…kendisini azade kılarak,
kendi iç âleminde, hakikatiyle baş başa kalıp sesiz sözsüz, bizsiz sizsiz
konuştuğu an, kendi kendine bazı sualler sormak mecburiyetindedir. Evvela “Ben
kimim? der. “Nereden geldim?” der. “Niçün getirildim?” der. Ve “Nereye
götürüleceğim?” der. Bu dört suali sormadı mı, ahlaka göre o kimse makam-ı
ademiyete henüz kadem basmamıştır. Beni bu âleme kim çekti? Kimim ben? Nereden
geldim? Ve nereye götürüleceğim? Bu iki sualin cevabını müspet ilim veremez.
Hani, bazı insanlar var ya; müspet ilim devridir, biz onun haricinde bir şey
tanıyamayız. Ama kendin varsın, nasıl tanıyamayacaksın? Öyle moda halinde
konuşulan bazı cümleler vardır: Efendim müspet ilim devri, biz onun haricinde
bir şey kabul etmeyiz. Ama kendin var. Müspet ilim senin kendinden haber
veremez ki. Senin kalıbından haber verir. Sıkletinden; et, kan, kemik
torbasından ibaret olan vücudundan haber verir. Nereden geldiğinden haber
verebilir mi? Neden sualine belki cevap verir, niçün sualine vermez. İnsan ise
hikmete mazhardır, niçünsüz yaşayamaz. Bu cümleyi dikkatle dinleyin. Ara yerden
kaçmasın.
-Mevzu’un an yerini teşkil
eden cümle bu: Neden sualine cevap verebilir. O da hepsi değil ya. Fakat niçün
sualine cevap veremez. İnsan ise hikmetle meşbu’dur[1]. Yaradılışı öyle tecelli
etmiştir. Niçünsüz yaşayamaz. Zaten herhangi camia, herhangi kavim, bu niçün
kelimesini kullanamazsa yıkılır. Sana bir şey söylendi, bir emir verildi, yahut
herhangi bir şey “niçün” diyemezsen ve onun tahlilini yapamazsan, o hikmete
agâh olamazsan yıkılırsın. Dünyada ne kadar yıkılmış, çökmüş milletler,
izmihlale uğramış kavimler varsa, “niçün” kelimesini kullanamadığından bir; “evet”
ve “hayır”ın yerlerini bulamadığından iki;… “Evet” diyecek yerde “hayır”, “hayır”
diyecek yerde “evet” dedi mi, bir de “niçün” kelimesini kullanmasını bilmedi
mi, ne hayat-ı surîsi vardır ne hayat-ı manevisi vardır. Acaba anlatabildim mi?
En mühim yer. Nereden geldiğini… Gelmişiz, elimizdeki müspet ilim bildirmez,
nereye gideceğimizi de bildirmez. Bildirmeye kalkarsa; “sus” denir. Neden?
Mevzuun dâhilinde değil. Çünkü, müspet ilimin mevzuu, hadiseler arasındaki
münasebeti araştırır. Hadiseler arasındaki münasebeti araştırdığından dolayı, “niçün”
sualine cevap veremez, “Neden” sualine cevap verebilir. Biraz daha misal açmak
lazım bu hususta ama bugün o kadar halim yok. Münasip bir zamanda belki açarız.
Mamafih anlaşıldı zannederim. Pek o kadar da şey değil, kapalı değil.
Buradan bir yere daha
girilir. Nereye? Mesela, günün modası sözler ya: Biraz evveli söylediğim gibi,
tekrar ediyorum; “Biz müspet ilimin haricinde söz kabul etmeyiz.” der. Bir an
sizinle beraber olalım. Tarif et bakıyim bana bakayım müspet ilmi. Hadiseler
arasındaki münasebeti arayıp da meydana çıkardığı şey, ilim. Güzel. Manada
ilmin tarifi bu değil ya, şimdi bütün örfün kabul ettiği tarifi kullanalım da, biz
de kabul edelim. Hadiseler arasındaki münasebetin neticesine müspet ilim
deniyor. Kısa bir tarif şöyle. Hepimizin anlayacağı… Ömrü beşer bütün
hadiseleri neticelendirmeye kâfi mi, değil mi? Mesela soralım birisine; zatı âliniz
kaç hadiseyi tecrübe ettiniz? Bunun içerisinde hiç etmeyen vardır. Hele
mukallit[2] camiada hiç birisi tecrübe
edilmemiştir. Taklittir tefekkür yoktur. Takliden almıştır. Bu taklit camianın
haricine çıkalım da tefekkür... fikre sahip olan bir camiayla konuşalım. Siz kaç
hadise tecrübe ettiniz hayatta? Elli, yüz, bol bol konuşuyoruz. Nerde? Peki, bu
hadiseler bu kadar mıdır? Bu kâinat böyle midir? Bin de, on bin de, yüz bin de...
Bu kadar mı? Yoook. O halde ne oluyor? Habere iman ediyorsunuz. Habere iman
ediyorsunuz, netice alabilmek içün. Pekâlâ, yar-ı ağyarın ittifakı ile şu
lacivert kubbe altında en doğru haberi veren kimdir? Hazreti Muhammed (sav ).
Habere iman ediyoruz, diye ikrar[3] ettin mi? Mecbursun etmeye.
Ne yapacaksın, çare yok, bitti. O halde
tetkik edelim. Yar-ı ağyarın ittifakıyla en doğru haberi veren, Hazreti
Muhammed (sav).
Gelelim konuştuğumuz bahsin
bıraktığımız noktasına. Bu sualleri sordu, bu dört suali; bunun cevabını alır.
Bu cevabı aldığı vakitte kendi hakikatinden ona, vicdanından bir seda hitap
eder. O hitabın tecellisinde insanda hâsıl olan aşkın adına, cezbenin adına aşk
derler. Bir şey anlatabildim mi acaba?
Bu bugün, yeni bir tarif…
Bu ders teali terakki ederse; hakikat-i mahsa[4] meydana gelir, orada her
şey muzmahil[5]
olur. Malum ya bir şeyi bilmek kaç türlüdür? Üç türlüdür. Bunun son rütbesinde
o meydana gelir. Çünkü vahdet-i mutlaka iştirak kabul etmez. Onun içün her şey
muzmahil olur. Vahdet-i mutlaka da ilim alim amel amil hepsi bir olur. Bu
sahaya sahip olanlar, kalpleriyle işitirler. Biz kulaklarımızla işitiyoruz.
Onlara nida kalplerine olur. Ben kendimi söylüyorum. Ben kulağımla işitiyorum.
Belki içinizde kalbiyle işiten de vardır. O ayrı bir mesele… İşte ahlakta insan
tekâmül eder eder eder... öyle bir dereceye gelir ki; ahlak müessesesi insana
öyle bir makam verir ki, nihayet kalbiyle duymaya başlar, işitmeye başlar. Biz
henüz kulakla işitiyoruz. Bazen de onu yıkatmaya gideriz. Az işitir. ...ya
gider.
Zevahirdeki[6] varlık bilmeye,
hakikatteki varlık da görmeye davet eder. Mesele görmekte.
Netice itibariyle gerek
aşk, gerek akıl, gerek kalp… Ahlakın tarif ettiği kalp; sadrımızın ortasında
mahruti şekil, dört odalı, işte biliyorsunuz hepiniz.. kanı şöyle yapar böyle
yapar. O vücudu hayvaninizin kalbidir. Ahlakın beyan ettiği kalp, vücud u
insaninizin kalbi… Bizde kaç tane vücut var? üüüüü. Bizdeki vücut sayıya mı
girer? Biz mazhar-ı tammız. İnsan. Hakikate taalluk eden bahisle bir parça
anlatabilir miyim, bilmem.
Azamet, kibriya; bunun
ikisi de büyüklük manasınadır. Bunu şimdi böyle muhafaza edin, ileriki
konuşmalarda açacağım. Azamet müsavi büyüklük, kibriya müsavi yine büyüklük. Ee
bir farkı yok mu bunun? Var, çok büyük farkı var. Bütün mevcudatta, Allah’ın
azamet, sıfatı bütün mevcudatı istiab[7] etmiştir. Sıfatında
tecelli edendir o, o büyüklük. Kibriya deyince, zat-ı mutlakına ait olan bir
büyüklüktür. O da yalnız Hazreti İnsanı istiab etmiştir. O kadar büyük kıymetin
var. O kıymeti düşünmeden sayılı nefesini tüketme. Bunda neler çıkar bilir
misiniz? Üüüü. Neler, neler, neler, neler, neler…
Fakat düşman müsaade etmez
ki meydana çıkarasın. Düşman var, düşman. Müsaade etmez. Mağlup edebilirsen,
yenebilirsen… Düşman müsaade etmez. Hem o öyle bir düşmandır ki, farkında da
değilsin. Sen hariçte niye düşman arıyorsun? Filan adam benim düşmanım filan
bilmem ne düşmanım . Gayet itina ile beslediğin bir düşman vardır. Öyle
üzerinde titrersin. Beslersin onu besler. İçinde nefsin denilen bir varlık var
ya, o ne büyük düşmandır. Ne düşman arıyorsun hariçte. En güzel şekilde
besleriz. O düşmanı besleriz, besleriz de dışarda herkese töhmet yüklemeye
kalkarız. Seni zalime uşak yapar. Düşman seni uşak almamıştır. İçindeki düşman
götürmüştür, ona teslim etmiştir. Anlatamıyor muyum acaba? İçindeki düşman
götürür seni ona teslim eder. Zalime uşak yapar. Daha neler yapmaz? Her şeyi
yapar. Fakat çok sevdiğimizden dolayı, sevgi insana kötülük göstermez. Bizde nefsimizi
çok sevdiğimizden dolayı onun düşman olduğunu göremeyiz. Yine anlatamadık bir
şey galiba. Çok sevdin mi birisini, çirkinlik göremezsin. Göremez. Nefsi de o
kadar çok severiz ki, bayılırız ona, onun düşmanlığının farkında olamayız. Taaa
gel deyinceye kadar. İşte ahlak, insanın hakiki düşmanını yakalattıran bir
müessesedir. Seciye-i insaniyye’yi ayak altına aldırtmaz. Mesele de o değil
mi ya? Fikir yok, tefekkür yok. Var efendim. Yok. Tabi eksere hüküm verilir.
İstisnalar kaideye girmez.
Açık bir misal verelim.
Hepimiz öleceğimizi biliriz di mi ya? Hiçbir adam bunun haricine çıkamaz.
