276 Nolu Kaset (26.06.1966)
81 dk. (259 Nolu Band)
…
vazifenin de annesi kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Bit-tabi’
ahlakın bahsettiği aşk, romanda okunan aşk manasına değil. Gerek vazife, akıl, aşk,
kalp, bunların hepsi manayı insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzuun
esas rüknünü insan mefhumu teşkil ediyor. Hakkıyla tarifi güç olan kısım da
burası: İnsan. Her konuşmada da bunları tekrar ediyorum. Sebebine gelince; evvela
sofranın yemeği değişir, ekmeği değişmez. Her sofra aynı ekmeği taşır. Bir.
İkincisi de bu konuşmalara birden bire bir ilk kimse gelirse, söyleyeceğimiz
esas rükünleri bu temele oturtacağımızdan dolayı layıkıyla bir şey anlatmamış
oluruz. Onun içün tekrar etmek mecburiyetleri oluyor.
İnsan,
suret itibariyle, hepimizin bildiği gibi, kan kemik et torbasından ibaret.
Yetmiş, seksen, yüz kiloluk bir sıkleti taşıyan bir varlık. Zahiri görünüşü
itibariyle... Fakat fikren, manen, vicdanen, o cilm-i sagir[1] zahiri, bu cihet
ile bakılacak olursa, kainatı muhit. Ondan dolayı hakkıyla tarif edilemiyor.
Evet, iki metre uzunluğunda bir çukura sığabiliyor. Fakat hakiki hüviyeti
itibariyle, mevcudatı ihata ediyor. Bu kadar, büyük bir kabil… Demek ki
hilkatte mazhar-ı tam yani Allah’ın bütün sıfatlarına mazhar olmuş olan mevcut,
insan. Onun içün kıymeti büyük. Ve büyük kıymeti de ona sahibi hakikisi olan
Allah, ihsan ediyor. İnsanın kıymetini Allah’tan başka kimse bilemez.
Allah’ın bildiği bir kıymeti de insan kendi kudretiyle ölçemez. Ondan dolayı,
layıkıyla insan tarif edilemez. İnsanın kıymetini ancak Allah bilir. Ve o
bildirir sevdiği kimselere. Allah’ın bildiği bir şeyi insan layıkıyla tarif
edemez. Ondan dolayı güç…
Zira
bir yüzü Âlem-i Kudrete raptedilmiş, bir yüzü de Âlem-i Hilkate raptedilmiş.
Âlem-i Hilkat denince, tabi anlaşılıyor: Bildiğimiz bilmediğimiz, ilmimizle
ihata ettiğimiz etmediğimiz, havasımızla hissettiğimiz etmediğimiz, ne kadar
mevcudat varsa, buna hilkat denir. Âlem-i Hilkat. İşte Kudret bizim bir
yüzümüzü oraya bağlamış, bir yüzümüzü de kendisine raptetmiş. Âlem-i Hilkate
taalluk eden kısımlarda, eh nispeten bir şeyler söyleyebiliyoruz. Fakat Âlem-i Kudrete
gelince orada teslimiyet, iman zarureti, aşk mecburiyeti hâsıl oluyor, oraya
gelince. Akıl, akıl bir işe yaramıyor o vakit. Tıkanıyor akıl yani. Şu akıl
akıl diye herkesin bahsettiği bir şeyler var ya.
Akıl,
hissin galatlarını tashih eder. Meçhulden malumu çıkarır. Ondan sonra biter işi. Vazifesi biter. Akıl, nasıl anlatayım?
Hakikate insanı agâh kılabilir. Taabbüd[2] de, hayriyyete insanı ulaştırabilir. İman ise, mana ise,
o can’ı ilhak[3] olduğundan dolayı, hakkı ve hayrı topladığından dolayı
ulûhiyete nazırdır. Ve insan ancak o vakit kâm almaya başlar. Ondan evvel
alamaz. İnsanlık âlemi onun içün bugün bocalıyor. Dimi? Medeniyet maddiyatın
ilerlemesi diye tarif edildiği müddetçe yıkılır. Ondan uçurumdan düşüyor
zavallı beşeriyet. Medeniyeti maddiyatın terakkiyatıyla ölçüyor. Medeniyet
dendiği vakitte gözünün önüne maddiyat geliyor. Buradaki ilerlemenin adına
medeniyyet diyor. Medeniyet maddi terakkiden ibaret değildir. Bu sahada
ilerlemek medeniyet değil. Ters anlamayın sakın cümleleri. Bir mefhumu
muhalefet manası tahsil etmeyin. Orada “ilerlemeyin” manası da tahsil edersin
de gülünç mevkiye düşürürsün beni. Ters anlar, hariçte de söyler. Budala bir
adammış derler, bana. Sana demezler de, bana derler.
Cümleyi
yine tekrar edeyim, üzerinde durayım. Medeniyet bugün beşerin tarifinde maddi
terakkiden ibarettir diyor. Öyle bir şey yok. Bu sahada ilerlemek medeniyet
değil. Bizzat medeniyet değil. Medeniyetin zevahiri, zahiri yani zarf, zarf…
Susamışsın, yanıyorsun, toprak çanaktan kurtulmuşsun. Fakat toprak çanak varken
içinde su vardı. Anlatamıyorum galiba. Toprak çanak, kaba bir çanak fakat
içinde su var. Yanıyorsun, lak lak içersin. Şimdi sen ilerlemişin ilerlemişin
de billur kâse yapmışsın. Vurunca tın tın onun sesi başka türlü çıkar. O sesi
veriyor. Fakat içinde su yok. Ne yapacaksın bu bardağı? Bu zarf, mazrufunu
arar. Bu zarf bu, güzel ama su yok içinde. Susamışsın da, yanıyorsun. Bu
bardağı yapamamışın amma bir toprak kase yahut ne bileyim işte bir nalçapa[4], maşrapa[5], mişrebe[6] şöyle
böyle içerisinde su var. İçer. Bunun içün bugün aldandığı nokta bu. İnsanların
elemlerini kederlerini tahkik edemez maddi terakki. Yine tekrar ediyorum,
olmasın manasına değil. Yanlış anlama, korkuyorum, burası ince bir yerde.
Söylerken çekine çekine söylüyorum. O manaya değil.
Vicdani çalışma huzurunu yalnız maddi terakki
veremez. İnsansın, o huzuru bulmak için gelmişsin kardeşim. O huzura nail olmak
içün gelmişsin. Adaleti temin edemez, istikrar yapamaz, bu suretle vicdanları
hakikati keşfe istidlale[7] mani olur. O zahiri
maddi terakki ihtirasat-ı nefsaniye ile kurulur yine ihtirasat-ı nefsaniyeyle
yıkılır. İşte görüyoruz kâinatı. Önleyemiyoruz ihtirasat-ı nefsaniyeyi. Neden? Medeniyetin asıl ruhu yokta ondan. Zarf var
mazruf yok, getirdiğim kaba misalle. Bardak var. Daha incelenmiş, daha keşşaf[8] olunmuş ne bileyim
daha böyle su içerisinde pırıl pırıl duracak, su olsa. Yok, amma ne yapalım ben
buna katıyorum. Susamışım, suyu da içemiyorum elimde var. Bak bak diye diye
gösteriyorum.……. Kurtaramaz.
