279 (17.07.1966) 61 dk. 262
Ahlak
mevzuu üzerinde devam etmektedir. Mevzuu başlıca işi esasa ayrılmıştır. Birine
vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye[1]
edilmiştir. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı
kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Bit tabi ahlakın bahsetmiş
olduğu aşk, romanda okunan aşk manasına değil. İnsan asude kaldığı vakit, kendi
iç âlemiyle başbaşa bulunduğu an, hadisattan biraz kendisini şöyle çekip de, iç
âlemiyle sessiz sözsüz bizsiz sizsiz konuştuğu zaman, kendisine birkaç sual
sorar: Evvela, “Ben kimim?” der. Kendisi üzerinde bir araştırma yapar: “Kimim
ben? Beni bu sahneyi şuhuda kim çekti? Nerden geldim, nereye gidiyorum? Ve ne
içün getirildim? Ben zahirde, elli atmış seksen yüz neyse kilo sıkletinde et
kan kemik torbasından ibaret bir varlık isem de; benim bir vicdan-ı kibriyam
var, bir de mana-i ihtivam var. İlmen, fikren, kâinatı muhit bulunuyorum. Ben
neyim acaba?” Bu sualleri sormaya başladıktan sonra kendisinde bir hakikat
derdi başlar. Tatlı bir dert.
Müspet
ilim, insanın nereden geldiğinden haber veremez. Nereye gideceğinden de
bahsedemez. Bahsetmeye kalkarsa, müspet ilim olmaz. Mevzuunun haricine çıkmış
olur. Çünkü müspet ilim, hadiseler arasındaki münasebeti araştırabilir. Sahası
değildir. “Niçün” sualine müspet ilim cevap veremez. Belki, neden sualine bir
parça cevap verebilse dahi, insan ise hikmetle meşbudur[2], fıtratında
hikmet meknuzdur[3].
Onun içün niçünsüz yaşayamaz. Bu dert kendisinde başlar hülasa. Tatlı bir dert…
Aslını arar. Aslıyla bir irtibat yapar. O irtibattaki zevkin adına aşk derler.
Âhlakın bahsettiği aşk bu. O öyle bir sıfattır ki; korkağı, şeci[4];
hasisi[5],
sahi[6];
gabiyi[7]-gabinin
fehmini[8],
safi[9];
kılar. Nefisler, onunla zelil olur. Akıllar, ona münkad[10]
olur. Kalpler, ona müsahhar[11]
kılınır. Hatır[12],
onunla mesrur[13]
olur. Havas[14],
onunla mefturdur[15].
Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Üç şey var esas itibariyle zaten, Üç şey. O
üç şeyden bir tanesi de aşktır. Biri iman, biri aşk… [16]
Vazifeden
doğan ahlak dedik. Bunların sık sık tarifini yapıyoruz. Hemen her konuşmada
yapıyoruz çünkü mecburiyet var. Söyleyeceğimiz esaslara temel. Riyaziye[17]
dersi gibi… İlk dersi bilmezse sonu oturtamaz. Derler ki, çocuğun riyaziyesi
iyi değil. İlk mektepteyken alamadı derler, yahut neyse ilk derslerindeyken
zayıf gitti şimdi bir türlü olmuyor derler. O da öyledir. Hatta onun gibi de değil, daha zor.
Eski konuşmalarda
bulunanlar hatırlarlar: İnsanlık âlemi iki kelimeyi su-i istimâl etmiştir. Biri
vicdan, biri de vazife… Hepimiz bunu konuşuruz: Efendim ne yapalım vazife. Vazife
ama... Nedir vazife? Tarifi ne bunun? Söyleriz; vazife mukaddestir. Mukaddestir,
güzel. Vazife, vacib-ul icra olan şeye denir. Yani açık, daha açık
söylemek icap ederse, bu cümleyi açmak lazım gelirse: Yapılması aklen,
kalben, vicdanen, örfen, manen, ahlaken yapılması insana mecburi olan şeye
vazife denir. Onun içün mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyetten
doğar, kutsiyet ahlakiyattan doğar, ahlak Zat-ı Bari’ye iman ile olur. Zat-ı Bari’ye
iman ebediyete iman ile olur. Öyle bir şeceresi var bunun. Bu kanaldan
gelecek. Biz icabında keyfi emirlere de vazife deriz. Bir tüccarın yanına
girer, hayatı idame ettirecek bir maddedir. Mükeyyifata[18] taalluk
etmiyor. Hayat, onunla devam edecek. Onu sen şimdi kaldır der. “Şu kadar ay
sonra satacağız.” der. Hayata taalluk ediyor ama. Yani ihtikar[19]
yapıyor. “Eee ne yapayım?” diyor. “Ben onun yanında çakışıyorum. Vazifemdir.”
Vazife, olur mu böyle şey? Böyle şey mukaddes olur mu? Olmaz. Sen artık hepsini
kıyas et. Bunun böyle bir şeceresi var.
Bir nebze aşktan bahsettik,
bir nebze de vazifenin şöyle kabuklarından bahsettik. Gelelim akla: Akılda
hissin galatlarını tashih eden bir kuvvedir. Meçhulden malumu çıkarır.
Hissin galatlarını tashih eder. Güneşi bu kadar görürüz, tashih eder. Senin
bulunduğun âlemden büyüktür, der. Adi misaller, hepinizin bildiği şeyler.
Yalnız âlem-i hilkatte geçer. Ee biz yalnız âlem-i hilkate ait insan değiliz: Bizim
bir yüzümüz âlem-i hilkate bağlı, bir yüzümüz de âlem-i kudrete bağlı. Âlem-i
kudrete gelince tıkanır.
Âlem-i hilkat; işte
ilmimizle, havasımızla, bilgimizle bildiğimiz ne kadar mevcudat varlık varsa,
buna âlem-i hilkat derler. Birde âlem-i kudret vardır. Oraya gelince akıl
tıkanır. Bizim âlem-i kudrete ait olan vücudumuz, hissemiz, âlem-i hilkate ait
olan hissemizden çoktur. O namütenahiye gider. Âlem-i hilkatteki hissemiz
nihayet, işte biliyorsunuz; dün bu gün içün rüya, bugün de yarın içün rüya…
Bundan ibarettir. Orta yerde bir şey yok. Ruh-u beşerin namütenahi[20]
temayülatını[21]
kısa bir ömrün içine sıkıştırmaya çalışmamalı. Onun içün iman lazım işte. Kısa
ömrün içine çalıştırıyor beşeriyet, ihtiras başlıyor, birbirini yiyor. İman
girdiği dakikadan itibaren; kapıyı açınca ebediyeti görüyor, ihtiras duruyor.
