259. Kaset

276 Nolu Kaset (26.06.1966) 81 dk. (259 Nolu Band)

… vazifenin de annesi kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Bit-tabi’ ahlakın bahsettiği aşk, romanda okunan aşk manasına değil. Gerek vazife, akıl, aşk, kalp, bunların hepsi manayı insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzuun esas rüknünü insan mefhumu teşkil ediyor. Hakkıyla tarifi güç olan kısım da burası: İnsan. Her konuşmada da bunları tekrar ediyorum. Sebebine gelince; evvela sofranın yemeği değişir, ekmeği değişmez. Her sofra aynı ekmeği taşır. Bir. İkincisi de bu konuşmalara birden bire bir ilk kimse gelirse, söyleyeceğimiz esas rükünleri bu temele oturtacağımızdan dolayı layıkıyla bir şey anlatmamış oluruz. Onun içün tekrar etmek mecburiyetleri oluyor.

İnsan, suret itibariyle, hepimizin bildiği gibi, kan kemik et torbasından ibaret. Yetmiş, seksen, yüz kiloluk bir sıkleti taşıyan bir varlık. Zahiri görünüşü itibariyle... Fakat fikren, manen, vicdanen, o cilm-i sagir[1]  zahiri, bu cihet ile bakılacak olursa, kainatı muhit. Ondan dolayı hakkıyla tarif edilemiyor. Evet, iki metre uzunluğunda bir çukura sığabiliyor. Fakat hakiki hüviyeti itibariyle, mevcudatı ihata ediyor. Bu kadar, büyük bir kabil… Demek ki hilkatte mazhar-ı tam yani Allah’ın bütün sıfatlarına mazhar olmuş olan mevcut, insan. Onun içün kıymeti büyük. Ve büyük kıymeti de ona sahibi hakikisi olan Allah, ihsan ediyor. İnsanın kıymetini Allah’tan başka kimse bilemez. Allah’ın bildiği bir kıymeti de insan kendi kudretiyle ölçemez. Ondan dolayı, layıkıyla insan tarif edilemez. İnsanın kıymetini ancak Allah bilir. Ve o bildirir sevdiği kimselere. Allah’ın bildiği bir şeyi insan layıkıyla tarif edemez. Ondan dolayı güç…

Zira bir yüzü Âlem-i Kudrete raptedilmiş, bir yüzü de Âlem-i Hilkate raptedilmiş. Âlem-i Hilkat denince, tabi anlaşılıyor: Bildiğimiz bilmediğimiz, ilmimizle ihata ettiğimiz etmediğimiz, havasımızla hissettiğimiz etmediğimiz, ne kadar mevcudat varsa, buna hilkat denir. Âlem-i Hilkat. İşte Kudret bizim bir yüzümüzü oraya bağlamış, bir yüzümüzü de kendisine raptetmiş. Âlem-i Hilkate taalluk eden kısımlarda, eh nispeten bir şeyler söyleyebiliyoruz. Fakat Âlem-i Kudrete gelince orada teslimiyet, iman zarureti, aşk mecburiyeti hâsıl oluyor, oraya gelince. Akıl, akıl bir işe yaramıyor o vakit. Tıkanıyor akıl yani. Şu akıl akıl diye herkesin bahsettiği bir şeyler var ya.

Akıl, hissin galatlarını tashih eder. Meçhulden malumu çıkarır. Ondan sonra biter işi. Vazifesi biter. Akıl, nasıl anlatayım? Hakikate insanı agâh kılabilir. Taabbüd[2] de, hayriyyete insanı ulaştırabilir. İman ise, mana ise, o can’ı ilhak[3] olduğundan dolayı, hakkı ve hayrı topladığından dolayı ulûhiyete nazırdır. Ve insan ancak o vakit kâm almaya başlar. Ondan evvel alamaz. İnsanlık âlemi onun içün bugün bocalıyor. Dimi? Medeniyet maddiyatın ilerlemesi diye tarif edildiği müddetçe yıkılır. Ondan uçurumdan düşüyor zavallı beşeriyet. Medeniyeti maddiyatın terakkiyatıyla ölçüyor. Medeniyet dendiği vakitte gözünün önüne maddiyat geliyor. Buradaki ilerlemenin adına medeniyyet diyor. Medeniyet maddi terakkiden ibaret değildir. Bu sahada ilerlemek medeniyet değil. Ters anlamayın sakın cümleleri. Bir mefhumu muhalefet manası tahsil etmeyin. Orada “ilerlemeyin” manası da tahsil edersin de gülünç mevkiye düşürürsün beni. Ters anlar, hariçte de söyler. Budala bir adammış derler, bana. Sana demezler de, bana derler.

Cümleyi yine tekrar edeyim, üzerinde durayım. Medeniyet bugün beşerin tarifinde maddi terakkiden ibarettir diyor. Öyle bir şey yok. Bu sahada ilerlemek medeniyet değil. Bizzat medeniyet değil. Medeniyetin zevahiri, zahiri yani zarf, zarf… Susamışsın, yanıyorsun, toprak çanaktan kurtulmuşsun. Fakat toprak çanak varken içinde su vardı. Anlatamıyorum galiba. Toprak çanak, kaba bir çanak fakat içinde su var. Yanıyorsun, lak lak içersin. Şimdi sen ilerlemişin ilerlemişin de billur kâse yapmışsın. Vurunca tın tın onun sesi başka türlü çıkar. O sesi veriyor. Fakat içinde su yok. Ne yapacaksın bu bardağı? Bu zarf, mazrufunu arar. Bu zarf bu, güzel ama su yok içinde. Susamışsın da, yanıyorsun. Bu bardağı yapamamışın amma bir toprak kase yahut ne bileyim işte bir nalçapa[4], maşrapa[5], mişrebe[6] şöyle böyle içerisinde su var. İçer. Bunun içün bugün aldandığı nokta bu. İnsanların elemlerini kederlerini tahkik edemez maddi terakki. Yine tekrar ediyorum, olmasın manasına değil. Yanlış anlama, korkuyorum, burası ince bir yerde. Söylerken çekine çekine söylüyorum. O manaya değil.

Vicdani çalışma huzurunu yalnız maddi terakki veremez. İnsansın, o huzuru bulmak için gelmişsin kardeşim. O huzura nail olmak içün gelmişsin. Adaleti temin edemez, istikrar yapamaz, bu suretle vicdanları hakikati keşfe istidlale[7] mani olur. O zahiri maddi terakki ihtirasat-ı nefsaniye ile kurulur yine ihtirasat-ı nefsaniyeyle yıkılır. İşte görüyoruz kâinatı. Önleyemiyoruz ihtirasat-ı nefsaniyeyi. Neden?  Medeniyetin asıl ruhu yokta ondan. Zarf var mazruf yok, getirdiğim kaba misalle. Bardak var. Daha incelenmiş, daha keşşaf[8] olunmuş ne bileyim daha böyle su içerisinde pırıl pırıl duracak, su olsa. Yok, amma ne yapalım ben buna katıyorum. Susamışım, suyu da içemiyorum elimde var. Bak bak diye diye gösteriyorum.……. Kurtaramaz.