Hülasa cümleyi yine tekrar edelim. Tekâmülatı[9] maddiyye, yani maddi
ilerilik, zahir medeniyetin zarfı olup, mazrufunu teşkil eden ruh medeniyetine
agâh değil. Bundan dolayı beşer inliyor. Halbuki kemali orada tahakkuk edecek. Kemaline
tabi olacak. İşte onun içündür ki, heyeti içtimaiyeler, milletler, maddi tekâmülata
rağmen ruhi varlığını alamazsa, muhakkak o ruhi medeniyeti intisaf[10] edemezse,
yaşayamazlar. Daima cemiyetlerde inkıraz[11] yüz gösterir. Ve öyle
gidiyor işte, daima yüz gösteriyor. Hem hakiki medeniyet, daha açıkça beşeriyet
tekâmülünü, nerde bulmuştur? Bulduğu vakit manaya borçludur. Bugün düşman
olduğu manaya borçludur. Bugün düşman olmuş cephe alıyor ya ona borçludur.
Onunla o varlığı meydana getirir. Başka türlü olmaz. Onun içün bidayetten
başlar, fikren seyahate çıkarsan kâinat üzerinde tetkikat yaparsan, her
vakit kuvve-i maneviye ve itikat, iman, aşk bir milletin temel taşı olmuştur.
Temel olmazsa enkaz yıkılır. Tutmaz. Şimdi her yapılan iş temelsiz
yapıldığından dolayı tutmuyor, netice alınmıyor. Mevzii konuşmuyorum bütün
dünya sekenesi üzerinde böyle gidiyor. Bakalım ne vakte kadar gider? İri iri
adamlar, büyük büyük kafalar, muazzam başlar toplanıyor işte şöyle olacak böyle
olacak. Bir şey olmaz. Hiçbir şey olmaz. Olmaz. Beşer de ha bugün ha yarın
derken, çukuraaa diyorlar, yallaaah. Sevkiyat boyuna gidiyor. Ha bu gündü ha
yarın… “Çukura! İstikamet karşıki çukura, marş marş” diyor. Gidiyor, böyle
gidiyor.
Sonra insanlarda da acip bir hal vardır. Bir
parça bir şeyler öğrenir… Bildiğine nispetle bilmediği üüüüüü. Bildim dediği de
sakattır ya. İlm-el yakin mi bilir, ayn-el yakın mı bilir, hakk-el yakın mı bilir,
mesele? Öyle azıcık bir şeyler öğrenir, bu sefer Kudret’le azamet yarışına
kalkar. Halbuki sorsak yahut kendi kendine düşünse insanlar, daima suali kendi
kendine sormalıdırlar. Başkasının sormasına lüzum yok. Kendi kendine. Değil
ruhunun, manasının, aşkının, imanının, hak ve hakikate olan bağının evsafından[12], onlar maaliyattır[13]. Nefsinin evsafından,
biri efaline itiraz etse: Siz şu işi şöyle yapıyorsunuz, şöyle mi yapmalıyız,
böyle mi yapmalıyız diyerekten biri itiraz etse; yaptığı işin takip
olunmasından dolayı kızar. Razı olmaz. Olmaz olmaz. Ben olurum. Olmazsın, sen de
olmazsın. Ben olmuyorum ki. Olmaz. O cibilli o. Bir kimse nefsinin evsafından,
sıfatlarından, fiillerinden, meydana getirdiği bir şeye biri itiraz etse, “Beni
takip ediyor bu der.” Ve derhal kızar. Kızarız. Biz bu kadar aczimizle istemeyiz
de, bütün kemalatın sahibi olan Allah’ın efaline ne diye itiraz ederiz? Ne
hakkımız var? Beşeriyetin bir kısmı da böyle yıkılır gider. Allah’ın efaline
senin hakkındaki tecelline… Zaten adi...
ben kendime söyleyeyim. Adi bir adamım. İcabında nefsimin evsafından bir şey
yaptığım vakit birisi itiraz etmiş olsa gözlerimi bu kadar açarım. Yaaa. Allah’ın
efali. Nasıl olur o? Neden ileri geliyor? Dert başlamamışta ondan… Ne derdi?
Söyleyeceğim şimdi.
İnsan asude kaldığı vakit, şöyle hadisatın
tecellilerinden bir an içün kendisini şöyle bir kenara çekip de, içinde sesiz
sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücuduyla baş başa kaldığı an, hemen hemen her
konuşmada tekrar ettiğim gibi birkaç sual sorar kendisine. Kimim? Der. Beni bu
sahneye kim çekti? Der. Sormaz mı adam? Koca bir varlık. Sormamışsa çok yazık…
Zira insanda yer içer tenasül eder, hayvanda yer içer tenasül eder. İnsanı
hayvandan ayıran, insanın kendi kendine sorduğu bu sualdir. Konuşmak değildir
haaa. O adi sıfat. İnsana, insan denmesindeki hikmet, kendini iddia eden
kudrete marifet kesbetmesinden[14] dolayıdır. İnsan,
ünsten müştaktır. Enisi kimdir? Aslıdır. Aslıyla münasebeti olmayana insan denir mi?
Mevzuun an yeri bu. Yalnız bunu söylemek için çıktım. Bunun etrafında
geziniyoruz. İnsana, niçün insan
denmiştir? İnsan kelimesi ünsten müştaktır. Enisi vardır. Kimi enis ittihaz[15] etmiş olsan, fanidir. Meğer
ki, o insan Hak’ta fani olsun da Hak onda tahakkuk etsin, o vakit yine Hak
olur. Onda ayrılık olmaz. Fakat bundan maada nereye taalluk etsen fani… Kendine
taalluk etsen kendin fanisin. Meğerki kendini, fani cihetini bakiyle
değiştirebilesin. Buraya onun içün gelmiştir. Ha. Onun içün, insana
insan denmesi kendini iddia eden kudretle ünsiyet peydah edip onunla enis
olduğundan dolayıdır. Aslıyla bir ünsiyeti olduğundan dolayıdır. E aslıyla
ünsiyeti olmazsa ona insan denir mi? Ahlakta, manada böyle yok….. Yeri yok.
Soruyor kendi kendisine; “Kim çekti beni
buraya, bu sahneye? Sonra ne içün geldim? Ve akıbet nedir?” Hepimiz öleceğimizi
biliriz di mi yaa, var mı bir kimse “Ben öleceğim.” demesin? Biliriz. Ondan
sonrasını bilmiyoruz. Düşünmüyoruz ondan sonrasını. Yıkımda oradan başlıyor.
Ondan sonra bir şey yok. Yoook. İlim onu kaldırdı. Öyle bir şey olmaz. Ondan
sonra bir şey yok diyemezsin. Onu on dört asır evvel Hazreti Muhammed’e geldi: Ekabir-i
müşrikin, o kendini beğenmiş müşrik insanlar, çürümüş kemikleri de getirdiler,
böyle ufaladılar. “Bunlar mı tekrar hayata gelecek?” dediler. Bunlar, bunlarda
mı? Sen bir dava açmışsın, vahdaniyet, ba'sü ba'del-mevt[16] diyorsun. Cenab-ı
Fahri Âlem’in (sav) açtığı dava budur. Hulasa edersek. Öbürküler onun füruatı [17]. Vahdaniyet, ba'sü
ba'del-mevt. İki nokta. İki mühim esas… Ba'sü ba'del-mevt demek, ebedisin. Bu
sahneden çekildikten sonra, asıl hayata gidiyorsun. İmanın en büyük rütbesi,
noktası bu… “Anladık ama bunlar mı?” dediler. İstihza[18] muamelesi yapıyorlar.
