Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

262. Kaset

279 (17.07.1966) 61 dk. 262

Ahlak mevzuu üzerinde devam etmektedir. Mevzuu başlıca işi esasa ayrılmıştır. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye[1] edilmiştir. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Bit tabi ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk manasına değil. İnsan asude kaldığı vakit, kendi iç âlemiyle başbaşa bulunduğu an, hadisattan biraz kendisini şöyle çekip de, iç âlemiyle sessiz sözsüz bizsiz sizsiz konuştuğu zaman, kendisine birkaç sual sorar: Evvela, “Ben kimim?” der. Kendisi üzerinde bir araştırma yapar: “Kimim ben? Beni bu sahneyi şuhuda kim çekti? Nerden geldim, nereye gidiyorum? Ve ne içün getirildim? Ben zahirde, elli atmış seksen yüz neyse kilo sıkletinde et kan kemik torbasından ibaret bir varlık isem de; benim bir vicdan-ı kibriyam var, bir de mana-i ihtivam var. İlmen, fikren, kâinatı muhit bulunuyorum. Ben neyim acaba?” Bu sualleri sormaya başladıktan sonra kendisinde bir hakikat derdi başlar. Tatlı bir dert.


Müspet ilim, insanın nereden geldiğinden haber veremez. Nereye gideceğinden de bahsedemez. Bahsetmeye kalkarsa, müspet ilim olmaz. Mevzuunun haricine çıkmış olur. Çünkü müspet ilim, hadiseler arasındaki münasebeti araştırabilir. Sahası değildir. “Niçün” sualine müspet ilim cevap veremez. Belki, neden sualine bir parça cevap verebilse dahi, insan ise hikmetle meşbudur[2], fıtratında hikmet meknuzdur[3]. Onun içün niçünsüz yaşayamaz. Bu dert kendisinde başlar hülasa. Tatlı bir dert… Aslını arar. Aslıyla bir irtibat yapar. O irtibattaki zevkin adına aşk derler. Âhlakın bahsettiği aşk bu. O öyle bir sıfattır ki; korkağı, şeci[4]; hasisi[5], sahi[6]; gabiyi[7]-gabinin fehmini[8], safi[9]; kılar. Nefisler, onunla zelil olur. Akıllar, ona münkad[10] olur. Kalpler, ona müsahhar[11] kılınır. Hatır[12], onunla mesrur[13] olur. Havas[14], onunla mefturdur[15]. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Üç şey var esas itibariyle zaten, Üç şey. O üç şeyden bir tanesi de aşktır. Biri iman, biri aşk… [16]

Vazifeden doğan ahlak dedik. Bunların sık sık tarifini yapıyoruz. Hemen her konuşmada yapıyoruz çünkü mecburiyet var. Söyleyeceğimiz esaslara temel. Riyaziye[17] dersi gibi… İlk dersi bilmezse sonu oturtamaz. Derler ki, çocuğun riyaziyesi iyi değil. İlk mektepteyken alamadı derler, yahut neyse ilk derslerindeyken zayıf gitti şimdi bir türlü olmuyor derler. O da öyledir. Hatta  onun gibi de değil, daha zor.

Eski konuşmalarda bulunanlar hatırlarlar: İnsanlık âlemi iki kelimeyi su-i istimâl etmiştir. Biri vicdan, biri de vazife… Hepimiz bunu konuşuruz: Efendim ne yapalım vazife. Vazife ama... Nedir vazife? Tarifi ne bunun? Söyleriz; vazife mukaddestir. Mukaddestir, güzel. Vazife, vacib-ul icra olan şeye denir. Yani açık, daha açık söylemek icap ederse, bu cümleyi açmak lazım gelirse: Yapılması aklen, kalben, vicdanen, örfen, manen, ahlaken yapılması insana mecburi olan şeye vazife denir. Onun içün mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyetten doğar, kutsiyet ahlakiyattan doğar, ahlak Zat-ı Bari’ye iman ile olur. Zat-ı Bari’ye iman ebediyete iman ile olur. Öyle bir şeceresi var bunun. Bu kanaldan gelecek. Biz icabında keyfi emirlere de vazife deriz. Bir tüccarın yanına girer, hayatı idame ettirecek bir maddedir. Mükeyyifata[18] taalluk etmiyor. Hayat, onunla devam edecek. Onu sen şimdi kaldır der. “Şu kadar ay sonra satacağız.” der. Hayata taalluk ediyor ama. Yani ihtikar[19] yapıyor. “Eee ne yapayım?” diyor. “Ben onun yanında çakışıyorum. Vazifemdir.” Vazife, olur mu böyle şey? Böyle şey mukaddes olur mu? Olmaz. Sen artık hepsini kıyas et. Bunun böyle bir şeceresi var.

Bir nebze aşktan bahsettik, bir nebze de vazifenin şöyle kabuklarından bahsettik. Gelelim akla: Akılda hissin galatlarını tashih eden bir kuvvedir. Meçhulden malumu çıkarır. Hissin galatlarını tashih eder. Güneşi bu kadar görürüz, tashih eder. Senin bulunduğun âlemden büyüktür, der. Adi misaller, hepinizin bildiği şeyler. Yalnız âlem-i hilkatte geçer. Ee biz yalnız âlem-i hilkate ait insan değiliz: Bizim bir yüzümüz âlem-i hilkate bağlı, bir yüzümüz de âlem-i kudrete bağlı. Âlem-i kudrete gelince tıkanır.