Hülasa cümleyi yine tekrar edelim. Tekâmülatı[9] maddiyye, yani maddi ilerilik, zahir medeniyetin zarfı olup, mazrufunu teşkil eden ruh medeniyetine agâh değil. Bundan dolayı beşer inliyor. Halbuki kemali orada tahakkuk edecek. Kemaline tabi olacak. İşte onun içündür ki, heyeti içtimaiyeler, milletler, maddi tekâmülata rağmen ruhi varlığını alamazsa, muhakkak o ruhi medeniyeti intisaf[10] edemezse, yaşayamazlar. Daima cemiyetlerde inkıraz[11] yüz gösterir. Ve öyle gidiyor işte, daima yüz gösteriyor. Hem hakiki medeniyet, daha açıkça beşeriyet tekâmülünü, nerde bulmuştur? Bulduğu vakit manaya borçludur. Bugün düşman olduğu manaya borçludur. Bugün düşman olmuş cephe alıyor ya ona borçludur. Onunla o varlığı meydana getirir. Başka türlü olmaz. Onun içün bidayetten başlar, fikren seyahate çıkarsan kâinat üzerinde tetkikat yaparsan, her vakit kuvve-i maneviye ve itikat, iman, aşk bir milletin temel taşı olmuştur. Temel olmazsa enkaz yıkılır. Tutmaz. Şimdi her yapılan iş temelsiz yapıldığından dolayı tutmuyor, netice alınmıyor. Mevzii konuşmuyorum bütün dünya sekenesi üzerinde böyle gidiyor. Bakalım ne vakte kadar gider? İri iri adamlar, büyük büyük kafalar, muazzam başlar toplanıyor işte şöyle olacak böyle olacak. Bir şey olmaz. Hiçbir şey olmaz. Olmaz. Beşer de ha bugün ha yarın derken, çukuraaa diyorlar, yallaaah. Sevkiyat boyuna gidiyor. Ha bu gündü ha yarın… “Çukura! İstikamet karşıki çukura, marş marş” diyor. Gidiyor, böyle gidiyor.

Sonra insanlarda da acip bir hal vardır. Bir parça bir şeyler öğrenir… Bildiğine nispetle bilmediği üüüüüü. Bildim dediği de sakattır ya. İlm-el yakin mi bilir, ayn-el yakın mı bilir, hakk-el yakın mı bilir, mesele? Öyle azıcık bir şeyler öğrenir, bu sefer Kudret’le azamet yarışına kalkar. Halbuki sorsak yahut kendi kendine düşünse insanlar, daima suali kendi kendine sormalıdırlar. Başkasının sormasına lüzum yok. Kendi kendine. Değil ruhunun, manasının, aşkının, imanının, hak ve hakikate olan bağının evsafından[12], onlar maaliyattır[13]. Nefsinin evsafından, biri efaline itiraz etse: Siz şu işi şöyle yapıyorsunuz, şöyle mi yapmalıyız, böyle mi yapmalıyız diyerekten biri itiraz etse; yaptığı işin takip olunmasından dolayı kızar. Razı olmaz. Olmaz olmaz. Ben olurum. Olmazsın, sen de olmazsın. Ben olmuyorum ki. Olmaz. O cibilli o. Bir kimse nefsinin evsafından, sıfatlarından, fiillerinden, meydana getirdiği bir şeye biri itiraz etse, “Beni takip ediyor bu der.” Ve derhal kızar. Kızarız. Biz bu kadar aczimizle istemeyiz de, bütün kemalatın sahibi olan Allah’ın efaline ne diye itiraz ederiz? Ne hakkımız var? Beşeriyetin bir kısmı da böyle yıkılır gider. Allah’ın efaline senin hakkındaki tecelline… Zaten  adi... ben kendime söyleyeyim. Adi bir adamım. İcabında nefsimin evsafından bir şey yaptığım vakit birisi itiraz etmiş olsa gözlerimi bu kadar açarım. Yaaa. Allah’ın efali. Nasıl olur o? Neden ileri geliyor? Dert başlamamışta ondan… Ne derdi? Söyleyeceğim şimdi.

İnsan asude kaldığı vakit, şöyle hadisatın tecellilerinden bir an içün kendisini şöyle bir kenara çekip de, içinde sesiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücuduyla baş başa kaldığı an, hemen hemen her konuşmada tekrar ettiğim gibi birkaç sual sorar kendisine. Kimim? Der. Beni bu sahneye kim çekti? Der. Sormaz mı adam? Koca bir varlık. Sormamışsa çok yazık… Zira insanda yer içer tenasül eder, hayvanda yer içer tenasül eder. İnsanı hayvandan ayıran, insanın kendi kendine sorduğu bu sualdir. Konuşmak değildir haaa. O adi sıfat. İnsana, insan denmesindeki hikmet, kendini iddia eden kudrete marifet kesbetmesinden[14] dolayıdır. İnsan, ünsten müştaktır. Enisi kimdir? Aslıdır. Aslıyla münasebeti olmayana insan denir mi? Mevzuun an yeri bu. Yalnız bunu söylemek için çıktım. Bunun etrafında geziniyoruz.  İnsana, niçün insan denmiştir? İnsan kelimesi ünsten müştaktır. Enisi vardır. Kimi enis ittihaz[15] etmiş olsan, fanidir. Meğer ki, o insan Hak’ta fani olsun da Hak onda tahakkuk etsin, o vakit yine Hak olur. Onda ayrılık olmaz. Fakat bundan maada nereye taalluk etsen fani… Kendine taalluk etsen kendin fanisin. Meğerki kendini, fani cihetini bakiyle değiştirebilesin. Buraya onun içün gelmiştir. Ha. Onun içün, insana insan denmesi kendini iddia eden kudretle ünsiyet peydah edip onunla enis olduğundan dolayıdır. Aslıyla bir ünsiyeti olduğundan dolayıdır. E aslıyla ünsiyeti olmazsa ona insan denir mi? Ahlakta, manada böyle yok….. Yeri yok.

Soruyor kendi kendisine; “Kim çekti beni buraya, bu sahneye? Sonra ne içün geldim? Ve akıbet nedir?” Hepimiz öleceğimizi biliriz di mi yaa, var mı bir kimse “Ben öleceğim.” demesin? Biliriz. Ondan sonrasını bilmiyoruz. Düşünmüyoruz ondan sonrasını. Yıkımda oradan başlıyor. Ondan sonra bir şey yok. Yoook. İlim onu kaldırdı. Öyle bir şey olmaz. Ondan sonra bir şey yok diyemezsin. Onu on dört asır evvel Hazreti Muhammed’e geldi: Ekabir-i müşrikin, o kendini beğenmiş müşrik insanlar, çürümüş kemikleri de getirdiler, böyle ufaladılar. “Bunlar mı tekrar hayata gelecek?” dediler. Bunlar, bunlarda mı? Sen bir dava açmışsın, vahdaniyet, ba'sü ba'del-mevt[16] diyorsun. Cenab-ı Fahri Âlem’in (sav) açtığı dava budur. Hulasa edersek. Öbürküler onun füruatı [17]. Vahdaniyet, ba'sü ba'del-mevt. İki nokta. İki mühim esas… Ba'sü ba'del-mevt demek, ebedisin. Bu sahneden çekildikten sonra, asıl hayata gidiyorsun. İmanın en büyük rütbesi, noktası bu… “Anladık ama bunlar mı?” dediler. İstihza[18] muamelesi yapıyorlar.