Herkes öleceğini bilir. Bunu bildikten sonra, sonrasını düşünür mü? Düşünse,
bir birimizi yer miyiz? Nedir bu ihtiras? Her ne olursa olsun, kaç seneliktir
bu alınacak ihtirasın neticesi, ne kadar sürer bir adamda? Demek ki fikir yok.
Ama biliyor. Hepimiz hiçbir adam yoktur ki, ölecek misin sen? Evet. Bir gün
öleceğim der. Ondan sonrasını düşünmez. Düşünmeyince, fikir yok işte. Düşünür
efendim. Neden yiyor beşeriyet birbirini? Hamule-i[8] irfaniye-i beşeriye
insanın taşıyamayacağı kadar ağır. Fenni gözü boyuyor, ilmi aklı durduruyor,
felsefesi fikirlere veleh[9] veriyor. Ne bileyim işte,
bak mesela kamere çıkılıyor. Hoş, o da bir şey değil ya. On dört asır evvel onu
Hazret-i Muhammed aleyhisselatü vesselam haber verdi. Daha daha başka yerlere
de gidilecek. Ya. Her yere gidilir de, bir yer vardır gidilmesi zor. Ne vakit
ki orası keşfedilirse, oraya gidilirse, giderse insanlar… Çünkü. Kamerin de
mesahe-i sathiyesi[10] vardır. Ne kadar seyyare
varsa hepsinin ölçüsü vardır. Arşın dahi vardır. Sınırsız bir hudut vardır, bir
saha vardır: Onun adına gönül derler. Kalbin iç tarafı, henüz oraya bir şey
yapılmadı. O vakit beşeriyet huzura kavuşur. O vakit beşeriyet huzura kavuşur.
Bunun üzerinde çalışılırsa, keşifler bunun üzerinde yapılırsa... yoksa kamere
çıkmış, bilmem şuna çıkmış… Uzun boylu bir iş değil.
İnsan değilmi ki,
kibriyanın mazharı olmuştur, azametin mezahiri[11], mecmua-i kainattır.
Kibriyanın mazharı, yalnız insandır. Onun içün bütün mevcudat kendisine
müsahhardır[12].
Bu müsahhar olan mevcudat içerisinde, en kuvvetli çalışacağı sahada, kalptir.
Gönüldür yani. Ama beşeriyet semavi cazibeden ayrılmış, hareketi fikriyesi o
kadar dalalete sapmış ki, “musanna vahşeti” medeniyet diye tapıyor. Mevzii
konuşmuyorum, bütün dünya sekenesinde. Bas düğmeye bir milyon adamı öldür. Bu
mu medeniyet kardeşim? Bas düğmeye bir kıtayı kurut. Bu mu medeniyet? Medeniyet
hayat verir, hayat almaz. Ölçüsü budur medeniyetin. İmhayı amir değil, ihyayı
amir. Onun içün dedenin şu, tarihin en eski efendisi olan babanın ecdadının
göstermiş olduğu medeniyetten niye uzaklaşırsın? Zulmü gördüğü yere ilmi, adli,
cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı vaz etmiş. Ama şimdi belki
beğenmezsin. Hayırlı evlat olmaya çalışalım. Hayırsız evlat olmak makbul bir
şey değil. Hayırlı evlat olalım, hayırlı. Hayırsız evlat olmuş, ne çıkar?
Çünkü Kudret bize iltimas
muamelesi yapmış, insan yapmış. “Azamet” sıfatını cismani büyüklükte, “Kibriya”
sıfatını da, zati olan o sıfatı da, manevi büyüklükte tecelli ettirmiş ve bizi
ona mazhar kılmış. Biz işte burada ne kadar biliyor musun? Göz kapayıp açıncaya
kadar… Dün bugün için rüya, bu günde yarın için rüya. Zanneder misin yarın
başka bir şey olacak? Hayır, bir şey olmaz. İç âleminde kendine ait olan bir
yer bulabildin mi, gönül sayfasında bir nokta okuyabildin mi? Fetih tahakkuk
etmiştir. Yoksa, kainat bidayeti hilkatten bu güne kadar celal ve cemal
sıfatlarında çalkalanmıştır. Yarın başka bir şey bulacağın yok. Hariçte bir şey
arama, kendi enfüsine gir. Bidayet[13]de böyle kurulmuş bu
sahne. Onun içün darılma pazarı değil, dayanma pazarı. Yarın başka bir şey mi
olur zannedersin? Hayır.
Çok canın sıkılmış, kabının
darlığından. Ufak bir kap, büyüt kabı. Bir parça bir şey konuyor, taşıyor. Bazı
kimse, ”Amaaan, niye geldim bu âleme?” der. Ne nankörlüktür o? Niye geldim bu
âleme? Sanki kendisine ait bir vücudu varmış da, niye gelmiş bu âleme? Bit
yapaydı ne yapacaktın yahu? Kudret’in bu hakkını ödeyebilir misin? İnsan
yapmış. Bit yapsaydı, bit bit. Olmam mı, diyecektin? Desen, kabul mü
ettirecektin? Ahsen-i takvim sırrına mazhar kılmış, “Kerremna” tacını
giydirmiş, [14] وَنَفَخْتُ
فِيهِ مِن رُّوحِي ile ruh-u menfuh ile tekrim etmiş, gel
seninle konuşacağım demiş, eğer kendini bana verirsen bende kendimi sana… Men kâne lillah, kânellahu leh. Kim ki Allah içün
olur, Allah’ta onun içün olur. Ama biz hiç kendimizden ayrılamıyoruz ki. Men kâne lillah, kânellahu leh. Hiç
unutma, ölünceye kadar bu düsturu böyle gönlünde taşı, belki günün birinde bir
an gelir oluverirsin. Men kâne lillah,
kânellahu leh. Böyle.
Nushayı kübrasın ya. Hakk’a dön, her şeyin hallolur.
Hakk’a dön. Hak, çok kerimdir. Dön, yalnız görmesin nadan, seni. Size
bir canlı misal vereyim. Meşhur Haccac var, Haccac. Haccac-ı zalim. Meşhur
adam. Acayipte bir adam ama… Tuhaf… Basra’yı vuracak, binlerce kelle alıyor. Tuhaf
bir herif. Binlerce. Duymuş Basralılar, o
vakit. Hasan-ı Basri hazretleri de hayatta. Meşhur Hasan Basri, Hasan-ı Basri
derler ama doğrusu Hasan Basri’dir. Hayatta. Halkta bir korku, ürküntü… Eyvah
diyorlar, bu ne yapacak acaba bizi… Gitmişler kendisine demişler ki; efendi hazretleri, Haccac
denilen adam ordusuyla geliyormuş. Aman, “Eh akıbetinizi bekleyin demiş.”
Perişan edecek. Yalvarıyorlar, yok çaresi… Perişan. Hiç çaresi yok mu,
diyorlar. Bir tek çaresi var. Hepiniz Hak ve hakikate rücu ederseniz,
yedinizden yetmişine kadar, ağızla değil, burnunuzun direği sızlayarak,
ağlamakla. Kalpten o su çıkarken tulumbayla, burun direği sızlar. Hiç hayatta
burnunun direği sızlayarak ağladın mı, kendi hesabına? Onu fırsat bil. Bir şey
olmaz. İltica edersiniz. Me'mül[15] ki Hüda belki bir
muamele-i merhametle tecelli eder. Hepsi öyle bir rücu ile Kudret’e nedametle[16]
teslim oluyorlar. Haccac da gelmiş muhasara etmiş şehri. Bir fırtına ama zaten
kıyamette öyle kopacaktır. O fırtına deyince bize bir ehemmiyetsiz bir şey gibi
gelir. Yoo. Kendisinin otagını kaldırmış. Üüüü. Tarumar oluyor her şey. Fakat
yaman şaki, şöyle bir durmuş. O Basra’nın muazzam bir yerinde böyle, şöyle bir
durmuş. Derhal toplanın demiş. Bütün ordu toplansın. Teçhizatını filan nesi
varsa alabildiğini alabilsin, içerdekiler tam Allah dedi. Hadi geriye. Bir şey
anlatabildim mi acaba? İçerdekiler tam Allah dedi… Öyle bir adam bu da… Peygamber
Aleyhisselatı vesselamın bir hadisi vardır.
Zalim, Allah’ın kılıncıdır[17].
O kılınçtan, herhangi bir insandan bir varlıktan intikam alınması lazım
geliyorsa, iştikakı nispetinde, onunla intikamını alır. Sonra da onu kırar
atar. Bir şey anlatamadım mı? Muazzam hadis.
Zâlim, Allah’ın kılıncıdır. İntikam alacağı
varlıktan onunla alır, sonra tık kırar atar. Âleme, zalim olup sultan
olmaktansa, mazlum olup köle olmak çok hayırlıdır. Çok hayırlıdır.
Onun içün adalet, muazzam bir varlıktır. Adalet. Misal
vereyim size. İbret verir hepimize. Medeniyet arayanlara ibret verir. İnsanlık
arayanlara ibret verir. Hazreti Ömer’i, Velid İbn-i Muğire’nin kölesi şehit
etti. Velid İbn-i Muğire’nin. Mecusi, müşrik. Cenab-ı Ömer (r.a) yaralandı,
zehirli hançerle. İki gün yaşadı. O esnada kibar-ı millet, milletin ileri
gelenleri geldiler. Dediler ki; “Ya emir el müminin, hayatından ümidini kestin.”
Canım böyle konuşulur mu? Eskiden Hakk’a gönül veren insanlar, ölümü vuslat
sayarlardı. Şimdi insanlar onu saymadığı içün, “Aman yanında bahsetme,
nezaketsizlik olur, ürker, mürker.” Evet, bugün caiz değil, fakat ölmek gelin
olmak, evlenmek. Cenab-ı Mevlana der ki; kanatları kırık olan kuş, kafesin
parçalandığını istemez. Çünkü kafes parçalanırsa ağyar onu telef eder. Fakat
kanatları da çok kuvvetli ve yerinde olan kuş, o da kafesin durduğunu istemez.
