede, üç bin senede filan meydana gelmiş, bir alev gibi
parlamış, rap diye yine sönmüş. Çünkü Kudret’le fıtratla harp daima neticesiz
gelir. Olmaz. Bizim yaratılışımızda bir temellük istidadı var. Biraz evvel
söylediğim misal gibi. Çocuğun elinden alamıyorsun bir şeyi verdiğin vakitte.
Neden? Ben ona malikim diyor. Bunu Allah, insanın hilkatinde meknuz[26]
bir varlık olaraktan vaz etmiş. Benim der.
Sonra nasıl olur müsavat[27].
Bütün insanları müsavi yapacağız. Bu olur mu hiç? Bu insanlardaki hakiki
hürriyeti gasptır. Hürriyet veriyoruz diye… Çünkü insana hürriyet Allah’tan
gelir. İnsanın kıymetini Allah’tan başka hiçbir kimse bilmez. Bilemez. Ancak
insanın kıymetini Allah bilir. Ve hürriyet de ondan gelir. Neden hürriyet ondan
geliyor? Bize irade vermiş. İrade olunca hürriyette şarttır. İrade ile hürriyet
bir birinin lazım-ı gayrı müfarıkıdır[28].
Madamı ki mevcudat içerisinde hiçbir mevcuda, irade sıfatını Allah vermemiş, bize onu vermiş, o sıfatı
kullanmaklık içün de hürriyeti vermiş. Anlatamıyor muyum yaa? Bu ayrılmaz bir
birinden. Ve ondan başka insanın hakiki kıymetini bilen yoktur. Kavi, daima
zayıfı ezer. Bizim yaratılışımızda vardır bu. Bunu ancak semavi cazibe tutar.
Semavi cazibeye girdiği an, batılla hak ayrılır ve orada zayıf kaviden hakkını
serbestçe alabilir. Beşeriyet semavi cazibeden alakasını kestiği günden
itibaren, inim inim inliyor. Ve daha da inleyecek. Bu inleme az, daha
çoğalacak. Öyle, daha çoğalacak eğer rücu etmezse. Görüyoruz en iri kafalar
toplanıyor. En muhteşem zekâlar büyük büyük kafalar bir araya geliyor; efendim
işte iktisadi şuymuş da, bilmem insan haklarıymış da bilmem… Bunlar boş fezayı
dolduran boş sözlerden ibaret. Olmaz. Semavi cazibeye girmeyince olmaz. İmkânı
yok onun. Çünkü musluk Kudret’in elinde… İsterse açar isterse kapar. Kapamış
şimdi. Dünya, dünya olalı bugün ki kadar zengin olmamıştı ve bugün ki kadar da
sefil olmamıştı. Bunun hesabı meydanda. Dünya, dünya olalı bugün ki kadar geniş
bir servete malik değil, bugün ki kadar da zavallı ve sefil değil. Neden? Her
şeysi yerinde… Yok. Sonra bütün hareket-i fikriye durmuş. Her konuşmada hemen
hemen tekrar ediyorum. Vahşeti musannaya[29]
medeniyet diye tapıyor. Medeniyet imha etmez ihya eder. Maddi terakki ilerlemek
midir? Medeniyet olarak bunu mu kabul edeceğiz? Bu zahirdir kardeşim. İki
konuşma evvel söylediğim gibi, yine o cümleyi tekrar edeyim. Evet, billur
bardak almışsın fakat çok susamışsın, içinde su yok. Evveli, toprak kâse ile
içi su doluydu… Billur değildi bardak. Dışından suyun rengini görmüyordun fakat
susuz olduğun halde o kâseye ağzını koyduğun halde lak lak lak içiyordun. Şimdi
bardak billur amma içinde su yok. Kıvrım kıvrım kıvranıyorsun. Onun için yalnız
medeniyet maddi terakkiden ibaret değildir. Maddi terakki medeniyetin
zahiridir. Zarfıdır, mazrufu[30]
değildir. Onun mazrufu manadır. O manadan çekildikten sonra susamış adamın
elinde billur bardakla dolaşmasına benzer. Yine bir şey anlatamadım. Bugün ki
beşeriyetin hali bundan ibaret… Mevzii değil konuşma, bütün dünya sekenesi. Bunun
içinde kıvranıyor.
Tabii bu kıvranma
karşısında, semavi cazibeden ayrıldıktan sonra, havas ile avam birbirine düşman
oluyor. Mecburi o. Havas tabakasında merhamet, avam tabakasında o merhameti
görmediğinden dolayı hürmet kalkıyor, merhametle hürmet evlenecek muhabbet
doğacak. Bu çocuk yok. Bela burada. Beşer hakiki zürriyetten bugün innin[31] olmuş. Mahsulü yok. İntizamı âlem içün iki mühim esas
var: Biri havas tabakasında, yüksek tabakada merhamet; aşağı tabakada, o
merhamete karşı hürmet. Bunun ikisi birleşti mi, bir çocuk doğar. Adına
muhabbet derler. Bu muhabbet Kudret’in bütün varlığa vermiş olduğu en büyük
servettir. Bunu kaybetmiş. Bu yok şimdi. Eee muhabbet olmayınca, itimat olmaz.
Benim sana itimadım yok, bit tabi senin de bana itimadın yok. Olmaz. O emn ü
eman[32], itimat orta yerden kalkarsa insanlar
içün saadet olabilir mi? Buna imkân yok ki. Yok.
Bu olmayınca, bu ara yerden
kalkınca, buna çare bulalım diyor beşeriyet. Ne yapalım? İnsanları birbirine
cebr ile müsavi kılalım. Yok kardeşim! Ya samimisin; fıtratla harp olmaz, agâh
ol, vaz geç. Yahut gayri samimisin; bunu fırsat bilmişsin, kendin o maliki elde
edip, kendin yemek içmek istiyorsun; ona diyecek yok. O ayrı bir iş. Fakat eğer
davanda sadıksan, bundan bir hayır ummak istersen insanlık âlemine, olmaz. Fıtratla
harp olmaz. Ben elli kiloyum sen seksen kilosun, nasıl müsavi olacağız? Ben
çirkinim sen güzelsin, nasıl müsavi olacağız? Ben çöpçüyüm sen doktorsun, nasıl
müsavi olacağız? Ben hamalım sen mühendissin, nasıl müsavi olacağız? İmkânı var
mı bunun? Yok. Ha, buna semavi cazibe kanunları müsavatı esas koymuştur,
vicdanlarda. Burada esas, vicdanlarda esas. Vicdanlarda müsavat kurulduğu
dakikadan itibaren adalet meydana gelir. Adalet, herkes hakkına razı olmak
demektir. Âdaletin manası bu. Adalet herkesin ağzında… Ne demek adalet? Her
insan yaratılışı itibariyle kendi hakkına seve seve razı olan kimseye adil adam
denir. Bugün hiç birimiz hakkımıza razı değiliz. Neden değiliz? Biraz evvel
söylediğim esaslardan ayrıldığımızdan dolayı.
Evet dedenin kabul ettiği
manada… Senin deden çok büyük adam... O kadar şaşırmışsın ki, dedeni bile inkâr
ediyorsun. Ne yapmış? dersin. Ne olmuş?
Daha ne yapsın deden sana? Altı asırdan beri parasını yersin yahu. Yerin dibine
indin de bir kuruş mu çıkardın? Dünyanın matmah-ı nazarı[33]
bahri sefid[34]
havzasıdır. Burayı deden sana almış, havuz halinde teslim etmiş. Yedin yedin,
altı yüz seneden beri yine gözbebeğinin
üstünde oturursun. Yeni bir ev aldın mı? Almadın. Deden ne yapsın? Aldığı evde
oturursun. Pencereyi buradan niye açmış, diye küfretmeye ne hakkın var?