Birçok defa tekrar etmişimdir. E sen şimdi bir madde gösterdin, bir çürümüş kemik gösterdin. Bu gözükmezden evvel ne yaptın sen? Nasıl oldun? Bu gözükmüyordu, simdi bir şey getirdin, çürük bir şey getirdin orta yere. Fakat bu kemiğin, kemikliği yok iken, sen o elinle onu taşımaz kudretin yok iken, oldun mu şimdi? Oldun. İkinci olmayı neden kabul etmiyorsun? İlimde bunun yeri var mıdır? İmkâna girdin di mi? Dikkat edin; bu imkân kelimesi üzerindedir bütün hilkat. Sen imkâna girdin mi? Girdin. Ondan sonra artık dava kapanır. Bu kemiği getirmezden evvel kemik elinde yok iken, sende yok iken, şimdi var mısın? Varsın dimi kardeşim? İkinci varlığını ilmen inkâr edemezsin. Kapı kapandı. Ben ederim! Buyurun sana ait, et. Sonra konuşuruz. Ama ilimde yeri yok. İlimde yeri yok.

Bu sualleri sorduktan sonra cihet-i enfüsiyesinden bir ebet sedası duyar. O duyduğu sedanın zevkine aşk derler. Anlatabildim mi acaba? Ahlakın bahsettiği aşk o. Onu duyar onun adına aşk derler. O vakit kendi hakikatini bilmeye başlar. Kendi hakikatini bilen Allah’ı bilir. Allah’ı bilen her şeyi bilir. E biz bilmiyor muyuz? Bilmiyoruz, bilsek her şeyi bileceğiz. Bizim ki taklidi. Acayip, evet, evet. Allah(cc) ki bilindi, her şey bilinmez mi ya. Her şeyi bilir. Her şeyin membaı çünkü o. Onun adına aşk derler dedim ya, onun bir ismi daha vardır. Allah dert ederler. O dert kimde başlarsa, o dert tatlı bir dert. Kâm alır. Artık kelimesi yok onun. Nasıl tarif edilir o? Edilmez. Herkesin zevkinde değişir. Ne diye tarif edeyim?  

Bir parça insan mefhumuna uğrar gibi olduk. Azıcık olsun. Kudret bu cismani vücutta, ruhani bir hayat vaz etmiş, nasutiyet-i[19] kesife[20], latife-i lahutiyeye,[21] hale, taalluk eden bir bahis. Kelimeye lafza sokarsak, o kadar zevki kalmıyor. O tecelliye mazhar olacak, tecelli kelimesiyle yakamızı kurtaralım. Bu heykel-i insaniyi düşünelim: Bir müdebbire[22], bir muharrike[23] ihtiyacı var mı yok mu? Muhtaç mı değil mi? Muhtaç.  Nedir o? Hepimiz tastik ederiz onu. Ruh değil mi? Bir müdebbire bu heykelin bir müdebbir, bir muharrike ihtiyacı yok mu? Var. Bu âleminde bir müdebbire, bir muharrike ihtiyacı var. Nedir O? Allah.

İnsanlar semavi cazibeden çekildikten sonra yıkılmışlardır. Birbirimizi yiyoruz. Birbirimizi yiyoruz. Sonra bizde öyle acayip haller var ki, tuhaf, cehaletten dolayı. Hak’tan bahsetsen, ahlaktan bahsetsen, hakikatten bahsetsen; onlar köhne şeyler diye cevap alırsın. Efsanedir der. Eski şeyleri söylüyorsun bana der. Desem ki ya bu böyledir, sen fail değilsin kabilsin, affedin ters söyledim. Sen fail değilsin, kabilsin. Her şeyi kabule müstaid[24] bir varlıksın. Fail değilsin sen. Failim ben. E ölme, ihtiyarlama. İstediğin şekilde bir kadınla evlen, istediğin şekilde bir çocuk yap. Nerde failsin? Kabil. Kudret sana istediğini kabul ettirebilir. Sen Kudret’e bir şey yapamazsın. Anlatamıyor muyum acaba? Kabil.

Bu kâinat mastar[25] değil, mıstar[26]. Tabi’[27] değil, matbaa. Tab’eden değil kâinat. Mastar değil mıstar. Nasıl sen birçok hakikatlere bahsedildiği vakitte; haktan bahset, hakikatten bahset ahlaktan bahset, onlar eskimiş şeyler der. Birçok hakikatler vardır ki, eskilerine nazaran her dem tazedir. Cenab-ı Havva’nın oğlu doğunca, Hazreti Havva’nın memesini emdi. Bugün de kim doğarsa anasının memesini emer. Değişti mi? En eskiden bahsettik. Her an taze. Hazreti Havva’nın oğlu doğunca annesinin emmedi mi? Biz de annelerimizden doğduğuylan anamızın memesini emeriz. Efendim o eskimiştir. Yoook. Hava, su, ekmek eskidi mi? Hadi kaldıralım havayı bakalım. Suyu da kaldıralım, gebeririz. Hava, su, ekmek eski olmuyor da ruhun… Bunlar ruhun, bedenin gıdası diyoruz, havasız, susuz, ekmeksiz yaşanmaz diyoruz, e ruhun gıdası olmaz mı? Ruhun gıdası da Hak…

Varlık var oldukça, dünya değil de varlık var oldukça, bunlar daima revaçtan düşmez. Düşüremezsiniz. Kalbi ihya edecek, diriltecek, ruhu evc[28]-i i'la-yı illiyyîn[29]e yükseltecek hakayık[30]-ı ezeliye-i ilahiyedir. Bıraktın da, yalnız terakkiyati medeniyedir, “terakki” diye dedin mi yıkılırsın. Bu ruhudur, o zarfıdır. O ilerlemenin kabına bu ruhu koyacaksın adam olacaksın. Başka türlü olmaz. Kestirmesi bu. İster koy ister koyma, Huda’nın umurunda değil. Hiiiç. Umurunda değil. Allah’ın tecellisi ateşe benzer kardeşim. Ateşe ateşe. Ateş, bir maddeye düşerse onu onda bırakmaz yakar. Hakk’ın tecellisi de bir insana düşerse bütün sıfat-ı mezmume[31]yi yakar. Ne kadar çirkinliğin varsa erir gider. Ama kendini arz edeceksin. Böyledir. Yoruldunuz mu? (hayır)

Bunların hepsi nihayet şu üç günlük hayat denilen sahada elde edilecek şeyler. Suret âleminin istikbali için o kadar çok çarpınır, çırpınır, eziliriz. Ve öyle de olmamız icap eder. Fakat Kudret’e bağlı olan yüzümüz namütenahidir. Niçün bir parça bir şey, bir zevk edinmeyiz? Çünkü o zevk ile doludur, ağırlık değildir ki. Zevk. Ne güzel söylemişler;

Dost bağının gülü oldu küşâde,
Bülbülüz, o güle figâne geldik.[i]