Ne vakit ben buradan pervaz[18]
edebilirim der. Hakiki insan da, iki kanata sahiptir: Biri tevhid-i sermedî[19],
diğeri de tasdik-i Ahmed-i’dir. Bunlara sahip olan insan, kafesin durduğunu
istemez, der. Ama bir şikâyet de var, öyle değil. Bende âlemimde seyrimi ikmal
edeyim, der. Müteessir olunmaz mı? Olunur. O gitti diye değil, ben ondan uzak
düştüm diye. Mesela insanın evladı, babası, annesi eğer bu iki kanatla mücehhez[20]
olup da, sayılı nefesini senden önce bitirince, tabi müteessir olursun. Gitti
diye mi? Hayır! Kendi hesabına, ben ondan uzak düştüm diye. Ama bunu da
mukayese yapmalı. Kudret öyle şeyler vaz etmiş ki, bu imanda... İşte kolay mı
ya, beş imtihan suali soracağın diyor. Ondan sonrada Fahri Ebedisine (sav)
bunlarda muvaffak olanlara tebşir[21]
et diyor, [22] وَبَشِّرِ
الصَّابِرِينَ Karşılığını söylemiyor. Allahlığıma ne
yakışırsa… Cenneti veririm, şunu veririm filan demiyor. Onu mutlak bırakıyor.
Benim Şan-ı Subhanime ne yakışırsa onu öyle karşılarım. İmtihan bu.
Şimdi, pek ender bulunur, razı olmayan. Pek ender.
Bilmem ama, enderden ender. Ender al’el ender. Biri gelse dese ki; sizin mahdum[23]
bey yirmi beş yaşında… En yüksek tahsili yapmış. Evet onu Amerika’da
istiyorlar. Yüz milyon dolar verecekler. Fakat elli, sene de hiçbir yere
çıkarmayacaklar. Kendisinin bütün istirahatı, köşkü, sarayı, hadimi, debdebesi,
rengine uyar altında tenekesi yani otomobili, kuş sütüne kadar var. Fakat
kontrat yapılacak, elli sene göremeyeceksiniz. Ne bileyim? Pek az adam bulunur.
Hayır, ben razı değilim diyen. Hele bu asırda üüüüü. Çocuğun istikbaline mi
mani olacağım? Bu yüz milyon doları nerden edebilecek? Buna imkân mı var? Her
şeyi de müsaitmiş. Onun istikbali bize lazım. Kudret adama sorar yarın;
Benim yanım Amerika’nın yanından daha mı aşağıdaydı yahu. Oraya giderken de
ağladın ama bana gelirken öyle ağlamadın. Bir şey anlatamıyor muyum? Buradan ne
çıkıyor? İman mevzuuna girdik. İnsan bu zevki tadıncaya kadar henüz imanında
kemal gösterememiştir. Mevzu bunu tadalabilmek.
Mesela desen ki birisine; Allah rahmet eylesin, Ahmet
bey işte şey… Hemen “Öldü mü yahu.” denir. Canım diriye rahmet okunmaz mı? Anlatamıyor
muyum acaba? Şöyle desen ki, işte bizim Ahmet bey, Allah rahmet eylesin şu işi
şöyle yaptı… Etrafındakiler, öldü mü ya, birden bire hücum eder. Böyle bir
tuhaf olur. Diriye rahmet okunmaz mı? Tuhaf bizim işlerimiz, acayip.
Gavs-ı Azam Cenab-ı Sultan Abdulkadir-i Geylani…
İnsanlar önündeki zevki bilmiş olsalar hiç başka bir şey istemezler her an; “Emitni
ya Rab?”[24]
Ama şikâyet noktayı nazarından değil haa. Bunun tersi küfürdür. Doğrusu imanın
en son mertebesidir. Öyle der. Hastalık başkadır, hastalık ıstırabı başkadır,
ölüm denilen şey, o da başkadır. Belki farkına varmışınızdır; bazı insanlar bakarsınız
ki, böyle çırpınır çırpınır da, kalıbı değiştirdikten sonra, bakarsın yüzünde
bir gülme hâsıl olur. Hiç rast gelmedin mi? Neyse o da yine ayrı bir iş. Sınıf
sınıfa ayrılır. Nefsiyyun olarak ölür, sıfatıyyün olarak ölür, zatıyyun olarak
ölür. Bunlar da ayrıdır. Nefsiyyun olan, olarak, o makamda ölenler,
bu âlemde nedir? Nasıl olur? Sıfatıyyun olarak ölenler nasıldır? Zatıyyun olan…
Hepsini anlatır mısınız? Nasıl anlatayım? Beş dakikada, on dakikada hepsi olur
mu?
İki gün yaşamış, Hazreti
Ömer (r.a). İleri gelenler geliyorlar, diyorlar ki; “Hayatınızdan ümidizi
kestiniz.” “Evet.” “Her işi de şûra’ya bıraktınız.” Seçim. “Mesela, oğlunuzu
namzed göstermez misiniz?” diyor. Liste veriyor da, seçim yapın diyor. “Oğlunuzu
yazmamışsınız.” “Bir evden bir kurban yeter. O da zamanı gelir gider.” Bunu
sorduktan sonra diyorlar ki; “Ayrıca bir tavsiyeniz var mı?” Yani vasiyet. Haaa
diyor; “Birinci tavsiyem, Allah’ın bize verdiği emanetler vardır. Ahitler
vardır. Bize sığınan insanlar vardır. Şimdi bir müşrik beni öldürdü diye...
bize öyle nice insanlar sığınmıştır, intikam almaya filan kalkmayın.” Nerdeee? Biz değil böyle adamı öldürmüşlüğe,
ayakkabımızın bağına bassalar adamı imha ederiz. Yapmayın. Hoş tutun. Onlara
karşı bir gayz, bir kin, bir husumet beslemeyin. “Benim en büyük sevincim nedir
bilir misiniz?” diyor. “Allah’a hamdolsun ki; ben bir Müslüman eliyle katl olunmadım.”
Sen ondan buğz ederekten, onlardan kin besleyip gayz ederekten, imhasına
çalışmayı bırak, benim en büyük sevincim, Allah’a hamdim şu ki; benim kanıma
bir müslim girmedi. Girseydi o da yanacaktı. Bir şey anlatamıyoruz galiba? Bu
yüz konuşmaya gider, konuşacak olursa insan.
Demek oluyor ki; Hakiki
medeniyette, böyle bir zamanda, gayz[25]a düşmeklik olmuyor. Artık
daha ötesi var mı? Bundan daha öte bir şey beklenir mi? Her tür bir intikam
fikrini kaldırıyor. Bu da adaletin tecellisiyle oluyor. Onun içün bir mülkün
teali ve terakkisi ancak adaletledir. Zulüm oldu mu olmaz. Hiç imkânı yok ona.
Olamaz. Olamaz azizim. Fakat Kudret iyi düşünülmezse bunlarda anlaşılmaz. Kudret
iyi düşünülecek. Görecek, görecek. Allah hepsini aşikâre kılmış. Görecek.
Görmek nedir, görmek?
Görmek: Ufacık bir şeye insan takılsa, başını secdelere vurur. Ufacık bir şeye insan
şöyle baksa nazarı ibret..., şu görmek nedir? Eşyanın resmi yani suretleri, göz
ayinesinde iltisam[26] ediyor. Dimi? Madamı ki,
iltisam suretiyle bir rüyet, niçün ters görmüyoruz? Niye ters görmüyoruz? Şu
kadarcık bir göz denilen bir et parçasına, yağ parçasına; dağlar, güneşler,
semavat, seyyarat hepsi birden tersim[27] edilir, fakat hiç birisi
bir birine karışmıyor. Şurada hepinize bakıyorum, hepinizi ayrı görüyorum.
Olanı görene mütefekkir[28] denir. Biz her şeyi ters
biliriz. Onun içün kuran der ki; [29] أَفَلاَ
يَتَدَبَّرُونَ Olmuşu
görmüyor musunuz? Olanı görene mütefekkir, olmadan görene arif denir.
Onun rütbesi ondan daha üstün. Olanı görene mütefekkir, olmadan görene arif...
İnsan, iki yerde yaşamanın
çaresine bakmalı. Eğer Kudret’ten bir şey almak istiyorsa. İki yerde. Mert
olan insan, kendi içün iki ömür tasavvur eder. Bir kendi bedeninde, biri de
hakperestlerin gönlünde yaşamak… Bu bedenindeki ömrün bitiverir. Fakat
hakperestlerin bedenindeki ömrün ila-maşaallah gider. Gaye ittihaz et. Ben
iki bedende yaşayacağım de. Bedenlerde yaşayacağım. Bir kendi bedenimde, bu
bedenimdeki bir gün gelip… Fakat hakperestlerin bedenine de intikal edeceğim,
orada da yaşayacağım. O ila-maşaallah gider. Deden böyle yaşadı, deden böyle
yaşadı.
Kim çaldı bizim mirası. Biz
üredi, türedi bir kavim değiliz ya. Bizim kökümüz o kadar derin ki. Dedenin
sevilmesi, ruhun perteviyledir[30]. İnsanlar hakikati idrak
etmezse putperest olur. Filan kimseyi seviyorsun. Neresini seviyorsun? İşte
kaşıydı, gözüydü, endamıydı, alnıydı. Cık. Yanlış. Gözünü kapayınca o kaş da, o
göz de hepsi duruyor. O kadar da nankördür ki; insan icabında, böyle hayretle
iştiyak ile şevk ile titremiş olduğu bir ana, bir vücuda bir an gelir tiksinir.
Hep bunlar Kudret’in dersleridir. Kudret’in o nakıştan tecellisini seviyorsun
da, ondan alıp da hatt-ı zatında ona verdiğinden dolayı şirke giriyor. Anlatamadım
mı acaba? Kudret’in o nakıştaki tecellisini görüyorsun sen, o tecelliyi
görüyorsun, onu ona veriyorsun. Onun içün öyle… Neyse mevzuu uzar şimdi. Burada
bu kadar, keselim burayı.
Bedenin sevilmesi ruhun
perteviyledir. Suyun kaynaması ateşin perteviyledir. Di mi? Su nasıl kaynar?
Ruhun, ten üzerinde pertevi olduğu gibi, Allah(cc) dostlarının da insan
üzerinde pertevi vardır. Aradın mı? Âdem olmak istersen; âdem ara, âdemi bul âdem
ile âdem ol. Seyyid-ul alemdir âdem, gayrıdan sevdayı kes. Evet, mezarda bir
gün bu göz toprak olur. Orayı aydınlatacak gözün var mı? Ne vakit alacaksın
yav? Bu hepimizde tahakkuk edecek bir şey. Bir gün merak ettin mi? Bu elin
ayağın gidince, canın uçması içün kolun kanadın var mı? Ne vakit alacan? Bunlar,
hepsi tahakkuk etmiş şeyler. Bana olmaz yok ki. Yoruldunuz mu? (Hayır, hayır)
Hülasa; ahlaksız bir insan,
muhafaza-i mevcudiyet edemez. Maneviyatsız bir kimse, kendi hakikatini muhafaza
edemez. İmkân yok ona. Hak ve hakikati inkâr eden nazari
nasihatlerden ziyade, ameli musibetler tesir eder. İbret alınacak çok levha
vardır bu kâinatta. Şimdi bir cümle sarf ettim, dedim ki; nazari
nasihatlerden daha ziyade, ameli musibetler insana daha kuvvetli tesiratını
yapar. Mesela, Hak ve hakikati inkâr eden bir kimse, şöyle bakar: Semayı
deler gibi, yeri ezer gibi. Göğüs kemiklerini patlatacak kadar şişirir öyle.