Beşeriyetin Fahri Ebedisine (sav) gönül vermiş. Bakmış ki beşeriyeti ücretsiz,
külfetsiz, minnetsiz, zulmetten nura çıkarmak içün bir Zat-ı Ali gelmiş; koymuş
olduğu esaslar gönle ferahlık veriyor, Rap demiş, Kendi o cazibeye tutulmuş. Mesela bunu
işitmiş: “Nasıl ben oradan ayrılayım?” demiş. Öyle der Hazreti Muhammed (sav):
Siz aklın gideceği yere akılla gittikten sonra, akıl tıkandıktan sonra,
hilkatten sonra, sizin bir vücudunuz var âlemi kudrete bağlı; o vücudun
anahtarı, yol vericisi iman ve aşktır. Binaenaleyh iman etmedikçe dar-us selama
kavuşamazsınız. Mevzuun bir yerini bıraktım bir yerde ama geleceğim oraya
tekrar. Kavuşamazsınız. Birbirinizi de sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. Şimdi
bunun aleyhinde hangi akıllı adam kalkar da bir lakırdı söyler? Söylerse, siz
mazursunuz der ayrılırsınız. Bir insan ki, beşeriyeti kurtarmak içün gelir de
birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. Bu muhabbet esasını vaz ederken,
ben bunu kabul etmem diyebilir mi? Derse; pekâlâ azizim, sen kendi yolunda
dosdoğru git dersin. Anlatamıyorum galiba? Esas bu. Birbirinizi sevmedikçe iman
etmiş olamazsınız, diyor. Binaenaleh, dedenin kabul ettiği mananın, davet
ettiği şu muhabbetin karşılığı ne çıkar? Teavün[35] çıkar.
Havas avama, avam havasa birleşir de, teavün esası kurulduğu dakikadan itibaren,
çirkin nazariyeler yıkılır. Teavün de medeniyeti doğurur. Senin bugün medeniyet
diye taptığın şey medeniyet değil, vahşeti musanna. Basıyor düğmeye, bir milyon
adamın canını birden alıyor. Ben yaşayayım, sen ne olursan ol. Sen çalış, ben
yiyeyim. Burada medeniyet olur mu? Yalnız tenekeciliğin ilerlemesi değildir
medeniyet.
Evet, çok güzel… Ne güzel
bir ziya altında konuşuyoruz. Belki bir gün gelecek, bu vaktiyle çıra
ziyasından daha küçük görülecek. Daha neler olacak? Daha çooook şeyler olacak,
büyük kitabın verdiği habere göre. İnsan, vasıtasız semaya uçacak. Bak, o
kadarını sana söyleyeyim. Şimdi şununla bununla uçuyor ya, bunlar olmaksınız
uçacak. Beşere Kudret, Hindistan cevizi kadar muhafazasının içerisinde vaz
etmiş olduğu o cevher-i akılla, onun eliyle; ona, onu yaptıracak ve insan bir
gün kendi kendine hiçbir vasıtaya taalluk etmeden, istediği yerde ispat-ı vücud
edecek. Bu büyüklük mü? Buda değil. Buda değil. Buda hiçbir şey.
“Keramat-ı maneviye
mukabili[36]
keramat-ı fenniye zuhur etmedikçe; Allah, bu kâinata nihayet vermez.” dedi,
Hazreti Muhammed(sav). Keramat-ı maneviye mukabilinde bu feza, bu lacivert kubbenin altında, istifa kanununa
malik olan insanlar; semavata da, arşa da, bizim bildiğimiz bilmediğimiz âleme
de, keyfiyeti bizce meçhul olaraktan orda ispat-ı vücut etmiş. Bunun cihet-i
fenniyesi de zahir olacak. Ölü diriltilecek. Ama şimdi ne diyorlar; Amerika da,
yarım saat bir saat... o dirilmek değil. O bu vücuda bir fizik yaparak hareket
ettirmek. O dirilmek değil. Dirilmek demek enesine sahip olmak demek. O ne
demek, enesine sahip olmak? O uzun söz, şimdi yarım saatte bu anlatılmaz. Bu
olacak. Hah, o olduktan sonra da Kudret, “Eyyyy beşeriyet, bab-ı kudrete kadar
el uzattınız. Paydos”… Diyecek.
Buralara nerden geldik?
Şuradan geldik. Dedik ki; yüz sene, bunun elli senesi şöyle böyle uykuyla
gider. Beş on senesi de çocuklukla gider, geriye kalır yirmi otuz sene. Bunun
içün bu kadar çırpınır. Şöyle olur böyle olur. Şuna sahip olur, buna malik olur,
yahut olmaz. Biz olan kısmında söylüyoruz. Olan kısmı üzerinde... Neticede
elinden alıyorlar mı? Neticede elinden alınan şeyle saadetlik olur mu ya?
Saadet olur mu? Alıyor di mi? O semaya bakar gibi, deler gibi bakan gözler,
sönüyor. Kudret’e isyan edip de konuşan dil, çene kemikleri arasında un ufak
oluyor. Yer, adamı yiyor. Eee ebediyet mefhumu kabul edilmezse; nasıl, bir adam
mesut olabilir? Buna imkân var mıdır? Ebediyet mefhumu…
Bir adama desinler ki, sana
bir milyon sene ömür var. Ondan sonra hiçbir şey yok. Yok olacaksın. Eee adamda..
otuz sene kırk sene bulunacam ama ondan sonra ebediyet var. Hangisini kabul
eder? İnanmış insan üzerinde konuşuyoruz. Onun içün, her şeyden önce manayı, insanı,
cihanı öğrenmeye çalışmak lazım gelir. Her şeyden önce manayı, sonra insanı,
sonra cihanı. Bunlar üçü birbirinden ayrılmaz. Bunun üçünü öğrenmedi mi insan,
zavallı olur geçer gider. Beşer şimdi bunun farkında değil.
İhtirasat-ı nefsaniye
kabarmış, bir gidiştir gidiyor. İhtirasat-ı nefsaniyeyle kurulmuş olan
medeniyetler yine ihtirasat-ı nefsaniyeyle yıkılır. Bak kâinata… Cümleyi tekrar
edeyim. İhtirasat-ı nefsaniyeyle kurulmuş olan medeniyetler yine ihtirasat-ı
nefsaniyeyle yıkılıyor. Öyle değil mi? Dünyada kimin huzuru var ya? Günah değil
mi? İnsan bu kadar, bunun için mi gelir buraya? Bu kadar mı, bu iş?
Birbirini sevme mevzuu
dedik. Evvela ilk birbirini sevmeyen camia biz olmuşuz dünya üzerinde. Hiç
sevmeyiz birbirimizi biz. Hiiiç. En iyimiz yokken acırız, varken haset ederiz.
Dikkat et cümleye; en iyimiz… Birisi acz içerisinde mi, acırız. Var oldu mu,
derhal haset ederiz. Ne çıkar bizden? Elemlere iştirak, zevklere, sürurlara
iştirak zevki bizden kalkmış. Yokken acırız, ehh vah vah deriz. Bir de varlığını
gördük mü, haset ederiz. Hâlbuki ibadetin eftali… En büyük ibadet nedir biliyor
musun? Şimdi bunu mana ile ben anlatayım size. Allah indinde en büyük ibadet
nedir? Allah indinde en büyük ibadet…
Buraya girersek daha iyi
anlaşılacak. İnsanların kalbine sürur ilka[37]
etmektir. Biz bilakis süruru gördük mü, onu ne şekilde çıkaralım diye
çalışırız. Beşeriyetin fahr-i ebedisi öyle diyor: Bunun büyük kitapta karşılığı
var mı var. وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْر[38] Bunun manası insanların kalbine sürur ilka
etmektir. Kendini bu hususta vakfettin mi, muhakkak Hazreti Muhammed (sav)’in
yanındasın. Düşün pazarlık et kendi kendine. Ben bu işi yapacağım diye.