Birçok defa tekrar etmişimdir. E sen şimdi bir
madde gösterdin, bir çürümüş kemik gösterdin. Bu gözükmezden evvel ne yaptın
sen? Nasıl oldun? Bu gözükmüyordu, simdi bir şey getirdin, çürük bir şey
getirdin orta yere. Fakat bu kemiğin, kemikliği yok iken, sen o elinle onu
taşımaz kudretin yok iken, oldun mu şimdi? Oldun. İkinci olmayı neden kabul
etmiyorsun? İlimde bunun yeri var mıdır? İmkâna girdin di mi? Dikkat edin; bu
imkân kelimesi üzerindedir bütün hilkat. Sen imkâna girdin mi? Girdin. Ondan
sonra artık dava kapanır. Bu kemiği getirmezden evvel kemik elinde yok iken,
sende yok iken, şimdi var mısın? Varsın dimi kardeşim? İkinci varlığını ilmen
inkâr edemezsin. Kapı kapandı. Ben ederim! Buyurun sana ait, et. Sonra
konuşuruz. Ama ilimde yeri yok. İlimde yeri yok.
Bu sualleri sorduktan sonra cihet-i enfüsiyesinden
bir ebet sedası duyar. O duyduğu sedanın zevkine aşk derler. Anlatabildim mi
acaba? Ahlakın bahsettiği aşk o. Onu duyar onun adına aşk derler. O vakit kendi
hakikatini bilmeye başlar. Kendi hakikatini bilen Allah’ı bilir. Allah’ı
bilen her şeyi bilir. E biz bilmiyor muyuz? Bilmiyoruz, bilsek her şeyi
bileceğiz. Bizim ki taklidi. Acayip, evet, evet. Allah(cc) ki bilindi, her
şey bilinmez mi ya. Her şeyi bilir. Her şeyin membaı çünkü o. Onun adına aşk
derler dedim ya, onun bir ismi daha vardır. Allah dert ederler. O dert
kimde başlarsa, o dert tatlı bir dert. Kâm alır. Artık kelimesi yok onun. Nasıl
tarif edilir o? Edilmez. Herkesin zevkinde değişir. Ne diye tarif edeyim?
Bir parça insan mefhumuna uğrar gibi olduk.
Azıcık olsun. Kudret bu cismani vücutta, ruhani bir hayat vaz etmiş,
nasutiyet-i[19] kesife[20], latife-i lahutiyeye,[21] hale, taalluk eden bir
bahis. Kelimeye lafza sokarsak, o kadar zevki kalmıyor. O tecelliye mazhar
olacak, tecelli kelimesiyle yakamızı kurtaralım. Bu heykel-i insaniyi düşünelim:
Bir müdebbire[22], bir muharrike[23] ihtiyacı var mı yok
mu? Muhtaç mı değil mi? Muhtaç. Nedir o?
Hepimiz tastik ederiz onu. Ruh değil mi? Bir müdebbire bu heykelin bir müdebbir,
bir muharrike ihtiyacı yok mu? Var. Bu âleminde bir müdebbire, bir muharrike
ihtiyacı var. Nedir O? Allah.
İnsanlar semavi cazibeden çekildikten sonra
yıkılmışlardır. Birbirimizi yiyoruz. Birbirimizi yiyoruz. Sonra bizde öyle
acayip haller var ki, tuhaf, cehaletten dolayı. Hak’tan bahsetsen, ahlaktan bahsetsen,
hakikatten bahsetsen; onlar köhne
şeyler diye cevap alırsın. Efsanedir der. Eski şeyleri söylüyorsun bana der. Desem
ki ya bu böyledir, sen fail
değilsin kabilsin, affedin ters söyledim. Sen fail değilsin, kabilsin. Her şeyi
kabule müstaid[24] bir varlıksın. Fail
değilsin sen. Failim ben. E ölme, ihtiyarlama. İstediğin şekilde bir kadınla
evlen, istediğin şekilde bir çocuk yap. Nerde failsin? Kabil. Kudret sana
istediğini kabul ettirebilir. Sen Kudret’e bir şey yapamazsın. Anlatamıyor
muyum acaba? Kabil.
Bu kâinat mastar[25] değil, mıstar[26]. Tabi’[27] değil,
matbaa. Tab’eden değil kâinat. Mastar değil mıstar. Nasıl sen birçok
hakikatlere bahsedildiği vakitte; haktan bahset, hakikatten bahset ahlaktan
bahset, onlar eskimiş şeyler der. Birçok hakikatler vardır ki, eskilerine
nazaran her dem tazedir. Cenab-ı Havva’nın oğlu doğunca, Hazreti Havva’nın
memesini emdi. Bugün de kim doğarsa anasının memesini emer. Değişti mi? En
eskiden bahsettik. Her an taze. Hazreti Havva’nın oğlu doğunca annesinin emmedi
mi? Biz de annelerimizden doğduğuylan anamızın memesini emeriz. Efendim o
eskimiştir. Yoook. Hava, su, ekmek eskidi mi? Hadi kaldıralım havayı bakalım.
Suyu da kaldıralım, gebeririz. Hava, su, ekmek eski olmuyor da ruhun… Bunlar
ruhun, bedenin gıdası diyoruz, havasız, susuz, ekmeksiz yaşanmaz diyoruz, e
ruhun gıdası olmaz mı? Ruhun gıdası da Hak…
Varlık var oldukça, dünya değil de varlık var
oldukça, bunlar daima revaçtan düşmez. Düşüremezsiniz. Kalbi ihya edecek,
diriltecek, ruhu evc[28]-i i'la-yı illiyyîn[29]e yükseltecek hakayık[30]-ı ezeliye-i ilahiyedir.
Bıraktın da, yalnız terakkiyati medeniyedir, “terakki” diye dedin mi
yıkılırsın. Bu ruhudur, o zarfıdır. O ilerlemenin kabına bu ruhu koyacaksın adam
olacaksın. Başka türlü olmaz. Kestirmesi bu. İster koy ister koyma, Huda’nın
umurunda değil. Hiiiç. Umurunda değil. Allah’ın tecellisi ateşe benzer
kardeşim. Ateşe ateşe. Ateş, bir maddeye düşerse onu onda bırakmaz yakar.
Hakk’ın tecellisi de bir insana düşerse bütün sıfat-ı mezmume[31]yi yakar. Ne kadar
çirkinliğin varsa erir gider. Ama kendini arz edeceksin. Böyledir. Yoruldunuz
mu? (hayır)
Bunların hepsi nihayet şu üç günlük hayat
denilen sahada elde edilecek şeyler. Suret âleminin istikbali için o kadar çok
çarpınır, çırpınır, eziliriz. Ve öyle de olmamız icap eder. Fakat Kudret’e
bağlı olan yüzümüz namütenahidir. Niçün bir parça bir şey, bir zevk edinmeyiz?
Çünkü o zevk ile doludur, ağırlık değildir ki. Zevk. Ne güzel söylemişler;
Dost bağının gülü oldu küşâde,
Sabah
kalkıyoruz akşam filan, hepimiz öyle. Dünya öyle, zavallı… Dünya zavallı,
dünya. Hilkatimizdeki gayeye ait
hiçbir varlığımız yok. Dimi? Her vakit söylediğim gibi; ne vakit ki para,
servet, gaye ittihaz[32] edilir, insan yıkılır.
Vasıta ittihaz edilecektir. Evet, mana da zenginliğe amirdir. Akılda onu
emreder, vicdan da onu emreder. Çünkü sünnetullahtır o. Anlatabiliyor muyum?
Bazıları da çirkin gösterir. Öyle değil. Her hayrı çirkin kullanırsan,
çirkin olur. Ama vasıta, gaye değil. Ahlaksız serveti döküyor, binlerce
ahlaklıyı satın alıyor. Neden ahlaka sahip olan zengin olmasın. Zengin olsun da,
oda ahlaksızı satın alsın. Di mi? Sen dünya üzerindeki fitnelerin neden
doğduğunu bilir misin? Zahirde söyle… Yoook yook. Üzerinde elli, yüz, beş yüz,
bin yazılan kağıttır. Kudret diyor ki; bak ismi azize mazhar olan altını da
sizin elinizden aldım. Kağıt peşinde koştururum aileler yıkılır, dostlar
ezilir, beşer bir birini yer hala siz kendi kendinize biz yaratırız sevdasıyla
ahmak ahmak bağırırsınız, diyor. Onun iç tarafından bakacak olursak… Dimi öyle,
he?
