157 (14.07.1963) 93 Dk. (264)
Vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak tesmiye[1]
etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menbaı[2]
akıl, ahlakın da masdarı[3]
kalp olduğunu hemen hemen her konuşmada tekrar ediyoruz. Gerek kalp, vazife,
aşk... yine tekrar edelim ki; ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, romanda okunan
aşk manasına aşk, değil. Ahlak der ki; sen mecla[4]-i
hazreti ahadiyetsin[5].
Ne demek? Sen Hakk’ın emanetini hamilsin. O emanet zevki sende bir tecelli
yapar, bir hal yapar. Mevzuu dağıtalım da toplayalım.
Allah (cc) tecelli-i zatisiyle tecelli ederek, zahir olan bu
varlık, henüz bildiğimiz bilmediğimiz bir umum mevcudat... Tabi bildiğimize
nispeten bilmediğimiz namütenahi. Biz çok zavallıyızdır. Kendimizi bilmiyoruz
ki, hüviyetimizi[6]
bilmiyoruz, mahiyetimizi bilmiyoruz. Biliyor muyuz mahiyetimizi? Aklımız var
deriz, tarif edemeyiz. Ruhumuz var deriz, gösteremeyiz. Daha nice nice şeyler. Kalbimiz
var deriz. Hatırımızdan acaba hutur[7] eden
şeyin sayısını sayabilir miyiz? Bir günde ne kadar şey hatırından hutur eder?
Bunu bilir misin, miktarını? Bilmezsin. Ne kadar edecek, onu da bilir misin?
Onu da bilmezsin. Niye yaratırım diye gezersin? Henüz kendi hatırından hutur
eden şeyin sayısını bilmeyen, edeceğini dahi takdir edemeyen…. Ne edecek onu da
bilir misin? Onu da bilemezsin.
Öyle bir nehir akar, muazzam bir şey. Fakat ne faide ki,
Kudret bu sırların anahtarlarını bize takdir ettiği halde, biz kapının önünde
otururuz da, kapıyı açıp şunun içerisinde oturalım diye bir aşk gösteremeyiz. Neye
benzer? Büyük bir kaşane[8]
yaptırır birisi, kendi içerisine girip oturamaz da; anahtarı vardır. Diğer
birisinin anahtarı yoktur ama kurnazdır. Pencereden atlamış girmiş içeriye,
anahtarı manahtarı yok. Kapıyı da açamamış, pencereden atlamış. Ohh kasrın her
tarafında arâm-saz[9].
Beşerin böyle kısmı da vardır. Öteki anahtarı almıştır, bir türlü yaklaşmamıştır.
Ötekine anahtar verilmemiştir, bir kolayını bulmuş, pencereden atlamış, damdan
girmiş, pencereden girmiş, nereden girmişse girmiş. Girmiş içeriye, girmiş.
Ömür tükeniyor
gidiyor, meçhuller içerisinde. Fakat insan netice itibariyle öyle bir hale
sahip olmalı ki, son anında bir nesim-i[10]
itminan[11],
öyle bir rüzgâr esmeli ki, kadere serfüru[12]
ederken, kader onun başını tutmalı. Yoksa herkes... Kadere boynunu kesecek. Fakat
o boyun bükülürken Hakk’ın merhamet-i sübhanisi onu karşılamalı. Hiçbir insan
tasavvur eder misiniz ki; ölümünden yani cismaniyeti inhilale[13]
uğradıktan sonraki akıbetini düşünmesin. Var mıdır böyle bir insan? Varsa henüz
insan değil. Şöyle asude kaldığı vakitte; “Ben neyim yahu? Nerden geldim ben?
Kimim ben? Nereden getirildim? Nereye götürüleceğim? Fakat buraya niçün
getirildim? Sonra nereye götürülüyorum?” diye suallerin neticesinde... Şöyle, “Benim
bu cismaniyetim eyvah inhilale uğrayacak. Fakat inhilale uğradıktan sonra,
akıbet ne olacak?” bunu hiç düşünmeyen var mıdır? Vardır. Varsa henüz makam-ı
insaniyete kadem basmamıştır.
İşte
bu düşüncesinin incelikleri arasında, insana öyle latif bir rüzgâr eser ki,
diyor ahlak; bana geliyorsun, itikad-ı itminana gelir, tam kâm alırsın.
Anlatamadık mı acaba? Ağızla değil ama, bunu halen şey etmek lazım. Bunu böyle
çok güzel diyor, çok tatlı diyor, tamam diyor: Fakat bir acı tarafı geldiği vakitte;
kaşlar çatılıyor, gözler dönüyor... Kendime söylüyorum, kendi hesabıma. Yanlış
anlamayın. Kudret bunu insana hal ettirtmeli. O vakit geliş ve gidişteki gaye
duyulur. Ne vakit duyacağız? Neyse gelelim yine mevzumuza…
Dedik
ki; Kudret esma ve sıfatının tecellisiyle bu mevcudatı izhar[14]
ettiği zaman, mevcudat zahir olduğu an, bilimum varidata “Ne dersiniz?” dedi. “Emanetimi
vereceğim.” Şimdi benim bu konuştuğum bahis, geliş ve gidişteki gayeyi duşmuş,
vicdanından ebet sedasını almış, abes[15]
değilim, mensi[16]
ve mühmel[17]
bırakılmayacağım, aslım var. Yani her gün takvim-i insanisinin yaprağını
koparırken, “Yok oluyorum!” diye
değil de; “Aslıma kavuşuyorum!” zevkiyle yaşayana ait bir sözdür. Bende sizi
öyle tanıyorum da, bahsi oraya getirdim. Yoksa maddenin kesafetinde yaşayan
kimse bu sözlerden zevk almaz. Sınıf ayrı. Onun konuşma tarzı da ayrı. Şimdi
onunla vakit geçirmeyelim.
Neticenin
hiç olacağını anlamış; dün bugün için rüya, bugünde yarın için rüya, beşer
elemle emel arasında yoğrulup gidiyor, başka bir şey yok. Hürüm diye yaşar,
hayalinin kölesidir. Bir kısmı ruhunu nefsinin esaretinde mahkûm etmiş,
gidiyor. Bu zevkleri tatmış olan sınıfa ait bu konuşmam. Bugün ki konuşma
vaziyetim. Mevzuum yani ya. Düşünüyor, taşınıyor, netice diyor… Kaç yaşındasın? Otuz. Koy orta yere bir şey.
Yok. Onu istediğin kadar büyüt sen rakamlarını, yine yok çıkar. Fakat bu
yokluğun içerisinde, bir şey bulabilir misin? Bulursun, bulabilmek zevkin aşkın
varsa. Nedir o? Gönül.
Hayatta
eğer sen, bütün sayılı nefeslerin içerisinde bir gönül satın alabilmişsen, çok
zengin, çok varlıklı, çoook muazzam, hangi… Gönül alda kendi gönlünü al. Gönül
çift değildir. Alabiliyorsan kendi gönlünü al. Kendi gönlünü kendinden razı
edebildinse, ne mutlu sana. Çünkü kendi gönlünün kendinden razı olabilmesi
içün, bütün gönülleri fethetmesi şarttır. Gönül ayrı gayrı değildir. Anlatamadık
galiba. Sen al, alabilirsen kendi gönlünü satın al. Çok pahalı bir şey… Her
şeyini vermekle alabilirsin. Ya öyle mi? Evet. Benliğinden eser kalmayacak.
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Bunun
farkına varan derhal veriyor.
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil yani gönül
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne
nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim.
Pahalı.
Kalp lezzetini bulduktan sonra oluyor o iş. Kalbin lezzeti de ayrı mı? Tabi ya.
Ağızın lezzeti ayrı, kalbin lezzeti ayrı. Ayrı. Kalp lezzeti. Kalbin lezzeti
var, kalbin saadeti var. Kalp mesut mu, değil mi? Ahlakta bunların hepsinin
tarifi var. Kalbin lezzeti, marifetullah zevkiymiş. Devleti, saadeti
muhabbetullahmış. Bende de var. Ölçüsü var diyor Kudret.
Kalbin
lezzeti eğer sende olduğunu yakinen bilecek olursan, beş hissin kapılarını
kapaman lazım gelir, diyor. Kalıpla kalbi ayıracaksın, o beş hissin zevki
yalnız kalıpta kalacak, kalbe yol bulmayacak. Mesmuat[18],
mübsirat[19],
meşmumat[20], müzevvigat[21], melbusat[22]. Bunların
hepsi birden gidecek. Senin terzi elbiseni yanlış dikse ağlarsın hüngür
hüngür. Makası ters vurmuş dersin. Beş yüz lira da para verdim, bin lira da
para verdim, üç gün uykun kaçar. Tatlı o yol ama biraz şöyle, zorca.
Tasfiye[23]-i
kalb murat eden kimse ahlakın tarifinde beş hissin -havas-ı hamse derler, beş
his yani ya- yollarını serdetmek lazım. O vakit bahr[24]-i
ehadiyyet[25]ten
hikmet membaları kalbinde kaynamaya başlar. Keduret-i[26]
nefsaniye bulunduğu müddetçe, her gün gamlı yaşarsın. Bir gün gamsız
yaşayamazsın. Belki yarım saat açılırsın, yine kapanırsın. Belki yarım gün
açılırsın, yine kapanırsın. Belki bir hafta açılırsın yine kapanırsın.