Sabah kalkıyoruz akşam filan, hepimiz öyle. Dünya öyle, zavallı… Dünya zavallı, dünya. Hilkatimizdeki gayeye ait hiçbir varlığımız yok. Dimi? Her vakit söylediğim gibi; ne vakit ki para, servet, gaye ittihaz[32] edilir, insan yıkılır. Vasıta ittihaz edilecektir. Evet, mana da zenginliğe amirdir. Akılda onu emreder, vicdan da onu emreder. Çünkü sünnetullahtır o. Anlatabiliyor muyum? Bazıları da çirkin gösterir. Öyle değil. Her hayrı çirkin kullanırsan, çirkin olur. Ama vasıta, gaye değil. Ahlaksız serveti döküyor, binlerce ahlaklıyı satın alıyor. Neden ahlaka sahip olan zengin olmasın. Zengin olsun da, oda ahlaksızı satın alsın. Di mi? Sen dünya üzerindeki fitnelerin neden doğduğunu bilir misin? Zahirde söyle… Yoook yook. Üzerinde elli, yüz, beş yüz, bin yazılan kağıttır. Kudret diyor ki; bak ismi azize mazhar olan altını da sizin elinizden aldım. Kağıt peşinde koştururum aileler yıkılır, dostlar ezilir, beşer bir birini yer hala siz kendi kendinize biz yaratırız sevdasıyla ahmak ahmak bağırırsınız, diyor. Onun iç tarafından bakacak olursak… Dimi öyle, he?

Manasız, imansız, ahlaksız, faziletsiz, serveti elde eder binlerce adamı satın alır. Hep onun dönmesiyledir fitnenin meydana gelmesi. Sen zengin olsan da, sen alsan ya… Yok. Kurtar iki adamı. Getiremedim Kudret’in fermanını, ne kadar güzeldir. Manasını söyleyeyim, meal şöyle. Hem kime söylüyor? Kıbleteyne secde edenler. Tarihte bunların hususi bir kıymeti var. Onlara hitaben.           لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ[33]   siz diyor; kıbleteyne secde... ne demek kıbleteyne? Evvela Mescid-i Aksa’ya doğru Peygamber (sav) orayı ittihaz etmişler. Yine emr-i subhaniyle. Fakat mübarek gönüllerinden, cedd-i şeyh-ül enbiya Hazreti İbrahim’in (as) ittihaz ettiği, yaptığı kabeyi kıble ve kendi maskat-ı re’s[34]i suriside orası olduğu için, öyle gönüllerinden geçmiş. Âdet-i Risalet, kendi arzularını hiçbir vakit Cenab-ı Hakk’a arz etmezler. Allah kendisine müracaat eder. Sair enbiya ile onun ind-i sübhanisindeki tecellinin inceliği buralardan anlaşılır.

Her nebi kendi zatına ait... umuma ait... tabi bütün enbiya insanlık alemi içün lazım gelen şeyi Allah’tan ister. Fakat kendi zatına uyduğu vakitte Rasulullah (sav) istemezlermiş. Fakat Cenab-ı Hak müracaat ediyor. Mesela daha büyük incelikler... Ben sizin hepinizi Kudret’e inanmış, manayı kabul etmiş, bir camia olarak tanıyıp, konuşuyorum. Bu tabi iman ve aşk meselesidir. Şimdiki söyleyeceğim bu mevzuu. Musa’nın (as) kavmi Kiş[35]de susuz kaldılar. Felaket. Cenab-ı Musa’ya dediler ki; “Ne yapıcağız? Yap Rabbin’e münacat[36].” “Asanı yere vur, on iki pınar çıkacak.” Dedi, Huda. Asanı yere vur on iki pınar… On iki kabile idi, her kabileye her sırtta bir pınar dedi. Bir gazada Resulullah’ın da (sav) mahiyetinde bulunan Eshab-ı Ba-safa su bulunmadı. Pekâlâ dedi, mübarek parmaklarından ve orada bulunan mevcut kimseler kanıncaya kadar su geldi. Efendim olur mu, olmaz mı? Suyu Kudret halk etti ya, etti. İsterse o membadan çıkarır, isterse bu membadan çıkarır. Fail Allah’dır (c.c). Şaşırmaya lüzum yok. Canım, o olur mu, imkansız. Öyle değil. Su hilkatte mevcut mu? Mevcut. İsterse o membadan isterse bu membadan, “kün” emrinin daireyi merkezindedir iş.

Bizim burada anlatmak istediğimiz; Musa (as) harice müracaat ediyor bak, “Asanı vur!” diyor[37]فَانفَجَرَتْ  intişar[38] etsin on iki pınar. Resulullah’a (sav) harice müracaat ettirtmiyor. Anlatamıyor muyum acaba?

Mesela أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ[39]  Fahri Âlem (sav) ile sair enbiya arasındaki لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ [40] resuller arasında fark yoktur. Bu beyan. Allah’ı (cc) beyan etmeklik vazifesiyle fark yoktur. Kendi zatlarına ait olan [41] وَلَقَدْ فَضَّلْنَا diyor bazısını bazısına tafdil[42] ettim diyor Allah (cc). Anlatabildim mi acaba? …

Hepsini okuyacaksın. Bir ayet, diğer ayeti tefsir eder. Öyle içinden alıp olmaz. Sonra o bazı tercümeler filan vardır. Onlar değil. Kur’an sır kutusudur, erbabına açılır. Sonra yalnız Arapça değildir. Elfazı Arapçadır, manası Allah’ça, değildir. Bir şiiri verirsin de bir adama… Benim yaptığım bir şiiri verelim bir Fransız’a yahut Fransız’ın yapmış olduğu bir şiiri, “Bunu tercüme et, intikal ettir senin lisanına.” ruhu da gider, manasının dörtte üçü de gider. Ya Allah’ın(cc) ki. Bir şey anlatamıyor muyum? İncedir o ince. Bak bir misal vereyim de, daha iyi anlaşılsın. Vaktiyle ulemayı be-namdan[43], ilmine iman edilmiş bir şahıs, Fatih camiinde tefsir okutuyor. Bir ayet gelmiş: [44] بِبَكَّةَ مُبَارَكًا Mana veriyor Bekke’ye; Mekke’dir, demiş. بِبَكَّةَ ey bir mana, Mekke. Yazıyorlar karşılıklarını not... 

O zat çıkmış, gülüyorlar. Mecazipten bir zat; Köpekci Hasan Baba. Birkaç sefer bahsetmişimdir. Geçmiş o Zat-ı Şerifin önüne. Demiş; “Efendi Hazretleri, Bekke’ye Mekke dediniz, mana verdiniz.” “Evet!” demiş “Öyle vaktiyle okudum, asarda öyle gördüm.” “Allah’ın(cc) dili dönerdi.” Demiş “Mekke derdi. Bekke’ye, sen ne diye Mekke veriyorsun? Allah’(cc)’nün dili dönmez mi?” Köpekçi Hasan Baba bu. Zevk alıyor musunuz, yoksa geçeyim mi? Hani olur ya bazı, mevzuu şimdi değişti. O zat da arif adam, ilmine mağrur değil. Çünkü ilimde bazı adama bela olur. İlim, Allah’ın (cc) sıfatıdır, Allah’dan (cc) ayrılmaz. Sende kullanır. Eğer sen ona benim dersen yıkılırsın, iblis olursun. Farkı bu. İlim Allah’ın (cc) sıfatıdır. Allah’dan (cc) ayrılmaz. Fakat sana ikram eder, sende kullanılır. “O’nun malını, O’nun hesabına kullanıyorum.” dersen alırsın da yürür gidersin. “Yok, bu benimdir!” dedin mi, şöyle; rap yıkılırsın. O zatta, öyle benimdir diyenlerden değil. Demiş efendim hazretleri, herhalde bir şey ikaz buyurmak istiyorsunuz. İrfanınızdan istifade edeyim, yarın tashih edeyim. Hah. Müminin zahirde kıblesi Beyt-ul Muazzama, hakikatte kıblesi Hakikat-i Muhammediyye, sırren kıblesi Allah’ı Azimuşşan. Bu ayrılır da sırren kıblesine nail olan insanlar, huzura girdikleri vakit Hak ile cabeca[45] olunca, bir bükâ  hâsıl olur.