Siner ama sonra. Sindiriyor Allah. Üüüü. Bu sahneyi şuhut. Neler gelmiş?
Biz ne rüstemler ne Sam u güstehemler
görmüşüz.
Sagarından ayrılıp göçmüş
ne cem’ler görmüşüz.[i]
Ne o? Gaflet adamı öyle yapıyor. Deler gibi böyle bakar, yeri ezer gibi
basar. Yaratırım der. Benim kudretimin karşısında kim tutunabilir. Kudret de
eğlenir. Eğlenir. Ve sonra da kendisi söylüyor Huda. فَكَيْفَ
كَانَ نَكِير[31]
“Nasıl, diyor; benim inkârın
başka türlü oluyor di mi?” diyor. “O beni inkâr etti ama şimdi ben onu inkâr
ettim. Benimkisi başka türlü di mi?” diyor Allah.فَكَيْفَ
كَانَ نَكِير Ne
biçim bir inkâr ediyorum, yok mu?
Zalim nefis ihtiyarlayınca
mazlum olur. Dişleri dökülen kelb[32], koyunlara çobanlık eder.
Şimdi o inkâr sahasında bulunan ahlak mahlak onlar kıymet hükmüdür efendim. Dünkü
cemiyet böyle kabul etmiş, bugün ki cemiyet böyle kabul eder. Evet, ahlak
kutsiyetten, kutsiyet Zat-ı Bariye iman ile olur. Zat-ı Bariye iman mana ile
olur. Bu kanaldan kabul etmeyip de Durkheim nazariyesiyle; efendim, bu cemiyet
kıymet vermiş. Ne kıymet vermiş. Silinip gidiyorsun, bir film uğruna makrur[33] olma. Temaşa-i.. Bir..
temaşa-i film için makrur olma. Anladın mı? Onun şifasının imkânı kalmayacak
bir derde müptela olduğu vakitte yanına git bak. O sert kafa nasıl yumuşamış, o
dik göğüs nasıl inmiş. Ve ne şekilde bir merhamet tecellisiyle semaya bakar.
Anlatamıyor muyum acaba? Bakar böyle. Bütün her şeysi, maddesi elinden gitmiş
olan, inleme sahasına giren nice münkirler ne kuvvetli abit olur, ne muazzam
zahit olur. Ama fayda etmez. Gelir abid, ibadethaneye amma neden sonra? Hiçbir
insan var mıdır ki, buradan bu ten gömleğini…….
Bitti derler. Tekrar
imtihan açılmaz derler ama, bitti. Onun içün maneviyatsız, ahlaksız bir
insan muhafaza-i mevcudiyet katiyen yapamaz. Ahlak ise, Zat-ı Bariye iman ile
olur. Allah korkusuna istinat etmeyen cemiyetler, gayretler, talaş alevine benzer.
Parlar ama geçer. Temayülat-ı nefsani[34]ye ile renkten renge
girer. İhtiras başlar. İşte bak sahne-i şuhuda: açık misal. İhtirasat-ı
nefsaniyye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile
yıkılır. Cümleyi tekrar ediyorum. İhtirasat-ı nefsanisiyle kurulmuş olan
medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile yıkılır. Böyledir.
Gadap, hased, hırs, şehvet
rüzgârlarını kim önleyebilir? Bu rüzgâra hepimiz tutulmuşuzdur. Hiçbir adam
yoktur ki, tutulmasın. Gadap[35], hiddet, kibir, hırs,
şehvet rüzgârlarından kim esirgeyebilir, bir insanı. Semavi cazibenin altına
girdiğin vakit de, “Dafi’[36]dir” o semavi cazibe. Onun
içün ne kadar güzel söylemiştir. Tabi bu tabirde sakat… Affet ya Rasullullah.
Ağzımdan kaçtı. Ne kadar güzel söylemiş tabiri oraya tevcih[37] edilir mi? Öyle
buyururlar: “Gadap, hiddet, kibir, hırs, gayz, şehvet rüzgârları bir kimsede
olursa o kimse ehl-i salat değildir.” diyor. Ama zavallı bakarsın ki; belki de, yetmiş sene
alnını secdede çürüttü. Kabul etmiyor, ehl-i salat değildir. Bir adamda gadap
var, hiddet var, kibir var, hırs var, şehvet var, bu rüzgârlar kendinde olduğu
müddetçe o kimse ehl-i salat değildir diyor. Biz bunları da... Neyse simdi, biz maneviyat tarafına geçtik. Mevzumuz bu değil
ammaaa azıcık girdi oraya, neredense misal girdi. Hani derler ya; bazı insanlar,
bu adamda bir namaz bellemiş başka bir şey bilmez. Ahhh, bilse keşke. Bilse,
namaz bellese… Nerde? Şekil değil ki o. Bak neticeye bak. Gadabı var mı,
hiddeti var mı, kibiri var mı, hırsı var mı? Adam ehl-i salat değildir diyor.
Kolay mı ya? Kolay değil. Ben daha yeni demlendim ama sende yoruldun. Demlendim
şimdi. Zevkim geldi, zevkim.
Öyle bir hal olmalı ki,
Hazreti İnsan’da; aklın eremediği, ilmin yetişemediği hakikatlere yapışmalı.
İlim bile onun karşısında aciz kalmalı. İlim yani deniliyor ya:
Onun fevkinde hakikatler var. Aklın yetişemediği üüüü dediği. İlmin aman deyip
durduğu hakikatlere kadar çıkmalı. İnsanın hakkı bu veriyor. Bunlar az zamanda
elde ediliyor. Yalnız ihlası görsün. Terbiye yapıyor bunu. Orda punta, pota
var, pota. erir insan kesafetini orda atar. Terbiye ağaçlar üzerinde bile
müessir yav. Aşı yapılıyor, bilmem ne yapılıyor. Terbiye, yabani ağacı ehli
yapıyor. Terbiye, ağaçlar üzerinde müessir olur, nerde kaldı ki insan üzerinde
olmasın? Bir orman terbiye ediliyor da, bir cemiyetin çocuğu terbiye edilmez
mi?. Kudret’e nasıl mazeret serd[38] edebilirsin? Napalım
efendim, zaman böyleydi de, olmadı filan. Kudret der adama; bir orman terbiye
ediliyor da bir cemiyetin çocukları terbiye edilmez mi? Terbiye, bir mektebin
temelidir. Terbiye, bir tahsilin binasıdır. Terbiye, bir çocuğun mebna[39]-ı refahıdır. Her çocuğun
ruhu bir cevherdir. Onun kıymeti, kıymet alışı onu işleyenin maharetine bağlıdır.
Mahir usta mı kalmadı? Ama o nakşı işleyecek kimsede, o halin bulunması şarttır.
Çocuğun ruhu bir cevherdir. Onun kıymeti, kıymet alışı, onu işleyenin
maharetine bağlıdır. O heykele bir incizab[40] verebilmesi içün, ahlak
meşki vardır. Onu Huda kesmiştir. O bir elbisedir. Kendisiyle evvela giyecek
onu.
En büyük fenalığın başı,
yalandır dimi ya? Buradan başlar zaten ahlak. Yalan. Sormuşlar Peygambere (Sav)
mümin zina eder mi? Yakışmaz ama edeni bulunur. İmandan çıkmıyor. Günah-ı kebaire…
Mümin zina eder mi? Yakışmaz ama edeni bulunur. Mümin yalan söyler mi? Hayır.
Bunun inceliğini ruhiyyat okuyanlar daha iyi bilirler. Ama hakiki ruhiyyatı…
Yalanda hayır dedi de ötekinde edeni bulunur dedi. Öbürkünde bir kuvve-i
cebriye-i nefsaniye-i şehvaniye[41] var. Berikinde yok, yalan
söylemekte. Anlatamıyor muyum acaba? .., hayır.
Eee şimdi biz imtihana
çekersek kendimizi… Bununda yerleri vardır. İnsan böyle şeyleri anlatırken de
korkuyor, ürküyor. Can yakacak, ev yıkacak, iki dostu birbirinden ayıracak,
neticesinde hayır değil de şer zuhur edecek yerlerde, böyle kazık gibi
doğruluğu da istemez. Anlatamadım mı acaba?
Vaktiyle hükümdarın birisi
bir adamı idam ediyor. O vakit hükümdarlar seyrederlermiş. Hey nezaket. Dedenin
kabul ettiği manada Hazreti Muhammed (sav) der ki; üç şeye bakmayın, bir tanesi
de idama. Kasvet kaplar der, ruhunuz tamamıyla karanlığa doğru gider, der.
Şimdi insanlar seyir için koşuyorlar. Tuhaf bir şey… Acayip. Bir tuhaf bir şey…
E adam idam olunuyor. Gidiyorum nasıl olsa diyerekten, hükümdara olanca
kuvvetiyle küfrediyor. Kulağı işitmediği için yanındaki vezire sormuş, sol
tarafındakine; “Ne diyor bu?”, “Efendim ömrü şahanenize dua ediyor. Memlekete
hayırlı olarak ömrü afiyetinizin devamını niyaz ediyor.” İşte ne kadar hayırlı
cümleler varsa onu sarf ediyor. Bu tarafındaki demiş ki; “Efendim demiş, yalan.
Öyle bir mukabelede bulunuyor ki; söylenmesi dahi bir cürüm teşkil eder. Nakli
dahi.” Bırakın o adamı diyor, asılacak adamı. Ötekini de kovuyor, diyor ki; “İş
bitirici, sulh-u selamet getirici, hayat bahşedici, yıkılan evi yıkmaklıktan
men edici yalan, ev söndürücü, sulh-u selameti yıkıcı, can yakıcı doğrudan
hayırlıdır.” Anlatamadım mı acaba? O misalle de sen kendi kendini murakabe[42] et.
