156 (07.07.1963) 90 dk. (263)
Birine vazifeden doğan
ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın
membaı akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu söylemiştik. Gerek
vazife, aşk, akıl, kalp, bunların hepsi mana-i insaninin birer vasfı olması dolayısı
ile, mevzumuzun en büyük rüknünü insan mefhumu teşkil ediyor. İnsanın da iki
veçhesi var. Bir veçhesi âlem-i hilkate raptedilmiş, bulunduğumuz mezahire[1], yaşadığımız, zahirimizin
gördüğü sahneye, bir veçhemiz de âlem-i Kudrete raptedilmiş. Âlem-i hilkate
raptedilen kısmında, nispeten bazı şeyler söylenebilirse de, âlem-i Kudrete
taalluk eden kısmını layıkıyla tarif etmek beşere, takata verilmemiştir. Beşeri
kudretle insan, insanın hakikatini tarif edemez. Sebebine gelince; insan sahibi
kalptir. -Tabi burada mananın tarif ettiği kalbi murat ediyoruz. Yoksa hayvanın
da kalbi var.-
İnsan sahib-i kalp deyince,
bir sual çıkar. -Bununda var, şununda var.- İnsanda öyle bir kalp var ki;
Cenab-ı Hakk’ın feyizlerinin dâhil olabileceği bir mahal. Yani Allah(cc), lütfü keremiyle insanı kendisinden uzak
tutmamıştır. O kurbiyyeti[2], kalbiyle insan kazanmıştır.
Bu kurbiyyet, insana hususi bir mevki vermiştir. Binaenaleyh, ayine-i Hak
olması dolayısıyla insan, Hakk’ın bizatihi tam mazharı bulunması hasebiyle...
Hak Hakla tarif edilebilir. Hak beşerle tarif edilebilir mi? İlk söylediğim
sözdür, bilmem dikkat ediyor musunuz? Anlatabiliyor muyum? Biraz da zorca. Ama
zevk edinebilir, da tarifi güç olur. Zevki… Saatte uyku saatidir, ağırlık
vardır hepinizde, benim de neşem kaçar, sıhhatim de zaten o kadar iyi değil.
Demek oluyor ki, hülasa
edelim konuştuğumuzu; Mevzi-i füyuzu[3] yezdan[4] derunu kalptir. Allah’ın
(cc) feyizlerinin va’z olunduğu yer, insanların kalplerinin içidir. Türkçesi. Her
şeyin rayihası, o şeyin zatına delildir. Her şeyin kokusu, rayihası, o şeyin
zatına delil, kılavuzdur. Mesela Yakup aleyhisselam rayihasından maşukunu
gördü, bildi. Yusuf’un(as) kokusu geliyor, dedi. Anlatamıyor muyum acaba? İnsan
da, sefa-i derununun güzel kokularını duyduğu vakitte, hakikatleri bulmak
hakkını Kudret ona bahşetmiştir. Fakat insan o kokuyu bulmaklık hassasına malik
olduğu halde, o hazine kendisinde meknuz[5] olduğu halde, hayali onu
hakiki talibinden mahrum kılar. O ben hürüm diye yaşar, fakat zavallı; hayalinin
kölesidir. Hayaldir insanı, hakiki talibinden mahrum eden. İşte
ahlak ,insanı hakiki talibine sevk eden şeye derler. Bizim de konuşmamız bu
mevzu üzerindedir. Buradaki sözlerimiz, “İnsanın hakikatinde ne var? Nereye
gidiyor?, Kendinin asıl hüviyeti neden ibarettir?” bunları anlatmakla meşgulüz.
Bunları anlarsa ne olur? Sahib-i kalp olur. Dedik ya, aşkın annesi kalp.
Tabi, her konuşmamda tekrar
ederim, buradaki aşk romanda okunan aşk manasına değil: O nefiste hâsıl olan
sevginin anlatılışıdır, romanda okunan aşk. Bir de ruhta hâsıl olan bir
muhabbet var: O aşk, nefiste hâsıl olan aşk, ona şehvet derler. O iki kısma
ayrılır: Biri mezmumdur[6], biri makbuldür. Onları
henüz daha size tarif etmedim. Sağ kalırsam, Kudret müsaade ederse belki ilerde
tarif ederiz.
Fakat bu aşk, bunların
fevkinde… Öteki biter, tükenir, fani.
Bu, bunda şevk vardır, öbürkünde iştiyak vardır. Şevk ne demektir? Şevk daima
artar, iştiyakta doyar. Anlatabiliyor muyum acaba? Şevk, birisini seversin, “Ohh
dersin. Gittim doya doya gördüm, hamdolsun iştiyakım hasretim gitti.” Eksik
makamdasın. Gördün mü, daha artacaktı. Misalle daha iyi anlaşılmıyor mu acaba?
Gördün, hasretin teskin olduysa; eksiksin, noksansın. Henüz daha makam-ı aşka kadem
basmamışsın. Makam-ı aşka kadem bastın mı, o vakit daha artar, daha artar, daha
artar. Ona makam-ı şevk derler. Mana-i hakikatteki tarifi budur. Kudret’inde
bizden istediği, şevktir.
Netice itibariyle, demek ki;
Kudret bizden sahib-i kalp olmamızı istiyor. Kalp. Bizi bütün mevcudattan
ayırabilecek olan sıfat-ı mümeyyizemiz[7] kalbe sahip olmaktır. Zira
kalp, levh-i kudrettir. Nukuş-u[8] Aklı marifettir. Levh-i
mahfuzda ne yazılıysa, arş-ı rahmanda ne varsa, eğer sen sahib-i kalpsen; ikisi
birdir onun. Anlatabildim mi acaba? Aynen sende de o vardır. O ayrı gayrı değildir.
Birdir. Tabi onun içün onu, seda yok ki, lafız yok ki, elfaz, kelime cümle,
harf yok ki; onu beşer sokabilsin de tarif edebilsin. O bir haldir, yalnız
tadılır. Bilinir, anlatabiliyor muyum?
Her şahıs kendisinde eğer o
hal tecelli ederse ve ona sahip olmak içün de Kudret bizi bu âleme göndermiştir.
Bizim bu âleme gelişimiz.... İnsan bu âleme niçün gelmiştir? İnsan namını
taşıyan varlık, pis bir matahın, neticesi çürüyecek, cife olacak, kokacak,
fersude[9] olacak, bekasız bir
nimetin devamı içün birbirini yemeye mi gelmiş zannedersin? Birbirimizi kırmaya
mı geldik? Ne kadar gözünü kamaştıran ziynet varsa, kâinatta hangi saff-ı âli
vardır ki tezyinatı[10] ile gayet göz kamaştırıcı
bir tavan gösterir misin ki yere düşmemiş? Hepsi düşmüştür ve en nihayet Kudret
der ki; “Ben kendi elimle nakşetmiş olduğum, semavatın tavanını da bir gün
ibreti âlem içün ona da düş diyeceğim, işte o düştüğü vakitte kâinatı başka bir
hale sokacağım. Onu da düşüreceğim. Sizin elinizle yapmış olduğunuz tavanları
yere düşürdüğüm gibi, o saff-ı âlileri, kendi yaptığım tavanı da düşüreceğim. Anlatabiliyor
muyum?
Yani insan bu âleme niçün
gelmiştir? İnsan namını taşıyan varlık, -mevzii konuşmuyorum, bütün dünya
sekenesi üzerinde- bu insan namını taşıyan kütle, bu camia; fersude, matahın,
bekasız nimetin, neticesi çirkinliğe inkılap edecek olan... Kendi üzerinde al:
Eğer manaya sahip değilsen, hakikaten bir kalbe malik değilsen, içinde bir
zevk, bir Kudret tadı yoksa, bir necis kurusundan ibaret değil misin? Sendeki
dilberliği, sendeki anı veren, senin inkâr etmiş olduğun o mana değil midir? O
mana çekildiği dakikadan itibaren acaba senin yanında yarım saat: ne aşığın, ne
maşukun, ne annen, ne baban, ne evladın durabilir mi? Duramaz. Neden? Nedenini
de tarif edecek değilim ya.