Anlatamıyor muyum acaba? Laf… Beşer biraz tenekecilikte ilerledi, Kudret’le
arası açıldı. Yaratırım dedi, bir şey de yaptığı yok. O kadar hareket-i fikriyye
de zavallı bir hale düştü ki; vahşet-i musannaya medeniyet diye tapmaya
başladı. Musanna olan vahşete medeniyet diyor, bu gün ki insaniyet. Dimi?
Medeniyet, hayat verir hayat almaz ki. Bas düğmeye bir milyon adam ölsün. Bu
medeniyet midir? Hemen hemen her konuşmada söylediğim gibi, ilim Kudret’e
şikâyet ediyor. Kurtar Ya Rabbi beni insanların elinden, diyor. Beni lazım
gelen yerde kullanmıyorlar, diyor. Davacıdır ilim.
Efendim beşer ilerlemiş. Ne
olmuş? Aya çıkıyormuş. Ne olacak, aya çıkarsa? Ne yani? On dört asır evvel onu
Hazreti Muhammed (sav) söyledi. Daha ayın ne kıymeti var. Daha muazzam... aya
çıkmak filan, bunlar bir gün gelecek bu odadan o odaya geçmek gibi olacak.
Bunların kıymeti yok. Bunların hepsi haber verilmiştir. Beşeriyetin fahri
ebedisi bunları birer birer haber verdi. Bunlar iş değil. Hilkatte en büyük
yer kalptir, gönüldür. Burada bir keşif var mı? Evet, bir gün zulmeti çıra
ile izale ediyordu beşeriyet. Azıcık terakki etti, yağ ile izale etti, kandille.
Biraz daha mumla, biraz daha gazla, biraz daha işte şuyla. Nihayet bir gün gelecek bu çıra gibi kalacak,
elektrik dediğimiz bu hiç kalacak. Daha neler olacak, neler olacak. Güzel
burayı bununla aydınlattık amma bu taştan, topraktan, tahta parçasından yapılan
bir hücre bununla aydınlandı; asıl büyük bir saray var, gönül sarayında ne
kandili yakıyoruz? Hiçbir şey yok galiba.
Karanlıkta kalmasa insan,
insanı yer mi? O kadar zulmet içerisindeki, ondan dolayı yiyor insanlar
birbirini. Canavarlar utanıyor, beşeriyetin yaptığından. Bu kadar da küçülmüştür. Beşerin tarihinin
bilindiği günden bu güne kadar, zengin olduğu bir gün yoktur. Bugün ki kadar da
sefil olduğu bir gün yoktur. Sebebi aranıp bulunmuyor. O iri iri kafalar
toplanıyor; işte, efendim iktisaden böyle olacakta, şu şu şöyle olacaktı… Yok
efendim, yok! Onlar, onlar hiçbir şey çıkarmaz meydana, hiç. Ne kadar iri kafa
gelirse gelsin yine bir şey olmaz. Olmaz. Sermayede eksiklik yok.
Kudret dört eşya va’z
etmiştir, insanlar içün sermaye olarak: Hava, su, toprak, ateş. Dünyanın havası
bu hava, o su aynı su, o güneş her gün ki yerinden doğar, her gün ki yerinden
batar, bu toprak aynı toprak. Deden altı saat çalışırdı, şimdi on sekiz saat
çalışılır, dedenin zamanında on nüfuslu bir ailenin bir tek adamı çalışırdı,
şimdin onu birden çalışır, meğer biri hasta olsun da kalsın. Eee
yine ne var, ne yok? Bir de fen yardım eder. Evveli bir aylık yola şu kadar
zamanda giderdin, şimdi saniyede gidersin. Netice yok.
Sonra günah değil mi: Ömür,
böyle sönüp gidiyor. İki gününü bir birine müsavi eden aldanmıştır. “Yarın
güzel olacak!”, doğru bir lakırdı değil o.
Bugünü güzel yapmaya bak. Biz daima öyle; yarın şöyle olacak, öbür
gün böyle olacak. Eee yarınla, öbür güne kadar getirdiğin ömrü geri alamazsın ki.
Bizim asırlar böyle çürüdü. Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) öyle dedi men
istevâ yevmâhu fe-hüve mağbûnun[22] İki günü bir birine müsavi kılan adam
aldanmıştır diyor. Dün on kuruş kazandı, bugün de on kuruş mu kazandı; o adam
aldanmıştır. Dün mana itibariyle bu kadardı, bu günde bu kadar mı; aldanmıştır.
Kıymetsizdir yani ya. Bunlar, bunlar acayip teselliler.
Yakut vakitle satın alınır.
Fakat vakit, yakutla satın alınabilir mi? Gece ile gündüzün açılıp kapanması
Kudret’in kaza-i ilahi mikraz[23]ıdır,
makasıdır yani ya. Ömür kumaşını ve bütün hadisatı doğrar. Senin sayılı nefesini
ölçülü vermiştir. Sen onu efendim, ben buna filan vitamini veririm de, filan şuyu
veririm de, öyle şey yok. Ters anladın. Konuşmaktan da korkarım. Aleyhinde
bulunuyor zannetme. Onlar sana nedir? O sayılı nefesini huzur içerisinde
yaşattırır. Ona faydası vardır. O nefesi arttırmaz. Rüzgârda yanan mum vardır,
fenerde yanan mum vardır. Anlatamıyor muyum? Yüz gramlık mumu buna da koydun,
buna da koydun. Biri rüzgârda yanıyor, biri rüzgârsız
yanıyor. Gramlar birdir. Ömründen bir dakikasını, sayılı nefesinden bir tanesi
gittikten sonra kâinata sahip olsan da “Verin o bir nefesi, ben geriye alacağım.”
desen veririler mi? Vermezler. Sen artık yarın böyle olacak, öbür gün böyle
olacak. Bırak, bu günü yapmaya bak. Yarınla, öbür günle geçmez. Hep böyle geçti
ömür. Hep böyle geçirdik.
