264. Kaset

157 (14.07.1963) 93 Dk. (264)
Vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak tesmiye[1] etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menbaı[2] akıl, ahlakın da masdarı[3] kalp olduğunu hemen hemen her konuşmada tekrar ediyoruz. Gerek kalp, vazife, aşk... yine tekrar edelim ki; ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk manasına aşk, değil. Ahlak der ki; sen mecla[4]-i hazreti ahadiyetsin[5]. Ne demek? Sen Hakk’ın emanetini hamilsin. O emanet zevki sende bir tecelli yapar, bir hal yapar. Mevzuu dağıtalım da toplayalım.

Allah (cc) tecelli-i zatisiyle tecelli ederek, zahir olan bu varlık, henüz bildiğimiz bilmediğimiz bir umum mevcudat... Tabi bildiğimize nispeten bilmediğimiz namütenahi. Biz çok zavallıyızdır. Kendimizi bilmiyoruz ki, hüviyetimizi[6] bilmiyoruz, mahiyetimizi bilmiyoruz. Biliyor muyuz mahiyetimizi? Aklımız var deriz, tarif edemeyiz. Ruhumuz var deriz, gösteremeyiz. Daha nice nice şeyler. Kalbimiz var deriz. Hatırımızdan acaba hutur[7] eden şeyin sayısını sayabilir miyiz? Bir günde ne kadar şey hatırından hutur eder? Bunu bilir misin, miktarını? Bilmezsin. Ne kadar edecek, onu da bilir misin? Onu da bilmezsin. Niye yaratırım diye gezersin? Henüz kendi hatırından hutur eden şeyin sayısını bilmeyen, edeceğini dahi takdir edemeyen…. Ne edecek onu da bilir misin? Onu da bilemezsin.

Öyle bir nehir akar, muazzam bir şey. Fakat ne faide ki, Kudret bu sırların anahtarlarını bize takdir ettiği halde, biz kapının önünde otururuz da, kapıyı açıp şunun içerisinde oturalım diye bir aşk gösteremeyiz. Neye benzer? Büyük bir kaşane[8] yaptırır birisi, kendi içerisine girip oturamaz da; anahtarı vardır. Diğer birisinin anahtarı yoktur ama kurnazdır. Pencereden atlamış girmiş içeriye, anahtarı manahtarı yok. Kapıyı da açamamış, pencereden atlamış. Ohh kasrın her tarafında arâm-saz[9]. Beşerin böyle kısmı da vardır. Öteki anahtarı almıştır, bir türlü yaklaşmamıştır. Ötekine anahtar verilmemiştir, bir kolayını bulmuş, pencereden atlamış, damdan girmiş, pencereden girmiş, nereden girmişse girmiş. Girmiş içeriye, girmiş.

Ömür tükeniyor gidiyor, meçhuller içerisinde. Fakat insan netice itibariyle öyle bir hale sahip olmalı ki, son anında bir nesim-i[10] itminan[11], öyle bir rüzgâr esmeli ki, kadere serfüru[12] ederken, kader onun başını tutmalı. Yoksa herkes... Kadere boynunu kesecek. Fakat o boyun bükülürken Hakk’ın merhamet-i sübhanisi onu karşılamalı. Hiçbir insan tasavvur eder misiniz ki; ölümünden yani cismaniyeti  inhilale[13] uğradıktan sonraki akıbetini düşünmesin. Var mıdır böyle bir insan? Varsa henüz insan değil. Şöyle asude kaldığı vakitte; “Ben neyim yahu? Nerden geldim ben? Kimim ben? Nereden getirildim? Nereye götürüleceğim? Fakat buraya niçün getirildim? Sonra nereye götürülüyorum?” diye suallerin neticesinde... Şöyle, “Benim bu cismaniyetim eyvah inhilale uğrayacak. Fakat inhilale uğradıktan sonra, akıbet ne olacak?” bunu hiç düşünmeyen var mıdır? Vardır. Varsa henüz makam-ı insaniyete kadem basmamıştır.

İşte bu düşüncesinin incelikleri arasında, insana öyle latif bir rüzgâr eser ki, diyor ahlak; bana geliyorsun, itikad-ı itminana gelir, tam kâm alırsın. Anlatamadık mı acaba? Ağızla değil ama, bunu halen şey etmek lazım. Bunu böyle çok güzel diyor, çok tatlı diyor, tamam diyor: Fakat bir acı tarafı geldiği vakitte; kaşlar çatılıyor, gözler dönüyor... Kendime söylüyorum, kendi hesabıma. Yanlış anlamayın. Kudret bunu insana hal ettirtmeli. O vakit geliş ve gidişteki gaye duyulur. Ne vakit duyacağız? Neyse gelelim yine mevzumuza…

Dedik ki; Kudret esma ve sıfatının tecellisiyle bu mevcudatı izhar[14] ettiği zaman, mevcudat zahir olduğu an, bilimum varidata “Ne dersiniz?” dedi. “Emanetimi vereceğim.” Şimdi benim bu konuştuğum bahis, geliş ve gidişteki gayeyi duşmuş, vicdanından ebet sedasını almış, abes[15] değilim, mensi[16] ve mühmel[17] bırakılmayacağım, aslım var. Yani her gün takvim-i insanisinin yaprağını koparırken,       “Yok oluyorum!” diye değil de; “Aslıma kavuşuyorum!” zevkiyle yaşayana ait bir sözdür. Bende sizi öyle tanıyorum da, bahsi oraya getirdim. Yoksa maddenin kesafetinde yaşayan kimse bu sözlerden zevk almaz. Sınıf ayrı. Onun konuşma tarzı da ayrı. Şimdi onunla vakit geçirmeyelim.

Neticenin hiç olacağını anlamış; dün bugün için rüya, bugünde yarın için rüya, beşer elemle emel arasında yoğrulup gidiyor, başka bir şey yok. Hürüm diye yaşar, hayalinin kölesidir. Bir kısmı ruhunu nefsinin esaretinde mahkûm etmiş, gidiyor. Bu zevkleri tatmış olan sınıfa ait bu konuşmam. Bugün ki konuşma vaziyetim. Mevzuum yani ya. Düşünüyor, taşınıyor, netice diyor…  Kaç yaşındasın? Otuz. Koy orta yere bir şey. Yok. Onu istediğin kadar büyüt sen rakamlarını, yine yok çıkar. Fakat bu yokluğun içerisinde, bir şey bulabilir misin? Bulursun, bulabilmek zevkin aşkın varsa. Nedir o? Gönül.

Hayatta eğer sen, bütün sayılı nefeslerin içerisinde bir gönül satın alabilmişsen, çok zengin, çok varlıklı, çoook muazzam, hangi… Gönül alda kendi gönlünü al. Gönül çift değildir. Alabiliyorsan kendi gönlünü al. Kendi gönlünü kendinden razı edebildinse, ne mutlu sana. Çünkü kendi gönlünün kendinden razı olabilmesi içün, bütün gönülleri fethetmesi şarttır. Gönül ayrı gayrı değildir. Anlatamadık galiba. Sen al, alabilirsen kendi gönlünü satın al. Çok pahalı bir şey… Her şeyini vermekle alabilirsin. Ya öyle mi? Evet. Benliğinden eser kalmayacak.

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim[i]

Bunun farkına varan derhal veriyor.

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil yani gönül
Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim.

Pahalı. Kalp lezzetini bulduktan sonra oluyor o iş. Kalbin lezzeti de ayrı mı? Tabi ya. Ağızın lezzeti ayrı, kalbin lezzeti ayrı. Ayrı. Kalp lezzeti. Kalbin lezzeti var, kalbin saadeti var. Kalp mesut mu, değil mi? Ahlakta bunların hepsinin tarifi var. Kalbin lezzeti, marifetullah zevkiymiş. Devleti, saadeti muhabbetullahmış. Bende de var. Ölçüsü var diyor Kudret.

Kalbin lezzeti eğer sende olduğunu yakinen bilecek olursan, beş hissin kapılarını kapaman lazım gelir, diyor. Kalıpla kalbi ayıracaksın, o beş hissin zevki yalnız kalıpta kalacak, kalbe yol bulmayacak. Mesmuat[18], mübsirat[19], meşmumat[20], müzevvigat[21], melbusat[22]. Bunların hepsi birden gidecek. Senin terzi elbiseni yanlış dikse ağlarsın hüngür hüngür. Makası ters vurmuş dersin. Beş yüz lira da para verdim, bin lira da para verdim, üç gün uykun kaçar. Tatlı o yol ama biraz şöyle, zorca.