O öpmeye kıyamadığın
dudaklardan, iğrenirsin. O koklamaya titirediğin yanaklardan, tiksinirsin.
Bakmaya, üzerine titrediğin gözlerinden, çekinirsin. Bu kadar da adisindir.
Peki, insan namını taşıyan varlık, bu âleme, neticesi cifeye inkılap edecek,
devamı bekası olmayan bir nimete talip olmaklık içün birbirini kırmaya, Kudret
tarafından gönderilmemiştir. Bunu da layıkıyla anlatan şeyin adına ahlak
derler. Ahlakın yeni yeni tariflerini yapıyoruz. Evet, ahlak insana hayatını
dünyada bulundukça, ömre süren hasret, öldükten sonra ebedi bir hüsran. Öyle
değil mi?
İnsanı zevk ile öldüren
şeyin adına iman denir, kardeşim. Sen düşün bir defa,
ekseriyetle Kudret – aciptir- inkâr sahasında bulunanlara, dünya denilen
saltanatı çok bahşeder. Aldığı vakitte çok acılığını tatsın diye. Anlatamıyorum
galiba? Sen düşün. Otuz sene kırk sene emek vermişsin, bir yığın debdebe,
muazzam bir saltanat, mükellef bir varidat, göz kamaştırıcı bir çoook mataha
malik olmuşsun: Fakat birden bire de, “Gel!” emrini almışsın. Onu aldığı
dakikada da Kudret, önüne bütüüüün o tecelliyi yığar: “Bunları da bırakıyorsun,
bak!” der. Bunları da bırak.
Onun sızısı da ayrıyeten
bir indimam[11]
yapar. Ama bunu söylemekle sakın atıl batıl ol manasına değil. İman
tecellisinde bunlar insanın kalıbında bir oyuncak gibi durur. Fakat iman
çekildiği vakitte, kalbin içerisinde bir küspe[12] halinde
durur. Ondandır zararı. Yoksa Kudretle ünsiyetin kuvvetli olduğu müddetçe, Kudret’in
naibisin, o eşyayı sen tasarruf edersin. Kudret sana o izni verir. Seni bir
eşya ile kayıtlamaz, bütün kâinat senin der. Anlatabildim mi? “Sen benim namıma bütün mevcudat üzerinde
sahibim. diye yaşa!” der. “Yalnız şunun malikiyim, yalnız bunun malikiyim
diyerekten” değil, “ben vücudumu Hakk’a vermişim, bu mevcudatta benimdir” diye,
“Yalnız idare etme tarzını senin göreyim, su-i istimal etme!” der. Bilmem
anlatabiliyor muyum acaba?
Öyledir, dünyada bulundukça...
Ömre süren bir hasret, bütün ömrün hasretle geçer. “Ah şöyle olacaktı, vah
böyle”... Bunlar hasret değil mi? Öldükten sonra da, ebedi bir hüsran-ı sermedi[13], bir de nedametten başka
arkada hiçbir şey bırakamazsın. Eğer mana ile Hak ile kuvvetli ünsiyetin yoksa…
Az ünsiyetin varsa yine onlar nedamettir, yine hasrettir. Lafız halinde
kalmışsa. Çünkü, iman kısım kısımdır. Henüz iman-ı zevkiye çıkmamışsa, yine
ondan ibarettir o.
Hasret, nedamet, sahife-i
eyyamından silinemeyecek kadar kötü, bir şöhret. Bunları bırakma der. Öyle bir
ömür geçir ki, öyle bir ömür geçsin ki; o iman zevkinden sende öyle bir neşe
hâsıl olsun ki, öyle bir kalbe sahip ol ki -anlatamıyorum diye cümlelerin
üzerinde geziniyorum, tekrar tekrar ediyorum. İyi anlatayım diye.- o neşeden, bir
semavi nağme icat eyle kim, Cibril-i aşk şehper-i[14]
kutsisini, mızrab-ı saz etsin sana. Belle bunu, gayet güzeldir bu,
bulamazsın. Bir semavi nağme icat eyle kim, bir semavi nağme icat eyle kim,
Cibril-i aşk, Cibril-i ışk şehper-i kutsisini, mızrab-ı saz etsin sana. “Sen
neşe mi istiyorsun?” diyor, “Sen zevk mi istiyorsun?” diyor, “Sen sefa mı
istiyorsun?” diyor, “Sen bu âlemde tatlı bir yaşayış mı istiyorsun?” diyor…Heee,
istiyor musun? “Senin bulunmuş olduğun âlemde, senin sazının mızrabı, aşk Cibril’inin
kanadından yapılır.” diyor. Sen öyle bir nağme icat eyle ki -bir semavi nağme-
o nağme çalınırken o sazın mızrabı Cibrilin kanadından gelsin. Başka türlü sesi
çıkar. Anlatamıyorum galiba? Ne bileyim ben?
Bir semavi nağme icat eyle
kim, Cibril-i aşk şehper-i kutsisini, mızrab-ı saz eylesin sana. Onun zevki o
vakit geçmez. O vakit hususi kul olursun. Öyle Allah’ın(cc) hususi kulu mu var?
...
Öyle buyuruyor. Bunu da
söylemedim. Bunu da söyleyeyim bugün size. Yavaş yavaş zevkim geliyor. Ama
sahib-i kalp olursa… Zor mu, bu sahibi kalp olmak? Hem zor, hem kolay... Sakın
aklına da bir şey gelmesin, belki sual sorarsın; “Sen sahibi kalp misin?” diyerekten.
Yok, ben plak… Hani nasıl burada makine söylüyor, bende onun gibiyim.
İşittiğimi sana naklediyorum. Bende olmamakla, sende olmamaklık lazım gelmez.
Herkes vazifelidir, iyi şeyi anlatacak. Ama kendinde olmaz. Belki sende olur.
Gönlüne bir şey gelmesin. Büyük kitap da öyle der; yani Allah (cc) der ki,
konuşur konuşur da; [15]لِمَن
كَانَ لَهُ قَلْبٌ
“Ben
bunları
söyledim ama, kimin kalbi varsa ona ona hitap ettim.” der. Yani bu söylemiş
olduğum söz, Kudret’in kendi sözüdür. Söylüyor söylüyor لِمَن
كَانَ لَهُ قَلْبٌ
Kimin
kalbi varsa ona aittir. Bunu o kalbi olan anlar. Bazısında da et parçası
olurmuş. Mudga[16],
et parçası. Yalvaralım kudrete ölmeden bize kalp versin. (Amin) Yaa,
yalvarmalı. Günah değil mi? Koca bir ömür, bedava gidiyor.
Şimdi, “Bir şey
söyleyecektin, sen yine oradan kaçıyorsun” dersin. Söyleyeyim mi bari onuda?
Yavaş yavaş niyetimi değiştirdim. Belki caiz, belki değil. Hani hususi bir
insan olursun diyorum. Hak içün hususi bir insan. Demek ki Kudret’in böyle... Kısım,
kısım mı insanlar? Elbette kısım, kısım. Azap bile kısım kısımdır. Mesela,
Cenab-ı Huda beyan eder: “Bazı günâhkarlar vardır ki” der, “Ben onların
seyyiatını”.... Öyle kirler vardır ki; suyun temizleyemediği kiri toprak,
toprağın temizleyemediği kiri ateş temizler. Onun içün, nâr diyoruz işte. Âlemi
nâra tarh[17]
ederiz, orada hor hakir kalırlar. Eee zaten ateşe girdi, nâra girdi. Neden hor
hakir? Bir de ayriyeten, “bazı günah, bazı cinayetler, bazı rezaletlerin
sahibini oraya atarım” diyor. Bir kısmına da diyor ki; “Oraya atarım. Orada da
hor, hakir kalırlar” diyor. Bu ikinci ne? O oraya girdikleri vakit; orada
bulunanlar, “Sen bizden de alçakmışsın.”, onların da tecavüzüne uğrarlar.
