266 (14.01.1962) 80 dk (266)
Şunu bir defa daha okuyayım, benim hoşuma gitti. Kendime okuyayım bu seferde ya. İnsan öyledir. Öyle değil mi? İnsan ne kadar acayiptir. Kendi evinde oturursun, alırsın kemanını, udunu, yahut sedanı, bir musiki yaparsın. Kimse yok kendi odanda. Kim dinliyor? Ne kadar Kudret büyük dersler kaçırtmıştır. Kim dinliyor? Kilitledin odayı kapadın. Kendi kendine, güzel bir keman taksimi yapıyorsun, yahut böyle mükemmel bir peşrev çalıyorsun yahut kendi sesinle güzel bir bir şey okuyorsun, bir şey yapıyorsun. Kim dinliyor? Kendin söylersin kendin dinlersin, zevk alırsın. Buradan konuşturur, bundan dinlettirir, bu vücutları birleştirir sana zevk (49:35) verir. İnsan böyle durur, bu işin karşısında.
Daha bedbaht olanın haline atfette nazar. Daha bedbaht olanın haline atfette nazar.
001,62, 80 dk. 266.14
…diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik.
Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın annesinin
kalp olduğunu izah ettik; gerek akıl, kalp, vazife, aşk, bunlar mana-i insaniyyeye
ait birer mefhum olması hasebiyle mevzu daha esaslı olarak insan mefhumundan,
insandan bahsediyor. İnsan. Her hafta tekrar ettiğimiz gibi her konuşmamızda
söylediğimiz gibi, yine bazı cümleleri tekrar edeceğiz, ondan sonra ana mevzua
gireceğiz.
Gelmede gitmede ihtiyarı olmayan, bir veçhesi âlem-i kudrete,
bir veçhesi âlem-i hilkate rapt edilmiş olan, insan nedir? Bu suret itibariyle
nihayet yetmiş seksen yüz kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret fakat mana
itibariyle; o içinde sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan bu varlık ne? Yüklü
gelmiş âlem. Vaka, insandan evvel gibi
gözükür ama mana-i insan her şeyden evvel. Zahirde bu mezahir[1]
insandan çok evvelmiş gibi gözükür. Fakat hakikatte “kün[2]”
emrinin daire-i merkezinde ilk bulunan kimdir? Meselenin an[3]
yeri burası. Bütün mevcudat “oluverin” emrinin dairesinde döner. O ara yerde
bizim varlıklar benlikler filan... bir
şey kalmaz orta yerde. Denizin dalgasına benzer. Bazen bu deniz simsiyah
kükrer, olanca hamleleriyle dalga sahile vurur, fotoğraf makinasını da alırsan
resmini de çekebilirsin, alırsın. Ve o dalga azametiyle vururken “ben varım”
diye vurur. Deniz de ona güler, “ne sen varsın ben varım” der. “Biraz sonra
görürüz seni” der. Bakarsın ki, bir an gelir... Onun içün adına dalga denmiş. Ve
bazen de amiyane tabirle, bizde konuşurken herhangi bir şey olursa “canım, dalga”
deriz. Yani, hakikatte vücudu yok, demektir. Hakikatte vücudu hiçbir şeyin yok!
Anlatabiliyor muyum acaba? Hepsi dalga. Ama o kükrediği vakit, “ben varım” diye
gelir.
Onun içün ahlaka manaya yaklaşmak istemeyip de yalnız,
akl ile huzur buluruz diye çalışanlar pek biçaredirler. Pek zavallıdırlar.
Neden? Zira akıl denilen varlık insanın ruhi kuvvelerinden bir kuvvedir. Mana
ise bütün kuvvelere camidir. Sen onu tamamıyla at, bir tanesiyle.. bir şey yok.