Evet, şimdi umumi yalana
gelelim. Bütün fenalıkların annesidir. İnsan bir kötülüğü yapacak, o tezgahta dokumadan başlamaz. Başlamaz. O
tezgâhta dokuyacak. Eee çocuğu terbiye edeceksin; doğru ol. Her gün yakalıyor senin yalanını. Tesir eder
mi o? Her gün adam atlattığını, yalan söylediğini, yapmayacak şeyde acayipler
bulunduğunu seni görüyor.
İnsan evvel kendi nefsinden
ıslaha başlayacak. Eski konuşmalarda söylemiştim. Tekrar
edeyim. Daha mevzuu canlansın. Birisi, bir zata karşı ihlası var. Olur a, insan
bu gönül. Bir de oğlu var. Bir derde müptela olmuş. Nasıl bir dertse… İkinci
bir derdi de var çocuğun. Bal yemeyince yemek yemiyor. Sofrada bal olmadı mı
yemek yemiyor. Hastalığında icabı diyorlar ki; bu bal yemeyecek, bal yedi mi
telef olacak. O da bal yemeden olmuyor. Ne yaptılarsa çaresini bulamamışlar.
Çocuk günden güne değişmeye başlamış. Birisi demiş ki; “Yahu sizin şu ihlası
tam ile sevdiğiniz zat, onu götürseniz de bir dua etse.” Canım dua ile iş olur
mu der. Sen yapmıyor musun dua? İsmini koymuyorsun da, yapıyorsun. Merdivende
ayağın takıldığı vakitte “aman” dersin. İşte dua. Kim var onu yapmayan? Hangi
kazık var ki yapmasın. Koşarsın nefes nefese, huup kaçar, hay dersin işte dua. Aczi
itirafa gerek halen, gerek kaalen onun manasına dua denir. Bir kitabı
okursun; dersini çalışırken, ne kadar inkâr sahasında olursan ol; kaşlarını
çatıp da şöyle şöyle yapman bir dua. Halen dua ediyorsun, aczin tahakkuk etti,
anlamıyorum diyorsun. Anlatamıyor muyuz acaba? Kim var ondan hariç? Kimse yok. Hepsi
içerisinde. Kudret öyle bir yere bağlamıştır ki, sen ne zannedersin Allah’ı ya
hu? Allah’ı ne zannedersin? Hayatının devamını ismini anmakla bitirtecek. İster
inkâr et ister… Hii çektin, Allah’ın zat ismidir, hu dedin, hu yaptın Allah. Allah’ın
zat ismidir. Çekmeyeceğim! Geberirsin patlarsın. Dur böyle. Ne kadar
durabilirsin? Anlatamıyor muyuz acaba? Bağlamış o. Üüüü.وَإِن
مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ [43] der. Ama makul olanlar
bunu tav’an[44]
derler,kâm alırlar. Yoksa hiç imkânı yok,bırakmaz. O ne tatlıdır,o.
“İyi hatırlattınız.” demiş,
gidiyor, alıyor çocuğu götürüyor. Bir hoşbeşten sonra, hoşbeşten sonra… “Efendim!”
diyor, “Bu benim mahdumum, bir acip[45] tecellisi var.
Mahvolacak. Emir buyurunda bal yemesin.” “Kırk gün sonra getirin.” diyor. Kırk
gün sonra getir. Nutuk haklamak vardır, Sözü yerine getirmek yani. Oda
uzun boylu bir bahis… Nutuk haklamak. Çok konuşmak lazım… Kırk gün daha, biraz
zavallı vaziyete geliyor çocuk. Kırk gün sonra götürüyorlar. Yine konuşur filan
giderken, çocuk elini öpmüş o da başını okşamış; “Yavrum, artık bal yeme emi.”
demiş. “Peki efendim.” demiş. İşte bir dua bu… Babası demiş ki; “Dinler mi bu?”
Sofra kurulmuş, e çocuk daima alışmış bal kâsesini görecek. Yine balını
getirmişler, yeme demiş, ama o... Görür görmez istifra etmeye başlamış. Aman
görmeyeyim onu. Merak etmiş babası, demiş; “A efendi, kurban olayım kırk gün
evvel söyleseydiniz.” “Tesir olmazdı ki.” demiş. “Niçün?” “O gün ben bal
yemiştim. Ben yediğim balın ecza-ı ferdiyesini[46] vücudumdan def etmedikçe
söylediğim sözün tesiri olmaz. Kırk günde onu ve onun hatırı içün de ırk günde bal
yemedim. Bende her günde bir parça bal yerim. Yavruya tesiri olsun diye kırk
günde kendim perhiz ettim.” Anlatamadık mı acaba? Yaa. Ama insan işte,
nefsinden kurtarabilmek kendisini…
Cebabireden[47] bir padişah hulefadan[48], sulehadan[49] bir zata gücenmiş. Nefsine
dedim de aklıma geldi. Gücenmiş. Huzuruna çağırıyor. İntikam alacak. İntikam
almak içün de şekiller, tehditler hazırlıyor. Mezalimini beyana başlamış. Hani
vardır ya şöyle, şöyle yapacağım böyle yaparım, şöyle ederim, böyle ederim. O
zat demiş ki; ya çok ileri gidiyorsun. Evvela, sen benim kölemin, kölesisin.
Sen niye o kadar kendini büyük varlık sahibiyim diye kendini tanıyorsun. Sen
benim kölemin, kölesisin. Şaşırmış herif. Evet demiş, insanlar iki kısımdır:
Biri nefsinin kulu, biri nefsinin sultanı… Binaenaleyh sen mert bir adam
değilsin. Sen saltanat davasındasın, cah peşindesin ama acaba nefsine hükmün
geçer mi? Gadaplandığın vakit, bir kimseden intikâm alacağın zaman hiç kendi
aczini yarın bir huzurda hesap vereceğini düşünen bir adam mısın sen? Sen
nefsine köle olmuşun… Ben o nefsi imha etmişim, sen dolayısıyla benim bir kölem
olabilirsin. Bir şey anlaşılıyor dimi, mevzuun içerisinde? Fakat bunların hepsi yine gelelim insanın
kendi hakikatini öğrenme bahsine bağlıdır. Dünya bir geçittir, kalma yeri
değildir. Birleşmek güç, ayrılmak kolay… Onun içün biz birleşmedikçe bir şey
meydana getiremeyiz. Onun içün ahlakın menşeini bulmak lazım. Birleşmek içünde
ahlakın menşeini. Hülasa ediyorum konuşmayı. Merak etme keseceğim, daha beş
dakika filan… Ahlakın menşeini bulmak lazım… Ahlâkın menşei telkin-i semavidir.
Azizim, hangi tarafa kaçsan doğru söz budur: Ahlakın menşei telkin-i
semavidir. Ahlakın ilk muallimleri enbiya-ı izamdır. O mana ile ahlak arasında
bir rabıta-i ezeliye vardır. O rabıta kalktı mı, ne rububiyet[50] kalır, ne ubudiyet[51] kalır, nihayet
beşeriyet zavallı olur ortada kalır. Dünya bugün ki kadar zengin olmamış, bugün
ki kadar da sefil olmamış. Demek ki, işi bir kullanan var. Dünya dünya
olduğu beri, bugün ki kadar zenginliği yok, bugün ki kadar da sefilliği yok.
Demek ki iş yalnız maddeyle değil, maddeyle mananın mecmuunda… Ondan sonra
insana bir seciye gelir. O seciye gelince, insan bu hali giyinir.
Sanma ey hâce ki
senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler
Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler
Berzah-ı havf ü
recâdan geçegör nâgam ol
Dem-i âhirde ne ümmi ü ne bîm isterler
Dem-i âhirde ne ümmi ü ne bîm isterler
Unutup bildiğini
ârif isen nâdân ol
Bezm-i vahdet’te ne ilm ü ne âlim isterler
Bezm-i vahdet’te ne ilm ü ne âlim isterler
Âlem-i bi-meh-i
hurşid ü felekte herkîs
Ne mühendis ne müneccim ne hekîm isterler
Ne mühendis ne müneccim ne hekîm isterler
Âlem-i keşf-i
meânîde çok esrâr açılır
Varamaz nefs-i gadûb anda hâlîm isterler
Varamaz nefs-i gadûb anda hâlîm isterler
Harem-i maniye
bigâneye yol vermezler
Âşina-yi ezelî yâr-i kadîm isterler
Âşina-yi ezelî yâr-i kadîm isterler
Sâkin-i dergeh-i
teslim-i rızâ ol dâim
Ber-murad etmeğe hizmette mukîm isterler
Ber-murad etmeğe hizmette mukîm isterler
Dergeh-i fakra
varıp dirliğini arz etme
Anda her kîs ne
sipahî ne zaîm isterler.
Cürmüne mu’terif
ol tâ’ate mağrûr olma
Ki şifâhane-yi hikmet’te sakîm isterler
Ki şifâhane-yi hikmet’te sakîm isterler
Aşık ol şerbet-i vasl ister işe kim-î uşşak
Çaresiz dert arayıp renci elim isterler.
Nimet-i zahire Dilbeste olan gerseneler
Mezd nan pareye cennat-ı naim isterler.
Kıble-yi mâ’nîyi
fehmeylemeyen geçrevler
Sehv ile secde edip ecr-i azîm isterler
Sehv ile secde edip ecr-i azîm isterler
Ezber et kıssa-ı
esrâr-ı dili ey Rûhî
Hâzır ol bezm-i ilâhîde nedîm isterler [52] (Bağdatlı Ruhi)
Hâzır ol bezm-i ilâhîde nedîm isterler [52] (Bağdatlı Ruhi)
Evet yaa. Bunu da kendime okuyorum. Benim
hakkım yok mu? Sen belki diyeceksin iyi ama yetmez mi ya. Daha daha yeni
demlendim daha.
Ben ol bir şahsı sultanım ki âli himmetim
vardır
Hakikat ehliyim, her şahıs ile ünsiyetim
vardır
Veli vâlayı pire nice yıllar hizmetim
vardır.
Kitab ı ışkı tefsir eylemeklik kudretim
vardır
Benim bin böyle suzişli-i müessir sohbetim
vardır.
Anın için zümre i irfan içinde şöhretim
vardır
Geda[53]yım sureta …. Konuştuğumuz
mevzuun an yerlerinin beyanıdır bunlar onun için okuyorum.
Gedayım suretea, lakin gönül tahtında
sultanım……………..
Suret itibariyle et kan
kemik torbasından ibaret bir sıklet. Atmış, seksen, yüz kiloluk bir varlık.