Yarından itibaren başla… Vallahi, billahi, tallahi Hazreti Muhammed’le (sav)
böyle yan yanasın. İvazsız garazsız. İbadetin efdali, kendi öyle buyurmuş; insanların
kalbine sürür ilka etmektir. Parayla mı yaparsın, aklınla mı yaparsın, halinle
mi yaparsın… Bunu yapmak kolay değil, söylemesi kolay. Bunu yaparken nelere rast
gelirsin, ne hakaretler görürsün. Aaa dersin; “Bak buna ben bunu yaptım da,
bunu mu görecektim?” Dedin mi, çürüdü. Sen onun şahsini gördün, o hesabı yaptın,
olmadı. O çürüttün onu sen. O şahıs yok ortada olacak. Ortada nakış değil de,
nakkaş olacak. Nakış değil nakkaş olacak. Nakkaş.
Mesela bir adamın elini
öpersin, hürmet edersin. O insan eğer Hak’ta fani olmuşsa, Hak ile bir muamele
yapıyorsun. Öyle değilse onu öpmüyorsun sen, nakkaş bunu yapmış diyorsun.
Anlatamıyor muyum acaba?
Düştü yere her kim ki kıldı
bize ‘adâvet,
Kim derd-keşiz tîr i
kazâyız fukarâyız.
Ruhsâre i mehveşlere gönül
vermişiz ammâ
Zan itme ki mustağrak-ı
deryâ-yı hatâyız .
Nakşe nigeh ey hâce-i nakkâşe nigehtir
Seyid hamza’nın sözüdür. Ne
kadar güzel söylemiş. Ne iyi tahlil etmiş.
İbadetin efdali, insanın
kalbine sürur ilka etmektir diyor, Resulullah(sav). Artık onu başla, en
yakınından başla. Bir kimse annesine babasına bir gün mutî olsa, benim indimde
bin yıl ibadetten eftaldir, diyor. Nafaka davası açar. Sen bırak şimdi o
muhabbeti de nafaka davası açar. Seksen yaşında adam, yahut yüz yaşında doksan
yaşında annesi nafaka davası açar. Bir kimse evlad-ı iyaline, çocuğuna,
haremine bir dirhem infak etse, Hak yoluna binlerce lira infak etmekten
hayırlıdır, diyor. Biz bu esasların hepsini kaybetmişiz. Bir kimse evlad-ı
iyali yanında bir saat muhabbetli otursa, benim indimde bir mescitte ömrü
bitinceye kadar itikâfa kapanmaktan daha hayırlıdır, diyor. Bir şey
anlatamıyorum galiba?
Bir adam var. Ben artık
dünyayı masivayı terk ettim, soyundum, doğrudan doğruya;, artık bu mabedin, bu
camiin -İtikafhaneler vardı vaktiyle- İçeriye gireceğim, hiç kimseyi
görmeyeceğim, demiş. Onu bir ibadet olaraktan şey etmiş. Onu diyor, Hazreti
Muhammed aleyhisselati vesselam: Sen şimdi onu bırak diyor; bir kimse diyor, evlad-ı
iyali yanında bir saat muhabbetli otursa… Nerdeeee? Nerde bulacaksın öyle ev? Öyle
ev yok. Bizim ev öyle... Sen mübarek adamsın. Öyle ev yok, kalmadı artık. Öyle
ev yok. O muhabbetli oturmanın biçimini ben sana nasıl anlatayım? O muhabbetli,
işte biz oturuyoruz dersin amma; yok kardeşim, öyle değil o. Bir gün anlatırım,
bugün o kadar sıhhatim iyi değil.
Evvela bize, mesela şimdi,
yarım saat daha konuşayım uyuklama başlar. Hava sıcakta ondan mı? Hadi ondan
diyelim. Benimde geliyor çünkü. Beraber uyuklaya uyuklaya konuşalım. Ne
yapalım? Ama şurada desem ki, içinizde birinize, üç kişiye birer milyon lira
çıkıyor. Kâğıdı okuyorum. Bir milyon, canım bırak şunu elli bine de ben inerim
desene. Ama bol tutalım da, bir milyon. Mesela, diyelim ki; sekiz yüz bin üç
yüz yirmi iki numaraya bir milyon lira var. Ben şimdi sekiz yüz bin üç yüz
yirmi der demez, hepimiz şöyle bir yerimizden şöyle zıplarız. Gayri ihtiyari.
Acaba arkası iki mi çıkıyor diyerekten. Alış verişte melal[39]
gelmiyor da, niçin Hak sözünde melalet geliyor? Bu bir alış veriş. Bunda hiçbir
melal gelmiyor. Derhal ağırlıklar filan, “Bugün çok ağırlığım var.” Yok
kardeşim! O ağırlığın, senin kendi içindeki ağırlıkta. Bir şey yok. Çünkü ben
bunu dediğim dakikada, ağırlık mağırlık hepsi gider. Nihayet üzerinde yüz, beş
yüz filan yazılı kâğıt, dimi bu? Alay ediyor Allah’la senlen. İstihza muamelesi
yapıyor, estağfurullah. Allah’a(cc) alay ediyor denmez. Suçtur. O muameleyi
yapıyor denir. Ondan münezzehtir Allah (cc).
Size söylemiyorum ha, kendime.
Bende öyle, baksana uyuklayarak konuşuyorum. Gözle acayip, gözler rahatsız.
Güneşi medh eden kimse,
güneşi medh etmiyor, kendi gözünü medh ediyor. Şimdi bizim gözlerimiz rahatsız.
Bir insan güneşi medh ederse güneşi mi medh edicek? Kendi gözünün hastalıksız
olduğunu beyan ediyor. Hazreti İnsan da hakikat güneşidir. Bulmadık biz insan.
Âdem olmak istersen Âdem ara, âdemi bul, Âdem ile Âdem ol. Seyyid-ül âlemdir Âdem, gayrıdan sevdayı kes.
Mevzuu ne kadar
genişletirsek, hulasa etmek istersek,
bugün ki insanların, bu kadar zekâsı, bu kadar zahiri bilgisi, bu kadar
ne bileyim fikre veleh verecek kadar fenni, aklı durduracak kadar ilmi,
kendisine bir huzur verdirmiyor. Acınacak noktada odur. Yok. O feyz-i bereket
yok. Ne demek o canım, oda hissi söz, Feyz-i bereket mi olurmuş? Onlar zırıltı,
eski zaman sözleri onlar. Niye eski zaman sözü olsun? Köpek senede sekiz tane,
on tane doğurur. Koyun bir tane, iki tane doğurur. Milyonlarca kesilir, köpeğe
el sürülmez. Sayım yapılsın, yine koyunun adedi köpekten
fazladır. Bereket, bir feyz-i manevidir, gözle gözükmez âsâr[40]ından
anlaşılır.
Bir adam malının dörtte
birini infak edermiş. Mevlana’ya sormuşlar; gayet ince, tabi Mevlana bu. Onun
köyü gurebanın[41] Kabe’sidir
demiş. İşte muhabbet esası olunca bunlar oluyor. Bir şey anlatamadık mı acaba?
Anlaşılmadı. Bir tuhaf geldi söz. O zat çocuklarına vasiyet ediyor. Benden
sonra sakın hırs ve şehvet zevklerine düşmeyin. İnsanlığın hakkını vermekten
hiçbir şey, sizi alıkoymasın. Sanmayın ki; bu mahsul yalnız sizin sayenizde
meydana gelir. O yalnız sizin sayenizde değil, su ve toprağın mahsulüdür,
vergisidir. Âlem-i gaybtan bir şey kendisine ver diye emredilmedikçe sa’y[42]inde
çürür, her şeyin çürür. Verse de netice alamazsın. Bereket bereket demiş. Yaa
bereket.