Bir yere kadar gider. Mana insanın bütün kuvva-i ruhisiyle alakadardır. Muhit[4]tir
onun ve ancak onunla insan huzura kavuşabilir. Başka türlü kavuşamaz. Bilir
misiniz... Tarihi tetkik ederseniz, dünyanın bugün ki sahnesi kadar -bütün
dünyayı konuşuyorum- zengin, bugün ki sahası kadar renkli, bugün ki sahası
kadar mütesavi[5]
diyebilecek şekilde renkle bezenmiş, giyinen camiasını görebilir misiniz
tarihte? Hemen hemen herkes aynı şekilde giyiniyor, aynı şekilde kuşanıyor.
Anlatamıyor muyum acaba? Bu kadar çok zenginliğiyle dünya hiçbir vakit kendisini
arz-ı endam eylememiştir fakat bu kadar sefaletiyle de hiçbir vakit
görülememiştir. Öyle bir düşün kendi kendine gel. Dünya ilmiyle, sanatıyla,
vakarıyla, bütün varlığı ile bu kadar bol zenginliği ile hiçbir vakit kendisini
arz etmemiştir. Bu kadar sefaletiyle de arz etmemiştir.
Yalnız ilm-i hüner huzuru meydana getiren şey değildir.
Yalnız sanat-ı fen beşere huzur vermez. Beşerin huzuru ancak ahlak ile mana ile
kaimdir. Neden? Zira ahlak, akıl ile ihtisasın[6] hislerin
taarruzunu birleştirir. Ahlakı kaldırdın mı akılla his arasında mücadele
başlar, daima his galip gelir, ilim ve akıl mağlup olur. His galip geldiği
vakitte beşeriyet öyle bir hale gelir ki, netice itibariyle nefsinin
dizginlerini kaybeder, nihayet canavarları utandırtacak facialardan daha geniş
facialarla dolu olaraktan böyle karanlık içerisinde yaşar, göçer, geçer gider.
Bu cümleme dikkat edin ve üzerinde durun; bak üç defa
tekrar ediyorum: Dünya bugün ki zenginliği ile bol parası ile -bütün şey
konuşmuyorum, mevzii değil konuşmam, bütün dünya- bu kadar sanatı ile bu kadar
hüneri ile hiçbir vakit arz-ı endam eylememiş. Bu kadar sefaletiyle de tecelli
etmemiş. İnleyen insan sedası top sedasını bastırıyor. Yine Kudret bize iltimas
etmiş, kürenin yüzünde otururuz, dünyanın ecdadımızın şerefi, manamızın
vergisi, dedemizin geniş keremi, bizde olan hususi bir kanın varlığı… Biz
iltimas tabiri caizse Kudret’in iltimas muamelesine tabi, dünyanın yüzünde
oturan bir camia... Yine dünya sekenesi içerisinde en geniş huzur bizde vardır.
Eğer birbirimizi sevsek, bambaşka... Sevemeyiz birbirimizi. Kabahatimiz olur.
Bir birimizi sevsek, kalpler birleşse, mananın varlığına tamamıyla gönlümüzü
bağlasak, derhal ahlak doğar. Zira ahlak, insan içün dünyada en büyük istinatgâh[7],
ukba[8]da
en büyük istirahatgâhtır. Zapt et, levha yap her an gözünde gezsin. Ahlak de
müsavi, dünya için en büyük istinatgâh. “Neye dayanırsın” dendiği vakit de; “parama,
servetime, cahıma, masama değil, ahlakıma dayanırım” de. “Müebbet âlem içün,
ikinci hayat içün ne kazandın derlerse”, “çok zenginim” “Nen var?” “Ahlakım var”
de. Zira ahlak dünyada en büyük istinahatgâh, manada da, ebediyette de en büyük
istirahatgâhtır.
Ne demiştim? Ahlak akıl ile… --Şu sükuneti muhafaza
etseniz olmaz mı acaba? Neden beni rahatsız edersiniz? Olduğu gibi zevkim….---
Akılla hislerin taarruzunu kaldırır. Birleştirir. Onun ikisi birleşmeyince,
eğer ikisi birleşmezse insanda buhran-ı ruhi meydana gelir. Sıkılıyorum der.