Âlem-i hilkat; işte ilmimizle, havasımızla, bilgimizle bildiğimiz ne kadar mevcudat varlık varsa, buna âlem-i hilkat derler. Birde âlem-i kudret vardır. Oraya gelince akıl tıkanır. Bizim âlem-i kudrete ait olan vücudumuz, hissemiz, âlem-i hilkate ait olan hissemizden çoktur. O namütenahiye gider. Âlem-i hilkatteki hissemiz nihayet, işte biliyorsunuz; dün bu gün içün rüya, bugün de yarın içün rüya… Bundan ibarettir. Orta yerde bir şey yok. Ruh-u beşerin namütenahi[20] temayülatını[21] kısa bir ömrün içine sıkıştırmaya çalışmamalı. Onun içün iman lazım işte. Kısa ömrün içine çalıştırıyor beşeriyet, ihtiras başlıyor, birbirini yiyor. İman girdiği dakikadan itibaren; kapıyı açınca ebediyeti görüyor, ihtiras duruyor. Anlatamıyor muyum acaba? Laf… Beşer biraz tenekecilikte ilerledi, Kudret’le arası açıldı. Yaratırım dedi, bir şey de yaptığı yok. O kadar hareket-i fikriyye de zavallı bir hale düştü ki; vahşet-i musannaya medeniyet diye tapmaya başladı. Musanna olan vahşete medeniyet diyor, bu gün ki insaniyet. Dimi? Medeniyet, hayat verir hayat almaz ki. Bas düğmeye bir milyon adam ölsün. Bu medeniyet midir? Hemen hemen her konuşmada söylediğim gibi, ilim Kudret’e şikâyet ediyor. Kurtar Ya Rabbi beni insanların elinden, diyor. Beni lazım gelen yerde kullanmıyorlar, diyor. Davacıdır ilim.

Efendim beşer ilerlemiş. Ne olmuş? Aya çıkıyormuş. Ne olacak, aya çıkarsa? Ne yani? On dört asır evvel onu Hazreti Muhammed (sav) söyledi. Daha ayın ne kıymeti var. Daha muazzam... aya çıkmak filan, bunlar bir gün gelecek bu odadan o odaya geçmek gibi olacak. Bunların kıymeti yok. Bunların hepsi haber verilmiştir. Beşeriyetin fahri ebedisi bunları birer birer haber verdi. Bunlar iş değil. Hilkatte en büyük yer kalptir, gönüldür. Burada bir keşif var mı? Evet, bir gün zulmeti çıra ile izale ediyordu beşeriyet. Azıcık terakki etti, yağ ile izale etti, kandille. Biraz daha mumla, biraz daha gazla, biraz daha işte şuyla.  Nihayet bir gün gelecek bu çıra gibi kalacak, elektrik dediğimiz bu hiç kalacak. Daha neler olacak, neler olacak. Güzel burayı bununla aydınlattık amma bu taştan, topraktan, tahta parçasından yapılan bir hücre bununla aydınlandı; asıl büyük bir saray var, gönül sarayında ne kandili yakıyoruz? Hiçbir şey yok galiba.

Karanlıkta kalmasa insan, insanı yer mi? O kadar zulmet içerisindeki, ondan dolayı yiyor insanlar birbirini. Canavarlar utanıyor, beşeriyetin yaptığından.  Bu kadar da küçülmüştür. Beşerin tarihinin bilindiği günden bu güne kadar, zengin olduğu bir gün yoktur. Bugün ki kadar da sefil olduğu bir gün yoktur. Sebebi aranıp bulunmuyor. O iri iri kafalar toplanıyor; işte, efendim iktisaden böyle olacakta, şu şu şöyle olacaktı… Yok efendim, yok! Onlar, onlar hiçbir şey çıkarmaz meydana, hiç. Ne kadar iri kafa gelirse gelsin yine bir şey olmaz. Olmaz. Sermayede eksiklik yok.

Kudret dört eşya va’z etmiştir, insanlar içün sermaye olarak: Hava, su, toprak, ateş. Dünyanın havası bu hava, o su aynı su, o güneş her gün ki yerinden doğar, her gün ki yerinden batar, bu toprak aynı toprak. Deden altı saat çalışırdı, şimdi on sekiz saat çalışılır, dedenin zamanında on nüfuslu bir ailenin bir tek adamı çalışırdı, şimdin onu birden çalışır, meğer biri hasta olsun da kalsın. Eee yine ne var, ne yok? Bir de fen yardım eder. Evveli bir aylık yola şu kadar zamanda giderdin, şimdi saniyede gidersin. Netice yok.

Sonra günah değil mi: Ömür, böyle sönüp gidiyor. İki gününü bir birine müsavi eden aldanmıştır. “Yarın güzel olacak!”, doğru bir lakırdı değil o.  Bugünü güzel yapmaya bak. Biz daima öyle; yarın şöyle olacak, öbür gün böyle olacak. Eee yarınla, öbür güne kadar getirdiğin ömrü geri alamazsın ki. Bizim asırlar böyle çürüdü. Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) öyle dedi men istevâ yevmâhu fe-hüve mağbûnun[22]  İki günü bir birine müsavi kılan adam aldanmıştır diyor. Dün on kuruş kazandı, bugün de on kuruş mu kazandı; o adam aldanmıştır. Dün mana itibariyle bu kadardı, bu günde bu kadar mı; aldanmıştır. Kıymetsizdir yani ya. Bunlar, bunlar acayip teselliler.

Yakut vakitle satın alınır. Fakat vakit, yakutla satın alınabilir mi? Gece ile gündüzün açılıp kapanması Kudret’in kaza-i ilahi mikraz[23]ıdır, makasıdır yani ya. Ömür kumaşını ve bütün hadisatı doğrar. Senin sayılı nefesini ölçülü vermiştir. Sen onu efendim, ben buna filan vitamini veririm de, filan şuyu veririm de, öyle şey yok. Ters anladın. Konuşmaktan da korkarım. Aleyhinde bulunuyor zannetme. Onlar sana nedir? O sayılı nefesini huzur içerisinde yaşattırır. Ona faydası vardır. O nefesi arttırmaz. Rüzgârda yanan mum vardır, fenerde yanan mum vardır. Anlatamıyor muyum? Yüz gramlık mumu buna da koydun, buna da koydun. Biri rüzgârda yanıyor, biri rüzgârsız yanıyor. Gramlar birdir. Ömründen bir dakikasını, sayılı nefesinden bir tanesi gittikten sonra kâinata sahip olsan da “Verin o bir nefesi, ben geriye alacağım.” desen veririler mi? Vermezler. Sen artık yarın böyle olacak, öbür gün böyle olacak. Bırak, bu günü yapmaya bak. Yarınla, öbür günle geçmez. Hep böyle geçti ömür. Hep böyle geçirdik.