Fakat vicdan-ı kibriyası mana-i ihtivası ilmen ve fikren kâinatı muhit. Bunun
üzerinde duralım. Suret itibariyle iki metre bir uzunluğunda bir çukura
girebilir sığabilir. Mana-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası öyle bir çukura filan
değil, hududu yok, sınırı yok. Her sahanın bir sınırı vardır. Semavat,arş
hatta…. Fakat insan… Mevcudat içerisinde hususi bir imtiyaza malik…
Hemen hemen her konuşma
tekrar ediyorum. Sofranın yemeği değişir de ekmeği değişmez. Bu da
konuşacağımız mevzuun ekmeği. İnsanın iki yüzü vardır, iki veçhesi vardır. Bir
yüzü âlem-i kudrete bağlanmış, bir yüzü de âlem-i hilkate raptedilmiş. Âlem-i
hilkat biliyorsunuz işte, bütün mezahir[54], bu mükevvenat[55], varlık, havasımızla
ilmimizle idrak ettiğimiz ve edemediğimizle ne kadar mevcudat varsa ona âlem-i
hilkat denir. Bizim bir yüzümüzü oraya raptetmişler. Bir yüzümüzü de âlem-i
kudrete raptetmişler. Âlem-i hilkate bağlanan kısmında akıl; insana, biraz
rehberlik eder. Akıl. Bizatihi hayrı şerri bilmez ama bildirildikten sonra medar-ı
teklif olduğu içün işe yarar. Fakat bizim âlem-i hilkate raptedilmiş olan yüzümüz,
pek az bir, ufak bir saha. Âlem-i kudrete olan yüzümüz, namütenahiye gider.
Namütenahiye gider.
Âlem-i hilkate taalluk eden
kısmında biraz insan konuşabiliyor, insan hakkında. Fakat âlem-i kudrete rapt
edilmiş olan bir varlığı nasıl konuşabilirsin? Nasıl tarif ederiz? Mesela,
şurada bir karşımızda bir muhatap camiası var: Şu anda hepiniz başka başka
şeyler düşünüyorsunuz. Hem dinliyorsunuz, hem konuşuyorsunuz, hem geziyorsunuz.
Her biriniz de ayrı bir tecelli… Bu böyle olduğu gibi, bütün insanlık böyle…
Nasıl tarif edeceksin bunu? Edemez… İnsan, naibi hak... Büyük bir kıymeti var.
Biz onu zavallı hale sokuyoruz. Pek zavallı bir hale koyuyoruz.
Akıl, hislerin galatlarını
tashih eden kuvveye denir. Akıl nedir denirse, hislerin galatlarını tashih
eder. Meçhulden malumu çıkarır. Sahası buraya kadar… Buradan ileriye yol
verilmemiştir. İnsan ise kerremna tacı giydirilmiş, Ruh-u Menfuh ile tekrim
edilmiş. Kendimizi bilebiliyor muyuz? Hepimiz buraya kendimizi bilmeye gelmişiz,
kendimizi bulmaya gelmişiz. Dünya denilen bir sahne... Zahirde bal gibi tatlı
fakat içinde semm[56]-i katil var. Öldürücü zehir var. İkbalinde Huda var.
İdbarında fecia var. Her vakit söylediğim gibi; hazar aşina bir acuzeye benzer:
size yüzünüze gülerken, gözüyle başkasına işaret eder. Öyle bir yer burası.
Dirliği kısa. Sonra yarın başka bir şey mi olacak? Hayır hep böyledir o.
İnsanlar bundan aldanırlar. Yarın öbürsü gün yoook, hep böyle gelir o. Pazarı,
Allah böyle açmış. Darılmanın faydası yok, dayanacak. Evvela insan kafasına
koymalı; ben bu âlemde darılmaya değil, dayanmaya geldim. Dayananlar kazanır,
darılanlar yıkılır. Bilmem bir şey
anlatabiliyor muyum acaba?
Derlenecek toplanacak.
Kendisinde bir hazine vardır, o hazineyi açacak. Ne o? Muhabbet. Allah
mevcudatı kendi muhabbetiyle halk ettiğinden dolayı bütün varlığa muhabbeti,
sermaye olarak koymuştur. Herkes de bu hazine vardır. Açan netice alır. Açamayan
geçer, göçer, gider. Bir şey yok. Orta yerde bir şey yok. Darılma yeri değil burası, dayanma yeri.
Anasına kızıp memesini ısıran çocuk sütünü kan yapar. Zenci çocuğu, siyah
memeden ürkmez, perva[57]sı yoktur. Sen de öyle
olacaksın. Zenci siyahi bir çocuk annesinin simsiyah memesini verince hiç böyle
bir şey yapmaz, hemen şap yapışır. Ama zenci olmayan bir çocuğa bir zenci
memesi verince böyle bağırır çağırır istemez . Öyle.
Demek ki akıl bir yere
kadar geliyor, ondan sonra... Alem-i kudrete geldi mi tıkanıyor. Senin âlem-i
kudrete taalluk eden sahana gelince, tıkanırsın. Sonra akıl asayı hakikat olmaz,
yani, semavi cazibenin taht-ı tesirinde kalmazsa…
Mesela bugün beşeriyet niye
inliyor? Ona bir türlü rapor verilmiyorlar. Toplanıyor iri iri kafalar,
beşeriyeti söyle kurtaracağız, böyle… Hiçbir şey çıkmaz. Kurtaramaz mı? Hayır.
Kurtulmaz. Rapor yanlış hazırlanıyor. Servet bizatihi nimet değildir, vasıta-i
nimettir. Kudret kime, “Git, orada nimet ol.” derse orda olur. Yoksa olmaz.
Bizatihi nimet değil, vasıta-i nimet. Dünya dünya olalı, bugün ki kadar servete
malik olmamıştır. Fakat bugün ki kadar da sefil olmamıştır. Ölçüsü bunun
meydanda. Kimin huzuru var? Mevzii konuşmuyorum. Bütün dünya sekenesi üzerinde?
Yok. Çünkü huzur kisbi değil ki. Yani kendi elinin kazancıyla değil huzur.
Huzur umur-u kalbiyyedendir. Umur-u kalbiyyeden olunca kalbi tasarruf insanın
elinde değildir. Elini tasarruf edersin, kafanı tasarruf edersin, gözünü
istersen kaparsın istersen açarsın. Kalbini tasarruf et bakayım. Değil. Huzurda
oraya bağlı olduğu içün beşerin elinde değil. Veren verecek. Bir şey
anlatamıyorum galiba. Kisbi değil. Veren verecek. Kim o. Artık kendin bul.
Beşer semavi cazibenin
tesirinden çıkınca, en büyük silahı olan aklı ona bela olur. Hayırları tahlilde
değil, iyiliği meydana getirmek içün değil de, nerede bir kötülük varsa
düğümlenmişse onu çözmek için çalışır. Onun içün “Aklım amirimdir.
Vicdanım hakimimdir. Ben başka bir şey tanımam.” diyenler, zavallıdır. Olmaz.
Tahkik
yolunda akıl ne etsin?Amâ o garip kande gitsin. meğer sen olasın refikim, taa sehl ola tarikim. Sonra, kendimizde
görürüz bu işleri biz. Deriz ki, ahh bugün ki aklım olsaydı ben o işi öyle mi
yapardım? Bugün ki aklım olmadığından dolayı ben onu öyle yaptım. Ne malum yarın
da yine böyle bir hasret çekmeyeceksin? Semavi cazibenin haricinde kalan
akıl, beşeri iz’ac[58]
eder. O kadar dalalet-i fikriye meydana gelir ki, beşerin hareket-i fikriyesi
kalkar. Vahşeti musanna’ya, musanna’ vahşete, medeniyet der. Medeniyet imhayı
amir değil, ihyayı amirdir. Basıyor düğmeye, bir milyon adamın canını
birden alıyor. Bu mu medeniyet kardeşim? Medeniyet bu mu? Sabun kalıbı gibi
donduruyor, yok vücudunu parça parça
ediyor, bilmem ne? İki diplomat birbiriyle konuşuyor bir masanın başında, bir
infial hâsıl oluyor. İkisi de geliyor kendi tarafına, zavallı beşeriyet yüzünü görmediği
insanlığı gayet soğukkanlılıkla cayır cayır yiyor. Medeniyet bu mudur?
İlim, bu gün Kudret’e
yalvarır. Beni kurtar Ya Rabbi der, bu insanların elinden. İğrenmiştir ilim.
Çünkü her hangi bir hayrı, bir iyiliği bir kötülük üzerinde insan sarf etmeye
çalışırsa; o derhal kötülük olur. Öyle.
Niye birbirimizi yiyoruz? Madamı
ki Kudret’in verdiği sermaye muhabbet olduğu halde… İflas etmiş beşeriyet,
ondan. Neden yiyoruz? Bugün insanların yaptığı fiilleri, çirkinlikleri,
canavarlar ondan utanıyor. Böyle bir hal... Acayip, korkunç. Ömür de böyle gelip
geçip gidiyor. Bunun neresinde huzur bulacaksın sen. Laf. Hiçbir yerde.
Okumadın mı gazetede; ben vaktiyle okumuştum: Amerika reis-i cumhurunun çoluğunu
çocuğunu mektebe, polis getirip götürüyor. Huzur mu, bu? Sen benden emin
değilsin, ben de senden emin değilim. Nerede huzur olacak, öyle şey olur mu?
Bunların ilacı yok mu? Var. Hastanesi yok mu? Var. Sertabibi yok mu? Var.
Hem şey de yok, iltimas filan yok müracaat içün. Yatak dolduydu, yarın gel,
öbürsü gün gel, filan yok. İhlas ile kim müracaat ederse, tedavi muhakkak olmak
şartıyla; yüzde elli, yüzde atmış filan yok. Yüzde bin. Mevcut. Eczanesi de var,
hastanesi de var, sertabibi de var, asistanları da var. Vizite falan yok hiç.
Para pul filan, ay yüz liraya çıkmış, öyle şey yok. Elli liraya inmiş, yüz
liraya çıkmış öyle bir şey yok. Bedava. Sonra ikramda var. Ayriyeten almıyor,
veriyor. Bir de o var.
Gelmede gitmede ihtiyarımız
var mı, bizim? Bu dünya sahnesine bizi çekerlerken, “Beyefendi, hanımefendi
teşrif eder misiniz?” diye bir sual soruldu mu hiç birimize? Yoooo. Giderken de,
“Hayattan azl oldun.” emri geldiği vakitte, isterse kainatın serir[59]-i saltanatının sahibi
olsun; “Efendim teşrif edecek misiniz?” filan sorarlar mı? Sormazlar. O semayı
deler gibi bakan gözler, söner. Yeri ezer gibi basan ayaklar titremeye başlar.