Kapanırsın yani ya. Bulutlu geçer. Sema-i kalbin simsiyah geçer. Hâlbuki Kudret
sana sefa ile geçir diye göndermiş. Manadadır sefa, maddede değildir. Madde
kedurat verir adama, keduret. Sen zevk almak istersen manadan uzaklaşma.
Zevki tamamıyla veren insana manadır. Madde değildir. Bunu ters anlamıştır
insanlar. Zanneder ki; milyarlar, milyonlar, büyük masalar, büyük cahlar,
kocaman rütbeler... Hayır! Onların hepsi keduret veriri adama.
Olmasın
manasına söylemiyorum. Nispet, kıyas yapıyoruz. İlmi konuşma yapıyoruz. Ayrı
iş. Bir gün açılırsın, bir gün kapanırsın. Sebebini de bilmezsin sonra. Bazen
bilirsin, bazen bilmezsin. Neden? Hepsini de söyleyecek değilim ya. Yarım saatte,
üüüü. Kalp, bunlarla lezzetlenmeye başladı mı bil ki; libas-ı gafletle örtülü
olduğu anlaşılır. Libas-ı gafletle kalp örtüldü mü, keduret başladı demektir.
Sıkıntıdan kurtulamazsın, durduğun yerde çatlarsın. Neye sahip olsan yine o
kederini, o keduratı bir türlü atamazsın. Atılmaz o. Yarım saat atarsın, yine
gelir. On beş saat atarsın, yine gelir. Uyursun gider, uyanırken beraber gelir.
Dedik
ki Kudret, bu mevcudatı izhar eylediği vakit… Gayet nazik bir şey söyleyeceğim.
Pek hatırımda değil. Belki bir defa söyledim, belki söylemedim. Hafızam
aldatmıyorsa, belki bir defa yahut iki defa söyledim bu mevzuun ince yerini.
Emanet yani emanet… Birçok manalar verdim de, bugün niyet ettim şunun tam bir
manasını vereyim diye.
Bütün
mevcudata arz etti Huda, ihtiyar verdi. Yani isterseniz size bir emanet
vereceğim. Hepsi iba[27]
ettiler. İhtiyar vermese mes’ul olurlar. “İsterseniz.” dedi ya. Aman dediler
bizi mazur tut. Bizi af eyle. İnsan o emaneti aldı. Bunları çok defa
anlatmışımdır. Buraya nereden girdik, hatırlayabilir misiniz konuşurken? Evet, saat
de biraz insanın yorgun olduğu saat… Yaz sıcak tabi. Aşktan girdik, aşktan
dimi? Romanda okunan aşk değil, ahlaktaki aşk. Şöyle dedim; “Bende bir emanet
var. Buna karşı bir varlık, bir tecelliye mazhar olur. (Buradan git. Şeyi topla
onunla.[28])
Sonra dedim ki; der ki ahlak, “Sen tecella-i hazreti ehadiyyetsin.” “Ne demek?”
dedim, buraya girdim. Ben, hem söylüyorum, hem sizi idare ediyorum. Böyle olur
mu? Dinlemiyorsunuz. Demek söyleyen de ben, dinleyen de ben… Çok iyi iş.
Tecella-i
hazreti ehadiyyetsin diyor. Ondan sonra diyor ki; Ne faide ki; sana gâh huruş-i[29]
mey, gâh cuşişi[30]
mey, kah harekat-ı felek, kah tesbihat-ı felek, buralardan tembih-i nasihat
almak istersin. Hep uzaklarda dolaşırsın. S ende emanet var niye uzağa
gidiyorsun diyor.”Gözlü gözsüzden, beni götür diye bekler mi?” diyor. Nedir
şimdi o emanet? Allah’ın(cc) kendi. Anlatabildim mi acaba? Hak, “Ben sana
kendimi emanet edeceğim. Nasıl diyor ister misiniz?”, diyor. Anlatamadık
galiba. Gayet zevkli bir yerini söylüyorum ya. Çok zevkli. Hakk’ın kendidir
emanet. Onun içün insan, Hakk’a muhataptır. Bütün mazharı tam insandır. Meleğin
kıymeti insan kadar yoktur. Melek gibi derler. İnsan melek gibi olur mu? Çok
üstün. Meleğin ne kıymeti var, insanın yanında. İnsansa ama.
Melek
insanın hüsnüne âşıktır, müştaktır. İnsan melekten güzeldir. Var mı elinde
burhanın? Bir söz söyledin amma. Sorsana bana, var mı böyle bir hüccetin? Var.
Meleklerin başı olan, hükümet-i subhaninin büyük sefiri olan Cibril,
ekseriyetle huzur-u Muhammedi’ye Dıhye şeklinde gelirdi. Dıhye ashabın en melih[31]’ül
velih olan zatı idi. Gayet güzeldi, hazreti Dıhye. Çok güzel. Onun şeklinde
tecelli ederdi. Hatta bir gün… İmam-ı Hasan ile İmam-ı Hüseyin efendimizin
lalalarıydı, Hazreti Dıhye. Cibril gelmiş, -Dıhye suretinde geliyor- Hazreti
Dıhye zannetmiş, gitmiş kucağına oturmuş, Cenab-ı Dıhye alıştırmış, cebinde
üzüm getirirmiş. Elini cebine atmış, cebine atmış çıkarmış, Fahr-i Âleme bakmış,
yani cebi boş. Fahr-i Kâinat diyor ki; “Sizi lalası zannetti, Dıhye zannetti.
Alıştırmış cebinde üzüm var diyerekten, şimdi öbür cebine de bakacaktır” diyor.
Hazreti Cibril işte… Tabi “Kudret’in Kün fekan’ı[32]”
olursa ne olmaz? “Utandırtma Ya Rabbi” diyor. Elini atmış, cebinden üzümü
çıkarmış.
Hani
diyeceğim yer neresiydi? İnsan, muazzam bir şey: Kendisinde emanet var. Hakk’ın
kendi kendisinde emanet… Fakat kıymetimizi bilmeyiz. Halimizle, bu bize verilen
büyük sıfattan istifa ederiz. Mahrum kalır, geçer gider, istifa ederiz. Yoksa
bu âlemde yaşadığımız müddetçe bir iş yok bize. Kimseye yok. Hiç kimseye bir
şey yok. Hayat bu kadar bir şey mi? Böyle elli, atmış, yetmiş, seksen, yüz, yüz
yirmi, yüz elli de… Bu mu? Buysa bir şey değil. Bir şeyki, neticesi iştir[33];
onda saadet aramak abestir. Ne saadeti arıyorsun? [34]وَمَنْ
نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ diyor Kudret, büyük kitabında. Yaradılış
tarzındaki şekillerini takip et. Mini mini çocukluğundan, büyüye büyüye
getirdiğin fotoğrafları yan yana getir; o vakit alırsın bir şey, kendi kendine.
Bir şey duyar, duyar adam. O vakit bir yerle, bir hukuk tedarik etmeye
başlarsın. Derhal derlenir, toplanır muhasebe-i nefis yapar, gönül mevzuu
üzerinde durursun. Duramıyoruz onun üzerinde biz. Kaba tarafına gitsek de
olmuyor mesela... Gönlü tahsil etmeden... Girelim, mana ilmindeki bahislere
girelim. Mesela bir misal vereyim sana: Gönlü tahsil etmeden yapmış olduğun
ibadetlerde batıldır.
Sanma zahid savm ü salat ü
hacc ü zekat ile biter işin
İnsanı kâmil olmaya lazım
olan irfan imiş.
Kanden gelirsin yakında
varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini
anlamayan hayvan imiş.
İşit Niyazi’nin sözün,
hiçbir nesne örtmez Hak yüzün.
Hak’tan ayan bir nesne yok,
gözsüzlere pinhan imiş.[ii]
İrfansız
imanın ne zevki olur. Zevki olmaz onun.
Fikrin
olursa Bilhüdâ; kalmaya sende mâsiva.[iii]
Eski
konuşmalarımı birleştirirsen anlarsın bahsi. Dedik ya, kalp ile kalıbın
vazifesi ayrılacak. Kalıp madde ile kalp mana ile ama asıl işi idare eden de
kalptir. Demek ki, mana maddenin fevkinde olarak tahakkümünü, tasarrufunu,
istiklalini, tedbirini, tedvirini[35],
tanzimini, tanzifini[36]
yapacak. Reis o. Yok, sen ona öbürkini reis yapacak olursan; yandın, yıkıldın,
geçtin gitti.
Fikrin olursa Bilhüdâ;
kalmaya sende mâsiva.
Emü-âman seninledir
vasfedemem gönül seni
Sen
gönle sahip olmadıktan sonra emü- âmân mı bulabilirsin.
Olmasa kibr ile riya,
sensin ol Beyt-i Kibriya.
Genc-i nihan seninledir; vasfedemem
gönül seni
Demek
ki; kimde kibir yok, kimde riya yok Beyt-i Kibriya’dır. O halde emaneti Hak ondadır.