Tasfiye[23]-i kalb murat eden kimse ahlakın tarifinde beş hissin -havas-ı hamse derler, beş his yani ya- yollarını serdetmek lazım. O vakit bahr[24]-i ehadiyyet[25]ten hikmet membaları kalbinde kaynamaya başlar. Keduret-i[26] nefsaniye bulunduğu müddetçe, her gün gamlı yaşarsın. Bir gün gamsız yaşayamazsın. Belki yarım saat açılırsın, yine kapanırsın. Belki yarım gün açılırsın, yine kapanırsın. Belki bir hafta açılırsın yine kapanırsın. Kapanırsın yani ya. Bulutlu geçer. Sema-i kalbin simsiyah geçer. Hâlbuki Kudret sana sefa ile geçir diye göndermiş. Manadadır sefa, maddede değildir. Madde kedurat verir adama, keduret. Sen zevk almak istersen manadan uzaklaşma. Zevki tamamıyla veren insana manadır. Madde değildir. Bunu ters anlamıştır insanlar. Zanneder ki; milyarlar, milyonlar, büyük masalar, büyük cahlar, kocaman rütbeler... Hayır! Onların hepsi keduret veriri adama.

Olmasın manasına söylemiyorum. Nispet, kıyas yapıyoruz. İlmi konuşma yapıyoruz. Ayrı iş. Bir gün açılırsın, bir gün kapanırsın. Sebebini de bilmezsin sonra. Bazen bilirsin, bazen bilmezsin. Neden? Hepsini de söyleyecek değilim ya. Yarım saatte, üüüü. Kalp, bunlarla lezzetlenmeye başladı mı bil ki; libas-ı gafletle örtülü olduğu anlaşılır. Libas-ı gafletle kalp örtüldü mü, keduret başladı demektir. Sıkıntıdan kurtulamazsın, durduğun yerde çatlarsın. Neye sahip olsan yine o kederini, o keduratı bir türlü atamazsın. Atılmaz o. Yarım saat atarsın, yine gelir. On beş saat atarsın, yine gelir. Uyursun gider, uyanırken beraber gelir.

Dedik ki Kudret, bu mevcudatı izhar eylediği vakit… Gayet nazik bir şey söyleyeceğim. Pek hatırımda değil. Belki bir defa söyledim, belki söylemedim. Hafızam aldatmıyorsa, belki bir defa yahut iki defa söyledim bu mevzuun ince yerini. Emanet yani emanet… Birçok manalar verdim de, bugün niyet ettim şunun tam bir manasını vereyim diye.
Bütün mevcudata arz etti Huda, ihtiyar verdi. Yani isterseniz size bir emanet vereceğim. Hepsi iba[27] ettiler. İhtiyar vermese mes’ul olurlar. “İsterseniz.” dedi ya. Aman dediler bizi mazur tut. Bizi af eyle. İnsan o emaneti aldı. Bunları çok defa anlatmışımdır. Buraya nereden girdik, hatırlayabilir misiniz konuşurken? Evet, saat de biraz insanın yorgun olduğu saat… Yaz sıcak tabi. Aşktan girdik, aşktan dimi? Romanda okunan aşk değil, ahlaktaki aşk. Şöyle dedim; “Bende bir emanet var. Buna karşı bir varlık, bir tecelliye mazhar olur. (Buradan git. Şeyi topla onunla.[28]) Sonra dedim ki; der ki ahlak, “Sen tecella-i hazreti ehadiyyetsin.” “Ne demek?” dedim, buraya girdim. Ben, hem söylüyorum, hem sizi idare ediyorum. Böyle olur mu? Dinlemiyorsunuz. Demek söyleyen de ben, dinleyen de ben… Çok iyi iş.

Tecella-i hazreti ehadiyyetsin diyor. Ondan sonra diyor ki; Ne faide ki; sana gâh huruş-i[29] mey, gâh cuşişi[30] mey, kah harekat-ı felek, kah tesbihat-ı felek, buralardan tembih-i nasihat almak istersin. Hep uzaklarda dolaşırsın. S ende emanet var niye uzağa gidiyorsun diyor.”Gözlü gözsüzden, beni götür diye bekler mi?” diyor. Nedir şimdi o emanet? Allah’ın(cc) kendi. Anlatabildim mi acaba? Hak, “Ben sana kendimi emanet edeceğim. Nasıl diyor ister misiniz?”, diyor. Anlatamadık galiba. Gayet zevkli bir yerini söylüyorum ya. Çok zevkli. Hakk’ın kendidir emanet. Onun içün insan, Hakk’a muhataptır. Bütün mazharı tam insandır. Meleğin kıymeti insan kadar yoktur. Melek gibi derler. İnsan melek gibi olur mu? Çok üstün. Meleğin ne kıymeti var, insanın yanında. İnsansa ama.

Melek insanın hüsnüne âşıktır, müştaktır. İnsan melekten güzeldir. Var mı elinde burhanın? Bir söz söyledin amma. Sorsana bana, var mı böyle bir hüccetin? Var. Meleklerin başı olan, hükümet-i subhaninin büyük sefiri olan Cibril, ekseriyetle huzur-u Muhammedi’ye Dıhye şeklinde gelirdi. Dıhye ashabın en melih[31]’ül velih olan zatı idi. Gayet güzeldi, hazreti Dıhye. Çok güzel. Onun şeklinde tecelli ederdi. Hatta bir gün… İmam-ı Hasan ile İmam-ı Hüseyin efendimizin lalalarıydı, Hazreti Dıhye. Cibril gelmiş, -Dıhye suretinde geliyor- Hazreti Dıhye zannetmiş, gitmiş kucağına oturmuş, Cenab-ı Dıhye alıştırmış, cebinde üzüm getirirmiş. Elini cebine atmış, cebine atmış çıkarmış, Fahr-i Âleme bakmış, yani cebi boş. Fahr-i Kâinat diyor ki; “Sizi lalası zannetti, Dıhye zannetti. Alıştırmış cebinde üzüm var diyerekten, şimdi öbür cebine de bakacaktır” diyor. Hazreti Cibril işte… Tabi “Kudret’in Kün fekan’ı[32]” olursa ne olmaz? “Utandırtma Ya Rabbi” diyor. Elini atmış, cebinden üzümü çıkarmış.

Hani diyeceğim yer neresiydi? İnsan, muazzam bir şey: Kendisinde emanet var. Hakk’ın kendi kendisinde emanet… Fakat kıymetimizi bilmeyiz. Halimizle, bu bize verilen büyük sıfattan istifa ederiz. Mahrum kalır, geçer gider, istifa ederiz. Yoksa bu âlemde yaşadığımız müddetçe bir iş yok bize. Kimseye yok. Hiç kimseye bir şey yok. Hayat bu kadar bir şey mi? Böyle elli, atmış, yetmiş, seksen, yüz, yüz yirmi, yüz elli de… Bu mu? Buysa bir şey değil. Bir şeyki, neticesi iştir[33]; onda saadet aramak abestir. Ne saadeti arıyorsun? [34]وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ diyor Kudret, büyük kitabında. Yaradılış tarzındaki şekillerini takip et. Mini mini çocukluğundan, büyüye büyüye getirdiğin fotoğrafları yan yana getir; o vakit alırsın bir şey, kendi kendine. Bir şey duyar, duyar adam. O vakit bir yerle, bir hukuk tedarik etmeye başlarsın. Derhal derlenir, toplanır muhasebe-i nefis yapar, gönül mevzuu üzerinde durursun. Duramıyoruz onun üzerinde biz. Kaba tarafına gitsek de olmuyor mesela... Gönlü tahsil etmeden... Girelim, mana ilmindeki bahislere girelim. Mesela bir misal vereyim sana: Gönlü tahsil etmeden yapmış olduğun ibadetlerde batıldır.

Sanma zahid savm ü salat ü hacc ü zekat ile biter işin
İnsanı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş.

Kanden gelirsin yakında varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.

İşit Niyazi’nin sözün, hiçbir nesne örtmez Hak yüzün.
Hak’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş.[ii]

İrfansız imanın ne zevki olur. Zevki olmaz onun.

Fikrin olursa Bilhüdâ; kalmaya sende mâsiva.[iii]

Eski konuşmalarımı birleştirirsen anlarsın bahsi. Dedik ya, kalp ile kalıbın vazifesi ayrılacak. Kalıp madde ile kalp mana ile ama asıl işi idare eden de kalptir. Demek ki, mana maddenin fevkinde olarak tahakkümünü, tasarrufunu, istiklalini, tedbirini, tedvirini[35], tanzimini, tanzifini[36] yapacak. Reis o. Yok, sen ona öbürkini reis yapacak olursan; yandın, yıkıldın, geçtin gitti.