O halde neden yiyoruz birbirimizi? Gelmede ihtiyar yok, gitmede ihtiyar yok, “İstikamet,
karşıki çukura!” der demez, şah ile geda[60] müsavi. Ara yerde bir
fark yok. Neden yiyoruz? Akıl, ufak bir tarifini yaptım, geçiyorum.
Aşka gelince… Aşk: İnsan
asude kaldığı zaman, hadisattan bir an kendisini ala koyup, içinde sessiz
sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile baş başa olduğu an, merak eder.
Etmemişse ahlaka göre henüz makam-ı insaniyete ayak basmamış der. Merak eder.
Birkaç sual sorar: “Ben kimim?” der. Bakıyor. Kimim ben? “Nerden geldim?” der. “Niçün
geldim?” der. “Nereye götürüleceğim?” der. Bu dört suali muhakkak sorar. Beni
kim çekti bu sahneye der. Niçün çekildim? Benim hüviyetim ne? Yani hüviyet[61], işte nüfus kâğıdın var ya,
yazıyor orda; bilmem ne oğlu, bilmem ne anası babası filan. O hüviyet değil
canım. O sokak hüviyeti. Hakiki
hüviyetini aramaz mı insan?
Bilen düşünür, düşünen
konuşur. Bende bunlar var der. Bakıyorum mevcudatda benden başkasında bu yok. Ben,
biliyorum düşünüyorum. Düşündüm mü konuşuyorum. Konuşmanın ne olduğunu, hangi
ilim adamı anlatabilir? Hangi fen adamı anlatabilir. Hangi felsefe adamı
anlatabilir. Haddine mi düşmüş?
Anlatamaz. Konuşuruz da, konuşmanın ne olduğunu bilmeyiz. Eee konuşturan bir
gün konuşacak. O kadar büyük Kudret ders kaçırmıştır ki, kıpırdanma yok. Bugün
hüviyeti bir adam anlatamaz. O fizik kaideleriyle söylediği... ben onu
sormuyorum. Sen, gözü söylüyorsun bana. Ben rü’yet[62] soruyorum, rüyet. Neye
ters görünüyorsun? Neden bir fotoğraf makinasını al, bir tane çek, bir daha
çek, bir daha çek ondan sonra karma karışık olur. Namütenahi çekiyorsun da,
birbirine karıştırtmıyorsun. O bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rü’yet
nedir? Çıldırır adam. O Kudret’e doğru uzandı mı bir defa, küçük dilini yutar.
Hih dediği vakitte… Gider o.
Kendi hakikatini arama
bahsine girdiği vakitte, vicdanından ebed[63] sedasını duyar. O sedanın
varlığına bağlanan gönül muhabbetine aşk denir. Aslını buluyor artık. İnsan’a
insan denmesinin sebebi nedir? İnsan’a neden insan denmiştir? İnsan ünsten
müştaktır. Üns, ünsiyet demez miyiz? Bilmem ki, anlatabiliyor muyum kelimeleri?
Başka türlü dilim dönmüyor. Ünsten müştak. Enisi kimdir? Hah. Mesele burada. O
enisini bulana insan deniyor. Onun içün insana, insan denmesi, kendini iddia
eden kudret-i mutlaka-i düşünmek iktidarı olduğundan dolayıdır. Bunu zapt
et: İnsana insan denmesi, kendini iddia eden, var eden, meydana getiren,
izhar eden kudret-i mutlaka-i düşünmek iktidarı kendinde bulunduğundan dolayı,
insan denmiştir.
Konuşmanın bidayetinde dedim ki; kendini bulmaya gelmiş.
Eee kendin bu değil mi canım? Neyi bulacağım işte? Kocaman ... yok canım.
Kendin bu olur musun? Sen bu kadar küçük müsün? Buysa, yarın bir gün kokar be.
Kendisi kokacak bir varlığın kıymeti olur mu? Kokar bu kokar. Annen bir saat
fazla evinde tutmaz seni. Baban, tutmaz. Maşukun aşıkın... Sen, birisini
seversin. Bu ses çıkan kısmını mı seviyorum, zannedersin? Yaa. Bu ses çıkan
kısım, aynadır. Sevdiğin, o aynada gözüküyor da sen bunu tutuyorsun. Bir şey
anlayamıyorum galiba? Eğer buysa, niye yanında durmuyorsun uyuduğu vakit? Hele
bütün bütün alakasını kestiği vakit... Çarçabuk, derlenip toplanıp yallah…
Değil. İşte ben onun kaşını sevdim, gözünü sevdim. Daha büyük olanlar öyle
demezler, derler ki;
Dilberde meram ân olur endam değil
Keyfiyyet olur meyde garaz câm değil
Dilberde meram ân olur endam değil
Keyfiyyet olur meyde garaz câm değil
O daha iyi anlamış. Belki bunu anlatamadık şimdi. Biraz
daha şey edeyim. Cam bu bardak yani ya, cam. Şimdi buna amiyane bir tabir
kullanalım, koyduk mey. Sen bunun içerisinde içtiğinin kıymetini verirsin.
Bunun değil, anlatamıyor muyum acaba? Şunun değil. Bu ne biçim olursa olsun.
Bunun içindekinde bir kıymet. Zarfta değil mazruf da.Onun için öyle diyor arif:
Dilberde meram ân olur endam
değil
Keyfiyyet olur meyde garaz câm değil
Keyfiyyet olur meyde garaz câm değil
Sen ona, işte kaşı böyle idi, gözü böyle idi. Yahut bu
arifin dediği gibi, “Anı şöyle idi.” Hah. O an, o kaş, o göz, o kalıp senin
sevdiğin, o değil. O ayna. Oradan onu öyle gösterdi, kendisini. Şaşırmasana ki,
doğrudan doğruya kâm alasın. Kendini oradan öyle gösterdi. Bir şey
anlatamıyorum galiba? Nazarlar bir tuhaf bakıyor.
Ama o gösterişlerde fark olur. Nasıl fark olur? Elektrik
elekriktir. Beş mumluk ampul var, bin mumluk ampul var. Bazısından beş mumluk
ışıkla çıkmıştır. Bazısından bin mumluk ışıkla çıkmıştır. Anlatamıyor muyuz acaba? Tecelliler ayrı ayrı
olmuştur. Demek bu değil. Ya ne demek ya? Bu, bu vesika, vesika… Ne vesikası?
Haaa. Söyleyeyim sana. Veli isminde biri gelmiştir. Bu âleme geldi. Ne malum?
İşte vesikası. Burada bir programla gelmiştir, “Kendini bulmak esas.” diye
başına konmuştur. Buldu bulamadı, o bize ait değil. Bilecek, bulacak, olacak.
Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk edecek. Bilmek, bulmak, olmak. Gaye
bu hilkatte… Elindeki program bitti mi, çukura derler. Ve bunu bilin ki, bu pazar
Allah’ın pazarıdır. Bu sahne yok mu? Sen ben yaptım ben ettim. Ne yaptın?
Ağaran saçını geriye çeviremezsin. Faniyeti
cümleden ziyade, ak saçlarım eyliyor ifade. Hututat-ı vechiyendeki[64] kırışığı kaldıramazsın.
Onu önleyemez. İstediğin şekilde bir kadınla evlen, boyu bu kadar, saçı şu
kadar, gözü böyle olacak, bu kadar müktesebat-ı ilmiye yapacak, bu kadar
vakitte yaşayacak. Yağma mı var? [65] هُوَ
الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء Allah diyor ki; ben seni Sun’i İlahî[66] fabrikama tezgah yaptımsa,
Allahlığımı da vermedim ya. Ben boyayacağım o boyayı. İstediğim renkte
çıkaracağım. Her yerden ders kaçmıştır.
Eee,
Veli isminde biri geldi. Ne malum? İşte bu. Vesika bu, vesika. Bu vesika. İşi
bitti mi vesikayı kafasına kilitlerler. Götürür kasaya kor. Ya, onun içün büyük
kitap der ki; büyük kitap öyle der:
وَمَن
كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى[67] Her kim ki; bu âlemde
göreceği görmedi, yani kendi hakikatini göremedi, ebediyet âleminde de göremez.
Yazık günah değil mi? Şurada üç gün içerisinde bunu yapacağım. Muvvakkat[68] istikbalimiz içün ne
kadar çok çalışırız? Ve çalışmayı da hem mana emreder, hem dünya emreder, hem
akıl emreder, hem vicdan emreder. Kıyas yapıyorum, tenkit manasına anlama. Di mi?
On sekiz sene okur. Şöyle biraz da ihtisasını filan daha hususiyet alayım derse
yirmi, yirmi iki sene okur. Di mi?
Güzel. Niçün? Cemiyette bir mevkiim olsun. Tabii lazım. Sen düşün bak şimdi. Ömrü
beşer ne kadar? Atmış, yetmiş, seksen sen yüze çıkar, iki yüze çıkar. Bunun
yarısı uykuyla gider, yarısı da sebavettir. Henüz daha iyiyi kötüyü layıkıyla
tetkik edecek şey değildir. Şu on beş, yirmi senelik bir saha içün memleketini
terk eder, bin türlü sıkıntıya girer, aile mesela çocuğun mektebine yakın olsun
der. Evini değiştirir, evini satar, imtihanı kazanamadı, der; hususi hoca
tutar. Ne bileyim? Tir tir titrer. Bu ne içün? Şu kadarcık bir şey içün. Eee
senesi olmaz, sayılı nefes değil, namütenahi bir nefes. O istikbal içün insan
bir şey ayıramaz mı? Veresiye inanıyor, inandım diyen de, ondan. Nasıl
inanıyor bak: Şu mektepten mezun olursa şu dereceyi yaparsa, şu lisanı bilirse,
işte şunlara şunlara sahip olmak ihtimali var diyor. Derhal oraya veriyor. Onu yakinen
biliyor. Öbür tarafta, “Yapmalı vallaa”. Hepimiz böyleyiz. Ve onun içün
netice almıyoruz. Hepimiz böyle. Buna canlı bir misal getirmiştim, bazan
getiririm, yine o misali getireyim de mevzua girelim. Yoruldunuz mu yoksa?
(hayır) Bunun vesika olduğuna bir misal getirmiştim. O değil bu. Bu ben
değilim. Şimdi ben burada konuşurken şuradan birisi benim konuşmalarımı duydu.