Dört eşya: hava, su, toprak, ateş… Bu eksiklik yok. Yalnız bunun içerisinde bunu kullanmaklık içün bir şey eksildi. O eksilince hepsi çürüdü gitti. İnsanlık âleminde muhabbet kalmadı. Muhabbet niçün kalmadı?  Havas ile avam arasında muvazene[24] bozuldu. Neden bozuldu? Havasta merhamet, avamda o merhameti görüp hürmet kalmadı. İşin an yeri burada. Yüksek tabakada merhamet kalmadı. O merhameti aşağı tabaka görmeyince, hürmetini kaldırdı. Merhamet ve hürmet orta yerden kalkınca muhabbet kalmadı. Merhamet ile hürmet birleşecek, muhabbet namında bir çocuğu olacak, cemiyet teali-terakki edecek. Bu olmadıkça imkânı yok.

Bu taaa şeyden başlar, en ufak cemiyetten, ailelerden başlar hatta. Hangi ailede muhabbet yok, orada hakikatte nikah yok. Hangi şirkette muhabbet yok, iflas muhakkak. Bir millet hükümetini, bir hükümet milletini sevmezse inkıraz[25] muhakkak. Ne kadar zahiri kuvveti olursa olsun, muhakkak inkıraz edecek. Yıkılacak. Bunu kudret koymuş. Allah’ın(cc) koyduğu şey bozulursa, düzeltmenin imkânı var mıdır? Ona imkân yoktur, ona. Ne kadar kuvvet olursa olsun, talaş alevine benzer. Şöyle bir gözükür, ondan sonra yıkılır. Muhabbet esas.

Kaç defa söyledik? Allah’sız(cc) muhabbet, husumete götürür. İmansız aşk, ihtirasa götürür. Allah’sız(cc) irade hilelere götürür. Allah’sız(cc) hürriyet esarete götürür. Bu asrın modasıdır o: Allah’sız (cc)  hürriyet. Neticesi esarettir onun. Bir şey anlatamıyorum galiba? Düsturu tekrar edeyim: Bu sefer de kendim içün söyleyeyim; benim de hakkım var a. Allah’sız(cc) muhabbet husumete… Bunu herkes kalbine nakşetmeli… İmansız aşk ihtirasa, Allah’sız(cc) irade hilelere, Allah’sız(cc) hürriyet de esarete. Hiç başka bir yere kıpırdayamazsın.

Hem, Bezm-i Hakta[26] yer bulamayanlar, Bezm-i Hakta yer bulamayanlar, o zavallı fani madde ihtirasında birleşmek içün yer bulabilirler mi? Hakk’ın bezminde yer bulamayan insan; -ne bileyim ben- fani, zavallı, bugün güzel, yarın çirkin olan madde ihtirası içinde birleşmek imkânı bulabilirler mi? İşte hakiki inananlarla inanmayanlar arasında ölçü budur…

Allah’dan(cc) ne dâm[27] kurtulur, ne dâmı kuran. Yani Allah’dan(cc) ne tuzak kurtulur, ne tuzağı kuran. Sakın, zulüm kazmasıyla kabrini kazma. Buna çok dikkat et hayatta. Ne tuzak kurtulur Allah’tan (cc), ne tuzağı kuran. Böyle gelmiş bu, dikkat et. Fikren seyahate çık, bedenen çık gez bütün kâinatı göreceksin ki Allah’dan(cc) ne tuzak kurtuluyor ne tuzağı kuran. Bunu iyi bilmeli ki insanlar, hile ile ne bileyim desise ile kendi tedbirine mağrur olarak, ben biliyorum diye yaşayan kimseler, kaza tuzağında mahpusturlar, kaza tuzağında. Yakalanmıştırlar, hiç imkânı yok. Kaza tuzağında mahpusturlar.

Nice semayı deler gibi bakanları, nice yeri ezer gibi basanları yer yemiştir. Yer adamı yer!  Ahsız yaşa. Yer adamı yer! Nice Kudret’le azamet yarışına çıkıp, neler söyleyen dilleri kemikleri arasında un ufak yapmıştır. Üüü, hiç dinlemez Kudret. Hakiki dost bul, onun içün, dost, dost. Ahlak öyle der; “Dünya gamı çekme!” der. Dünya deyince, görülen bu mezahir[28] değil. Buna dünya demez ahlak. Hak ve hakikatten hangi şey seni alıkoyuyorsa ona dünya der. Yoksa bunların hiç birisine dünya demez. Mananın tarifinde dünya; bu görünen, bu mezahir değildir. Seni hangi şey hak ve hakikatten alıkoyuyorsa onun adına dünya der. Onun içün, onun içün gam çekme der. Sayılı nefesini canansız tüketme! der. İlk dersini böyle verir. Kıyl ü kal[29] eshabı, ehl-i taklittir, der.
Hani böyle konuşur filan, boyuna dedikodu. Bu ehli taklit… Bir memlekette taklit başladı mı, o memleket ilmen inkıraz bulmuştur. En tehlikeli bir iş,.. Buna çok dikkat etmek lazım gelir. Taklit nerde başlar, inkıraz başladı. Taklit tefekkürü kaldırır. Tefekkürde kalkınca teali, terakki etmenin imkânı yoktur. Bunu taklit ediyorsun, bunu nasıl yapacağım diye düşünür müsün artık? Bu düşünce kalkar. Hah, yıkım başladı işte. Dedeni görmüyor musun, dedeni? Bazen radyo bile söylüyor. Geçen akşam söylüyordu. Cumartesi mi neydi? Unuttum gününü: Garpta dedi, kralların kütüphanesinde, yüz iki yüz cilt kitap varken, tab edilmiş hem… hattat gayretiyle dedenin kütüphanesinde on binler, yüz binler vardı, diyor. Bunu söyledi. Ama sen dedene geri kafalı dersin. Niye? Sana bu evi aldı, bıraktı da ondan. Tarihin en eski efendisi olduğundan dolayı dersin. Medeniyetini taklit ettiğin âlemi asırlarca kendi hakimiyeti altında tutup, “Otur!” dediği vakitte oturttuğundan dolayı. O “Otur!” diyordu oturuyorlardı, şimdi bize “Otur!” diyorlar, biz oturuyoruz. Onlar geri kafalı biz ileri kafalı.