Allah, sermaye olarak
hilkatte dört eşya va’z etmiştir. Hava, su, toprak, ateş, di mi? Dünyanın
havası bu hava, bu su aynı su, bu güneş her gün ki yerinden doğar, her gün ki
yerinden batar, bu toprakta aynı toprak. Neden insanlar geçinemiyor? Mesai üç
misli olmuş. Deden altı saat çalışırdı, sen yirmi dört saat çalışırsın. Dedenin
zamanında on nüfuslu bir ailenin bir adamı çalışırdı, şimdi dokuzu birden
çalışır. Meğer ki biri hasta olsun da otursun. Yine sıkıntı, yine sıkıntı… Di mi?
Neden? Niye bunun raporu hazırlanmıyor? Çaresi nedir denmiyor? Birbirimizi
yiyoruz. Konuşmalarımız dedikodu, haset, çirkin… Erkekte de öyle kadında da
öyle. Gidersin bir eve bol bol model görürsün, masanın üzerinde. Başka ne ilim
sözü var, ne irfan sözü var, ne Hakk sözü var. Bak bakalım şu modele bir
saat……. Yanlış mı? Filanca şöyle giyinmişti bayıldım, filanca şunu çıkarmıştı
ayıldım… Evet, insanın bedayiye[43]
ihtiyacı vardır. Bunlar elzemdir ama gaye değildir, vasıtadır bunlar. Bizde
gaye olmuş. Üç dört tane model… Beğendiniz mi? İyi ama şunun yakası şuraya
gelse, bunun yakası buraya gitse, bu kol düğmesi daha yukarıda olsa… Ömür bunlan
mı bitecek?
“Sayılı nefesini ne ilen
bitirdin?” diye, nefesin sahibi soracak kardeşim. Kaide-i külliye. Gel dediği
vakitte ne model kalır, ne madde kalır, ne şu kalır, ne bir şey. Aaa hasret.
Ters anlama ben, aleyhinde konuşurken de korkuyorum. Korkarım konuşurken. Biri
ters anlıyor, dışarıda sözü bozuyor bozuyor bozuyor... Bana budala derler
sonra. Ben onların lehinde bulunmuyorum. Vasıta olarak kullan, onu boyuna gaye
yapma. Yok, bir ilim kitabı yok! Bir irfan kitabı yok! Dedenin bu kadar
vecizeleri var. Onun arasında dört tane de vecize öğren. Yahut söyle bir birine
di mi ya? O manaya... Bir de tutar dersin ki; modelinde aleyhinde bulundu. O
adam da.. aptal bir adammış derler bana sonra. Aptalız ya, ayınlı (ع) değil elifli ( ا ).
Her sohbette, her sohbette,
âlem-i gaypta bir çocuk olur kardeşim. Biz daha hiçbir şey bilmiyoruz. Halbuki
kimse ben biliyorum iddiasında filan bulunamaz. Atom çıktı şimdi, atom… O da
geçti yaaa. Oda, oda devresini ikmal etti. Hele atom. Şuna bizatihi cam
diyemezsin. Bana görünüşü itibariyle cam, “Kendi ne?” bilmiyoruz. Şuna bizatihi
mika filan diyemezsin. Her neyse bu. Bilmiyorum ya. Bana görünüşü itibariyle o.
Onun içün Hazreti Muhammed(sav), bak on dört asır evvel söylemiş. Nasıl
çıkıyor? Allâhümme, erinel’ eşyâe kemâ hiye , Ya Rabbi! Bana eşyanın
dışını değil, hakikatini göster, diyor. O vakit işaret etmiş. Allâhümme, erinel’ eşyâe kemâ hiye.
Allah’ım, bana eşyanın böyle duruşunu değil, oluşunu değil, hakikatini göster.
Zahir duruşunu değil.
Bugün fen adamı bu camdır. Yooo.
Cam, bana görünüşüyle cam. Hakikati, bilmem ben. Atom çıktı. Onun için, “Nasıl
olurmuş?” deme sakın haa. Her sohbetten, her konuşmadan bir dostluk tesis ettin.
Oturdun kalktın di mi? “Âlemi gaybda bir çocuk meydana gelir.” diyor Hazreti
Muhammed (sav). Bu çocuk; ya veledi sahihtir, veyahut veledi gayri sahih.
İnsanda, insanda hepimiz bu âlemden gideceğiz ya, gideceğiz. Kimse var mı
kalacağız diyen? Yok! Neyse, o dava yok. Cesetten cüda olunca, yani ayrılınca,
o çocuğa hepimiz mülaki[44]
olacağız. Bu ince bir yer. Bugün buraya uğrayı verdim. Eğer sohbet sahih ise,
velet veledi sahihtir. Sohbet gayri sahih ise, velette gayri sahihtir. Günah
değil mi canım? Biz buraya öyle başıboş mensi[45]
mühmel[46]…
Hikmetten hariç hilkatte hiçbir zerre yok. Sonra her zerre bir vazifeyle mükellef….
E onlara sen sahip olduktan sonra seni mensi ve mühmel bırakırlar mı? Buna
imkân var mı? Yok.
Yarasa kuşu tabiatlı
olmamalı insanlar. Yarasa kuşu güneşten hoşlanmaz, zulmeti arar. Yarasa kuşu
güneşe tahammül edemez. Herkes de Hak Teala’nın tecellisine tahammül edemez.
Gel değişiklik yapalım. O tecelliye tahammül edebilecek bir an elde edelim.
Bunlar, hepsi burada olacak.
Sonra, mana insanı zannetme
ki zevksiz bırakır. Üüü, o kadar zevki boldur ki, şaşırırsın sen. Daire
içerisinde. Harice çıkmaya ihtiyaç bırakmaz. Daire içerisinde… İslam’ın kabul
ettiği mana ile dünyanın arası açık değildir. O, biz garptan her şeyi aldığımız
vakit, o manayı da beraber aldık, bizimki ile karıştırdık. Orda dünya ayrıdır. O
mana ayrıdır, bizde öyle değil. Bizde bir niyet ile dünya mana olur. (? 51:35)
Gayet kolay, gayet şık… Bir niyetle… Kuyudan suyu çekerken, elinin
hareketlerine biraz dikkat edipte şu hareketim benim nasıl meydana geliyor, bu nerden
geldi dedin mi düşündün mü, Allah’ın en kavi isminin zâkirisin. Dünya kalktı
ayağa. Mana olur.
Orada mecbur olarak
ayırdılar ve haklıydılar ayırmakta. Neden? İlim yalnız kilise ehline inhisar[47]
etmişti. Onun kimse farkında değil. Onun haricinde insana müsaade yok. O kadar
sıkmışlar, o kadar daraltmışlardı ki, müspet ilim adamlarını yakıyorlardı
kardeşim. Yakıyorlardı. “Yarın içün çalışmak haram.” diyor bir defa.
Çalışamazsın yarın içün. Dünyanın yuvarlaklığını ilan etti dedi, adamı
götürdüler cayır, cayır yaktılar. Daha neler yaktılar böyle? Halbûki o ispat
etmedi ya. Ondan dört yüz sene evvel gelmiş Fahrettin-i Razi, ondan daha evvel
gelen Seyit Ahmet Er-Rıfai Hazretleri: suretün tüzkeru
fihel bakaradaki bir ayeti kerimede dünya yuvarlaktır dedi. Dedenin malı
yani ya, ne bulursan? Neyse o da oradan mı aldı, neredense, der demez yaktı.
