Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

261. Kaset

278 (10.07.1966) 67 dk. (261)

…birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye[1] etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp olduğunu söylemiştik. Bit tabi her konuşmada tekrar ettiğimiz gibi; ahlakın bahsettiği aşk, romanda okunan aşk manasına değil. İnsan asude kaldığı zaman, bir an içün hadisattan kendisini azade kılarak, kendi enfüsünde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan, manasıyla baş başa olduğu an, kendisine birkaç sual sorar: Evvela, “Ben kimim?” der. “Nerden geldim? Beni bu sahneyi şuhuda kim çekti? Nereye götürülüyorum? Niçün getirildim? Hilkatimdeki, oluşumdaki gaye nedir? Dış görünüşümle, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret bir varlığım var. Nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilecek kadar bir vücudum var. Fakat, benim bir de iç tarafım var. Ben, ilmen fikren bütün kâinatı muhit bulunan bir varlığım. Acaba benim hüviyetimin hakikati nedir?” ......

Bu araştırmalarının neticesinde, kendi manasının hüsn-ü anına tutulanlara, makam-ı aşka çıkmış denir. Ahlakın bahsettiği aşk bu aşktır. O örfün, cemiyetin kullandığı aşk değil. Kendi hakikatini taharri edip de aslını bulabilmek zevkinde heyecan geçirenlere, makam-ı aşka çıkmış derler.

Bu aklın vera[2]sında bir varlıktır. Onun içün makulatı[3], mana diye iddia etmek doğru olmaz. Hani bazı insanlar vardır ya;”Aklım amirimdir, vicdanım hâkimimdir.” İnsan bu kadar ufak şeylerle,  yaşamaya razı olmaz hakiki insan. Çünkü akıl âlem-i hilkatte geçer. Onun bir yüzü, âlem-i kudrete bağlıdır. Bunu her konuşma tekrar ediyorum: İnsanın iki veçhesi var. Bir veçhesi âlem-i hilkate bağlı; yani havas[4]ımızla, ilmimizle, bildiğimiz ne kadar varlık varsa ona âlem-i hilkat derler. Bir de âlem-i kudret vardır. Âlem-i hilkatteki varlığımız muvakkat[5]tır. Âlem-i kudretteki varlığımız namütenahiye gider.

Şöyle bir düşün kendi kendine, neyim ben diye düşün. Karun gibi servet toplasa insan, Şeddad[6] kadar cennet yapsa, Firavun gibi rububiyet davasını açsa, neticede yine mağlup, yine mağlup. Boyunun aldığı kadar bir çukura… İstikamet karşıki çukura… Evet, Karun kadar serveti olsa… Şeddad; cennet yapmış.  Firavun, Firavn; rububiyet davasını açmış. [7]أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى ben sizin en büyük rabbinizim. Fakat yine mağlup oluyor. Boyunun aldığı kadar bir çukura... mağlup oluyor. Ölümü öldüremiyor, kabrin kapısını kapayamıyor, beşeriyetten aczi gideremiyor. O halde…

Ben olmam da deme. Bize o fırsat düşmedi de ondan. Firavun’un fırsatı düşse acaba bizde Firavun olmaz mıyız?  Tecrübe etmedik. Tecrübe etmedik ki. Firavun’un fırsatı düşse olur muyuz olmaz mıyız? Daha tecrübe etmedik. Zalimi yetiştiren mazlumdur. Onun içün Hazreti Muhammed aleyhisselatı vesselam der ki; Firavun’a iman edenler, Firavundan kırk sene önce âlem-i nara tarh[8] edilirler der. Firavun’a iman eden, Firavundan kırk sene önce gider. Çünkü onlar yapmıştır Firavun. Senin de şöyle karşında, el pençe binlerce insan dursun, senden başka yok desin, böyle… Cebimizde para varken yürüyüşümüzle yokken yürüyüşümüz arasında fark var dimi? Varsa Firavun olmak istidadı da var. Cebinde para varken yürüyüşüyle yokken yürüyüş arasında fark var mı, yok mu? Var efendim. Firavun olmak istidadı var. Kudret muhafaza etsin.

Kadının evde şıpşıp terlikle yürüyüşüyle, topuklu bir ayakkabıyla yürüyüşü arasında fark olur. Kendince zavallı gördüğün bir kimseyle konuşmakla, biraz daha üstün gördüğün bir kimseyle konuşmak arasında fark olur. Demek firavun olmaklık istidadı var.

İşte ahlak müessesesi her insanın istidadında bulunan firavunluğu ezer. Oradan kurtarır adamı. Hepimizde vardır o. Nispet dahilinde. Kiminde yüzde yüz olur, kiminde yüzde elli olur. Ahlak öyle bir müessesedir ki, insanı mafevkine karşı köpek, madununa karşı kurt… Yani, kendisinden üstün olana karşı köpek, kendisinden düşkün olana karşı kurt yapmaktan kurtaran bir müessesedir. Düşün bak biz... Ekseriyetle beşeriyet öyle yaşar. Acizi gördü mü, tepesine biner; zalimi gördü mü, el pençe divan durur.