Mukallit aşktan ne anlar? Anlamaz. Mukallit aşktan bir şey anlamaz. Onların sözünün Hak meydanında itibarı yoktur ki. Neden? Bir defa büyük kitap [30] أَفَلَا تَذَكَّرُونَ diyor. Tefekkür yok, kıymeti kalmadı. Allah(cc), beni tefekkür etmeden kabul etme der. Tefekkürsüz imanı kabul etmez. Sen nasıl taklitle gezersin? Kendisini bile takliden kabul edeni, kabul etmez. Daha ötesi var mı? Kendisini, kendisini, tefekkürsüz; ben kabul ettim diyeni kabul etmez O. Takliden kabul etmez. Ehl-i taklidin merhameti olmaz. Tuzaktır. Sana hiç merhameti olmaz, sakın aldanma. Hülasa saadet-i beşeriyenin medarı ancak fazilettir.

Şimdi hedef menfaat olduğundan dolayı, mevzii konuşmuyorum ben; bütün dünya sahası üzerinde, hedef menfaat. Halbuki saadet-i beşeriyetin medarı[31] ancak fazilet… E nasıl yapacağız? Hepimiz öyle düşünürüz dimi ya: Hedef daima menfaat… “Ali bey bu işi yapacağız.” “İyi ama ne menfaati var.” diyoruz. “Ne fazileti var?” demiyor bugünkü insanlık âlemi, ne menfaati var diyor. Hah, menfaatin neticesi hiçbir vakit ihtirasat[32]-ı nefsaniye[33] tatmin olmaz kardeşim. Hiçbir zaman ihtirasat-ı nefsaniye tatmin olmuyor. Bugün zaruret içinde bulunan bir adam, “Şöyle on bin, yirmi binim olsa ben kendimi bir tenceremde pişirir, kapağında yer.” On bin yirmi bin olur, elli bin der. Elli bin yüz bin, yüz bin milyon, milyon bilmen nüvilyon, yine der o. Cibilli o. Tatmin olmaz. Bana bir kalp göster ki, bir vicdan bul ki; kendince arzu ettiği bir gayeye vardığı vakit müsterih olsun. Var mı? İman ve aşkın haricinde… Olmaz, ıstırabı sükut bulsun, var mı öyle bir şey? Bir zengin göster ki, servetine kani olsun. Bir büyük adam göster ki cahına, masasına kanaat etsin. Var mı? Adam boğar yahu. Yok o.

Onun içün iman ve aşk esas, onu çerçeveleyecek. Saadet-i beşeriyenin medarı ancak fazilet. Faziletin nefiste sübutu[34] ise yalnız Vücud-u Halika iman ile olur. Başka türlü olur mu? Düsturlar bozulmuş. Bugün insanlık âlemi, nokta-i istinadı kuvvet kabul ediyor. Hangi kuvvete dayanıyorsun? diyor. Hah, Kudret diyor ki; “Razı oldunuz dimi, siz buna?” diyor. Kuvvetin şeni’[35]nin neticesi boğuşmaktır. Kuvveti, Hak’ta kabul etmiyor. Hakk’ı, kuvvette kabul ediyor. Halbûki kuvvet Hakk’ın lazım-ı gayrı müfarıkıdır[36]. Hak kuvvetin lazım-ı gayrı müfarıkı değil. Bir şey anlatamıyor muyum? Mevzuu değiştireyim eğer anlatamıyorsam. Kuvveti Hak’ta tanımıyor, Hakk’ı kuvvette tanıyor. Hepimiz öyle.

Hangi kuvvete dayanıyorsun? Hah Kudret’te diyor ki; madamı ki siz Hakk’ı kuvvette tanıyorsunuz, kuvvetin şeni’nin neticesi de boğuşmaktır, boğuşun bakalım, diyor. İlim, gözleri kamaştıracak kadar ilerlemiş. Fen, akıllara veleh verecek kadar terakki etmiş. Felsefesi fikirleri durduracak kadar yürümüş. Ama ah sesi… Ah sesi ne olmuş? Nokta-i istinat, kuvvet olursa öyle olur; ah sesi tabi yükselecek, boğuşacak insanlar. Hayatı cidal diye tarif ediyoruz, dimi efendim? Konuşuruz bile hatta: “Efendim, hayat ne yapalım mücadeleden ibaret. Hiç olmazsa cihat de cihat. Cidal insanda olur mu? Cihat olur insanda. Hayatı mücadele diye kabul ediyor. Cidal. Cidalin neticesi paylaşmak, “Buyurun paylaşın!” diyor Kudret. Ama manaya ahlaka göre hayat teavündür[37]. Niçün yaşıyorsun? Düşmüşü kaldırmak içün. Neden düşmüşü kaldırıyorsun? Hiçbir zerre yok ki, Hak’tan hariç olsun. Ben oyum, o ben. Kendime yapıyorum. Ayrı değiliz. Hakkı, var olanı yok sanırlar, yok varlığına aldanırlar. Hak ayinedir, cihan gubarı[38]. Onu görmediğinden dolayı...Vücut bir vücuda münhasırdır. Bunu gördüğü dakikadan itibaren işin şekli değişecek. Deden bunu gördü, neticeyi sen kendin anla. Ne söyleyeyim cümlelerini biliyorsun dimi? Deden, dedeni iyi öğren.