Anlatamadık mı acaba? Dünya hapishanelerinde de öyledir. Bazı mücrimler girer;
“Yahu sen bu kadar adi şeye tenezzül etmişsin ha... Bizde mücrimiz ama hiç
olmasa bizim yapmış olduğumuz kabahat bir şeye benziyor, tuu.” der. O bir tane
vurur, öteki gelir bir tane vurur, beriki bir tekme vurur… Âlem-i maad[18] da öyleymiş. Huda öyle
diyor. Orada diyor “Hor, hakir kalırlar”. Yani, ehli nâr da onlara, hücum
ediyor.
Huda buyuruyor; “Bazı
insanlar var ki “ diyor, “Ben onları ne cennet için yarattım, ne cehennem içün
yarattım, ne sevap içün yarattım, ne azap içün yarattım, ne ikab[19] için yarattım. Ancak
kendi muhabbetim içün yarattım”. Anlatabildim mi acaba? Ayrılıyor sınıf.
Bunların her birisi doğramacı dükkânından çıkmıyor. Bu sahnede yine insandan
çok…
Öyle diyor kendisi. “Ben
diyor, ben diyor bazı kullarım var ki; bunları ben ne cennet içün yarattım, ne
cehennem içün yarattım, ne sevap içün yarattım, ne ikab içün yarattım, ancak
onları kendi muhabbetim içün yarattım”. Bir şey anlatamıyorum galiba?
Biraz kalp hakkında şöyle
ufak şekilde bazı şeyler söyleyebildim kanaatindeyim. Netice olaraktan demek ki;
kalb-i insan, Bab-ı Rahman oluyor. O halde Nazargah-ı Mevla oluyor. Burada
insanlara dikkat olunacak kapı açılıyor. Bilinmez… Define nerededir bilemezsin
ki. Muazzam bir saray görürsün fakat toprağını kaz altından bir kuruş çıkmaz.
Bir harabe görürsün bakarsın ki, kazarken bir define çıkar. Çok kelli felli
insan görürsün, dışı hoş, içi boştur. Çokta zahirisini zavallı görürsün, dışı
boş fakat içi hoştur...
Yuvarlanır, yıkılır, çöker,
geçer gidersin. Sende kalsa iyi: Zürriyetine geçer. Acayip bir şey... Onun içün
insan daima dikkatli yaşamalı. Bu hususta çok dikkatli olmalı. Ahlak adama
kalbini muhafaza ettirir. Kalbini bir adam hıfz[20]
etti mi, neticede kendisi mahfuz[21]
olur. Bir kaide-i külliye. Kalbini hıfz etti mi bir adam... o az bir zaman
sürer, çok değil. Eğer gayret eder de şöyle birkaç ay. Ama zor tabi, imtihan
eder. Tam olurken rap bir hadise çıkar, canın sıkılır, bozuluverir. Biraz şey
ettin mi, tam kalp muhafaza haline geldi mi, ondan sonra mahfuzsun, hiçbir şey olmaz.
Kurbiyyet insana, Hak öyle
diyor ya; “Ben insanı kendimden uzak tutmadım.” Demek ki; Hazreti İnsan, Hakk’a
çok yakin olduğundan dolayı, sahibi kalp olan kimse, kalbinden başka bir yere
müracaat etmez. Bak iş ne kadar kolaylaşıyor. “Yakın dururken uzağa gider mi
ya?” Beyazıt-i Bestami’nin dediği gibi... [22]وَنَحْنُ
أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ der büyük kitap. Allah(cc) diyor ki; “Biz
size can damarınızdan daha yakiniz.” Tabi can damarı da bir sahadır, bir
varlıktır. Bunu makamı tefhimde[23] söylemiştir. Ondan da
daha yakin olması icap eder. Ondan da daha yakin olması lazım. Biz size can
damarından daha yakiniz. Sevdiği biri gelmişte, birisinden şu işi talep
edeceğim demiş. Tabi bu büyük insanlar hakkında… Biz yapsak olur mu? Olur, ama
biz dayanamayız. Sonra şirke kadar gideriz biz. Şöyle yapsaydım böyle yapsaydım
daha büyük benlik gelir, o başka. Kemale ermiş, yani sahib-i kalp olmuş, kalbe
sahip olan insanlar hakkında bu. Allah(cc) diyor ki: “Ben size can damarınızdan daha yakinim.”
Hazreti Bestami’nin yanında
söylemiş: Yahu demiş siz hiç okumaz mısınız? Nasıl iman taşırsınız? Kudretle
münasebetiniz yok mu? Yahut çürük müdür imanınız? “Nedir” demiş? Kudret resmen
ilan ediyor ki; “Ben size can damarınızdan daha yakinim.” Bu kadar yakınlık
olduktan sonra, niye gider de ağyara yüz suyu dökersin? O yakini bırakır da
neden ağyara gidersin? Şimdi size burada bir kolaylık göstereyim ben.
Zor bir yere girdim, belki siz
de şaşırırsınız, mevzuu zor: Tevhidin sırrına, varlığın birlikteki sırrına agâh
olur da, hariçteki vücudu bir vücuda münhasır kılarak, o vücudu Hak’ta
boşaltarak, Hak namına müracaat edersen ikilik olmaz. Fakat, “Ben bu işimi
Ahmet’ten bekliyorum.” dedin mi, çok yuvarlanırsın. Anlatamadım galiba? Şöyle
bir misal vereyim sana, daha iyi anlayasın; Hazreti Musa bir gün çok
hastalanmıştı. Midesinde kuvvetli sancı var, ıstırabı var: Dedi ki Allah’a(cc);
“Fena haldeyim, duramayacak vaziyetteyim.” “Git filan yerde bir tabip var, seni
tedavi etsin.” Musa (as) Kelimullah[24] dedi; “Ya Rabbi senden
istiyorum.” Hak, Celal sıfatıyla muamele etti o vakit, Hazreti Kelime. Dedi,
“Neden ayrı görüyorsun? Şafi ismimi o elden tecelli ettireceğim, git.”
Anlatabildim mi acaba? Yine anlatamadım. Neyse, bu kadar dilim dönüyor. Sen
anladığın kadar anlat.
Bugün ki mevzuumuz kalp
üzerinde. Hep orada dolaşıyoruz. Evvela dedik ki; Kalb-i İnsan, Bab-ı
Rahman. Her insanda var mı, yok mu? Bakacaksın bende kalp var mı, yok mu?
Onun işaretleri var. Kalp mi var, yoksa et parçası mı var? Kalp. Bir anda
umur-u kevniye[25],
derunundan zevahirine[26] çıkabilmişse, girmemişse
sahibi kalpsin. Yanlış anlama, “Mezahiri[27] terk et!” manasına değil,
muhabbetinin karargâhını.... zira Kudret; “Kemal-i revdetiyle[28] devlet-ü marifetini,
merhamet-ü saadetini kendi Zat-ı Pakini Hazreti İnsanın kalbine vab[29] ettim” diyor. Bu tadı
duyabiliyor musun? İkbal[30] ve idbar[31] zamanında, aynı zevkte
yaşayabiliyor musun? Sahib-i kalpsin. Ölçü bu. “Yok, ben yaşayamıyorum!” “Henüz
sahib-i kalp değilsin.” Yalvar al.