Konuşmayı bağlıyorum. Anlatabiliyor muyum acaba? Şimdi dedin ki; Hak, kendi emanet vermiş, insana vermiş;
bende var mı yok mu? Riya yoksa, kibir de yoksa emanet-i Hak vardır. Hiç şüphe
etme. “Yok zannediyorum.” Çok ağırdır haaa. Daha bizim evler de misafir odaları
bile ayrıdır. Vaziyeti müsait olmayan biri geldiği vakit de, şuraya al deriz;
biraz daha mevkii rütbesi büyük oldu mu şuraya al deriz. Ötekine hattı zatında
başka türlü muamele ederiz. Berikine işte oldu; kibirde var, riyada var.
Muhakkak kibirle riya demek, herkese karşı “Nasılsın efendim?” diye geçinmek
değildir ki o. Ooo ne uzun iş o. O ne muazzam iş o. Öyle olsa kolay, ilk önce
ben bu işe sahip olacağım. İlan edeceğim ama yok. Yokladım yokladım kendimi,
çok uzak.
Olmasa kibr ile riya,
sensin ol Beyt-i Kibriya.
Günci-nihân seninledir,
Günc-i nihan nedir? Gizli hazine. Gizli
hazine nedir? [37] كُنْتُ
كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى ben bir gizli hazineydim diyor, Hakk’ın
kendisi.
Vasfedemem
gönül seni.
Bilmedi kimse cevherin,
âleme doldu Kevser’in. Satılma ya.
Zevk-i
cinan[38]
seninledir, vasfedemem gönül seni
Cenneti
methederler diyor. Ne cennet? Cennet seninle zevk olur. Sen olmadıktan sonra
cennet kaç para eder. Cennete kıymet verdiren sensin diyor. Gönül. O vakit
başka türlü insan teali terakki eder.
Bütün
ervah âlem-i ulviden, bu âlem-i süfliye gönderilmiş. Burada bedenlere bürünmüş.
Üç sınıfa ayrılmış. Bak, kendi kendini, düşün hangi sınıftansın. Âlem-i ulviden,
bu âlem-i süfliye bütün ruhlar gönderilmiş. Sevk edilmiş. Beden-i insaniyi
bulmuş, elbisesini giymiş. Üç sınıfa ayrılır. Birinci sınıf; -Birinci
dersem, şey manasına alma yani. Sınıfları anlatıyorum. O birinci, o manaya
değil. - geliş ve gidişteki gayeyi duymamışlar, bilmiyorlar. Yemek, içmek,
yatmak yaşamak bundan ibaret diyor. Bunlar makam-ı aslilerine uruc[39]
edemezler. Edemezler. Magmumdurlar[40],
aldanmış sınıf. İkinci sınıf; bu âlem-i süfliye tenezzüldeki maksadı anlamış.
Birinci sınıf yani birinci söylediğim tarifte yaptığım şey, maksadı anlamıyor,
gayeyi anlamıyor. Ne içün geldim? Yaşayacağım diyor. Yiyeceğim, içeceğim,
gezeceğim, yatacağım, huzuzat-ı[41]
nefsaniyemi tatmin edeceğim. Niçün geldim? İşte bu. Öteki ikinci, o maksadı
anlamış. Maksadı anlamış ama biraz evvel söylediğim kalp ile kalıbın vazifesini
ayıramamış. Maksatta ancak kisb-i kemal ile insanın terakki edebileceğini idrak
etmiş fakat ayıramadığından dolayı, burada hubb[42]u
cah var. Umur-i masiva bir çok gıll u gıyş[43]
dolu. Fakat maksadı da anlamış. Alaik-ı[44]
kevni[45]yeyi
kalıba verememiş. Karışık. Kalp ile beraber. Ver. Ahric an dunyak ila
yedike, la tedurru meake[46]
Çıkar
bütün varidatı gönlünden koy elinin üzerine, beraber yürü sana fayda verir. Bu
deniz olmazsa gemi yürümez. Fakat o gemiye bir delik delinir, dibinden de o
deniz içeriye girerse, geminin yürümesinden vazgeçtik gemi batar. İnsan da umur-u
zahiriyedeki varidata sahip olmazsa, bu âlemin icabatını yapamaz. Fakat ben o varidat-ı
zahiriyeye sahip olacağım diye onu gönlünün içerisine sokarsa batar. Kendi
insan kalmaz. İcabında zalime uşak olur, icabında eşek olur, icabında vicdanını
satar, icabında ne bileyim ben, ne rezaletler yapmaz. Ne cinayetler yapmaz.
Çünkü neden? Henüz kalbiyle kalıbının vazifesini ayırmamıştır. Kalbinde
marifetullah zevkiyle, muhabbetullah saadeti yok. Kalıbında kalmamıştır o iş. Bunların
hepsini bir birine karıştırır, yanar, yıkılır, geçer, göçer, gider. O berbat.
Onun
içün insana ölçü, varlığındadır, darlığında değil.
İnsan züğürtlediği vakit maneviyata sarılır. Makbul değil o. Ooo düş, öyle
manalı olursun ki düştüğünde, konuşma tarzın bile değişir. Ekmek parası
kalmasın, öyle tatlı konuşursun ki böyle yaparken filan, önünü iliklersin.
Züğürtlük, kaide-i külliye: Maneviyata sevk eder adamı. Varken girersen, Kudret
tutuyor o vakit. Ben diyor, her şeysi elinde mevcut iken bana şu kadar kulluk
yapanın kulluğunu, namütenahi görürüm. O yokken yapanın ki, o olduğu vakitte
ölçülür o. Ayrı iş o.
وَلَوْ
بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَو[47]ْ Herkesin
istediği şekilde istediğini verecek olursam, ilk önce bana ilan-ı harp etmek
olur diyor. Ve biz buna hayatta da tatbikat sahasında görürüz. Yahu ne kadar
kuzu gibi adamdı, deriz. Ne o şöyleydi böyleydi ne iyiydi. Ooo bakarsın ki;
vaziyet biraz değiştikten sonra saha maha her neyse, biraz genişlemeye başladı
mı; evvela karısını beğenmez. Sonra muhitini beğenmez. Ne bileyim sonra onu
beğenmez. Sonra…Daha daha misali vardır. Köyden çocuk gelir: İlk geldiği sene
mektepte okur filan. Şöyle ilk geldiği vakit, o mektep çocuklarının yanında bir
parça “Ah bende bilsem!” filan der. Bir parça zekâsı varsa biraz ilerledi mi
filan, orta mektebi bitirdiği vakitte köyün içerisine girince babam da ayağa
kalksın diye bakar. Ben bunları gözümle görmüşüm. Yolda arkadaşı rast gelirse,
babası köylüyse filan, sarılsa boynuna “Oğlum!” filan diye, onuruna yediremez
babamın köydeki uşağıdır der. Mesela anası biraz ananevi bir vaziyette filansa,
öbür bir arkadaşı, daha biraz daha şöyleyse böyleyse, netice itibariyle; o onu
kibrine yediremez “Hizmetçi kadın” der. Ben bunlara tesadüf etmişim. Hizmetçi
kadın. Anlatamadık mı acaba? Ya.
Farkına
varır da incinirse, tamir edemezsin. Ederim, gönlünü yaparım. Büyük yerin gönlü
kırılmıştır. Hukuk-u amme girmiştir, af olmaz. Yaaa acayiptir böyle şeyler.
Bunlar dikkat olunacak şeyler. Hani mesela birisi birisine silahını çeker de,
ondan sonracıma; yakalarlar götürürler, o karşısındaki adam der, “Benim davam yok!” der, “Vazgeçtim!” der. Ama müddeiumumi[48]
der ki; “Yok! Silah çekti umuma karşı. Siz davanızdan vazgeçersiniz fakat
hukuk-u amme vardır, dava seyrini takip edecek.” der. Böyledir, bazı suçlar
vardır ind-i ilahide: Suç yapacağı kimse af eder. Huda der ki; hikmet-i
subhaniyem iktiza[49]sı
böyle bir kitap yapmışım, bu kitapta bunun hükmünü böyle yazmışım, bu tatbik
olunacak. Sen affettin başka, sana ayriyeten ecir veririm, fakat bunu
tepeleyeceğim. Bu tepelenecek der. Anlatabildim mi acaba?
İncitme.
Bilinmez, insan yapıyor, hata oluyor. Olmaması lazım. En dikkat olunacak nokta.
Cihân
bâğında budur makbul ey gafil ins ü cin
Ne
kimse senden incinsin ne sen kimseden incin
Cihân bâğında ey âkil budur makbûl-i
ins ü cin
Ne
kimse senden incinsin ne sen kimseden incin[50]
Mihen[51]
geçer dedik ammâ hakîkat öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil
Olur mu hiç giran ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma
gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil[52] Ne kadar güzel…
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil.
…
makbul değil o. Ne güzel söylemiştir Molla Cami: -Tabi, onlar büyük adamlar. Ne
büyük adamlar yetişmiş bizde, üüüü. Yok yok bu çapta insan yok.-
Hacegân
der zeman-î mazûlî. Heme Şiblî yü Bayezîd sevend.