Fikrin olursa Bilhüdâ; kalmaya sende mâsiva.
Emü-âman seninledir vasfedemem gönül seni

Sen gönle sahip olmadıktan sonra emü- âmân mı bulabilirsin.

Olmasa kibr ile riya, sensin ol Beyt-i Kibriya.
Genc-i nihan seninledir; vasfedemem gönül seni

Demek ki; kimde kibir yok, kimde riya yok Beyt-i Kibriya’dır. O halde emaneti Hak ondadır. Konuşmayı bağlıyorum. Anlatabiliyor muyum acaba? Şimdi dedin ki;  Hak, kendi emanet vermiş, insana vermiş; bende var mı yok mu? Riya yoksa, kibir de yoksa emanet-i Hak vardır. Hiç şüphe etme. “Yok zannediyorum.” Çok ağırdır haaa. Daha bizim evler de misafir odaları bile ayrıdır. Vaziyeti müsait olmayan biri geldiği vakit de, şuraya al deriz; biraz daha mevkii rütbesi büyük oldu mu şuraya al deriz. Ötekine hattı zatında başka türlü muamele ederiz. Berikine işte oldu; kibirde var, riyada var. Muhakkak kibirle riya demek, herkese karşı “Nasılsın efendim?” diye geçinmek değildir ki o. Ooo ne uzun iş o. O ne muazzam iş o. Öyle olsa kolay, ilk önce ben bu işe sahip olacağım. İlan edeceğim ama yok. Yokladım yokladım kendimi, çok uzak.

Olmasa kibr ile riya, sensin ol Beyt-i Kibriya.
Günci-nihân seninledir,  

Günc-i nihan nedir? Gizli hazine. Gizli hazine nedir? [37] كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى ben bir gizli hazineydim diyor, Hakk’ın kendisi.

                                       Vasfedemem gönül seni.

Bilmedi kimse cevherin, âleme doldu Kevser’in. Satılma ya.
Zevk-i cinan[38] seninledir, vasfedemem gönül seni

Cenneti methederler diyor. Ne cennet? Cennet seninle zevk olur. Sen olmadıktan sonra cennet kaç para eder. Cennete kıymet verdiren sensin diyor. Gönül. O vakit başka türlü insan teali terakki eder.

Bütün ervah âlem-i ulviden, bu âlem-i süfliye gönderilmiş. Burada bedenlere bürünmüş. Üç sınıfa ayrılmış. Bak, kendi kendini, düşün hangi sınıftansın. Âlem-i ulviden, bu âlem-i süfliye bütün ruhlar gönderilmiş. Sevk edilmiş. Beden-i insaniyi bulmuş, elbisesini giymiş. Üç sınıfa ayrılır. Birinci sınıf;   -Birinci dersem, şey manasına alma yani. Sınıfları anlatıyorum. O birinci, o manaya değil. - geliş ve gidişteki gayeyi duymamışlar, bilmiyorlar. Yemek, içmek, yatmak yaşamak bundan ibaret diyor. Bunlar makam-ı aslilerine uruc[39] edemezler. Edemezler. Magmumdurlar[40], aldanmış sınıf. İkinci sınıf; bu âlem-i süfliye tenezzüldeki maksadı anlamış. Birinci sınıf yani birinci söylediğim tarifte yaptığım şey, maksadı anlamıyor, gayeyi anlamıyor. Ne içün geldim? Yaşayacağım diyor. Yiyeceğim, içeceğim, gezeceğim, yatacağım, huzuzat-ı[41] nefsaniyemi tatmin edeceğim. Niçün geldim? İşte bu. Öteki ikinci, o maksadı anlamış. Maksadı anlamış ama biraz evvel söylediğim kalp ile kalıbın vazifesini ayıramamış. Maksatta ancak kisb-i kemal ile insanın terakki edebileceğini idrak etmiş fakat ayıramadığından dolayı, burada hubb[42]u cah var. Umur-i masiva bir çok gıll u gıyş[43]  dolu. Fakat maksadı da anlamış. Alaik-ı[44] kevni[45]yeyi kalıba verememiş. Karışık. Kalp ile beraber. Ver. Ahric an dunyak ila yedike, la tedurru meake[46]

Çıkar bütün varidatı gönlünden koy elinin üzerine, beraber yürü sana fayda verir. Bu deniz olmazsa gemi yürümez. Fakat o gemiye bir delik delinir, dibinden de o deniz içeriye girerse, geminin yürümesinden vazgeçtik gemi batar. İnsan da umur-u zahiriyedeki varidata sahip olmazsa, bu âlemin icabatını yapamaz. Fakat ben o varidat-ı zahiriyeye sahip olacağım diye onu gönlünün içerisine sokarsa batar. Kendi insan kalmaz. İcabında zalime uşak olur, icabında eşek olur, icabında vicdanını satar, icabında ne bileyim ben, ne rezaletler yapmaz. Ne cinayetler yapmaz. Çünkü neden? Henüz kalbiyle kalıbının vazifesini ayırmamıştır. Kalbinde marifetullah zevkiyle, muhabbetullah saadeti yok. Kalıbında kalmamıştır o iş. Bunların hepsini bir birine karıştırır, yanar, yıkılır, geçer, göçer, gider. O berbat.

Onun içün insana ölçü, varlığındadır, darlığında değil. İnsan züğürtlediği vakit maneviyata sarılır. Makbul değil o. Ooo düş, öyle manalı olursun ki düştüğünde, konuşma tarzın bile değişir. Ekmek parası kalmasın, öyle tatlı konuşursun ki böyle yaparken filan, önünü iliklersin. Züğürtlük, kaide-i külliye: Maneviyata sevk eder adamı. Varken girersen, Kudret tutuyor o vakit. Ben diyor, her şeysi elinde mevcut iken bana şu kadar kulluk yapanın kulluğunu, namütenahi görürüm. O yokken yapanın ki, o olduğu vakitte ölçülür o. Ayrı iş o.

وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَو[47]ْ Herkesin istediği şekilde istediğini verecek olursam, ilk önce bana ilan-ı harp etmek olur diyor. Ve biz buna hayatta da tatbikat sahasında görürüz. Yahu ne kadar kuzu gibi adamdı, deriz. Ne o şöyleydi böyleydi ne iyiydi. Ooo bakarsın ki; vaziyet biraz değiştikten sonra saha maha her neyse, biraz genişlemeye başladı mı; evvela karısını beğenmez. Sonra muhitini beğenmez. Ne bileyim sonra onu beğenmez. Sonra…Daha daha misali vardır. Köyden çocuk gelir: İlk geldiği sene mektepte okur filan. Şöyle ilk geldiği vakit, o mektep çocuklarının yanında bir parça “Ah bende bilsem!” filan der. Bir parça zekâsı varsa biraz ilerledi mi filan, orta mektebi bitirdiği vakitte köyün içerisine girince babam da ayağa kalksın diye bakar. Ben bunları gözümle görmüşüm. Yolda arkadaşı rast gelirse, babası köylüyse filan, sarılsa boynuna “Oğlum!” filan diye, onuruna yediremez babamın köydeki uşağıdır der. Mesela anası biraz ananevi bir vaziyette filansa, öbür bir arkadaşı, daha biraz daha şöyleyse böyleyse, netice itibariyle; o onu kibrine yediremez “Hizmetçi kadın” der. Ben bunlara tesadüf etmişim. Hizmetçi kadın. Anlatamadık mı acaba? Ya.

Farkına varır da incinirse, tamir edemezsin. Ederim, gönlünü yaparım. Büyük yerin gönlü kırılmıştır. Hukuk-u amme girmiştir, af olmaz. Yaaa acayiptir böyle şeyler. Bunlar dikkat olunacak şeyler. Hani mesela birisi birisine silahını çeker de, ondan sonracıma; yakalarlar götürürler, o karşısındaki adam der,  “Benim davam yok!” der, “Vazgeçtim!” der. Ama müddeiumumi[48] der ki; “Yok! Silah çekti umuma karşı. Siz davanızdan vazgeçersiniz fakat hukuk-u amme vardır, dava seyrini takip edecek.” der. Böyledir, bazı suçlar vardır ind-i ilahide: Suç yapacağı kimse af eder. Huda der ki; hikmet-i subhaniyem iktiza[49]sı böyle bir kitap yapmışım, bu kitapta bunun hükmünü böyle yazmışım, bu tatbik olunacak. Sen affettin başka, sana ayriyeten ecir veririm, fakat bunu tepeleyeceğim. Bu tepelenecek der. Anlatabildim mi acaba?

İncitme. Bilinmez, insan yapıyor, hata oluyor. Olmaması lazım. En dikkat olunacak nokta.