Tabi bu, biraz da kolay iş değil,
biraz zor tabiatıyla… Eğer herkeste kalp olmuş olsaydı, biraz evveli söylediğim
gibi; insan namını taşıyan bütün insanlar, o büyük varlık, neticesi laşe olan laşe-i
dünyaya… O değil midir? Hangi şey var ki cifeye inkılap etmiyor? Kudret bunu imtihan
içün buraya öyle kevn ü fesat[32] âlemi demiş. Kevn ü fesat
âlemi demesinde, bir hikmet vardır. İçin titrer, “Aman!” dersin bir yemek
pişerken, “Ne güzel kokuyor!” dersin, kokusundan büyük bir hasret gösterirsin. Yemek
önüne gelir: Beş on lokma aldıktan sonra, “İstifra edeceğim, çıkaracağım. Yahu,
ısrar etme!” dersin. Ne oldu? Değişti işte, fesada inkılap etti.
Taşıtan manadır mevcudatı,
mana... O manada tekâmül ettikten sonra eşyada fark kalmıyor. Bu
bahse girmez o. O son sınıfın şeyidir ki, ben onu nasıl anlatayım? Fakat, takliden anlatayım. Mesela Şeyh-i
Ekber öyle der, Muhyiddin i Arabi: -Büyük adam onlar.- Bir himarın[33] anırmasıyla, en yüksek
bir musiki şinasın bir kemanda yapmış olduğu en böyle katı bir şeyi harekete
getirecek bir vaziyetteki taksimindeki zevkin arasında fark durursa, henüz
kemal yoktur der. En dilara hasna müstesna, paluze[34] tenli bir kızla, en uyuz bir
köpek arasında bir adam fark gördü mü, henüz ind-i ilahi de marifette müsavi
değildir, der. Anlatamıyor muyum acaba? O ayrı o. O sınıfta yine ayrı. O hangi
sınıf? İşte biraz evveli dedim ya? Huda diyor ki; “Benim bazı insanlarım vardır
ki; ben onları ne cennet içün, ne cehennem içün, ne sevap içün, ne ikab içün,
ne azap içün yaratmadım. Ya? Yalnız kendi muhabbetim içün. İmtiyazlı.
Bunlar gibisi değil,
Masuniyeti[35]
var onların. Hem alınmıyor da onlardan. Hani dünya masuniyeti gibi değil,
dünyada masuniyet verirler, alırlar icabında. Kanunen alınması icap eder,
alırlar. Fakat Huda verdi mi masuniyeti, hiç alınmaz. Kendi de almıyor. Koca
bir ferman vermiş: “İymelü maşi’tün” demiş. Ama o, o oda kadar
uzun boylu şey ki o. Üüüüü.
Bak ben bir misal vereyim
size. İymelü maşiitün: İstediğini, Habibim söyle onlara istediğini yapsın sual
sormayacağım. Nasıl olur?
Hatip İbn-i Beltea[36]… Fahri Âlem’in, Mekke’nin
fethi içün bir planı var. Plan hazırlanmış. O planın hazırlanmasında bazı zevat
Peygamberin birçok işlerine agâh olma hakkını alan insanlar. Hatip İbn-i Beltea,
Mekke’de müşrik olan akrabasına yazmış. Şu şekilde, şu şekilde, şu vaziyette,
şu vaziyette, bir plan hazırlanmıştır. Haber veriyor. Bir kadının saçları
arasına konmuş, plan-ı nebi kaçırılıyor. Yani haber veriliyor. Hükümet-i subhaninin
büyük elçisi, Cenab-ı Cibril “ma” emr-i ilahi geliyor. “Hatip İbn-i Beltea
senin planını haber veriyor. Filan kadın vasıtasıyla yoldadır. Gönderin
aldırın.” Şimdi, şaşırmış herkes. Nasıl iş?
Hazreti Ali ile bir zatı,
“Gidin çevirin alın” demiş. Epeyce uzak, açılmış. Çeviriyorlar. “Sizde bir şey
varmış, verin.” “Yoktur!” diyor kadın. İnkar ediyor. Hazreti Ali diyor ki:
“Namahremsin, elimizi sürmeyelim. Saçlarının arasındaymış kâğıt, çıkar.” Ne
yapsın? Getiriyorlar. Bütün ekabir-i eshab toplanmış. Herkesin rengi uçmuş ……………………………………..
Soruyor Resul-ü Zişan;
“Yazı sizin midir?” diyor. “Evet” diyor. İmza, o vakit imza yok. Mühür. “Sizin
mi?” “Evet.” “Niçün yaptınız?” diyor.
“Affedin!” diyor. “Oradaki benim kavmi kabilem zayıf. Orada kalan akrabalarıma
sahip olacak kimse yok. Haberdar olsunlar diye yaptım.” Ömer, derhal kılıcı
çekmiş, “Müsaade et!” diyor, “Ya Rasulullah. Bu içimizde hainmiş. Bunu ben
imha edeyim.” Peygamber (sav) der şöyle taltifkar bir vaziyette eline böyle
vuruyor; “ Ömer ne sen bir şey yapabilirsin, ne ben, ne de Allah. Bunun elinde
fermanı var.” diyor. Bu Eshab-ı Bedirdendir.” “Bunda bir imtiyaz var” diyor.
Ama bunun inceliğini
düşünürsek, sende o fermanı görürsün. O, öyle bir zaman ki; tarih de, yani
tarih dersek, hilkat-i âlem-i âdemden bu ana kadar böyle bir harp olmamış.
Olmaz da. Müşrikler karar vermişler, artık son karar: İmanın mukadderatını orta
yerden kaldırmak ve bunlara dünya kuvvetleri de dâhi olabilecek vaziyette
hazır, böyle bir vaziyette… Karşı taraf atlı, beri tarafta at yok, hiçbir şey
yok. Teçhizat-ı harbiye yok, üç kişiye bir kılıç düşmüyor. Böyle bir vaziyette.
Bir Lailaheillallah davası
açılmış, aklın kabul etmesine imkân yok. Çünkü akıl bir şeyi kabul edebilmesi
içün, ya madde olacak... Masa yok, kasa yok, ordu yok, hiçbir kuvvet yok,
hiçbir zahir yok. Öbür taraf bütün dünya ile beraber, beri tarafta bir avuç
insan var. Akıl kabul etmiyor ki. Evet iman başka; iman kabul eder, ayrı ama
şimdi aklın ölçüsüne koyduğumuz vakitte, böyle on dört asır geçsin de… Üüüü,
Almanya’da birçok insan Hazreti Muhammed (sav) desin, ilim adamı kafasını
büksün. Bilmem Amerika’da birçok insanlar boyun kessin. Mini mini çocuğun
sadrından, piri faninin sadrın da dahi binlerce insanın kalbinde mahfuz kalarak
bir harite-i kutsiye-i maneviye olan bir kitap... Kâinatta var mı bir kitap ki,
milyonla insanın hafızasında ezber edilmiş dursun? Yok ki. Kâinatta var mı
böyle manevi bir kitap ki; dünyanın aktar-ı cihanında, radyosunda okunsun?
Kâinatta var mı öyle bir şey ki; netice itibariyle günün her tarafına, her
saatine taksim edildiği vakitte -gece olan yer var, gündüz olan yer var, gündüz
olmayan yer var, yarı şöyle olan yer var- orada evet Muhammed Allah’ın
resulüdür diyerekten semaya doğru yükselebilen bir yerden bir seda çıksın.
Yüzünü görmemiş, sözünü işitmemiş, ne Protestan teşkilatı gibi bir para sandığı
var, ne misyoner teşkilatı gibi hattı zatında bir para teşkilatıyla insanlara
yayın yapacak bir teşkilatı var, az çok içinden de birçok hasım çıktığı halde,
yine dimdik ayakta dursun, milyonla insanı tutabilsin, bir varlık. O gün akıl
bunu kabul etmiyor ki. Akıl bunu kabul etmediği dakikada, işte o üç yüz on üç
adamın içerisinde gelmiş demiş ki; “Beni nerede kullanacaksın sen. Ben de bu
işin fedaisiyim.” Kudret bunu zapt etmiş. Bu insanlardan ben sual sormayacağım.