Bas
çûn ser amel arend. Heme ya Şimr û ya Yezîd şevend
Diyor ki:
Varlık sahibi, varlığından düştüğü vakitte; onunla konuşursan zannedersin ki,
Beyazıt-i Bestami gibi evliyaullahtan bir zat, konuşma tarzından. Yahut Şibli
merhum gibi ehlullahtan bir zat-ı ali. Bas çûn ser amel arend. Fırsat
gelir de eski halini alacak olursa, Heme ya Şimr û ya Yezîd şevend. Ya
İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şemirr veyahut ona emir veren Yezit olur. Ölçü
varlığındayken insanlar üzerinde tatbik olur, yokluğundayken değil. Varlığında.
Yüzüne bakılırken, rütbesi varken, masası varken, kasası varken.
Kudret
mesela nimetlerine şükür ister, küfran istemez. Teşekkür bekler. Güzelliğin
şükrü, iffettir. Servetin şükrü, infaktır. Masanın şükrü, adalettir. Biz
bunları yanlış anlarız. “Hamdolsun Kudret verdi.” Bu değil ki şükür. Bu mu?
Ahlak her birisini talim etmiş. Bakıyor aynaya, kendisi güzel: Kudret diyor ki;
Ben seni herhangi bir şekilde yapabilirdim, bunun şükrünü yap bakayım. Nedir
onun şükrü? “Oh, beni ne güzel yapmışsın.” Yoook. Afif[53]
olmaktır, iffetli olmaktır. Onun şükrü o. Kocaman bir masa, açıyor telefonu; “Olsun!”
diyor, oluyor. “Kalksın!” diyor, kalkıyor. “Yıkılsın!“ diyor, yıkılıyor. “Dursun!”
diyor, duruyor. Eee bu senin mi zannedersin sen? Yok azizim, bunlar hepsi
ariyettir[54].
Onlar Kudret tarafından verilmiş anlardır. Görmez misin, bakarsın ki; yüz bin
kişilik bir ordu, iki yüz bin kişilik bir ordu; bir ”Arş!” der, üç harfin
arasına girer, rap, rap yürür. O kuvvet o kelimenin neresine gizlenmişti. Aynı
adam bir zaman gelir, çöpçüyü çağırsa gelmez. Sen asrı düşünsene bir defa
Kudret’e karşı… Nerden geliyor? Nereye gidiyor? Kıymetler nereden gelip, nereye
gidiyor? Ne oluyor? Anlatabiliyor muyum? Ha onun şükrü, nedir o onun şükrü, masanın?
Adalettir. Zayıfın hakkını kaviden almaktır. Nokta-i istinatın kuvvet olmayıp,
Hak olduğunu idrak etmektir. Hak kuvvette değil, kuvvet Hak’ta olduğunu
duyurmak, yaşatmaktır. Bağlı birbirine. O zevki
duyduktan sonra, suri[55]-i hayatın kıymeti kalmıyor zaten. Başkalaşıyor.
Bambaşka…
Geçen
konuşmamda demiştim ki; Kudret bazı insanlara hususi imtiyazlar verir, vermiş.
Orada bir misal getirdim: Hatip İbni Beltea dedim. Peygamber’in (sav) bir
şeyini müşriklere haber veriyor. Bunu söylerken demiştim ki; o imtiyazı onlar
aldılar amma o da kolay bir şey değildi. Akıl kabul etmezken bir davayı, gönül
vererek… -Bir ince yerini söylemedim de tekrar ediyorum.- Mesela, Fahr-i Âlem
(sav) tek başına bir dava açmış: Vicdanlarda müsavat, gönüllerde müsavat, insan
hakları mevzuu, dava bu.
Medeniyet ne
kadar ilerlerse ilerlesin, saha ne kadar ilerlerse ilerlesin, hep onun açtığı
davanın an yerine dayanır. Ama yapar
yapamaz o da başka. O ayrı iş. İnsan hakkı. Zayıf kavi mevzuu. Aciz insana tapılmayacak
diyor. Putperestliğin aleyhinde ama kilisedeki put değil ki, insan putunun
aleyhinde. Kilisedeki puta yirmi maddelik amanname vermiş. Bunu anlamıyor
insanlar da zannediyor ki; böyle ale-l-umum şey. Yok
azizim! Kilisedeki puta, havradaki şekle, yirmi maddelik amanname vermiş. Hatta
öyle amannameyi bugün hiçbir saha dahi veremez. Vergi alınmayacak demiş,
ibadeti serbest demiş. Sen benim imanıma girdin, annen girmedi; oraya gitti,
ihtiyar gelemedi. Gidip alacaksın demiş. Baban gitti, gelemedi. Gidip
getireceksin, demiş.
Bizim bildiğimiz
şekilde değil ki. Muazzam, yirmi maddelik amannamesi var. Papazından vergi
almayacaksın demiş. Şamihasından[56] vergi almayacaksın demiş. Eee, hangi putperestliğin
aleyhinde? İnsan putunun, insan… Zalim insan kendine taptırtıyor. Tapmayacaksın,
diyor. Bununla ilgili. Nefsinden başla ıslaha, yürü de git diyor.
Fakat kâinat
hasım oluyor tabi. İşine gelmiyor. Adetler çabuk çabuk kalkar mı? Sen sigaraya
alışırsın da bıraktım dersin, yemin ettim dersin. Ne yemin ediyorsun? Tekrar
başlıyorsun. Onun cezası o kadar ağırdır ki: “Alay mı ettin?” der, Allah(cc). “Kırk
paralık bir şeye, beni şahit getirdin dimi?” der. “Hiç senin insani seciyen yok
muydu yahu?” der. “Seni insan yaptım ben.”der “Hiç insani bir seciyen yok”.
Yemin demek,
ne demektir? Ben buraya Zat-ı Zül Celali şahit ikame ediyorum, demektir. En
yüksek hukukun olan bir kimse dahi, “Şu maddede bana bir şahadet eder misin?”
dese; içinden dersin ki, “Yahu beni şuraya çıkarmasaydın, ne olurdu.” dersin. Ya
Allah’ı(cc) tenezzülat-ı subhanisiyle, tenezzül ettirerekten, bu âlem-i süflide
şahit ikame etmeklik, adi bir sigara
içün değer mi? Ahlak buna müsaade eder mi? Anlatamıyor muyum acaba?
“Ben sana
irade verdim, birçok sıfatlar verdim.” der, kullanamadın da beni mi getirdin?”
der. İçerim dersin, içmem dersin. Ya içersen içersin, ya içmezsen içmezsin. Var
böyle, bir defa bozdum diyor, bana soruyor ne olur bir daha ... Senin içün bir
şey lazım gelmez diyorum. O da farkında değil.
Mevzu, mevzuu
açtı. Söyleyeceğim mevzudan ayrılıyorum. Yine toplarım inşallah. Daha canlansın
diye söyleyeceğim, vaktiyle de söylemiştim ya, münasebet aldı. Resulullah’ın(sav)
büyük dostlarından, ilk tabi olanlarından, Osman İbni Maz’un isminde bir zat-ı
ali var. Büyük. Hazreti Osman değil, bu ayrı bir Osman. O, Osman İbni Affan.
Bir dostundan karz-ı[57]
hasen olarak ödünç para almış. Parayı ödemiş, vermiş. Fakat o zat da paranın
ödendiğinin farkında değil. O ödemedi biliyor. Zamanda epey geçmiş. Demiş;
“Sizde şöyle bir şeyimiz vardı.” “Verdim o parayı” demiş. “Vermediniz”. “İyi düşünün.” “Verdim”, “Vermediniz.”
“Verdim” demiş. Neyse işte, beşeriyet... İş mahkemeye aksetmiş. Dava açılmış,
gitmişler. “Makbuzu vardı, sizde.” demiş. “Vardı ödedim”. “Yemin ediniz” demiş
hâkim, tabi ne yapsın, elinde bir mevzuat var. “Yemin edemem” demiş. “O halde
ödemeniz lazım gelir” “Hay hay ne istiyor?” demiş. Çıkarmış parayı tak tak tak
tak ödemiş.
Fakat
paranın ödenmesinin o kadar kıymeti yok, şimdi efkâr-ı umumiye[58]
de, Osman İbni Maz’un, hale bak; adamdan parayı almış, inkâr etmiş. Fakat
mahkemede yeminden korktu ,tekrar ödedi. Yeminden korktu, tekrar ödedi. Mevki
içtimai bir sarsıntı yapıyor. Anlatamıyor muyum? Bir sarsıntı oluyor. Zaman
geçmiş epeyce. İki üç kişi ticaretle meşgul, hariçten gelmişler. Onlara da
söylemişler, demişler ki; “Ya biliyor musunuz, ne oldu?” “Osman İbni Maz’un
filanca insandan para almış, istedi vermedi. Mahkemede yemin deyince; korktu,
parayı ödedi.” “Yahu demişler, o parayı bizim yanımızda verdi. Filan vakit,
filan mahalde, bizim yanımızda o parayı verdi.” Hemen koşmuşlar alacaklıya,
demişler ki; “İyi hatırla, filan yerdeydik, şöyle bir sohbet oldu. Sohbet
kesildikten sonra, Osman İbni Maz’un “Bugünmüş kısmet. Sizin borcu ödüyorum.”
dedi, parayı bizim yanımızda verdi, hatırlıyor musun?” “Eyvah!” demiş herif. “Tamam,
şimdi hatırladım.” Koşmuş, gelmiş, özür dilemiş, tarziye[59]
vermiş, filan. Onlar büyük adamlar. Ehemmiyeti yok demiş filan. Artık bizden
çıktı, tasadduk[60]
edelim demiş. Tasadduk etmişler. Şimdi soruyorlar; “Bir vebali yok bunun. Huda
da buna müsaade etmiş. Kitabında da bu biçim, buna yemin etmeye ruhsat var. Siz
niçün bunu tekrar ödediniz?” Demiş, ben bunu düşündün, taşındım. Eğer bunu
ödemekliğe iktidarım olmasa idi, belki bu cüreti yapacaktım. Düşündüm demiş,
Cenab-ı Hakk’ı adi bir matah[61]
içün huzur-u mahkemeye şahit ikame etmeye, edebime çok dokundu, haya ettim. “Ya
Rabbi, gel burada şahit ol!” diyemedim. “Param da vardı, verdim.” Anlatabildim
mi acaba? Herhalde bir şey var bunun içinde anlaşılır.