Kalpteki hırs ancak nur-u imanla söndürülebilir. Başka bir şeyle söndüremezsin. Cibilli o. Ondan mahrum olan en halim insan icabında kaplan kadar huris[39] olur, kelpten akur[40] olur, aslandan mühteris[41] olur, tilkiden daha büyük hüd’akar[42] olur, hınzır dan şen’i olur. Sen insanı bilir misin ne kadar büyük o sıfatları aldığı vakitte, o manadan ruh-u menfuh ile kendisine ikram edilen sıfatlar elinden alındıktan sonra o acaba canavara benzer mi o? Benzer mi o? Hiçbir şeye benzemez.

Elestü bezminde, o hitapta bir emanet yüklendik, geldik kardeşim. Hakk’ın senden yegâne istediği, o emaneti noksansız O’nun huzuruna götürmektir. İşte o emaneti gören adama âşık derler. Aşkın bir tarifi de budur. Acaba anlatabildik mi? Ahlakın bahsettiği aşk bu. O emanetin adına da aşk derler. Yeni bir tarif bugün yapıyorum. Şimdiye kadar yaptığım tariflerin haricindedir. Yoruldunuz mu? Sıcak belki yoruldunuz.

Hülasa aşk insanın kalbinde vefalı bir dosttur. İnsanın kalbinde vefalı bir dosttur. Suretlerin lezzetlerini terk ettirir, zahmetlere tahammül ettirir. Terazisi de budur. Akıl der ki; “Altı cihetten dışarı canın yeri yok!” der. Aşk, “Hayır!” der. “Var!” der. “Yakını bul!” der. “Nice bin seyyarı var.” der. Akıl der ki -bu pazarı görmüştür o- “Alış veriş burada.” der. Aşk der ki; “Hem bu pazar içinde başka bir pazar var.” der. Akıl ancak tedebbürle[43] tefekkür eder, aşk ise tahayyülle[44] tezekkür[45] eder. Anlatamıyoruz galiba? Aklın işi tekellüfle[46] teessüftür[47]. Aşkın şanı tahabbüble[48] teellüftür[49]. Bunlar, bizim dedelerimiz bu sıfatlarla mücehhez olmuşlar... Vakıfnamelere bak, bak. İnsanlığı bırak sen, köpeklere yiyecek vakfetmişler. Tımarhanelere musiki heyetleri vakfetmişler. Musiki, saz. Deli tedavi olur diye. Garbında şimdi en son ihtiyar ettiği tedavide o. Asırlar evvel, onlar cin çarpmış diye yakıyorlardı deliyi, deden de -o senin geri kafalı dediğin deden- vakfetmiş servetini kazanmış kazanmış, öyle kapamamış yahut neyse yalnız varisime kalsın dememiş, tımarhaneye demiş deliler içün filan günü filan musiki heyeti fasıl yapacak, filan tedavi olacak. Sen öyle dedenin çocuğusun. Yine senin kanında vardır o.

Bu yirminci asrın manevi zehirli gazı sıkıldı, dünyanın her tarafına, elbette herkese isabet etti. Tozlanmıştır nakış ama; şöyle silkelersek, altından yine çıkar. Silkele, silkele, çıksın. Yine dedenin satvetini[50] sana Kudret versin. Üredi, türedi bir kavim değilsin hülasa. Var kökü var.

Bir defa Deden Hazreti Muhammed (sav)’e gönül vermiş. İşini çok iyi biliyor. Çok iyi biliyor. Kolay yerden işi halletmiş. Hüsn-ü nübüvvet burcundan onun kadar muazzam bir zat gelmemiş. Öyle bir zata gönül vermiş. Onun rahmet deryası namütenahi cuşe[51] gelir. Onun zat-ı şerifi bila vasıta Allah’ın (cc) zatından zahir olmuştur. Böyle zata gönül vermiş. Yerini iyi bulmuş. Kalbi Makam-ı Muhabbettir, ruhu makam-ı kuvvettir,  sırrı makam-ı müşahededir, Allah’ın(cc) kelam-ı nefsisi ile konuştuğu bir zat-ı âlâya gönül vermiş. Nasıl anlatayım sana? İyi anlatamıyor muyum? Bir tuhaf bakıyorsunuz da. Sözlerim bozuk. Öyle vermiş.

Gönlü verince, aşk tahakkuk eder. Tam insaniyet, o vakit işin şekli değişir. Çünkü âşık, ne Ahiret ameliyle meşguldür, ne dünya menfaatine taliptir. Anlatabildim mi acaba? Bizimkisi hep komisyonluk… Şunu yaparsam bunu alacağım, şunu yaparsam… Öyle değil, bunlar ölçü. Hakiki âşık ne Ahiret ameliyle meşguldür, - Ters anlama yani onu komisyonluk olaraktan yapmaz demek istiyorum.- ne Ahiret ameliyle meşguldür ne dünya menfaatine taliptir. O âlem-i ervahtaki hitabın lezzetiyle meşguldür. Onun içün her şeyin firakı … Onun içün her şey firakın zehri sayılır kardeşim. O hitaptan açıldım gibi gelir. Onun içün bütün mevcudatta, o hitabı duymak zevki, vardır. O hitabı duyma zevki olanda, hiçbir zerrenin hukukuna riayetsiz yaşamaz. İşte hiçbir zerrenin hukukuna riayetsiz yaşamayan kimsede artık nasıl olur? O bütün cemiyete sâri[52] olursa; o cemiyet nasıl olur? Onların hükmünü dinleyen verir. Benim söylememe lüzum yok. Böyle. Böyle idi deden. Böyle idi.  Ahhh ah.  Talip değilmiş dedim de; bir şey okuyayım bakayım bi, hoşuna gider mi, gitmez mi bilmem.

