190 (25.03.1964)
42 dk (265)
… birinin merkezi kalp, birinin ki akıl. Akıl hislerin galatlarını[1] tashih
eden kuvve. -Vazifeyi biraz evvel söyledik.- Kalp bu anasır[2]
âleminde, şu sadrımızın ortasında duran dört köşeli, kanı şöyle şöyle yapan, o
vücudu hayvanimizin kalbi. Vücudu insanimizin, oraya taalluk eden bir kalbi
var. Maddecilerin inkâr ettiği kısmı... onlar o kısma giremiyor da, onu biz de
kabul ettik. Onlar yalnız şu ampulü görüyor… Mesela sahra-i beyabandan[3] bir
insan getirsek… Elindeki odunu yakaraktan ışığını temin eden, karanlığını izale
edeni, böyle birden bire tutup getirsek buraya. Bakar... Hiç görmemiş, mum da
görmemiş, gaz da görmemiş, yağ fitilinde yanan lambayı da görmemiş. Yalnız
küçüklüğünden büyüyünceye kadar odunu yakıyor, onunla etrafını görüyor;
getirsek, “Ne koydun bunun içine yakıyorsun?” der. Yok, bunun işte cereyan
denilen müspet menfi kutuplar vardır. Bunu yapan da bilmez: Bu tarafa mı
gidiyor, bu tarafa mı gidiyor? Daha belli değil. Kudret yaptırır yaptırır da,
böyle mi gidiyor, böyle mi gidiyor? Bilmiyor, yapan bilmiyor.
Ona anlatsak, kızar bize der ki; “Bunun içine ne koydun diyorum sana?”
der. Yahu bu ampuldür, bunun içine bir şey koymadık. Nasıl onun, ona gelen
cereyanı inkâr ettiği gibi, bazı kimseler de buraya, buraya gelen cereyanı
inkâr eder. Elektrik ampul değildir. İnsanda bu kalıp değildir.
Anlatamıyor muyum? Elektrik dendiği vakitte bu ampul değil elektrik. Fakat
elektriğin varlığını göstermek içün bu bir vesika. Benim de insanlığımı
göstermeklik içün bu bir vesika. Değil.
Buraya taalluk eden o kalp, bir şey arar. İnsan hiçbir vakit maddi
zevklerle, hep muvakkattir[4] tatmin
olmaz. “İnsan mı?” tatmin olmuyor. Belki
siz hayatınızda tecrübe etmişinizdir. Ağzıyla söylemez de, -çok defa ben bunu tekrar etmişimdir-
haliyle söyler. İnsan kendi kendine konuşur, işlerini ayarlar, şöyle olsa,
böyle olsa. Olur. Bir sürur tabiatıyla hâsıl olur. Fakat üç gün beş gün...
ondan sonra yine bir durgunluk başlar. O değil onun aradığı. Bulamadı daha
aradığını. İşte insanlar buraya o hakiki aranıp da bulunacak şeyi bulmak içün
gelmişlerdir. Maalesef bunu bulamadan gidiyoruz. Onu bulabilmek içün, evvela
bir saadet-i zihniye lazım. Saadet-i içtimaiyenin temeli yalnız terbiye-i ameliye değildir. Buradan yanılıyor
bugün ki beşeriyet. Şöyle yaparız böyle yaparız. Büyük büyük kafalar
toplanıyor. İktisadi, bilmem siyasisi, şusu busu, yine bir netice yok. hiç bir
şey yok. Olur mu? Olmaz.
Neden? Musluk Kudret’in elinde, “Sıkarım” diyor. Sen hayatı cidal[5] diye
tarif ettiğin müddetçe düzelmez. Nokta-i istinadı kuvvet olarak kabul ettiğin
müddetçe beşeriyet felaha kavuşmaz. Hedefi menfaat diyerekten kabul ettiğin
zamanlar da imkânı yok, huzur-u kalp gelmez. Çünkü hepimiz konuşuyoruz; efendim
hayat mücadele oldu, mücadeleden ibarettir. Haa, “Öyle mi?” diyor, Kudret, sen
buna razı oldun ve ağzınla da itiraf ettin. Cidalin neticesi paylaşmaktır. İşte
beşeriyet paylaşacağız diye çırpınıyor. Her hangi bir şey olduğu vakitte “Sen hangi
kuvvete dayanıyorsun?” diyor. Güzel kardeşim amma işte burada yıkılıyor
beşeriyet. Hak kuvvette değildir, kuvvet Hak’tadır. Sen haksız kuvveti
müstakil bir varlık olaraktan kabul edersen, o kuvvet sana bela olur. Nokta-i
istinat kuvvet oldu mu onun şe’ninin[6]
neticesi boğuşmaktır. Noktayı istinat Hak oldu mu onun şe’ninin neticesi
sarışmaktır. Bugün ki insanlık âleminin yıkılma sebepleri bunlardır. Hiç
uzun boylu aramaya taramaya lüzum yok. Bütün beşeriyet, -mevzii konuşmuyorum
zaten, bütün sekene-i[7] arz
üzerine konuştuğum mevzu. Mevzii değil, ufacık bir şeyi değil.- Bütün medeniyet
âlemi nokta-i istinadı kuvvet diye kabul etmiş. Yıkıldın. İhtirasat-ı nefsaniye
ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile yıkılır. İmkân
yoktur ona. İhtirasat-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine
ihtirasat-ı nefsaniye ile yıkılır. Nokta-i istinat kuvvet öyle mi? “Öyle!”