Şek[9],
her şeyden şüphe… İradeyi hisse kaptırdın mı, ilim ve akıl mağlup olur. O
mağlup olduktan sonra beşeriyet de birbirini yer. Yer. Geliş ve gidişteki
gayeyi duymaz. Bu âleme gelmekte bir gaye vardır, onu kaybeder. Ne ahde vefa
kalır, ne misak[10]
duygusu kalır, çünkü ahlakta ahd-ı misak bütün hukukun fevkindedir. Öyle mi?
Evet. Büyük kitap öyle beyan eder. Ahd ü misak bütün hukukun en üstünde.
Şimdi bunun mana ile izahına çalışsam, çok vaktiniz
gider. Bu günlük bir zevk halinde vereyim, sonra bunun uzun boylu... Kardeşlik hakkından üstün, ne bileyim ben? Bütün
haklardan, ahd ü misak denilen şey, hukuku bütün hukukun üstünde. Hatta mana
hukuku ile ahd ü misak hukuku arasında taarruz olsa, olmaz ya farz edelim olsa,
ahd ü misak hukuku ile amel edilir. O hukukunda üstündedir o. Beşeriyetin bugün
inlemesi bunu kaybettiğinden dolayıdır. Hiç birimiz ahd ü misakımızda durmayız.
Hep dış tarafta bir vücudumuz var, iç tarafta bir vücudumuz var, daimi şekilde
emr-i itimat yok, ona göre bir şekil. Bocala dur. Ömür de bitti gitti. Bişi yok
orta yerde. Bugün zevkim var en mühim noktaları söylüyorum. Belki anlatamıyorum
amma sonra açacağım bunu. Hadi şöyle bir misal vereyim size de -tarihi bir
misal- biraz daha anlayın. Anlatmış olayım. Çok eskiden de bu misali vermiştim,
birkaç sefer ama şimdi dedim ki, ahlak nazarında ahd ü misak hukuku bütün
hukukun fevkindedir, hatta mana hukuku ile misak hukukları
arasında taarruz olsa ahd ü misak hukuku mana hukukunun üstüne çıkar. O da
esasen manadan gelmiştir ya anlatmaklık içün cümleleri böyle size tebdil edip
söylemeye çalışıyorum.
Misal vereyim daha iyi anlayın. Cenab-ı Faruk’un
zamanında bir genç, seyahat zevki var, güzel bir atı var, cins. Geziyor.
Binmiş. Bir adeti var, öyle. Her hangi
bir şehre giderse, atının dizginini bırakıyor takip edeceği yolu, atın
ihtiyarına terk ediyor: At hangi tarafa teveccüh eder, hangi sokağı tercih
ederse, oradan başlıyor. Bir yere girmiş, bahçelik bir saha. At öyle bir yol
takibe başlamış. Bir bahçede elma ağacının dalları duvardan sarkmış, üzerinde
de elmaları… At bu ya hayvan, uzanmış koparırken dalı ile beraber kırmış.
Bahçenin içerisinde bir piri fani, bahçenin sahibi bir ihtiyar, o da hava almaklık
işte gülü ile ağacının fidanıyla filan uğraşıyor. Çok sevdiği eliyle yetiştiği
bir ağacın, dalının kırıldığını -bir hayvan tarafından kırıldığını- görünce,
yerden bir taş almış, fırlatınca atın sezmez bir tarafına gelmiş, at düşmüş
ölmüş. Atın sahibi olan genç de atı, evladından fazla seviyor, canı gibi
seviyor. Onun o halinde birden bire kendisini kaybetmiş, aynı ihtiyarın atmış
olduğu taşı alıp kendisine fırlatınca, onun da sezmez bir tarafına gelmiş, o da
düşmüş ölmüş. Cilve, Kudret bu ya…
Adamın üç tane genç evladı
var. Babalarının o canhıraş[11]
bir feryadı ile hayatının nihayet verdiğini görür görmez, koşmuşlar
yakalamışlar. “Yok” demiş, “Öyle beni canavarcasına yakalamayın.” Daha
söyleniyor… “Mevzuat vardır elinizde, o elbette bana bir ceza tayin etmiştir.