Öyle der ahlak. Misal verirde, der ki; eğer asrın padişahı, asrın serir[9]-i saltanatına sahip olan adamı, o saltanatına mağur, servetine meftun olup, işin dışında kalarak, hiçbir hak tanımamışsa; senin vücut ve halat[10]ına, sen bir Kudret’in bediası olarak yaratıldığına hürmet ve iltifat etmiyorsa; sen onun nicün manasız saltanatına; neden sim ü zer[11]ine iltifat ederde, el pençe divan durursun? Bir şey anlatamıyor muyum acaba? “Niye nefsini teslim almıyorsun?” diyor. “Niye kendinden işe başlamıyorsun?” diyor.

Başlasana ilk önce kendinden. Hep bunlara seni sürükleyen, nefsindir diyor. Al nefsini teslim, rahat yaşa. Hürriyet insana ne vakit verilir? Kendi ruhunu, kendi nefsinin esaretinden kurtardığı gün verilir. Ondan evvel verilmez. O laftır o. Onun içün; enibuillallah, ve tubuillallah, ve firruillallah. Bu işlerden kurtarmak içün hülasa bu: Enibuillallah ve tubuillallah ve firruillallah. Üç esas koydum. Bir daha söyleyeyim, bu seferki de kendime.

Enibuillallah, manası ne demek? Aman Ya Rabbi! Sana döndüm, benim gönlümü bin parça edip her birisini senden gayrı bir şey peşinde koşturtma. Sana, sende yok olana, sende fani olandan başkasına beni döndürme. Ve tubuillallah: Olan oldu. Sen yapılan seyyiatı aman dediği vakitte görmemezliğe gelirmişsin. Bunun manası da o. Ve firruillallah: Ne kadar bunalsan, ne yapsan hiç çıkacak yer yoktur. Ona kaç. Bir şey anlatamıyor muyum? Enibuillallah ve tubuillallah ve firruillallah. İşte bu üç esas... Ahlakın kurduğu en büyük esas budur. Kendini yokla, bu üçün bir tanesinden başla, üçüncüye kadar çık. Başka bir şey yok. Yoksa hepimizde firavunluk vardır. Bir kuvve vardır da bir fiil olmamıştır. Bir kuvve vardır, o fırsat bize geçmemiştir. O da bize fırsat vermemiştir. Öyle yüzbinler etrafında pervane gibi dönsün ve sana Rabsin desin, sen durur musun? Biraz vaziyetimiz düzeliyor da “Ben bu semtte oturmam.” diyoruz. Bodrum katının kötürüm odasına razıyken palas beğenmiyorsun. Di mi? Tenkit manasına değil, misal vermek içün söylüyorum. Tenkit olaraktan değil.

Hülasa kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Kalıbın, tabibe; kalbin, habibe ihtiyacı vardır. Bunun ikisinin vazifesini ayırmazsan yanarsın. Kalıbınla kalbinin işlerini ayır. Birisinin tabibe, birisinin de habibe ihtiyacı var. Habibe. Ayır. Dost ara, dost. Şöyle bir düşünelim, acaba bu kadar yaşadık diyelim, yaşayanlarımız üzerinde. Bir dost aradık mı? Tesadüfen görüşmelere dost aramak denmez ki. Biz hep tesadüfen görüşüyoruz. Öyle değil mi? Tesadüfen görüşme değil mi, bizim hep görüşmelerimiz?. Şöyle bir merak ederek… Hani bir insan bir istikbal arar, bir iş arar, bir meslek arar. Böyle aradığımız gibi de… Hâlbuki netice itibariyle o aradığımız meslekler, işler... Ters anlama: Bunları da konuşurken ben çok korkarım. Ben burada konuşuyorum sözü; dışarı çıkıyor, bozuyor. Zannediyor ki onun aleyhinde konu.... Öyle değil. Bunların hepsi ne dedim? Kalıbın tabiplendiği vakitte bütün madde ihtiyacı demektir. Sen onu yalnız doktor diye anlarsın birde. Nasıl anlatayım? Tabip değince hemen doktor aklına gelir. Evet o dâhil ama yalnız doktor değil, bütün madde ihtiyacı. Onu söyledik ilk önce.