O gün ki, o
imtiyaz alan insanlar; ne vardı o harpte de öyle bir imtiyaz aldılar? Bedir
harbinde. Bir avuç insan… Diğer taraf, her cihetten faik[62].
Mesele oda değil. Akıl kabul etmiyor ki, on dört asır sonra en ücra bir köşede
o mananın varlığı konuşulacak. Mesela burada da biz şimdi onu ahlaka misal
olaraktan getirdik, konuşuyoruz. Akıl, dünyada milyonlarla, milyarlarla
gönüller fethedilecek, o gönüllerde o muhabbet kaynayacak, birçok insanın
nüfusunun içerisinde, o kayıt -oraya izafeten- bir kayıt bulunacak. Bunu akıl
kabul etmiyor. Akıl kabul etmezken, o adamlar kendilerini ortaya koymuşlar. Biz
sana teslimiz.
Burası da
güzel: Şimdi Bedir Harbi gibi bir harp, dünyada ne olur, ne olmuş, ne olabilir?
Nasıl? Mesela Hazreti Peygamber’in(sav)
karşısında amcası, Ebu Bekir’in karşısında oğlu, Ebu Ubeyde’nin karşısında
babası. Böyle harp olur mu? Kardeşi, amca çocuğu, amcası, babası… Hatta Ebu
Bekir kılıcını oğluna indirirken, tesadüfen peygamber kılıcı şöyle şırakkadak
vuruyor. “Az kalmıştır İslam olmasına, biraz müsaade et!” Tabi o nur-u
nübüvvetle görüyor. Projektörü sıkıyor, görüyor.
Öyle bir şey
ki; Ömer’in kardeşi Zeynep bin Hattab’a Ömer diyor ki, “Zırhım nerede? Gireceğim,
zırhım nerede?” O bağırıyor diyor ki; “Yazıklar olsun sana! Sen muhafazanı
zırhında arıyorsun, ben muhafazamı şehadette arıyorum. Bana sorulur mu?” Bunlar
nasıl imtiyaz almazlar? Anlatabiliyor muyum acaba? Burasını geçen konuşmada
söylememiştim, buralarını. Nihayet Ebu Ubeyde’nin babası Rasul ü Zişan’a
yakışmayan cümlelerle, harp meydanında konuşmaya başlıyor. Ebu Ubeyde… -Çünkü öyle
ki, herkes kendi kendine, o vakit adet-i harbiye bire bir, ikiye iki öyle
çıkıyorlar. Herkes en yakınına çıkıyor. Ulu orta değil. Anlatamıyor muyuz?-
Öyle çıkıyor.
“Karşımda
oğlum var, bana bir şey yapmaz.” diye güvenip de, böyle münasebetsiz
konuşuyorsan, bağımız bitmiştir. Anasır itibariyle sana izafe edilirsem de, ruhen
nesebim Hakk’a bağlanmıştır. Dikkat et, eğer cümleyi tekrar edersen kelleni
alırım, diyor. Cümleyi tekrar ediyor: Ebu Ubeyde babasının kellesini alıyor. Götürüyor.
Babamın kellesi demiyor; sana dil uzatan adamın kellesi, diyor. Anlatamıyor
muyum acaba? Böyle acayip bir şey…
Onlar arif
olmuş insanlar. Sırr-ı tevhide vasıl olmuş, biraz evveli söylediğim gibi,
tasfiye-i kalp yapmış. Arif.
Hikmet-i
dünyâ vü mâfîhâ bilen ârif değil. Yoruldunuz mu? Keseyim mi?
Hikmet-i
dünyâ vü mâfîhâ bilen ârif değil.
Ârif oldu
bilmeye dünyâ vü mâfîhâ nedir.[iv]
Mesele bu.
Bunlar arife misal. Hak boyasıyla boyanmışlar, lezzetleri zevkleri başka türlü.
Ama bu da insandan oluyor, başka bir şeyden değil ya. İnsan içün bir gaye-i
kemal vardır, onu ihraza[63]
çalışmak her insan üzerine farz olunmuştur. Gelişimiz bundan ibaret. Gelmeden
gitmeden gaye o. Öbürküler ara yerde işin süsü. Niye geldin? İnsan
yetiştirmeye. Bak bakalım, kaç kişi yetiştirdin? Bazısı der ki; ”Efendim ben
dört tane insan okuttum. Ee, işte filanı mühendis yaptım, filanı”….– Güzel... Bunlar
iyi şeyler, fena değil.- “Tüccar yaptım. Filanı şöyle yaptım böyle yaptım.” Bunlar
güzel... İnsan yetiştirmek o değil ki. Kaç kimsenin gönlünü fethedin? Kaç kırık
kalbe sürur ilka[64]
edebildin? Kaç düşmüşü kaldırabildin? O yetiştirdiğin insanın eline, merhamet
verebildin mi? Diline, letafet verebildin mi? Gönlüne, aslının muhabbetini
koyabildin mi? Yoksa yetiştikten sonra kaskatı, taş gibi mi oldu? Etrafını
beğenmez bir kibr-i inat ile mi doldu? O da bir mesele.
Yetişince mi
oldu, yetişmeden mi oldu? Bu da bir derttir. Nasıl oldu acaba? İnsandan
beklenen mahf-i enaniyettir. Benliğini mahvetmektir. İlim ona derler ki;
insanın, kibr-i nahvetini[65]
yıka, benliğini yıka, saf-ı derun kıla. Böyle mi yaptı? Yoksa kat kat kat kat
kat kat kat kat kalınlaştırdı da bir kibr-i nahvet, bir ene mi yaptı? Dinlemez,
taş gibi. Vardır öyle insanlar.
Bilmez ki;
yer adamı yer. Yer adamı yer. O gözlerine bakılamayan kirpiklerden duvar
üzerinde diken yapar. Üüü. Bir dirhem yağ parçasına taalluk etmiş olan nur-u
rüyet nereden gelmiştir? Onu düşün. O rüyeti alır. Çene kemikleri arasının
içerisindeki o dili un ufak yapar. Hepsi ariyet, müstear[66]
alınır. Her şey fani, tabi tükenip biter. Sonra insan cibilliyeten nankördür.
Geçen hafta söylediğim gibi, öpmeye kıyamaz, bir an gelir tiksinir. Ne oldun
yav? O kadar mıydı? Yaaa.
Ya manayı
inkâr ediyorsun, ya haberin yok. Onda öpmek istediğin ona taalluk eden mana idi.
Sen onu inkâr ettin. O mana çekildi şimdi. Yahut çekilmek üzere, yahut
alakasında bir rekâket[67]
var; tiksiniyorsun, iğreniyorsun ya. Dudaklarına yaklaşmak isterken titrerdin,
şimdi böyle kaçınıyorsun. Ne oldu sana? Böyledir insan! İnsan nankör. Çok
acayiptir insan. Hazreti insan başka, o ayrı. Âdem olmak zor iş… Âdem olmak
istersen; Âdem ara, Âdemi bul, Âdem ile Âdem ol. Seyyid-ül âlemdir Âdem,
gayrıdan sevdayı kes. Öyle der
Kudret, büyük kitabında: Pek öyle semayı deler gibi bakma der. Boyunu uzatma,
yükselemezsin der. Yeri ezer gibi basma, ezeme zsin der. Yer seni yer der.
Deden
bunların farkına varmış ve bunlarla dolu yaşamış. Deden çok büyük adam…
Kıymetini bil. Üüü, her cihette büyük. İlmende büyük, maddeten de çok zengin.
Hala dedenin parasını yersin. Hala. Yaa.
Senden çok
kavi, çok zengin, hep mütevazi yaşamış. Bilmiş.
