256. Kaset


K 256 (05.06.1966) 82 dk (256)


Bu kalbe taalluk eden bir insani kalbimiz var. Ahlakın bahsettiği kalp, o kalp. İnsan asude kaldığı zaman, hadisattan kendisini bir an kurtarıp iç âlemiyle baş başa bıraktığı an, sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, iç âlemiyle konuştuğu vakit, evvela kendi hilkatinde bir araştırma başlar. Henüz bu araştırmayı yapmayan kimse ahlak mevzuunda insani kıymetlere kadem basamamıştır denilir. Sualler kendisine sorar. Ben kimim?, düşünüyorum bu düşünme nedir der? Düşünmek için biliyorum fakat bu bilme nedir? Sonra konuşuyorum der. Bu konuşma nedir? Bu muammalar içerisinde daha daha derinliklere dalar. Beni buraya kim çekti der? Bunu kim çekti buraya? Gelmemde gitmemde ihtiyarım yok der. Öyle değil mi? Hiç birimize sorulmadı; beyefendi, hanımefendi, hanfendi; bir sahneyi şuhud var, dünya denilen bir dar-ı iptila[1] var. Dirliği kısa, ikbalinde[2] Hud’a[3], idbarında[4] fecia[5] gizli. Çok aldatıcı bir yer. Gece ile gündüz isminde bir makası var, insanın ömür kumaşını doğrar. Açılır kapanır; kumaş, cayır cayır doğranır. Böyle bir sahne var, teşrif eder misiniz? Sormadılar. Giderken de sorulmuyor. Semayı deler gibi bakar, yeri ezer gibi basar, yaratırım sevdasıyla yaşar… Bunlar ne? Bu suallere müspet ilim cevap veremez. Vermeye kalkarsa mevzuun haricine çıkar. Müspet ilim olmaz. Müspet ilim hadiseler arasındaki münasebeti araştırır. Neden sualine cevap verir, niçün sualine cevap veremez. Vermeye kalkarsa o müspet ilim olmaz. Sahası az.

Sonra insanın iki yüzü var, iki veçhesi[6] var. Bir veçhesi âlem-i hilkate bağlanmış, bir veçhesi de âlem-i kudrete bağlanmış. Âlem-i hilkate ait olan kısmı pek mahdud[7], Âlemi kudrete taalluk eden kısmı namahdut[8]tur. Namütenahi. İnsan nicünsüz yaşayamaz, insan olması dolayısıyla. Cibilliyetinde[9] hikmet vardır, yaratılışında. Bunları arar. Bu suallerin içerisinde kendisinde, aslını bulmaklık zevki, heyecanı, hâsıl olur. Aslını bulmak… Esasen her insan buraya kendisini taharri[10] etmek içün gelmiştir. Vazifesi budur da farkında değildir. Niye geldin bu kâinata? Efendim, şu bu.... Evet bunların hepsi füruattır[11]. Gaye değildir. Şöyle olacak, böyle olacak, filan bunlar... Bu âlemde duruşun iktiza[12]sından fakat gayesi mi? Gayesi değil. Beşer gayesini terk ettiğinden dolayı bugün inler. İnleme sebebi odur. Beşer gayesini kaybetmiştir. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi[13]… Yaratılışındaki gayeyi kaybetmiş. Geçen hafta söylediğim gibi; evet ilmen çok yükselmiş, göz kamaştıracak kadar. Fennen çok tekâmül etmiş, aklı durduracak kadar, felsefesi pek ilerlemiş fikirleri uyuşturacak kadar. Fakat ah sesi dinmiş mi? Huzura kavuşmuş mu? Böyle giderse kavuşabilir mi? Hayır. Kavuşamaz. Böyle giderse kavuşur mu? Kavuşmaz. O kadar hareket-i fikriyesi bozulmuştur ki, vahşet-i musannaya[14] medeniyet diye tapar.

Bugün ilim Kudret’e şikâyet etmektedir, ilim Kudret’e şikâyet eder; Ya Rabbi, insanların elinden beni kurtar. Beni mahfuzie lehinde kullanmıyorlar. İlim şikâyet eder, kurtar beni der. Davacıdır, şikâyet eder. Düğmeye bas, milyonla insanı imha et. Bu mu medeniyet? Sonra bunu takdis et. Ettikçe Kudret, düğmeye temas etmeden imha ettirecek. Yaklaşırken o imha başlayacak. Düğmeye bas, milyonla insan imha edilsin. Efendim bullar medeniyetin icabıdır. Takdis et. Medeniyet bu mu? Medeniyet hayat almaz hayat verir. Medeniyet imhayı amir değildir, ihyayı amirdir. Bozulmuş mesele. Semavi cazibenin cezbesinden kurtuldun mu, düşersin. Semavi cazibenin cezbesinden kurtuldun mu, düşer. Basıyor düğmeye; hastanede hasta, hamile, yeni doğurmuş, sütü ağzı memesinde, sabi, zavallı, aciz bir an-ı gayr-ı münkasemde[15] gidiyor. Bunu sonra nasıl ilim şikâyet etmez Kudrete? İlim şikâyet eder tabi: Beni yerli yerine kullanmıyorlar… Yerinde kullanmıyorlar, kullanılacak sahamda ben kullanılmıyorum. Beni kötüye kullanıyorlar diye, bugün ilim Kudret’e şikâyetçidir. Beşeriyet semavi cazibeden kendisini çektikten sonra, canavarları utandırtacak kadar cinayet irtikab[16] ettiriyor. Bugün insanların yapmış olduğu kötülüklerden canavarlar utanır. Utanır. Ondan çok aşağıya düşüyor. Sonra huzur, nasıl olur? Bir şey olmaz.

Huzur kisbi değildir kardeşim. Yani insanın kendi kazancıyla değildir. Niyeti enfüsiyesinde o kazanca istidat şarttır. Amma yani böyle ne bileyim ben? Nasıl anlatayım? Biraz anlatılması güç olan şey… Bunu buraya kaldırıp buraya koydun mu, olur manasına değil. Misal vereyim size. Efendim, şu kadar servete malik olursa huzura kavuşur. Hayır! Hiçbir yerinde ufak bir arıza bulunmaz, tam-u sıhha (? 14:32) olursa, o sıhhatının icabı tam huzur içerisindedir. Hayır! Öyle bir şey yok. Bütün azayı cevarihini[17] röntgenden geçirdi, çok meraklıydı, röntgende her şeysinde, uzvunda, hiçbir şey gözükmedi ve kendisi de gayet sıhhatliyim diye yaşıyor. Huzur mudur? Yok !..  En büyük rütbeye malik, tam huzura sahip olur işte bu. Öyle bir şey yok. En büyük masaya malik, yine değil… Birçok adamlar vardır ki; sıhhatleri, servetleri yerinde, kendileri de ilimle tehzib[18] edilmişken yine sıkıntı içindedir. Serveti de var, sıhhati de var ilimle de kendisini tehzib etmiş, fakat sıkıntı… Saadet, sıhhatle, servet denilen şeylerle değil. Onunla sıkıntı gitmez. Kalbi emraz-ı maneviyeden[19] şifa yok. Olmaklık bunlara bağlı değil. İlimle tenevvür[20] ettikten sonra, iç sıkıntıları, üzüntüleri de kalkmaz. Ama cemiyetin tarif ettiği ilimi söylüyorum.