Efgan! figan yani ya.  Ne büyük hâil imiş râh-ı taleb de
Hep ehl-i taleb geldi figan eyledi gitti

Erbâb-ı dili gör, ne talep var, ne emel var
Hak ile gelüp Hakk-ı beyân eyledi gitti

Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse
Erbâb-ı sefâ, dilde nihân eyledi gitti.

İrfansız eğer şah-ı cihan olsa da insan
İnsanlık alemine ziyan eyledi gitti

İnsan ikiden hâli değil işbu cihânda
Ya cânını ten, ya teni cân eyledi gitti

Onlar ki bu âlemde gelip daldı sivâya
Hayvan gibi her işi yamân eyledi gitti ……[i] (Kasette bu bölüm duyulmuyor)

İnsan büyük bir varlık. Niçün tarif edilemiyor insan: Önce dedik ki; vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak. Vazife, aşk, akıl, kalp bunların hepsi mana-i insaninin birer vasfı. Demek oluyor ki; mevzunun esas rüknü insan oluyor. Fakat, bunu da layıkıyla tarif edemeyiz. Tarif edilmez. Kaba bir misal verelim: Bak burada biz bu kadar kimseyiz. Şu anda her birimiz başka türlü, içinden konuşuyor, dinliyor. Kaç vücuda sahipsin? Bir anda bir kabz geliyor; sıkıntı içindesin. O vücut başkadır. Bir anda bir bas geliyor; sürür içindesin. O vücut başkadır. Bir anda hal-i gadapdasın, bir anda hal-i cemaldesin. Bu vücutlar kaç vücut? Hangi vücudundan senin bahsedilebilir? Sonra insan; küll[53] halinde, nasıl tarif edilebilir? Kimisi memleketinde geziyor, hem dinliyor. Kimisi bir işini beraber yapıyor, hem dinliyor. Kimisi hem tenkit ediyor, hem dinliyor. Kimisi hem kabul ediyor, hem dinliyor. Bunların hepsini nasıl bir araya getirebilirsin? Namütenahi bir âlem, insan bu… Öyle kabul edilebilir mi?

On sekiz bin âlemin cana misâli sendedir
Bilki sensin ferdi cami’ Hak kemâli sendedir 

Hak kemâliyle cemâlin eyledi sende ayan
Sensin ol sun’ı İlâhi Hak cemâli sendedir    

Hâsılı sensin bilirsin ol hüma-i lâ-mekân
Kim bu eşyanın serâser hep hayâli sendedir    

Sana vasıl olmak için seyr eder bu ka’inat
Bildi ilham ile bunlar Hak visali sendedir    

(Ism-i a'zam rûh-u âlemsin) hakikat Gaybîya
Zahir u bâtın bu dehrin hep misâli sendedir[ii]

Bütün avalim[54]-i kâinatın zübdesi[55] hülasası olmuşsun, tarife girmez. O halde bu bütün varlığı adi bir şekilde elden kaybetmemek gerektir. Bunu kaybettirtmeyen müessesenin adına ahlak derler. Bir şey anlatabiliyor muyum?
İnsan, nazargâh-ı ilahi dimi ya? Gönül. Sarây-ı “lî maallâhi”, vallahi gönüldür[56] der. Çok dikkat et yaşarken. Hiçbir şeyi hakir görme. Hiç. Küçük görürsün, çok büyük şey vardır içerisinde; yıkılır gidersin. Görme.

Hak'tan bize haber verdi erenler 
Gönülde iste var Hakk'ı dediler
Hakk'ın cemalini ıyan görenler 
Gönülde iste var Hakk'ı dediler  

Gönül imiş çünkü Hakk'ın durağı 
Anda yanar imiş zatın çerağı 
Dile gör aşk imiş Hakk’ın muradı  
Her gönülde iste, var hakkı dediler

Bir noktadır yerden göğe bu âlem 
Sıfattır olan zatıdır can-ı âdem 
Nafahtü'den geldi bize gelen dem 
Gönülde iste var Hakk'ı dediler. [iii]

Biz gönülle meşgul değiliz, suretle meşgulüz. Öyle değil mi?  

Gafiller Hakk’ı göklerde arar, arifler de gönüllerde. Manaya düşman olmuşuz, her nedense. Kabahat yine bizde… Düşman ettirmişiz, kabahat bizde.

Mesela bazı gençler birçok fenler okuyorlar, maarif-i mütenevvi[57]’a, birçok bahisler öğreniyorlar, kâinata taalluk eden, semavata, mevcudata, arza, mesai-i içtimai[58]ye, bir takım hakayıka[59], bunlara ait malumat ediniyor. Sonra her insan bildiği şeyden söylemek ister, bu bir hastalıktır. Öyle değil mi? Her insan bildiği şeyi söylemek ister. Bir hastalık... Şimdi böyle bir genç, sözlerini söylemek istiyor. Güya manayı bilen bir kimse gibi karşısına çıkıyor; gel diyor boyuna. Hayır! O genç okuduğu şeye iman etmiş. İki kere iki dörde müsavi, sen onu baltalayabilir misin? Aptal. Bir şey anlatamıyor muyum ya? Günün yaralarından biri bu, en mühimi bu hatta… Ufak yara değil bu.