Cihân bâğında budur makbul ey gafil ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incin

Cihân bâğında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incin[50]

Mihen[51] geçer dedik ammâ hakîkat öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil

Olur mu hiç giran ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil[52]   Ne kadar güzel…

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil.

… makbul değil o. Ne güzel söylemiştir Molla Cami: -Tabi, onlar büyük adamlar. Ne büyük adamlar yetişmiş bizde, üüüü. Yok yok bu çapta insan yok.-

Hacegân der zeman-î mazûlî. Heme Şiblî yü Bayezîd sevend.
Bas çûn ser amel arend. Heme ya Şimr û ya Yezîd şevend

Diyor ki: Varlık sahibi, varlığından düştüğü vakitte; onunla konuşursan zannedersin ki, Beyazıt-i Bestami gibi evliyaullahtan bir zat, konuşma tarzından. Yahut Şibli merhum gibi ehlullahtan bir zat-ı ali. Bas çûn ser amel arend. Fırsat gelir de eski halini alacak olursa, Heme ya Şimr û ya Yezîd şevend. Ya İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şemirr veyahut ona emir veren Yezit olur. Ölçü varlığındayken insanlar üzerinde tatbik olur, yokluğundayken değil. Varlığında. Yüzüne bakılırken, rütbesi varken, masası varken, kasası varken.

Kudret mesela nimetlerine şükür ister, küfran istemez. Teşekkür bekler. Güzelliğin şükrü, iffettir. Servetin şükrü, infaktır. Masanın şükrü, adalettir. Biz bunları yanlış anlarız. “Hamdolsun Kudret verdi.” Bu değil ki şükür. Bu mu? Ahlak her birisini talim etmiş. Bakıyor aynaya, kendisi güzel: Kudret diyor ki; Ben seni herhangi bir şekilde yapabilirdim, bunun şükrünü yap bakayım. Nedir onun şükrü? “Oh, beni ne güzel yapmışsın.” Yoook. Afif[53] olmaktır, iffetli olmaktır. Onun şükrü o. Kocaman bir masa, açıyor telefonu; “Olsun!” diyor, oluyor. “Kalksın!” diyor, kalkıyor. “Yıkılsın!“ diyor, yıkılıyor. “Dursun!” diyor, duruyor. Eee bu senin mi zannedersin sen? Yok azizim, bunlar hepsi ariyettir[54]. Onlar Kudret tarafından verilmiş anlardır. Görmez misin, bakarsın ki; yüz bin kişilik bir ordu, iki yüz bin kişilik bir ordu; bir ”Arş!” der, üç harfin arasına girer, rap, rap yürür. O kuvvet o kelimenin neresine gizlenmişti. Aynı adam bir zaman gelir, çöpçüyü çağırsa gelmez. Sen asrı düşünsene bir defa Kudret’e karşı… Nerden geliyor? Nereye gidiyor? Kıymetler nereden gelip, nereye gidiyor? Ne oluyor? Anlatabiliyor muyum? Ha onun şükrü, nedir o onun şükrü, masanın? Adalettir. Zayıfın hakkını kaviden almaktır. Nokta-i istinatın kuvvet olmayıp, Hak olduğunu idrak etmektir. Hak kuvvette değil, kuvvet Hak’ta olduğunu duyurmak, yaşatmaktır. Bağlı birbirine. O zevki duyduktan sonra, suri[55]-i hayatın kıymeti kalmıyor zaten. Başkalaşıyor. Bambaşka…

Geçen konuşmamda demiştim ki; Kudret bazı insanlara hususi imtiyazlar verir, vermiş. Orada bir misal getirdim: Hatip İbni Beltea dedim. Peygamber’in (sav) bir şeyini müşriklere haber veriyor. Bunu söylerken demiştim ki; o imtiyazı onlar aldılar amma o da kolay bir şey değildi. Akıl kabul etmezken bir davayı, gönül vererek… -Bir ince yerini söylemedim de tekrar ediyorum.- Mesela, Fahr-i Âlem (sav) tek başına bir dava açmış: Vicdanlarda müsavat, gönüllerde müsavat, insan hakları mevzuu, dava bu.

Medeniyet ne kadar ilerlerse ilerlesin, saha ne kadar ilerlerse ilerlesin, hep onun açtığı davanın  an yerine dayanır. Ama yapar yapamaz o da başka. O ayrı iş. İnsan hakkı. Zayıf kavi mevzuu. Aciz insana tapılmayacak diyor. Putperestliğin aleyhinde ama kilisedeki put değil ki, insan putunun aleyhinde. Kilisedeki puta yirmi maddelik amanname vermiş. Bunu anlamıyor insanlar da zannediyor ki; böyle ale-l-umum şey. Yok azizim! Kilisedeki puta, havradaki şekle, yirmi maddelik amanname vermiş. Hatta öyle amannameyi bugün hiçbir saha dahi veremez. Vergi alınmayacak demiş, ibadeti serbest demiş. Sen benim imanıma girdin, annen girmedi; oraya gitti, ihtiyar gelemedi. Gidip alacaksın demiş. Baban gitti, gelemedi. Gidip getireceksin, demiş.

Bizim bildiğimiz şekilde değil ki. Muazzam, yirmi maddelik amannamesi var. Papazından vergi almayacaksın demiş. Şamihasından[56] vergi almayacaksın demiş. Eee, hangi putperestliğin aleyhinde? İnsan putunun, insan… Zalim insan kendine taptırtıyor. Tapmayacaksın, diyor. Bununla ilgili. Nefsinden başla ıslaha, yürü de git diyor.

Fakat kâinat hasım oluyor tabi. İşine gelmiyor. Adetler çabuk çabuk kalkar mı? Sen sigaraya alışırsın da bıraktım dersin, yemin ettim dersin. Ne yemin ediyorsun? Tekrar başlıyorsun. Onun cezası o kadar ağırdır ki: “Alay mı ettin?” der, Allah(cc). “Kırk paralık bir şeye, beni şahit getirdin dimi?” der. “Hiç senin insani seciyen yok muydu yahu?” der. “Seni insan yaptım ben.”der “Hiç insani bir seciyen yok”.

Yemin demek, ne demektir? Ben buraya Zat-ı Zül Celali şahit ikame ediyorum, demektir. En yüksek hukukun olan bir kimse dahi, “Şu maddede bana bir şahadet eder misin?” dese; içinden dersin ki, “Yahu beni şuraya çıkarmasaydın, ne olurdu.” dersin. Ya Allah’ı(cc) tenezzülat-ı subhanisiyle, tenezzül ettirerekten, bu âlem-i süflide şahit  ikame etmeklik, adi bir sigara içün değer mi? Ahlak buna müsaade eder mi? Anlatamıyor muyum acaba?
“Ben sana irade verdim, birçok sıfatlar verdim.” der, kullanamadın da beni mi getirdin?” der. İçerim dersin, içmem dersin. Ya içersen içersin, ya içmezsen içmezsin. Var böyle, bir defa bozdum diyor, bana soruyor ne olur bir daha ... Senin içün bir şey lazım gelmez diyorum. O da farkında değil.

Mevzu, mevzuu açtı. Söyleyeceğim mevzudan ayrılıyorum. Yine toplarım inşallah. Daha canlansın diye söyleyeceğim, vaktiyle de söylemiştim ya, münasebet aldı. Resulullah’ın(sav) büyük dostlarından, ilk tabi olanlarından, Osman İbni Maz’un isminde bir zat-ı ali var. Büyük. Hazreti Osman değil, bu ayrı bir Osman. O, Osman İbni Affan. Bir dostundan karz-ı[57] hasen olarak ödünç para almış. Parayı ödemiş, vermiş. Fakat o zat da paranın ödendiğinin farkında değil. O ödemedi biliyor. Zamanda epey geçmiş. Demiş; “Sizde şöyle bir şeyimiz vardı.” “Verdim o parayı” demiş. “Vermediniz”.  “İyi düşünün.” “Verdim”, “Vermediniz.” “Verdim” demiş. Neyse işte, beşeriyet... İş mahkemeye aksetmiş. Dava açılmış, gitmişler. “Makbuzu vardı, sizde.” demiş. “Vardı ödedim”. “Yemin ediniz” demiş hâkim, tabi ne yapsın, elinde bir mevzuat var. “Yemin edemem” demiş. “O halde ödemeniz lazım gelir” “Hay hay ne istiyor?” demiş. Çıkarmış parayı tak tak tak tak ödemiş.