O kadar merhametli ki, ben yetiştim: Mesela bakarsın ki, en büyük
konağın önünde bir mola taşı[v]
bulunur. Şimdi yok başka. Fakat o gün ki vaziyeti anlatıyorum sana. Sen olsan
kaldırır, yıkar atarsın. Çirkinlik veriyor binaya dersin. Çirkinlik verir
vermez orası ayrı. Ben iç âlemini konuşuyorum, gönlünü konuşuyorum adamın
gönlünü. Getirmiş muazzam, mutantan[68]
yapmış, köşenin başına getirmiş bir mola taşı koymuş. Hamal, şerefini satmamış,
faziletini satmamış, hırsızlık etmemiş, zulme iştirak etmemiş, alnının teriyle...
kader onu o işte kullanmış. Hor görmek hakkımız yok. Bilinmez ki; bakarsın ki,
hükümeti sübhani de başbakandır. O gün belli olmaz ki o.
Gölünü ver… Hel
şekakte kalbe[69]
Birisinin hakkında Peygamber’e(sav) huzurda birisi bir şey söylüyordu, öyle
dedi, Resulullah (sav) kızdı da; “Kalbini açtın da baktın mı? Ne bileyim ben
onun levh-i mahfuzununda ne var?”
Ne irfandır veren ahlaka ülviyet ne
vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah (cc)
korkusundandır. [vi]
Belki onun korkusu benden fazladır. Benden elbette
milyarca namütenahi vaziyette yüksektir ind-i ilahide. Ama sen neye sahip
olursan ol, o başka ölçü. Kudret onunla ölçmüyor ki. Kendisine olan saygısıyla
ölçüyor.
Ne irfandır veren ahlaka ülviyet ne
vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah (cc)
korkusundandır.
O korku Cennet Cehennem korkusu değil. Beni yaratmış,
ya yüzüme bakmazsa korkusu. Ya sevmezse korkusu… Ya irtibatı kesilirse korkusu…
Ya bugün ki nazımla yarın ki nazım aynı olmazsa korkusu… Anlayamıyor muyum
acaba? Bu korku. Başka korku değil. Ya bunun üzerinde titreyen bir insansa.
Bilinmez ki o.
O yükü alır
sırtına, böyle sıcak mevsimde kimseye bâr[70]
olmuyor, yük olmuyor. Alnımın teriyle yaşayacağım diyor. Saha ona, onu vermiş,
ne diyeceksin? Saha… Hıh diye bakamazsın. Neden? Korkarım ben çok. Çünkü Tebük Gazvesinden
Resulü Ekrem (sav) gelirken, Hazreti Muaz karşısına çıktı. İstikbal ediyor. “Kefedet
yedak” der. Resulü Ekrem’in (sav)
elini öpmek istedi. Peygamber (sav) elini böyle sürttü avucuna; “Ellerin
nasırlanmış, Muaz” dedi. Nasır olmuş, böyle sertlenmiş. “Evet’” dedi “Gösterdiğiniz
yolda, tarif ettiğiniz şekilde çocuklarımın rızkını kazanayım diyerekten
çalışıyorum. Bana taksim olunan çalışmada böyle bir iş düştü. Ellerim
nasırlandı.” Demiş. Peygamber (sav) öpmüş. Ve etrafındakilere demiş ki; “İşte
Allah’ın yakmaktan utandığı el.” Anlatamıyor muyum acaba? Bilinmez o.
Şimdi öyle
bir adam tasavvur etsen, aldı sırtına, yük ağırlığını verir. O hayaline kor,
filan köşede yaklaştım der, yaklaştın kanaati geldikçe yük hafifler. Telkindir
adama. Anlatamıyor muyum? Korkarsın bir yerden gelirken, şu köşeden çıkacaklar,
bu köşeden çıkacaklar diye, gideceğin yerin ışığını gördün mü korku yarıya
iner. Çıkacaklarsa, yine çıkacaklar, niye yarıya indi korku? Telkin geldi. O
yine aynı mesafeyi yürüyecek amma filan yerde yaklaşıyorum dedikçe. Yükün
ağırlığını hafifletir. Yükün ağırlığını hafifletir. O hafiflendikçe sende ona
sebep olduğundan dolayı, Kudret de senin iç yükünü hafifleştirir. Sıkıntın
gider. Pencerenin önünde otururken kaşını çatıp da böyle düşünmezsin. Anlatamadım
mı? Oturma tarzın değişir. O vücudu, bir vücuda inhisar[71]
ettirebilirsen... Yabancılık yok ki. Ali öyle dedi; “Vücut, bir vücuda
münhasırdır”. O tabi mana tefsiri…
Halk var olanı yok sanırlar,
Yok varlığına aldanırlar.
Hak ayinedir cihan gubarı. [vii]
Öyledir o. Bunlar mertebe-i imaniyenin kısmındadır.
Ahlakın da teali eden kısmındadır. Yapamasak da zevkini işitmeklikten de Kudret
bize bazı şeyler ihsan eder. İçinizde yapanınız olursa; bizde mec’ur[72]
oluruz. Anlatması, yapması kadar kolay değildir. Ters söyledim, yapması
anlatması kadar kolay değildir. Fakat niyet edilir, hepsi bir anda olmaz. İnsan
kendi kendisini tartar. Ne gibi lüzumsuz halleri varsa. Hepsini birden atma.
Ahlakta da manada da tekâmül kaidesi vardır. Hepsini birden atma, ağır ağır.
Bir gün bir tanesini, bir gün bir çirkinini atarsın, bir güzelini alırsın. Üç
ay sonra bir çirkinini atarsın, beş ay sonra bir güzelini alırsın. Bakarsın bir
iki sene sonra kendin de haberin olmadığı halde, muazzam mükellef kesafetin[73]
letafete inkılap etmiş, gönlün bambaşka olmuş.
O kesif insanlar konuşurken gülersin içinden, tabi
nezaketi muhafaza edersin. Ben ney ile meşgulüm, bunlar ney ile meşgul, dersin.
Acırsın kendi kendine, ne olur bunlarda hattı zatında, biraz şöyle letafete
doğru yürüseler, ne vakte kadar köstekli yaşayacaklar dersin. Dimi ya? Bunlar
hepsi olur insanlarda. Sonra Kudret adama verir, niyet ettiğin vakitte. [74]
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Allah(cc) öyle diyor: Göreyim kulun
ihlasını diyor, yola niyet etsin, kendine mi düşmüş çıkarmak, elinden tutar
götürüm, diyor. Ben götürürüm diyor. Ama o ihlası, o şeyi görmek lazımdır.
Sonra belayı
bal yaparsın. Ve bunu daima hayatta program ittihaz[75]
et. Bazı insanlar tuhaftır, ne bileyim ben: Ben şu iyiliği yaptım, bana şu
iyilik gelecek. Ben şu fenalığı yapmadım, böyle iyilik isterim. Kardeşim
pazarlık mı ediyorsun? Yaptıklarını Kudrete karşı komisyonluk mu verdin? Anlaşılmaz
bir iş. Benim işte... kimsenin hakkını yemedim, kimseye şunu yapmadım, şu şöyle
olmadı. Allah(cc) Şeytan’a kıyamete kadar müsaade etmiştir. İstediğini yap
diye. Senin programına girmez Allah(cc). Şeytan zalimlerin başı, kafirlerin
başı, münafıkların hocası, kötülerin üstad-ı azamı, reisi kıyamete kadar ruhsat
almıştır. [76] إِلَى يَوْمِ
يُبْعَثُونَ diyor. İstediğini
yap dedi, kıyamete kadar. Yalnız benim bir sınıfım var, dedi Huda: O sınıfıma
elini sürdürmem. Ondan madası üzerinde istediğini yap bakalım kıyamete kadar.
Sen kendi kendine ne diye hisse ayırıyorsun. Öyle şey yok. Sen öyle deme de,
bana gelecek belaya bana tahammül ver, ben ondan zevk alayım, de. Fuzuli bak
elini açar, dua ederken; “Ya Rab, bin belaya müptela kıl beni.” O, onu istiyor.
Çünkü Huda’nın keremi o çirkinliğin altında gizli. Sen güzellikten güzellik
ararsan bulamazsın. Kanunda yok. Kudret yapmamış onu. Çocuk sıkıntılı yerde
büyüdükten sonra çıkıyor. Ana rahminde, zindanda büyütüyor kardeşim. Hilkate baksana,
fıtrata baksana… Ne acayip yerden çıkar! Onu isteseydi öyle yapmazdı o.
Şimdi sen
yine anne karnındasın, öyle inleyeceksin. Nasıl anne karnındayken çocuk, o anne
rahminde, o devrelerini o hallerini bilmiyor musun? O zindanda. Şimdi yine
düştün zindana, yine anne karnındasın. Doğuncaya kadar bakalım devrelerini
ikmal et. Doğacaksın elbette bir gün. Doğacan, sakat doğma......
Bir defa
kafandan kaldır. Ben sana kestirme konuşayım. Ben buna bak manadan misaller
vereyim, daha iyi anlayın. Mesela bakarsın ki; bazı mabetde hoca vaaz eder:
Namaz kimseyi aç koymaz, der. Bak şimdi şeye bak, derde bak. Ahhh. Öbür tarafta
dinsiz birisi çıkar, ne Allah (cc) tanır, ne Peygamber tanır, ne namaz tanır, eğlenir
hatta. Kasası dolu, masası dolu, o da onun yanında uşak. Üç yüz elli kağıda,
dört yüz kağıda. O ona onu söyler. Olur bir eğlence mevzuu. Eee senin ibadetin,
manan makam-ı ekil[77]le
mi meşgul. O açlık, bu söylenmiş ama hayvani açlık mı? O manaya mı aldın? O manaya
niçün aldın sen onu? O adamı da şaşırttın. O adam belki ihlasıyla şaşırmadı. Fakat
onun çocuğu varsa şaşırdı. Muhiti varsa şaşırdı. Aleyhe çevirdin.