Daha nice adamlar böyle yandı. Nihayet izâ
tecâveze şey’en haddehù inqalebehù ziddehù.[48] Bir şey haddini tecavüz
etti mi, zıddına inkılap eder. Nihayet adamlar isyan ettiler, kilise vazifesini
ayırsın, müspet ilim de vazifesini ayırsın, dedi. Kilise vazifesini ayırsın,
müspet ilimde vazifesini… Onun da saliki ayrılsın. Ayrıldı. Bu sefer kilise
açıkgöz davrandı. Ayırdı ama yine elini soktu parmağını içerisine. Dedi ki,
bize iş kalmadı ama biz bunu tekrar alırız. Bunun da kimse farkında değildi.
Nasıl alırız? Müspet ilimlerin banisi[49] de
biz olacağız, dedi. Şimdi şekli değiştirin, dedi. En yüksek kimya kitabını
papaz yaptı. En yüksek riyaziye[50]
kitabını papaz yaptı. En yüksek ne görüyorsan, bunların hepsini papaz yaptı. Yapınca
yine eski mevki-i edasını aldı. Ama vazifesi ayrı olaraktan aldı. Vazifesi ayrı
ama yine öbür tarafa tahakküm[51]
ediyor. Mesela orda herif diyor ki; yahu diyor, en mütefenni bir adam, ben
manaya düşman olacağım ama okuduğum kitabın sahibi, işte bu papaz. Hem bundan
okuyayım, hem bunun bana gösterdiği itikada cephe alayım, bu olmaz diyor,
düşünmeden yürüyor. Onun için saliki böyle devam edip gidiyor. Anlatamıyorum
galiba değil mi? Mesele burada. Felsefede(? 55:19) değil teşkilatta.
Senin dedenin kabul ettiği
manaya gelince öyle değil o. Değil bugün için yarın içün çalışmak, iki gününü bir
birine müsavi kıldı mı bir adam, aldanmıştır diyor. Men istevâ yevmâhu fe-hüve mağbûnun[52] Bir
adam dün on kuruş kazandı, bugün de on kuruş kazandı mı, manada kıymeti yoktur,
aldanmış adam der. Kıymet yok. Dün Hakk’ın yanında bu kadar ibadeti vardı, bu
günde o kadar mı? Kıymeti yok. Men istevâ yevmâhu fe-hüve mağbûnun İki
gününü bir birine yapan, müsavi kılan mağbundur, aldanmıştır. Taleb-ül
ilmi farizatün ala külli müslimin ve müslimetin. İlmi öğrenmeklik o müspet ilim
adamını yakarken, deden kabul… Onun içün bu manaya gönül verdi. Dedenin kabul
ettiği manada diyor ki, her Müslüman
adam ve her Müslüman kadın ilmi öğrenmeklik kendisine farz kılınmış. Sen git
Karaca Ahmet mezarlığını filan gezde bak. Ne kadınlar görürsün orda. Kimyager,
bilmem şu bu…
Ama onlar ilmi okumuş ilim olduğu içün. İlim iki türlü okunur: İlim
olduğu içün okursan feyz alır gidersin. Ama ben bundan para kazanacağım, tabi
insan hayatını da idame ettirecek, gaye olmayacak. İlmi, ilim için okuyorum gaye
olduğundan dolayı. Para da kazanacağım vasıta olsun diyerekten. Onu gaye yaptın
mı, ondan sonra önüne geçilmez. Gaye olduğu dakikadan itibaren sen yandın. Doymazsın çünkü.. Gaye.. İlim, ilim olduğu içün
okunur.
Öyle okuduğu vakitte ecdadın, on üç yaşında müçtehid var ya. Kaç defa
size söyledim. On üç yaşında adam müçtehit olur mu? Müçtehit ne demek biliyor
musun sen? Müçtehit. Devri icat kapandı, devri içtihat açıldı. Devri icat,
enbiyanın devridir. O devri Allah kapayınca, devri içtihat başlıyor. İşte onun
sahibine müçtehit diyorlar. Anlatamıyoruz galiba? O senin bildiğin gibi değil
o. On üç yaşında. Devri icat..... enbiyanın, mucize… O kapandı. Ha… Devri
içtihat var. Varis yani. Neler var dedende? üüüüü.
Söyledim çok ama yine söyleyeyim. Mesela on üç yaşında nasıl oldu? Belki
içinizde bulunmayan vardır, müçtehit. İmam-ı Şafii… İmam-ı Şafii deyince
insanlar şimdi, mahalle imamı aklına gelir. Yahut dersiam hoca filan müftü
filan… Yok öyle değil. Manada… Ondan sonra artık mahalle imamına da imam
denmiş. İmam-ı Şafi. Öyle bir şeyi gözünün önüne getirme. Mesela ümmet diyoruz,
o kelimenin aslı imamdan gelir. Onu yanlış anlamışlardır. Ümmiden ümm’den,
değil. Ümmet dendiği vakitte, o kendi manasını bir araya gelip o hukuku
teşahhus[53] ettirmeklik kudretine malik olan
camiaya denir. Bir şey anlatabildim mi? Anlatamadım. Ben biliyorum
anlatamadığımı. Anlatsana.. Nasıl anlatayım, hepsi yarım saatte olur mu? Ama
burası ne kadar tatlı yerdir? Of.. Burada çok zevk vardır amma hele dursun, çok
tatlı yerdir burası. Birden bire uyanırsın, zevk alırsın. Burası… Yoruldunuz
mu? (Hayır, hayır) Ben daha yeni yeni demleniyorum, şöyle. Çok söyledim bunu
size ama tekrar edeceğim.
İmam-ı Malik’in talebesi. Büyüklüğünün kudretine şöyle harici bir misal
verelim. Bugün mesela onun içtihadı üzerine amel eden… Yüz elli tarihinde
doğmuş. Hicri yüz elli. Aşağı yukarı on iki asır, on iki asır geçmiş. Milyonla
insan onun kabul ettiğini kabul etmiş, yolundan gidiyor. Mesela İmam-ı Ebu Hanife,
milyonla insan. Bizim peşimizden karımız gelmez. Şusunu busunu alırsan belki
gelir. Çocuğunu getiremezsin. Böyle önüne nafakasını korsun, cebine harçlığını
verirsin, arkadaşı geldiği vakitte konuşurken, şöyle yapar; “Şimdi çıkar gider,
canım.” Der. Nasihat edersin, o dinliyor gibi durur, bazısı böyle bakar tuhaf
tuhaf. Azıcık şeysi varsa, işaret eder arkadaşına gözüyle, çıkar gider şimdi
diye. O kadar da düşmüşündür. Öyle mi? Gelmez, karın peşinden gelmez. Vallahi
gelmez. Putuna dokunda bak, gelir mi gelmez mi? Bu böyle olduğu gibi Hak sahibi
olan kadın da kocasını peşinden getiremez. İki taraflı bu, yalnız bir taraflı
değil, iki taraflı. İki ruh bir vücutta tahakkuk edecek. Ailede esas bu…
Milyonla adam. Ne iş bu, ne kudret,? di mi? İşte imam bu, sen mahalle
imamını aklına getirirsin, şaşırırsın. Sonra bunlarda öyle benlik menlik filan
yok. Mesela biz bir şey söyledik mi, hata olduğunu da söyleseler nefsimiz
kabarır o hatayı güzelmiş gibi bir türlü “Evet, hatadır, yanılmışım.” demeyiz, “Hayır!”
deriz. Ya ne olur deyiver. İlimse senin değildir, Allah’ındır. Malumatsa, zaten
kıymeti yoktur. İnsandaki ilim, kendinin değildir. İlim, Allah’ın sıfatıdır,
ariyet insana verir, biraz kullandırtır alır. Sen onu kendimin dedin mi yandın
zaten. Yoo vermez Allah adama. Onu verir biraz kullandırttırır. İlim Allah’ın
sıfatı.