Bükâ, ağlamak. Zevk ağlaması bir bükâ. O müminin kıblesini işaret ediyor, demiş. Bükâdan hâsıl olan kıble demek istiyor Allah (cc). Anlatamadık galiba ama, işte bu kadar dilim döndü. Sen bunun tercümesinin neresine koyacaksın. Hem tercüme olur mu? Tefsir olur meal alınır, tercüme olamaz. Tercüme demek bir şeyin aynı demektir. Kitabı ilahinin manası namütenahidir. Sen onun aynı olarak kabul ettin mi? Bitirmiş olursun. Bitmez. Kur’an’dan herkes istidadı nispetinde zevk, mana tahsil edebilir. Hakiki manası Allah’dadır (cc). Harici bir misal vereyim size. Denizin suyunun hepsini eve getirebilir misin? İmkanı var mı; şu denizin suyunu bizim eve getirebilelim? Yook. Lüzumu kadar getirebilirsin, dimi? İşte oda, Kur’an’dan alınacak manada -mana yine Hak ve hakikatte durur- lüzumu kadarını alırsın. Sonra şahıslar tefsir edemez onu. Zamanlar, âlemler.  

Buraya nerden girdik? Orada Resulullah’ın (sav) büyüklüğüne ait yerlere geçiyorduk أَلَمْ نَشْرَحْ  dedik. Musa Aleyyisselam, [46] رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي Allah’a (cc) münacat ediyor. “Ya Rabbi! Gönlümü aç, sadrımı aç, [47] وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي lisanımdaki ukdeyi[48] çöz. Allah(cc) diyor ki; “Bak, o oraya müracaat ediyor.” Resulullah’a (sav) gelince, Cenab-ı Hak müracaat ediyor. أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ nasıl sadrını genişlettik mi? Kalbin ferahladı mı? Bir incelik anlatamıyor muyum acaba? Bilmiyorum.  Diğer tarafta [49]إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ ﴿١٧﴾  لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ ﴿١٦﴾  Habibim, Cibril sana kitabın ayetlerini gönderdiği vakitte, dilini çok böyle çabuk çabuk hareket ettiyorsun. Niçün öyle yapıyorsun? Niye üzüntü çekiyorsun sen?  لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ onu ben çabuk kavrayacağım diye o mübarek dilini tacil[50] etme.  إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ ben kendime vacip kıldım onu sana ben takdim edeceğim. “Acaba kaçırırım mı? diye düşünme. Birisinde,  o Hakk’a müracat ediyor, diğerinde Hak ona müracaat ediyor. İncelik yerler. Bu  أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ  ‘nin sebebi nüzulünde birçok manalar vardır. Fakat o manaların hepsi tahsil edildikten sonra, enfüste de bir mana vardır. Bunların hepsini kabul ettikten sonra, bitmez çünkü. [51] رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا diyor, Peygamber (sav). “Ya Rabbi, benim ilmimi ziyadeleştir.” Eksik de mi fazlalaşacak? Allah (cc) ona ne vermişse, odur. O değil. Siz bir şey bilirsiniz, yanınızdakine öğretirsiniz, bildiğinizi… Sizden bir şey eksildi mi? Hayır. Arttı dimi ya, siz bunları öğrenince arttı… Ziyadelik, benim ilmime muhatap ver. Benim ilmime bir muhatap ver. Ben bunu vermek istiyorum. Hazreti Ali Keremallahu veçhe vaktaki yetişiyor. Tam ona muhatap olunca o Ayniyet-i Ahmediye’yi alabilecek, manayı enfüs… Onun içün diyor ki Hazreti Ali, hiçbir ayet yoktur ki, bizim emrimize nazır olmasın. Müşkülleri sorun diyor. Ali (r.a) tam muhatap olup, onu giyindikten sonra Cenab-ı Hak diyor ki; nasıl habibim kalbin ferahladı mı? Sadrın inşirah buldu mu? O senin sırtında bir yüktü, çatırdıyordu belin. Cenab-ı hak böyle, nasıl söyleyeyim cümlelerini? Neyse sen benim halimden anla. Bu yüklerin hepsi kalktı değil mi?

Öyle Fransızcadan tercüme olmuş, İngilizceden tercüme olmuş, ben rast geldim efendim, İngilizceden tercüme olmuş Kur’an okudum, Fransa’dan Almanlardan. Şüphe yok ki, niyetine herkesin niyeti yoldaşı olsun. Değil Fransız’ın, İngiliz’in, Alman’ın, hakiki bu sahanın mütehassısı olan kimsenin bile... Bu, buymuş.” diyerekten bitiremezsin sözü. Hata etmiş olursun. “Bu, buymuş.”, denmez. “Hakk’a âlemdir.” der geçilir. “Bu, buymuş.” denmez. Bak en basit bir misalini vereyim. Şimdi, aç hangi tercümeyi açarsan aç. [52]قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ Hepimizin hafızasında olan bir ayet. Hangisini açarsan aç: قُلْ Arapçaylan olsa iş kolay. Emri hazır, söyle هُو O, اللَّهُ Allah. Ama orada neler var? Neyse biz üzerinde ... oralarını söylemeyeceğim. أَحَد  birdir. Eee oldu mu bu mana? Bu kadar oldu. Bizde “Allah (cc) bir” diyoruz. Allah(cc) şeydir de, kerimdir de; affıyla muamele eder. Bizim bildiğimiz bir çiftin mukabili olan, birdir. Öyle değil mi? O bir hâdistir[53]. Allah(cc) hâdis midir? Benim bildiğim birlikle mi, Allah (cc) birdir. Öyle olursa hâdis olur. Yaa. Kendi kendisini nasıl birlemişse o birlikle birdir. Onu biz bilmiyoruz. Keyfiyeti bizce meçhul… Acaba anlatabildim mi? Allah(cc) bir amma, benim bildiğim birlikle bir değil. Benim bildiğim birlik hâdis. Sonradan olma birlik. İkinin mukabili olan birlik… Yaaa. Allah (cc) kendisi şöyle diyor: “Ben kendimi nasıl birlemişsem, o birliğimle birim.” Neyse bu büyük kitaba ait, uğradık da burada. Belki hoşunuza gitti, belki gitmedi. Sahası ayrı. Mevzumuzun yeri değil. Yeri yeri mahsus söylüyorum, mevzuumuzun yeri değil diyerekten, yeri. Sen Allah’ı(cc) kendi kendisini birlediği birlikle birleyemezsen, onun içün bocalarsın. Hele öyle birlikle bir birle, bütün işler tamamen böööyle olur. Nasıl olur o,  artık ne bileyim?