Anlatabiliyor muyum acaba? Ayrı iş bu… Onun içün Mevlana der ki;
Ver
yekî aybî büved bâ-Sad hayât,
Ber-misâl-î
çûb bâşed der-nebât
Der-terâzû
her-durâ yek-sân keşend, [37]
Aşağısı
hafızama gelmedi, meali şöyle: Aşkı ilahiyle mücehhez olan bir insanın, bir iki
suçundan dolayı âlem-i maad da muaheze[38] olunacağı zaman, Kudret
onun seyyiat[39]ını
da kendi terazisinde hasenat olarak satın alır, der. Ama bundan biz kendimize
hisse çıkarmayalım. Biz daha iman mertebesinde bile değiliz. O makam-ı aşka
söylüyor. O ayrı o. Bize deseler ki, şurada hak ve hakikat meydana çıkacak
fakat filan yerde senin kellen gidecek… Ooo. Yahut sende, beş yüz bin lira var,
bunun dört yüz doksan bin lirasını vereceksin, orta yere bir saadet doğacak.
Cıss. Bu söylediğim adamlar, geldiği vakitte Huzur-u Nebi’ye diyorlardı ki;
Peygamber (sav), “Teslim misin?” “Teslimim.” “Seni filan yerde, filan müşrik,
şu şekilde parçalayacak.” Bu sözü işitir işitmez, başlardı semaya. İşte
tekkelerde vaktiyle dönmeler, semalar, onların taklididir. Orada bir aşk
geliyor, “Ahh, bende cam-ı şahadeti içecekmişim” diye, kendinden geçiyor, vücut
harekete başlıyor. Feleğin deveranından bir hisse alıyor. Malum ya bütün eşya
devranda… Anlatamıyor muyum acaba? O
ayrı o? Bu gibi insanlarda böyle bir hal olursa, Huda, bunları kantara kor; seyyiatını,
hasenat diye tartar. Gayet de güzel misal veriyor, tabi Mevlana bu…
Ver yekî aybî büved bâ-Sad hayât,
Ber-misâl-î
çûb bâşed der-nebât.
Görmez misin diyor,
şekerciden nöbet şekeri aldığın vakitte, samanla beraber satar. Nöbet şekeri
samana ipe takılıdır, teraziye koyduğu vakitte - Kâğıdıyla beraber diyelim,
bugün ki tabiri kullanalım. Ya bunun kâğıdı var filan demezsin. Kâğıdına da
şeker parası alır şekerci.- Allah(cc) da onun iyiliği tartarken kötülüğünü de
beraber iyilik diye tartar diyor. Anlatamıyoruz galiba.
Ver
yekî aybî büved bâ-Sad hayât,
Ber-misâl-î
çûb bâşed der-nebât. ….. ila ahirihi
Bunlar tabi... Ben sizi
manayı kabul etmiş, imanın zevkine çıkmış kimselersiniz diye mezunun bu kısmına
girdim, yoksa maddenin kesafetinde kalanlar bu kısma (el hareketi yapıyor) yapar
geçer. Kitabı, parasının üzerindeki yazı olan insan, bu sözden bir şey anlamaz.
Benim içün kitap der, paranın üzerindeki yazıdır. Yüz mü yazılı, beş yüz mü,
bin mi? O ayrı o. Benim içün saadet der, ihtirasat-ı nefsaniyyem kabardığı vakit,
fırsatı bulunca ben o ihtirasat-ı nefsaniyyemin sahasını bulabildim mi? İşte
saadet odur der. O insanlara ait değil bu bahis. Bu geliş ve gidişindeki gayeyi
duymuş, sefayı derununundan almış olduğu rayiha-i tayyibe ile maşukunu
koklayan insana aittir. Sebeb-i hilkatin marifet olduğunu bilen kimseye
ait.
Marifet, ama bir de marifet
vardır insanların tarif ettiği, umumun; o değil. Marifet, dedikodudan ibaret
bir bilgi değildir. Marifeti ekseriyet, bir dedikodudan ait ibaret bir bilgi
zanneder. Marifet, doğru hisse sahip olarak, Hak ve hakikati bilmektir. Efendim
çok âlim adam. Nereden belli? Beş tane lisan biliyor. Bana ne. Evvela kendi
seviyesi, sonra karısı, sonra çocukları... Sana bir faydası yok onun. İnsanlığa
ne hizmet etmiş? Hangi gönlü fethetmiş? Şu kadar hayvan yükü kitap okumuş; kendi
malı değil. Ver herkesin malını kendine, kendininkini göster. Bazı insan
vardır, bilgisiyle çok övünür: İyi ama azizim, kendininkini göstersene. Sen
aldığın yerin hepsini yerine ver bakalım; senin ki nerede?
O bankanın veznedarına
benzer. Veznedarın önünde böyle binlikler falan durur, o sayarken filan, nede
olsa insan beşerdir, bir tuhaf sayar kendi kendine filan. Kalemin uçları sivri
sivri, kalemle şöyle iter. Kırmızı kalemle böyle yapar. Şöyle şöyle yaparaktan
kendinde bir ahenk hisseder. Fakat demetleri sayarken, içinden de bir tanesini
yanlış saysa, eksikse derhal
kızarır, telaşa düşer. Kendinin değil çünkü. Nasıl ben bunu öderim filan gibi...
Bir beş yüzlük eksik, tekrar çabuk çabuk çabuk sayar, tamam çıktı mı, bir
rahatlar şöyle. Âleme... Âlemin malı o, senin kendi malın nerede? Onun içün
marifet, dedikodudan ibaret bilgi değil.
Marifet insanı Hak zevkiyle doldurur. Vahdetin sırrını duyurur. O vakit
birleşme başlar. Birleşme başlayınca çalışma başlar, çalışma başlayınca sevişme
başlar, ondan sonra teali terakki başlar. Ondan evvel başlar mı? Laf başlar. Ahlakta tarif böyle,
ben başka tarif bilmem. Ahlak tarifi böyle yapıyor. Marifet diyor; semeresi,
vesile-i refah-ı saadettir, mahz[40]-ı
insaniyettir, bâis[41]-i
istirahat-ı kalptir. İnsana Hak zevki doldurur, vahdetin sırrını duyurur, o
sırrı duyunca birleşme başlar, sen beni yemezsin ben seni yemem. O birleşme
olunca çalışma başlar. Mesela, bunun adi misalleri bile var. Ufacık
misalleri... Bakıyoruz garpte; bir adam bir işi buraya kadar getiriyor, ondan
sonra gelen bunu buradan alıyor buraya kadar götürüyor, ondan sonra gelen alan
bunu buraya kadar götürüyor, ilerliyor. Bizde bir adam gelir buraya kadar
getirir, ondan sonra gelen ona haset eder, yıkar tekrar buradan başlar.
Kardeşim ne olur buradan başlasana yürüsene buradan öteye. Yok. Yine yıkacak
buradan. Yine buraya kadar gelir. Ya ömür kâfi gelmez ölür, ya yıkılır gider.
Ondan sonra gelen, oda onu beğenmez yine buradan. Ha, bir adım ilerlemenin
imkânı yok.
Muhabbet yok ki. Orada öyle değil: Adam buradan alır.... Ömrü kâfi
gelmez adamın. Bütün hadisatı ihata etmeye bir ömr-ü beşer kâfi mi? Buraya alıp,
buraya getirdi mi, onun yerine gelen bunu buradan alır, bozuğu varsa düzeltir,
buradan alır buraya kadar gider. Öteki gelir buradan alır buraya kadar gider. E
tabiatıyla yürür gider. Sen buradan alırsın, yook der. Rap buraya. Yook, hadi
buraya, hadi buraya, say boyuna dur. İnsan sureti rahmandır sevecek
birbirini, sevecek.
Bu Kâinatta yekvücut olarak
çalışmak istendi mi, Kudret kapıları açar. İstenmedi mi açılmaz. Birisini
yaraladığın vakitte, kendi cismimi yaralıyorum diye yaşayacaksın. İntikam
alıyorum diye yaşadın mı, yıkılırsın. Ne intikam alacaksın. Ne var Kâinatta?