Manasız,
imansız, ahlaksız, faziletsiz, serveti elde eder binlerce adamı satın alır. Hep
onun dönmesiyledir fitnenin meydana gelmesi. Sen zengin olsan da, sen alsan ya…
Yok. Kurtar iki adamı. Getiremedim Kudret’in fermanını, ne kadar güzeldir.
Manasını söyleyeyim, meal şöyle. Hem kime söylüyor? Kıbleteyne secde edenler.
Tarihte bunların hususi bir kıymeti var. Onlara hitaben. لَّيْسَ
الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ
الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ[33] siz diyor;
kıbleteyne secde... ne demek kıbleteyne? Evvela Mescid-i Aksa’ya doğru
Peygamber (sav) orayı ittihaz etmişler. Yine emr-i subhaniyle. Fakat mübarek
gönüllerinden, cedd-i şeyh-ül enbiya Hazreti İbrahim’in (as) ittihaz ettiği,
yaptığı kabeyi kıble ve kendi maskat-ı re’s[34]i suriside orası olduğu
için, öyle gönüllerinden geçmiş. Âdet-i Risalet, kendi arzularını hiçbir vakit
Cenab-ı Hakk’a arz etmezler. Allah kendisine müracaat eder. Sair enbiya ile
onun ind-i sübhanisindeki tecellinin inceliği buralardan anlaşılır.
Her
nebi kendi zatına ait... umuma ait... tabi bütün enbiya insanlık alemi içün lazım
gelen şeyi Allah’tan ister. Fakat kendi zatına uyduğu vakitte Rasulullah (sav)
istemezlermiş. Fakat Cenab-ı Hak müracaat ediyor. Mesela daha büyük incelikler...
Ben sizin hepinizi Kudret’e inanmış, manayı kabul etmiş, bir camia olarak
tanıyıp, konuşuyorum. Bu tabi iman ve aşk meselesidir. Şimdiki söyleyeceğim bu
mevzuu. Musa’nın (as) kavmi Kiş[35]de susuz kaldılar. Felaket. Cenab-ı Musa’ya
dediler ki; “Ne yapıcağız? Yap Rabbin’e münacat[36].” “Asanı yere vur, on
iki pınar çıkacak.” Dedi, Huda. Asanı yere vur on iki pınar… On iki kabile idi,
her kabileye her sırtta bir pınar dedi. Bir gazada Resulullah’ın da (sav)
mahiyetinde bulunan Eshab-ı Ba-safa su bulunmadı. Pekâlâ dedi, mübarek
parmaklarından ve orada bulunan mevcut kimseler kanıncaya kadar su geldi.
Efendim olur mu, olmaz mı? Suyu Kudret halk etti ya, etti. İsterse o membadan
çıkarır, isterse bu membadan çıkarır. Fail Allah’dır (c.c). Şaşırmaya lüzum
yok. Canım, o olur mu, imkansız. Öyle değil. Su hilkatte mevcut mu? Mevcut.
İsterse o membadan isterse bu membadan, “kün” emrinin daireyi merkezindedir iş.
Bizim
burada anlatmak istediğimiz; Musa (as) harice müracaat ediyor bak, “Asanı vur!”
diyor[37]فَانفَجَرَتْ
intişar[38] etsin on iki pınar. Resulullah’a
(sav) harice müracaat ettirtmiyor. Anlatamıyor muyum acaba?
Mesela
أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ[39] Fahri Âlem
(sav) ile sair enbiya arasındaki لاَ
نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ [40] resuller arasında fark
yoktur. Bu beyan. Allah’ı (cc) beyan etmeklik vazifesiyle fark yoktur. Kendi
zatlarına ait olan [41] وَلَقَدْ
فَضَّلْنَا diyor bazısını bazısına tafdil[42] ettim diyor Allah
(cc). Anlatabildim mi acaba? …
Hepsini
okuyacaksın. Bir ayet, diğer ayeti tefsir eder. Öyle içinden alıp olmaz. Sonra o
bazı tercümeler filan vardır. Onlar değil. Kur’an sır kutusudur, erbabına
açılır. Sonra yalnız Arapça değildir. Elfazı Arapçadır, manası Allah’ça,
değildir. Bir şiiri verirsin de bir adama… Benim yaptığım bir şiiri verelim bir
Fransız’a yahut Fransız’ın yapmış olduğu bir şiiri, “Bunu tercüme et, intikal
ettir senin lisanına.” ruhu da gider, manasının dörtte üçü de gider. Ya Allah’ın(cc)
ki. Bir şey anlatamıyor muyum? İncedir o ince. Bak bir misal vereyim de, daha
iyi anlaşılsın. Vaktiyle ulemayı be-namdan[43], ilmine iman edilmiş
bir şahıs, Fatih camiinde tefsir okutuyor. Bir ayet gelmiş: [44] بِبَكَّةَ
مُبَارَكًا Mana veriyor Bekke’ye; Mekke’dir,
demiş. بِبَكَّةَ
ey bir mana, Mekke. Yazıyorlar karşılıklarını not...
O zat çıkmış, gülüyorlar.
Mecazipten bir zat; Köpekci Hasan Baba. Birkaç sefer bahsetmişimdir. Geçmiş o Zat-ı
Şerifin önüne. Demiş; “Efendi Hazretleri, Bekke’ye Mekke dediniz, mana
verdiniz.” “Evet!” demiş “Öyle vaktiyle okudum, asarda öyle gördüm.” “Allah’ın(cc)
dili dönerdi.” Demiş “Mekke derdi. Bekke’ye, sen ne diye Mekke veriyorsun?
Allah’(cc)’nün dili dönmez mi?” Köpekçi Hasan Baba bu. Zevk alıyor musunuz,
yoksa geçeyim mi? Hani olur ya bazı, mevzuu şimdi değişti. O zat da arif adam,
ilmine mağrur değil. Çünkü ilimde bazı adama bela olur. İlim, Allah’ın (cc)
sıfatıdır, Allah’dan (cc) ayrılmaz. Sende kullanır. Eğer sen ona benim dersen
yıkılırsın, iblis olursun. Farkı bu. İlim Allah’ın (cc) sıfatıdır. Allah’dan
(cc) ayrılmaz. Fakat sana ikram eder, sende kullanılır. “O’nun malını, O’nun
hesabına kullanıyorum.” dersen alırsın da
yürür gidersin. “Yok, bu
benimdir!” dedin mi, şöyle; rap yıkılırsın. O zatta, öyle benimdir diyenlerden değil.
Demiş efendim hazretleri, herhalde bir şey ikaz buyurmak istiyorsunuz.
İrfanınızdan istifade edeyim, yarın tashih edeyim. Hah. Müminin zahirde kıblesi
Beyt-ul Muazzama, hakikatte kıblesi Hakikat-i Muhammediyye, sırren kıblesi
Allah’ı Azimuşşan. Bu ayrılır da sırren kıblesine nail olan insanlar, huzura
girdikleri vakit Hak ile cabeca[45] olunca, bir bükâ hâsıl olur.
Bükâ,
ağlamak. Zevk ağlaması bir bükâ. O müminin kıblesini işaret ediyor, demiş.