Bir ilim de vardır ki, marifetullahdır. Onu söylemiyorum.  Örfün, bugün ki kürede üç milyar mı, dört milyar mı, ne kadar insanın toplandığı bir umumi tarif var ki, hadiseleri tecrübe ettikten sonra hâsıl olan marifete ilim derler. O tarifin verdiği ilim üzerine söylüyorum. İlmin bu gün bir tarifi var ya… Hakikatteki tarifi o değil. Fakat şimdi biz, örfün verdiği, cemiyetin verdiği tarifle konuşuyoruz. Ne diyor onlar?  Hadiselerin tecrübesinden sonra, hâsıl olan yakınlığa ilim derler, diyor. Bir mevzuua girdik buradan şimdi. Burayı bırakayım da, ordan yürüyeyim yeniden... Burayı iyi dinleyin. Bir iki defa daha söyledim galiba. Lüzumlu bir yerdir. Hem çok lüzumlu bir yer. Bugün için çok lüzumlu bir yer.

Hadiselerin tecrübesinden sonra hâsıl olan yakınlığa ilim derler, diye tarif ediyorlar. Kabul edelim. Ömrü beşer kaç hadiseyi tecrübe edebilir. Mesela herkes kendi kendisine sorsun; hayatında kaç hadiseyi tecrübe ettin? Tecrübe mi ettin, taklidi taklit mi ettin? Tahkiki değil de, taklidi taklit mi ettin? Dur bunların üzerinde. Bunlar esas kaidedir. Edenler var. Fakat ekseriyette acaba bir hadiseyi de tecrübe eden var mı? Ekseriyet üzerinde konuşunca… Neyse etmiş diyelim. Kaç tane? Elli, yüz, bin, on bin… Muhal konuşuyorum ya. Eeee hadisat bu kadar mıdır? Namütenahidir yahu. O halde ne yapıyorsun? Habere inanıyorsun, kardeşim. Çünkü ömrü beşer, her insanın ömrü, mevcudattaki hadiseleri tecrübe etmeye imkânı yoktur. O imkân dâhiline girmemişsin. Ne oluyor? Habere inanıyor. Bu mecburi mi? Mecburi… Zaruri mi? Zaruri… O halde yar-ı ağyarın ittifakı ile haber verenlerin içerisinde en doğru haber veren kimdir? Hazreti Muhammed aleyhisselatı vesselam. Habere inanmak mecburiyeti zaruri mi ilmen? Zaruri… O halde haber verenler içerisinde en doğru haber veren, yarı da ağyarı da beraber, Hazreti Muhammed aleyhisselamdır. Oradan çıkan neticeyi sen kendi insafının önünde, vicdanının önünde, aklının önünde, onların muhasebesini kendin yap. Ben şimdi o mevzuua girecek değilim. İlmi söyledikte, buraya girdik.

Demek ki; o da huzur veremiyor. O halde bu melal-i deruni[21] bize neyi anlatabiliyor. Servet huzur vermez, insan aldanır verir gibi gelir. Sen onu dinlesen, üüüüü. Belki sen gece muntazam uykunu uyuyabilirsin de o, o kadar da uyuyamaz. O ayrı bir iş. Sıhhat masa kasa rütbe, ne bileyim? Say işte senin kendi gözünde büyüttüğün şeyler… Bunların hiç birisi veremez. Bu melal-i deruni, bunları vere.. Madamı ki veremiyor da, insanın içerisine gelen... Nedir bu, neden ileri geliyor? Bu ruh bir gayeye müştaktır kardeşim.

Ruhun müştak olduğu gayeyi bulmasındaki sevincin adına aşk derler. Ahlakın bahsettiği aşk bu aşk… Acaba anlatabildim mi? Ruh bir gayeye müştaktır. Onu bulmak içün insan bu âleme gelmiştir. Bu gaye ne öyle vücudun sıhhatiyle, ne mal ile ne evlat ile ne rütbe ile ne servet ile ne muhteşem debdebelerle ne çengü çegane[22] ile iş-i nûş[23] ile hiç birisiyle gelmez. Elde edilmez. Tek bir şeyle elde edilir. Satvet[24]-i iman.

Deden buna malikti, üç kıtada hâkimdi. Aç tarihi bak. Deden buna malikti, üç kıtada hâkimdi. Bak, medeniyetini taklit ettiğimiz sahayı asırlarca hâkimiyeti altında tuttu. Buna malikti, ondan. Aldatıyoruz kendimizi, ömür bedava gidiyor. Veresiye sözlerle çürüyor. Bedava bitiyor ömür. Bu sahnede o kadar çok, kimse durmuyor ki. Efendim şöyle olacak böyle… Bırak şimdi olacağı orayı, dakkaya bak, anına bak. Her an. Yakut, vakitle satın alınabilir fakat vakit, yakutla satın alınabilir mi? Ömründen geçen bir dakikaya namütenahi nü-milyonların olsa versen acaba geriye alabilir misin?

İsraf nedir israf? Kaç kere konuşmada söylemiştim. Söylemişizdir. İsraf. On kuruş harcayacağı yerde elli kuruş harcamış israf etmiş. Bu mu? Mananın zemm[25] ettiği israf. Yarım kilo yağ ile yapılacak bir iş bir kilo yağ ile yapılmış da dökülmüş. Bu mu? İki metre kumaştan çıkacakken, şöyle yapmışlar ezmişler, büzmüşler, bükmüşler de üç metreylen çıkmış. Bu mu? Bunlar adi israflar. Mana bunu alıp da tenezzül edip konuşmaz. Bu insanın aklının bilebileceği bir şeydir der. Tenezzül etmez. “Allah’ın, “Ben müsrifleri sevmem.”[26] dediği israf bu israf mı? Bu çürüyen şeydir. Ona kıymet verir de tenezzül etmez Cenab-ı Hak. Ya nedir o israf? Bensiz geçiren dakikasını, anını geçiren insanı sevmem diyor. Anlatamıyorum galiba? Sayılı nefesi benden gafil olarak geçmiş olan kimseyi ben sevmem. Ben sevdim de yaptım. O nasıl bensiz geçirdi. İsraf bu. Ters anlarlar bazı sözümü de ondan da korkarım, bunu söylerken. Dışarıya çıkar da; şunu dökmek israf değilmiş, bunu yapmak israf değilmiş… O manada demedim kardeşim. Hakiki israfı anlatmak içün misal getirdim. O da israftır amma Hakk’ın yani Allah’ın büyük kitabında[27] إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ ben müsrifleri sevmem diye beyan ettiği, hakikat manasındaki israf; beş fasulyeyi yakmak, üç pirinci dökmek, on kuruş yerine yirmi kuruşu harcamak, onlar beşeriyetin halledebileceği adi israflardır. Kendileri bilebilirler. Kudret’in beyan etmiş olduğu israf; “Bensiz geçirdiği an” demek.