Bu ihtiyaçların heyeti umumisi lazım, fakat bizi nereye kadar götürür bu ihtiyaç? Mezara kadar götürür. Ondan sonra Allah’a (cc) ısmarladık der. Bizi oradan öbür tarafa götürecek bir ihtiyacını buldun mu? Bazen tesadüfen bulunan olabilir. Fakat böyle gaye ittihaz edip de hiçbir gün yataktan kalktıktan sonra artık “Niyet ettim. Ben bir dost arıyorum.” diye karar verdin mi? Bir şey yok öyle… Ne kadar aldanıyoruz. O dertle yansa insan, hayatında hiç ah almaz. Ölçü budur. Eğer bunu gaye ittihaz etti mi hayatında hiç ah almaz. Ahhh alırsa ne olur? Aydan daha parlak olan yüzünü, kapkara yapar. Senin yüzün aya mı benzer? Güneşe mi benzer? Kaç para eder onlar. Ah almaz, hepimiz ahlıyızdır. Ahlı olmasak, inler miyiz? Ahlı…

İmam-ı Ali keremallahu veçhe hazretleri, Hazreti Ali. Ali’yi biliyor musun, Ali’yi? İki şeysini söyleyeyim. Biri dedim ki; nefsini teslim al: Zor şey bunlar, ama tatlı şey. Tatlı. Hayatın programını şöyle dizer. Hayatın programını şöyle çizer. Veledetke ummuka yebne âdeme bâkiyen. Vennâsû havleke yadhakûne sürûrâ. Mealini söyleyeyim lafzi idare edemeyeceğim, hata edeceğim. Veledetke ummuka yebne âdeme bâkiyen. Vennâsû havleke yadhakûne sürûrâ. Feched linefsike en tekûne izâ bekev. Fi yevmi mevtike ente (dahhiken) mesrûrâ.[12] Manası şu: Ey âdemoğlu, doğduğun günleri hatırla! Sen doğarken ağlıyordun, etrafındakiler de gülüyordu. Yavrumuz oldu diye, sevinilmez mi? Sen ağlaya ağlaya doğdun, etrafındakiler de yavru meydana geldi diye sevinç içinde gülüyor. Sakın gidişin, gelişin gibi olmasın. Buraya gelirken ağlaya ağlaya geldin, etrafındakiler güldü. Gidişin öyle olmasın. Giderken, sen güle güle git; etrafındakiler ağlasın. Hayat içün program bu.

Bu nasıl olur? Gelmek istemez insan bu âleme, onun için ağlar. Geldikten sonra da geldiği yere dön deseler, oraya da gitmek istemez. Doğunca, burası da bir anne karnıdır; buradan gitmek istemeyiz biz. Doğacağız. Ölüm doğmak demektir. Nasıl anne karnından ağlaya ağlaya geldik buraya gelmek istemedik; buradan da şimdi gitmek istemeyiz. O kadar zor gelir bize. Gittik mi, dön deseler dönmeyiz. Ama iyi gidebilmek içün; işte, o kadar çok çalış ki diyor; Feched linefsike en tekûne izâ bekev… O kadar çok çalış ki, ne yap yap nasıl yaparsan yap, sen gülerek git etrafındakiler ağlasın. Böyle nasıl gidilir? Nefsin esaretinden insan kendisini kurtarırsa gidilir. Başka türlü gidilmez.
O esaretten nasıl kurtulduğuna yine o zat-ı aliden misal vereyim: Verdim size eski konuşmalarda çok defa ama şimdi münasebet aldı tekrar edeyim. Misal. Hudeybiye musalahasından[13] sonra Hayber’in fethi Siyaset-i Muhammediyedeydi. Hudeybiye musalahasından sonra Hayber’in fethi Siyaseti Muhammedideydi. Muhakkak Hayber feth olunmalı diyor. Fitnenin, şekavetin önlenmesi içün orasının fethi lazım gelir diyor. Hayber’in.

Hayber muhasara edildi. Birçok kibar-ı ashab gönderildi. Fetih müyesser olmadı. Hazreti Ebu Bekir, Cenab-ı Ömer, daha birçok kimse. Resul ü Zişan (sav) buyurdular ki; oranın fethini Cenabı Hak, Ali’ye müyesser kılacak. Bir gün oturuyorlardı: Hadi belki üzenirsin de, Hakk’ın rızası baha ile değildir, bahaneyledir. Şöyle oturursun hatırlarsın. Allah (cc)’nun tecellisi acayip: Mesela şöyle otursan, kendi kendine desen ki; Hazreti Muhammed (sav) böyle otururmuş ve gönlünden de bir sıcaklıkla bunu hissederek söylesen, ne bileyim ben? Olur ya bir an tecelli eder; ”Üzendi sevdiğimi bu der.”, Huda, “Şunun hesabını sormasak, ne lazım gelir.” der Allah (cc). Ağası var mı Allah’ın (cc)? He?