Fakat paranın ödenmesinin o kadar kıymeti yok, şimdi efkâr-ı umumiye[58] de, Osman İbni Maz’un, hale bak; adamdan parayı almış, inkâr etmiş. Fakat mahkemede yeminden korktu ,tekrar ödedi. Yeminden korktu, tekrar ödedi. Mevki içtimai bir sarsıntı yapıyor. Anlatamıyor muyum? Bir sarsıntı oluyor. Zaman geçmiş epeyce. İki üç kişi ticaretle meşgul, hariçten gelmişler. Onlara da söylemişler, demişler ki; “Ya biliyor musunuz, ne oldu?” “Osman İbni Maz’un filanca insandan para almış, istedi vermedi. Mahkemede yemin deyince; korktu, parayı ödedi.” “Yahu demişler, o parayı bizim yanımızda verdi. Filan vakit, filan mahalde, bizim yanımızda o parayı verdi.” Hemen koşmuşlar alacaklıya, demişler ki; “İyi hatırla, filan yerdeydik, şöyle bir sohbet oldu. Sohbet kesildikten sonra, Osman İbni Maz’un “Bugünmüş kısmet. Sizin borcu ödüyorum.” dedi, parayı bizim yanımızda verdi, hatırlıyor musun?” “Eyvah!” demiş herif. “Tamam, şimdi hatırladım.” Koşmuş, gelmiş, özür dilemiş, tarziye[59] vermiş, filan. Onlar büyük adamlar. Ehemmiyeti yok demiş filan. Artık bizden çıktı, tasadduk[60] edelim demiş. Tasadduk etmişler. Şimdi soruyorlar; “Bir vebali yok bunun. Huda da buna müsaade etmiş. Kitabında da bu biçim, buna yemin etmeye ruhsat var. Siz niçün bunu tekrar ödediniz?” Demiş, ben bunu düşündün, taşındım. Eğer bunu ödemekliğe iktidarım olmasa idi, belki bu cüreti yapacaktım. Düşündüm demiş, Cenab-ı Hakk’ı adi bir matah[61] içün huzur-u mahkemeye şahit ikame etmeye, edebime çok dokundu, haya ettim. “Ya Rabbi, gel burada şahit ol!” diyemedim. “Param da vardı, verdim.” Anlatabildim mi acaba? Herhalde bir şey var bunun içinde anlaşılır.

O gün ki, o imtiyaz alan insanlar; ne vardı o harpte de öyle bir imtiyaz aldılar? Bedir harbinde. Bir avuç insan… Diğer taraf, her cihetten faik[62]. Mesele oda değil. Akıl kabul etmiyor ki, on dört asır sonra en ücra bir köşede o mananın varlığı konuşulacak. Mesela burada da biz şimdi onu ahlaka misal olaraktan getirdik, konuşuyoruz. Akıl, dünyada milyonlarla, milyarlarla gönüller fethedilecek, o gönüllerde o muhabbet kaynayacak, birçok insanın nüfusunun içerisinde, o kayıt -oraya izafeten- bir kayıt bulunacak. Bunu akıl kabul etmiyor. Akıl kabul etmezken, o adamlar kendilerini ortaya koymuşlar. Biz sana teslimiz.

Burası da güzel: Şimdi Bedir Harbi gibi bir harp, dünyada ne olur, ne olmuş, ne olabilir? Nasıl? Mesela  Hazreti Peygamber’in(sav) karşısında amcası, Ebu Bekir’in karşısında oğlu, Ebu Ubeyde’nin karşısında babası. Böyle harp olur mu? Kardeşi, amca çocuğu, amcası, babası… Hatta Ebu Bekir kılıcını oğluna indirirken, tesadüfen peygamber kılıcı şöyle şırakkadak vuruyor. “Az kalmıştır İslam olmasına, biraz müsaade et!” Tabi o nur-u nübüvvetle görüyor. Projektörü sıkıyor, görüyor.

Öyle bir şey ki; Ömer’in kardeşi Zeynep bin Hattab’a Ömer diyor ki, “Zırhım nerede? Gireceğim, zırhım nerede?” O bağırıyor diyor ki; “Yazıklar olsun sana! Sen muhafazanı zırhında arıyorsun, ben muhafazamı şehadette arıyorum. Bana sorulur mu?” Bunlar nasıl imtiyaz almazlar? Anlatabiliyor muyum acaba? Burasını geçen konuşmada söylememiştim, buralarını. Nihayet Ebu Ubeyde’nin babası Rasul ü Zişan’a yakışmayan cümlelerle, harp meydanında konuşmaya başlıyor. Ebu Ubeyde… -Çünkü öyle ki, herkes kendi kendine, o vakit adet-i harbiye bire bir, ikiye iki öyle çıkıyorlar. Herkes en yakınına çıkıyor. Ulu orta değil. Anlatamıyor muyuz?- Öyle çıkıyor.

“Karşımda oğlum var, bana bir şey yapmaz.” diye güvenip de, böyle münasebetsiz konuşuyorsan, bağımız bitmiştir. Anasır itibariyle sana izafe edilirsem de, ruhen nesebim Hakk’a bağlanmıştır. Dikkat et, eğer cümleyi tekrar edersen kelleni alırım, diyor. Cümleyi tekrar ediyor: Ebu Ubeyde babasının kellesini alıyor. Götürüyor. Babamın kellesi demiyor; sana dil uzatan adamın kellesi, diyor. Anlatamıyor muyum acaba? Böyle acayip bir şey…
Onlar arif olmuş insanlar. Sırr-ı tevhide vasıl olmuş, biraz evveli söylediğim gibi, tasfiye-i kalp yapmış. Arif.

Hikmet-i dünyâ vü mâfîhâ bilen ârif değil. Yoruldunuz mu? Keseyim mi?
Hikmet-i dünyâ vü mâfîhâ bilen ârif değil.
Ârif oldu bilmeye dünyâ vü mâfîhâ nedir.[iv]

Mesele bu. Bunlar arife misal. Hak boyasıyla boyanmışlar, lezzetleri zevkleri başka türlü. Ama bu da insandan oluyor, başka bir şeyden değil ya. İnsan içün bir gaye-i kemal vardır, onu ihraza[63] çalışmak her insan üzerine farz olunmuştur. Gelişimiz bundan ibaret. Gelmeden gitmeden gaye o. Öbürküler ara yerde işin süsü. Niye geldin? İnsan yetiştirmeye. Bak bakalım, kaç kişi yetiştirdin? Bazısı der ki; ”Efendim ben dört tane insan okuttum. Ee, işte filanı mühendis yaptım, filanı”….– Güzel... Bunlar iyi şeyler, fena değil.- “Tüccar yaptım. Filanı şöyle yaptım böyle yaptım.” Bunlar güzel... İnsan yetiştirmek o değil ki. Kaç kimsenin gönlünü fethedin? Kaç kırık kalbe sürur ilka[64] edebildin? Kaç düşmüşü kaldırabildin? O yetiştirdiğin insanın eline, merhamet verebildin mi? Diline, letafet verebildin mi? Gönlüne, aslının muhabbetini koyabildin mi? Yoksa yetiştikten sonra kaskatı, taş gibi mi oldu? Etrafını beğenmez bir kibr-i inat ile mi doldu? O da bir mesele.

Yetişince mi oldu, yetişmeden mi oldu? Bu da bir derttir. Nasıl oldu acaba? İnsandan beklenen mahf-i enaniyettir. Benliğini mahvetmektir. İlim ona derler ki; insanın, kibr-i nahvetini[65] yıka, benliğini yıka, saf-ı derun kıla. Böyle mi yaptı? Yoksa kat kat kat kat kat kat kat kat kalınlaştırdı da bir kibr-i nahvet, bir ene mi yaptı? Dinlemez, taş gibi. Vardır öyle insanlar.

Bilmez ki; yer adamı yer. Yer adamı yer. O gözlerine bakılamayan kirpiklerden duvar üzerinde diken yapar. Üüü. Bir dirhem yağ parçasına taalluk etmiş olan nur-u rüyet nereden gelmiştir? Onu düşün. O rüyeti alır. Çene kemikleri arasının içerisindeki o dili un ufak yapar. Hepsi ariyet, müstear[66] alınır. Her şey fani, tabi tükenip biter. Sonra insan cibilliyeten nankördür. Geçen hafta söylediğim gibi, öpmeye kıyamaz, bir an gelir tiksinir. Ne oldun yav? O kadar mıydı? Yaaa.