Kıbleteyne secde eden dedik. Buraya asıl şuradan girdik, topluyorum ben size şimdi mevzuu, çok dağıttım şaşırabilirsiniz: Edepsiz, imansız, faziletsiz, ahlaksız parasına güvenir de birçok zavallıyı satın alır, kendine uşak yapar da sen niçün zengin olup da edepsizi ahlaksızı faziletsizi satın alıp kendi kendine çalıştırtmazsın, yahut ıslah etmezsin. Buradan girdik dimi? Asıl mevzuu bu. Şimdi buna bir şey getiriyorduk. Bir de büyük kitaptan bir misal veriyorduk. O misalde şuydu: Kıbleteyne secde edene yani peygamber (sav) Mescid-i Aksaya doğru namaz kıldırırken, gönüllerinden geçmiş; “Beytullah’a doğru olsaydı Kıble” namazdayken, rükuda bulunurlarken, Cenab-ı Hak diyor ki; “Habibim, böyle şeyleri sen ne düşünürsün, nereye dönersen kıble orası senin içün. Dön!” diyor, rükudayken dönüyor. Beytullah’a….  [54]فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ  ondan sonra bu ayeti celile nazil oluyor. Sebebi hikmeti de bu, ayetin. O namazda bulunanlar, hem buraya secde ettiler, hem buraya secde ettiklerinden dolayı kıbleteyn demek iki kıble demektir, tesniye... Bu zevatlar içerisinde bunlara hitap ediyor, beni bırak. Diyor ki Allah(cc): “Siz iki tarafa secde edip namaz kılmakla, benim istediğim şekilde oldunuz mu zannedersiniz? Ebrardan[55] mı zannedersiniz? Hayırda temayüz[56] etmiş kimseler mi oldum zannedersiniz.” “Hayır!” diyor, Allah(cc). Sebeblerini sayıyor sayıyor da; [57] وَفِي الرِّقَابِ der. Köleleri kurtarmak. Eee bu asırda köle var mı? Sayıylan mı? Hangi adam bir zalimin yanında, maiyyet[58]inde çalışır, öyle bir köledir ki; on beş asır evvel ki köle gibi değil, muazzam bir köledir. Zengin olursun o adamı oradan kurtarırsın. Üsva-i hasene[59] Buna misal veriyorduk.
Dost bağının gülü oldu küşâde
Bülbülüz o güle figâne geldik
Yârin elinden içmişiz bâde
Anınçün bunda mestâne geldik
Dostun illerin ederken seyrân
Bunda uğrayıp olmuşuz mihmân
Acaba anlatabiliyor muyum? Mihman misafir. Şöyle birkaç an misafir olduk.
Sanmasın bizi gezer hayvân
Özümüz bilip irfâne geldik
Aslımız bilmişiz nûr-u ezelî
Ayrılmayız ol sırrı sezeli
Can ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Neyse bu kadarı yeter bu uzun.
Şimdi iman, aşk, mana dedik. Bunun üzerinde biraz duralım: Manaya, imana yaklaşmak istemeyip de yalnız akılla huzur içinde yaşarız diyenler, aldanmışlardır. Neden? Akıl insanın ruhi kuvvelerinden ancak bir tanesidir. Cümleyi tekrar edeyim. Manaya, imana yaklaşmak istemeyip de, yalnız akılla huzur içinde yaşarız diyenler, aldanmışlardır. Neden? Zira akıl, insanın ruhi kuvvelerinden ancak bir tanesidir. Mana ise, iman ise, o mananın imanın müessesesi olan Hak ise insanın tüm kuvve-i ruhisi ile alakadardır. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Nasıl anlatayım başka? Yani din ise insanın bütün kuvve-i ruhisi ile alakadardır. Ahlak kuvve-i ruhiden bir tanesidir, azizim. Ne yapacaksın? Din vicdana huzur verir. O bir mebde-i haktır. Ama umumi tarifini yapıyorum.
Dikkat et ilk önce dedim ki; bahsederken akıl bazı hakikate insanı agâh kılar. Abdiyyet de ubudiyet de hayra, tealiye agâh kılar. Din de Nazır-ı Allah’a (cc) ... tabirini nasıl yapayım sana? Ona nazır kılar. Şimdi bizde din dendi mi, karıştırırlar. Namaz kılmak der, oruç tutmak der, bilmem işte… Kardeşim bunlar din değil. Bunlar dinin umdesi[60]. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunlar dinin umdesi. Nasıl anlatayım sana? İşte bazı kimseler  de onun için diyorlar ki; efendim kimin dini, neden nedenmiş? Herkes işte... öyle değil ki.
İbadet değil ki, din yalnız ibadet değil. Şimdi şunu iskemle tasavvur edin. Bir koltuk, altın yaldızlı. En ince sanatkârın nakşından geçmiş, bakınca doyamıyorsun. Her incelikleri senin bedayiyeni[61] tezyin[62] ediyor. İşte o senin gösterdiğin ibadetler, misal olarak söylüyorum, la teşbih; şu koltuk gibi: Bu koltuk var ama senin arsan yok. O arsaya kurulmuş evin de yok. Evden vaz geçtik, bir gecekondun da yok. Elinde bu böyle duruyor. Bunu nereye koyacaksın da bunun üzerine oturacaksın. Anlatamıyor muyum? Üç asırdan beri biz bu zavallı vaziyetteyiz. Üç yüz seneden bu haldeyiz biz. Bu var güzel amma, arsa yok. Arsa olduktan sonra oraya bir bina yapılacak. Hadi onun muhteşeminden vaz geçtik, tenekeden yapılmış kulübesi de yok. Elinde tutuyorsun, bir yer yok. Yoruldun elinde. Bunu koyacağım ve oturacağım. Onun içün burada yapmış olduğum tarif umumi. Umumi tarif.
Nedir umumi tarifin. İki üç konuşma evvel hatırlarsanız... birkaç seferde söyledim ya: Bizim bu âleme nereden geldiğimizi ve bu âlemden sonra nereye gideceğimizi bildiren ilmin adına derler. Bizim bu âleme nereden geldiğimizi müspet ilim söyleyemez. Söylemeye kalkarsa müspet ilim olmaz. Mevzuatın haricine çıkmıştır. Nereye gideceğimizden de haber veremez. Yine haricine çıkar. O halde ne oluyor? İman mevzuu çıkıyor işte. Ona inanmak mecburiyet… İnsanım diyen adam da reddedemez. Neden? Gelmiştir asılını arayacak. Gidecektir, nereye gideceğim diye soracak. İnsan bunu kendisine sormazsa ona insan denir mi? Ve bu işte bir incelik aramazsa… İşte onun içün din akılla ihtisasın taarruzunu birleştirir. Akılla hisler arasında taarruz olur. Akılla his arasında muaraza[63] olur, muaraza taarruzlar olur. Bunu o birleştirir. O birleşince şek[64] denilen insandaki şek buhranını, o buhran-ı ruhiyi kaldırır. Buhran-i ruhi kalkarsa, insan yol alır. Vahdet-i vicdan olmadan hayat olamayacağından bu cidal, behemehal[65] birisinden birisinin galebesiyle neticelenir. Ya aklın galebesiyle ya hissin galebesiyle. E taarruz arasında, o galebe olunca nefis orta yere girer, seni sürükler götürür. Beşeriyet ondan yıkılıyor işte. Hissin, iradeyle alakası çok olduğundan ekseriya ilim ve akıl mağlup oluyor. İlim de akıl da mağlup oldu mu beşeriyet felakete sürükleniyor. O halde semavi cazibeye ihtiyaç var.
Doğmuşuz gideceğiz dimi? Onun içün insan hangi sıfatı galip gelirse bu âlemde, ikinci âlemde o hayatı alır. Buraya gelmede güzel ve çirkin olmada elinde bir şey yoktur. Ne şekilde boyamışsa öyle gider. Fakat diyor ki; giderken sana bıraktım diyor; ister güzel ol gel, ister çirkin ol gel diyor. Getirirken senin eline vermedim güzelliği çirkinliği, istediğim şekilde boyarım ama burada verdim diyor. İster güzel ol gel, ister çirkin ol gel. İkinizin yeri de hazırdır. Hangisini istersen. Gidiyor.
Sonra kıymetimiz çok büyük. Nefsinin dizginlerini çektin mi, iş düzelir. Nefsin dizginlerini çekmek… İşte bu, yalnız bu...
Çok eski konuşmalarda bir misal vermiştim: Çocuğu ekseriyetle ebeveyn arsız yapar. Arsız. Çocuk beşikteyken başlar, istidadında vardır. Taaaa beşikteyken. Beşikteyken sana dediğini kabul ettirdi mi, sen yandın. Beşikteyken sana dediğini kabul ettirmeye başlar. Sonra o mesela bir şey verirsin, bir tekme vurur. Ben bunu yemem der. Kabahat sende. Vaktiyle yapamadın. Dedemiz ne akıllı insanlarmış, “Çocuk uyurken sevilir.” derlerdi. İçin titreyecek çocuğuna, çok seveceksin. İbadet. Fakat onun hayrı içün, o kadar çok seveceksin ki; “Çocuğunda Cennet kokusu duy.” diyor Peygamber (sav). O buyu[66] bul diyor. O öyle bir nakıştır diyor. Yok. Ama zor tabi…
Niçün, çocuk yetiştirenlere Allah(cc) hususi bir imtiyaz vermiş? “Sizinle iftihar edeceğim.” diyor Peygamber (sav). Bundan büyük şey var mı? “Ben huzur-u İlahide sizinle iftihar edeceğim.” Diyor.  Zor. Neyse biz mevzua girelim. Kaptırdın mı, bir defa çocuğa yandın. Beşikte başla. Bir yetim kız alırsın yanına, baksın filan diyerekten. Ben bunları gördüm de söylüyorum,  hissime kapılaraktan değil, kendi gözümle müşahede etmişim. Diz kapağına vurur şuraya, öyle gördüm ben. Şurasına, ne kadar acır adamın? Kıvranır, ana baba güler. “Ne oldu yaaa, öldün mü!” der. Çocuk dokundu sana. “Gebermedin ya!” Böyle dedi.  Öldün mü, demedi de. “Gebermedin ya!” Çürüdü ama, ben gördüm eti de kalktı buradan. Sert bir ayakkabı, böyle ucu şeyli, sert… Çocuk kafasına koyacak ki, ben sinn-i rüşte[67] gelinceye kadar bu evde benim dediğim olmaz. Ben tamamıyla hayrı, şerri idrak edinceye kadar benim dediğim katiyen olmaz. Bunu bir defa kafasına koyacak. O vakit rahat edersin. Ama hilkaten bazı istisnalar var her şeyin, dimi ya? Bazı istisnalar vardır. Mesela, terbiye edeceksin de terbiyesi, iktiza[68]sı bir şey söyledin yahut icap eden bir şey yaptığın vakitte, ağlamaya başladı, katılır bazı çocuk, ölür. Öylesini kastetmiyoruz tabiki. Ayrı, yaradılışı ayrı. O ne yapalım, çilem dersin -Hani birçok çilemiz var ya- çilem dersin, gidersin. Ters anlarsın da çocuğu öldürürsün beni de... şeye, belaya sokmuş olursun. O manaya da değil.
Şimdi başka yere misal getireceğim bunu da onun içün: Gayet güzel pişirmişsin bir yemek, on yaşına da gelmiş mesela. Vurur tekmeyi -bunları ben görmüşüm- “Ben bunu istemem.” Ha istemen mi? “Pekâlâ…  Başka yemek yok.” “Yemeyeceğim.” “Pekâlâ.” Korkma, bir öğün yemedi, iki öğün yemedi ölmez, hiçbir şey olmaz. Yine gelir bir saat sonra; “Acıktım.” der. “Yemek o.” “Ben yemem.” “Başka yok.” Yine o gece verme zararı yok. Ertesi günü yine gelir, “Bu başka yok.” Ha kendi kendine idrak eder ki, “İmkân yok. Bana bundan başka bir şey yok. Geberecek değilim ya.” der oturur şapır şupur şapır şupur öyle yer ki; çok da acıkmıştır o. Muazzam bir şekil de yer.  Bu iman ona geldi mi? Geldi. Haa. Artık ne verirsen, ya isteyeceğini rica ile ister, sofraya tekme vurmaz. Ne olur ondan da ver, der. Ehhh, o vakit “Pekâlâ” dersin, arzusunu yaparsın. Yaparsın arzusunu o iyi. Ama o koydu, benim dediğim olmaz. Çocuk kafasına bunu koyacak. Benim dediğim olmaz. Nefis de öyledir, onun içün bu misali getirdim. Ben mürebbi değilim ya. Şimdi burada ne bileyim ben, terbiyeci miyim ben? O daima şerri ister, yemeğidir onun o. Çekersin dizginlerini, ruha verdiğim yemeği vereceğim dersin. Kabul etmez, çek. Bir iki üç en nihayet teslim olur. Ruhun gıdası ne ise nefiste o gıdayı yemeye başlar. İşte Hazreti Muhammed’in (sav) “Nefsinizi öldürmeyin, İslam edin.” demesindeki maksat budur. Anlatabildim mi böyle? Bugün ki konuşma, bu kadar yeter.