Kim var ki, hangi ateş var ki yerini küle bırakmamış? Var mı Kâinatta bir ateş, yerini küle bırakmasın? Yer
adamı yer. Nerede deden? Birisini yaraladım, ben kendimi yaralıyorum. Kendi
cismimi yıkıyorum, ben kendi kendimin merhametsiz bir düşmanıyım kanaati
geldiği gün, Kudret kapıları açmıştır. Yürü ondan sonra… Yoruldunuz mu? Sıcak,
saat de uygun değil. Neyse, şurada bir iki şey okuyayım size de keserim merak
etme fazla sürmez.
Demek ki, insan sahib-i kalp olacak olursa; Kudret onun, o Kudret’in nazargâh[42]ı
oluyor. O vakit ferş[43]ten
arşa kadar olan yer, O’nun nazarında sivrisineğin kanadı kadar kalmaz.
İhtirasat-ı nefsaniye o vakit imha ediliyor. Bir yere meftun olur... Şimdi
mesela hepimiz çalışırız.
İnsan niçün mesut olmaz? Herkes mesut olmayı başka türlü tarif eder. Hep
tarifler yanlıştır. O şeylere malik olduktan sonra olmadığını anlar. Mesela
bazı adam der ki; “Şöyle ben günde... Hayatımı intizama koydum, şu kadar bir
gelirim olursa; işte mesudum.” Kudret ona onu verir. Yine mesudum diyemez.
Ağzından der, fakat içinden razı değildir . İşte şu olsa bu olsa filan… Kendi
hesabımıza çalıştığımızdan dolayı mesut olamayız. Yanlıştır… Ama yine kendi
hesabına çalış ama seni O çalıştırsın. Mesela; şu vücut de bir insan aklını -bunu
bir fabrika tasavvur edin, bu fabrikanın da en büyük çarkı, örfün lisanında
çarkı, akıldır. Dimi?- Sen bu fabrikayı kendi hesabıma, kendim çalıştıracağım
dersen iflas edersin. Huzursuz yaşarsın. Bu fabrikada onun namına çalış.
Anlatamıyor muyum acaba?
Mesela akıl; sen bu aklı kendi hesabına çalıştıracak olursan, o kadar
muacciz[44],
o kadar müziç[45] bir
vasıta olur ki; mazide hayatında ne kadar geçirmiş olduğun âlem-ı ekdâr[46]
varsa, hepsini önüne diker, bir defa seni huzursuz eder. Etmiyormuş gibi, henüz
vukuu tahakkuk etmeden, ilerde ne kadar mahuf[47],
korkunç hadiseler varsa, olmuş gibi onu da önüne diker. Sen bunun ikisinin arasında
bocalar durursun. Fakat bunu Kudret’e teslim eder de onun namına çalışacak
olursan; Kâinatın tılsımlı bir anahtar olur, meçhulleri açarsın.
Mesut adam, O’nun hesabına çalışırsa o mesuttur. Saadet oradan doğuyor.
Hâlbuki hepimiz oraya çalışıyoruz. İnanan da inanmayan da ona çalışır haa.
Tezgâh O’nun, sermaye O’nun, servet onun ve kendi de diyor; [48]وَنَحْنُ
الْوَارِثُونَ Mirasçı benim diyor. Hepinizin
mirasçısı benim, diyor. Hiç vermez bir şey, şu kadar vermez. Hiç. Çalıştırır,
çalıştırır, çalıştırır, çalıştır, haydi istikamet karşıki çukura. Şu kadar
vermez. Vallahi vermez. İster inan ister inanma. Kendi hesabına çalıştırır. Bu
saltanatı kurdum da
çalışacaksın der. Çalıştırır. Ama ism-i dalale mazhar ol, batıl üzerine
çalış, şaki ol… Ama ism-i hidayete mazhar ol hidayet üzerinde, saadet üzerinde
çalış, çalışacaksın. Çalıştırır, karşı ki çukura der. Mirasçı benim diyor.
Yalnız, eğer şeye talip olursa, imana manaya, onu almıyor. Diğer verdiğini
alır. Bazı insanlar yanlış konuşurlar; alır verir diye. Öyle değil. Onu verdi
mi, onu almaz. Onunla gider.
Bunun farkına vardı mı insan… Mesela deden bunun farkında yaşardı. Ama Kâinatın efendisiydi. Sen zannetme ki şeydi. Sen dedenden zengin değilsin. Her
cihette, maddeten de manen de… Üç kıtada hükümdarlık etmiş. Krallara taç
giydirmiş, izin vermeden krallık yapmamış. Var mı tarihte böyle bir adam? Sen
böyle bir dedenin çocuğusun. Onu bırak, züğürt değil senin kökün. Türkiya, isminden
bile sen şey al, zevk al. Türk ismi, kötülüğü terk ettiğinden dolayı o isim
verilmiştir. Terk manasına.. Neden konmuş bu isim? Çirkinliği terk etmiş, şerri
terk etmiş. Hakikaten de öyledir, manaya çok hizmet etmiştir. Asırlarca mananın
bekçisi olmuştur. O kadar şerefli insanlar. Ahhh neler, neler. Okumuşu da
okumamışı da...
Mesela yetiştim, tulumbacı kahveleri vardı. O, böyle iç fanilası gibi
giyer siyah şöyle, bazılarında böyle işaretler mişaretler tulumbacı yemenisi
filan… Şöyle hava karardı mı tulumbacı reisi kahvenin köşesinde oturur, kendi
arkadaşları avenesi insanları her neyse… Mesela bir genç kız gidiyor,” bak Veli
yahut Nuri, filan beyin kızı geç kalmış, elli adım geriden takip et, evine
kadar git.” Vefaya bak. “Elli adım geriden takip et.” Bu toprak, senin deden… “Elli
adım geriden takip et. Filan efendinin kızı geç kalmış.” Öyle şey adamlar
değil. Sen zannetme deden böyle. Yook.
Muazzam kafası var, mükellef. Kütüphaneler meydanda. Kütüphaneler
meydanda. Her sahada, her ilmin banisi denecek kadar büyük. Musikide, tıpta,
kimyada, riyaziyede… Almanlar Marifetname’nin fen kısmını basmışlar, iki yüz
seneden beri nerede bırakmışsa biz bir adım bile ilerlemedik diyorlar. İbrahim
Hakkı iki yüz sene evveli yazmış bırakmış, biz daha bir nokta ilerlemedik. Öyle
diyor. Ben de okuyorum, okuyorum anlamıyorum. O bir semaya gidişi var adamın,
üüüü sanki semada ne vardı... bir şaşırır adam. Burçlar içinde bir gezişi var.
Adım adım mı gezdin mübarek adam, nasıl gezdin sen? Lenfavî[49] bir
mizaç olursa şöyle olur diyor, tıp bahsinde, safravî bir mizaç olursa şöyle
olur diyor ve bu iki mizaç da, şöyle olursa, bu bununla evlenirse böyle olur,
şu mizaçlı adam şu mizaçlı insanla evlen… Kaç doktora sordumsa bilmedi. Bilmiyoruz
dediler. Bilmem bileni varsa… Bana tesadüf etmedi. Yani deden zengin, zengin, çok
zengin, her sahada zengin… Bir ratib[50] bir
yâbis[51]
tahlilleri var.
Onlar hem kâinata sahip hem kalbe sahip. Ben şimdi bunu niye söylüyorum?
Korkuyorum böyle söyleyince… Yani feragat edin manası gibi gelir de, ondan
korkuyorum. Öyle değil. Dünya böyle elinde oyuncak olacak, kalbinde de Hakk’ın marifeti
tülu[52] edecek. O tülu eden marifetle böyle dünyayı böyle çevirecen böyle. Gözün uyuyacak, kalbin uyumayacak. Sahib-i
kalp olan kimselerin; gözleri uyur, kalpleri uyumaz. Onlar Rablerinin huzurunda
daima bir bil-putet[53] ederler dedi Hazreti Muhammed
(sav). Olmasak da üzenmek de bir zevktir ya. Şimdi ben mesela bunu söyledim.