Fünun, maarifi mütenevvia, bunları tetebbu[60] etmiş, okumuş. Birçok bahisler öğrenmiş, kâinat hakkında. Sema, mevcudat-ı araziye, mesai-i içtimaiye, ne bileyim ben? Bir takım hakayık-ı fenniye. Öbür tarafta alaydan yetişme, kulak dolgunluğuyla, hikayat ile bilmem şununla, bununla, güya manayı biliyormuş gibi bir ara.. O adamda onu söylemek ister. Tesadüf eder, konuştuğu vakitte biliyormuş diye geçinen fakat hakikatte esrar-ı manaya tamamıyla bi-gane[61]: “He bo bu”  ne diyeyim ben;  dondurma kutusu gibi bir adam: İşitir işitmez, “Senin” diyor, “akide-i manaya muhaliftir bütün sözlerin.” diye hücuma başlıyor. O gençte bilmiyor. Ya nasıl söylüyor? Bu artık ölçüye girmiş, teraziye girmiş. Bu nasıl inkâr edilir? Bir kimsede demiyor ki ona... tabi o reddedince soğuk bir şekilde... Gençte o manadan soğuyor. Bırak canım, iki alay budala diyor, safsata. Soğuyor. Soğuttuk biz. Böyle bir gence biri çıkıp, nefsaniyet meselesine getirmeyinceye kadar... Şimdi iman mevzuu nefsaniyet meselesi olmuştur. Onun hakikatini de söylesen, artık nefsaniyet meselesi olmuş. Üüü kabul ettirmek zor. Çok çalışmak lazım…

Biri çıkıp demiyor ki; kardeşim, evladım sen kendi kendine git, bu manayı kendin müracaat et. Bu sözlerinin sıhhatini bugün, bu alaydan yetişmiş bu insanla konuşma. Bunun kökü vardır. Bunun membaı vardır. Bunun hazinesi vardır. Bu hazine, mini mini çocuğun sadrından pir-i faninin sadrında dahi mahfuzdur. Anladın mı? Bu kavl-i mücerret halinde değil ki, söz halinde değil ki bu, şunu icat eden adam Edison. Daha bu sene yazdı gazeten. Halet-i ihtizarında[62], ölürken, şu kasamı açın diyor. Açıyorlar. “Orda bir sanduka vardır.” diyor. Giran-baha[63] işlenmiş bir sanduka; onu da açın. İçinden bir kitap çıkarıyor: Adı Kur’an. Açıyor sure-i Nur’u, “Bütün yaptığımı bununla yapmışımdır.” diyor, bağrına basıyor, ölüyor. Sen daha hala bana sor; “Mümin mi öldü, kâfir mi öldü.” Bırak bu kafayı bırak bunu, adam bağrına basmış ölüyor, sen bana geliyor, “Mümin mi öldü, kâfir mi öldü?” Allah (cc) mısın sen? Âlemin imanının ölçüsünü ben mi ölçeceğim? Var mı sende öyle bir adam, şöyle açsın da ölürken; “Ben buna âşık olmuşum, bununla yapmışım diyen var mı bir tane? Sen pek pek ölüne okursun, mezarlığa.

Demiyor ki o gence; “Git kendin müracaat et, sözlerinin sıhhatine yer bulacaksın. Âlemin cehaletine kulak verme.” diyen yok. Netice ne oluyor? Mana olmayınca; kalplerde muhabbet, o sıcak, huzur olmuyor. Bir insan maddeten ne kadar yükselirse yükselsin: Değil mi ki; bu sesi çıkan şeyin (Üstad, göğsüne vuruyor.) içerisinde bir varlık var, yalnız bundan ibaret değiliz, bu cesedin nasıl gıdaya, yemeye, içmeye, havaya ihtiyacı varsa; buna taalluk eden mananın da imana ihtiyacı var. O gıdaya ihtiyacı var. Onu vermedikçe, evet bu doyuyor ama o içerde kıvrım kıvrım yaşıyor. Huzursuzluk meydana geliyor. Anlatamıyor muyum acaba? Mesele bu. Bu derdi bir türlü, emeller, bütün emeller - o olmayınca- bütün emeller, yalnız maişeti genişletelim. Manadan ayrılınca o zevk kalmayınca, buna kalıyor. Bu da ne istiyor? Havayı, gıdayı, şunu bunu, yalnız bunu genişletelim. İktisab[64]-ı cah[65], büyük masalar, büyük rütbelere sahip olalım. Ondan başka zevk bulamıyor çünkü. Manen buluğa ermiyor ki. Manen buluğa ermeyince, çocuk... Seksen yaşında da çocuk olur adam. Sakallı çocuk der ona mana. لَهْوٌ وَلَعِبٌ[66] diye tarif ediyor büyük kitap. Oyuncak diye tarif ediyor. Eee oyuncakla kim oynar? Çocuk oynar. Ama seksen yaşındaymış. Ona mana çocuk nazarıyla bakıyor. Anlatamıyor muyum ya?

Bu maksatları da kazanmak içün, her şeye başvuruluyor. O başvurulduğu vakit; can yanıyor, ev sönüyor, üüüüü canavarları utandırtacak kadar fiiller meydana geliyor, hülasa zulüm meydan alıyor, ayyuka çıkıyor. Bugün ki insanlığın inlemesindeki en büyük amil, yüzde seksenini bu teşkil ediyor.

Bunun bir kısmı daha var: Bir kısmı böyle... Bir takımları da, mana namına hareket etmek istiyorlar, iman namına. Fakat onun hiçbir hikmetini, hiçbir hükmünü, hiçbir aslını öğrenmeye lüzum görmüyorlar. Mirasyedi şeklinde, babadan kalma. Bunların da bütün mahsulleri, zavallılıktan ibaret kalıyor. Hiçbir şey elde edemiyorlar. Halimiz bundan ibaret. Bugün ki konuşma da bu kadar yeter.