diyoruz. Soralım birisine; “Şu işi
yapacağız.” “Hangi kuvvete dayanırsın?” dersin. Hah, beşer buraya kendi
kendine indi. Manadan soyundu, soyundukça madde kesafeti bastı, madde kesafeti
üzerine yüklendi. Nihayet konuşma tarzları ve inanma tarzları bu sahaya indi.
Bu sahaya inince tabi Kudret “Gözetliyorum” diyor. Allah’ın (cc) bir adı Murakıb[8]’tır.
“Gözcüyüm ben” der. Böyle bakarmış bize. Murakıb, “Gözcüyüm” diyor. “Pekâlâ
diyor, siz bunu kabul ettiniz. Hadi bakalım dayanın kuvvetinize” diyor. Zayıf
kaviden hakkını alamıyor. Zayıf kaviden hakkını alamayınca, havas ile avam
muvazenesi yapılmıyor. Yukarı ki tabaka aşağı ki tabakaya merhamet etmiyor. Aşağı
ki tabaka yukarı ki tabakada merhameti görmeyince ona hürmet etmiyor.
Binaenaleyh, ayak takımı yüksek takıma düşman kesiliyor. Netice itibariyle ne
oluyor? Bu işten istifade edebilecek bazı zamirlerde meydana çıkıyor. O tarafı
besliyor, diyor ki; “Sen sefalet içinde yaşa, bak filancanın ne güzel medeni
ihtiyaçlarını tatmin etmiş. Altında arabası var, yazlığı var, kışlığı var, şusu
var busu var.” Hâlbuki, o da ara yerden bir pay almak istiyor. Ve netice
itibariyle cemiyeti yıkmak istiyor. Bu sefer o...
Anlatsan desen ki ona; iyi ama müsavat, yalnız kalplerde, vicdanlarda
olur. [9] تُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء Bu kaideyi
kaldıramazsın. Allah (cc) diyor ki; “İstediğime veririm aziz kılarım,
istediğime vermem. Ben bunu vermemekliklede, senin anladığın gibi değil, ona
zulüm ederim manasına değil. [10] وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِّلْعِبَادِ “Ben yaratmış olduğum bir mevcuda zulüm
yapmak içün yaratmadım. Öyle iktiza[11] etti de
vermedim.”
Anlayayım! “Yook, uşak efendiden
sual soramaz! Ben senin emir erin de değilim.” Sen asker olursun, hizmet-i
mecburiye askeriyedir. İtaat-i mutlaka şarttır. Olmazsa intizam-ı ahenk olmaz.
Sana gelir kendi cinsinden bir kumandan, “Yat!” der. “Burada çamur var, burada
diken var” demezsin. Hele bir parça geri dur. Vurduğu anda dipçiği bacakların
dümdüz kalır. Sen kendi cinsinden bir insana dahi “niçün?”diyemezsin de, banaaa
bana mı? Ama ben bazı insanlara bunun hikmetini anlatırım. O da hükümet-i esrar-ı
subhaniyyemdir. Anlattığımı anlatırsa, ona da bir tokat vururum olur bir
meczup, sürüm sürüm sürünür. Daha anlatamaz. Bilen söyleyemez. Ben hiç
anlamayacağım mı? Anlayacaksın diyor yine. [12] فَمَا لَهُ مِن قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍ ٍ يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِر Numara kağıdının okunduğu gün var. Mektepte
çok birinci olan çocuk, imtihanda sıkılsa dahi çıkarken şöyle, o okutan hocanın
yüzüne bakar, ona şöyle yapar, kapıdan çıkarken. Üzülme demektir o.
Anlatabildim mi? Numarayı söyledi. Fakat her gün haydut gibi geçinen çocuk,
hiçte bilmedi, çıkarken yüzüne bile bakamaz hocanın. Baksa dahi, o bu tarafa kafasını
çevirir. Ne bakıyorsun ya, ne istiyorsun? Okunacak numara kâğıdın, öğrenirsin.
Anlatamadık galiba? Numara kâğıdın okunur, bir ay sonra gel, haziranın yirmisinde.