Hadiseleri tecrübe ettikten sonra hâsıl olan yakınlığa derler, tahkikten değil de taklitten, taklide geçirilen şeye değil dedim. Bir de tahkikten taklit vardır. O da değil de, bir de taklitten taklit vardır. Onun üzerinde bir durayım. Ahlak, tabi-i bir içtimai bir kanun-i içtimaidir. İnsanı evvela kendi muhitini hissen, ruhen, ilmen alakadar ettirir. Takliden değil. Biz bunu kaybedip de yalnız taklitle meşgul olduğumuzdan dolayı düşmüşüzdür. Anlatabildim mi acaba? Bu esaslar bağlandıktan sonra netice ne olur? Bütün kuvva-ı kainatı bir halika bağlı görür. Ve o birliği… Mesela manadan misal verelim. Mana… Dedenin kabul etmiş olduğu manada, o imanda, Hakk’ın vahdaniyeti öyle bir vahdaniyet ki, hadisat ve tasavvurattan[28]  münezzeh. Tenzih ediyor. Öyle bir vahdaniyet ki, hadisat ve tasavvurattan münezzeh. Bu kelimelerden belki bir şey anlatamadım ben. Fakat bunu tam açıkça anlatabilmeklik içün kalıplarını da şimdi bulamadım. Misali ile anlatacağım. Hadisat ve tasavvurattan münezzeh. Belki içinizden biriniz “Ben bundan bir şey anlamadım” diyebilir. Ve haklıdır. Ben de ona anlatabilecek şekilde kelimenin kalıbını bulamadım. Kusura bakma. Halimde yok. Misal ile anlatabileceğim ama. Misali, mana ilminden getireceğim. Herhalde anlatabileceğim gibi geliyor.

İçinizde namaz kılanınız varsa, dikkat ederse daha çabuk anlar. Belki o onun şeklini bilirde hakikatini bilmez. Veyahut hakikatini de bilir. Bilmiyorsa şimdi o hakikatini de anlamış olur. İki faide birden. Cem ediniz. Namazın şöyle bir kıyam farzı var, ayakta durmak yani. Ondan sonra rükûa gider. Yani belini büker, ellerini diz kapaklarının üzerine kor ve bacaklarını gerer. Bacağı böyle kıvrık durmaz, gerer. Orada birçok hikmetler var. Gerdi mi, sırtta dümdüz olur. …... böyle kor. Orada üç tespih okur. Subhane rabbiyel azim der. Bir şey anlatabiliyor muyum? Yoruldunuzsa ben hemen sözü çeviricem başka yere. Öyle ya, konuşma muhatabın zevkine bağlıdır. Uyuma istidadında insan var da ondan söyledim onu.

Ben şimdi burada desem ki, dikkat edin bir milyon lira çıkıyor numaraları okumaya başlasam, herkes böyle iki defa iskemlede oynar. Ah bir numarayla kaçırdım der. Tam yaklaştıydım der. Birde elini vurur. Tam kaçtı der, yaklaştıydım aaa. Mesela yirmi beş bin altı yüz otuz… Onun numarası altı yüz otuz bir, acaba bir çıkacak mı diye boyuna böyle sallanır, kendinde değildir o. Vecde geldi, vecdi niye inkâr ediyorsun? Madde vecdindesin. Hani derler ki, efendim, neymiş, cezbe miymiş? Vecit miymiş? Ne oldu? Sen böyle sallan işte, o madde vecdine geldin. Orda biri bekliyorsun. İki dedin mi, “tuh bir değilmiş” der, biz kaybettik, milyon dediğinde herkes böyle canlı olur. Benim bu söyleyeceğim şey o milyonla ölçülmez. Milyara da girmez. Bu böyle.

Bunun hakikatini idrak edip de, Kudret’e bu şekilde teveccüh eden insanlar var, bu lacivert kubbenin altında. Şimdi onun ayakta duruşu, insaniyet makamıdır. Bu bahsin hepsini söylersek çok uzun sürecek. Ben atlayacağım oraları da yalnız o noktaya ineceğim. Fakat bunu da atlarsam orası anlaşıl.... Ahh ne yapalım? Anlaşılsın anlaşılmasın.
İnsaniyet makamında yani kıyamda dururken, Kudret’e kendisini kabul ettirmişse, “Hak ile kendisinde perde yok.” diyor Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav). Hakikaten o perdesiz o işi hak etmişse… Ruhun gayesi var dedik, müştaktır dedik. Müştak olduğu şeye yaklaşmışsa… Nasıl anlatayım? “Daha büyük şeyler görmek ister misin?”, der Kudret. Tabii, insan istemez mi? Aman der. Eee “bükülünüz bakalım”, der. Bükülür. Biraz evveli tarif ettiğim gibi. Mesela, benim mevzuumun sahası değil ama bu mevzuda da birçok konuşanlar var. Efendim bunun rükûu kalksa, secdesi kalksa… Sen buraya kadar düşündükten sonra hiç birisini yapma canım. Bu aşk işidir, bu aşk. Bu, aşk işi bu…

Bu böyle düşünmekle şöyle olsa, böyle olsa, yok. Aşk, aşk. Aşk, maşukun rızasıdır. Maşukun rızasında olan aşık; ne talibi izzettir, ne talibi zillettir. Sen kendi kendine bir hüviyet verdin mi, huzurdan çoktan kovulmuşsun. Şöyle yapsa, böyle yapsa, peeeh. Yerin mi var ki, söylüyorsun. Ne lüzumu var? Sen ne yaparsan yap. O yine ayrı bir iş. O, aşk işi o.

Tabire dikkat et. Aşkın tarifini yaptım. Aşk, maşukun rızasıdır. Maşukun rızasını talim olan âşık, maşukun rızasında olan âşık, ne talibi izzettir, ne talibi zillettir. Sen burada değilsen, henüz makamı nefistesin. Makam-ı nefiste olduktan sonra huzurda işi yok onun. Mâhluk. Yürüyen mevcut. Yürü, yaşa, ye, ithalat, ihracat… O’sun. O bazı insanın akıl sahasında kalıp da, mananın inceliklerine inemeyip, Kudret’in bazı beyanlarını layıkıyla içemeyen insanlar, dururlar. Evet, Kudret’in beyanlarında muazzam incelikler vardır, da onu halledemez.