Bükâdan hâsıl olan kıble demek istiyor Allah (cc). Anlatamadık galiba ama, işte
bu kadar dilim döndü. Sen bunun tercümesinin neresine koyacaksın. Hem tercüme
olur mu? Tefsir olur meal alınır, tercüme olamaz. Tercüme demek bir şeyin aynı
demektir. Kitabı ilahinin manası namütenahidir. Sen onun aynı olarak kabul
ettin mi? Bitirmiş olursun. Bitmez. Kur’an’dan herkes istidadı nispetinde
zevk, mana tahsil edebilir. Hakiki manası Allah’dadır (cc). Harici bir
misal vereyim size. Denizin suyunun hepsini eve getirebilir misin? İmkanı var
mı; şu denizin suyunu bizim eve getirebilelim? Yook. Lüzumu kadar
getirebilirsin, dimi? İşte oda, Kur’an’dan alınacak manada -mana yine Hak ve
hakikatte durur- lüzumu kadarını alırsın. Sonra şahıslar tefsir edemez onu. Zamanlar, âlemler.
Buraya nerden girdik? Orada Resulullah’ın
(sav) büyüklüğüne ait yerlere geçiyorduk أَلَمْ
نَشْرَحْ dedik. Musa Aleyyisselam, [46] رَبِّ
اشْرَحْ لِي صَدْرِي Allah’a (cc) münacat
ediyor. “Ya Rabbi! Gönlümü aç, sadrımı aç, [47] وَاحْلُلْ
عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي lisanımdaki ukdeyi[48]
çöz. Allah(cc) diyor ki; “Bak, o oraya müracaat ediyor.” Resulullah’a (sav)
gelince, Cenab-ı Hak müracaat ediyor. أَلَمْ
نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ nasıl
sadrını genişlettik mi? Kalbin ferahladı mı? Bir incelik anlatamıyor muyum
acaba? Bilmiyorum. Diğer tarafta [49]إِنَّ
عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ ﴿١٧﴾ لَا تُحَرِّكْ بِهِ
لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ ﴿١٦﴾ Habibim, Cibril sana kitabın ayetlerini
gönderdiği vakitte, dilini çok böyle çabuk çabuk hareket ettiyorsun. Niçün öyle
yapıyorsun? Niye üzüntü çekiyorsun sen? لَا
تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ onu
ben çabuk kavrayacağım diye o mübarek dilini tacil[50]
etme. إِنَّ
عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ ben kendime vacip kıldım onu sana ben takdim
edeceğim. “Acaba kaçırırım mı? diye düşünme. Birisinde, o Hakk’a müracat ediyor, diğerinde Hak ona
müracaat ediyor. İncelik yerler. Bu أَلَمْ
نَشْرَحْ لَكَ ‘nin sebebi nüzulünde birçok manalar vardır.
Fakat o manaların hepsi tahsil edildikten sonra, enfüste de bir mana vardır.
Bunların hepsini kabul ettikten sonra, bitmez çünkü. [51] رَّبِّ
زِدْنِي عِلْمًا diyor,
Peygamber (sav). “Ya Rabbi, benim ilmimi ziyadeleştir.” Eksik de mi
fazlalaşacak? Allah (cc) ona ne vermişse, odur. O değil. Siz bir şey
bilirsiniz, yanınızdakine öğretirsiniz, bildiğinizi… Sizden bir şey eksildi mi?
Hayır. Arttı dimi ya, siz bunları öğrenince arttı… Ziyadelik, benim ilmime
muhatap ver. Benim ilmime bir muhatap ver. Ben bunu vermek istiyorum. Hazreti
Ali Keremallahu veçhe vaktaki yetişiyor. Tam ona muhatap olunca o Ayniyet-i
Ahmediye’yi alabilecek, manayı enfüs… Onun içün diyor ki Hazreti Ali, hiçbir
ayet yoktur ki, bizim emrimize nazır olmasın. Müşkülleri sorun diyor. Ali (r.a)
tam muhatap olup, onu giyindikten sonra Cenab-ı Hak diyor ki; nasıl habibim
kalbin ferahladı mı? Sadrın inşirah buldu mu? O senin sırtında bir yüktü,
çatırdıyordu belin. Cenab-ı hak böyle, nasıl söyleyeyim cümlelerini? Neyse sen
benim halimden anla. Bu yüklerin hepsi kalktı değil mi?
Öyle Fransızcadan tercüme
olmuş, İngilizceden tercüme olmuş, ben rast geldim efendim, İngilizceden
tercüme olmuş Kur’an okudum, Fransa’dan Almanlardan. Şüphe yok ki, niyetine
herkesin niyeti yoldaşı olsun. Değil Fransız’ın, İngiliz’in, Alman’ın, hakiki bu
sahanın mütehassısı olan kimsenin bile... Bu, buymuş.” diyerekten bitiremezsin
sözü. Hata etmiş olursun. “Bu, buymuş.”, denmez. “Hakk’a âlemdir.” der geçilir.
“Bu, buymuş.” denmez. Bak en basit bir misalini vereyim. Şimdi, aç hangi tercümeyi
açarsan aç. [52]قُلْ
هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ Hepimizin hafızasında olan bir ayet.
Hangisini açarsan aç: قُلْ Arapçaylan
olsa iş kolay. Emri hazır, söyle هُو O, اللَّهُ Allah.
Ama orada neler var? Neyse biz üzerinde ... oralarını söylemeyeceğim. أَحَد birdir. Eee oldu mu bu mana? Bu kadar oldu.
Bizde “Allah (cc) bir” diyoruz. Allah(cc) şeydir de, kerimdir de; affıyla
muamele eder. Bizim bildiğimiz bir çiftin mukabili olan, birdir. Öyle değil mi?
O bir hâdistir[53]. Allah(cc)
hâdis midir? Benim bildiğim birlikle mi, Allah (cc) birdir. Öyle olursa hâdis
olur. Yaa. Kendi kendisini nasıl birlemişse o birlikle birdir. Onu biz bilmiyoruz.
Keyfiyeti bizce meçhul… Acaba anlatabildim mi? Allah(cc) bir amma, benim
bildiğim birlikle bir değil. Benim bildiğim birlik hâdis. Sonradan olma birlik.
İkinin mukabili olan birlik… Yaaa. Allah (cc) kendisi şöyle diyor: “Ben kendimi
nasıl birlemişsem, o birliğimle birim.” Neyse bu büyük kitaba ait, uğradık da
burada. Belki hoşunuza gitti, belki gitmedi. Sahası ayrı. Mevzumuzun yeri
değil. Yeri yeri mahsus söylüyorum, mevzuumuzun yeri değil diyerekten, yeri. Sen
Allah’ı(cc) kendi kendisini birlediği birlikle birleyemezsen, onun içün
bocalarsın. Hele öyle birlikle bir birle, bütün işler tamamen böööyle olur.
Nasıl olur o, artık ne bileyim?
Kıbleteyne
secde eden dedik. Buraya asıl şuradan girdik, topluyorum ben size şimdi mevzuu,
çok dağıttım şaşırabilirsiniz: Edepsiz, imansız, faziletsiz, ahlaksız parasına
güvenir de birçok zavallıyı satın alır, kendine uşak yapar da sen niçün zengin
olup da edepsizi ahlaksızı faziletsizi satın alıp kendi kendine çalıştırtmazsın,
yahut ıslah etmezsin. Buradan girdik dimi? Asıl mevzuu bu. Şimdi buna bir şey
getiriyorduk. Bir de büyük kitaptan bir misal veriyorduk. O misalde şuydu:
Kıbleteyne secde edene yani peygamber (sav) Mescid-i Aksaya doğru namaz
kıldırırken, gönüllerinden geçmiş; “Beytullah’a doğru olsaydı Kıble” namazdayken,
rükuda bulunurlarken, Cenab-ı Hak diyor ki; “Habibim, böyle şeyleri sen ne
düşünürsün, nereye dönersen kıble orası senin içün. Dön!” diyor, rükudayken
dönüyor. Beytullah’a…. [54]فَأَيْنَمَا
تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ ondan sonra bu ayeti celile
nazil oluyor. Sebebi hikmeti de bu, ayetin. O namazda bulunanlar, hem buraya
secde ettiler, hem buraya secde ettiklerinden dolayı kıbleteyn demek iki kıble
demektir, tesniye... Bu zevatlar içerisinde bunlara hitap ediyor, beni bırak.