Ebu Hanife, ahlaka bak. İki talebesi var. Çok talebesi var ya iki tane
güzide, daima göz önünde duran, biri Ebu Yusuf, biri İmam-ı Muhammed. Resmen
ilan ediyor diyor ki; ben bu meseleyi böyle dedim, bunun ikisi birleşir de
benim dediğimin aksine söylerlerse, ben isabet etmemişimdir, onlarla beraber
olun. Şimdi bir çok ilim kürsülerini işgal eden adam vardır. Birisinin hatasını
birisi söylerse kıyamet kopar. İşte bu. Çünkü âlim değil. Âlim olunca bu benim
değil diyecek. Âlim değil o. Biz onu âlim görürüz. İlim, ilim doğru hisse sahip olan kimsede olur. Cehil doğru
histen mahrum demektir.
Zor şeyler bunlar. Mesela İmam-i Şafi; kendisinin içtihadı var. Ebu Hanife’nin
sınırına girdi mi, vicdani kanaatini bırakıyor, hürmeten onun vicdani kanaatine
bağlayaraktan hareket ediyor. O feragat de olmasa da o ilim olur mu ya? Mesele
bu. Bunlar birbirine bağlı. Kolay iş midir? Hürmeten diyor Ebu Hanife’nin
sınırı bu, ben bu tarafa geçtim misafiretim var, ben kendi içtihadımı burada
terk edeceğim, hürmeten Ebu Hanifeylen icra-ı amel edeceğim. Ne ahlak?
İçini boşalttı çünkü. Mümin ud gibidir ud. Saz bilmez misin, ud? Udun içi
dolu olursa güzel ses çıkarmaz. Mutlık[54],elinden bırakır. İnsanda nefsani
çirkinliklerini içerisinden çıkarmazsa Allah elinde kullanmaz. Kırar atar. Onlar
her yakinin, yakınlığından bir şey çalmışlar, et tabiatu sarikatün el ahlaku sariyetün. Tabiat hırsızdır. Onun içün der ki, mana; her karib[55]in, yani her Hakk’a yakin olan
kimsenin karin[56]inden bir şey çal. İnsanın yüzünün
kırmızılığı, kanın ona yakin olduğundan dolayı, kanda o rengini güzel güneşten
alır. İnsan-ı kâmilde Kudret’in hakiki güneşidir. Bunlar, işte o, insanı hakiki
o. Söyleyeceğim insanlar. Yaa.
İmam-ı Malik bir gün ders okutuyormuş. Hadis okutuyor. Hadis demek,
Peygamber Efendimiz (sav)’in ya sözleri ya fiilleri veyahut huzurunda yapılıp
da beğendiklerine hadis denilir. Anlatabildik mi? Bunun daha birçok kısmı var
ya, hulasa ederek kavle resul, fiile resul, takrire resul. Ondan sonra birçok
şubelere ayrılır. Üüüü uzun bir ilim o da, ayriyeten. Gayet saygısı büyük bir
zat… Çok. Mesela Medine-i Tahire’de ayakkabılarını
çıkarmış, yalın ayak geziyor. Asrın feridi[57] bir adam. Etrafındakiler demişler
ki; efendim caiz değil midir ayakkabıyla gezmek. Yook. Caizdir de siz niye
giymiyorsunuz? “Siz bana bakmayın.” demiş. “Ben Resulullah’ın (sav) mübarek
ayağını bastığı topraklarda ayakkabımla gezemem. Edebime gelmiyor. Sizin içün
bir mesuliyet yok. Benim içim götürmüyor.” Kim bilir, O zatın gözü, nereye
bastığını mı görüyordu? Anlatabiliyor muyum acaba? İncelik o. Ömründe karpuz
yememiş. “Nicün yemiyorsunuz?” demişler. Çok arzu ederim yemek, şekli filan
hoşuma gidiyor, herkes böyle yerken şapır şupur yiyorlar. Fakat ben yemem.
Niçün? Ben demiş Resullullah (sav)’ın bütün efalini, bütün harekatını, bütün
yemesini, oturmasını, kalkmasını birer birer bulmuş tespit etmişim. Yalnız,
karpuzu nasıl yediklerini bilmiyorum. Onun içün kendimi ondan mahrum edeceğim.
Bu insanda da tabi başka varidat olur. Bir gün bir hâkim eski tabirle Qadi.
İmam-ı malik zamanında, o günün halifesine İmam-ı Malik yanında otururken,
Resulullah’tan (sav) bir sual sormaya gelmiş: Kül gibi olmuş İmam-ı Malik’in
rengi. Sormuş halife, “Bir fenalık mı geçiriyorsunuz?” “Yok!” demiş. “Bu
edepsiz adama kırk değnek vurmak lazım.” “Efendim bu çok muteber…” “Muteberini
bırak. Buna kırk değnek vurmak lazımdır, şimdi.” demiş. “Niçün?” O vakit böyle
büyük sualler hürmeten oturarak sorulurmuş. Diz çökülür. O zamanın örfü, âdeti
öyle. “Ayakta sordu, hürmetsizlik etti Hazreti Muhammed’e (sav). Kırk değnek
hakkı vardır. Ve benim yanımda vurulacaktır.” diyor. Şimdi Peygamber’in (sav) adını bekçi çağırır
gibi çağırırız, dimi ya? Hem çocukta var. O Ayrı.
Ders okuturken biri gelmiş: Demiş ki efendim; ben kuşçuyum, kuş satarım.
Bir müşteriye dedim ki; “Bu kuş hiç durmadan öter. Durursa, karım üç talak ile
boş olsun.” Şimdi de geldi; “Senin kuşun dediğin gibi ötmüyor.” Diyor. Benim
halim ne? “Kadın gitti.” Demiş. Böyle demiş adi işlerde... Hem senin de hakkın...
adi işlerde, bilmem böyle bu biçim şeyler konuşulur mu? Kızmış çok. Ve çaresi
yok gitti, demiş. Mahsun mahsun adam dışarıya çıkarken -İmam-ı Şafi’de on üç
yaşında- alaka-ı tedrisiyede İmam-ı Malik’in... Usulcacık, önüne gitmiş demiş
ki; “Sakın kadını bırakma, kadın gitmedi haa. Aman gitmedi.” Dönmüş, demiş; “Efendim,
yanlış anlatmayayım. Bir daha arz edeyim, müsaade ederseniz.” Yine tekrar
etmiş. “Kadın gitti, evladım.” demiş. Yine dönmüş giderken, yine İmam-ı Şafi
şöyle usulcacık, caminin direk arkasından önüne geçmiş; kapının önünde, “Sakın
bırakma kadını.” Demiş; “Kadın gitmedi.” Adam tekrar, bu kolay bir şey değil, artık
kovsa da yine soracağım diyor. Tekrar dönmüş gelmiş. Demiş; “Efendim, siz böyle
diyorsunuz. Fakat sizin dersinizde bulunan bir çocuk gitmedi.” diyor. “Ben
şimdi şaşırdım.” İmam-ı Şafi de böyle arkadaşlarının arkasına siper etmiş
kendisini. “Kimdir O?” filan demiş. Göstermiyor. “Söylesin kimse!” demiş. “Benim
efendim.” demiş. “Evladım, nerden anladın sen gitmediğini?” “Efendim, bu bahis
dün geçti.” Demiş. “Bunu siz okuttunuz
bize, dün geçti bu bahis.” Hazreti Malik diyor ki, ”Nasıl geçti?” Dün
bir hadis okuturken; bir kadın geliyor Resulullah’a(sav), “bana üç talibim var,
hangisini tercih edeyim de evleneyim?”. “Söyle bakayım kimler?” Söyleyince; “Sen
gayet güzel yaşamaya alışmışındır. O talibin bir tanesi, maddi vaziyette seni
şey edemez, tatmin edemez. Sen daha refah bir şekilde yaşamaya alışmışsın. Onun
vaziyet-i maliyesi müsait değil. Öbür söylediğin adamdan da, adamın da omzundan
sopa düşmez. Filana var. İşte demiş, omzundan sopa düşmez deyişi, Resulüllah
Efendimiz’in (sav) mecazi bir manadır. Yani bu, dayakçı bir adamdır. Öyle bir
makbul bir insan değil. Omuzundan sopa düşmez deyince, uyurken de sopaylan,
gezerken de sopaylan, yatarken de, fazla dayakçı olduğuna işarettir. Bu zatta demiş,
kuşunu satarken benim kuşum hiç durmadan öter demesi, çok öter manasınadır,
onun içün talak vaki olmaz demiş.” Başlamış imam ağlamaya. Berhudar ol evladım.