Ne kadar güzel söyler büyükler: Mesela bir nazmı celil gelir onu halledemez, oradan kendisine bir şey çıkarmak ister. Maşukun hukukunu vikaye[29], aşığın şanındandır. Der. Ben bunu senelerdir söylerim de, bir insan gelip de bana; “Bu ne demek” diye sormadı ve o kanaat geldi ki, söylediğim sözlerin hiç birisini anlatamadım. Kendimde suç bularak. Kusura bakmayın. Bunu bir insan sormuş olsaydı, senelerce konuştuğumdan bir netice aldığım kanaati gelirdi. Maalesef kusur bende olmak şartıyla, anlatamadığımdan dolayı, bir kimseye anlatamamışımdır. Yani bütün sözler, konuşmalar böyle uçmuş gitmiştir. Çünkü bir tek insana… Geldi, lüzumsuz lüzumsuz şeyleri sordu. Öyle gayet basit basit şeyler. Fakat aklı başında gördüğüm insanlardan bir tanesi de bu, “Maşukun hukukunu vikaye aşığın şanındandır”, Kitabullah’a taalluk eden bir beyandı, bir tek adam sormadı bana, senelerce. Şimdi de yine söylemeden geçeceğim.

Nerede kalmıştık acaba. Aferin. Bunu bildiniz, her vakit siz biliyorsunuz. Bundan sonra kaldığım yeri de bula bilirsen, sana minnetle bir teşekkür ederim. Ama bulamayacaksındır. İnşallah bulursun.  Bundan sonra buraya nerden girdiğimi? Bir yerden girdim buraya. (Cevaplar..) Yoook efendim, onları çok geçtik. Sonradan geldi o. Evveldedir o, evvelde. (Cevaplar.....) Kim söyledi, onu kim? Yine sen söyledin. Aferin. Ama ona nerden girdim? Ona girdiğim yeri böyle bulmak lazım. (Cevaplar...) Bırakın şimdi bırakın.

Oraya bükülür, bildiğiniz şekilde rükû, onu yapar yapmaz, subhanerabbiyel azim der.  Bunu nicün der? Neden der bunu? İnsan, mukteza-i[30] beşeriyet, Kudret’i kendi iç âleminde, kendisince… Nasıl diyeyim? Kelimeleri gelmez ki. Halen tadılabilen şeylerdir bunlar. Bir ölçüler yapar, bir tasavvurlar yapar. Halbuki o rükuunda ona mana penceresi açılır, kudretin sıfatları ve esması tamamıyla tecelli ettiği vakitte, başlar subhane rabbiyel azim… Yani Ya Rabbi sen bende olan, benim tasavvuratımda, benim tanımış olduğum yüksek büyüklükle seni tanırım, ondan da sen münezzehsin. Hadisat ve tasavvurattan münezzehe misal getirebildim mi acaba? Yoo, anlaşılmadı yine. Kapalı. Eee bu kadar anlaşılabilir bu. Benim dilim o kadar döner.

Evet, buraya nerden girdik? İşte bunu arıyorum ben. Söyleyeyim, ben söyleyeyim. Öyle bir birlikle, bir halika bağlar ki… Yani taklitten kurtularak... Mesele taklit üzerinde yürüyorduk. Taklitten kurtularak, tahkik ile işi ele aldığı vakitte, kuvve-i kâinatı öyle bir halika bağlar ki, öyle bir birliğe bağlar ki, o birlik bizim bildiğimiz birlik de değildir. Mesela, biz Allah bir deriz. Bizim bir dediğimiz, adet manzumesinde çiftin mukabili olan bir birdir. Di mi? Bir çiftin mukabili olan bir adet manzumesi… Ondan münezzehtir Allah. Ya, Allah; kendi kendisini birlediği bir birlikle, birdir. Bilmem zevkini anlatabildim mi? Allah öyle bir birdir ki, benim bildiğim birlikle bir değil, kendi kendisini birlediği bir birlikle birdir. [31] قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ da ki gibi. Anlatamadık galiba. O birlikle.

İşte biz, o birlikle halikı birlediğimizden dolayı, madamı ki Haktır. Bütün varlık o birliğin etrafında toplanmaya mahkûmdur. Sen hiçbir şeye muhtar (ya da “Muhtaç” 46:26) değilsin. Sana her yerden propaganda gelir, her yerden hattı zatında... şuna teşvik eder, buna teşvik eder. Sen gül. Ben öyle bir birlikle birlenmiş olan bir Hakk’a bağlıyım ki, sen bana muhtaçsın. Bana ne diyerekten sen kâğıt gönderiyorsun de. Anlatamıyor muyum acaba ya?
Deden onu vaktiyle görmüş, ona gönül vermiş. Ondan dolayı kalbi mehbit-i ilham[32] olmuş. Yani ilhamın ineceği mevki olmuş. Anlatabiliyor muyum? O kalp Kudret’in ilhamının kabulüne müsteid[33] mahal olmuş. Sen o dedenin çocuğusun. Hayırlı evlat olmaya çalış. Öyle bir manaya sahipti dedemiz. O birliğin etrafında toplandırır, mevkileri ne olursa olsun, mevkileri ne olursa olsun, nazarı hakta müsavi olduklarını ve vazifelerinin zulüm değil, adalet olduğunu birbirlerinin üzerinde toplar ve dağılmayın toplanın der. Biz maalesef dağıldık toplanamıyoruz. Tamamen zıddına, di mi ya?   

Müteaddit[34] vücutta bir ruh olmak kabil olduğunu gösterir, nihayet aşk ile hâsıl olan bir feragatli, bize de bir birlik verdirir. Biz de şimdi, o muhabbetli aşk ile hâsıl olan bir birlik, mertebe-i imaniyenin fevkine de çıkarır adamı. Nedir mertebe-i imaniyenin fevki? Neye derler ona? Vilayet. Açık Türkçe, tarifi: Allah dostluğu. O vakit ruhlar, kalpler bir mana altında toplanır, arşı rahmanın gölgesinde koklaşır. Biz vaktiyle böyleydik. Anlatabildim mi? Öyleydik.

Değil insanlara, hayvanlara karşı da rahim idik. Feragat merhametle olur, malum ya. Bağlıdır birbirine. Daha anasının nafakasını vermiyor, ne feragati yapacak? Çocuğunun nafakasını vermiyor ya. Ne beklersin? Çocuğunun nafakasını vermiyor. Seksen yaşında, doksan yaşında piri fani icra dairesinde oğlundan nafaka bekliyor, gelmiş mi gelmemiş mi, diye. Sonra aç dedenin vakıfnamelerini, elli sırık filanca mahalleye köpeklere ciğer, kırk sırık filanca sokakta kedilere işkembe. Vakıflarda var bu, vakıflarda. Vakfiyede, dedenin vakfında… İnsan bitmiş de hayvanları düşünüyor. Neden çünkü… Hakiki insan kime derler diye tarifi var.  Et-ta‘zîm ül-emrillâh veş-şefakatü alâ-halkıllâh.[35] Allah’ın emirlerine karşı ta’zimkar[36], bütün mahlûkata karşı kalbi rikkatle[37] çarpan adam. Nerdeee? Bunlar düzeldi mi, “evet”le “hayır”ın yeri belli olur, “niçün” de belli olur. Di mi ya?

