K 256 (05.06.1966) 82 dk (256)
Bu kalbe taalluk eden bir
insani kalbimiz var. Ahlakın bahsettiği kalp, o kalp. İnsan asude kaldığı
zaman, hadisattan kendisini bir an kurtarıp iç âlemiyle baş başa bıraktığı an,
sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, iç âlemiyle konuştuğu vakit, evvela kendi
hilkatinde bir araştırma başlar. Henüz bu araştırmayı yapmayan kimse ahlak
mevzuunda insani kıymetlere kadem basamamıştır denilir. Sualler kendisine
sorar. Ben kimim?, düşünüyorum bu düşünme nedir der? Düşünmek için biliyorum fakat
bu bilme nedir? Sonra konuşuyorum der. Bu konuşma nedir? Bu muammalar
içerisinde daha daha derinliklere dalar. Beni buraya kim çekti der? Bunu kim
çekti buraya? Gelmemde gitmemde ihtiyarım yok der. Öyle değil mi? Hiç birimize
sorulmadı; beyefendi, hanımefendi, hanfendi; bir sahneyi şuhud var, dünya
denilen bir dar-ı iptila[1] var. Dirliği kısa,
ikbalinde[2] Hud’a[3], idbarında[4] fecia[5] gizli. Çok aldatıcı bir
yer. Gece ile gündüz isminde bir makası var, insanın ömür kumaşını doğrar.
Açılır kapanır; kumaş, cayır cayır doğranır. Böyle bir sahne var, teşrif eder
misiniz? Sormadılar. Giderken de sorulmuyor. Semayı deler gibi bakar, yeri ezer
gibi basar, yaratırım sevdasıyla yaşar… Bunlar ne? Bu suallere müspet ilim
cevap veremez. Vermeye kalkarsa mevzuun haricine çıkar. Müspet ilim olmaz.
Müspet ilim hadiseler arasındaki münasebeti araştırır. Neden sualine cevap
verir, niçün sualine cevap veremez. Vermeye kalkarsa o müspet ilim olmaz.
Sahası az.
Sonra insanın iki yüzü var,
iki veçhesi[6]
var. Bir veçhesi âlem-i hilkate bağlanmış, bir veçhesi de âlem-i kudrete
bağlanmış. Âlem-i hilkate ait olan kısmı pek mahdud[7], Âlemi kudrete taalluk
eden kısmı namahdut[8]tur.
Namütenahi. İnsan nicünsüz yaşayamaz, insan olması dolayısıyla. Cibilliyetinde[9] hikmet vardır,
yaratılışında. Bunları arar. Bu suallerin içerisinde kendisinde, aslını
bulmaklık zevki, heyecanı, hâsıl olur. Aslını bulmak… Esasen her insan buraya
kendisini taharri[10] etmek içün gelmiştir.
Vazifesi budur da farkında değildir. Niye geldin bu kâinata? Efendim, şu bu....
Evet bunların hepsi füruattır[11]. Gaye değildir. Şöyle
olacak, böyle olacak, filan bunlar... Bu âlemde duruşun iktiza[12]sından fakat gayesi mi?
Gayesi değil. Beşer gayesini terk ettiğinden dolayı bugün inler. İnleme sebebi
odur. Beşer gayesini kaybetmiştir. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi[13]… Yaratılışındaki gayeyi
kaybetmiş. Geçen hafta söylediğim gibi; evet ilmen çok yükselmiş, göz
kamaştıracak kadar. Fennen çok tekâmül etmiş, aklı durduracak kadar, felsefesi
pek ilerlemiş fikirleri uyuşturacak kadar. Fakat ah sesi dinmiş mi? Huzura
kavuşmuş mu? Böyle giderse kavuşabilir mi? Hayır. Kavuşamaz. Böyle giderse
kavuşur mu? Kavuşmaz. O kadar hareket-i fikriyesi bozulmuştur ki, vahşet-i musannaya[14] medeniyet diye tapar.
Bugün ilim Kudret’e şikâyet
etmektedir, ilim Kudret’e şikâyet eder; Ya Rabbi, insanların elinden beni
kurtar. Beni mahfuzie lehinde kullanmıyorlar. İlim şikâyet eder, kurtar beni
der. Davacıdır, şikâyet eder. Düğmeye bas, milyonla insanı imha et. Bu mu
medeniyet? Sonra bunu takdis et. Ettikçe Kudret, düğmeye temas etmeden imha
ettirecek. Yaklaşırken o imha başlayacak. Düğmeye bas, milyonla insan imha
edilsin. Efendim bullar medeniyetin icabıdır. Takdis et. Medeniyet bu mu?
Medeniyet hayat almaz hayat verir. Medeniyet imhayı amir değildir, ihyayı
amirdir. Bozulmuş mesele. Semavi cazibenin cezbesinden kurtuldun mu, düşersin.
Semavi cazibenin cezbesinden kurtuldun mu, düşer. Basıyor düğmeye; hastanede
hasta, hamile, yeni doğurmuş, sütü ağzı memesinde, sabi, zavallı, aciz bir an-ı
gayr-ı münkasemde[15] gidiyor. Bunu sonra nasıl
ilim şikâyet etmez Kudrete? İlim şikâyet eder tabi: Beni yerli yerine
kullanmıyorlar… Yerinde kullanmıyorlar, kullanılacak sahamda ben
kullanılmıyorum. Beni kötüye kullanıyorlar diye, bugün ilim Kudret’e
şikâyetçidir. Beşeriyet semavi cazibeden kendisini çektikten sonra, canavarları
utandırtacak kadar cinayet irtikab[16] ettiriyor. Bugün
insanların yapmış olduğu kötülüklerden canavarlar utanır. Utanır. Ondan çok
aşağıya düşüyor. Sonra huzur, nasıl olur? Bir şey olmaz.
Huzur kisbi değildir
kardeşim. Yani insanın kendi kazancıyla değildir. Niyeti enfüsiyesinde o
kazanca istidat şarttır. Amma yani böyle ne bileyim ben? Nasıl anlatayım? Biraz
anlatılması güç olan şey… Bunu buraya kaldırıp buraya koydun mu, olur manasına
değil. Misal vereyim size. Efendim, şu kadar servete malik olursa huzura
kavuşur. Hayır! Hiçbir yerinde ufak bir arıza bulunmaz, tam-u sıhha (? 14:32)
olursa, o sıhhatının icabı tam huzur içerisindedir. Hayır! Öyle bir şey yok.