Ya manayı inkâr ediyorsun, ya haberin yok. Onda öpmek istediğin ona taalluk eden mana idi. Sen onu inkâr ettin. O mana çekildi şimdi. Yahut çekilmek üzere, yahut alakasında bir rekâket[67] var; tiksiniyorsun, iğreniyorsun ya. Dudaklarına yaklaşmak isterken titrerdin, şimdi böyle kaçınıyorsun. Ne oldu sana? Böyledir insan! İnsan nankör. Çok acayiptir insan. Hazreti insan başka, o ayrı. Âdem olmak zor iş… Âdem olmak istersen; Âdem ara, Âdemi bul, Âdem ile Âdem ol. Seyyid-ül âlemdir Âdem, gayrıdan sevdayı kes.  Öyle der Kudret, büyük kitabında: Pek öyle semayı deler gibi bakma der. Boyunu uzatma, yükselemezsin der. Yeri ezer gibi basma, ezeme zsin der. Yer seni yer der.

Deden bunların farkına varmış ve bunlarla dolu yaşamış. Deden çok büyük adam… Kıymetini bil. Üüü, her cihette büyük. İlmende büyük, maddeten de çok zengin. Hala dedenin parasını yersin. Hala. Yaa.

Senden çok kavi, çok zengin, hep mütevazi yaşamış. Bilmiş.  O kadar merhametli ki, ben yetiştim: Mesela bakarsın ki, en büyük konağın önünde bir mola taşı[v] bulunur. Şimdi yok başka. Fakat o gün ki vaziyeti anlatıyorum sana. Sen olsan kaldırır, yıkar atarsın. Çirkinlik veriyor binaya dersin. Çirkinlik verir vermez orası ayrı. Ben iç âlemini konuşuyorum, gönlünü konuşuyorum adamın gönlünü. Getirmiş muazzam, mutantan[68] yapmış, köşenin başına getirmiş bir mola taşı koymuş. Hamal, şerefini satmamış, faziletini satmamış, hırsızlık etmemiş, zulme iştirak etmemiş, alnının teriyle... kader onu o işte kullanmış. Hor görmek hakkımız yok. Bilinmez ki; bakarsın ki, hükümeti sübhani de başbakandır. O gün belli olmaz ki o.

Gölünü ver… Hel şekakte kalbe[69] Birisinin hakkında Peygamber’e(sav) huzurda birisi bir şey söylüyordu, öyle dedi, Resulullah (sav) kızdı da; “Kalbini açtın da baktın mı? Ne bileyim ben onun levh-i mahfuzununda ne var?”

Ne irfandır veren ahlaka ülviyet ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah (cc) korkusundandır. [vi]  

Belki onun korkusu benden fazladır. Benden elbette milyarca namütenahi vaziyette yüksektir ind-i ilahide. Ama sen neye sahip olursan ol, o başka ölçü. Kudret onunla ölçmüyor ki. Kendisine olan saygısıyla ölçüyor.

Ne irfandır veren ahlaka ülviyet ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah (cc) korkusundandır.

O korku Cennet Cehennem korkusu değil. Beni yaratmış, ya yüzüme bakmazsa korkusu. Ya sevmezse korkusu… Ya irtibatı kesilirse korkusu… Ya bugün ki nazımla yarın ki nazım aynı olmazsa korkusu… Anlayamıyor muyum acaba? Bu korku. Başka korku değil. Ya bunun üzerinde titreyen bir insansa. Bilinmez ki o.

O yükü alır sırtına, böyle sıcak mevsimde kimseye bâr[70] olmuyor, yük olmuyor. Alnımın teriyle yaşayacağım diyor. Saha ona, onu vermiş, ne diyeceksin? Saha… Hıh diye bakamazsın. Neden? Korkarım ben çok. Çünkü Tebük Gazvesinden Resulü Ekrem (sav) gelirken, Hazreti Muaz karşısına çıktı. İstikbal ediyor. “Kefedet yedak” der.  Resulü Ekrem’in (sav) elini öpmek istedi. Peygamber (sav) elini böyle sürttü avucuna; “Ellerin nasırlanmış, Muaz” dedi. Nasır olmuş, böyle sertlenmiş. “Evet’” dedi “Gösterdiğiniz yolda, tarif ettiğiniz şekilde çocuklarımın rızkını kazanayım diyerekten çalışıyorum. Bana taksim olunan çalışmada böyle bir iş düştü. Ellerim nasırlandı.” Demiş. Peygamber (sav) öpmüş. Ve etrafındakilere demiş ki; “İşte Allah’ın yakmaktan utandığı el.” Anlatamıyor muyum acaba? Bilinmez o.

Şimdi öyle bir adam tasavvur etsen, aldı sırtına, yük ağırlığını verir. O hayaline kor, filan köşede yaklaştım der, yaklaştın kanaati geldikçe yük hafifler. Telkindir adama. Anlatamıyor muyum? Korkarsın bir yerden gelirken, şu köşeden çıkacaklar, bu köşeden çıkacaklar diye, gideceğin yerin ışığını gördün mü korku yarıya iner. Çıkacaklarsa, yine çıkacaklar, niye yarıya indi korku? Telkin geldi. O yine aynı mesafeyi yürüyecek amma filan yerde yaklaşıyorum dedikçe. Yükün ağırlığını hafifletir. Yükün ağırlığını hafifletir. O hafiflendikçe sende ona sebep olduğundan dolayı, Kudret de senin iç yükünü hafifleştirir. Sıkıntın gider. Pencerenin önünde otururken kaşını çatıp da böyle düşünmezsin. Anlatamadım mı? Oturma tarzın değişir. O vücudu, bir vücuda inhisar[71] ettirebilirsen... Yabancılık yok ki. Ali öyle dedi; “Vücut, bir vücuda münhasırdır”. O tabi mana tefsiri…

Halk var olanı yok sanırlar,
Yok varlığına aldanırlar.
Hak ayinedir cihan gubarı. [vii]

Öyledir o. Bunlar mertebe-i imaniyenin kısmındadır. Ahlakın da teali eden kısmındadır. Yapamasak da zevkini işitmeklikten de Kudret bize bazı şeyler ihsan eder. İçinizde yapanınız olursa; bizde mec’ur[72] oluruz. Anlatması, yapması kadar kolay değildir. Ters söyledim, yapması anlatması kadar kolay değildir. Fakat niyet edilir, hepsi bir anda olmaz. İnsan kendi kendisini tartar. Ne gibi lüzumsuz halleri varsa. Hepsini birden atma. Ahlakta da manada da tekâmül kaidesi vardır. Hepsini birden atma, ağır ağır. Bir gün bir tanesini, bir gün bir çirkinini atarsın, bir güzelini alırsın. Üç ay sonra bir çirkinini atarsın, beş ay sonra bir güzelini alırsın. Bakarsın bir iki sene sonra kendin de haberin olmadığı halde, muazzam mükellef kesafetin[73] letafete inkılap etmiş, gönlün bambaşka olmuş.

O kesif insanlar konuşurken gülersin içinden, tabi nezaketi muhafaza edersin. Ben ney ile meşgulüm, bunlar ney ile meşgul, dersin. Acırsın kendi kendine, ne olur bunlarda hattı zatında, biraz şöyle letafete doğru yürüseler, ne vakte kadar köstekli yaşayacaklar dersin. Dimi ya? Bunlar hepsi olur insanlarda. Sonra Kudret adama verir, niyet ettiğin vakitte. [74] وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Allah(cc) öyle diyor: Göreyim kulun ihlasını diyor, yola niyet etsin, kendine mi düşmüş çıkarmak, elinden tutar götürüm, diyor. Ben götürürüm diyor. Ama o ihlası, o şeyi görmek lazımdır.

Sonra belayı bal yaparsın. Ve bunu daima hayatta program ittihaz[75] et. Bazı insanlar tuhaftır, ne bileyim ben: Ben şu iyiliği yaptım, bana şu iyilik gelecek. Ben şu fenalığı  yapmadım, böyle iyilik isterim. Kardeşim pazarlık mı ediyorsun? Yaptıklarını Kudrete karşı komisyonluk mu verdin? Anlaşılmaz bir iş. Benim işte... kimsenin hakkını yemedim, kimseye şunu yapmadım, şu şöyle olmadı. Allah(cc) Şeytan’a kıyamete kadar müsaade etmiştir. İstediğini yap diye. Senin programına girmez Allah(cc). Şeytan zalimlerin başı, kafirlerin başı, münafıkların hocası, kötülerin üstad-ı azamı, reisi kıyamete kadar ruhsat almıştır. [76] إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ diyor. İstediğini yap dedi, kıyamete kadar. Yalnız benim bir sınıfım var, dedi Huda: O sınıfıma elini sürdürmem. Ondan madası üzerinde istediğini yap bakalım kıyamete kadar. Sen kendi kendine ne diye hisse ayırıyorsun. Öyle şey yok. Sen öyle deme de, bana gelecek belaya bana tahammül ver, ben ondan zevk alayım, de. Fuzuli bak elini açar, dua ederken; “Ya Rab, bin belaya müptela kıl beni.” O, onu istiyor. Çünkü Huda’nın keremi o çirkinliğin altında gizli. Sen güzellikten güzellik ararsan bulamazsın. Kanunda yok. Kudret yapmamış onu. Çocuk sıkıntılı yerde büyüdükten sonra çıkıyor. Ana rahminde, zindanda büyütüyor kardeşim. Hilkate baksana, fıtrata baksana… Ne acayip yerden çıkar! Onu isteseydi öyle yapmazdı o.