O demek o
ki, öyledir ki o; eğer hakikaten kılmış ise, o iç âlemindeki salâta dâhil olmuş
ise, ademiyete kadem basmış, iman mertebesinde Kudrete bağlanmış, ondan sonra
teslim olmuş, ondan sonra Hak ile konuşmak hakkını almış, ve kıyamında Hak ile
kaim olmuş, sücud[78]un
de ihtirab[79]
yapmışsa, yani tamamen orada Hakk’ın tecellisine mazhar kalmışsa, orada açlık
tokluk olmaz ki.
Adi bir
misal vereyim. Maddi misal vereyim hatta. Mecazi bir misal vereyim. Alelade bir
kıza taaşşuk[80]
edersin. Burada alelade tabiri yani hakaret manasına değil. Madde olduğu içün
söylüyorum. Yani maddi vaziyetimizde, sahneyi şuhuda taalluk eden hal demek
manasına. Yani bir insanı küçük gördü manası alma. Konuşma tarzında belki
sakatlık oldu. O manada değil. Yani Hak aşkı değil de, mecazi bir aşk diyorum.
Anlatamadık mı acaba? Eğer orada sevgin teali terakki etmişse, o dakika karnın aç
yemek istediğin anda bir halin varken, o birden bire karşına gelince “Şu yemeği
getir” diyemezsin. Anlatamadık mı acaba? Açlık kaldı mı sende? Kalmadı. Bu adi sevginin
açlığı kalktı, ya Hak ile takarüb[81]
eden ehl-i salâtta o surî[82]
ve manevi açlık kalır mı? İnsani hali kalır mı ki, açlığı kalsın. Anlatamıyoruz
galiba? Ha, anlaşılmıyor mu ya? O ayrı iş. Hulasa; ibadet, taat bunların hiç
birisi, Hakk’a komisyonluk içün yapılmaz. Hak, hak olduğu içün yapılır. Kendin
içerisinden zevk almak içün yapılır. Alamadınsa mukallitsin[83].
Alma şeklini ara bul. İnsanlar çocukken sırık keserler, bahçede sırığa biner,
at yapar, ona birde değnekten kırbaç yapar koşturur. Zanneder ki, o sırık onu
taşıyor. Halbuki zavallı sırığı da kendi taşıyor. Sırık onu taşımıyor. Sırığı
da kendi taşıyor. Şimdi bizim vaziyetimiz taatımız da ona benzer. Sen öyle bir
taat yap ki, seni taşısın. Sonra bu âlem mihnet âlemidir. Mihneti kendine zevk
edeceksin. Şeysini bile yapmışlar:
Mihneti zevk etmedir âlemde hüner.
Gam ü şâdî-i
felek böyle gelir böyle gider [viii]
Gelir elbet
zuhûra ne ise hükm ü kader,
Hilafından
hazer eyle rıza-i bari i gözle
Mukadderde
hata olmaz hemen yan gel sefa eyle
Bir daha
söyleyeyim mi? Yaa.
Hilafından hazer eyle rıza i bari i
gözle
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel
sefa eyle
Sonra bil ki eğer sana bela geliyorsa, -masum iken bela geliyorsa, şaki
iken değil- masum iken bela geliyorsa: Kudret seni başlıyor yükseltmeye.
Mukteza-i hikmet-i tabiat böyledir,
Düşmek üzere yıldırım ekser, mualla
tak arar.
Öyle değil mi? Yıldırım düşmek üzere yüksek yerler
arar.
Mukteza-i hikmet-i tabiat böyledir,
Düşmek üzere yıldırım ekser, mualla
tak arar.
Çok mu namerdin felaketten rehayab
olması
Herkese gelmez belâ, erbâb-ı
istihkâk arar. [ix]
Bu gün ki konuşma bu kadar yeter.
[1] Tesmiye Etmek: Ad vermek, adlandırmak, isimlendirmek
[2] Menba': Kaynak. Nimetin
veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
[4] Mecla: 1.(C.: Mecâli) Ayna, mir'at.2.Çıkma
ve görünme yeri. 3) Başın tepede saç çıkmayan yeri
[5] Ehadiyyet: (Ahadiyet) Allah'ın (C.C.) her
bir şeyde kendine âit birlik tecellisi
[6] Hüviyet: Şahsiyet,
kişilik, öz kimlik.
[7] Hutur: Akla gelmek.
Hatırlamak.
[8] Kâşâne: Farsça Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık,
rahat ve mükemmel ev, oda
[9] Arâm-saz: Farsça Yerleşen,
oturan.
[10] Nesim: Hoşa giden, hafif
ve lâtif esen rüzgâr
[11] İtminan: Emniyet içinde
olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[12] Serfüru: Farsça 1.Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad.
2.Mütezellil olan.
[13] İnhilal: 1.Çözülüp
ayrılma. Dağılma. 2.Erime. 3.Münhal olma.
[14] İzhar: 1.Açığa vurma.
Meydana çıkarma. 2.Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek
[15] Abes: Oyuncak kabilinden
faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi.
[16] Mensî (Mensiyye) (Nisyan.
dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.
[17] Mühmel: 1.İhmâl edilmiş.
Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış. 2.Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya
atılmış. 3.Boşlanmış.
[18] Mesmuât: İşitilenler.
Duyulanlar.
[19] Mubsırât: (Mubsır. C.)
Görünenler, görünen âlem.
[20] Meşmum: Koklanmış
[21] Müzevvigat: Dile gelenler.
[22] Melbusât: Libas, Deri, giyilecek
şey. Elbiseler.
[23] Tasfiye : Saflaştırmak.
Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek.
[24] Bahr: 1)Deniz. Büyük göl.
2)Alim, çok bilen.
[25] Ehadiyet: Allahın
isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.
[26] Keduret: 1.Bulanıklık.
2.Gam, tasa, keder.
[27] İba': 1.Çekinmek.
Tiksinmek. 2.Kabul etmemek, bir işe razı olmamak. 3.Doymadan yemekten çekilmek.
[28] Geçen birine söylüyor.
[29] Huruş: Coşma. Gürültü.
şamata. Telâş
[30] Cuşiş: Kaynama, coşma
[31] Melih: Güzel, şirin.
Sâhib-i melâhat.
[32] Kün feye kun Bakara
suresi 117 Ayet-i kerimeye itfafen بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ
وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Meali: O,
göklerin ve yerin örneksiz yaratıcısıdır. Bir işi yapmayı isteyince ona yalnız «Ol!» der, o da oluverir.
[33] Îş: 1.Yaşayış. Yaşamak.
Zevk u safa sürmek. 2.Hayata medar olan ve geçinilen şeyler. 3.Ekmek. Gıda.
[34] Yasin suresi 68. Ayet-i
Kerime: وَمَنْ
نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ
Meali: Bununla beraber kimin ömrünü uzatıyorsak
yaratılışta onu tersine çeviri(p güçten düşürü)yoruz. Hala akıllanmayacaklar
mı?
[35] Tedvir: Devrettirmek,
döndürmek. Çevirmek. İdare etmek, yönetmek. Daire şekline sokmak.
[36] Tanzif: (Nezafet. den)
Temizlenmek. Temizlemek.
[37] Hadis-i Şerif “Ben gizli bir hazine idim.
Bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” Süyûti, ed-Dürerü'l-Müntesire, s. 125;
Ali el-Kàrî, el-Esrârü'l-Merfûa', s. 273).
[38] Cinan: (Cennet. C.) Cennetler.
[39] Uruc: Yükselme.
[40] Magmum: Gamlı. Kederli.
Tasalı. Sıkıntılı. Bulutlu. Kapalı.
[41] Huzuzât: (Huzuz. C.)
İnsanın hoşuna giden şeyler.
[42] Hubb: 1)Hilekâr,
dolandırıcı, aldatıcı, kurnaz. 2)(Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet,
bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek.
[43] Gıll u Gış: 1)Çer-çöp 2)Aklın muhtelif fikirler üzerinde
kararsızlığı. 3)Gönül darlığı. 4)Kin ve hile. Hıyanet ve adavet.
[44] Alaik : (Alayık)
Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
[45] Kevni: Oluşa ait ve
müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
[46] Gönlünden çıkarıp eline
aldın mı, sana bir zararı dokunmaz artık, dünyalık şeylerin.
[47] Şura suresi 27 Ayet-i
Kerime وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي
الْأَرْضِ وَلَكِن يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَّا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ
بَصِيرٌ
Meali:
Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde azar ve
taşkınlık
ederlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz
ki O, kullarından haberdardır, onları görendir.
[48] Müdde i umumi: Savcı. Milletin
umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini
bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik
halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs.
Savcı.
[49] İktiza: Lâzım gelme, ihtiyaç,
gerekme.
[50] Erzurumlu İbrahim Hakkı
Hz.