[1]  Tesmiye : Ad verme, Adlandırma
[2]  Meşbu': Tok. Doymuş. Kanmış.
[3]  Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
[4]  Şeci': Kahraman. Yiğit. Şecaatli.
[5]  Hasîs: 1.Cimri, Pinti, Aç gözlü 
[6]  Sahi: Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen.
[7]  Gabî: Ahmaklık eden, budalalık eden.
[8]  Fehm: Ulu kişi anlayışlı iyiyi köyüden ayıran anlayış anlama
[9]  Safi: 1.Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. 2.Bozuk olmayan. Hâlis. 
[10] Münkad: İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden.
[11] Müsahhar: (Sihriyy. den) Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
[12] Hatır: Düşünce
[13] Mesrur: Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
[14] Havas: Duyu organları
[15] Meftur: Fıtremek. Asli vazifesine dönmek, tam kapasite vazife etmek.
[16] Diğeri “vazife” olsa gerek - Üstadın başka konuşmalarından mülhem
[17] Riyaziye: Matematik, Klasik Matematik
[18] Mükeyyifât: Zevkine, keyfe Keder, Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler
[19] İhtikar: 1) İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. 2) Bozgunculuk, sahtekarlık 3) Karaborsa
[20] Sınırsız, Sonsuz
[21] Temayülât (Temayül. C.) Meyiller, sevgiler, muhabbetler
[22] Keşfü'I-Hafa, 11,323.
[23] Mikraz: Makas
[24] Muvazene(t): 1) Denge, denklik, uygunluk  2) Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. 3)Düşünmek.
[25] İnkıraz: Sönme zeval bulma
[26] Bezm-i Hak: Hak meclisi
[27] Dâm: Tuzak,hile.
[28] Mezahir : 1)Mazhariyetler Lütuflar 2) Mazharlar, eşyanın görüldüğü yerler.
[29] Kıyl ü kal : Dedikodu, manasına kullanılan kelime.
[30] Saffat 155 أَفَلَا تَذَكَّرُونَ  Meali: Hiç mi düşünmezsiniz ( Elmalılı sadeleştirilmiş meali)
[31] Medar : 1) Sebeb, vesile 2)Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer.
[32] İhtirasat : Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar.
[33] İhtirasat-ı Nefsaniyye: Nefsin kuvvetli istekleri
[34] Sübut: Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.
[35] Şeni’: (Şenia)Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş, Pis karekterli.
[36] Müfarık: (Fark. dan) Ayrılan, ayrılmış. Müfarakat eden
[37] Teavün: Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.
[38] Gubar: Toz
[39] Huris: Haris son derece hırslı kimse
[40] Akur: 1.Yaralıyan, ısıran köpek. Kuduz, azgın köpek. 2.Çok şerir, kötü kimse. 
[41] Muhteris: İhtiras sahibi. Çok fazla hırslı istiyen.
[42] Hud'akâr: Farsça  Oyuncu, düzenbaz, hilekâr.
[43] Tedebbür: Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak.
[44] Tahayyül: Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak.
[45] Tezekkür: Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek. * Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak. *Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek.
[46] Tekellüf: Kendi isteğiyle külfete girmek, Bir zorluğa katlanmak
[47] Teessüf: Eseflenmek. Kederlenmek. Beğenmemek ve razı olmadığını ifade etmek.
[48] Tahabbüb: Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeyi istemek.
[49] Teellüf: Alışma, hoş geçinme. *Barışma. *Huylanma. *birikme
[50] Satvet: 1.Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. 2.Zorluluk.         gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
[51] Cuş: Farsça Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek
[52] Sari: (Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan.
[53] Küll: Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri.
[54] Avalim: Alemler, ilimler
[55] Zübde 1.(C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. 2.Bir şeyin en mühim kısmı. 3.Kaymak. 4.Her nesnenin iyisi ve hâlisi. 
[56] Üstad, Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin beytine atıf yapıyor

Sarây-ı “lî maallâhi” gönüldür
Tecellîhâne vallahi gönüldür
Ne istersen yürü var O’ndan iste
Hüdâ’nın ulu dergâhı gönüldür

[57] Mütenevvi’: Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
[58] İctimai : Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal.
[59] Hakayık: (Hakaik) (Hakikat. C.) Hakikatler.
[60] Tetebbu:Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
[61] Bî-gâne 1.Kayıtsız. Alâkasız. 2.Aldırışsız. Yabancı. Dünya ile alâkayı kesmiş olan 
[62] İhtizar 1.(İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. 2.Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması. 
[63] Giran-baha: Farsça  Kıymet ve pahası çok olan
[64] İktisab: Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
[65] Cah: Rütbe, makam, mevki, mansıb. Kadr, itibar.
[66] Ankebut Suresi 64: وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Meali: Bu Dünya hayat bir eğlence ve oyundan ibaret ve hakikaten son yurd (dâr-ı Âhiret) işte halîs hayat o amma bilselerdi (Elmalılı )



[i]  Kemali divanı

Aşkın beni rüsvây-ı cihân eyledi gitti
Yaktı çiğerim bağrımı kan eyledi gitti

Efgan ne büyük hâil imiş râh-ı talebde
Hep ehl-i taleb geldi figan eyledi gitti

Erbâb-ı dili gör, ne talep var, ne emel var
Hak ile gelüp Hakk-ı beyân eyledi gitti

Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse
Erbâb-ı sefâ, dilde nihân eyledi gitti.

İnsan ikiden hâli değil işbu cihânda
Ya cânını ten, ya teni cân eyledi gitti

Onlar ki bu âlemde gelip daldı sivâya
Hayvan gibi her işi yamân eyledi gitti

Esma’da müsemmâyı görüp fakre erenler
Eşyada nihân sırrı ayân eyledi gitti

Cânân ile can birliğini buldu rızâda
Rûhûnu rızâsile revân eyledi gitti

A’mâ ise de nûr-ı basiyretle KEMÂLÎ
Nâmını melâmette nişân eyledi gitti


[ii] Kasîde-i Devriye-i Keşf-ül-gata Li-Mevlânâ Hazret-i Gaybi Baba, Divanı.21

[iii] Sunullah Gaybi Baba Divanı.


Hak'tan bize haber verdi erenler
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Hakk'ın cemalini ıyan görenler
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler

Gönül imiş çünkü Hakk'ın durağı
Anda yanar imiş zatın çerağı
Ede aşkını hem Hakk'ın yarağı
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler

Maksut olan bu alemde insandır
İnsan dedikleri gönülde candır
Can değildir hakıykat-i canandır
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler

Bir noktadır yerden göğe bu alem
Sıfattır ol zatıdır can-ı adem
Nafahtü'den geldi bize gelen dem
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler

Gönül ili Hakk'ın gizli ilidir
Andan haber bilen gerçek velidir
Gaybi Hakk'ın yolu gönül yoludur
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
                                                Gaybı Sunullah

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017