Şimdi sen yine anne karnındasın, öyle inleyeceksin. Nasıl anne karnındayken çocuk, o anne rahminde, o devrelerini o hallerini bilmiyor musun? O zindanda. Şimdi yine düştün zindana, yine anne karnındasın. Doğuncaya kadar bakalım devrelerini ikmal et. Doğacaksın elbette bir gün. Doğacan, sakat doğma......

Bir defa kafandan kaldır. Ben sana kestirme konuşayım. Ben buna bak manadan misaller vereyim, daha iyi anlayın. Mesela bakarsın ki; bazı mabetde hoca vaaz eder: Namaz kimseyi aç koymaz, der. Bak şimdi şeye bak, derde bak. Ahhh. Öbür tarafta dinsiz birisi çıkar, ne Allah (cc) tanır, ne Peygamber tanır, ne namaz tanır, eğlenir hatta. Kasası dolu, masası dolu, o da onun yanında uşak. Üç yüz elli kağıda, dört yüz kağıda. O ona onu söyler. Olur bir eğlence mevzuu. Eee senin ibadetin, manan makam-ı ekil[77]le mi meşgul. O açlık, bu söylenmiş ama hayvani açlık mı? O manaya mı aldın? O manaya niçün aldın sen onu? O adamı da şaşırttın. O adam belki ihlasıyla şaşırmadı. Fakat onun çocuğu varsa şaşırdı. Muhiti varsa şaşırdı. Aleyhe çevirdin.

O demek o ki, öyledir ki o; eğer hakikaten kılmış ise, o iç âlemindeki salâta dâhil olmuş ise, ademiyete kadem basmış, iman mertebesinde Kudrete bağlanmış, ondan sonra teslim olmuş, ondan sonra Hak ile konuşmak hakkını almış, ve kıyamında Hak ile kaim olmuş, sücud[78]un de ihtirab[79] yapmışsa, yani tamamen orada Hakk’ın tecellisine mazhar kalmışsa, orada açlık tokluk olmaz ki.

Adi bir misal vereyim. Maddi misal vereyim hatta. Mecazi bir misal vereyim. Alelade bir kıza taaşşuk[80] edersin. Burada alelade tabiri yani hakaret manasına değil. Madde olduğu içün söylüyorum. Yani maddi vaziyetimizde, sahneyi şuhuda taalluk eden hal demek manasına. Yani bir insanı küçük gördü manası alma. Konuşma tarzında belki sakatlık oldu. O manada değil. Yani Hak aşkı değil de, mecazi bir aşk diyorum. Anlatamadık mı acaba? Eğer orada sevgin teali terakki etmişse, o dakika karnın aç yemek istediğin anda bir halin varken, o birden bire karşına gelince “Şu yemeği getir” diyemezsin. Anlatamadık mı acaba?  Açlık kaldı mı sende? Kalmadı. Bu adi sevginin açlığı kalktı, ya Hak ile takarüb[81] eden ehl-i salâtta o surî[82] ve manevi açlık kalır mı? İnsani hali kalır mı ki, açlığı kalsın. Anlatamıyoruz galiba? Ha, anlaşılmıyor mu ya? O ayrı iş. Hulasa; ibadet, taat bunların hiç birisi, Hakk’a komisyonluk içün yapılmaz. Hak, hak olduğu içün yapılır. Kendin içerisinden zevk almak içün yapılır. Alamadınsa mukallitsin[83]. Alma şeklini ara bul. İnsanlar çocukken sırık keserler, bahçede sırığa biner, at yapar, ona birde değnekten kırbaç yapar koşturur. Zanneder ki, o sırık onu taşıyor. Halbuki zavallı sırığı da kendi taşıyor. Sırık onu taşımıyor. Sırığı da kendi taşıyor. Şimdi bizim vaziyetimiz taatımız da ona benzer. Sen öyle bir taat yap ki, seni taşısın. Sonra bu âlem mihnet âlemidir. Mihneti kendine zevk edeceksin. Şeysini bile yapmışlar:

Mihneti zevk etmedir âlemde hüner.
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider [viii]       
Gelir elbet zuhûra ne ise hükm ü kader,

Hilafından hazer eyle rıza-i bari i gözle
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel sefa eyle

Bir daha söyleyeyim mi? Yaa.

Hilafından hazer eyle rıza i bari i gözle
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel sefa eyle

Sonra bil ki eğer sana bela geliyorsa, -masum iken bela geliyorsa, şaki iken değil- masum iken bela geliyorsa: Kudret seni başlıyor yükseltmeye.

Mukteza-i hikmet-i tabiat böyledir,
Düşmek üzere yıldırım ekser, mualla tak arar.

Öyle değil mi? Yıldırım düşmek üzere yüksek yerler arar.

Mukteza-i hikmet-i tabiat böyledir,
Düşmek üzere yıldırım ekser, mualla tak arar.

Çok mu namerdin felaketten rehayab olması
Herkese gelmez belâ, erbâb-ı istihkâk arar. [ix]

Bu gün ki konuşma bu kadar yeter.




[1] Tesmiye Etmek:  Ad vermek, adlandırmak, isimlendirmek
[2] Menba': Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
[3] Masdar: 1.Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
[4] Mecla: 1.(C.: Mecâli) Ayna, mir'at.2.Çıkma ve görünme yeri. 3) Başın tepede saç çıkmayan yeri
[5] Ehadiyyet: (Ahadiyet) Allah'ın (C.C.) her bir şeyde kendine âit birlik tecellisi
[6] Hüviyet: Şahsiyet, kişilik, öz kimlik.
[7] Hutur: Akla gelmek. Hatırlamak.
[8] Kâşâne: Farsça  Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda
[9] Arâm-saz: Farsça Yerleşen, oturan.
[10] Nesim: Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr
[11] İtminan: Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[12] Serfüru: Farsça  1.Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. 2.Mütezellil olan. 
[13] İnhilal: 1.Çözülüp ayrılma. Dağılma. 2.Erime. 3.Münhal olma.       
[14] İzhar: 1.Açığa vurma. Meydana çıkarma. 2.Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek 
[15] Abes: Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi. 
[16] Mensî (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.
[17] Mühmel: 1.İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış. 2.Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış. 3.Boşlanmış.
[18] Mesmuât: İşitilenler. Duyulanlar.
[19] Mubsırât: (Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem.
[20] Meşmum: Koklanmış
[21] Müzevvigat: Dile gelenler.
[22] Melbusât: Libas, Deri, giyilecek şey. Elbiseler.
[23] Tasfiye : Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek.
[24] Bahr: 1)Deniz. Büyük göl. 2)Alim, çok bilen.
[25] Ehadiyet: Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.
[26] Keduret: 1.Bulanıklık. 2.Gam, tasa, keder.
[27] İba': 1.Çekinmek. Tiksinmek. 2.Kabul etmemek, bir işe razı olmamak. 3.Doymadan yemekten çekilmek.
[28] Geçen birine söylüyor.
[29] Huruş: Coşma. Gürültü. şamata. Telâş
[30] Cuşiş: Kaynama, coşma
[31] Melih: Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat.
[32] Kün feye kun Bakara suresi 117 Ayet-i kerimeye itfafen بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Meali: O, göklerin ve yerin örneksiz yaratıcısıdır. Bir işi yapmayı isteyince ona yalnız «Ol!» der, o da oluverir.
[33] Îş: 1.Yaşayış. Yaşamak. Zevk u safa sürmek. 2.Hayata medar olan ve geçinilen şeyler. 3.Ekmek. Gıda.
[34] Yasin suresi 68. Ayet-i Kerime: وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ   
Meali: Bununla beraber kimin ömrünü uzatıyorsak yaratılışta onu tersine çeviri(p güçten düşürü)yoruz. Hala akıllanmayacaklar mı?
[35] Tedvir: Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek. İdare etmek, yönetmek. Daire şekline sokmak.
[36] Tanzif: (Nezafet. den) Temizlenmek. Temizlemek.
[37]  Hadis-i Şerif “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” Süyûti, ed-Dürerü'l-Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü'l-Merfûa', s. 273).
[38] Cinan: (Cennet. C.) Cennetler.
[39] Uruc: Yükselme.
[40] Magmum: Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. Bulutlu. Kapalı.
[41] Huzuzât: (Huzuz. C.) İnsanın hoşuna giden şeyler.
[42] Hubb: 1)Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, kurnaz. 2)(Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek.
[43] Gıll u Gış: 1)Çer-çöp  2)Aklın muhtelif fikirler üzerinde kararsızlığı. 3)Gönül darlığı. 4)Kin ve hile. Hıyanet ve adavet.
[44] Alaik : (Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
[45] Kevni: Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
[46] Gönlünden çıkarıp eline aldın mı, sana bir zararı dokunmaz artık, dünyalık şeylerin.
[47] Şura suresi 27 Ayet-i Kerime وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي الْأَرْضِ وَلَكِن يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَّا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ بَصِيرٌ
Meali: Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde azar ve taşkınlık ederlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görendir.
[48] Müdde i umumi: Savcı. Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.
[49] İktiza: Lâzım gelme, ihtiyaç, gerekme.
[50] Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.
[51] Mihen: Sıkıntılar
[52] Muhyiddin Raif Yengin beyin güftesidir. Fahri Kopuz Bey Suzinak Makamında bestelemiştir. Konuşmada olmayan iki mısra:
       Hudutsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
       Hududa sığmıyor asla bu devlet öyle değil
       Zaman gelir bıkılır mahlardan ey Muhyi
       Fakat o mihre doyulmaz o afet öyle değil
[53] Afif: 1.Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. 2.Müstakim.
[54] Ariyet: Ödünç verip almak (Hazreti Adem ve Havva’nın örtünmek için kullandıkları ağaç yapraklarından olan giysi gibi, geçici kullanım için verilen)
[55] Suri: Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
[56] Şamih: Ali şey, yüksek, Yüce, lord
[57] Karz: 1.Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek
[58] Efkâr-ı Umumiye:  Kamuoyu, Genelin fikir ve düşünceler.
[59] Tarziye: 1.Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek. 2.Râzı etmek. 3."Radıyallahü-anh" diyerek duâ etmek.
[60] Tasadduk: 1.Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek.
[61] Matah : (Küçümseme duygusuyla) kimse, mal, eşya vb. için kullanılır.
[62] Faik: üstün, diğerinden üstün güzide
[63] İhraz: Nail olmak. Erişmek. Kazanmak. Kesbetmek. Birisini güzel bir surette korumak.
[64] İlka': Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak, Program atmak, asmak
[65] Kibr-i nahvet: Böbürlenme, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
[66] Müstear: 1.(Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan
[67] Rekaket: 1.Kekeleme, dil tutukluğu.2.Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. 3.Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. 4.El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. 5.Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.