Dört eşya: hava, su, toprak,
ateş… Bu eksiklik yok. Yalnız bunun içerisinde bunu kullanmaklık içün bir şey
eksildi. O eksilince hepsi çürüdü gitti. İnsanlık âleminde muhabbet kalmadı.
Muhabbet niçün kalmadı? Havas ile
avam arasında muvazene[24]
bozuldu. Neden bozuldu? Havasta merhamet, avamda o merhameti görüp hürmet
kalmadı. İşin an yeri burada. Yüksek tabakada merhamet kalmadı. O merhameti
aşağı tabaka görmeyince, hürmetini kaldırdı. Merhamet ve hürmet orta yerden
kalkınca muhabbet kalmadı. Merhamet ile hürmet birleşecek,
muhabbet namında bir çocuğu olacak, cemiyet teali-terakki edecek. Bu olmadıkça
imkânı yok.
Bu taaa şeyden başlar, en
ufak cemiyetten, ailelerden başlar hatta. Hangi ailede muhabbet yok, orada
hakikatte nikah yok. Hangi şirkette muhabbet yok, iflas muhakkak. Bir millet
hükümetini, bir hükümet milletini sevmezse inkıraz[25]
muhakkak. Ne kadar zahiri kuvveti olursa olsun, muhakkak inkıraz edecek.
Yıkılacak. Bunu kudret koymuş. Allah’ın(cc) koyduğu şey bozulursa, düzeltmenin
imkânı var mıdır? Ona imkân yoktur, ona. Ne kadar kuvvet olursa olsun, talaş
alevine benzer. Şöyle bir gözükür, ondan sonra yıkılır. Muhabbet esas.
Kaç defa söyledik? Allah’sız(cc)
muhabbet, husumete götürür. İmansız aşk, ihtirasa götürür. Allah’sız(cc) irade
hilelere götürür. Allah’sız(cc) hürriyet esarete götürür. Bu asrın modasıdır o:
Allah’sız (cc) hürriyet. Neticesi
esarettir onun. Bir şey anlatamıyorum galiba? Düsturu
tekrar edeyim: Bu sefer de kendim içün söyleyeyim; benim de hakkım var a. Allah’sız(cc)
muhabbet husumete… Bunu herkes kalbine nakşetmeli… İmansız aşk ihtirasa, Allah’sız(cc)
irade hilelere, Allah’sız(cc) hürriyet de esarete. Hiç başka bir yere
kıpırdayamazsın.
Hem, Bezm-i Hakta[26]
yer bulamayanlar, Bezm-i Hakta yer bulamayanlar, o zavallı fani madde
ihtirasında birleşmek içün yer bulabilirler mi? Hakk’ın bezminde yer bulamayan
insan; -ne bileyim ben- fani, zavallı, bugün güzel, yarın çirkin olan madde
ihtirası içinde birleşmek imkânı bulabilirler mi? İşte hakiki inananlarla
inanmayanlar arasında ölçü budur…
Allah’dan(cc) ne dâm[27]
kurtulur, ne dâmı kuran. Yani Allah’dan(cc) ne tuzak kurtulur, ne tuzağı kuran.
Sakın, zulüm kazmasıyla kabrini kazma. Buna çok dikkat et hayatta. Ne
tuzak kurtulur Allah’tan (cc), ne tuzağı kuran. Böyle gelmiş bu, dikkat et.
Fikren seyahate çık, bedenen çık gez bütün kâinatı göreceksin ki Allah’dan(cc)
ne tuzak kurtuluyor ne tuzağı kuran. Bunu iyi bilmeli ki insanlar, hile ile
ne bileyim desise ile kendi tedbirine mağrur olarak, ben biliyorum diye yaşayan
kimseler, kaza tuzağında mahpusturlar, kaza tuzağında. Yakalanmıştırlar,
hiç imkânı yok. Kaza tuzağında mahpusturlar.
Nice semayı deler gibi
bakanları, nice yeri ezer gibi basanları yer yemiştir. Yer adamı yer! Ahsız yaşa. Yer adamı yer! Nice Kudret’le
azamet yarışına çıkıp, neler söyleyen dilleri kemikleri arasında un ufak
yapmıştır. Üüü, hiç dinlemez Kudret. Hakiki dost bul, onun içün, dost, dost.
Ahlak öyle der; “Dünya gamı çekme!” der. Dünya deyince, görülen bu mezahir[28]
değil. Buna dünya demez ahlak. Hak ve hakikatten hangi şey seni alıkoyuyorsa
ona dünya der. Yoksa bunların hiç birisine dünya demez. Mananın tarifinde dünya;
bu görünen, bu mezahir değildir. Seni hangi şey hak ve hakikatten
alıkoyuyorsa onun adına dünya der. Onun içün, onun içün gam çekme der. Sayılı
nefesini canansız tüketme! der. İlk dersini böyle verir. Kıyl ü kal[29]
eshabı, ehl-i taklittir, der.
Hani böyle konuşur filan,
boyuna dedikodu. Bu ehli taklit… Bir memlekette taklit başladı mı, o memleket
ilmen inkıraz bulmuştur. En tehlikeli bir iş,.. Buna çok dikkat etmek lazım
gelir. Taklit nerde başlar, inkıraz başladı. Taklit tefekkürü kaldırır.
Tefekkürde kalkınca teali, terakki etmenin imkânı yoktur. Bunu taklit
ediyorsun, bunu nasıl yapacağım diye düşünür müsün artık? Bu düşünce kalkar. Hah,
yıkım başladı işte. Dedeni görmüyor musun, dedeni? Bazen radyo bile söylüyor.
Geçen akşam söylüyordu. Cumartesi mi neydi? Unuttum gününü: Garpta dedi,
kralların kütüphanesinde, yüz iki yüz cilt kitap varken, tab edilmiş hem… hattat
gayretiyle dedenin kütüphanesinde on binler, yüz binler vardı, diyor. Bunu
söyledi. Ama sen dedene geri kafalı dersin. Niye? Sana bu evi aldı, bıraktı da
ondan. Tarihin en eski efendisi olduğundan dolayı dersin. Medeniyetini taklit
ettiğin âlemi asırlarca kendi hakimiyeti altında tutup, “Otur!” dediği vakitte
oturttuğundan dolayı. O “Otur!” diyordu oturuyorlardı, şimdi bize “Otur!”
diyorlar, biz oturuyoruz. Onlar geri kafalı biz ileri kafalı.