Hadi sana içtihat rütbesi verilmiştir. On üç yaşında…….
İnsan layıkıyla tarif olunmaz diye buradan girdik. Zahirinden bazı şeyler
söyleyelim. Evvela büyük bir mebde-i ittisal var bizde. Mebde-i[58] ittisal[59] var ki, ruh ile beden birleşiyor.
Ruhlarda ecsamı[60] görürsek, görürüz, görürsün yahut.
Şimdi zihnimizde memleketin bütün hatıratı yaşar değil mi? Yaşar. Sonra ecsam da
ervah[61]ı görürüz. Ruhta ecsamı görüyoruz.
Ruhta cisimleri görüyoruz. Sonra da cisimlerde ruhu görüyoruz. Cismin ve ruhun
bir visali olmasaydı, ben elimde bunu tutabilir miydim? Anlatamıyor muyum
acaba? Ben bunu tutamazdım. Cismimle ruhumun ittisali olmasaydı, ben bunu
elimde tutabilir miydim? Demek ki, ruh ile cismin mebde-i ittisalinden, insan
kendisinde bir ene mefhumu doğuyor. İşte bütün beşeriyetin hakikat aramaktaki
noktası, o enesini bulmaktır. Onu bulmak zevkine aşk derler. Bidayette
konuşurken dedim ki: ahlaktaki aşk romandaki aşk manasına değildir. Onu yarım
bırakmamak için buraya girdim. Yaa. Yoruldunuz di mi? (hayır) Nasıl hayır ya?
Hulasa edelim konuşmaları. Ubudiyetin semeresi muhabbet… Ubudiyetin
semeresi muhabbet… Sevenler sevişir, sevmeyenler dövüşür. Dünya şimdi hep
dövüştüğünden dolayı muhabbet kalkmıştır. Karar bu. Sevenler sevişir,
sevmeyenler dövüşür. Dövüşmek esası var, onun içün… Hâlbuki insan muhabbeti…
Dikkat ederseniz; bilmiyorum, muhabbetle Ahiret’e giden insanların mezarında
bir halet-i ruhiye görünür. Hüner değil, mermer taşları yığ yığ yığ yığ orada
bir şey yok canım. Yani yanlış anlaşılmasın: Yani, o mermer taşın altında
yatanda bir şey yok demek istemiyorum. Yani; taşlarda, bir şey yok demek
istiyorum. Ters anlarsın da. Muhabbetle bu âlemde yani, insanlar kalbine sürur
ilka ederek yaşayanlar, o muhabbetle gezenler, öyle hayatının nihayetine
erenler, onların böyle hiç basit toprak gitsen bile bir sıkıntın varsa gider.
Bir tuhaf duruyor herkes. Öyledir. Ne güzel söylemiş;
Hayali cilve eder hep dili nazarımda,
Güneş doğar gece gündüz harabezarımda,
Benim şu gileyi hicran zar-u zarımda,
Bahar ateş-i suzan olurdur eşkından,
Gülen teraveti[64] görse o gülizarında, Uzun sürecek bu, aşağısındaki şeyi okuyayım da keseyim. Epeyi uzun.
Bir ateş-i gül
açar mutlak mezarımda.
Hakikaten bu insanlar, ebediyete
intikal ettikten sonra dahi, halet-i ruhiyeleri anasırlarının kasası olan,
muhafazası olan o toprağa dahi sızar. Fark edilir bu, fark edilir, evet. Ama ne
yapalım ki işte, biz hala birbirimize yabancı yaşıyoruz. Olmaz.
Birbirini sevmeyenin,
Kendi özün bilmeyenin,
Ademe baş eğmeyenin
Vahdaniyette iki türlü
olmaz kardeşim. Melaikenin âdeme secde etmesindeki, emrindeki inceliği insan
düşünürse bu işlerin hepsi hallolur. . Birbirini sevmeyenin, kendi özün
bilmeyenin, âdeme baş eğmeyenin ismini şeytan okuruz. Ya.
Gönül gitti elimden
Ele gelesi değil,
Hallaak ile bir oldu
Artık ölesi değil,
Ol bir ile bir olan
Cümle âleme dolan,
Böyle sultanlık
Kulluk kılası değil.
Erişmeyen vahdete,
Vahdetdeki lezzete,
Girerse cennete
Herkes bulası değil.
Can eline dalmayan
Hak tadını bulmayan,
Bu surette gülmeyen,
Sen burada gülmedin mi,
göremeyeceksin bir yerde, gülemeyeceksin. Onun içün gülmeye bak. At gamı at.
Bir daha söyleyeyim burayı.
Can eline dalmayan
Hak tadını bulmayan,
Bu surette gülmeyen,
Herkes gülesi değil.
İkiliği silmeyen,
Hakk’ı canda bulmayan,
gaybı kendin bilmeyen,
Hakk’ı bilesi değil.
Bu günlük konuşma bu kadar.
[1] Zât-ı
bâri: Herşeye bir kalıp ve bir şekil
veren ve güzelce yaratan Zât, Allah
[2] Hilat:
Hilâl süslü elbise, kaftan.
[3] Libas-ı
fahire: Göz alıcı elbise
[4] Harika-i
fıtrat: Yaratılış harikası
[5] Muhkem:
sağlam
[6] Zebun: 1.Zayıf, güçsüz, âciz. 2.Alışverişte aldanan
[7] Muharrik: Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik
eden. Teşvik eden. Ayaklandıran
[8] Savaik: Saikalar, yıldırımlar
[9] Mühlikât: 1.(Tekili: Mühlik) Kötü ve günah olan işler.
2.Helâk edenler. Hayrı ve sevabı bozan fenâ hareketler
[10] İrtifa:
Yükselmek
[11] Fezâil: Faziletler, üstün nitelikler
[12]
Mazhariyet-i gaybiye gayba mazhar olma
nail olma.
[13]
Tesvilat : Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma.
[14] Nefha-i
elfaz: Nefes veren sözler. Sözlerin etkisi
[15] Râyiha-i
kerîhe İğrenç ve tiksindirici koku
[16] Üns 1.Alışkanlık, alışma. 2.Arkadaş. Hemdem
[17] Müştak (şevk. den) Arzu ve iştiyak gösteren, fazla
istekli
[18] Enis 1.(Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş
olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
[19] Adem 1.Yokluk, olmama, bulunmama
[20] Kail: 1.Söyleyen, diyen. 2.Razı olmuş, boyun eğmiş
[21]
Sabavet: Çocukluk
[22]
Şebabet: Gençlik
[23] Temellük 1.Mülk edinmek. Kendine mal edinmek. Sâhib
olmak. 2.Kadir ve muktedir olmak.