[1] Cilm-i sagir: Küçük dev (adam), Yüce ufaklık
[2] Taabbud : İbadet etmek Allaha kulluk etmek
[3] Can’ı ilhak : Can’ı içeren olmak. Müşterisi, Bizzat Cenab-ı Hakk olan can’ı, ruh’u da içinde barındıran tam hali.
[4] Nalçapa: Su tası. 
[5] Maşrapa: Metal, toprak, plastik vb.nden yapılmış, ağzı açık, kulplu, bardağa benzeyen, küçük kap 
[6] Mişrebe: Maşraba
[7] İstidlal : Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali. 
[8] Keşşaf:  1.Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. 2.Meşhur bir tefsir ismi. 3.İzci.
[9] Tekâmülât (Tekâmül. C.) Olgunlaşmalar, tekâmüller
[10] İntisaf:  1.Hakkını tam olarak alma, haklaşma. 2.Zaman, yarı olma. Vakit, yarıyı bulma
[11] İnkıraz: Zeval bulma sönme, kırılma
[12] Evsaf : Vasıflar, nitelikler
[13] Maaliyat İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
[14] Kesb:  1.Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu.
[15] İttihaz:  edinme kabullenme
[16] Ba'sü ba'del-mevt:  Ölümden sonra yeniden diriltilme
[17] Füruat:  Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.   füruat
[18] İstihza:  Alay etme
[19] Nasuti: İnsanlık, insanla ilgili
[20] Kesif   Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan
[21] Latife-i Lahuti: ilahi âlemle ilgili güzellikler, hoşluklar
[22]  Müdebbir: 1.Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. 2.İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).  3.Çekip çeviren, besleyen, enerji veren
[23]  Muharrik Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
[24]  Müstaid: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
[25]  Masdar: Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
[26]  Mıstar: Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet,klavuz,ölçü,cetvel.
[27] Tabi' Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör.
[28] Evc : Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. Doruk.
[29] İlliyyîn: Cennetin en yüksek yeri.
[30] Hakayık: Hakikatler, gerçekler.
[31] Mezmume: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[32] İttihaz Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek
[33] Bakara 177 لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Meali: Erginlik değil: yüzlerinizi kâh gün doğu tarafına çevirmeniz kâh batı, ve lâkin eren o kimsedir ki Allaha, Ahıret gününe, Melâikeye, Kitaba ve bütün Peygamberlere iman edip karabeti olanlara, öksüzlere, bîçarelere yolda kalmışa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve mal vermekte, hem namazı kılmakta hem zekâtı vermekte, bir de andlaştıkları vakit ahidlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık hallerinde ve harbin şiddeti zamanında sabr-ü sebat edenler işte bunlardır o sadıklar ve işte bunlardır o korunan müttekiler
[34] Maskat-ı re's : Doğum yeri. Vatan. Bir kimsenin doğduğu yer.
[35] Kiş: Kiş, modern adı ile Tall al-Uhaymir, Sümerlilerin antik şehirlerinden biridir
[36] Münacat: Allah'a yalvarmak. Duâ. Allah'tan necat için dua.
[37] Bakara 60. Ayet: وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ   
Meali: Ve bir vakit Musa, kavmi için su dileğinde bulunmuştu, Biz de: «Asan ile taşa vur!» demiştik. Bunun üzerine ondan on iki pınar fışkırdı. Her kısım insanlar kendi su alacağı kaynağı bildi. Allah'ın rızkından yiyin, için de bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin
[38] İntişar: (Arp) 1.Saçılmak. Dağılmak. 2.Püskürmek. 3.Toz kabarması. Kabarmak. 4.Buruna su çekmek. 5.Aksırıp tıksırmak 
[39] İnşirah 1. Ayet-i Kerime: أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ  
Meali: senin için bağrını açmadık mı?
[40] Bakara 285.آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ  
Meali: Peygamber, Rabbinden ne indirildiyse ona iman etti, müminler de. Hepsi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve: «Peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız.» diye Peygamberlerine inandılar ve: «İşittik ve boyun eğdik, bağışlamanızı dileriz, ey Rabbimiz! Dönüş sanadır!» dediler.
[41] İsra 55. : وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِمَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّينَ عَلَى بَعْضٍ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا Meali: Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilir. Andolsun ki, peygamberlerin bir kısmını bir kısmından üstün kıldık ve Davud'a da Zebur'u verdik.
[42] Tafdil: 1.Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek 
[43] Be-nam: Farsça, Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen.
[44] Al-i İmran Suresi 96. Ayet-i Kerime: إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ
Meali: Doğrusu insanlar için kurulan ilk ma'bet, kesinlikle Mekke'deki o çok kutsal ve bütün âlemlere hidayet olan İbadet Evi'dir
[45] Cabeca:   Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde.
[46] Taha Suresi 25. Ayet-i Kerime:  قَالَ رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي 
Meali, Musa dedi: «Ey Rabbim, benim göğsüme genişlik ver,
[47] Taha Suresi 27. Ayet-i Kerime: وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي  
Meali :dilimden düğümü çöz
[48] Ukde:  1.Düğüm, bağ. 2.Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. 3.Ağaçlık yer. 4.Pelteklik, kekemelik. 5.Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
[49] Kıyamet 16, 17. Ayet-i Kerime: إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ ﴿١٧﴾   لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ ﴿١٦﴾ 
Meali: Onu hemen okumak için dilini depretme- Kuşkusuz onu toplamak ve okumak bize aittir.
[50] tâcil   Çabuklaştırma, acele ettirme.
[51] Taha 114: فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا  Meali: Demek ki Allah, O hak hükümdar, yüceler yücesidir !.. Sana vahyi tamamlanmadan önce Kur'an'ı okumakta acele etme ve: «Rabbim, benim ilmimi artır!» de.
[52] İhlas Suresi 1. Ayet-i Kerime: قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ ﴿١﴾
Meali : “De ki: “O Allah, Bir’dir (Tek’tir).”
[53] Hâdis: Sonradan var olan.