Mukallit aşktan ne anlar?
Anlamaz. Mukallit aşktan bir şey anlamaz. Onların sözünün Hak meydanında
itibarı yoktur ki. Neden? Bir defa büyük kitap [30] أَفَلَا
تَذَكَّرُونَ
diyor.
Tefekkür yok, kıymeti kalmadı. Allah(cc), beni tefekkür etmeden kabul etme der.
Tefekkürsüz imanı kabul etmez. Sen nasıl taklitle gezersin? Kendisini bile
takliden kabul edeni, kabul etmez. Daha ötesi var mı? Kendisini, kendisini,
tefekkürsüz; ben kabul ettim diyeni kabul etmez O. Takliden kabul etmez. Ehl-i
taklidin merhameti olmaz. Tuzaktır. Sana hiç merhameti olmaz, sakın aldanma.
Hülasa saadet-i beşeriyenin medarı ancak fazilettir.
Şimdi hedef menfaat olduğundan dolayı, mevzii konuşmuyorum ben;
bütün dünya sahası üzerinde, hedef menfaat. Halbuki saadet-i beşeriyetin
medarı[31]
ancak fazilet… E nasıl yapacağız? Hepimiz öyle düşünürüz
dimi ya: Hedef daima menfaat… “Ali bey bu işi yapacağız.” “İyi ama ne menfaati
var.” diyoruz. “Ne fazileti var?” demiyor bugünkü insanlık âlemi, ne menfaati
var diyor. Hah, menfaatin neticesi hiçbir vakit ihtirasat[32]-ı
nefsaniye[33]
tatmin olmaz kardeşim. Hiçbir zaman ihtirasat-ı nefsaniye tatmin olmuyor. Bugün
zaruret içinde bulunan bir adam, “Şöyle on bin, yirmi binim olsa ben kendimi
bir tenceremde pişirir, kapağında yer.” On bin yirmi bin olur, elli bin der.
Elli bin yüz bin, yüz bin milyon, milyon bilmen nüvilyon, yine der o. Cibilli
o. Tatmin olmaz. Bana bir kalp göster ki, bir vicdan bul ki; kendince arzu
ettiği bir gayeye vardığı vakit müsterih olsun. Var mı? İman ve aşkın haricinde…
Olmaz, ıstırabı sükut bulsun, var mı öyle bir şey? Bir zengin göster ki,
servetine kani olsun. Bir büyük adam göster ki cahına, masasına kanaat etsin.
Var mı? Adam boğar yahu. Yok o.
Onun içün iman ve aşk esas,
onu çerçeveleyecek. Saadet-i beşeriyenin medarı ancak fazilet. Faziletin
nefiste sübutu[34]
ise yalnız Vücud-u Halika iman ile olur. Başka türlü olur mu? Düsturlar
bozulmuş. Bugün insanlık âlemi, nokta-i istinadı kuvvet kabul ediyor. Hangi
kuvvete dayanıyorsun? diyor. Hah, Kudret diyor ki; “Razı oldunuz dimi, siz buna?”
diyor. Kuvvetin şeni’[35]nin
neticesi boğuşmaktır. Kuvveti, Hak’ta kabul etmiyor. Hakk’ı, kuvvette kabul
ediyor. Halbûki kuvvet Hakk’ın lazım-ı gayrı müfarıkıdır[36].
Hak kuvvetin lazım-ı gayrı müfarıkı değil. Bir şey anlatamıyor muyum? Mevzuu
değiştireyim eğer anlatamıyorsam. Kuvveti Hak’ta tanımıyor, Hakk’ı kuvvette
tanıyor. Hepimiz öyle.
Hangi kuvvete dayanıyorsun?
Hah Kudret’te diyor ki; madamı ki siz Hakk’ı kuvvette tanıyorsunuz, kuvvetin şeni’nin
neticesi de boğuşmaktır, boğuşun bakalım, diyor. İlim, gözleri kamaştıracak
kadar ilerlemiş. Fen, akıllara veleh verecek kadar terakki etmiş. Felsefesi
fikirleri durduracak kadar yürümüş. Ama ah sesi… Ah sesi ne olmuş? Nokta-i
istinat, kuvvet olursa öyle olur; ah sesi tabi yükselecek, boğuşacak insanlar.
Hayatı cidal diye tarif ediyoruz, dimi efendim? Konuşuruz bile hatta: “Efendim,
hayat ne yapalım mücadeleden ibaret. Hiç olmazsa cihat de cihat. Cidal insanda
olur mu? Cihat olur insanda. Hayatı mücadele diye kabul ediyor. Cidal. Cidalin
neticesi paylaşmak, “Buyurun paylaşın!” diyor Kudret. Ama manaya ahlaka göre
hayat teavündür[37].
Niçün yaşıyorsun? Düşmüşü kaldırmak içün. Neden düşmüşü kaldırıyorsun? Hiçbir
zerre yok ki, Hak’tan hariç olsun. Ben oyum, o ben. Kendime yapıyorum. Ayrı
değiliz. Hakkı, var olanı yok sanırlar, yok varlığına aldanırlar. Hak
ayinedir, cihan gubarı[38].
Onu görmediğinden dolayı...Vücut bir vücuda münhasırdır. Bunu gördüğü dakikadan
itibaren işin şekli değişecek. Deden bunu gördü, neticeyi sen kendin anla. Ne
söyleyeyim cümlelerini biliyorsun dimi? Deden, dedeni iyi öğren.
Kalpteki hırs ancak nur-u
imanla söndürülebilir. Başka bir şeyle söndüremezsin. Cibilli o.
Ondan mahrum olan en halim insan icabında kaplan kadar huris[39] olur, kelpten akur[40]
olur, aslandan mühteris[41]
olur, tilkiden daha büyük hüd’akar[42]
olur, hınzır dan şen’i olur. Sen insanı bilir misin ne kadar büyük o sıfatları
aldığı vakitte, o manadan ruh-u menfuh ile kendisine ikram edilen sıfatlar
elinden alındıktan sonra o acaba canavara benzer mi o? Benzer mi o? Hiçbir şeye
benzemez.