Üzenmek de bir zevk. Gönül bir yere muhabbetini bağlıyor, sonrasında rahat. Bir
şey okuyayım size bakalım. Dinliyor musunuz, yoksa yoruldunuz mu? Ne bileyim?
Birisinin mecnunuyem
Âlem onun divanesi
Bir Yusuf’un meftunuyem
Bir Yusuf’un meftunuyem
Her hüsnün olmuş ayinesi
Bilmem ne hali sirdürür
Hep gördüğün bildürür
Daim aşk ile pür[54]dürür
Can-ı dilin peymane[55]si
Şimdiki söylediğim şeylerin hülasasını bunla
bitiriyorum:
Bilmem ne hali sürdürür
Hep gördüğün bildürür
Daim aşk ile pürdürür
Can-ı dilin peymanesi
Bağ ile bostan istemem
Huri-i gılman istemem
Mülk-i Süleyman istemem
Hoştur (Pestîr[56]) gönül viranesi
Şah beyit bu, bir daha okuyayım bunu.
Bağ ile bostan istemem
Huri-i gılman istemem
Mülk-i Süleyman istemem
Hoştur (Pestîr) gönül viranesi
Kalmaz cihan baki bize
Arz etme afakî[57] bize
Bir cam sun saki bize
Bir cam sun saki bize
Ayılmasın mestane[58]si
Ya. Bu da şah beyitmiş
ya. Bunu da bir daha okuyayım.
Kalmaz cihan baki bize
Arz etme afakî bize
Bir cam sun saki bize
Bir cam sun saki bize
Ayılmasın mestanesi
İnsan, sureti rahmandır. Gönül yap. Ona ait de bir şey okuyalım:
Yüzüne ehl-i nazar suret-i rahman dediler.
Okuyanlar o kitabı ana Kur’an dediler. (Nesimi)
Sâdahanı hafıza sor kim ne biler kaş ile göz,
Hak ile batılı fark edici Furkan dediler.
Gönül veren insan makbul insan oluyor. Huzur ararsan bulamazsın öyle.
Öyle değil. ….
...batın hemen bir zat-ı mutlaktır görünen bu merayaden[59].
Bunu böyle okurlar, birde böyle okurlar.
Melamet sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden.
[60] وَلاَ
يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ Bana gönlünü vermiş de, o verdiğinden dolayı;
alçağın onun üzerine tecavüz etmesinden korkusu olmayan insanlar. Onlarda kavga
olmaz, senin dediğin, benim dediğim şu bu olmaz.
Melamet sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden.
Temaşa-i Cemal lazım ne hâsıl kuru davaden.
Olduydu olacaktı, dediydi diyecekti. Benim dediğimdi, senin dediğindi.
Hü’vel evvel; evvelse benim, hüv’el ahir; ahir aranırsa yine benim, zahir;
görünense yine benim, batın; yine benim. O halde; bu Kâinat bir ayinedir. Bu
ayine de görünen, yalnız benim diyor, Allah (cc). Bunu gör.
Şöyle bir misal getireyim sana: Yüz, iyi dinle biraz şeyli… Yüz, yüz
görülür bir yüze yüz ayine tutsan. Anlatamadım mı acaba? Yüz, yüz görünür bir
yüze yüz ayine tutsan. Yani bir yüze, yüzlerce aynalar tutsan, yüzdür görünen
gerçi fakat, yüz yine birdir. Yüz ayine tuttun, yüz ayine de yüz tane yüz
gördün fakat o yüz yine birdir. Anlatamadık mı acaba? O yüz yine birdir. Yüz,
yüz görünür, bir yüze yüz ayine tutsan, yüzdür görünen gerçi fakat yüz yine birdir.
Şöyle bir misal vereyim de anlaşılsın: Cenab-ı Peygamber (sav) dedi ki;
“ Bak Ali’nin yüzüne, ibadettir” dedi. “Bak Ali’nin yüzüne, ibadettir” dedi.
Haşa Peygamber (sav), -Ali, Hazreti insandır- şirk mi söyledi? Hayır! Her varlıkta Hakk’ı görmeye bak, bazı ayine
daha parlak olur. Bazısının sırrı dökülür de adama göstermez. Anlatamadık mı?
Bazısı şöyle taşı maşı aynası kalın malın böyle daha güzel haa. Anlaşıldı dimi?
Zevk edin, zevk edin... Bir daha okuyayım burayı, hoşuma gidiyor. Kendim için
okurum bunu dimi? İnsan şarkı söyler kendi kendineyken, kimse yokken dinleyen. Kime
söylüyor? Farkında değildir ama o. Güzel bir musiki yapar, kendi söyler. Dinleyen
yok. Hiç kimse yok. Kendi dinliyor, kendi. Bura ilen konuşturur, burasından
dinlettirir, zevk verir. Kaç vücudun var biliyor musun? Konuşan vücudunla
dinleyen vücudun bir biriyle zevk alır işte. Yüz yüz görünür bir yüze, yüz
ayine tutsan. Yüzdür görünen gerçi fakat yüzü yine birdir.
Ey
mürg-i seher, aşk zi pervane biyâmûz.
Gân sûhterâ, cân şed ve âvâz niyâmûz (Şeyh Sadi Şirazi)
Gân sûhterâ, cân şed ve âvâz niyâmûz (Şeyh Sadi Şirazi)
Ey bülbül, ey seher
kuşu! Aşktan dem vuruyorsun, güle olan zevkinden bahsediyorsun, feryat
ediyorsun, bağırıyorsun. Git aşkı pervaneden öğren. Yanar, gık demez. Atar
ateşin içerisine, mumun üzerine atar, kendisini yakar gık demez. Git ondan
öğren.
Burada ne incelik
var bilir misiniz? Bülbül, gülün aşkına düşmüştü diyor, Sadi. Feryat etti
ağladı, hiç bir vakit gülü de unutmadı. Daima ağızlarda kaldı. Pervanede, muma
âşık olmuştu. Fakat o kurtardı kendisini. Ne figan etti, ne ağladı. O narın
içerisinde –attı- nur oldu. Bülbülde vücut vardı diyor; feryat ediyordu.
Anlatabildim mi? Biraz son sınıfa ait bir yerlerdir. Tabi Sadi, geçen
konuşmamda da söylemiştim ya; bir Fransız edibi bunu okurken oğlu olmuş. Müjde
eylemişler, “Bir oğlunuz oldu.”, “İsmini Sadi koyun” demiş. Sen beğenmezsin
dedeni.
Hafız-ı Şirazi divanını
yapıyor, kendi divanını. O da büyük adam; neler söylemez, ne incelikler
söylemez. Mesela -her vakit söylerim ya onu da- “Ahhh! Her haram olan şey, rakı
gibi adamı şarhoş etseydi bakalım yolda giderken ayık kimi görecektin.” Yetimin
hakkını yer, sarhoşluğu olmadığı için meydana çıkmaz. Ahhh! Her haram olan şey, rakı gibi insanı
şarhoş etseydi; bakalım ayık kimi görecektin. Hikmetle dolu; yazmış, hocasına
götürmüş. Ne adamlar var o vakit. “Efendim, Sadi’nin ki kadar olmuş dimi?”
demiş. “Güzel!” demiş tabi, ne diyecek nazik adamlar? Ne evet der, ne hayır müphem bırakır. Ehl-i halin âdeti o dur. Adamı ne
çabuk çabuk tasdik eder, ne çabuk çabuk reddeder. Şaşırırsın sen. Acaba beğendi
mi beğenmedi mi? O gece Hafız rüyasında; rüya bu ya Cennet âlemini seyrediyor,
cennetin hususi varlığı,
Keşefe’d-düca bi cemalihi, belaga'l Ulâ Bi
Kemâlihî
Hasünet cemiu hısalihi Sallu aleyhi ve alihi [61]
diyerekten raks yapıyorlar. Sema öyle oluyor.