Bütün azayı cevarihini[17] röntgenden geçirdi, çok
meraklıydı, röntgende her şeysinde, uzvunda, hiçbir şey gözükmedi ve kendisi de
gayet sıhhatliyim diye yaşıyor. Huzur mudur? Yok !.. En büyük rütbeye malik, tam huzura sahip olur
işte bu. Öyle bir şey yok. En büyük masaya malik, yine değil… Birçok adamlar
vardır ki; sıhhatleri, servetleri yerinde, kendileri de ilimle tehzib[18] edilmişken yine sıkıntı
içindedir. Serveti de var, sıhhati de var ilimle de kendisini tehzib etmiş,
fakat sıkıntı… Saadet, sıhhatle, servet denilen şeylerle değil. Onunla sıkıntı
gitmez. Kalbi emraz-ı maneviyeden[19] şifa yok. Olmaklık
bunlara bağlı değil. İlimle tenevvür[20] ettikten sonra, iç sıkıntıları,
üzüntüleri de kalkmaz. Ama cemiyetin tarif ettiği ilimi söylüyorum.
Bir ilim de vardır ki,
marifetullahdır. Onu söylemiyorum. Örfün,
bugün ki kürede üç milyar mı, dört milyar mı, ne kadar insanın toplandığı bir
umumi tarif var ki, hadiseleri tecrübe ettikten sonra hâsıl olan marifete ilim
derler. O tarifin verdiği ilim üzerine söylüyorum. İlmin bu gün bir tarifi var
ya… Hakikatteki tarifi o değil. Fakat şimdi biz, örfün verdiği, cemiyetin
verdiği tarifle konuşuyoruz. Ne diyor onlar?
Hadiselerin tecrübesinden sonra, hâsıl olan yakınlığa ilim derler,
diyor. Bir mevzuua girdik buradan şimdi. Burayı bırakayım da, ordan yürüyeyim
yeniden... Burayı iyi dinleyin. Bir iki defa daha söyledim galiba. Lüzumlu bir
yerdir. Hem çok lüzumlu bir yer. Bugün için çok lüzumlu bir yer.
Hadiselerin tecrübesinden
sonra hâsıl olan yakınlığa ilim derler, diye tarif ediyorlar. Kabul edelim.
Ömrü beşer kaç hadiseyi tecrübe edebilir. Mesela herkes kendi kendisine sorsun;
hayatında kaç hadiseyi tecrübe ettin? Tecrübe mi ettin, taklidi taklit mi ettin?
Tahkiki değil de, taklidi taklit mi ettin? Dur bunların üzerinde. Bunlar esas
kaidedir. Edenler var. Fakat ekseriyette acaba bir hadiseyi de tecrübe eden var
mı? Ekseriyet üzerinde konuşunca… Neyse etmiş diyelim. Kaç tane? Elli, yüz, bin,
on bin… Muhal konuşuyorum ya. Eeee hadisat bu kadar mıdır? Namütenahidir yahu. O
halde ne yapıyorsun? Habere inanıyorsun, kardeşim. Çünkü ömrü beşer, her
insanın ömrü, mevcudattaki hadiseleri tecrübe etmeye imkânı yoktur. O imkân
dâhiline girmemişsin. Ne oluyor? Habere inanıyor. Bu mecburi mi? Mecburi…
Zaruri mi? Zaruri… O halde yar-ı ağyarın ittifakı ile haber verenlerin
içerisinde en doğru haber veren kimdir? Hazreti Muhammed aleyhisselatı
vesselam. Habere inanmak mecburiyeti zaruri mi ilmen? Zaruri… O halde haber
verenler içerisinde en doğru haber veren, yarı da ağyarı da beraber, Hazreti
Muhammed aleyhisselamdır. Oradan çıkan neticeyi sen kendi insafının önünde, vicdanının
önünde, aklının önünde, onların muhasebesini kendin yap. Ben şimdi o mevzuua
girecek değilim. İlmi söyledikte, buraya girdik.
Demek ki; o da huzur
veremiyor. O halde bu melal-i deruni[21] bize neyi anlatabiliyor. Servet
huzur vermez, insan aldanır verir gibi gelir. Sen onu dinlesen, üüüüü. Belki
sen gece muntazam uykunu uyuyabilirsin de o, o kadar da uyuyamaz. O ayrı bir
iş. Sıhhat masa kasa rütbe, ne bileyim? Say işte senin kendi gözünde büyüttüğün
şeyler… Bunların hiç birisi veremez. Bu melal-i deruni, bunları vere.. Madamı
ki veremiyor da, insanın içerisine gelen... Nedir bu, neden ileri geliyor? Bu
ruh bir gayeye müştaktır kardeşim.
Ruhun müştak olduğu gayeyi
bulmasındaki sevincin adına aşk derler. Ahlakın bahsettiği aşk bu
aşk… Acaba anlatabildim mi? Ruh bir gayeye müştaktır. Onu bulmak içün insan
bu âleme gelmiştir. Bu gaye ne öyle vücudun sıhhatiyle, ne mal ile ne evlat
ile ne rütbe ile ne servet ile ne muhteşem debdebelerle ne çengü çegane[22] ile iş-i nûş[23] ile hiç birisiyle gelmez.
Elde edilmez. Tek bir şeyle elde edilir. Satvet[24]-i iman.
Deden buna malikti, üç
kıtada hâkimdi. Aç tarihi bak. Deden buna malikti, üç kıtada hâkimdi. Bak,
medeniyetini taklit ettiğimiz sahayı asırlarca hâkimiyeti altında tuttu. Buna
malikti, ondan. Aldatıyoruz kendimizi, ömür bedava gidiyor. Veresiye sözlerle
çürüyor. Bedava bitiyor ömür. Bu sahnede o kadar çok, kimse durmuyor ki.
Efendim şöyle olacak böyle… Bırak şimdi olacağı orayı, dakkaya bak, anına bak.
Her an. Yakut, vakitle satın alınabilir fakat vakit, yakutla satın alınabilir
mi? Ömründen geçen bir dakikaya namütenahi nü-milyonların olsa versen acaba
geriye alabilir misin?
İsraf nedir israf? Kaç kere
konuşmada söylemiştim. Söylemişizdir. İsraf. On kuruş harcayacağı yerde elli
kuruş harcamış israf etmiş. Bu mu? Mananın zemm[25] ettiği israf. Yarım kilo
yağ ile yapılacak bir iş bir kilo yağ ile yapılmış da dökülmüş. Bu mu? İki
metre kumaştan çıkacakken, şöyle yapmışlar ezmişler, büzmüşler, bükmüşler de üç
metreylen çıkmış. Bu mu? Bunlar adi israflar. Mana bunu alıp da tenezzül edip
konuşmaz. Bu insanın aklının bilebileceği bir şeydir der. Tenezzül etmez. “Allah’ın,
“Ben müsrifleri sevmem.”[26] dediği israf bu israf mı?
Bu çürüyen şeydir. Ona kıymet verir de tenezzül etmez Cenab-ı Hak. Ya nedir o
israf? Bensiz geçiren dakikasını, anını geçiren insanı sevmem diyor.
Anlatamıyorum galiba? Sayılı nefesi benden gafil olarak geçmiş olan kimseyi ben
sevmem. Ben sevdim de yaptım. O nasıl bensiz geçirdi. İsraf bu. Ters anlarlar
bazı sözümü de ondan da korkarım, bunu söylerken. Dışarıya çıkar da; şunu
dökmek israf değilmiş, bunu yapmak israf değilmiş… O manada demedim kardeşim.