Bir millet ne vakit yükselir? Nerde evet diyeceğini, nerde hayır diyeceğini bilirse… Birde niçün kelimesini kullanmasını öğrenirse. Nerede evet denir? Nerede hayır denir? Ve ne vakit nicün diye sual sorulur? Bunların yerleri bilinmeden teali[38], terakki[39] olmaz. Muğlakla (? 52:35)  terakki olur mu? Evvela evet demekle hayır demenin yerlerini bilecek, sonra nicün kelimesini kullanmasını öğrenecek. Bunlardan mahrum, bir şey olmaz. Hiçbir şey olmaz. İstediği kadar dünyanın muazzam kafaları bir araya gelsin, iri iri, büyük büyük, şunlar bunlar, olmaz o. Bu insanın iklim-i vücuduna Kudret tarafından mezcedilmiş[40] manalar vardır. Ara sıra aklıma geldikçe söylerim; insan hakları, insan hakları diye herkesin ağzında gezer. Medeniyet âlemine bayılırlar, insan hakları… Hey, asırlar evvel senin nenen onu söyledi, nenen. Nenen var ya, nenen. Okumamış da yazmamış da fakat levhi mafuz kitabı olmuş, kalemi ala, kalemi olmuş. Nenen o, Anadolu köyünde, üstü bir metre kalınlığındaki çamurdan yapılmış damın altında, insan gövdesinden kalın direklerin altında öyle… Evet, belki alay edersin, tezekten yapılmış ocağının içerisinde fakat kalbi insaniyetle dolu, evladını bir yere gönderirken, yavrum sakın kul hakkı olmasın sana memelerimi helal etmem. İşte insan hakkı… Kul hakkı olmasın diyor. Ve onun sözü de dinleniyor, asırlarca o hak alınmamıştır. Medeniyet âlemi söyleniyor ama hangi insan hakkı? Öyle yeniyor ki, cayır cayır. Lafla o haklar yerine gelmez.

Hak, kuvvette tanındığı müddetçe, ne insan hakkı olabilir ne mevcut hakkı olabilir. Çünkü bugün ki beşeriyet, hakkı kuvvette tanıyor. Noktayı istinat kuvvet diyor. Hak kuvvette değildir, kuvvet Hak’tadır. Anlatamıyor muyum acaba? Cümleye dikkat edin; bugün ki insaniyetin yıkılışı, hak kuvvettedir iddiasındadır. Hangi kuvvete dayanıyorsun diyor. Hah, Kudret’de derhal peki kuvvete mi tapiyorsunuz? Kudreti bıraktınız, kuvvette mi diyorsunuz? Ben kuvvette değilim.    لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ [41]  kuvvet bendedir, siz kuvveti tanıdığınızdan dolayı, madamı ki mabudunuz kuvvettir, kuvvetin şeni[42] de boğuşmaktır, boğuşun bakalım diyor. Anlatabildim mi acaba? Rapor bu, kuvvetin şeni bu... Beşer böyle kabul etti bugün. Hepimiz öyle hatta. Bir işi yapacağız, “iyi ama ne kuvvetim var?” diyoruz. Sürükler adamı…

Bu öyle bir akıntı, öyle bir sel ki kardeşim, Kudret iltimas edip de çıkardığı başka... fakat geniş bir sel geliyor, içinde de kütükler böyle gidiyor… Allah merhamet edede de bize hareket-i fikriye vere. Yani dedemizin satvetini[43] onların gönüllerinin bağlandığı o mananın azametini… Bunlar uzun işler değildir. Bir anı gayr-i münkasem[44] de tecelli değişebilir. Bir anı gayr-ı münkasemde. Bugün gönüller istidatıyla tamamıyla Kudret’e rapt-ı kalp etsin… Anlatabildim mi? Sabahleyin kalkarsın, kâinat bambaşka olur. Çünkü; “Kalpler, benim iki parmağım arasındadır.” Diyor, Allah. Benim Celal ve Cemal sıfatlarımın arasındadır. İstidadı Celal’e layık görürsem böyle çeviririm, Cemal’e layık görürsem böyle çeviririm. Zannetme ki; sen kendin yapacaksın, yalnız senin arzunu görüp yapacak. Gira[45]’y (?56:46) bu. Arzuyu serbest bırakmıştır, fâil odur. Sen kabilsin[46]. Hak mıstar[47] değil, mastardır[48]. Matbaa değil, tabi[49]dir. Kabil değil, fâildir. Fail o dur, fakat sen ki kabilsin; o kabulünün istadadına ve arzuna bakar, ona göre yapar. El verir ki, ihlas ile gönlünü göster. Yok, o niyet yok. Mevzii değil konuşmam, bütün dünya böyle işte.
İki diplomat geliyor karşı karşıya konuşuyor, bir birine infial[50] ediyor, geliyor öbür tarafta milyonla adam birbirinin kanını susamış gibi içiyor. Bu mu medeniyet? Bu mu insanlık âlemi teali etti, terakki etti bu mu? Yüzünü görmedin kardeşim, iki tane diplomat geldi karşı karşıya konuştu, birbirine darıldı, milyonla adam birbirini yemeye kalktı. Ve yiyor. Bu mu medeniyet? Ama insanlık âlemi ne vakit aklını başına alır, ne vakit semavi cazibeye kendini yine tutarda ohh (?58:30) çekerse, ondan sonra alır. Başka türlü olmaz.

Konuşmaya başlarken dedik ki; aşktan doğan ahlak, vazifeden doğan ahlak. Birinin membaı, annesi akıl, birininki kalp olduğunu söyledik. Aşkı zannedebilirsem biraz tarif edebildim gibi ….. Yeni bir tarif yaptım bugün. Münasebet aldıkça tarifleri… Hep manası bir de, anlayış kabiliyetine göre değişmesi vardır. Yoksa mana birdir. Elfaz değişikliği vardır.

Demek oluyor ki, mevzuumuzun asıl rüknünü[51] insan mefhumu[52] teşkil ediyor. Çünkü gerek akıl olsun, gerek aşk olsun, gerek vazife olsun, bunlar insana ait birer vasıflardır. Bunun tarifi de, işte zor olan kısmı da bu insan mefhumudur, insan. En zor kısmı o. Suret itibariyle elli, seksen, yüz neyse kilo sıkletinde et kan kemik torbasından ibaret fakat mana itibariyle onun vicdanı kibriyası, manayı ihtivası, ilmen ve fikren bütün âlemleri muhit. Zor olan kısmı, bunu tarife gelmiyor. Fakat hiç tarifsiz de bırakılmıyor. Şöyle bir tarif yapalım, insanın kıymeti bilinsin içün.