[24] Temyiz:
Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak.
[25] Cem: 1.Toplama.
2.Bir araya getirmek. Yığmak
[26] Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş,
mahfuz.
[27] Müsavat: Denklik, beraberlik. Müsavilik, eşitlik.
Aynı hâl ve derecede olmak. Aynı haklara sahip olmak.
[28] Müfarık:
(Fark. dan) Ayrılan, ayrılmış. Müfarakat eden
[29] Vahşeti
müsanna sanatlı vahşet
[30] Mazruf: Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa
konan
[31] İnnin:
Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır.
[32] Emn ü
eman: Korkusuzluk ve emniyet hâli.
[33] Matmah-ı
nazar: Hırsla, dikkati dağıtmadan bakılan, bakma
[34] Bahr-i
sefid: Akdeniz
[35] Teavün
yardımlaşma
[36] mukabil Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel,
karşılığı
[37] ilka' Atma, bırakma. 1.Öğretme. 2.Bırakma,
yerleştirme
[38] إِلَّا
الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا
بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ meali : Ancak iman edip iyi
işler yapanlar, birbirlerine hep hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiyeleşenler
başka
[39] Melal:Can
sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur
[40] Âsâr: İzler.
Nişanlar. Abideler.
[41] Gureba
garipler
[42] Sa’y :Çalışma,
Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden
geleni yapma.
[43] Bedayi': (Tekili: Bidâa) Sermayeler, anamallar.
[44] mülakî Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan
[45] mensî (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan
çıkmış.
[46] mühmel 1.İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet
verilmemiş. Bakılmamış. 2.Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış.
3.Boşlanmış.
[47] 1.Hasr
olunma. 2.Tecavüz etmeme. 3.Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele
bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama.
Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.
[48] Haddini
aşan şey zıddına döner.
[49] Bani:
Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden
[50] riyaziye 1.Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla
alâkalı. 2.Bir yazı çeşidi.
[51] Tahakküm: (Hüküm. den) Tekebbür, zorbalık etmek. Zorla
hükmetmek
[52] İki
günü bir birine denk olan aldanmıştır. Anlamında Hadis-i Şerif
[53] Teşahhus:
(Çoğulu: Teşahhusât) Şahıslanma, belirlenme. Tarif edilebilir hâle gelme
[54] Mutlık:
Serbest bırakan. Boşayan. Salıveren. Köle veya esiri serbest bırakan, azad
eden.
[55] Karib :
Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. Yakın akraba
[56] Karin:
1) Yakın. Hısım. Akraba. 2)Bir şeyi elde eden, nâil olan. 3)Pâdişahın daimi
surette yakınında bulunan. Mâbeynci.
[57] ferid Kutup gibi mürşidlerin gözetimi dışında
doğrudan Kur'ân ve sünnetle gayba eren ve hakikati bulan kimse.
[58] Mebde:' 1.Başlangıç. 2.Kaynak, kök. 3.Bilgilerin ilk
kısımları. 4.İlke.
[59] İttisâl: Bağlılık, bitişiklik
[60] Ecsam:
Cisimler.
[61] Ervah:
Ruhlar.
[62] Tal’at
: Vecih, yüz
[63] Ebhar :
Denizler
[64]
Teravet: Tazelik
[i] Mir
Hamza Nigari’nin Muzaffer Özak Bey’in derlediği Divan’ından alınmıştır.
Bölümün Tamamı alttadır.
Ey hâce ki biz bende-i Merdân-ı Hüdâyız
Ey hâce ki biz bende-i Merdân-ı Hüdâyız
Ma’nâ da şehiz gerçi ki
zâhirde gedâyız
Bî-kayd-ı cihânız bize hükm eylemez âlâm
Bî-kayd-ı cihânız bize hükm eylemez âlâm
Ahrârlarız bende-i Sultânı Bahâyız
Ser-geşte-i kûhız gehî âvâre-i sahrâ
Hercâyî leriyiz çünki talepkâr-ı likâyız
Evsâf-ı derûn-i dili izhâra ne hâcet
Ma’lûmdur ahvâlimiz ashâb-ı safâyız
Ser-mest-i müdâmız velî esrara habîriz
Ser-mest-i müdâmız velî esrara habîriz
Tâ zülf-i girih-gir ile biz ukde-güşâyız
Düştü yere her kim ki kıldı bize ‘adâvet,
Düştü yere her kim ki kıldı bize ‘adâvet,
Kim derd-keşiz tîr i kazâyız fukarâyız.
Ruhsâre i mehveşlere gönül vermişiz ammâ
Zan itme ki mustağrak-ı deryâ-yı hatâyız .
Nakşe nigeh ey hâce-i
nakkâşe nigehtir
Sanma ruh-ı zîbâyâ nigeh ‘ayn-ı günehtir.
[ii]
VEHBÎ, Ahmed Efendi (d.1209 (?)/1793 (?)-ö.1267 /1851)
VEHBÎ, Ahmed Efendi (d.1209 (?)/1793 (?)-ö.1267 /1851)
Mekteb-i irfâna gidip
Âyet-i Kur’ân okuruz
İlm-i ledün vâkıfıyız
Nüsha-i insân okuruz
Söylemeyiz nâ-halefe
Böylece erdik şerefe
Vâkıf olup “Men aref”e
Nükte-i pinhân okuruz
Gelse güzel bezmimize
Yad gelmese yanımıza
Münkir ermez sırrımıza
Böylece irfân okuruz
Her güzelin dengine biz
Boyanırız rengine biz
Düşmanının cengine biz
Tîg ile çevgân okuruz
Birbirini sevmeyenin
Kendi özün bilmeyenin
Âdeme baş eğmeyenin
İsmini şeytân okuruz
Aşk ile sevdâ ileyiz
Derd-i dilârâ ileyiz
Tabla-i şeydâ ileyiz
Böylece dîvân okuruz
Vehbîyâ mestiz ezelî
Biz severiz güzeli
Anda görüp Lem Yezel’i
İsmini cânân okuruz
Gönül Gitti Elimden
Gönül gitti elimden
Ele giresi değil
Hallaak ile bir oldu
Artık ölesi değil
Ol bir ile bir olan
Cümle aleme dolan
Böyle sultanlık buları
Kulluk kılası değil
Erişmeyen vahdete
Vahdetteki izzete
Girse bile cennete
Lezzet bulası değil
Can iline girmeyen
Hak varını bulmayan
Bu surette gülmeyen
Sonra gülesi değil
İkiliğin silmeyen
Hakk'ı canda bulmayan
Gaybı kendin bilmeyen
Rabbin bilesi değil
3 yorum:
Ne güzel sayfa! Bu değerli sohbetleri metin halinde takdim etmeniz ne güzel!
Gönülden teşekkürler! Cenabı Mevlâ ecirler versin... Selam ve dualarımla...
Bülend Sungur // kuranizeka.com
Evet, billur bardak almışsın fakat çok susamışsın, içinde su yok. Evveli, toprak kâse ile içi su doluydu… Billur değildi bardak. Dışından suyun rengini görmüyordun fakat susuz olduğun halde o kâseye ağzını koyduğun halde lak lak lak içiyordun. Şimdi bardak billur amma içinde su yok. Kıvrım kıvrım kıvranıyorsun. Onun için yalnız medeniyet maddi terakkiden ibaret değildir. Maddi terakki medeniyetin zahiridir. Zarfıdır, mazrufu[30] değildir. Onun mazrufu manadır.
Keramat-ı maneviye mukabili[36] keramat-ı fenniye zuhur etmedikçe; Allah, bu kâinata nihayet vermez.” dedi, Hazreti Muhammed(sav).
Yorum Gönder