Hakiki israfı anlatmak içün misal getirdim. O da israftır amma Hakk’ın yani
Allah’ın büyük kitabında[27]
إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ
الْمُسْرِفِينَ ben
müsrifleri sevmem diye beyan ettiği, hakikat manasındaki israf; beş fasulyeyi
yakmak, üç pirinci dökmek, on kuruş yerine yirmi kuruşu harcamak, onlar
beşeriyetin halledebileceği adi israflardır. Kendileri bilebilirler. Kudret’in
beyan etmiş olduğu israf; “Bensiz geçirdiği an” demek.
Hadiseleri tecrübe ettikten
sonra hâsıl olan yakınlığa derler, tahkikten değil de taklitten, taklide
geçirilen şeye değil dedim. Bir de tahkikten taklit vardır. O da değil de, bir
de taklitten taklit vardır. Onun üzerinde bir durayım. Ahlak, tabi-i bir
içtimai bir kanun-i içtimaidir. İnsanı evvela kendi muhitini hissen, ruhen,
ilmen alakadar ettirir. Takliden değil. Biz bunu kaybedip de yalnız taklitle
meşgul olduğumuzdan dolayı düşmüşüzdür. Anlatabildim mi acaba? Bu esaslar
bağlandıktan sonra netice ne olur? Bütün kuvva-ı kainatı bir halika bağlı görür.
Ve o birliği… Mesela manadan misal verelim. Mana… Dedenin kabul etmiş olduğu
manada, o imanda, Hakk’ın vahdaniyeti öyle bir vahdaniyet ki, hadisat ve
tasavvurattan[28] münezzeh. Tenzih ediyor. Öyle bir vahdaniyet
ki, hadisat ve tasavvurattan münezzeh. Bu kelimelerden belki bir şey
anlatamadım ben. Fakat bunu tam açıkça anlatabilmeklik içün kalıplarını da
şimdi bulamadım. Misali ile anlatacağım. Hadisat ve tasavvurattan münezzeh.
Belki içinizden biriniz “Ben bundan bir şey anlamadım” diyebilir. Ve haklıdır.
Ben de ona anlatabilecek şekilde kelimenin kalıbını bulamadım. Kusura bakma.
Halimde yok. Misal ile anlatabileceğim ama. Misali, mana ilminden getireceğim.
Herhalde anlatabileceğim gibi geliyor.
İçinizde namaz kılanınız
varsa, dikkat ederse daha çabuk anlar. Belki o onun şeklini bilirde hakikatini
bilmez. Veyahut hakikatini de bilir. Bilmiyorsa şimdi o hakikatini de anlamış
olur. İki faide birden. Cem ediniz. Namazın şöyle bir kıyam farzı var, ayakta
durmak yani. Ondan sonra rükûa gider. Yani belini büker, ellerini diz
kapaklarının üzerine kor ve bacaklarını gerer. Bacağı böyle kıvrık durmaz,
gerer. Orada birçok hikmetler var. Gerdi mi, sırtta dümdüz olur. …... böyle
kor. Orada üç tespih okur. Subhane rabbiyel azim der. Bir şey anlatabiliyor
muyum? Yoruldunuzsa ben hemen sözü çeviricem başka yere. Öyle ya, konuşma
muhatabın zevkine bağlıdır. Uyuma istidadında insan var da ondan söyledim onu.
Ben şimdi burada desem ki,
dikkat edin bir milyon lira çıkıyor numaraları okumaya başlasam, herkes böyle
iki defa iskemlede oynar. Ah bir numarayla kaçırdım der. Tam yaklaştıydım der.
Birde elini vurur. Tam kaçtı der, yaklaştıydım aaa. Mesela yirmi beş bin altı
yüz otuz… Onun numarası altı yüz otuz bir, acaba bir çıkacak mı diye boyuna böyle
sallanır, kendinde değildir o. Vecde geldi, vecdi niye inkâr ediyorsun? Madde
vecdindesin. Hani derler ki, efendim, neymiş, cezbe miymiş? Vecit miymiş? Ne
oldu? Sen böyle sallan işte, o madde vecdine geldin. Orda biri bekliyorsun. İki
dedin mi, “tuh bir değilmiş” der, biz kaybettik, milyon dediğinde herkes böyle
canlı olur. Benim bu söyleyeceğim şey o milyonla ölçülmez. Milyara da girmez.
Bu böyle.
Bunun hakikatini idrak edip
de, Kudret’e bu şekilde teveccüh eden insanlar var, bu lacivert kubbenin
altında. Şimdi onun ayakta duruşu, insaniyet makamıdır. Bu bahsin hepsini
söylersek çok uzun sürecek. Ben atlayacağım oraları da yalnız o noktaya
ineceğim. Fakat bunu da atlarsam orası anlaşıl.... Ahh ne yapalım? Anlaşılsın
anlaşılmasın.
İnsaniyet makamında yani
kıyamda dururken, Kudret’e kendisini kabul ettirmişse, “Hak ile kendisinde
perde yok.” diyor Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav). Hakikaten o perdesiz o işi
hak etmişse… Ruhun gayesi var dedik, müştaktır dedik. Müştak olduğu şeye
yaklaşmışsa… Nasıl anlatayım? “Daha büyük şeyler görmek ister misin?”, der
Kudret. Tabii, insan istemez mi? Aman der. Eee “bükülünüz bakalım”, der. Bükülür.
Biraz evveli tarif ettiğim gibi. Mesela, benim mevzuumun sahası değil ama bu mevzuda
da birçok konuşanlar var. Efendim bunun rükûu kalksa, secdesi kalksa… Sen
buraya kadar düşündükten sonra hiç birisini yapma canım. Bu aşk işidir, bu aşk.
Bu, aşk işi bu…
Bu böyle düşünmekle şöyle
olsa, böyle olsa, yok. Aşk, aşk. Aşk, maşukun rızasıdır. Maşukun rızasında olan
aşık; ne talibi izzettir, ne talibi zillettir. Sen kendi kendine bir hüviyet
verdin mi, huzurdan çoktan kovulmuşsun. Şöyle yapsa, böyle yapsa, peeeh. Yerin
mi var ki, söylüyorsun. Ne lüzumu var? Sen ne yaparsan yap. O yine ayrı bir iş.
O, aşk işi o.
Tabire dikkat et. Aşkın
tarifini yaptım. Aşk, maşukun rızasıdır. Maşukun rızasını talim olan âşık,
maşukun rızasında olan âşık, ne talibi izzettir, ne talibi zillettir. Sen burada
değilsen, henüz makamı nefistesin. Makam-ı nefiste olduktan sonra huzurda işi
yok onun. Mâhluk. Yürüyen mevcut. Yürü, yaşa, ye, ithalat, ihracat… O’sun. O
bazı insanın akıl sahasında kalıp da, mananın inceliklerine inemeyip, Kudret’in
bazı beyanlarını layıkıyla içemeyen insanlar, dururlar. Evet, Kudret’in
beyanlarında muazzam incelikler vardır, da onu halledemez.