Biz çok kıymetli bir “var”ız. Yani, Allah(cc), mevcudat içerisinde bize çok kıymet vermiş. Bizi pek severek, çok seçerek(? 01:01.22), pek nazlı, çok nazenin, gayet niyazdar bir surette halk etmiş. Bizim kıymetimiz öyle melek gibi filan değil. Melekleri bize hizmetçi yapmış. Melek Hakk’ın yalnız Cemal sıfatına mazhar… Biz hem cemale hem celale… Kıymetimiz başka. Bunların kemalini burada göstereceğiz, ebediyette visale ereceğiz... Bunların hepsi nihayet şu üç günlük hayat içerisinde olacak. Fakat gaflet şarabı ile mestiz. Bu şarap ile mest olan da ancak ölürken ayılır. Diğer şarabın sarhoşluğu, insanın bünye kabiliyetine göre, kimi beş saatte, kimisi üç saatte, kimisi yirmi dört saatte, nihayet ayılır. Fakat gaflet şarabı ile mest olanlar, kendilerini tedavi ettirecek bir yere tabi tutmazlarsa ancak ölürken ayılırlar. O vakit de fayda etmez. Teklif sakit olmuştur. Faydası olmaz. Biz eğer bilecek olursak kıymetimizi, hak bizi kendisine muhatap tutmuş. Bütün sıfatlarına mazhar kılmış. Böyle hiç bir şey yok sair[53] mevcudat içerisinde. Yalnız hazreti insana…

Hülasa, insansız âlemin kemali zuhura kabiliyeti yoktur. Yani insan olmasa bu âlem mevcut olmaz. Nasıl anlatayım size? İnsan olmasa; bu görünen, bilinen, bilinmeyen bütün bu namütenahi denilebilecek olan geniş azamet bu varlık olmaz. Âlem, insanın ruhu içün tesniye[54] edilmiş bir bedendir. Bütün mevcudatın ruhu insandır. Bunu insan düşünse, tezekkür etse, “Benim bu kadar kıymetim var” diyerekten alnını secdeden kaldırmaz. Buna karşı biz küfran ederiz. Ne vardı ki? Ne oldum ki? Canım ne vardı da önünden aldı ya hu? Öyle, isyan içerisinde. Ne verdi ki? Ömrüm böyle geçti. Ya bir şeyin mi vardı senin? Allah verir, alır. Senin bir şeyini almaz ki? Hep öyle.

Sonra burası darı iptila[55]… İnlemenin kıymetini bilmeli. Yetimin beşikte gözyaşı boncuğudur, incisidir. Hakk’a tam âşık olan kimsenin de adına yetim derler. Onun gözyaşı da bir incidir. Müşterisi  Allah’tır... Ağladıkça sevin. Hep ömrüm ağlamakla geçti deme, ağladıkça sevin. Çok mal sattın Kudret’e. Anlatamıyor muyum acaba? Ama şikâyetsiz ola… Sevin.

Allah kulundan muhabbet ister, muhabbet talep eder. Nasıl ki? Hadi oraları dursun. Hülasa onu ister. Biz ömrümüz şikâyetle gider. Netice ne olacak? Niye tavân[56] teslim olmayız.

Nem var ki laf edem özümden
Mahv eyle beni, benim gözümden.

Ne güzel söylemişler. Bizim bir şeyimiz mi var? Varsa niçün sahip olamıyoruz? Ha, o nice öyle bu âlem zalim yetiştirmiş: şedidler[57], şeddadlar[58]… Herifler Cennet yapmışlar, Allah’lık davasına çıkmışlar. Kimisi içine girmeden gebermiş gitmiş. Kimisi Musa(as)’ın elindeki çoban değneğiyle devrilmiş, yıkılmış. Kimisi, dimağında beyninde hâsıl olan gözle gözükmeyen bir mikropla parça parça vurun diye bağırırmış. Nemrut. Nemrut. Nemrut öyle bağırırmış. Kafamı parçalayın, çıkarın kafamı dermiş. Vurun. Böyledir, Kudret’le azamet yarışına kalkılmaya gelmez. Sonra ümem-i[59] salifenin[60] tarihini, harabelerini gezin. Hiç birisinden ses gelmiyor. Bakın, milyonlar milyarlar nasıl batırılmış, nasıl çıkarılmış. Yalnız Cenab-ı Hak, Hazreti Muhammed (sav)’ e söz vermiş. Biz onlardan çok asi olmuşuzdur. Çoook. Kitab-ı Celilinde beyan eder. Dünya umurunda ümem-i salifine verdiğim azabı vermeyeceğim, der. Senin hatırın içün. Çünkü o, benimle azamet yarışına çıkan benimle ne bileyim bana karşı inad-ı ısrar edenlerin neslinden beni tanıyan yetişeceği için de bırakacağım der. Beşinci vaktinde, yedinci vaktinde, onuncu vaktinde, bir hususi ikram vardır bize. Niçün tav’an teslim olmayız? Kim bilir? Acayip. Biz nasıl Ondan hacetimizi istersek, O da bizden muhabbeti ister.

Sevmeyiz Allah’ı biz. Seviyorum diyenler de sevmez. Yok. Kendimizi aldatırız. Sevmeyiz. Belki gücünüze giden vardır. O şekilde bizi Şeytan kandırmıştır. Seviyor gibi göstermiştir. Kaç yoldan girer o adama. Abide[61] zahide girer, der ki; ”Bak sen ne kadar güzel, ne ittika[62] ile yaşıyorsun. Ne kadar güzel tâatın var”, şu var, bu var, o ona mağrur olur ötekine bir tuhaf bakar, ötekine başka türlü girer. Çürüttürür o. Öyleyiz.