Elestü bezminde, o hitapta bir
emanet yüklendik, geldik kardeşim. Hakk’ın senden yegâne istediği, o emaneti
noksansız O’nun huzuruna götürmektir. İşte o emaneti gören adama âşık derler.
Aşkın bir tarifi de budur. Acaba anlatabildik mi? Ahlakın bahsettiği aşk bu. O
emanetin adına da aşk derler. Yeni bir tarif bugün yapıyorum. Şimdiye kadar
yaptığım tariflerin haricindedir. Yoruldunuz mu? Sıcak belki yoruldunuz.
Hülasa aşk insanın kalbinde
vefalı bir dosttur. İnsanın kalbinde vefalı bir dosttur. Suretlerin
lezzetlerini terk ettirir, zahmetlere tahammül ettirir. Terazisi
de budur. Akıl der ki; “Altı cihetten dışarı canın yeri yok!” der. Aşk, “Hayır!”
der. “Var!” der. “Yakını bul!” der. “Nice bin seyyarı
var.” der. Akıl der ki -bu pazarı görmüştür o- “Alış veriş burada.” der. Aşk
der ki; “Hem bu pazar içinde başka bir pazar var.” der. Akıl ancak
tedebbürle[43]
tefekkür eder, aşk ise tahayyülle[44]
tezekkür[45]
eder. Anlatamıyoruz galiba? Aklın işi tekellüfle[46] teessüftür[47]. Aşkın
şanı tahabbüble[48] teellüftür[49]. Bunlar, bizim dedelerimiz bu sıfatlarla mücehhez olmuşlar...
Vakıfnamelere bak, bak. İnsanlığı bırak sen, köpeklere yiyecek vakfetmişler.
Tımarhanelere musiki heyetleri vakfetmişler. Musiki, saz. Deli tedavi olur diye.
Garbında şimdi en son ihtiyar ettiği tedavide o. Asırlar evvel, onlar cin
çarpmış diye yakıyorlardı deliyi, deden de -o senin geri kafalı dediğin deden-
vakfetmiş servetini kazanmış kazanmış, öyle kapamamış yahut neyse yalnız
varisime kalsın dememiş, tımarhaneye demiş deliler içün filan günü filan musiki
heyeti fasıl yapacak, filan tedavi olacak. Sen öyle dedenin çocuğusun. Yine
senin kanında vardır o.
Bu yirminci asrın manevi
zehirli gazı sıkıldı, dünyanın her tarafına, elbette herkese isabet etti. Tozlanmıştır
nakış ama; şöyle silkelersek, altından yine çıkar. Silkele, silkele, çıksın.
Yine dedenin satvetini[50] sana
Kudret versin. Üredi, türedi bir kavim değilsin hülasa. Var kökü var.
Bir defa Deden
Hazreti Muhammed (sav)’e gönül vermiş. İşini çok iyi biliyor. Çok iyi biliyor.
Kolay yerden işi halletmiş. Hüsn-ü nübüvvet burcundan onun kadar muazzam bir
zat gelmemiş. Öyle bir zata gönül vermiş. Onun rahmet deryası
namütenahi cuşe[51]
gelir. Onun zat-ı şerifi bila vasıta Allah’ın (cc) zatından zahir olmuştur. Böyle
zata gönül vermiş. Yerini iyi bulmuş. Kalbi Makam-ı Muhabbettir, ruhu makam-ı
kuvvettir, sırrı makam-ı müşahededir,
Allah’ın(cc) kelam-ı nefsisi ile konuştuğu bir zat-ı âlâya gönül vermiş.
Nasıl anlatayım sana? İyi anlatamıyor muyum? Bir tuhaf bakıyorsunuz da.
Sözlerim bozuk. Öyle vermiş.
Gönlü verince, aşk tahakkuk
eder. Tam insaniyet, o vakit işin şekli değişir. Çünkü âşık, ne Ahiret ameliyle
meşguldür, ne dünya menfaatine taliptir. Anlatabildim mi acaba? Bizimkisi
hep komisyonluk… Şunu yaparsam bunu alacağım, şunu yaparsam… Öyle değil, bunlar
ölçü. Hakiki âşık ne Ahiret ameliyle meşguldür, - Ters anlama yani onu
komisyonluk olaraktan yapmaz demek istiyorum.- ne Ahiret ameliyle meşguldür ne
dünya menfaatine taliptir. O âlem-i ervahtaki hitabın lezzetiyle meşguldür. Onun
içün her şeyin firakı … Onun içün her şey firakın zehri sayılır kardeşim. O
hitaptan açıldım gibi gelir. Onun içün bütün mevcudatta, o hitabı duymak zevki,
vardır. O hitabı duyma zevki olanda, hiçbir zerrenin hukukuna riayetsiz
yaşamaz. İşte hiçbir zerrenin hukukuna riayetsiz yaşamayan kimsede artık nasıl
olur? O bütün cemiyete sâri[52]
olursa; o cemiyet nasıl olur? Onların hükmünü dinleyen verir. Benim söylememe
lüzum yok. Böyle. Böyle idi deden. Böyle idi.
Ahhh ah. Talip değilmiş dedim de;
bir şey okuyayım bakayım bi, hoşuna gider mi, gitmez mi bilmem.
Efgan!
figan yani ya. Ne büyük hâil imiş râh-ı taleb de
Hep
ehl-i taleb geldi figan eyledi gitti
Erbâb-ı
dili gör, ne talep var, ne emel var
Hak
ile gelüp Hakk-ı beyân eyledi gitti
Cânân
yüzünün sırrını fâş etmedi kimse
Erbâb-ı
sefâ, dilde nihân eyledi gitti.
İrfansız
eğer şah-ı cihan olsa da insan
İnsanlık
alemine ziyan eyledi gitti
İnsan
ikiden hâli değil işbu cihânda
Ya cânını ten, ya teni cân eyledi gitti
Ya cânını ten, ya teni cân eyledi gitti
Onlar
ki bu âlemde gelip daldı sivâya
Hayvan
gibi her işi yamân eyledi gitti ……[i]
(Kasette bu bölüm duyulmuyor)
İnsan büyük bir varlık.
Niçün tarif edilemiyor insan: Önce dedik ki; vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan
ahlak. Vazife, aşk, akıl, kalp bunların hepsi mana-i insaninin birer vasfı.