Ne kadar güzel söyler
büyükler: Mesela bir nazmı celil gelir onu halledemez, oradan kendisine bir şey
çıkarmak ister. Maşukun hukukunu vikaye[29], aşığın şanındandır. Der.
Ben bunu senelerdir söylerim de, bir insan gelip de bana; “Bu ne demek” diye
sormadı ve o kanaat geldi ki, söylediğim sözlerin hiç birisini anlatamadım. Kendimde
suç bularak. Kusura bakmayın. Bunu bir insan sormuş olsaydı, senelerce
konuştuğumdan bir netice aldığım kanaati gelirdi. Maalesef kusur bende olmak
şartıyla, anlatamadığımdan dolayı, bir kimseye anlatamamışımdır. Yani bütün
sözler, konuşmalar böyle uçmuş gitmiştir. Çünkü bir tek insana… Geldi, lüzumsuz
lüzumsuz şeyleri sordu. Öyle gayet basit basit şeyler. Fakat aklı başında
gördüğüm insanlardan bir tanesi de bu, “Maşukun hukukunu vikaye aşığın
şanındandır”, Kitabullah’a taalluk eden bir beyandı, bir tek adam sormadı bana,
senelerce. Şimdi de yine söylemeden geçeceğim.
Nerede kalmıştık acaba.
Aferin. Bunu bildiniz, her vakit siz biliyorsunuz. Bundan sonra kaldığım yeri
de bula bilirsen, sana minnetle bir teşekkür ederim. Ama bulamayacaksındır.
İnşallah bulursun. Bundan sonra buraya
nerden girdiğimi? Bir yerden girdim buraya. (Cevaplar..) Yoook efendim, onları
çok geçtik. Sonradan geldi o. Evveldedir o, evvelde. (Cevaplar.....) Kim
söyledi, onu kim? Yine sen söyledin. Aferin. Ama ona nerden girdim? Ona
girdiğim yeri böyle bulmak lazım. (Cevaplar...) Bırakın şimdi bırakın.
Oraya bükülür, bildiğiniz
şekilde rükû, onu yapar yapmaz, subhanerabbiyel azim der. Bunu nicün der? Neden der bunu? İnsan, mukteza-i[30] beşeriyet, Kudret’i kendi
iç âleminde, kendisince… Nasıl diyeyim? Kelimeleri gelmez ki. Halen tadılabilen
şeylerdir bunlar. Bir ölçüler yapar, bir tasavvurlar yapar. Halbuki o rükuunda
ona mana penceresi açılır, kudretin sıfatları ve esması tamamıyla tecelli
ettiği vakitte, başlar subhane rabbiyel azim… Yani Ya Rabbi sen bende olan,
benim tasavvuratımda, benim tanımış olduğum yüksek büyüklükle seni tanırım,
ondan da sen münezzehsin. Hadisat ve tasavvurattan münezzehe misal getirebildim
mi acaba? Yoo, anlaşılmadı yine. Kapalı. Eee bu kadar anlaşılabilir bu. Benim
dilim o kadar döner.
Evet, buraya nerden girdik?
İşte bunu arıyorum ben. Söyleyeyim, ben söyleyeyim. Öyle bir birlikle, bir
halika bağlar ki… Yani taklitten kurtularak... Mesele taklit üzerinde
yürüyorduk. Taklitten kurtularak, tahkik ile işi ele aldığı vakitte, kuvve-i kâinatı
öyle bir halika bağlar ki, öyle bir birliğe bağlar ki, o birlik bizim
bildiğimiz birlik de değildir. Mesela, biz Allah bir deriz. Bizim bir dediğimiz,
adet manzumesinde çiftin mukabili olan bir birdir. Di mi? Bir çiftin mukabili
olan bir adet manzumesi… Ondan münezzehtir Allah. Ya, Allah; kendi kendisini
birlediği bir birlikle, birdir. Bilmem zevkini anlatabildim mi? Allah öyle bir
birdir ki, benim bildiğim birlikle bir değil, kendi kendisini birlediği bir
birlikle birdir. [31] قُلْ
هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ da ki gibi. Anlatamadık galiba. O birlikle.
İşte biz, o birlikle halikı
birlediğimizden dolayı, madamı ki Haktır. Bütün varlık o birliğin etrafında
toplanmaya mahkûmdur. Sen hiçbir şeye muhtar (ya da “Muhtaç” 46:26) değilsin.
Sana her yerden propaganda gelir, her yerden hattı zatında... şuna teşvik eder,
buna teşvik eder. Sen gül. Ben öyle bir birlikle birlenmiş olan bir Hakk’a
bağlıyım ki, sen bana muhtaçsın. Bana ne diyerekten sen kâğıt gönderiyorsun de.
Anlatamıyor muyum acaba ya?
Deden onu vaktiyle görmüş,
ona gönül vermiş. Ondan dolayı kalbi mehbit-i ilham[32] olmuş. Yani ilhamın
ineceği mevki olmuş. Anlatabiliyor muyum? O kalp Kudret’in ilhamının kabulüne
müsteid[33] mahal olmuş. Sen o
dedenin çocuğusun. Hayırlı evlat olmaya çalış. Öyle bir manaya sahipti dedemiz.
O birliğin etrafında toplandırır, mevkileri ne olursa olsun, mevkileri ne
olursa olsun, nazarı hakta müsavi olduklarını ve vazifelerinin zulüm değil,
adalet olduğunu birbirlerinin üzerinde toplar ve dağılmayın toplanın der. Biz maalesef
dağıldık toplanamıyoruz. Tamamen zıddına, di mi ya?
Müteaddit[34] vücutta bir ruh olmak
kabil olduğunu gösterir, nihayet aşk ile hâsıl olan bir feragatli, bize de bir
birlik verdirir. Biz de şimdi, o muhabbetli aşk ile hâsıl olan bir birlik,
mertebe-i imaniyenin fevkine de çıkarır adamı. Nedir mertebe-i imaniyenin
fevki? Neye derler ona? Vilayet. Açık Türkçe, tarifi: Allah dostluğu. O vakit
ruhlar, kalpler bir mana altında toplanır, arşı rahmanın gölgesinde koklaşır.
Biz vaktiyle böyleydik. Anlatabildim mi? Öyleydik.
Değil insanlara, hayvanlara
karşı da rahim idik. Feragat merhametle olur, malum ya. Bağlıdır birbirine.
Daha anasının nafakasını vermiyor, ne feragati yapacak? Çocuğunun nafakasını
vermiyor ya. Ne beklersin? Çocuğunun nafakasını vermiyor. Seksen yaşında,
doksan yaşında piri fani icra dairesinde oğlundan nafaka bekliyor, gelmiş mi
gelmemiş mi, diye. Sonra aç dedenin vakıfnamelerini, elli sırık filanca
mahalleye köpeklere ciğer, kırk sırık filanca sokakta kedilere işkembe.