Fahr-i Âlem ekseriyetle böyle otururlarmış. Bunda ne çıkar. Bunda evvela tevazu vardır. Bir şöyle oturma vardır. Şurasından konuşma, bazı adamlar vardır ya; masa geniş filan böyle. Hıı der filan, bu tarafa bakmaz böyle. Resulullah (sav) hiçbir vakit, yanında bir adam konuşurken yan dinlememiş: Hep veçhel minel vücud. Kim olursa olsun. Çocuk, köle, büyük, küçük, daima yüzünü çevirirlermiş böyle, tam karşı karşıya. Anlatabiliyor muyum acaba?
Sonra fikir toplanır, böyle oturuşta. Düşünceler cem olur. Anlatamıyor muyum acaba? Şimdi böyle oturmakla, bugün ne bileyim işte artık, örf kaidesine girmiş, ayağını masanın üzerine koyup oturma arasında bir fark vardır, değil mi? Vardır. Böyle oturmak belki geriliktir. Haşa, neyse. Sözü dağıtıyoruz, fakat toplarım inşallah. Çocuklan dahi aynı muameleyi… Bir gün çocuklar önüne geçmişler. Bırakmıyorlar. Seveceğiz seni diyorlar. Ufak mini mini çocuklar. Nasıl ayırırsın? Ceplerinde ceviz varmış. “Beni kaç cevize siz satın alırsınız, bırakırsınız?” demiş. Kimi üç tane, kimi beş tane filan… Cevizleri hepsine taksim etmiş. “Artık beni, bana bırakır mısınız?” “Pekala, gidin.” demişler.  Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Hıı.

Öyle otururlarken; sabah ezanı zamanı, Hazreti Bilal daima soruyor; “Ezan okuyayım mı Ya Resullullah? “Hayber’in fethi hakkında arkadaşların ne söylüyor? Ne düşünüyor.” “Size malum efendim. Siz bilirsiniz.” “Sizin ağzınızdan da dinleyelim.”  Münafıklarda var. Bunlar yeni İslam olanlara; “Şimdi harp mevsimi değil, ticaret mevsimi. Burada lüzumsuz duruyor.” diye bir takım dedikodular, bir şey yapıyor, rekaket[14] yapıyor. Evet “Ali’yi bana çağırın.” “Efendim; gözlerinden çok rahatsız, semadan yıldız dökülüyor gibi deliyor, sancılar içerisindeyim.” diyor. “Çağırın bana onu, geçer gözü.” Kollarına girmişler Hazreti Ali’nin. “Ali, gözün mü ağrıyor.” demiş. “Evet, Efendim.” “Gel bakayım öpeyim.” demiş. E hakiki maşuk aşığının gözünü öperse geçmez mi ya? Bunlar biraz zevke taalluk eden şeyler. Maddenin kesafetinde kalan bu işten bir zevk almaz. Boş iş derler.

Âşık, yâri görene sen cana, can ve bize dide[15]sin der. Bunlar hep ölçüdür. Yoksa bir şeye hırslandığı vakit her şeyi unutup kendi sözüyle dır dır dır dır demez. Bunlar ölçü bak, cümle böyle. Âşık yâri değil, yâri görene. Yârin kendisini değil, yâri görene… Bir şey anlatamıyoruz galiba. Bir tuhaf gözler öyle ne biçim, bana mı öyle geliyor acaba? Zevkim var benim ama sizde yok. İyi anlatamıyorum ben galiba ondan yine kabahat bende. İyi anlatmak lazım… İyi anlatmak.

Aşık, yâri görene; “sen cana can ve bize didesin” der. Göz yani göz… Ve ona tazim[16] kılar. Bunlar hep ölçü. Maşuktan gelen hanzel, hurma olur. Hanzel, Ebu Cehil karpuzudur ki; zehir gibidir. şu kadar yesen acılığını saatlerce gideremezsin. Maşuktan gelen hanzel hurma olur. Resulullah (sav) elbette Ali’nin gözünü öpünce…

Kılıncını kuşatmış, Hazreti Ali’de ağrı sızı filan kalmamış. Fetih senin elinden müyesser olacağını ümit ederim. Hayber önüne geliyor. Hayber emirinin oğlunun da o gün düğünü var. Kale üzerinde düğünü yapılıyor. Gayet ateşin konuşan bir kız alacağı kızda. Duvağını açacak, yüzünü açacak. Bir tepsi mücevher altın, şöyle atmış önüne. “Bununla benim yüzümü açamazsın. Şu kalenin dışında dolaşan çulsuz arabı bana getirebilirsen, benim yüzümü görmek hakkını alırsın.” Şimdi sen düşün; hak gayreti, nişanlısı, sevgilisi, neyse onun tahrikli sözü… Uuuuu. Sonra o da bahadır bir adam. Derhal atlanmış kalenin dışarısına... Ali ile karşı karşıya gelmişler. O günün âdet-i harbiyesinde müşacere-i[17] kelamiyyede[18] bulunur. Yani iki taraf, bir birinin meziyetlerinden bahsederler. Hazreti Ali, birkaç cümle söylemiş, öteki boyuna söylüyor, filan. Demiş; “Sözü uzatma. Sevgilin nişanlın seni bekliyor. Allah (cc) ile Muhammed (as) ‘da beni bekliyor. İn bakalım da, bekletmeyelim.” İnmiş. “Hamle yapmak ilk önce hangimize düşer.” Usulü harp. Hazreti Ali’ye diyor ki; “Size düşer.” “Hadi ben o hakkı sana vereyim, senin diyor, Yukarda bak merak ile bekliyor alacağın kız.” “Sen yap bakayım hamleni!” diyor. O da kuvvetli, bahadır bir adam. Hamlesini yapıyor, Ali Kerremallahu Zatıhunun elindeki kalkanı ikiye bölüyor. Hazreti Ali bir hamle yapıyor; yere düşürüyor ve iki dizlerini, mübarek iki dizlerini omuzlarının üzerine basıyor. Peygamberin kuşattığı kılıcı, böyle boğazından milim kalmış ramak geçirmek üzereyken... Fakat alttaki düşmana bak ki, iradesini kaybetmiyor. Şuur yerinde, son müdafası hiçbir şey yok. Balgamını Hazreti Ali’nin yüzüne fırlatıyor. O fırlatırken böyle kafa ikiye kopulacağı bir anda hemen kılıcı kaldırıyor. Kalk!