[51] Mihen: Sıkıntılar
[52] Muhyiddin Raif Yengin
beyin güftesidir. Fahri Kopuz Bey Suzinak Makamında bestelemiştir. Konuşmada
olmayan iki mısra:
Hudutsuz düvel
olmaz fakat senin hüsnün
Hududa sığmıyor asla bu devlet öyle değil
Hududa sığmıyor asla bu devlet öyle değil
Zaman gelir
bıkılır mahlardan ey Muhyi
Fakat o mihre doyulmaz o afet öyle değil
Fakat o mihre doyulmaz o afet öyle değil
[53] Afif: 1.Temiz. Güzel.
Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. 2.Müstakim.
[54] Ariyet: Ödünç verip almak
(Hazreti Adem ve Havva’nın örtünmek için kullandıkları ağaç yapraklarından olan
giysi gibi, geçici kullanım için verilen)
[55] Suri: Surete ait,
görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
[56] Şamih: Ali şey, yüksek, Yüce,
lord
[57] Karz: 1.Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek
[58] Efkâr-ı Umumiye: Kamuoyu, Genelin fikir ve düşünceler.
[59] Tarziye: 1.Pişmanlık
duyduğunu anlatarak özür dilemek. 2.Râzı etmek. 3."Radıyallahü-anh"
diyerek duâ etmek.
[60] Tasadduk: 1.Sadaka vermek. Allah rızası için
fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey
vermek.
[61] Matah : (Küçümseme duygusuyla) kimse, mal,
eşya vb. için kullanılır.
[62] Faik: üstün, diğerinden üstün güzide
[63] İhraz: Nail olmak.
Erişmek. Kazanmak. Kesbetmek. Birisini güzel bir surette korumak.
[64] İlka': Koymak, bırakmak.
Terk etmek. Öne atmak, Program atmak, asmak
[65] Kibr-i nahvet: Böbürlenme,
gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
[66] Müstear: 1.(Ariyet. den)
Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan
[67] Rekaket: 1.Kekeleme, dil
tutukluğu.2.Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. 3.Zayıf ve ince
olmak, yufka olmak. 4.El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak.
5.Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.
[68] Mutantan: Debdebeli.
Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli ve şatafatlı
[69] Hel lâ şekakte kalbehu =
kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya!
Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi
ve bu sözü çokça tekrarladı (Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, 96; Ebû Dâvud,
Cihad 104, 2643)
[70] Bâr: Yük. Zahmet. Eziyet.
Sıkıntı.
[71] İnhisar: Bir iş veya
malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre.
[72] Me'cur: Karşılık almaya,
mükâfata hak kazanmış kimse, kiralanmış, ücreti ödenmiş.
[73] Kesafet: Bulanıklık. Kir.
Açık veya berrak olmamak. Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf
olmamak.
[74] Ankebût Suresi 69. Ayet-i
Kerimesi وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا
وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meali : Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz
onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her
zaman iyi davrananlarla beraberdir.
[75] İttihaz Edinmek: Kabullenmek. "Öyle" diye
bakmak. Kabul etmek.
Meali:
İblis: «Ey Rabbim, öyle ise, bana onların kabirlerinden
kaldırılacakları güne kadar mühlet ver!» dedi.
[77] Ekl: Yemek yeme.
[78] Sücud: Secdeye varmak. Cenab-ı
Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve
tesbih etmek.
[79] İhtirab: Savaşma,
muharebe etme.
[80] Taaşşuk: Âşık olmak. Çok
fazla derecede sevgi beslemek.
[81] Takarüb: Birbirine yakın
olmak.
[82] Surî: Surete ait,
görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
[83] Mukallid: Benzemeye veya
benzetmeğe çalışan. Taklid eden. Bir şeyi boynuna takan, asan. Kuşatan.
Penbe-i merhem-i dağ
içre nihandır bedenim
Diri oldukça libâsım
budur ölsem kefenim
Cânı cânan dilemiş
vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol
ne senindir ne benim
Taş deler âhım oku
şehd-i lebin şevkinden
N’ola zenbûr evine
benzese beytü’l-hazenin
Tavk-i zencîr-i cunun
dâ’ire-i devlettir
Ne revâ kim beni anda
çıkara za’f-i tenim
Aşk ser-geştesiyim
seyl-i sirişk içre yerim
Bir habâbım ki hevâda
doludur pîrehenim
Bülbül-i gam-zideyim bağ
u bahârım sensin
Dehen ü kadd ü ruhun
gonce vü serv ü semenim
Edemen terk Fuzûlî ser-i
kûyun yârın
Ne kadar zulm yeri ise
bana hoştur vatanım
Fuzulî (gazel 204)
[ii]
Dermân
arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân
sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Sağ
u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben
taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Öyle
sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden
görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande
gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden
gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
Mürşid
gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn,
Mürşidi
olmayanların bildikleri gümân imiş.
Her
mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi
Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla
hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem
kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
İşit
Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan
ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş
Niyazi
Mısri
[iii]
Vasfı lisan seninledir
vasf edemem gönül seni
Nutuk ü beyân seninledir
vasf edemem gönül seni
Her hünerin kemâlisin;
her güzelin cemâlisin
Hüsnile ân seninledir
vasf edemem gönül seni
Şevkü talep ki sendedir
zevkü tarab ki sendedir
Aşk ile can seninledir
vasfedemem gönül seni
Fikrin olursa
Bilhüdâ; kalmaya sende mâsiva
Emü-âman seninledir
vasfedemem gönül seni
Olmasa kibriyle riya;
sensin o beyti kibriyâ
Günci-nihân
seninledir, vasfedemem gönül seni
Olsa gılâfı ten cüda;
âyinesin cihannümâ
Aynı ayân seninledir
vasfedemem gönül seni
Bilmedi kimse cevherin;
âleme doldu kevserin
Zevki cenân seninledir vasf edemem, gönül seni
Aslı cihânsın ey gönül; vasla mekânsın ey
gönül
Kevnü mekân seninledir vasf edemem gönül seni
Hükmüne (Hakkı) bendedir canı seninle zindedir
Cümle cihan seninledir vasf edemem gönül seni.
İbrahim
Hakkı (Erzurumlu)
[iv]
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir
Gerçi cânândan dil-i şeydâ
için kâm isterem
Sorsa cânan bilmezem kâm-ı
dil-i şeydâ nedir ...
Vasldan çün âşıkı müstağnî eyler bir visal
Âşıka mâşukdan her dem bu istiğna nedür
Hikmet-i dünya vü mâfiha
bilen ârif degül
Ârif oldur bilmeye dünya
vü mâfiha nedür
Âh u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür
FUZULİ
Açıklaması
Fuzuli Öyle kaybettim ki kendimi aşk içkisiyle,
anlamıyorum dünya nedir? Ben kimim, saki olan kimdir ve içki kadehi nedir?
Çılgına dönen kalbim için gerçi sevgiliden bir lutuf
istiyorum; ama sorsa ki sevgili çılgın gönlümün arzusunu; bilmem onun da ne
olduğunu, nedir?
Kavuşmaktan ibarettir madem, aşığı vuslata doyuran; o
halde (anlam veremiyorum) nedir sevenin sevilenden böylesi uzak kalmada bulduğu
acı lezzet?
Dünya ve içindekilerin hikmetini bilmek değil bilgelik.
Bilge o kişidir ki dünyayı da dünyadakileri de bilmeye!
Ey Fuzûli (aşk ile eylediğin) ah ve figanlar herkesi
üzmekte. Aşk belasıyla hoş geçimli isen eğer, bunca varlık iddiası (ah-vah) da
nedir
[vi] Mehmet Akif
Ersoy Safahat’tan
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdanın Ne irfanın kalır tesiri katiyyen, ne vicdanın
Hayat artık behîmîdir... Hayır ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Behâim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan,
Beser hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ 'dan tehâsî hissi yer tutsun...
|
[vi]
|
[vii] Fuzuli Divanı 133 ve 134.
Beyitler
Var olanı halk yoh sanurlar
Yoh varlığına aldanurlar
Yohdur bu vücûdun i’tibârı
Hak âyinedür cihan gubârı
[viii]
![]() |
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner.
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
|
Zâhirî hâle bakıp
etme dahîl bir ferdi
Çekilir
çile değil çille-i germ ü serdi
Kendi
hâlince olur her kişinin bir derdi
Tükenir
mi feleğin sille-i nerm ü serdi
Mihneti
kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i
felek böyle gelir böyle gider
Gelir
elbet zuhûra ne ise hükm ü kader,
Hakk’a
tefvîz-i umûr et ne elem çek ne keder
Hilafından
hazer eyle huzuri bariyi gözle
Mukadderde
hata olmaz hemen yan gel sefa eyle
Enderunlu
Vâsıf
[ix] Şair Eşref’e ait bu
dörtlüğün bir başka versiyonu da şöyledir.
Mukteza-yı hükm-i kânûn-ı tabiat böyledir
Düşmek üzre yıldırım ekser muallâ tâk arar
Çok mu nâmerdin felaketten selamet bulması
Herkese gelmez belâ, erbâb-ı istihkâk arar. ( Şâir Eşref)
0 yorum:
Yorum Gönder