Vakıflarda var bu, vakıflarda. Vakfiyede, dedenin vakfında… İnsan bitmiş de
hayvanları düşünüyor. Neden çünkü… Hakiki insan kime derler diye tarifi var. Et-ta‘zîm ül-emrillâh veş-şefakatü
alâ-halkıllâh.[35]
Allah’ın emirlerine karşı ta’zimkar[36], bütün
mahlûkata karşı kalbi rikkatle[37] çarpan
adam. Nerdeee? Bunlar düzeldi mi, “evet”le “hayır”ın yeri belli olur, “niçün” de
belli olur. Di mi ya?
Bir millet ne vakit
yükselir? Nerde evet diyeceğini, nerde hayır diyeceğini bilirse… Birde niçün kelimesini kullanmasını öğrenirse. Nerede evet denir?
Nerede hayır denir? Ve ne vakit nicün diye sual sorulur? Bunların yerleri
bilinmeden teali[38],
terakki[39] olmaz.
Muğlakla (? 52:35) terakki olur mu?
Evvela evet demekle hayır demenin yerlerini bilecek, sonra nicün kelimesini
kullanmasını öğrenecek. Bunlardan mahrum, bir şey olmaz. Hiçbir şey olmaz.
İstediği kadar dünyanın muazzam kafaları bir araya gelsin, iri iri, büyük büyük,
şunlar bunlar, olmaz o. Bu insanın iklim-i vücuduna Kudret tarafından mezcedilmiş[40] manalar
vardır. Ara sıra aklıma geldikçe söylerim; insan hakları, insan hakları diye
herkesin ağzında gezer. Medeniyet âlemine bayılırlar, insan hakları… Hey,
asırlar evvel senin nenen onu söyledi, nenen. Nenen var ya, nenen. Okumamış da
yazmamış da fakat levhi mafuz kitabı olmuş, kalemi ala, kalemi olmuş. Nenen o,
Anadolu köyünde,
üstü bir metre kalınlığındaki çamurdan yapılmış damın altında, insan
gövdesinden kalın direklerin altında öyle… Evet, belki alay edersin, tezekten
yapılmış ocağının içerisinde fakat kalbi insaniyetle dolu, evladını bir yere
gönderirken, yavrum sakın kul hakkı olmasın sana memelerimi helal etmem. İşte
insan hakkı… Kul hakkı olmasın diyor. Ve onun sözü de dinleniyor, asırlarca o hak
alınmamıştır. Medeniyet âlemi söyleniyor ama hangi insan hakkı? Öyle yeniyor
ki, cayır cayır. Lafla o haklar yerine gelmez.
Hak, kuvvette
tanındığı müddetçe, ne insan hakkı olabilir ne mevcut hakkı olabilir. Çünkü
bugün ki beşeriyet, hakkı kuvvette tanıyor. Noktayı istinat kuvvet diyor. Hak
kuvvette değildir, kuvvet Hak’tadır. Anlatamıyor muyum acaba? Cümleye dikkat
edin; bugün ki insaniyetin yıkılışı, hak kuvvettedir iddiasındadır. Hangi
kuvvete dayanıyorsun diyor. Hah, Kudret’de derhal peki kuvvete mi tapiyorsunuz?
Kudreti bıraktınız, kuvvette mi diyorsunuz? Ben kuvvette değilim. لَا
قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ [41] kuvvet bendedir, siz kuvveti tanıdığınızdan
dolayı, madamı ki mabudunuz kuvvettir, kuvvetin şeni[42]
de boğuşmaktır, boğuşun bakalım diyor. Anlatabildim mi acaba? Rapor bu,
kuvvetin şeni bu... Beşer böyle kabul etti bugün. Hepimiz öyle hatta. Bir işi
yapacağız, “iyi ama ne kuvvetim var?” diyoruz. Sürükler adamı…
Bu öyle bir
akıntı, öyle bir sel ki kardeşim, Kudret iltimas edip de çıkardığı başka...
fakat geniş bir sel geliyor, içinde de kütükler böyle gidiyor… Allah merhamet
edede de bize hareket-i fikriye vere. Yani dedemizin satvetini[43] onların
gönüllerinin bağlandığı o mananın azametini… Bunlar uzun işler değildir. Bir
anı gayr-i münkasem[44] de tecelli değişebilir. Bir anı gayr-ı münkasemde. Bugün
gönüller istidatıyla tamamıyla Kudret’e rapt-ı kalp etsin… Anlatabildim mi?
Sabahleyin kalkarsın, kâinat bambaşka olur. Çünkü; “Kalpler, benim iki parmağım
arasındadır.” Diyor, Allah. Benim Celal ve Cemal sıfatlarımın arasındadır.
İstidadı Celal’e layık görürsem böyle çeviririm, Cemal’e layık görürsem böyle
çeviririm. Zannetme ki; sen kendin yapacaksın, yalnız senin arzunu görüp
yapacak. Gira[45]’y
(?56:46) bu. Arzuyu serbest bırakmıştır, fâil odur. Sen kabilsin[46]. Hak
mıstar[47] değil,
mastardır[48].
Matbaa değil, tabi[49]dir. Kabil değil, fâildir. Fail o dur, fakat sen ki kabilsin; o kabulünün
istadadına ve arzuna bakar, ona göre yapar. El verir ki, ihlas ile gönlünü
göster. Yok, o niyet yok. Mevzii değil konuşmam, bütün dünya böyle işte.
İki diplomat
geliyor karşı karşıya konuşuyor, bir birine infial[50] ediyor,
geliyor öbür tarafta milyonla adam birbirinin kanını susamış gibi içiyor. Bu mu
medeniyet? Bu mu insanlık âlemi teali etti, terakki etti bu mu? Yüzünü görmedin
kardeşim, iki tane diplomat geldi karşı karşıya konuştu, birbirine darıldı,
milyonla adam birbirini yemeye kalktı. Ve yiyor. Bu mu medeniyet? Ama insanlık
âlemi ne vakit aklını başına alır, ne vakit semavi cazibeye kendini yine tutarda
ohh (?58:30) çekerse, ondan sonra alır. Başka türlü olmaz.
Konuşmaya başlarken dedik ki; aşktan doğan ahlak, vazifeden
doğan ahlak. Birinin membaı, annesi akıl, birininki kalp olduğunu söyledik.
Aşkı zannedebilirsem biraz tarif edebildim gibi ….. Yeni bir tarif yaptım
bugün. Münasebet aldıkça tarifleri… Hep manası bir de, anlayış kabiliyetine
göre değişmesi vardır. Yoksa mana birdir. Elfaz değişikliği vardır.