Diyor ki Allah(cc): “Siz iki tarafa secde edip namaz kılmakla, benim istediğim
şekilde oldunuz mu zannedersiniz? Ebrardan[55] mı
zannedersiniz? Hayırda temayüz[56]
etmiş kimseler mi oldum zannedersiniz.” “Hayır!” diyor, Allah(cc). Sebeblerini
sayıyor sayıyor da; [57] وَفِي
الرِّقَابِ der.
Köleleri kurtarmak. Eee bu asırda köle var mı? Sayıylan mı? Hangi adam bir
zalimin yanında, maiyyet[58]inde
çalışır, öyle bir köledir ki; on beş asır evvel ki köle gibi değil, muazzam bir
köledir. Zengin olursun o adamı oradan kurtarırsın. Üsva-i
hasene[59] Buna
misal veriyorduk.
Dost bağının gülü oldu küşâde
Bülbülüz o güle figâne geldik
Yârin elinden içmişiz bâde
Anınçün bunda mestâne geldik
Bülbülüz o güle figâne geldik
Yârin elinden içmişiz bâde
Anınçün bunda mestâne geldik
Dostun illerin ederken seyrân
Bunda uğrayıp olmuşuz mihmân Acaba anlatabiliyor muyum? Mihman misafir. Şöyle birkaç an misafir olduk.
Bunda uğrayıp olmuşuz mihmân Acaba anlatabiliyor muyum? Mihman misafir. Şöyle birkaç an misafir olduk.
Sanmasın bizi gezer hayvân
Özümüz bilip irfâne geldik
Özümüz bilip irfâne geldik
Aslımız bilmişiz nûr-u ezelî
Ayrılmayız ol sırrı sezeli
Can ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Ayrılmayız ol sırrı sezeli
Can ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Neyse bu kadarı yeter bu uzun.
Şimdi iman, aşk, mana dedik. Bunun üzerinde biraz duralım:
Manaya, imana yaklaşmak istemeyip de yalnız akılla huzur içinde yaşarız
diyenler, aldanmışlardır. Neden? Akıl insanın ruhi kuvvelerinden ancak bir
tanesidir. Cümleyi tekrar edeyim. Manaya, imana yaklaşmak istemeyip de, yalnız
akılla huzur içinde yaşarız diyenler, aldanmışlardır. Neden? Zira akıl, insanın
ruhi kuvvelerinden ancak bir tanesidir. Mana ise, iman ise, o mananın imanın
müessesesi olan Hak ise insanın tüm kuvve-i ruhisi ile alakadardır. Bir şey
anlatamıyor muyum acaba? Nasıl anlatayım başka? Yani din ise insanın bütün
kuvve-i ruhisi ile alakadardır. Ahlak kuvve-i ruhiden bir tanesidir, azizim. Ne
yapacaksın? Din vicdana huzur verir. O bir mebde-i haktır. Ama umumi tarifini
yapıyorum.
Dikkat et ilk önce dedim ki; bahsederken akıl bazı hakikate
insanı agâh kılar. Abdiyyet de ubudiyet de hayra, tealiye agâh kılar. Din de
Nazır-ı Allah’a (cc) ... tabirini nasıl yapayım sana? Ona nazır kılar. Şimdi
bizde din dendi mi, karıştırırlar. Namaz kılmak der, oruç tutmak der, bilmem
işte… Kardeşim bunlar din değil. Bunlar dinin umdesi[60]. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunlar dinin umdesi. Nasıl anlatayım
sana? İşte bazı kimseler de onun için
diyorlar ki; efendim kimin dini, neden nedenmiş? Herkes işte... öyle değil ki.
İbadet değil ki, din yalnız ibadet değil. Şimdi şunu iskemle
tasavvur edin. Bir koltuk, altın yaldızlı. En ince sanatkârın nakşından geçmiş,
bakınca doyamıyorsun. Her incelikleri senin bedayiyeni[61] tezyin[62] ediyor. İşte o senin gösterdiğin ibadetler, misal olarak
söylüyorum, la teşbih; şu koltuk gibi: Bu koltuk var ama senin arsan yok. O
arsaya kurulmuş evin de yok. Evden vaz geçtik, bir gecekondun da yok. Elinde bu
böyle duruyor. Bunu nereye koyacaksın da bunun üzerine oturacaksın. Anlatamıyor
muyum? Üç asırdan beri biz bu zavallı vaziyetteyiz. Üç yüz seneden bu haldeyiz
biz. Bu var güzel amma, arsa yok. Arsa olduktan sonra oraya bir bina yapılacak.
Hadi onun muhteşeminden vaz geçtik, tenekeden yapılmış kulübesi de yok. Elinde
tutuyorsun, bir yer yok. Yoruldun elinde. Bunu koyacağım ve oturacağım. Onun
içün burada yapmış olduğum tarif umumi. Umumi tarif.
Nedir umumi tarifin. İki üç konuşma evvel hatırlarsanız...
birkaç seferde söyledim ya: Bizim bu âleme nereden geldiğimizi ve bu âlemden
sonra nereye gideceğimizi bildiren ilmin adına derler. Bizim bu âleme nereden
geldiğimizi müspet ilim söyleyemez. Söylemeye kalkarsa müspet ilim olmaz.
Mevzuatın haricine çıkmıştır. Nereye gideceğimizden de haber veremez. Yine
haricine çıkar. O halde ne oluyor? İman mevzuu çıkıyor işte. Ona inanmak
mecburiyet… İnsanım diyen adam da reddedemez. Neden? Gelmiştir asılını arayacak.
Gidecektir, nereye gideceğim diye soracak. İnsan bunu kendisine sormazsa ona
insan denir mi? Ve bu işte bir incelik aramazsa… İşte onun içün din akılla
ihtisasın taarruzunu birleştirir. Akılla hisler arasında taarruz olur. Akılla
his arasında muaraza[63] olur, muaraza taarruzlar olur. Bunu o birleştirir. O birleşince
şek[64] denilen insandaki şek buhranını, o buhran-ı ruhiyi kaldırır.
Buhran-i ruhi kalkarsa, insan yol alır. Vahdet-i vicdan olmadan hayat
olamayacağından bu cidal, behemehal[65] birisinden birisinin galebesiyle neticelenir. Ya aklın galebesiyle ya hissin galebesiyle. E taarruz arasında,
o galebe olunca nefis orta yere girer, seni sürükler götürür. Beşeriyet ondan
yıkılıyor işte. Hissin, iradeyle alakası çok olduğundan ekseriya ilim ve akıl
mağlup oluyor. İlim de akıl da mağlup oldu mu beşeriyet felakete sürükleniyor.
O halde semavi cazibeye ihtiyaç var.