Yazarlar yahut o kapıya görürsün, orada okur gidersin. Kendi kendine oku bak.
Yalnız numara kâğıdını kendi kendine okutmayacak. “Bizzat ben
bulunacağım” diyor Allah (cc). “Kendim bulunacağım haa.” Böyle, güvendiğin
fikrin, aklın, paran, servetin, cahın... Hani bizde vardır ya böyle bir şeyler,
kıyaslar mıyaslar. Onların hepsi alındığı gün, “Haa bu böyleymiş, yaa!” der,
anlar. Meçhul bırakmayacağım, diyor. Herkesin ukdesini[13]
çözeceğim. Âlem-i nara giren bana hamd edecek, diyor. Ettireceğim ona da. Ne diye
edecek? “Layıktım da verdin, hamdolsun sana diyecek.” Ben böyle Allah’ım.
Dar-üs Selama giren de hamdedecek, dar-ul azaba giren de hamd edecek. Birisi
lütfuna mazhar oldum, kereminde müstağrak[14] kaldım
diyecek, öteki de ben layıkım bundan çoğu bana lazımdı. Yine adlimle
ettireceğim diyor.
Meçhul hiç kalmaz. Bu âlemde halledemediğimiz şeylerin hepsini sen halledeceksin.
Hangi şeye takılmışsan, imkânı yok, onların hepsini çözecek Kudret, birer
birer. Zaten gayba iman o demektir. Hak gayb mıdır ki, gayba iman ediyorum
diyorsun? Hak’tan âyan bir şey var? Hak âyan, saltanat gayb. Azametindeki icraat
akla girmiyor. Akıl mahlûk, o gayr-ı mahlûk; Mahlûk, gayr-ı mahlûku ihata[15] edemez
zaten, kaideten muhal.[16] Ondan
girmiyor? Yoruldunuzsa keseyim. Niçin demiş Fuzuli?
Tahkîk yolunda akl n’etsün
A’mâ vü garîb kande getsün
Meğer sen olasın refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i
tarîkum [i]
Nereden
girdim buraya acaba? Vermemekte de bir kastı yok. Son cümle buydu, kasıt yok.
İki hasta tasavvur edin: Doktor gelir tembih eder, buna şu kadar cızbız pilav
komposto, zorla yedirin. Öteki de ameliyat olmuş, şu kadar saat bir yudum su
dahi vermeyeceksiniz. Eee buna dost, buna düşman mı? Anlatamıyor muyum acaba?
Yani buna garezi mi var? Buna bir yudum su verdirtmiyor da; buna âlâ pirzola ver
diyor, cızbız ver diyor. Bilmem şunu ver, diyor bunu ver diyor. Buna da diyor,
bir yudum su vermeyeceksin, diyor. Filan saate kadar vermeyeceksin. Onun içün
mü hayır, onun içün mü hayır? Kaba misal bunlar ya işte, ufak şey edelim
diyerekten anlatmaklık içün, tefhim[17]
makamında konuşuyoruz.
Ama
bazen de hayatta görürüz: [18]
وَلَوْ
بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْ Biraz der, şöyle biraz genişlettim mi, ilk işi bana
ilan-ı harp etmek olur. İlk işi bana ilan-ı harp. Biraz zenginledi mi, evvela
evdeki karısını beğenmez. Biraz ders kaçırmıştır Kudret. İşte öyle, ufak ufak… “Sen
beni temsil edemiyorsun” der. “Sen şöyle der, sen böyle” der. Ben bu cemiyeti
koklaya koklaya burnum bu kadar şişti. İç, içteki burnum. Beğenmez. Muhiti
beğenmez, arkadaşlarını değiştirir. “Bu muhit bizi tanıyordu” der, ben şimdi
der, “artık kendime ait bir muhit yapacağım” der. Ne muhiti yapacan ya? Nerenin
muhitini yapacaksın. İstikamet karşı ki çukura… Bilenler ölsün, bilenler ölsün.
Muhitini öyle yap. Yap güzel bir muhit yap. Kırık kalpli, muhlis, topla.