Çok eski konuşmalarda söylemişimdir, misalini vereyim de dava kavli mücerred[63] halinde kalmasın:
Evladımız kadar sevmeyiz. Farz edin ki bir oğlun var, yahut bir kızın var. Uzun, hariç bir memlekete gitti. Nereyi tasavvur edersen et. Amerika’ya gitti, İngiltere’ye gitti, şu oldu, bir harp çıktı. Haber almanın imkânı yok. İzinden bir şey duyamıyorsun, aylar geçiyor. Oralarda da dehşetli harpler oluyor. Çocuktan haber yok diyorsun. Gece uykun yok, hakiki bir sevgin varsa. Muti[64] bir evladın, yanıyor için. Haber yok diyorsun. İşitiyorsun her gün felaketleri de; şurası bombalanmış, şu kadar bir kişi ölmüş, şurası bombalanmış… Bakıyorsun ki; çocuğun bulunduğu otele yakın, o otel de yanmış diyorlar. Acaba çocuk… Uykun yok. Bir şey yok. Postacıya diyorsun ki; bizim çocuktan bir mektup, bir telgraf bir şey aldın mı? Gece yarısı, nısf-ül leyl[65], sabaha karşı, hiç vakit bakma, hangi saat olursa olsun gel. Senin ikramın baligen madelen[66] hazırlanmıştır. Eh o da mütevazi bir adam. Zarureti var. Böyle bir bakıyor ki, çocuğun da adresini biliyor, hah diyor. Filancanın çocuğundan geliyor. Nısf-ül leylde zili basıyor. Zaten senin kulağın zilde, basar basmaz tembih etmişsin, bu bizim çocuktan galiba, diyorsun. Bizim çocuktan, bu vakit kimse çalmaz, bizim çocuktan. Beşer beşer merdiveni atlayarak açıyorsun kapıyı. Müjde diyor. Aman diyorsun. Verdikten sonra... eh yani okunuş filan yoktur o. Bakıyorsun ki, öyle demişler ki, öyle bir usul koymuşlar, harice gönderiyorsunuz. Biz başka lisanla, bu mektubu tetkik  edemeyiz. Vaziyet dolayısıyla bizim lisanımızda yazacaksın. Çocukta oranın lisanıyla yazmış, ona agâh değilsin. Ne yapalım, ben bunu şimdi, nasıl okuyabilirim? “Dursun bakalım.” demezsin. O gece yarısı komşunun çocuğu kolejde okumuştu, o bilir zannederim. Ayıp olmaz mı? Aman ayıp mayıp kovsa dahi yalvaracağım gideceğim, dersin. Kovsa dahi gideceğim. Gidersin. Aman evladım bu böyle, şuna bir bak. Oda bakar, okur, bir mana verir. O mana verirken sen şöyle bir dikkat kesilirsin. Acaba bu mananın altında oğlum bunu kastetti mi? Gizledi mi? Budağı var mı? Şu da çıkar mı? Bu da çıkar mı? Sabah olur, daha iyi bilenine, bu işin ihtisasını yapanına, ondan sonra filanca daha iyi biliyor, elden ele. Onların manalarının altında da mana söylersin. Neden? Evladına olan muhabbetinden dolayı… Allah sana bir mektup göndermiş, alakadar oldun mu bir gün?

Allah’ı, oğlun kadar sevmezsin. Dava açıktır. Mektubunu okuyup ne dediğini anlamadan öldükten sonra, Huda; “Beni sevdin mi?” derse ne cevap verebilirsin acaba? Evladın kadar sevmedin, çok konuşma! der adama. Aşk vere bize Huda, aşk. Ve affede. Boynumuzu büktüğümüz vakit, hadi ben sevdim yine kendi sevgime bağışlayayım da, git nimetimin içerisine, dedirte. Yoksa... kaideye girecek olursa şey yok. Şu mazeretim vardı, şöyle çalışsaydım, çalışmasam olmayacaktı, böyle. Bunları sakın böyle mazeret serdetme haaa. Huda’nın en büyük gadabını tecelli ettirir, diyor Fahri Âlem sallallahu aleyhi vessellem. Yalnız boynunu bük, sesini çıkarma. Bük boynunu böyle.

O dedim ya, hani biraz konuşma etrafında, bir dedim ki, bir mertebe-i imaniyenin fevkindedir dedim.   Bu söylediğim, bu muhabbet, henüz mertebe-i imaniyededir ha. Mertebe-i imaniyenin fevkindeki mertebe, bundan çok üstün. O mertebe-i imaniyede lazım olan bu. Bunlardan sonra gelir o mertebe-i imaniyenin fevkinde olan dostluk. Çünkü orda Zevk-i Muhammedi vardır. Yaaa. Zevki Muhammedi de insan her şeyden fani olur. Esası buymuş. İşte onun için içimizi feth edemiyoruz. O bu hal, hâsıl olduktan sonra, insan içini feth eder. Onun içün büyükler der ki;  “Elinde ahhh anahtarı yok mu?” diyor. Bende bin defa ah diyorum ama kapı açılmıyor. Neden? Orayı feth edemedim ki kapı açılsın? Bir şey anlatamadım galiba? Bunu çok eskiden söylemiştim de burasını söylememiştim. Şimdi ikmal ediyorum. Bende usul öyledir, önce bir atarım esasları, sonra işlerim. Bir vakit demiştim ki; sizde nısf-ül leyl mi olmuyor, yoksa elinizde ahh anahtarı mı bulunmuyor? Bu ah anahtarı var bizde, “ahh” çok diyoruz amma o içimizi henüz bu zevk ile yıkayamadık. Olmuyor.

Her şeyimiz ters. Abid ol deriz, tembel olur. Anlattıramazsın. Zakir ol deriz atıl olur. Allah öyle der: [67]آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا Beni çok anın der, çok zikredin der. O yalnız ağzınla böyle bir köşeye oturup Allah, Allah, Allah, demek değil ki o. O lisanın zikri. Bizde yalnız lisan mı var? Bizde kalp var, bizde  mana var, bizde sırf… Biz kaç vücuttan ibaretiz kardeşim? Sen biliyor musun, ne kadar vücuda sahipsin? Tek vücut musun sen? Bir anda bakıyorsun ki; gayet ferahsın, bir anda gayet gadap içerisindesin, hep böyle vücuttan vücuda geçe geçe... son andaki vücudu Kudret güzel yapa. Sen biliyor musun kaç vücudun var senin? Bu insan işte, onun içün tarif edilmiyor. Bir vücudu olsa tarif edebileceksin. Kaç vücudun var senin? Say. Sabahleyin kapıdan çıkarken temiz bir ihlas ile tam teslimiyetle; Ya Rabbi, bana acaba hangi kırık kalplinin gönlüne ferah verebilecek bir iş yaptırabileceksin zevkiyle, bunu hatırlayarak, riyasız bir şekilde kendi kendine, kimse sezmeksizin, iç âlemine söz değil, burnun sızlayarak, gözünde bir aşk yaşı oldu, ayağını attın mı, hiç ağzın kıpırdamasın. Allah’ın ya latif[68] isminin zakirisin. İşte kudretin istediği zikir bu. Her an sen kendi kendine dur, bütün hücren  ya latif diye.. şey eder. Kuyudan bir kova suyu çekerken, bu fizik hadisesini benim koluma Kudret nasıl vermiş? Bu hareket nasıl oluyor, aman ben bunu nasıl minnetle abidi olmam diye gönlünden geçip de gönlünün üzerine düşerekten, şöyle bir teveccüh ettin mi, Hakk’ın ya Kavi isminin zakirisin. Hiç ağzın kıpırdamasın ya Kavi diyorsun. Kudret onu öyle tesbit ediyor. Anlatamıyor muyum acaba? Bütün bunların hepsini hesap et. Acaba kime… Bana verdiğinden senin olduğunu bilerek, senin namına kendim ara yerden çıkarak, benlik denilen küfrü atarak, kime bir lokma bir şeye alet olabileceğim. Lütfü Hak herkese bir minnet, dest-i Ab, arada bir alet zevkiyle adımını atsan, olsun olmasın, verirse ona ait, El Rezzak isminin zakirisin. Allah’ın istediği zikir budur. Anlatamıyor muyuz acaba? ( Çok güzel efendim)

O vakit ruhun da icabeti olur, kalbin de icabeti olur, esrarın da icabeti olur, hafa[69]nın da icabeti olur. İstiyoruz efendim icabet etmiyor. Nasıl? Öyle icabet eder ki, bunlar olduktan sonra, imkân var mı icabet etmemesine? Ruhun icabeti şuhut[70]tur, kalbin icabeti şevahiddir[71], esrarın icabeti müşahededir, hafanın icabeti fena fi’l-haktır[72]. Bunların hepsi insanın hakkıdır. Bunların hepsi de olur. Biz bunların atalet taraflarına gitmişiz.