Demek oluyor ki, mevzuumuzun asıl rüknünü[51] insan
mefhumu[52] teşkil
ediyor. Çünkü gerek akıl olsun, gerek aşk olsun, gerek vazife olsun, bunlar
insana ait birer vasıflardır. Bunun tarifi de, işte zor olan kısmı da bu insan
mefhumudur, insan. En zor kısmı o. Suret itibariyle elli, seksen, yüz neyse
kilo sıkletinde et kan kemik torbasından ibaret fakat mana itibariyle onun
vicdanı kibriyası, manayı ihtivası, ilmen ve fikren bütün âlemleri muhit. Zor
olan kısmı, bunu tarife gelmiyor. Fakat hiç tarifsiz de bırakılmıyor. Şöyle bir
tarif yapalım, insanın kıymeti bilinsin içün.
Biz çok kıymetli bir “var”ız. Yani, Allah(cc), mevcudat
içerisinde bize çok kıymet vermiş. Bizi pek severek, çok seçerek(? 01:01.22),
pek nazlı, çok nazenin, gayet niyazdar bir surette halk etmiş. Bizim kıymetimiz
öyle melek gibi filan değil. Melekleri bize hizmetçi yapmış. Melek Hakk’ın
yalnız Cemal sıfatına mazhar… Biz hem cemale hem celale… Kıymetimiz başka.
Bunların kemalini burada göstereceğiz, ebediyette visale ereceğiz... Bunların
hepsi nihayet şu üç günlük hayat içerisinde olacak. Fakat gaflet şarabı ile
mestiz. Bu şarap ile mest olan da ancak ölürken ayılır. Diğer şarabın
sarhoşluğu, insanın bünye kabiliyetine göre, kimi beş saatte, kimisi üç saatte,
kimisi yirmi dört saatte, nihayet ayılır. Fakat gaflet şarabı ile mest olanlar,
kendilerini tedavi ettirecek bir yere tabi tutmazlarsa ancak ölürken ayılırlar.
O vakit de fayda etmez. Teklif sakit olmuştur. Faydası olmaz. Biz eğer bilecek
olursak kıymetimizi, hak bizi kendisine muhatap tutmuş. Bütün sıfatlarına
mazhar kılmış. Böyle hiç bir şey yok sair[53]
mevcudat içerisinde.
Yalnız hazreti insana…
Hülasa,
insansız âlemin kemali zuhura kabiliyeti yoktur. Yani insan olmasa bu âlem
mevcut olmaz. Nasıl anlatayım size? İnsan olmasa; bu görünen, bilinen,
bilinmeyen bütün bu namütenahi denilebilecek olan geniş azamet bu varlık olmaz.
Âlem, insanın ruhu içün tesniye[54] edilmiş bir bedendir.
Bütün mevcudatın ruhu insandır. Bunu insan düşünse, tezekkür etse, “Benim bu
kadar kıymetim var” diyerekten alnını secdeden kaldırmaz. Buna karşı biz küfran
ederiz. Ne vardı ki? Ne oldum ki? Canım ne vardı da önünden aldı ya hu? Öyle,
isyan içerisinde. Ne verdi ki? Ömrüm böyle geçti. Ya bir şeyin mi vardı senin?
Allah verir, alır. Senin bir şeyini almaz ki? Hep öyle.
Sonra
burası darı iptila[55]… İnlemenin kıymetini bilmeli.
Yetimin beşikte gözyaşı boncuğudur, incisidir. Hakk’a tam âşık olan kimsenin de
adına yetim derler. Onun gözyaşı da bir incidir. Müşterisi Allah’tır... Ağladıkça sevin. Hep ömrüm ağlamakla
geçti deme, ağladıkça sevin. Çok mal sattın Kudret’e. Anlatamıyor muyum acaba?
Ama şikâyetsiz ola… Sevin.
Allah
kulundan muhabbet ister, muhabbet talep eder. Nasıl ki? Hadi oraları dursun.
Hülasa onu ister. Biz ömrümüz şikâyetle gider. Netice ne olacak? Niye tavân[56] teslim olmayız.
Nem var ki laf edem özümden
Mahv eyle beni, benim gözümden.
Ne güzel söylemişler. Bizim bir şeyimiz mi var? Varsa niçün sahip
olamıyoruz? Ha, o nice öyle bu âlem zalim yetiştirmiş: şedidler[57], şeddadlar[58]… Herifler Cennet
yapmışlar, Allah’lık davasına çıkmışlar. Kimisi içine girmeden gebermiş gitmiş.
Kimisi Musa(as)’ın elindeki çoban değneğiyle devrilmiş, yıkılmış. Kimisi, dimağında
beyninde hâsıl olan gözle gözükmeyen bir mikropla parça parça vurun diye
bağırırmış. Nemrut. Nemrut. Nemrut öyle bağırırmış. Kafamı parçalayın, çıkarın
kafamı dermiş. Vurun. Böyledir, Kudret’le azamet yarışına kalkılmaya gelmez. Sonra
ümem-i[59] salifenin[60] tarihini, harabelerini
gezin. Hiç birisinden ses gelmiyor. Bakın, milyonlar milyarlar nasıl batırılmış,
nasıl çıkarılmış. Yalnız Cenab-ı Hak, Hazreti Muhammed (sav)’ e söz vermiş. Biz
onlardan çok asi olmuşuzdur. Çoook. Kitab-ı Celilinde beyan eder. Dünya
umurunda ümem-i salifine verdiğim azabı vermeyeceğim, der. Senin hatırın içün.
Çünkü o, benimle azamet yarışına çıkan benimle ne bileyim bana karşı inad-ı
ısrar edenlerin neslinden beni tanıyan yetişeceği için de bırakacağım der.
Beşinci vaktinde, yedinci vaktinde, onuncu vaktinde, bir hususi ikram vardır
bize. Niçün tav’an teslim olmayız? Kim bilir? Acayip. Biz nasıl Ondan
hacetimizi istersek, O da bizden muhabbeti ister.
Sevmeyiz
Allah’ı biz. Seviyorum diyenler de sevmez. Yok. Kendimizi aldatırız. Sevmeyiz.
Belki gücünüze giden vardır. O şekilde bizi Şeytan kandırmıştır. Seviyor gibi
göstermiştir. Kaç yoldan girer o adama. Abide[61] zahide girer, der ki; ”Bak
sen ne kadar güzel, ne ittika[62] ile yaşıyorsun. Ne kadar
güzel tâatın var”, şu var, bu var, o ona mağrur olur ötekine bir tuhaf bakar,
ötekine başka türlü girer. Çürüttürür o. Öyleyiz.