Hoşuna gitti veya gitmedi. Merak etti, “Kim bu adam?” Geldi, orada iki tane
nöbetçi var. “Yasak!” dedi. “Yahu, göreyim.”, “İşitmiyor musun?” “İşitiyorum.”,
“Duymuyor musun?”, “Duyuyorum.”, “Ne yapacaksın suratını görüp?”, “Görmek
istiyorum.” “Hayır, yasak görmeyeceksin!” Bu münakaşa esnasında, şu aynaya oradaki
gelen, yasak denilen adamın gözü ilişir. Bu o aynada gördüğün mü konuşuyor?
Evet, o konuşuyor. Çıkardı makinayı; “Tık” oradan da fotoğraf aldı. Beni mi
aldı? Orda ben miyim? Sizsiniz ya. Ben taaddüt[69] mü ettim; bir orda, bir
orda? Hayır efendim, sizin aksiniz yahut sizin hayaliniz. O aks, o hayal, o
zıll[70] benim aynım mı? Evet
aynınız. Ayn iki defa olur mu, bir orda bir burada? Peki gayrınız. Eee ben
çekilince orada yok. Sonra ben oraya çıktığım vakit, sath-ı ayna nereye gitti?
Aynanın bir sathı var ya. Kim çıkarsa oraya çıkmış olduğu istiap ettiği yerdeki
satıh.. (devamı sırlanmış)
[1] Meşbu': Tok. Doymuş. Kanmış.
[2] Mukallit:
taklitci
[3] İkrar: açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı
itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak.
[4] Mahsa: 1.Ancak. Yalnız. Tek. 2.Sâde. Hâlis.
Katıksız. Tam.
[5]
Muzmahil: Darmadağın olmuş, perişan, yok olmuş
[6] Zevâhir:
Dış görünüş; dış görünüşten anlaşılan mânâlar
[7] İstiab:
1.İçine almak. 2.Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek. 3.Tutulmak. Zapteylemek.
[8] Hamule:
Yük
[9] Veleh:
Şaşkınlık hayret
[10]
Mesahe-i Sathiyye: Uzaydaki hacim varlığı, Alan ve Yüzeyi
[11]
Mezahir: Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen
tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.
[12] Müsahhar
:(Sihriyy. den) Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve
hizmete alınmış. Hizmet-i hass (kişiye özel) için hazır elverişli hale gelmiş.
(Tarlanın tohum için sürülmüş hali, tohuma musahhar gibi).
[13] Bidayet
: Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak.
[14] Hicr 29
فَإِذَا
سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي
فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ meali : Bunun
için, Ben onu muntazam bir
insan kıvamına getirip içine ruhumdan
üflediğim zaman, derhal onun için secdeye kapanın!»
[15] Me’mul
: Umulan. Ümid edilen. Beklenilen.
[16]
Nedamet: Pişmanlık
[17] Hadis-i
Şerif, “Zâlim, yeryüzünde Allah’ın Kılıcıdır
(adâletidir). Allah onunla (başkalarından) intikâm alır. Sonra (döner), ondan
da intikâmını alır.” (bk. Keşfu’l-Hafâ, 2/64)
[18] Pervaz:
Kanat çırpmak, Kanat
[19] Tevhid-i
sermedî: Sürekli var olan yaratıcının
birliği
[20] Mücehhez:
Noksanları tamamlanarak hazırlanmış, lüzumu olan silâh ve sair şeylerle
donanmış. Cihazlanmış.
[21] Tebşir:
Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek.
[22] Bakara
155 وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ
وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ Meali: Çaresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan,
candan ve ürünlerden eksiklik ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabırlıları.
[23] Mahdum:
Oğul, Hizmetkâr.
[24] Emitni
Ya Rab: Beni yanına al Ya Rabbi (öldür, canımı al).
[25] Gayz: Hiddet,
kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç.
[26] İltisam 1.Örtünmek, yaşmaklanmak, ağzını örtmek.
2.Öpmek, takbil eylemek, öpülmek.
[27] Tersim: Resmini çizmek. Resmedilmek. Resmini yapmak,
Görüntülenme
[28] Mütefekkir: 1.Düşünen, derin mes'eleleri düşünen.
Tefekkür ve teemmül edici olan
[29] Nisa 82
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ
اخْتِلاَفًا كَثِيرًا
Meali: Hala Kur'an'ı
gerektiği gibi düşünmezler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından
olsaydı, elbette içinde bir çok ahenksizlikler bulacaklardı.
[30] Pertev:
Ziya ışık, alev
[31] Mülk 18
: وَلَقَدْ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَكَيْفَ
كَانَ نَكِيرِ
Meali: Andolsun ki, onlardan öncekiler de yalanladılar, ama nasıl oldu inkarım?
Meali: Andolsun ki, onlardan öncekiler de yalanladılar, ama nasıl oldu inkarım?
[32] Kelb:
köpek.
[33] Makrur:
Tuzağa düşen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan kapana
giren. Oltaya gelmek
[34]
Temayülat-ı nefsaniye: Nefsi meyiller sevgiler
[35] Gadab:
Öfke
[36] Dafi: Def'eden,
menedici. Ortadan engeli kaldıran.
[37] Tevcih: 1-Döndürmek, Yöneltmek 2-Tefsir
etmek 3-Birisini bir tarafa
göndermek.
[38] Serd: Söyleme
[39] Mebna:
Temel. Yapı yeri.
[40]
İncizab: Cezbedilme, çekilme.
[41] Kuvve-i
cebriye-i nefsaniye-i şehvaniye: Hayvani iştahın insanı baskı altına aldığı
nefis zaafiyeti
[42]
Murakabe : Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek.
[43] İsra
44: تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ
السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن
شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ
تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
Meali: O'nu, yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan akıllılar tesbih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki, O'nu överek tesbih etmesin, ancak siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. O, gerçekten halim ve çok bağışlayandır.
Meali: O'nu, yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan akıllılar tesbih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki, O'nu överek tesbih etmesin, ancak siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. O, gerçekten halim ve çok bağışlayandır.
[44] Tav’an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[45] Acib: Hayret
veren. Şaşılacak şey. Acayip.
[46] Ecza-ı ferdiye:
reçete, kimyasal madde oranları ile içeriği
[47] Cebabire Cebrediciler. Mütekebbirler. Zâlimler
[48] Hulefâ: Halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.)
Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti
korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar.
[49] Süleha: Sâlihler, iyi hâlliler
[50] Rububiyet: 1.Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her
mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti
ve besleyiciliği keyfiyyeti. 2.Artırmak. Ziyade kılmak.
[51]
Ubudiyet: Kulluk
[52] Bağdatlı
Ruhi (Ölümü 1605)
[53] Geda : Hizmetkar,
Hizmetli, JR (Junior), toy, acemi. Fakir. Kimsesiz. Dilenci.
[54] Mezahir
: Görünenler, Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları.
Zâhir ve meşhud olanlar.
[55] Mükevvenat Yaratıkların hepsi, kâinat mevcûdat
[56] Semm :
Zehir, ağu.
[57] Perva:
1)Korku çekinme. 2)Alaka ilgi
[58] İz'ac: 1.Rahatsız etmek. Bunaltmak. 2.Yerinden
koparıp ayırmak
[59] Serir :
1)Tahta karyola 2) Taht
[60] Geda: Fakir. Kimsesiz. Dilenci
[61] Hüviyet: Şahsiyet, kişilik.
[62] Rü’yet:
1) Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. 2) Akıl ile
müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek.
[63] Ebed: Ebedîlik. Zevalsizlik. Sonu olmamak
[64] Hututat-ı
vechiye: Yüzdeki cizgiler
[65]
Al-i İmran Suresi 6. Ayet : هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ
يَشَاء لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
Meali: Rahimlerde sizlere dilediği şekli veren O'dur.
Başka tanrı yok, ancak O vardır. Güçlü O'dur, hikmet sahibi O'dur.
[66]
Sun’i ilahi : Allah’ın sanatı ,yaratması, yarattığı.
[67]
İsra Suresi 72. Ayet: وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً Meali: Her kim de bu dünyada körlük ettiyse, o artık ahirette
daha kör ve gidişçe daha şaşkındır.
[68]
Muvakkat : Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan. Sözleşmeli
[69]
Taaddüt: Birden fazla olma.
[70]
Zıll: 1.Gölge. 2.Perde.
[i] Bu
dizeler Nabi’nin alltaki beyitlerine yazılan nazireler zincirinin içindeki
halkadan bir tanesidir. Önce Nabi’nin gazelini sonra da gazelin aslını verelim:
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz
Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz
Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh
Bî-aded mağrûrun sadr-ı i’tibârın görmüşüz
Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz
Nabi
Gâlib’in
gazeline Cûdî, Cûdî’nin gazeline Tâhirü’l- Mevlevî, Mahir-Seyyid ve
Muhyiddin Raif Efendi, Muhyiddin’in gazeline de Su’ûdu’l- Mevlevî bir nazire
yazmıştır. (Bilgi http://www.academia.edu/27763009/Nabinin_Me%C5%9Fhur_G%C3%B6rm%C3%BC%C5%9F%C3%BCz_Redifli_Gazeline_Yaz%C4%B1lan_Nazireler_ve_Tahmisler
adresinden alınmıştır.)
Muhyî’nin Cûdî’yeyazdığı 8 beyitlik nazire şöyledir:
Muhyî’nin Cûdî’yeyazdığı 8 beyitlik nazire şöyledir:
Biz ne Rüstemler, ne Sâm u Güstehemler görmüşüz
Sâgarından ayrılıp göçmüş ne Cemler görmüşüz
Subha benzer bin şeb-i mihnet temâşâ
eyleyip
Leyl-itârı andırır çok subh-demler görmüşüz
Bir fezâ-yı bî-tenâhî-i mahabbettir ki dil
Anda yer yer âsmân-ı müntecemler görmüşüz
Yâdigâr-ı yâr bilmiş, etmişiz hüsn-i kabûl
Yârdan ümmîd edilmez çok sitemler görmüşüz
Eşkimiz mey, nâlemiz ney, şem’imiz âh-ı münîr
Var ol ey hicran şebi, senden keremler görmüşüz
Çok mu pâ-bûsiyle olsa pâyemiz reşk-i semâ
Basdığı hâke sücûd eyler sanemler görmüşüz
Herbiri olmuş kefen eshâbının iclâline
Biz cihânda ser-nigûn olmuş âlemler görmüşüz
Görmedik bir hâme Muhyî,
kilk-i i’câzın gibi
Uçlarından gerçi kan damlar kalemler görmüşüz
0 yorum:
Yorum Gönder