Doğmuşuz gideceğiz dimi? Onun içün insan hangi sıfatı galip
gelirse bu âlemde, ikinci âlemde o hayatı alır. Buraya gelmede güzel ve çirkin
olmada elinde bir şey yoktur. Ne şekilde boyamışsa öyle gider. Fakat diyor ki; giderken
sana bıraktım diyor; ister güzel ol gel, ister çirkin ol gel diyor. Getirirken
senin eline vermedim güzelliği çirkinliği, istediğim şekilde boyarım ama burada
verdim diyor. İster güzel ol gel, ister çirkin ol gel. İkinizin yeri de
hazırdır. Hangisini istersen. Gidiyor.
Sonra kıymetimiz çok büyük. Nefsinin dizginlerini çektin mi, iş
düzelir. Nefsin dizginlerini çekmek… İşte bu, yalnız bu...
Çok eski konuşmalarda bir misal vermiştim: Çocuğu ekseriyetle
ebeveyn arsız yapar. Arsız. Çocuk beşikteyken başlar, istidadında vardır.
Taaaa beşikteyken. Beşikteyken sana dediğini kabul ettirdi mi, sen yandın. Beşikteyken
sana dediğini kabul ettirmeye başlar. Sonra o mesela bir şey verirsin, bir
tekme vurur. Ben bunu yemem der. Kabahat sende. Vaktiyle yapamadın. Dedemiz ne
akıllı insanlarmış, “Çocuk uyurken sevilir.” derlerdi. İçin titreyecek çocuğuna,
çok seveceksin. İbadet. Fakat onun hayrı içün, o kadar çok seveceksin ki; “Çocuğunda
Cennet kokusu duy.” diyor Peygamber (sav). O buyu[66] bul diyor. O öyle bir nakıştır diyor. Yok. Ama zor tabi…
Niçün, çocuk yetiştirenlere Allah(cc) hususi bir imtiyaz vermiş?
“Sizinle iftihar edeceğim.” diyor Peygamber (sav). Bundan büyük şey var mı? “Ben
huzur-u İlahide sizinle iftihar edeceğim.” Diyor. Zor. Neyse biz mevzua girelim. Kaptırdın mı,
bir defa çocuğa yandın. Beşikte başla. Bir yetim kız alırsın yanına, baksın
filan diyerekten. Ben bunları gördüm de söylüyorum, hissime kapılaraktan değil, kendi gözümle
müşahede etmişim. Diz kapağına vurur şuraya, öyle gördüm ben. Şurasına, ne
kadar acır adamın? Kıvranır, ana baba güler. “Ne oldu yaaa, öldün mü!” der.
Çocuk dokundu sana. “Gebermedin ya!” Böyle dedi. Öldün mü, demedi de. “Gebermedin ya!” Çürüdü
ama, ben gördüm eti de kalktı buradan. Sert bir ayakkabı, böyle ucu şeyli, sert…
Çocuk kafasına koyacak ki, ben sinn-i rüşte[67] gelinceye kadar bu evde benim dediğim olmaz. Ben tamamıyla
hayrı, şerri idrak edinceye kadar benim dediğim katiyen olmaz. Bunu bir defa
kafasına koyacak. O vakit rahat edersin. Ama hilkaten bazı istisnalar var her
şeyin, dimi ya? Bazı istisnalar vardır. Mesela, terbiye edeceksin de terbiyesi,
iktiza[68]sı bir şey söyledin yahut icap eden bir şey yaptığın vakitte,
ağlamaya başladı, katılır bazı çocuk, ölür. Öylesini kastetmiyoruz tabiki. Ayrı,
yaradılışı ayrı. O ne yapalım, çilem dersin -Hani birçok çilemiz var ya- çilem
dersin, gidersin. Ters anlarsın da çocuğu öldürürsün beni de... şeye, belaya
sokmuş olursun. O manaya da değil.
Şimdi başka yere misal getireceğim bunu da onun içün: Gayet
güzel pişirmişsin bir yemek, on yaşına da gelmiş mesela. Vurur tekmeyi -bunları
ben görmüşüm- “Ben bunu istemem.” Ha istemen mi? “Pekâlâ… Başka yemek yok.” “Yemeyeceğim.” “Pekâlâ.”
Korkma, bir öğün yemedi, iki öğün yemedi ölmez, hiçbir şey olmaz. Yine gelir
bir saat sonra; “Acıktım.” der. “Yemek o.” “Ben yemem.” “Başka yok.” Yine o
gece verme zararı yok. Ertesi günü yine gelir, “Bu başka yok.” Ha kendi kendine
idrak eder ki, “İmkân yok. Bana bundan başka bir şey yok. Geberecek değilim ya.”
der oturur şapır şupur şapır şupur öyle yer ki; çok da acıkmıştır o. Muazzam
bir şekil de yer. Bu iman ona geldi mi?
Geldi. Haa. Artık ne verirsen, ya isteyeceğini rica ile ister, sofraya tekme
vurmaz. Ne olur ondan da ver, der. Ehhh, o vakit “Pekâlâ” dersin, arzusunu
yaparsın. Yaparsın arzusunu o iyi. Ama o koydu, benim dediğim olmaz. Çocuk
kafasına bunu koyacak. Benim dediğim olmaz. Nefis de öyledir, onun içün bu
misali getirdim. Ben mürebbi değilim ya. Şimdi burada ne bileyim ben, terbiyeci
miyim ben? O daima şerri ister, yemeğidir onun o. Çekersin dizginlerini, ruha
verdiğim yemeği vereceğim dersin. Kabul etmez, çek. Bir iki üç en nihayet teslim
olur. Ruhun gıdası ne ise nefiste o gıdayı yemeye başlar. İşte Hazreti Muhammed’in
(sav) “Nefsinizi öldürmeyin, İslam edin.” demesindeki maksat budur.
Anlatabildim mi böyle? Bugün ki konuşma, bu kadar yeter.
[1] Cilm-i
sagir: Küçük dev (adam), Yüce ufaklık
[2] Taabbud :
İbadet etmek Allaha kulluk etmek
[3] Can’ı
ilhak : Can’ı içeren olmak. Müşterisi, Bizzat Cenab-ı Hakk olan can’ı, ruh’u da
içinde barındıran tam hali.
[4] Nalçapa:
Su tası.
[5] Maşrapa:
Metal, toprak, plastik vb.nden yapılmış, ağzı açık, kulplu, bardağa benzeyen,
küçük kap
[6] Mişrebe:
Maşraba
[7] İstidlal
: Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek.
Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire
veya müessirden esere intikali.
[8] Keşşaf: 1.Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana
çıkaran. 2.Meşhur bir tefsir ismi. 3.İzci.
[9] Tekâmülât
(Tekâmül. C.) Olgunlaşmalar, tekâmüller
[10] İntisaf: 1.Hakkını tam olarak alma, haklaşma. 2.Zaman,
yarı olma. Vakit, yarıyı bulma
[11]
İnkıraz: Zeval bulma sönme, kırılma
[12] Evsaf :
Vasıflar, nitelikler
[13] Maaliyat
İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
[14] Kesb: 1.Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile
kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu.
[15]
İttihaz: edinme kabullenme
[16] Ba'sü
ba'del-mevt: Ölümden sonra yeniden
diriltilme
[17] Füruat: Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan
olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
füruat
[18]
İstihza: Alay etme
[19] Nasuti:
İnsanlık, insanla ilgili
[20] Kesif Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan
[21] Latife-i
Lahuti: ilahi âlemle ilgili güzellikler, hoşluklar
[22] Müdebbir: 1.Evvelden düşünüp işleri ona göre
ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. 2.İlmi ile her şeyin
akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.). 3.Çekip çeviren, besleyen, enerji veren
[23] Muharrik Harekete getiren. Hareket veren.
Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
[24] Müstaid: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık,
anlayışlı, akıllı.
[25] Masdar: Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı)
menba.