Demek oluyor ki; mevzunun esas rüknü insan oluyor. Fakat, bunu da layıkıyla
tarif edemeyiz. Tarif edilmez. Kaba bir misal verelim: Bak burada biz bu kadar
kimseyiz. Şu anda her birimiz başka türlü, içinden konuşuyor, dinliyor. Kaç
vücuda sahipsin? Bir anda bir kabz geliyor; sıkıntı içindesin. O vücut
başkadır. Bir anda bir bas geliyor; sürür içindesin. O vücut başkadır. Bir anda
hal-i gadapdasın, bir anda hal-i cemaldesin. Bu vücutlar kaç vücut? Hangi
vücudundan senin bahsedilebilir? Sonra insan; küll[53]
halinde, nasıl tarif edilebilir? Kimisi memleketinde geziyor, hem dinliyor. Kimisi
bir işini beraber yapıyor, hem dinliyor. Kimisi hem tenkit ediyor, hem dinliyor.
Kimisi hem kabul ediyor, hem dinliyor. Bunların hepsini nasıl bir araya
getirebilirsin? Namütenahi bir âlem, insan bu… Öyle kabul edilebilir mi?
On
sekiz bin âlemin cana misâli sendedir
Bilki
sensin ferdi cami’ Hak kemâli sendedir
Hak
kemâliyle cemâlin eyledi sende ayan
Sensin
ol sun’ı İlâhi Hak cemâli sendedir
Hâsılı
sensin bilirsin ol hüma-i lâ-mekân
Kim
bu eşyanın serâser hep hayâli sendedir
Sana
vasıl olmak için seyr eder bu ka’inat
Bildi
ilham ile bunlar Hak visali sendedir
(Ism-i
a'zam rûh-u âlemsin) hakikat Gaybîya
Bütün avalim[54]-i
kâinatın zübdesi[55]
hülasası olmuşsun, tarife girmez. O halde bu bütün varlığı adi bir şekilde
elden kaybetmemek gerektir. Bunu kaybettirtmeyen müessesenin adına ahlak
derler. Bir şey anlatabiliyor muyum?
İnsan, nazargâh-ı ilahi
dimi ya? Gönül. Sarây-ı “lî maallâhi”, vallahi gönüldür[56]
der. Çok dikkat et yaşarken. Hiçbir şeyi hakir görme. Hiç. Küçük görürsün, çok
büyük şey vardır içerisinde; yıkılır gidersin. Görme.
Hak'tan
bize haber verdi erenler
Gönülde
iste var Hakk'ı dediler
Hakk'ın
cemalini ıyan görenler
Gönülde
iste var Hakk'ı dediler
Gönül
imiş çünkü Hakk'ın durağı
Anda
yanar imiş zatın çerağı
Dile
gör aşk imiş Hakk’ın muradı
Her
gönülde iste, var hakkı dediler
Bir
noktadır yerden göğe bu âlem
Sıfattır
olan zatıdır can-ı âdem
Nafahtü'den
geldi bize gelen dem
Biz gönülle meşgul değiliz,
suretle meşgulüz. Öyle değil mi?
Gafiller Hakk’ı göklerde
arar, arifler de gönüllerde. Manaya düşman olmuşuz, her nedense. Kabahat yine
bizde… Düşman ettirmişiz, kabahat bizde.
Mesela bazı gençler birçok
fenler okuyorlar, maarif-i mütenevvi[57]’a,
birçok bahisler öğreniyorlar, kâinata taalluk eden, semavata, mevcudata, arza,
mesai-i içtimai[58]ye,
bir takım hakayıka[59],
bunlara ait malumat ediniyor. Sonra her insan bildiği şeyden söylemek ister,
bu bir hastalıktır. Öyle değil mi? Her insan bildiği şeyi söylemek ister. Bir
hastalık... Şimdi böyle bir genç, sözlerini söylemek istiyor. Güya manayı bilen
bir kimse gibi karşısına çıkıyor; gel diyor boyuna. Hayır! O genç okuduğu şeye
iman etmiş. İki kere iki dörde müsavi, sen onu baltalayabilir misin? Aptal. Bir
şey anlatamıyor muyum ya? Günün yaralarından biri bu, en mühimi bu hatta… Ufak
yara değil bu.
Fünun, maarifi mütenevvia,
bunları tetebbu[60] etmiş,
okumuş. Birçok bahisler öğrenmiş, kâinat hakkında. Sema, mevcudat-ı araziye,
mesai-i içtimaiye, ne bileyim ben? Bir takım hakayık-ı fenniye. Öbür tarafta
alaydan yetişme, kulak dolgunluğuyla, hikayat ile bilmem şununla, bununla, güya
manayı biliyormuş gibi bir ara.. O adamda onu söylemek ister. Tesadüf eder,
konuştuğu vakitte biliyormuş diye geçinen fakat hakikatte esrar-ı manaya
tamamıyla bi-gane[61]: “He
bo bu” ne
diyeyim ben; dondurma kutusu gibi bir
adam: İşitir işitmez, “Senin” diyor, “akide-i manaya muhaliftir bütün sözlerin.”
diye hücuma başlıyor. O gençte bilmiyor. Ya nasıl söylüyor? Bu artık ölçüye
girmiş, teraziye girmiş. Bu nasıl inkâr edilir? Bir kimsede demiyor ki ona...
tabi o reddedince soğuk bir şekilde... Gençte o manadan soğuyor. Bırak canım, iki
alay budala diyor, safsata. Soğuyor. Soğuttuk biz. Böyle bir gence biri çıkıp,
nefsaniyet meselesine getirmeyinceye kadar... Şimdi iman mevzuu nefsaniyet
meselesi olmuştur. Onun hakikatini de söylesen, artık nefsaniyet meselesi
olmuş. Üüü kabul ettirmek zor. Çok çalışmak lazım…
Biri çıkıp demiyor ki;
kardeşim, evladım sen kendi kendine git, bu manayı kendin müracaat et. Bu
sözlerinin sıhhatini bugün, bu alaydan yetişmiş bu insanla konuşma. Bunun kökü
vardır. Bunun membaı vardır. Bunun hazinesi vardır. Bu hazine, mini mini
çocuğun sadrından pir-i faninin sadrında dahi mahfuzdur. Anladın mı? Bu kavl-i
mücerret halinde değil ki, söz halinde değil ki bu, şunu icat eden adam Edison.