Konuşmaya başlarken söylediğim gibi, insanların kalbine sürur verebilecek saha…
Değiştir böyle muhitini değiştir. Güzel. Ama enseni böyle gerecek bir vaziyette,
böyle… Bir cahilin mukteza-i[19]
ruhaniyesi ile müştehiyat[20]-ı
cismaniyesi müsavi olursa ahlak ona insan nazarıyla bakmaz. O şimdi mukteza-i
ruhaniyesiyle değil mi ki kibr-i nuhvete[21]
başladı, müştehiyat-ı cismaniyesini
müsavi bir hale getiriyor. Ruhunun alacağı şeyler tamamen ayrılıyor. Ne oluyor
o? Hazreti İnsan olmaktan geri… Dava kabul olmaz bir defa. Esir-i heva-i heves
olanlar, kendilerini aklı can hocası göstermeye başlarlar. O başlarsın konuşma
değişir, akıl vermeye kalkar, can vermeye kalkar. Yani öyle bir şeyler, bir
şeyler. Mesela şunu yaparım der, bunu yaparım der. Hâlbuki insan teali terakki
ettikçe ahlakta sırrını kendinden, kendi gözünden dahi gizleyecek. O kadar iyi
ol ki diyor Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav), amel-i hayrını melek yazamasın. O
dahi agâh olmasın diyor. Anlatamıyor muyum acaba? Kemal-i ihlas ile yapılan
amelin en makbulü, meleğin dahi defter-i amaline kaydetmesine imkânı
olmayanıdır. Meleğin dahi senin defter-i amaline, şunu yapmıştır, şu iyiliği. Onu
dahi kaydettirme diyor. Ya onu kim kaydetsin? Allah (cc). İşte böyle.
Deden böyle idi böyle... Eski konuşmalarımda
bir misal vermişimdir: Göğsün kabarsın diye yine o misali tekrar edeyim; İstanbul
zenginlerinden Kız Ali Bey namında bir zengin adam varmış. Kalp, bak ne şekilde şey oluyor. Misal. Bir aile,
ticaretle iştigal eden bir adam vefat etmiş. Kızı var, karısı var. İşte
bırakmış olduğu şey, hazıra dağlar dayanmaz derler, darb-ı mesel. Senelerce
yene yene bir şeyleri kalmamış. Kızına bir talip çıkmış. Bunlar mücessem-ü[22]
edeb-ü vefa böyle, mahcup insanlar. Talip. Annesi demiş ki kızına; “Ne
diyeceksin?” Babası ölürken bir gerdanlık bırakmış. Vasiyet etmiş: İsterdim
kızımın mürüvvetini göreyim. Evlendirdiğim vakitte bu kıladeyi[23],
bu gerdanlığı kendi elimle evladıma takayım. Bu benim arzu-i pederanemdi.
Babalık arzumdu. Kudret müsaade etmedi, seni yerime tevkit[24]
ediyorum. Bunun demiş, takarsın. Babanın böyle bir vasiyeti var.
Demiş anne güzel, babam alem-i ahirette bizim
niyetimizi bilir. Ona bir hürmetsizlik değil. Fakat bizim bir yorganımız yok, iç
çamaşırım yok benim diyor. Ben bu yoksulluğun içerisinde bu gerdanlıkla
gidersem, ortaya çıkarsam, eğlence mevzuu olurum. Bunu demiş satalım, zaruri
eşyamızı alalım. Babamda bizi affetsin, ne yapalım? Kudret bizi böyle yaptı.
Annesi de demiş ki; “Kızım ben de bu niyetteydim ama senin gönlünü kırmayayım
diyerekten, bir şey söylemiyorum.” Çıkmışlar.
Hala devam eder o. Götürürsün. Hem bunu
söylüyorum, hem ikaz ediyorum. Belki içinizde bilmeyen vardır. Onun esnafı
evvela anlaşır birbiriyle: Görür, bu yüz lira eder di mi ya, birbirlerine….
Onlar bilirler. Daima ortaktır. Biz bu malı on liraya kadar çıkaralım, aldıktan
sonra kimin üzerinde kalırsa, sonra ikinci bir müzayede yaparız, artan parayı
aramızda taksim ederiz. Anlatabildim mi acaba? Hala cereyan eder bu. Götürmüşler,
eh bir kenara ana kız boynunu bükmüş, bekliyor bakalım. Beş lira, altı lira,
yedi lira… On liradan yukarıya çıkmıyor. Kapatacaklar, amiyane tabirle. Tesadüf,
Kız Ali Bey kâhyasıyla geçiyormuş. Uzaktan bakmış, öyle ruhani gibi insanlar
duruyor. Kız ile ana.
Nur-u iman bir kalbe dâhil olursa, o kalp
hikmet dolu olur. Hikmetle dolu olan kalp bakınca görür, anlar. Ali Bey’de de
öyle bir kalp var. “Nedir o?” demiş. “Bunlar satıyorlar, sıkılmışlar.” “Kaç
lirada?” “On lira.” “Yüz lira, yüz lira” demiş, daha bakmadan. Zaten o Ali Bey
geldi deyince, ötekiler demişler ki; “Geçti bizden artık .” On liradan yukarıya
çıkmayan o mücevher; “Yüz yirmi, yüz otuz, yüz elli, iki yüz” demiş Ali bey.