[26] Mıstar: Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne
yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan
çizgileri yapmağa yarayan âlet,klavuz,ölçü,cetvel.
[27] Tabi'
Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör.
[28] Evc : Bir
şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. Doruk.
[30]
Hakayık: Hakikatler, gerçekler.
[31]
Mezmume: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[32] İttihaz
Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek
[33] Bakara
177 لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ
وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى
وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي
الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ
إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ
أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Meali: Erginlik değil: yüzlerinizi kâh gün doğu tarafına çevirmeniz kâh
batı, ve lâkin eren o kimsedir ki Allaha, Ahıret gününe, Melâikeye, Kitaba ve
bütün Peygamberlere iman edip karabeti olanlara, öksüzlere, bîçarelere yolda
kalmışa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve mal vermekte, hem namazı
kılmakta hem zekâtı vermekte, bir de andlaştıkları vakit ahidlerini yerine
getirenler, hele sıkıntı ve hastalık hallerinde ve harbin şiddeti zamanında
sabr-ü sebat edenler işte bunlardır o sadıklar ve işte bunlardır o korunan
müttekiler
[34] Maskat-ı re's : Doğum yeri. Vatan.
Bir kimsenin doğduğu yer.
[35] Kiş: Kiş,
modern adı ile Tall al-Uhaymir, Sümerlilerin antik şehirlerinden biridir
[36]
Münacat: Allah'a yalvarmak. Duâ. Allah'tan necat için dua.
[37] Bakara
60. Ayet: وَإِذِ
اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ
عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ
وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
Meali:
Ve bir vakit Musa, kavmi için su dileğinde bulunmuştu, Biz de: «Asan ile taşa
vur!» demiştik. Bunun üzerine ondan on iki pınar
fışkırdı. Her kısım insanlar kendi su alacağı kaynağı bildi. Allah'ın
rızkından yiyin, için de bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin
[38] İntişar: (Arp) 1.Saçılmak. Dağılmak.
2.Püskürmek. 3.Toz kabarması. Kabarmak. 4.Buruna su çekmek. 5.Aksırıp
tıksırmak
Meali:
senin için bağrını açmadık mı?
[40] Bakara 285.آمَنَ
الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ
بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ
نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Meali:
Peygamber, Rabbinden ne indirildiyse ona iman etti, müminler de. Hepsi,
Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve: «Peygamberleri
arasında hiçbir ayırım yapmayız.» diye Peygamberlerine inandılar ve:
«İşittik ve boyun eğdik, bağışlamanızı dileriz, ey Rabbimiz! Dönüş sanadır!»
dediler.
[41] İsra 55. : وَرَبُّكَ
أَعْلَمُ بِمَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلَقَدْ
فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّينَ عَلَى بَعْضٍ وَآتَيْنَا دَاوُودَ
زَبُورًا Meali: Rabbin, göklerde ve yerde olan
herkesi en iyi bilir. Andolsun ki,
peygamberlerin bir kısmını bir kısmından üstün
kıldık ve Davud'a da Zebur'u verdik.
[42] Tafdil:
1.Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek
[43] Be-nam:
Farsça, Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen.
[44] Al-i İmran Suresi 96. Ayet-i Kerime: إِنَّ
أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ
مُبَارَكًا وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ
Meali:
Doğrusu insanlar için kurulan ilk ma'bet, kesinlikle
Mekke'deki o çok kutsal ve bütün âlemlere hidayet olan İbadet Evi'dir
[45] Cabeca: Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı
yerlerde.
Meali, Musa dedi: «Ey Rabbim, benim göğsüme genişlik ver,
Meali :dilimden düğümü çöz
[48] Ukde: 1.Düğüm, bağ. 2.Karışık ve müşkil iş. Zorluk,
zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. 3.Ağaçlık yer. 4.Pelteklik,
kekemelik. 5.Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
[49] Kıyamet
16, 17. Ayet-i Kerime: إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ ﴿١٧﴾ لَا
تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ ﴿١٦﴾
Meali: Onu hemen okumak için dilini
depretme- Kuşkusuz onu toplamak ve okumak bize aittir.
[50] tâcil Çabuklaştırma, acele ettirme.
[51] Taha
114: فَتَعَالَى
اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَى
إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا Meali: Demek ki Allah, O hak hükümdar,
yüceler yücesidir !.. Sana vahyi tamamlanmadan önce Kur'an'ı okumakta acele
etme ve: «Rabbim, benim ilmimi artır!» de.
[52] İhlas
Suresi 1. Ayet-i Kerime: قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ ﴿١﴾
Meali : “De ki: “O Allah, Bir’dir (Tek’tir).”
Meali : “De ki: “O Allah, Bir’dir (Tek’tir).”
[53] Hâdis: Sonradan var olan.
[54] Bakara Suresi 115. Ayet-i Kerime: وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ
وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ
اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meali:
Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede
yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın
rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir.
[55] Ebrar: iyi dürüst insanlar
[56] Temayüz: Kendini göstermek. Farklı
ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak
[57] (Kitab-ı Kerimde bu konuda bir kaç
ayet var. Biz Anlama en uygun olarak gördüğümüz için Beled Suresindeki ayeti
tercih ettik.)
Beled Suresi 13. Ayet-i Kerime : فَكُّ رَقَبَةٍ
Beled Suresi 13. Ayet-i Kerime : فَكُّ رَقَبَةٍ
Meali:
Köleleri azad etmek
[58] Maiyyet
: 1)Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. 2) beraberlik,
arkadaşlık.
[59] Üsve-i
Hasene : En güzel örnek
[60] Umde: 1.İnanılacak şey. 2.Prensip,
temel fikir. 3.Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. 4.Kavim veya kabilenin
muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker
[61] Bedâyi': Yeni ve güzel şeyler
[62] Tezyin:Süslemek.
Bezemek. Donatmak.
[63]
Muaraza: Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
[64] Şek: Şüphe,
zan
[65]
Mehemehal: İster istemez. Mutlaka. Her halde.
[66]
Buy: koku rayiha
[67] Sinn-i
rüşt : Rüşt çağı. Doğruyu bilecek zaman.
[68] İktiza
: İşe yarama.
[i]Sezai Gülşeni'den alınma bu beyitlerin tamamı:
Dost bağın gülü oldu küşâde
Bülbülüz güle figâne geldik
Yârin elinden içmişiz bâde
Anınçün bunda mestâne geldik
Dost bağın gülü oldu küşâde
Bülbülüz güle figâne geldik
Yârin elinden içmişiz bâde
Anınçün bunda mestâne geldik
Dostun
illerin ederken seyrân
Bunda uğrayıp olmuşuz pinhân
Sanma sen bizi gezeriz hayvân
Özümüz bilip irfâne geldik
Bunda uğrayıp olmuşuz pinhân
Sanma sen bizi gezeriz hayvân
Özümüz bilip irfâne geldik
Aslımız
bildik nûr-u ezelî
Ayrılmayız ol sırrı sezeli
Can ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Ayrılmayız ol sırrı sezeli
Can ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Dert
ile dâim yanmakta bu dil
Aşk-ı nârına olmuşuz fitil
Pervâne sıfat olmağa vâsıl
Şem-i cemâle sûzana geldik
Aşk-ı nârına olmuşuz fitil
Pervâne sıfat olmağa vâsıl
Şem-i cemâle sûzana geldik
Cismimiz
bunda canımız anda
Gevherimiz aslı ol kânda
Sezaî şimdi biz bu dükkanda
Biraz eğlenip seyrâna geldik
Gevherimiz aslı ol kânda
Sezaî şimdi biz bu dükkanda
Biraz eğlenip seyrâna geldik
0 yorum:
Yorum Gönder