Soruyor, diyor ki; “Hangi şey mani oldu, benim kellemi vücudumdan ayırmaya? En büyük bir fırsat elindeydi.” “Haa” diyor. “Ben bu kılıcı kendi nefsimin hesabına vurmam. Hak namına vururum. Sen yüzüme tükürdüğün vakit nefsim benim galeyana geldi. Yarısı kendi hesabıma, yarısı hak namına sana kılıç vuramazdım. Onun için ikinci bir hamle daha yap bakalım.” diyor. “Ali” diyor, “Sen benim herhalde anladın ki; ölüme kıymet verecek bir adam değilim. Senin elinde ben mağlup olacağımı sende bildin, bende bildim. Şimdi senin elinde öleceğim diye bir korku geçirdiğimde bana tahmil[19] etme. O korku değil. Fakat, sen bu büyüklüğü nerden aldın? O büyüklüğü aldığın yere benin gönlümü bağlayamaz mısın? Bağla ve beni diyor işte diyor… Şimdi ondan sonra sen şahit ol, senin kabul ettiğin imanı ben kabul etmişim, ondan sonra bu kellemi al.” Ali diyor ki: “Aç kollarını kardeş olduk.” diyor.  Sen onu kabul ettikten sonra, ayrılık yok ki. Acaba anlatabiliyor muyum, nefsi teslim almak? Heee.  Bizim şöyle ayakkabının bağına, şöyle bir bassalar göz bu kadar açılır. Ufak bir menfaatı şey etseler, üüüü kâinat yıkılır. Olmaz. Aşk başka bir şey… Aşk başka bir şey…

Gelelim mevzuyu dağıttık, toplayalım: Biz kafamızı çorba tası yapmışız, ondan bir şey alamıyoruz. Biraz dışarıya çıkmak lazım… Marifetullah zevki tadılmadıkça netice alınmaz. Alamıyoruz. O zevki tadamıyoruz. Tenekecilikte biraz ilerledik, ilerledi beşeriyet, Kudret’le arası açıldı.

Mahsusat[20] âleminde puyan[21] olan fikir yalnız kendi hevesatı üzerinde çalışıyor, oraya tahsis ediyor. Heva-i nefsaniyeye iyice bağlanıyor, o vakit;  Hak ve hakikat tanınmıyor. Mesele bu. Fikir yalnız kendi hevesatına tahsis ediliyor, heva-i nefsaniye iyice bağlanıyor, Hak ve hakikat tanınmıyor.

Halbuki insan, vicdan ve namusunun kefaletinde yaşar. Namus dendiği vakitte; örfün kıymet hükmü değil ha. “Namus, hakkın gösterdiği nizama derler.” Acaba anlatabildim mi? İman, Hakk’a inkıyada[22] denir. Namus da Hakk’ın gösterdiği nizama denir. Bunu belleyin ilk söylediğim sözdür. İstikbal, istikbal deriz. Nedir istikbal?  İstikbal ne bakayım, istikbal? Hep söyler istikbal. İstikbal, gönül uyanıklığına denir, gönül. Gönlün uyanıksa istikbali kazandın. Gönlün uyuyorsa ne istikbali yav, mazi bile yok. Gönül uyanıklığına istikbal denir. Gönlün uyuyor mu? Mazide bile değilsin. Ne istkbali?

Gönlü uyanık olan adam istikamettedir. İstikamette olan kimseden de, İblis tir tir titrer. İblisin uğrayamadığı yerde, İblisin titrediği kimseden de artık ne netice alınacağını benim söylememe lüzum yok. Dimi? Bunlar birbirine bağlı. İstikamet öyle bir sıfattır ki; buna nail olanlardan iblis tir tir titrer. İstikamete kim nail olabilir? Gönlü uyanık olan adam uyanabilir. Gönlü uyanık olan adam neye sahip olabilir? İstikbale sahip olabilir. İstikbale sahip olan adama ne denir? Mütererakki[23] adam denir. İleri görüşlü adam denir. Senin gönlün uyanmadıktan sonra, yenilik olur mu ya? Teceddüt[24]  ne demek o,  tebeddüldür[25] o. Birbirine karıştırıyoruz biz işi.