[54] Bakara Suresi 115. Ayet-i Kerime:  وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meali: Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir.
[55] Ebrar: iyi dürüst insanlar
[56] Temayüz: Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak
[57] (Kitab-ı Kerimde bu konuda bir kaç ayet var. Biz Anlama en uygun olarak gördüğümüz için Beled Suresindeki ayeti tercih ettik.)
Beled Suresi 13. Ayet-i Kerime :   
فَكُّ رَقَبَةٍ
Meali: Köleleri azad etmek
[58] Maiyyet : 1)Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. 2) beraberlik, arkadaşlık.
[59] Üsve-i Hasene : En güzel örnek
[60] Umde: 1.İnanılacak şey. 2.Prensip, temel fikir. 3.Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. 4.Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker
[61] Bedâyi': Yeni ve güzel şeyler
[62] Tezyin:Süslemek. Bezemek. Donatmak.
[63] Muaraza: Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
[64] Şek: Şüphe, zan
[65] Mehemehal: İster istemez. Mutlaka. Her halde.
[66] Buy:  koku rayiha
[67] Sinn-i rüşt : Rüşt çağı. Doğruyu bilecek zaman.
[68] İktiza : İşe yarama.




[i]Sezai Gülşeni'den alınma bu beyitlerin tamamı:

Dost bağın gülü oldu küşâde
Bülbülüz güle figâne geldik
Yârin elinden içmişiz bâde
Anınçün bunda mestâne geldik
Dostun illerin ederken seyrân
Bunda uğrayıp olmuşuz pinhân
Sanma sen bizi gezeriz hayvân
Özümüz bilip irfâne geldik
Aslımız bildik nûr-u ezelî
Ayrılmayız ol sırrı sezeli
Can ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Dert ile dâim yanmakta bu dil
Aşk-ı nârına olmuşuz fitil
Pervâne sıfat olmağa vâsıl
Şem-i cemâle sûzana geldik
Cismimiz bunda canımız anda
Gevherimiz aslı ol kânda
Sezaî şimdi biz bu dükkanda
Biraz eğlenip seyrâna geldik

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017


Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




9 Saniye sonra Kapanacaktır