Herkeste takat kesilmiş. O günün iki yüz altını da, han alır. Kâhyasına demiş
ki; “Al” demiş, “götür paralarını ver.” Almış gerdanlığı Kâhya, parayı da
götürmüş vermiş. “Adresini belle onların” demiş. Gedik paşada bir çıkmaz sokakta
bir ev. Vakit gelmiş. “Nasıl ?” demiş. “Çok mütevazi, acınacak bir halleri var.”
“Pekâlâ” demiş. Almış gerdanlığı cebine, doğru gitmiş kapıyı çalmış. Evin
içerisi sürur içerisinde… Şimdi diyor ki; “Hızır mıydı?” diyor, “Neydi? diyor”.
“Biz bunla neler almayız anne!”. “Başımıza yuva da alacağız, kendimize bir beş
on kuruş getirecek bir akarda alacağız. Artık Cenab-ı Hak çektiğimiz
sıkıntıları birden bire kaldırdı”. Böyle birbirinin boynuna sarılıp
öpüşüyorlar. O esnada kapı çalınmış, kız birden bire… -Eski evlerde cumba
vardır. Hatırlar mısınız bilmem ki?- Şöyle
cumbadan şöyle başını uzatmış: “Eyvah anne” demiş, “Alan zat geldi”. “Galiba
beğenmedi, parasını almaya geldi”. Öyle bir düşmüş. Titrek sesle, annesi açmış
kapıyı. Zihin o kadar dolgun ki; “Geri mi geldiniz, geri mi almaya geldiniz?”
diyor. Anlamış o tabi, Ali Bey de, “Yok
efendim, müsterih olunuz”. müsterih. “Anlatınız bakayım vaziyetinizi siz”
demiş. “Kimin nesisiniz nesiniz?” Anlatmış; “Benim kocam şöyle bir iş yapardı,
şu kadar sene evveli vefat etti. Bıraktığı bitti. Kızıma böyle bir talip oldu.”
Nihayet uzatmayalım, anladınız siz mevzuu. “Bunu satmak mecburiyetinde kaldık.
Allah razı olsun. Demek ki, bizim aklımız ermiyordu. Bizim elimizden
alıvereceklerdi. Siz geldiniz bizi ihya ettiniz. Babası, “kendim sağ kalırsam,
ben bunu kızıma takarım” diyerekten almıştı. Bana bıraktı, bize de olmadı bu kısmet.”
“Peki” demiş. “Benim şimdi size bir ricam var.” “Beni” demiş, “Bu kızınıza bir
peder-i manevi olarak kabul etme tenezzülünde bulunur musunuz? Ben onun bir
manevi babası olayım.” Değil. Onda minnet olur. “Yapacağınız iyilikte özür
dileyin” diyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Yapacağınız iyilikte özür dileyin.
Veren el alan elden eftaldir. Siz verirken eliniz altta kalsın da alacak olanın
eli üstte kalsın, utanmasın. Anlatamıyor muyum acaba, nezaket bahislerini?
Buraya kadar ince… “Ben” demiş, “yine onun peder-i manevisi olayım, babasının
vasiyeti yerine gelsin.” “Buyurun” demiş, “gerdanlığını düğün günü takar.”
“Hadi Allah'a ısmarladık” demiş. Ooo. Netice ne oluyor netice?
Benim bu söylediklerim mamafih biraz da zevke
taalluk eder, aşka taalluk eder, marifetullah zevki alanların alabileceği bir
zevke bağlanır. Çünkü marifetillah zevkini tadan kimselerde, diğer zevkler azap
meyanındadır[25].
Anlatabildim mi acaba? Bir adam marifetullah zevkini tattı mı, ondan maada ne
kadar zevk varsa, o zevkler ona azap vermeye başlar. Birer azap olur. Biraz da
bu bahis oraya giriyor. Düğün oluyor. Tabi, kız sevinç içerisinde...
Söyleyeceğim yer orası değil. Söyleyeceğim yer, o gece Kız Ali Bey bir rüya
görüyor. Ama rüya nedir haa? Rüya rü’yet[26]ten
daha mühimdir. Niye? Rü’yet gördün, iyi veya kötü geçti gitti. Şimdi, iyi veya
kötü gördün mü, o gitti artık o. Rüya öyle değil, gelecek. Üzerinde adamı
durdurur. Rüya, levh-i mahfuzdan kulun mukadderatına ait bir hadisenin kapı
aralanarak ders kaçırtılmasıdır. Rüyanın tarifi bu… Yalnız ikisinin de
aksettiği tablo birdir. Biri adgas[27]-ı
ahlamdır[28], icab-ı
hacetin sıkışması ile o vücuttaki bazı arızaların meydana gelmesiyle dimağa
akseden kâbuslar, rüya halinde tecelli eder. Ona adgas-ı ahlam der mana. Onun
da neticesi bir. Hakiki levh-i mahfuzdan gelen şeyin de neticesi bir.