Buralara nerden girdik? İnsanın dedim, iki yüzü var: Bir yüzü âlem-i hilkate, bir yüzü âlem-i Kudrete bağlı... Âlem-i Hilkate bağlı olan yüz biter. Az, dirliği de kısa, dirliği de kısadır. Âlem-i Kudrete bağlı olan yüz namütenahiye gider. İşte beşeriyet, “Yalnız âlem-i Hilkate bağlı olan yüzü ile işi halledeceğim.” Diyor. Onun içün inim inim inliyor ve daha inleyecek. İri iri kafalar toplanıyor böyle. Bir şey olur mu? Olmaz. Efendim, iktisadi vaziyetler şöyle böyle…  Dırıltı onlar. Olmaz.

Semavi cazibenin altına girmedikçe beşer, felaha kavuşamaz. Kestirmesi bu. İmkânı yok. İnsan hakları ancak marifet-i ahlak ile kaimdir[26] kardeşim. Başka bir şeyle değil. Ahlak da ebediyete imanla kaimdir.  Ebediyete iman da Hakk’a inkıyad ile kaimdir. Bunlar bir birine bağlanmış zincirleme gider. Onun içün hukukta, hürriyeti sevenler, ebediyete manaya iman edenlerdir. Ma’kulatı[27], mana diye tanıyanlar dideli[28] olmaz. Birbirine karıştırma.
Mana ne? Mana ona dedi ki; seni senden saya......  

………….. verirsin. Hakk’ın gösterdiği varlığın haricinde kendin olmazsın ki... E kendin olmayınca ne oluyor o halde? Mana ona derler ki; seni senden soyar. Unutma bu tabiri. Ma’kulat adamı kendisinden soymaz. O âlem-i Hilkatte geçer. Sen âlem-i Kudrete bağlısın. Âlem-i Kudrette ebedi kalmaklığın içün seni senden soyunman lazım gelir. Bir şey anlatamıyoruz galiba? Biraz zor yerleridir ama tatlıdır. İşlemek lazım, çok münase[29] vermek lazım… Suret değil ki insandaki şey, Varlık. suret midir ya? İnsandaki varlık yalnız suret değildir. Yoruldunuz mu yoksa ha? Yavaş yavaş söylüyorsunuz hayırı. Ben daha başlamadım bile.

Saat üçe kadar bu akşam. Korkma, korkma daha şurada on beş dakika filan. Her meyvenin sureti vardır. Dimi? Suretten sonra lezzet bulmuştur. İşte o lezzet, o meyvenin manasıdır. Anlatamadım mı? Gayet güzel misal… Elma, şeftali, kiraz, ne bileyim işte say bütün meyveleri. Bunların bir sureti var. Şeftali deyince, bir şey gözünün önüne gelmiyor mu? Elma deyince geliyor dimi suret? O suret geldiği vakitte; onu, hiç tatmayan adam lezzetini bilir mi? Bilmez. Fakat onu ısırır yer şapır şupur, şöyle keser ellerine suyunu akıtmamak için, öyle keser. Haa. Onun lezzeti onun manasıdır. Manası o. Yaa. İnsan da suret ve manadan ibarettir. Şimdi biz, hep sureti görüyoruz. Manayı görmüyoruz. Manayı görünceye kadar iş çekilir böyle. Böyle çekeriz. Hülasa mana ona derler ki; seni senden soyar, benlik kaygından kurtarır, nakış suretinden seni müstağni kılar. Daha hangi kelimelerle söyleyeyim işte bu. Bak kendi kendine şey et.

Sonra nas üç sınıftır: Havas, avam, muannidin[30], Muannidi. Bir havas tabakası vardır, birde avam tabakası vardır, bir de bunun ortasında inatçılar vardır. Üç sınıftır. Birinci sınıf maarif, hakikat ve ulum-u nafiayı[31] ister. Bunu isteyen kamillerdir. “Ne içün yaşıyorsun?” dendiği vakitte; maarif der, hakikate, ulum-u nafiyi istemeklik, bunun için yaşıyorum der. Bunlar Hak davetinde ancak hikmet ve delail-i kat’iye[32] ile konuşurlar. Öyle, onlarla öyle konuşmak lazım gelir. Her sınıfın konuşma tarzı ayrı. İkinci sınıf izan[33] ile ifade isterler. Üçüncü sınıfa Mev'ize-i[34] hasenatı diyeceksin. Mev'ize-i hasene[35] ile konuşmak ister, inatçılarla. Yaa zordur ama böyle diyor. Allah’ın tarifi böyle. Bu tarif Allah’ın (cc). Anlatamadım mı acaba? Bu tarif Allah’ın (cc) tarifi. Üçe ayırıyor. Üçüncü sınıfı öyle diyor işte, fermanda bu:

     ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ[36]  kızmak kovmak... böyle bir şey ... öyle diyor.. Hem kime ? Hazreti Muhammed’e (aleyhisselatı vessela. Hak yoluna, Rabbinin yoluna, bu sınıfı hikmetle, güzel tatlı mev’ize ile davet et. En güzel bir şekilde cidal yap. Deden böyle idi ama ne yapalım ki kaybettik. Deden böyle. Nelere maliktin sen? Mirasın ne oldu? Kim yağma etti? Mirasını kim çaldı senin? Sen öyle türedi müredi bir kavim değilsin ki. Üüü zengin.

Hiçbir şeyin yoksa sende bir kalp hazinesi vardı kardeşim. Onun mücevherini çıkarırdın, gözünün üzerine dikerdin, Allah (cc)  alırdı yürütürdü. Şimdi sende rikkat yok. Kalbinden bir yaş gelip de, gözünde onu Hakk’a satıp yol alamıyorsun. Senin kalbinde birikmiş olan sıcak gözyaşı, hükümdarların hazinelerinde biriken servete mi benzer? Onun müşterisi Allah’dır(cc). Deden de bu hazineye sahipti, sıkıştığı vakitte o kalbinin hazinesinden sıcak gözyaşı, gözlerine dikilir, hemen Kudret alır; “Ne istiyorsun? Buyurun” der, verirdi. Anlatamıyor muyum acaba? O hazineye sahiptin sen. Kaybettin hazineyi.

Sen, ne zannediyorsun sen? Ne büyük hazine vardı sende! Taş gibi olduk, taş! Kaskatı! Merhamet kalkmış. Üüü!.. Anasına bakmaz, babasına bakmaz, evladına bakmaz, kendi cinsine bakmaz. Bir acayip bir şey. Hepimiz kart, ihtiyarlamışız. İhtiyar dediği vakitte, yaşının ilerlemesine denmez. İmandan mahrum olan adam ne kadar taze olsa, karttır diyor, ahlak. Biz ihtiyarın manasını da yanlış anlıyoruz. İhtiyar deyince mesela, yası doksan olmuş, yüz olmuş.. Öyle bir şey yok. İmanda ihtiyarlık yoktur ki. Sen eğer insansan Allah varken ilmin de vardır. Yaşın olmaz. Yaş hayvanda olur. O suret âleminde bilinsin diyerekten kayıt konmuştur. Hakiki insanın yaşı yoktur. Daima tazedir. Anlatamıyor muyum acaba? İlmi ilahi de vardın eğer insansan. Kalbi iman ile kavi olan kimseye hep taze denir.

Deden, deden, bire on dövüşen deden var ya senin. Bire on dövüşen deden büyük adam, sana neler bırakmış? Senelerce yedin yedin bitiremedin. Yine dünyanın yüzünde oturuyorsun. Kapıyı buradan niye açmış diye küfretme hakkın olur mu ya? Her konuşmada tekrar ederim bunu. Her konuşmada. Efendim pencereyi buradan niye açmış? Sen alsana kendin bir ev de, istediğin yerden pencereyi açasın. Hem dedenin evinde otur, hem pencereyi buradan niye açmış diye küfret. Ne hakkın var yahu? Medeniyetini taklit ettiğin âlemin hattaaaa... beşer beşerliğini tanıdığı andan itibaren dünyanın yüzü olan bu Bahr-i  Sefit havzasıdır. Bunu deden sana almış, bırakmış. Havuz halinde bırakmış sana. Bu kadar nankörlük olur mu? Al, yeni bir oda al, istediğin yerden penceresini koy. Alsana.

Taklit bizi mahvetti mahv. Bir camiada taklit başladı mı tefekkür kalkar. Kaç konuşmadır tekrar ediyorum. Bunu yay, yay. Bugün en büyük dert budur. Hangi cemiyette, hangi varlıkta taklit başladı, tefekkür kalkar. Çünkü düşünmeye ihtiyaç yok, taklit ediyorsun. “Ben bunu nasıl yapacağım?” diye düşünür müsün taklit ettiğin vakit? Anlatamıyor muyum ya? Bir düşüneceksin ki; şunu ben nasıl yapayım diye, bir de bunu taklit et. Bunu taklit ettiğinde düşünme kalkıyor. Fikir kalkınca, cemiyet yıkılır. Herif seni yıkma yolunu bulmuş. Taklitte, tefekkür kalkar.