Çok
eski konuşmalarda söylemişimdir, misalini vereyim de dava kavli mücerred[63] halinde kalmasın:
Evladımız
kadar sevmeyiz. Farz edin ki bir oğlun var, yahut bir kızın var. Uzun, hariç
bir memlekete gitti. Nereyi tasavvur edersen et. Amerika’ya gitti, İngiltere’ye
gitti, şu oldu, bir harp çıktı. Haber almanın imkânı yok. İzinden bir şey
duyamıyorsun, aylar geçiyor. Oralarda da dehşetli harpler oluyor. Çocuktan
haber yok diyorsun. Gece uykun yok, hakiki bir sevgin varsa. Muti[64] bir evladın, yanıyor
için. Haber yok diyorsun. İşitiyorsun her gün felaketleri de; şurası
bombalanmış, şu kadar bir kişi ölmüş, şurası bombalanmış… Bakıyorsun ki;
çocuğun bulunduğu otele yakın, o otel de yanmış diyorlar. Acaba çocuk… Uykun
yok. Bir şey yok. Postacıya diyorsun ki; bizim çocuktan bir mektup, bir telgraf
bir şey aldın mı? Gece yarısı, nısf-ül leyl[65], sabaha karşı, hiç vakit
bakma, hangi saat olursa olsun gel. Senin ikramın baligen madelen[66] hazırlanmıştır. Eh o da
mütevazi bir adam. Zarureti var. Böyle bir bakıyor ki, çocuğun da adresini
biliyor, hah diyor. Filancanın çocuğundan geliyor. Nısf-ül leylde zili basıyor.
Zaten senin kulağın zilde, basar basmaz tembih etmişsin, bu bizim çocuktan
galiba, diyorsun. Bizim çocuktan, bu vakit kimse çalmaz, bizim çocuktan. Beşer
beşer merdiveni atlayarak açıyorsun kapıyı. Müjde diyor. Aman diyorsun.
Verdikten sonra... eh yani okunuş filan yoktur o. Bakıyorsun ki, öyle demişler
ki, öyle bir usul koymuşlar, harice gönderiyorsunuz. Biz başka lisanla, bu
mektubu tetkik edemeyiz.
Vaziyet dolayısıyla bizim lisanımızda yazacaksın. Çocukta oranın lisanıyla
yazmış, ona agâh değilsin. Ne yapalım, ben bunu şimdi, nasıl okuyabilirim? “Dursun
bakalım.” demezsin. O gece yarısı komşunun çocuğu kolejde okumuştu, o bilir
zannederim. Ayıp olmaz mı? Aman ayıp mayıp kovsa dahi yalvaracağım gideceğim,
dersin. Kovsa dahi gideceğim. Gidersin. Aman evladım bu böyle, şuna bir bak.
Oda bakar, okur, bir mana verir. O mana verirken sen şöyle bir dikkat
kesilirsin. Acaba bu mananın altında oğlum bunu kastetti mi? Gizledi mi? Budağı
var mı? Şu da çıkar mı? Bu da çıkar mı? Sabah olur, daha iyi bilenine, bu işin
ihtisasını yapanına, ondan sonra filanca daha iyi biliyor, elden ele. Onların
manalarının altında da mana söylersin. Neden? Evladına olan muhabbetinden
dolayı… Allah sana bir mektup göndermiş, alakadar oldun mu bir gün?
Allah’ı,
oğlun kadar sevmezsin. Dava açıktır. Mektubunu okuyup ne dediğini anlamadan öldükten
sonra, Huda; “Beni sevdin mi?” derse ne cevap verebilirsin acaba? Evladın kadar
sevmedin, çok konuşma! der adama. Aşk vere bize Huda, aşk. Ve affede. Boynumuzu
büktüğümüz vakit, hadi ben sevdim yine kendi sevgime bağışlayayım da, git
nimetimin içerisine, dedirte. Yoksa... kaideye girecek olursa şey yok. Şu
mazeretim vardı, şöyle çalışsaydım, çalışmasam olmayacaktı, böyle. Bunları
sakın böyle mazeret serdetme haaa. Huda’nın en büyük gadabını tecelli ettirir,
diyor Fahri Âlem sallallahu aleyhi vessellem. Yalnız boynunu bük, sesini
çıkarma. Bük boynunu böyle.
O
dedim ya, hani biraz konuşma etrafında, bir dedim ki, bir mertebe-i imaniyenin
fevkindedir dedim. Bu söylediğim, bu
muhabbet, henüz mertebe-i imaniyededir ha. Mertebe-i imaniyenin fevkindeki
mertebe, bundan çok üstün. O mertebe-i imaniyede lazım olan bu. Bunlardan sonra
gelir o mertebe-i imaniyenin fevkinde olan dostluk. Çünkü orda Zevk-i Muhammedi
vardır. Yaaa. Zevki Muhammedi de insan her şeyden fani olur. Esası buymuş. İşte
onun için içimizi feth edemiyoruz. O bu hal, hâsıl olduktan sonra, insan içini
feth eder. Onun içün büyükler der ki; “Elinde
ahhh anahtarı yok mu?” diyor. Bende bin defa ah diyorum ama kapı açılmıyor.
Neden? Orayı feth edemedim ki kapı açılsın? Bir şey anlatamadım galiba? Bunu
çok eskiden söylemiştim de burasını söylememiştim. Şimdi ikmal ediyorum. Bende
usul öyledir, önce bir atarım esasları, sonra işlerim. Bir vakit demiştim ki;
sizde nısf-ül leyl mi olmuyor, yoksa elinizde ahh anahtarı mı bulunmuyor? Bu ah
anahtarı var bizde, “ahh” çok diyoruz amma o içimizi henüz bu zevk ile
yıkayamadık. Olmuyor.
Her
şeyimiz ters. Abid ol deriz, tembel olur. Anlattıramazsın. Zakir ol deriz atıl
olur. Allah öyle der: [67]آمَنُوا
اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
Beni
çok anın der, çok zikredin der. O yalnız ağzınla böyle bir köşeye oturup Allah,
Allah, Allah, demek değil ki o. O lisanın zikri. Bizde yalnız lisan mı var?
Bizde kalp var, bizde mana var, bizde
sırf… Biz kaç vücuttan ibaretiz kardeşim? Sen biliyor musun, ne kadar vücuda
sahipsin? Tek vücut musun sen? Bir anda bakıyorsun ki; gayet ferahsın, bir anda
gayet gadap içerisindesin, hep böyle vücuttan vücuda geçe geçe... son andaki
vücudu Kudret güzel yapa. Sen biliyor musun kaç vücudun var senin? Bu insan
işte, onun içün tarif edilmiyor. Bir vücudu olsa tarif edebileceksin. Kaç
vücudun var senin? Say. Sabahleyin kapıdan çıkarken temiz bir ihlas ile tam
teslimiyetle; Ya Rabbi, bana acaba hangi kırık kalplinin gönlüne ferah verebilecek
bir iş yaptırabileceksin zevkiyle, bunu hatırlayarak, riyasız bir şekilde kendi
kendine, kimse sezmeksizin, iç âlemine söz değil, burnun sızlayarak, gözünde
bir aşk yaşı oldu, ayağını attın mı, hiç ağzın kıpırdamasın. Allah’ın ya latif[68] isminin zakirisin. İşte
kudretin istediği zikir bu. Her an sen kendi kendine dur, bütün hücren ya latif diye.. şey eder. Kuyudan bir kova
suyu çekerken, bu fizik hadisesini benim koluma Kudret nasıl vermiş? Bu hareket
nasıl oluyor, aman ben bunu nasıl minnetle abidi olmam diye gönlünden geçip de
gönlünün üzerine düşerekten, şöyle bir teveccüh ettin mi, Hakk’ın ya Kavi
isminin zakirisin. Hiç ağzın kıpırdamasın ya Kavi diyorsun. Kudret onu öyle
tesbit ediyor. Anlatamıyor muyum acaba? Bütün bunların hepsini hesap et. Acaba
kime… Bana verdiğinden senin olduğunu bilerek, senin namına kendim ara yerden
çıkarak, benlik denilen küfrü atarak, kime bir lokma bir şeye alet
olabileceğim. Lütfü Hak herkese bir minnet, dest-i Ab, arada bir alet zevkiyle
adımını atsan, olsun olmasın, verirse ona ait, El Rezzak isminin zakirisin.