Anlatamadım galiba? Rüya deyip, böyle gelip geçme.
Kız Ali Bey bir rüya görüyor. Rüyasında bu
kızcağızın düğünü oluyor. Düğün gayet kalabalık, müstesna insanlar. Eski
düğünlerde bir kuşak bağlama vardır. Onunda bir manası vardır, kuşak bağlama.
Beşeriyetin Fahri Ebedisi, mürebbi-i ukul, mahbub-u kulub olan zat cemiyette
kuşağı bağlayacak. Kız Ali Bey’i soruyor; “Ali nerde?” diyor. “Beraber
bağlayacağız.” Haber veriyorlar diyorlar ki, “sizi arıyor Fahri Âlem.” “Aman!”
diyor, “ben hicap” ederim, ben çıkamam”. “Yoook arıyor, siz gelmeyince
olmayacak.” Sıkıla büküle Kız Ali Bey çıkıyor. Fahr-i Âlem bir sarılıyor ona.
Bu milyon lirayla da alınmaz, iki yüz altına filan alınmaz bu iş. Öyle parayla
alınmaz. Bazı varlıklar, hazineyle alınmaz. Beraber bağlıyorlar. Bu iş zevk
işi…
Buraya nereden girmiştik? Dedik ki; havas
avama böyle yapıyor, avam havasa böyle yapıyor. Toparladım mı? Havas avama
böyle yapıyor, avam havasa böyle yapıyor. Ee nihayet ara yerden bazı insan
çıkıyor, “Her şey müsavi olacak” diyor. Ahlakta manada her şey müsavi olmaz. -Olur,
kalpte vicdanlarda.- Maddede müsavi olmaz. Sen yetmiş kilosun, ben seksen
kiloyum. Nasıl müsavi olacağız? kesicen mi beni? Maddede nasıl müsavi
yapacaksın? Sen yüz gram ekmek yersin, ben iki yüz gram ekmek yerim; artanı ne
olacak bunun? Nasıl maddede müsavi yapacaksın? Herkes doktor mu olacak, herkes
lağamcı mı olacak? Nerden yapacan, nasıl yapacan müsavi? Cüz
ü küll[29],
yek diğerinden eyler istimdat-ı[30]
dad[31].
Musiki
bile öyledir. En ufak perdeler, en yüksek perdeleri besler. Onlar birleştikten
sonra güzel teganni[32]
olur. Tek ses, olur mu? Hadi bir ses ile musiki yap bakalım. Akşama kadar
bağır. Dooooo. Sus der bağırıverir. Patlayacağım der. Olmaz o. Maddede müsavat
olmaz, manada müsavat olduğu vakitte, maddede yapılacak insaflar, merhametler,
şefkatler, hürmetler, muhabbetler meydana gelir. Onun üzerine, insanlık bir
âlem
üzere
gider.
Bin kiloluk, on bin kiloluk, yüz bin kiloluk
baskül var: Eczacısın, ne yapacaksın? İki gramı ne ile tartacaksın? Bir mili
gramı veyahut daha azını şunu bunu neyse anlıyorsun ne söylemek istediğimi.
Onunla tartamazsın. O, ona muhtaç. O, ona muhtaç. Binaenaleyh تُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء[33] Hakk’ın zelil
kıldığı azize, aziz kıldığı zelile muhtaç… Hepsi aziz olsa da bu kâinat devam
etmez, hepsi zelil olsa da bu kâinat devam etmez. O halde hepsini müsavi
yapacağız demek, sahtekârlıktır. Kendin bir şey çarpacan. Anlatamadık mı yine?
Olmaz.
Cüz ü küll, yek diğerinden eyler istimdat-ı dad. Böyle kurulmuş bu
kâinat. Böyle. Ama beşer o kadar zavallı vaziyete düşmüştür ki, o kadar muvazenesizlik[34]
başlamıştır ki, sen ona anlatsan desen ki; azizim, bu böyle müsavi şöyle olacak,
böyle olacak… Bunda bir maksat var, onun gayz[35]-ı
nefsanisi o kadar kabarmıştır ki, akl-i selimine müracaat etmez, katiyen
müracaat etmez. Dinler, “Senin bu dediklerin doğru ama o bana nazar-ı
merhametle bakmadı ya; ondan gidiyor mu? Gidiyor. Varsın ben daha sürüneyim; ondan
gitsin.” Buraya gelmiştir. Anlatabildim mi acaba? Evet, ben müsavi olmayacağım
dimi? Fakat onun elindeki gidiyor mu? Gidiyor. Gitsin, ben daha aşağı olayım!