Daha bu sene yazdı gazeten. Halet-i ihtizarında[62],
ölürken, şu kasamı açın diyor. Açıyorlar. “Orda bir sanduka vardır.” diyor.
Giran-baha[63]
işlenmiş bir sanduka; onu da açın. İçinden bir kitap çıkarıyor: Adı Kur’an.
Açıyor sure-i Nur’u, “Bütün yaptığımı bununla yapmışımdır.” diyor, bağrına
basıyor, ölüyor. Sen daha hala bana sor; “Mümin mi öldü, kâfir mi öldü.” Bırak
bu kafayı bırak bunu, adam bağrına basmış ölüyor, sen bana geliyor, “Mümin mi öldü,
kâfir mi öldü?” Allah (cc) mısın sen? Âlemin imanının ölçüsünü ben mi
ölçeceğim? Var mı sende öyle bir adam, şöyle açsın da ölürken; “Ben buna âşık
olmuşum, bununla yapmışım diyen var mı bir tane? Sen pek pek ölüne okursun,
mezarlığa.
Demiyor ki o gence; “Git
kendin müracaat et, sözlerinin sıhhatine yer bulacaksın. Âlemin cehaletine
kulak verme.” diyen yok. Netice ne oluyor? Mana olmayınca; kalplerde muhabbet,
o sıcak, huzur olmuyor. Bir insan maddeten ne kadar yükselirse yükselsin: Değil
mi ki; bu sesi çıkan şeyin (Üstad, göğsüne vuruyor.) içerisinde bir varlık var,
yalnız bundan ibaret değiliz, bu cesedin nasıl gıdaya, yemeye, içmeye, havaya
ihtiyacı varsa; buna taalluk eden mananın da imana ihtiyacı var. O gıdaya
ihtiyacı var. Onu vermedikçe, evet bu doyuyor ama o içerde kıvrım kıvrım
yaşıyor. Huzursuzluk meydana geliyor. Anlatamıyor muyum acaba? Mesele bu. Bu
derdi bir türlü, emeller, bütün emeller - o olmayınca- bütün emeller, yalnız
maişeti genişletelim. Manadan ayrılınca o zevk kalmayınca, buna kalıyor. Bu da
ne istiyor? Havayı, gıdayı, şunu bunu, yalnız bunu genişletelim. İktisab[64]-ı
cah[65],
büyük masalar, büyük rütbelere sahip olalım. Ondan başka zevk bulamıyor çünkü.
Manen buluğa ermiyor ki. Manen buluğa ermeyince, çocuk... Seksen
yaşında da çocuk olur adam. Sakallı çocuk der ona mana. لَهْوٌ
وَلَعِبٌ[66] diye
tarif ediyor büyük kitap. Oyuncak diye tarif ediyor. Eee oyuncakla kim oynar?
Çocuk oynar. Ama seksen yaşındaymış. Ona mana çocuk nazarıyla bakıyor.
Anlatamıyor muyum ya?
Bu maksatları da kazanmak
içün, her şeye başvuruluyor. O başvurulduğu vakit; can yanıyor, ev sönüyor,
üüüüü canavarları utandırtacak kadar fiiller meydana geliyor, hülasa zulüm
meydan alıyor, ayyuka çıkıyor. Bugün ki insanlığın inlemesindeki en büyük amil,
yüzde seksenini bu teşkil ediyor.
Bunun bir kısmı daha var:
Bir kısmı böyle... Bir takımları da, mana namına hareket etmek istiyorlar, iman
namına. Fakat onun hiçbir hikmetini, hiçbir hükmünü, hiçbir aslını öğrenmeye
lüzum görmüyorlar. Mirasyedi şeklinde, babadan kalma. Bunların da bütün
mahsulleri, zavallılıktan ibaret kalıyor. Hiçbir şey elde edemiyorlar. Halimiz
bundan ibaret. Bugün ki konuşma da bu kadar yeter.
[1] Tesmiye
: Ad verme, Adlandırma
[2] Meşbu': Tok. Doymuş. Kanmış.
[3] Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli.
Hıfzedilmiş, mahfuz.
[4] Şeci': Kahraman. Yiğit. Şecaatli.
[5] Hasîs: 1.Cimri, Pinti, Aç gözlü
[6] Sahi: Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek
isteyen.
[7] Gabî: Ahmaklık eden, budalalık eden.
[8] Fehm: Ulu kişi anlayışlı iyiyi köyüden ayıran
anlayış anlama
[9] Safi: 1.Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz.
2.Bozuk olmayan. Hâlis.
[10] Münkad: İnkiyad eden, boyun eğen,
muti olan, itaat eden.
[11] Müsahhar: (Sihriyy. den) Fetih ve
teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
[12] Hatır:
Düşünce
[13] Mesrur: Sevinçli. Sürurlu.
Meserretli. Merâmına ermiş.
[14] Havas:
Duyu organları
[15] Meftur: Fıtremek. Asli vazifesine
dönmek, tam kapasite vazife etmek.
[16]
Diğeri
“vazife” olsa gerek - Üstadın başka konuşmalarından mülhem
[17]
Riyaziye: Matematik, Klasik Matematik
[18] Mükeyyifât: Zevkine, keyfe Keder, Keyif
verici, sarhoşluk verici şeyler
[19] İhtikar: 1) İnsanların veya ehlî
hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün
kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. 2) Bozgunculuk, sahtekarlık
3) Karaborsa
[20]
Sınırsız, Sonsuz
[21] Temayülât (Temayül. C.) Meyiller,
sevgiler, muhabbetler
[23] Mikraz: Makas
[24] Muvazene(t): 1) Denge, denklik,
uygunluk 2) Ölçmek. Denk olup olmadığını
bilmek için tartmak, ölçmek. 3)Düşünmek.
[25] İnkıraz: Sönme zeval bulma
[26] Bezm-i Hak: Hak meclisi
[27] Dâm: Tuzak,hile.
[28] Mezahir
: 1)Mazhariyetler Lütuflar 2) Mazharlar, eşyanın görüldüğü yerler.
[29] Kıyl ü
kal : Dedikodu, manasına kullanılan kelime.
[31] Medar :
1) Sebeb, vesile 2)Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği,
üzerinde hareket edeceği yer.