Allah’ın istediği zikir budur. Anlatamıyor muyuz acaba? ( Çok güzel efendim)
O
vakit ruhun da icabeti olur, kalbin de icabeti olur, esrarın da icabeti olur,
hafa[69]nın da icabeti olur.
İstiyoruz efendim icabet etmiyor. Nasıl? Öyle icabet eder ki, bunlar olduktan
sonra, imkân var mı icabet etmemesine? Ruhun icabeti şuhut[70]tur, kalbin icabeti
şevahiddir[71],
esrarın icabeti müşahededir, hafanın icabeti fena fi’l-haktır[72]. Bunların hepsi insanın
hakkıdır. Bunların hepsi de olur. Biz bunların atalet taraflarına gitmişiz.
Hazreti
İsa (as) bir gün bir adama rast geldi. Atalete misal getiriyorum. Ney ile
meşgul olduğunu sordu. İbadetle cevabını verdi. Hiç başka bir şeyle meşgul
değilim. İbadetle meşgulüm. “Umur-u idarenizi kim yapar?” diye sordu. Çoluğun
çocuğun var, bu... sizi kim idare eder? Birâderim dedi. Kardeşim bizim umur-i
idare… Biraderiniz, sizden daha abidmiş. Zira asıl gaye, asıl ibadeti biraderiniz
yapıyor. İbadette şart kimseye bâr[73] olmamaktır.
Bugün
ki konuşma bu kadar yeter.
[2] İkbal 1.Bir
şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne
götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. 2.karşılık
[3] Hud’a : Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
[6] Veçhe: Yüz
[7] Mahdud: Sınırlı
[8] Namahdud: Sınırsız
[9] Cibilliyet: Huy,yaratılıs
[10] Taharri : Aramak. Araştırmak. İncelemek.
Araştırılmak.
[11] Fürûat: Detaylar, ayrıntılar; aynı soydan gelenler,
esastan olmayan talî meseleler
[12] İktiza : Lâzım gelme, gerekme.
[14] Musanna':
1.Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane
yapılmış olan. Usta elinden çıkmış olan
[16] İrtikâb:
1.Bir işe girişmek. 2.Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi, çirkin bir
şey yapmak. 3.Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile
almak. (“mal biriktirmek, kazanmak” bizatihi menfi kelime)
[17] Cevarih : El, ayak gibi vücud azaları.
[18] Tehzib: Temizleme. Fazlalığını, pisliğini
giderme.
[19] Emraz-ı maneviye: Manevi hastalıklar
[20] Tenevvür:
1.Parlama, ışıldama. 2.Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. 3.Münir ve
münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak
[21] Melal: Deruni sıkıntılı derinlik
[22] Çengü çegane: Saz eğlentisi
[24] Satvet : Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle
kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etme
[25] Zemm: Kötülemek
[26] Araf 31. Ayet
[27] Araf 31
يَا
بَنِي آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ
وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
Meali:
Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin,
için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
[29] Vikaye: Koruyuculuk. Sahip olma. Arka çıkma.
Kayırma.
[30] Mukteza: Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen
istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen.
Meali De ki: “O Allah, tek birdir.”
[32] Mehbit-i ilham: İlhamın indiği yer
[34] Müteaddit: Birçok
[35] Üstad, “Aziz Allah’ın tüm emirlerine karşı
hürmetli, yarattığı tüm canlılara karşı şefkatli” anlamındaki bu sözü daha
önceki kasetlerde Hz Ali’den (ra) aldığını söylüyor.
[36] Ta’zimkar: Saygılı hürmetli
[38] Teali: Yükselme
[39] Terakki:
1.İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. 2.Artma, çoğalma. 3.Bilgi ve
medeniyetçe yükseliş.
[40] Mezcetmek : Katmak. Karıştırmak.
[41] Kefh
Suresi 39. Ayet : وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاء
اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ إِن
تُرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنكَ مَالًا وَوَلَدًا
Meali: Kendi bağına girdiğin zaman: «Bu Allah'dandır, benim kuvvetimle değil, Allah'ın kuvveti ile olmuştur,
deseydin ya! Her ne kadar beni, malca ve evlatça kendinden az görüyorsan da.
[42] Şeni’: (Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin,
günahlı iş.
[43] Satvet :
1.Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine
şiddetle sıçramak ve hamle etmek.
[45] Gira : Müessir, te'sir eden, tutucu.
[47] Mıstar:
1.Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken
satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet.
Cetvel
[48] Mastar: Bir şeyin çıktığı kaynak
[49] Tabi : Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran.
Matbaacı. Editör.
[51] Rüknü: Essası
[53] Sair: Diğer başka.
[54] Tesniye
: Vasıflandırma.
[55] Dar-ı
iptila düşkünlük tiryakilik yeri
[56] Tavân:
isteyerek.
[57] Şedid 1.Sert, sıkı, şiddetli. 2.Musibet, belâ.
[58] Şeddad 1.Kâfir. 2.Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin
hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını
yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte
gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir
[59] Ümem :
(Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler.
[60] Salife
: Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem. semud kavmi
[61] Abid: 1.İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden
[62] İttika:
Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ
ile amel etmek.
[63] Kavli
mücerred: Delilsiz söz
[64] Muti itaat eden, emre uyan
[65] Nısf-ül-leyl
Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi
arasındaki vaktin ortası.
[66] Baligen Madelen : Tas tamam, yepyeni, taptaze
[67] Ahzap
41 يَا
أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ
ذِكْرًا كَثِيرًا meali
: Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın
[68] Lâtif: Lütufkar, son derecede lütufkâr
demektir. Lütûf, büyük bir incelik, hoşluk ve uygunlukla amaca ulaştırma,
istenileni vermedir. (Tekili: Hâlet) Haller. Suretler. Keyfiyetler
[71] Şevahid şahitler
0 yorum:
Yorum Gönder