Hazreti İsa (as) bir gün bir adama rast geldi. Atalete misal getiriyorum. Ney ile meşgul olduğunu sordu. İbadetle cevabını verdi. Hiç başka bir şeyle meşgul değilim. İbadetle meşgulüm. “Umur-u idarenizi kim yapar?” diye sordu. Çoluğun çocuğun var, bu... sizi kim idare eder? Birâderim dedi. Kardeşim bizim umur-i idare… Biraderiniz, sizden daha abidmiş. Zira asıl gaye, asıl ibadeti biraderiniz yapıyor. İbadette şart kimseye bâr[73] olmamaktır.


Bugün ki konuşma bu kadar yeter.





[1]  Dar-ı iptilâ   Düşkünlük, tiryakilik yeri, alışkanlık dünyası, mecburiyet yeri
[2]  İkbal  1.Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. 2.karşılık
[3]  Hud’a : Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
[4]  İdbar  1.ardı. Gerisi. devamı  2.İşlerin ters gitmesi. 3.Talihsizlik.
[5]  Fecîa:   (Çoğulu: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia.
[6]  Veçhe: Yüz
[7]  Mahdud: Sınırlı
[8]  Namahdud: Sınırsız
[9]  Cibilliyet: Huy,yaratılıs
[10]  Taharri : Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
[11]  Fürûat: Detaylar, ayrıntılar; aynı soydan gelenler, esastan olmayan talî meseleler
[12]  İktiza : Lâzım gelme, gerekme.
[13]  Sekene:  Durak, Sâkinler, ikâmet edenler.
[14]  Musanna':  1.Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane yapılmış olan. Usta elinden çıkmış olan
[15]  Münkasim: Bölünmüş olan, kısımlara ayrılmış  (gayri-munkasim:kesintisiz)
[16]  İrtikâb:  1.Bir işe girişmek. 2.Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi, çirkin bir şey yapmak. 3.Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak. (“mal biriktirmek, kazanmak” bizatihi menfi kelime)
[17]  Cevarih : El, ayak gibi vücud azaları.
[18]  Tehzib: Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme.
[19]  Emraz-ı maneviye: Manevi hastalıklar
[20]  Tenevvür:  1.Parlama, ışıldama. 2.Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. 3.Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak
[21]  Melal: Deruni sıkıntılı derinlik
[22]  Çengü çegane: Saz eğlentisi
[23]  îş u nûş:  Yiyip içme. Sefahet. İşret ve eğlence
[24]  Satvet : Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etme
[25]  Zemm: Kötülemek
[26]  Araf 31. Ayet
[27] Araf 31 يَا بَنِي آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
Meali: Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
[28]  Tasavvurât:   Düşünceler, tasavvurlar
[29]  Vikaye: Koruyuculuk. Sahip olma. Arka çıkma. Kayırma.
[30]  Mukteza: Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen.
[31]  İhlas Suresi 1. Ayet :  قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ 
Meali De ki: “O Allah, tek birdir.”   
[32]  Mehbit-i ilham: İlhamın indiği yer
[33]  Müsteid:  Bir şeyi yapmaya ehil olan.
[34]  Müteaddit: Birçok
[35]  Üstad, “Aziz Allah’ın tüm emirlerine karşı hürmetli, yarattığı tüm canlılara karşı şefkatli” anlamındaki bu sözü daha önceki kasetlerde Hz Ali’den (ra) aldığını söylüyor.
[36]  Ta’zimkar: Saygılı hürmetli
[37]  Rikkat   Acıma, yumuşaklık, yufka yüreklilik, kalb inceliği.
[38]  Teali: Yükselme
[39]  Terakki:  1.İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. 2.Artma, çoğalma. 3.Bilgi ve medeniyetçe yükseliş.
[40]  Mezcetmek : Katmak. Karıştırmak.
[41] Kefh Suresi 39. Ayet : وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ إِن تُرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنكَ مَالًا وَوَلَدًا  
Meali: Kendi bağına girdiğin zaman: «Bu Allah'dandır, benim kuvvetimle değil, Allah'ın kuvveti ile olmuştur, deseydin ya! Her ne kadar beni, malca ve evlatça kendinden az görüyorsan da.
[42]  Şeni’: (Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş.
[43]  Satvet :  1.Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek.
[44]  Münkasım :  Kısımlara ayrılmış, bölünmüş
[45]  Gira : Müessir, te'sir eden, tutucu.
[46]  Kabil:   Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan
[47]  Mıstar:  1.Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. Cetvel
[48]  Mastar: Bir şeyin çıktığı kaynak
[49]  Tabi : Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör.
[50]  İnfial:  1.Gücenme. Darılma. 2.Can sıkılma. Teessür
[51]  Rüknü: Essası
[52]  Mefhum:  Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
[53]  Sair: Diğer başka.
[54] Tesniye : Vasıflandırma.
[55] Dar-ı iptila düşkünlük tiryakilik yeri
[56] Tavân: isteyerek.
[57] Şedid  1.Sert, sıkı, şiddetli. 2.Musibet, belâ.
[58] Şeddad  1.Kâfir. 2.Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir
[59] Ümem : (Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler.
[60] Salife : Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem. semud kavmi
[61] Abid:  1.İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden
[62] İttika: Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek.
[63] Kavli mücerred: Delilsiz söz
[64]  Muti itaat eden, emre uyan
[65]  Nısf-ül-leyl   Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin ortası.
[66]  Baligen Madelen : Tas tamam, yepyeni, taptaze
[67] Ahzap 41 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا  meali : Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın
[68]  Lâtif: Lütufkar, son derecede lütufkâr demektir. Lütûf, büyük bir incelik, hoşluk ve uygunlukla amaca ulaştırma, istenileni vermedir. (Tekili: Hâlet) Haller. Suretler. Keyfiyetler
[69]  Hafa   Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık
[70]  Şühut : 1)Görme.  Şahitlik etme 2) Şahitler 3) Müşahade etme
[71]  Şevahid şahitler
[72]  Fena fi’l-hak: Hak’ta  yok olmak.
[73]  r: Yük

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017


Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




9 Saniye sonra Kapanacaktır