İnsanlık merhalesini bu gün beşeriyet kaybetmiştir. Ya, onun içün
bir milletin nasibi, vahdette olan nasibiyle şevket[36]
ve azamette olan hissesiyle kaimdir. O insanlar arasında birlik nasibi
kalkmıştır. İtimat denilen şey tamamıyla kalkmıştır. Esasen bir millet
tefrikaya düştü mü şevketi kalkar. Kalbinde hikmet kalmaz. Hikmetten eser
olmayan kalp, harap olmuş kuyudan farkı olmaz. Olmaz. Hâlbuki bizim
dedemizin kabul etmiş olduğu o manada, öyle ilme, öyle marifete -çünkü sen
sebeb-i hilkati marifet diye kabul ediyoruz.- Deden öyle düşünmüş ki, bir mana
kabul ederken… -Sen dikkat et bu tarihin en büyük efendisi olan dedeni, öyle
ahmak salak filan öyle adam değil haaa- Geçen konuşmada söylediğim gibi; bugün
taklit ettiğimiz âlemi asırlarca hâkimiyeti altında tutmuş yav. Sen ne
zannediyorsun dedeni? Asırlarca hâkimiyeti altında tutmuş. O bir manaya gönül
verirken, her tarafını ölçmüş, biçmiş “Ne var?” diyerekten. Bir defa sebeb-i
hilkatimdir diyor, marifet. İlimle ölçüyor. Allimü evladeküm li gayri
zamâniküm. “Çocuklarınızı bu zaman için ilim talim ettirmeyin, bundan sonra
gelecek zaman için ilmi öğretin” diyor. “Bu bitecek de, bundan sonra gelecek
zamanın ilmini vereceksin” diyor. Ee sen yapmadınsa, mananın ne kabahati var.
Ezberle, kafanda dursun: Allimü evladeküm li gayri zamâniküm. Evlatlarınızı
yalnız bu zamanın ilmini öğretmekle değil, bundan gayrı gelecek zamanın ilmini
öğretmekle mükellefsiniz, diyor. Neden? Dedenin kabul ettiği mana ilmi, hakikat-i
hayat diyerekten tarif eder. “Hayat nedir?” dendiği vakitte, hakiki hayat
ilimdir derdi. Hayat, dendiği vakitte, “heyecan” diye tarif etmezdi. Heyecanın
başka ismi vardır. Söyler misin? Bu kürsüde münasebet almaz.
Deden hayatı tarif ettiği vakitte; hayatın tarifi, hakiki hayatın
tarifi, ilim diye tarif eder. Çünkü Hak ne diyor; “Ben marifet için sizi
meydana getirdim” diyor ya. O halde yaşamakta ilme taalluk ediyor. Hayatı oraya bağlamıştır. Ama hayat heyecan
diye tarif etmiyor.
Şeyden başlamak lazım, toplu olarak… Ferdin tekâmülü kâfi değil, cemiyet
tekâmül etmesi lazım. Niçün derler? Aman mana kaybolmasın, ahlak zayi olmasın.
Sâri hastalıktır. Hatta maddi sâri hastalığa da benzemez. Bir hastayı, maddi
bir sâri hastayı bir odaya bir yere kaparsın, kitlersin, bir de sarı kâğıt
yapıştırır önlersin. Bu manevi sâri hastalık atom gibi… Ondan daha acayip… Her
yere sirayet eder. Kitlemek para etmez. Yook. Bu acayip bir şeydir. Girer. Sen
mesela çocuğunu tek başına yetiştiremezsin. Bir cemiyet tamamıyla birleşecek.
Terbiye, terbiye… Efendim olmaz. Nasıl olmaz? Terbiye ağaçlar üzerinde bile
müeseerdir[37].
İnsan ağaçtan da mı aşağı yav? Bir orman terbiye ediliyor da, bir camia-i
insaniye terbiye edilemez mi? Ondan da aşağı değil ya. Terbiye, bir mektebin
temelidir. Terbiye bir tahsilin mebnasıdır[38]. Nasıl
anlatayım? Terbiye bir çocuğun mebna-i irfanıdır. Çocuğun ruhu bir cevherdir. O
cevheri işleyene bağlıdır. Çocuğun ruhu bir cevher, onun kıymet alışı, onu
işleyene bağlıdır. Onun maharetine bağlıdır. O heykele bir incizab[39]
verebilirse o gayet güzel bir nakış olabilir, o incizabı veremezse gayet berbat
bir şey olabilir. Bugün ki konuşma bu kadar yeter.
[1] Galat: Hata. Yanlış. Kaideye uymaz söz.
[2] Anâsır: Unsurlar. Bir şeyin meydana
gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
[3] Sahra-i beyaban: Çöl
[4] Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni.
Devamlı olmayan.
[5] Cidal: Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. Muharebe. Cenk. Kavga.
[6] Şe'n: İş, yeni olan hal. Şan. Tavır.
Hâdise. Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.
[7] Sekene: Sâkin olanlar, oturanlar.