Musiki oradan oluyor. Sabahleyin gitmiş yine hocasına, bu sefer diyor ki hocası
hafıza, Hafız-ı Şiraziye; “Hafız!” diyor, “Bu gece de senin divandan yapmadılar
cennete âlemi” diyor, Sadi’den yaptılar. “Farkında mısın?” diyor. Şifa ara.
Sıcak hava, yoruldunuz. Bu gün ki konuşma bu kadar yeter.
[1] Mezahir:
Şereflenmeler, Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları.
Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir)
[2]
Kurbiyyet: Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle
yakınlaşmak.
[3] Füyuz:
Feyizler, inayetler, keremler
[4] Yezdan:
1) Cenab-ı Hak 2) (Mecusilerce) Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri
mevhum mâbud.
[5] Meknuz: Gömülü
define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
[6] Mezmum: Zemmolunmuş.
Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[7] Mümeyyiz(e):
1.Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden. 2.İmtihandaki talebenin bilgisini
imtihan ederek yoklayan kimse. 3.Gr: Tırnak işareti.
[8] Nukuş: Resimler, nakışlar.
[9] Fersud(e):
Farsça 1.Eskimiş, yıpranmış. 2.Eski,
yırtık.
[10]
Tezyinat: Süsler. Ziynetler.
[11]
İndimam: Pişman olma.
[12] Küspe:
Şeker Pancarı gibi meyvelerin özü/suyu şeker veya başka bişey yapmak için
sıkılıp alındıktan sonra, hayvanlara yem yapılarak değerlendirilen geriye kalan
posası. Cevherini kaybetmiş yemlik atık
[13] Sermedi
: Daimî, ebedî, sürekli.
[14] Şehper:
Farsça Kuş kanadının en uzun tüyü.
[15] Kaf
seresi 37. Ayeti Kerime: إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ
وَهُوَ شَهِيدٌ Meali: Şüphesiz ki, bu söylenende kalbi olan ve şuurla kulak
tutan kimse için uyandıracak
bir ihtar vardır.
[16] Mudga:
Çiğnenebilecek kadar küçük et parçası.
[17] Tarh:
1.Uzaklaştırmak. 2.Vaz' etmek. 3.İndirmek. 4.Bırakmak, elinden atmak.
5.Yerleştirmek. 6.Temel bırakmak. 7.Mat: Çıkarma.
[18] Âlem-i
maad: Ahiret âlemi.
[19] İkab:
Şiddetli azab, eziyet, ceza.
[20] Hıfz:
1.Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza.
[21] Mahfuz:
1.(Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. 2.Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış.
3.Korunup gözetilmiş. 4.Gizlenmiş, saklanmış .
[22] Kaf
suresi 16. Ayeti Kerime: وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ
وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ
الْوَرِيد
Meali: Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin
kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.
[23] Tefhim:
Anlatmak, bildirmek.
[24] Kelimullah:
Allah'ın kendisiyle konuştuğu kimse anlamında Hz. Musa (a.s)'a verilen isim
[25] Umur-u
Kevniye: Kâinatla, oluşla ilgili şeyler, işler
[26]
Zevahir: 1.(Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. 2.Göze çarpan yerler. Yüksek
yerler
[27] Mezahir:
Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları.
Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir)
[28] Arzu
etmek, murad etmek, sevmek, rüzgarın hafif esmesi, mühlet vermek
[29] Vab:
Ulaştırmak, vardırmak.Toplamak, cem'etmek.
[30] İkbal:
1.Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin
önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. 2.İstemek. (Bak: İdbar)
[31] İdbar:
1.Geriye gitmek. Geri dönmek. 2.İşlerin ters gitmesi. 3.Talihsizlik.
[32] Kevn ü
Fesâd: Var olup sonra bozulmak.
[33] Himar:
Merkep, eşek.
[34] Paluze:
Nişasta ve şeker kullanılarak yapılan
bir Osmanlı tatlısı
[35] Masuniyet:
Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık
[36] Eshâb-ı
kiramın Muhacirlerinden ve Bedir harbine katılanlardan. Resûlullah’ın, Mısır
kralı Mukavkıs’â gönderdiği, elçisidir. Nesebi (silsilesi), Hatîb bin Ebî
Beltea bin Âmir bin Seleme bin Sa’b bin Sehl el-Lahmî’dir. Ayrıca Amr adı ile
de bilinmektedir. Künyesi “Ebû Muhammed” veya “Ebû Abdullah’tır. Kendisinin
Yemen’de Kahtanî kabilesine veya Necm bin Adiyy kabilesine mensûb olduğu
zikredilmektedir. Babası, Ebû Beltea’dır. Doğumu hakkında kesin bir târih
bildirilmemiştir. 30 (m. 650) senesinde Medine-i Münevvere’de vefât etmiştir.
[37] Mesnevi
1 cilt 1998-1999 beyitler.
[38] Muaheze:
Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid
[39]
Seyyiat: Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.
(Kur'an-ı Kerim tahliye-i seyyiatı üç mertebesi ile zikretmiştir. Birincisi
şirki terk, ikincisi maasiyi terk, üçüncüsü mâsivâullahı terk.)
[40] Mahz
: 1)Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs.
Hulus ile muhabbet 2) Ta kendisi
[42] Nazargâh
/ نظرگاه : Bakılacak yer.
[43] Ferş:
Yeryüzü, döşeme, yaygı, seccade.
[44] Muacciz:
Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık
[45] Müz’ic:
İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
[46] Ekdâr: (Keder. C.) Kederler, acılar, üzüntüler.
[47] Mahuf: Korkulu.
Tehlikeli.
[48] Hicr
suresi 23 Ayet-i Kerime: وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ
وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali : Her halde Biz, kesinlikle hem hayat verir, hem öldürürüz. Hepsine
varis de Biziz.
[49] Lenfavi mizaç: Bedendeki kılcal
damarların ve onlarda dolaşan kanın yoğunluğunun etkilediği davranışlar
[50] Ratib: Yeşil nemli ıslak. Taze olmak
[51] Yâbis: kuru rutubetsiz.
[52] Tülu: Doğma, doğuş.
[53]
Bil-Puted: Saygı halinde olmak, yüz yüze
imiş gibi tapınmak
[54] Pür: Çok,
dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler
yapılır)
[55] Peymane / peymâne / پيمانه :
Büyük Kadeh
[56] Pestir:
Başımızdan ziyade manasına, yeter de artar
[57] Afaki /
afakî / âfâkî / آفاقى / آفاَقِي / اٰفَاق۪ي : 1) Kâinat ve içindeki hâdiselere âid.
Nefsin haricindeki âleme dair. 2) Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin
zıddı.) (Objektif) 3) Nesnel (arapça)
[58] Mestane
: Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.
[59] Meraya:
1.Aynalar. Mir'âtlar
[60] Maide
suresi 54. Ayet-i Kerime: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن
يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ
يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ
لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ
وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meali:
Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, duysun: Allah onların yerine,
kendisinin sevdiği, onların da kendisini seveceği, mü'minlere karşı boyunları
aşağıda, kafirlere karşı başları yukarıda, Allah yolunda savaşan, dil uzatanın kınamasından korkmayan bir kavim
getirir. İşte o, Allah'ın bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsanı
bol, her şeyi bilendir.
[61] Kemalatı
ile yüksek derecelere ulaştı Cemali le karanlıkları açtı
Bütün huyları güzeldi Ona ve âline salat edin! Şeyh Sa’di Şirazi
Bütün huyları güzeldi Ona ve âline salat edin! Şeyh Sa’di Şirazi
0 yorum:
Yorum Gönder