[68] Mutantan: Debdebeli. Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli ve şatafatlı
[69] Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı (Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, 2643)
[70] Bâr: Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı.
[71] İnhisar: Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. 
[72] Me'cur: Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse, kiralanmış, ücreti ödenmiş.

[73] Kesafet: Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
[74] Ankebût Suresi 69. Ayet-i Kerimesi وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meali : Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her zaman iyi davrananlarla beraberdir.
[75] İttihaz Edinmek: Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek.
[76] Hicr Suresi 36. Ayet-i Kerime  قَالَ رَبِّ فَأَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Meali: İblis: «Ey Rabbim, öyle ise, bana onların kabirlerinden kaldırılacakları güne kadar mühlet ver!» dedi.
[77] Ekl: Yemek yeme.
[78] Sücud: Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek.
[79] İhtirab: Savaşma, muharebe etme.
[80] Taaşşuk: Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.
[81] Takarüb: Birbirine yakın olmak.
[82] Surî: Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
[83] Mukallid: Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. Bir şeyi boynuna takan, asan. Kuşatan.




[i]
Penbe-i merhem-i dağ içre nihandır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim
Taş deler âhım oku şehd-i lebin şevkinden
N’ola zenbûr evine benzese beytü’l-hazenin
Tavk-i zencîr-i cunun dâ’ire-i devlettir
Ne revâ kim beni anda çıkara za’f-i tenim
Aşk ser-geştesiyim seyl-i sirişk içre yerim
Bir habâbım ki hevâda doludur pîrehenim
Bülbül-i gam-zideyim bağ u bahârım sensin
Dehen ü kadd ü ruhun gonce vü serv ü semenim
Edemen terk Fuzûlî ser-i kûyun yârın
Ne kadar zulm yeri ise bana hoştur vatanım   
Fuzulî  (gazel 204)

[ii]
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş   
Niyazi Mısri

[iii]
Vasfı lisan seninledir vasf edemem gönül seni
Nutuk ü beyân seninledir vasf edemem gönül seni
Her hünerin kemâlisin; her güzelin cemâlisin
Hüsnile ân seninledir vasf edemem gönül seni
Şevkü talep ki sendedir zevkü tarab ki sendedir
Aşk ile can seninledir vasfedemem gönül seni
Fikrin olursa Bilhüdâ; kalmaya sende mâsiva
Emü-âman seninledir vasfedemem gönül seni
Olmasa kibriyle riya; sensin o beyti kibriyâ
Günci-nihân seninledir, vasfedemem gönül seni
Olsa gılâfı ten cüda; âyinesin cihannümâ
Aynı ayân seninledir vasfedemem gönül seni
Bilmedi kimse cevherin; âleme doldu kevserin
 Zevki cenân seninledir vasf edemem, gönül seni
 Aslı cihânsın ey gönül; vasla mekânsın ey gönül
 Kevnü mekân seninledir vasf edemem gönül seni
 Hükmüne (Hakkı) bendedir canı seninle zindedir
 Cümle cihan seninledir vasf edemem gönül seni.  
İbrahim Hakkı (Erzurumlu)

[iv]
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir
Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânan bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir ...
Vasldan çün âşıkı müstağnî eyler bir visal
Âşıka mâşukdan her dem bu istiğna nedür
Hikmet-i dünya vü mâfiha bilen ârif degül
Ârif oldur bilmeye dünya vü mâfiha nedür
Âh u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür
                                                               FUZULİ

Açıklaması
Fuzuli Öyle kaybettim ki kendimi aşk içkisiyle, anlamıyorum dünya nedir? Ben kimim, saki olan kimdir ve içki kadehi nedir?
Çılgına dönen kalbim için gerçi sevgiliden bir lutuf istiyorum; ama sorsa ki sevgili çılgın gönlümün arzusunu; bilmem onun da ne olduğunu, nedir?
Kavuşmaktan ibarettir madem, aşığı vuslata doyuran; o halde (anlam veremiyorum) nedir sevenin sevilenden böylesi uzak kalmada bulduğu acı lezzet?
Dünya ve içindekilerin hikmetini bilmek değil bilgelik. Bilge o kişidir ki dünyayı da dünyadakileri de bilmeye!
Ey Fuzûli (aşk ile eylediğin) ah ve figanlar herkesi üzmekte. Aşk belasıyla hoş geçimli isen eğer, bunca varlık iddiası (ah-vah) da nedir

  
[vi] Mehmet Akif Ersoy Safahat’tan

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdanın
Ne irfanın kalır tesiri katiyyen, ne vicdanın
Hayat artık behîmîdir... Hayır ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Behâim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan,
Beser hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ 'dan tehâsî hissi yer tutsun...
[vi] 
Mola, sadaka, kıble, binek taşı. (Fotograf, Nidayi Sevim'den alınmıştır.)

 
 
[vii] Fuzuli Divanı 133 ve 134. Beyitler
Var olanı halk yoh sanurlar
Yoh varlığına aldanurlar

Yohdur bu vücûdun i’tibârı
Hak âyinedür cihan gubârı

[viii] 
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner. 
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
Zâhirî hâle bakıp etme dahîl bir ferdi
Çekilir çile değil çille-i germ ü serdi
Kendi hâlince olur her kişinin bir derdi
Tükenir mi feleğin sille-i nerm ü serdi
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
Gelir elbet zuhûra ne ise hükm ü kader,
Hakk’a tefvîz-i umûr et ne elem çek ne keder
Hilafından hazer eyle huzuri bariyi gözle
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel sefa eyle
Enderunlu Vâsıf 

[ix] Şair Eşref’e ait bu dörtlüğün bir başka versiyonu da şöyledir.
Mukteza-yı hükm-i kânûn-ı tabiat böyledir
Düşmek üzre yıldırım ekser muallâ tâk arar

Çok mu nâmerdin felaketten selamet bulması
Herkese gelmez belâ, erbâb-ı istihkâk arar.         ( Şâir Eşref)

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017


Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




9 Saniye sonra Kapanacaktır