[32]
İhtirasat : Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar.
[33]
İhtirasat-ı Nefsaniyye: Nefsin kuvvetli istekleri
[34] Sübut: Sâbit, berkarar ve pâyidar
olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit
oluş.
[35] Şeni’:
(Şenia)Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş, Pis karekterli.
[36] Müfarık: (Fark. dan) Ayrılan,
ayrılmış. Müfarakat eden
[37] Teavün: Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet
etmek.
[38] Gubar: Toz
[39] Huris: Haris son derece hırslı kimse
[40] Akur: 1.Yaralıyan, ısıran köpek.
Kuduz, azgın köpek. 2.Çok şerir, kötü kimse.
[41] Muhteris: İhtiras sahibi. Çok fazla
hırslı istiyen.
[42] Hud'akâr: Farsça Oyuncu, düzenbaz, hilekâr.
[43] Tedebbür: Bir şeyin sonunu düşünmek,
tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak.
[44] Tahayyül: Hayale getirmek. Hayalde
canlandırmak. Fikir kurmak.
[45] Tezekkür: Unuttuktan sonra hatıra
getirmek. Zikretmek. * Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak. *Birkaç kişi
toplanıp iş üzerine görüşmek.
[46] Tekellüf: Kendi isteğiyle külfete
girmek, Bir zorluğa katlanmak
[47] Teessüf: Eseflenmek. Kederlenmek.
Beğenmemek ve razı olmadığını ifade etmek.
[48] Tahabbüb: Sevgi göstermek, muhabbet
beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeyi istemek.
[49] Teellüf: Alışma, hoş geçinme.
*Barışma. *Huylanma. *birikme
[50] Satvet: 1.Ezici kuvvet. Hışım ve
şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek.
2.Zorluluk. gizli. Hıfzedilmiş,
mahfuz.
[51] Cuş: Farsça Coşmak, kaynamak.
Taşmak. Deprenmek
[52] Sari: (Sâriye) Sirayet eden,
bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan.
[53] Küll: Hep,
tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak
üzere ifadeleri.
[54] Avalim:
Alemler, ilimler
[55] Zübde 1.(C.: Zübüd) Netice, sonuç,
hülâsa. 2.Bir şeyin en mühim kısmı. 3.Kaymak. 4.Her nesnenin iyisi ve
hâlisi.
[56] Üstad,
Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin beytine atıf yapıyor
Sarây-ı “lî maallâhi” gönüldür
Tecellîhâne vallahi gönüldür
Ne istersen yürü var O’ndan iste
Hüdâ’nın ulu dergâhı gönüldür
[57]
Mütenevvi’: Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
[58] İctimai
: Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik.
Sosyal.
[59]
Hakayık: (Hakaik) (Hakikat. C.) Hakikatler.
[60]
Tetebbu:Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek
için okuma.
[61] Bî-gâne 1.Kayıtsız. Alâkasız.
2.Aldırışsız. Yabancı. Dünya ile alâkayı kesmiş olan
[62] İhtizar 1.(İhtidar) Huzura çıkmak.
Hâzır olmak. 2.Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması.
[63] Giran-baha: Farsça Kıymet ve pahası çok olan
[64]
İktisab: Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
[65] Cah:
Rütbe, makam, mevki, mansıb. Kadr, itibar.
[66] Ankebut Suresi 64: وَمَا
هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ
لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Meali:
Bu Dünya hayat bir eğlence ve oyundan ibaret ve hakikaten son yurd (dâr-ı Âhiret)
işte halîs hayat o amma bilselerdi (Elmalılı )
[i]
Kemali divanı
Aşkın
beni rüsvây-ı cihân eyledi gitti
Yaktı
çiğerim bağrımı kan eyledi gitti
Efgan
ne büyük hâil imiş râh-ı talebde
Hep
ehl-i taleb geldi figan eyledi gitti
Erbâb-ı
dili gör, ne talep var, ne emel var
Hak ile
gelüp Hakk-ı beyân eyledi gitti
Cânân
yüzünün sırrını fâş etmedi kimse
Erbâb-ı
sefâ, dilde nihân eyledi gitti.
İnsan
ikiden hâli değil işbu cihânda
Ya
cânını ten, ya teni cân eyledi gitti
Onlar
ki bu âlemde gelip daldı sivâya
Hayvan
gibi her işi yamân eyledi gitti
Esma’da
müsemmâyı görüp fakre erenler
Eşyada
nihân sırrı ayân eyledi gitti
Cânân
ile can birliğini buldu rızâda
Rûhûnu
rızâsile revân eyledi gitti
A’mâ
ise de nûr-ı basiyretle KEMÂLÎ
Nâmını
melâmette nişân eyledi gitti
[ii] Kasîde-i
Devriye-i Keşf-ül-gata Li-Mevlânâ Hazret-i Gaybi Baba, Divanı.21
[iii] Sunullah
Gaybi Baba Divanı.
Hak'tan bize haber verdi erenler
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Hakk'ın cemalini ıyan görenler
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gönül imiş çünkü Hakk'ın durağı
Anda yanar imiş zatın çerağı
Ede aşkını hem Hakk'ın yarağı
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Maksut olan bu alemde insandır
İnsan dedikleri gönülde candır
Can değildir hakıykat-i canandır
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Bir noktadır yerden göğe bu alem
Sıfattır ol zatıdır can-ı adem
Nafahtü'den geldi bize gelen dem
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gönül ili Hakk'ın gizli ilidir
Andan haber bilen gerçek velidir
Gaybi Hakk'ın yolu gönül yoludur
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gaybı Sunullah
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Hakk'ın cemalini ıyan görenler
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gönül imiş çünkü Hakk'ın durağı
Anda yanar imiş zatın çerağı
Ede aşkını hem Hakk'ın yarağı
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Maksut olan bu alemde insandır
İnsan dedikleri gönülde candır
Can değildir hakıykat-i canandır
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Bir noktadır yerden göğe bu alem
Sıfattır ol zatıdır can-ı adem
Nafahtü'den geldi bize gelen dem
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gönül ili Hakk'ın gizli ilidir
Andan haber bilen gerçek velidir
Gaybi Hakk'ın yolu gönül yoludur
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gaybı Sunullah
0 yorum:
Yorum Gönder