Bir yerde devamlı oturanlar.
[8] Murakıb: Murakabe eden. Teftiş ve
kontrol eden kimse.
[9] Ali İmran Suresi 26. Ayet-i Kerime
قُلِ
اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ
مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن
تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Meali:
De ki ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de
mülkü çeker alırsın; dilediğini yüceltir,
dilediğini alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Gerçekten sen,
herşeye gücü yetensin.»
[10] Mü’min Suresi 31. Ayet-i Kerime
مِثْلَ دَأْبِ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ
وَالَّذِينَ مِن بَعْدِهِمْ وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا
لِّلْعِبَادِ Meali: Nuh kavmi'nin, Ad'ın, Semüd'un ve
daha sonrakilerin maceraları gibisinden. Allah,
kullarına haksızlık etmek istemez.
[11] İktiza: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım,
ihtiyaç. Gerek.
İşe
yarama.
[12] Tarık Suresi 9. 10 Ayet-i Kerimeler فَمَا لَهُ مِن قُوَّةٍ وَلَا نَاصِر يَوْمَ تُبْلَى
السَّرَائِر
Meali: O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana
çıkarılır. İnsanın o gün ne bir gücü vardır, ne de bir yardımcısı.
[13] Ukde: Düğüm, bağ. Karışık ve müşkil
iş. Zorluk, zor iş Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
[15] İhata: Etrafından çevirmek,
kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. Geniş bilgi ile anlamak, tam
kavramak.
[16] Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün
olmayan. Bâtıl, boş söz. Hurâfe olan nazariye.
[17] Tefhiml: Anlatmak. Bildirmek.
[18] Şura Suresi 27 Ayet-i Kerime وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي
الْأَرْضِ وَلَكِن يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَّا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ
بَصِيرٌ Meali:
Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızık
seriverseydi, yeryüzünde azar ve taşkınlık ederlerdi. Fakat dilediği
kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları
görendir.
[19] Mukteza: Lâzım getirilmiş. Lüzumuna
binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen
[20] Müşteheyat: Lezzetli şeyler. Nefsin
hoşuna giden ve iştah için yenen şeyler.
[21] Nahvet: Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme,
böbürlenme
[22] Mücessem: Cismi olan. Dış
duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen.
Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan
cisim. Şekillenmiş.
[23] Kılade: Gerdanlık. Boyna takılan
kıymetli şey. Akarsu.
[24] Tevkit: Vakit tayin etmek.
Vakitlendirmek.
[25] Miyan/meyan: Ara, arasında (Farsça)
Orta, ara, vasat, meyan.
[26] Rü’yet : 1) Görmek, bakmak. İdare
etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. 2) kıl ile müşahede derecesinde
bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek.
[27] Adgâs: Desteler, demetler. Karışık
rüyalar. Karışık söylentiler.
[28] Ahlam: Rüyalar.
[29] Küll: Hep, tüm, bütün. Çok.
Cüz'lerden meydana gelen. Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri
[30] İstimdat: Medet ve yardım istemek.
[31] Dad: Adalet, doğruluk. 2) İnsaf
[32] Teganni: Şarkı söylemek. Bir ibareyi
makamla okumak. Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.
[33] Bknz 9. Dip not.
[34] Muvazene: Ölçmek. Denk olup olmadığını
bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
[35] Gayz : Hiddet, kin, öfke, gadab.
Dargınlık. Hınç.
[36] Şevket: Kudret ve kuvvetten doğma
haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat.
[37] Müesser: Tesir edilmiş, kendisine
bir şey tesir etmiş olan
[38] Mebna: Temel. Yapı yeri. Üss-ül esas. Asıl ve esas.
[39] İncizab: Cezbedilme, çekilme. Kendine çekme
Sensen dedüm ol eser yögürdüm
Çün verdi hayâl ana ham ü pîç
Men münfa‘il oldum ol eser hîç
Men akldan isterem delâlet
Aklum mana gösterür dalâlet
Tahkîk yolında akl n’etsün
A‘mâ vü garîb handa getsün
Tevfîk edesen meğer refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i tarîkum
Gör hırsumı istegünce ver kâm
Senden ikbâl ü menden ikdâm
îlmünde ıyândur i‘tikâdum
Sensen senden hemîn murâdum
Dünyâ nedür ü ta‘allukâtı
Endîşe-i mevtdür hayâtı
Ammâ demezem yamandur ol hem
Ser-menzil-i imtihândur ol hem
Bi’llâh ki bu dil-fîrîb menzil
Eyle mana verdi râhat-i dil
Kim eski makâmumı unutdum
Sandum vatanum makâm dutdum
Müşkil gelür imdi terkin etmek
Bir özge makâma dahi getmek
0 yorum:
Yorum Gönder