İnsanın sıfat-ı mümeyyizesi[37] konuşması değildir: Tefekkürüdür. İnsanlığını çalıyor senin. Ondan yıkılıyorsun. Üç kıtada hükümdar olan dedenin çocuğu, taklitle yıkılmış gitmiştir. Nerede mirasın? Sonra boğuntuya geliyorsun, aldatılıyorsun, aldanıyorsun. Bir insanın varlığı, ilmiyledir. Hangi beynelminel kürsüye iki satırlık bir kitap yaptın da okutturuyorsun, göster bana.  Hangi sanata model verdin, göster. Hangi fenni ihtira[38] ettin de, beynelminel kabul edildi de yapılıyor. Bunların hepsinden mahrum, ondan sonra herkesten üstün. Nerede buldun bu bolluğu.

Bir camia vahdete meyletmez vakar-ı hâkimiyetini kaybeder. Birleşmeye azmetmedikçe … Allah (cc) öyle diyor: Herhangi bir camia birleşmekliğe karar vermedikçe, vakar-ı hâkimiyetini kaldırırım diyor.

Bunu böylece Hazreti Muhammed (sav) beyan etmiş. Hazreti Muhammed (sav) kim? Ufak bir cümleyle ifade edeyim: Bir mektebe oldu ki müdavim[39], Allah (cc) idi zatına muallim. İşte bu. Bu kadar da değil ya, anlatabilmeklik içün. Bu en ufak, anlatabilmek için en ufak cümlesi. Bu kadar mı? Yooook. Bu ufak.  Bir mektebe oldu ki müdavim[40], Allah (cc) idi zatına muallim. İşte bu zat. Ama işte bu da, en ufak. Neyse üçe filan demiştik korkmuşsunuzdur. Bugünlük bu kadar yeter.




[1] Tesmiye Etmek:  Ad vermek, adlandırmak, isimlendirmek.
[2] Vera : Günah ve haramdan kaçınmak için şüpheli şeylerden uzak durma, takva, ittika.
[3] Makulât : Akıl ile varılan sistemler, kıstası akıl olan önermeler veya sistemler,  Aklın ürettikleri
[4] Havas: Duyular, hisler.
[5] Muvakkat : Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[6] Şeddad : Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir.
[7] Nazirat 24 فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى 
Meali: «Ben sizin en yüce Rabbinizim» dedi.
[8] Tarh 1.Uzaklaştırmak. 2.Vaz' etmek. 3.İndirmek. 4.Bırakmak, elinden atmak. 5.Yerleştirmek. 6.Temel bırakmak. 7.Mat: Çıkarma.  8.Hakediş
[9] Serir : Taht
[10] Hâlât: Durum, değer, ödül,nişan
[11] Sim ü zer : Gümüş ve altın

[12]  Tercümesi;
“Yâdında mı doğduğun zamanlar,
Sen ağlar idin, gülerdi âlem!
Öyle bir ömür geçir ki: Olsun,
Mevtin sana hande, halka mâtem!”
[13] Müsalaha (Sulh. dan) Barışma. Anlaşma. Güvenlik
[14] Rekaket: 1.Kekeleme, dil tutukluğu. 2.Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. 3.Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. 4.El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. 5.Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık 
[15] Dide: Göz, Göz bebeği.
[16] Tazim: Yüceltmek, yüksek değer vermek
[17] Müşacere: 1.Soyluluk bildirimi, asalet iddiası, kendi cesaretini anlatmak, had bildirmek
[18] Müşacere-i kelamiyye:  Sözle karşılıklı çekişme. Racon kesme. Kendini  anlatarak göz korkutma
[19] Tahmil Yüklemek: Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak.
[20] Mahsusat: Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler
[21] Puya(n): Farsça  Koşan. Seğirten
[22] İnkıyad: Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal. Kaydolma.
[23] Müterakki: İlerlemiş, terakki etmiş
[24] Teceddüd: Tazelenme. Yenilenme. 
[25] Tebeddül: 1.Başkalaşmak. Değişmek. 2.Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek 
[26] Kaim: 1.Ayakta duran. Mevcut. Baki. 2.Vaktini ibadetle geçiren 
[27]Ma'kulat: (Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat)  
[28] Dideli: Görüş sahibi, Aydın
[29] Münase: ilgili misal, ilişkili izahat
[30] Muannid inatcı
[31] Ulum-u Nafia faydalı ilimler. 
[32] Delail-i kat’ite kesin deliller.
[33] İzan: Ölçü, vicdan
[34] Mev'iza 1.Mev'ize. Öğüt. Nasihat. 2.Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek 
[35] Mev’ize-i hasene: güzel nasihat, tatlı söz söylemek
[36] Nahl 125 ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ meali: Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele yap! Çünkü Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir ve doğru yolda gidenleri en iyi bilen de ancak O'dur.
[37] Mümeyyiz(e) 1.Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden. 
[38] İhtira: İcad etmek,  Hatıra getirmek.
[39] Müdavim 1.Aralıksız devam eden. Devamlı olarak çalışan. 2.Bir yere devamlı olarak gidip gelen kimse 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017