Ben bunu isteyerek yapmadım. Fakat hadise oldu. Beni götürür teslim edersiniz,
boyun keserim. Benim hakkımda ne tespit edilmişse onu kendi reyimi de vererek
kabul ederim.” Doğru Ömer’e götürmüşler. O zat da o gün -fevkalade bir gün-
umur-u milletle meşgul. Vükelayı[12]
toplamış. Reyinden istifade edilecek, zat ile istişare etmek üzere toplanılmış
bir halde, kapıyı vurmuşlar. Üç genç, birde o hadiseyi yapan genç, birden bire
girmişler. “Bizim babamız bahçede hava almak üzere, pir-i fani çok hürmet ettiğimiz
zat-ı ali bu insan tarafından öldürülmüştür. Kısas isteriz, ceza isteriz.”
Hepsini şöyle bir süzmüş. Onun âdeti öyle. Bir süzer, ilk önce insanın gözüne
bakarmış. Söylerlermiş ki; “Niçün çok gözüne bakarsınız?” . “Göz ruhun
penceresidir, o pencereden ruhunu seyrederim. Bazen bilirim, bazen de hata
ederim.” “Anlat” demiş. “Bak ne diyorlar bunlar?” “Evet, böyle bir hadise oldu ama bende sebeplerini anlatayım: Bende bir seyahat
merakı vardır, bunların memleketlerine de geldim. İşte, atımı böyle dizginini
bırakırım hangi tarafı tercih ederse o yolu talip ederim. Bunların bahçesinin
yoluna tesadüf etti. Fakat hayvan mükellef değil, şuura sahip değil; bir elmayı
gördü, cibilliyetinin iktizası[13]
kopardı, dalıyla beraber kırıldı, o adam vurdu -Bende çok severim atımı-
kendimi kaybettim, mukabele ettim aynı taşla. O da düştü öldü.” “E itiraf
ettiniz. İdamınız lazım gelir. İdamınız lazım gelir.” “ Elindeki mevzuat benim
idamımı icap ettiriyor mu?” “Evet, idam. Öldürmüşsün, kendin de söyledin.” “Bir
şey rica edeceğim: Benim bir ufak kardeşim var. Babam vefat ederken bana
vasiyet etti. Ve onun hissesini bana emanet etti. Onun nukutunu[14],
servetini, parasını, ben bir yere gömdüm. Benden başka bilen yok. Şimdi beni
burada ani imha ederseniz, kardeşim ondan mahrum olacak. Ben o işin de zalimi
olacağım. Bana müsaade edin, ben iki gün sonra geleyim, kardeşime bir vasi
tayin edeyim, servetini de eline vereyim. Binaenaleyh ondan sonra beni şey
edin, lazım gelen cezayı bana icra edin.”
Kalabalık: “Ne malum
geleceğin?” demiş. İbni Hattab: “Ne malum diyor, senin geleceğin?” “Benim
geleceğime kefil olacak içinizde insan vardır.” “Kim?” demiş. Şöyle bir bakmış:
“Bu zat bana kefil olur” demiş. Ebu Ubeyde. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi (sav); “İnsanlık
içerisinde en emin adam” diye rütbe vermiş kendisine. Öyle bir adam... En emin
adam. Hususiyeti var. “Ne buyurursun?” demiş. “Hay hay kefilim! Gitsin işlerini
görsün, gelsin.” “Dikkat et!” demiş; “Bu kısas, bu ceza, senin üzerinde tatbik
olur eğer gelmezse bu.” “Pekâlâ” demiş. “Tatbik olsun. Gelmezse olsun.” Gitmiş.
Mevzuu uzatmayalım. Şöyle
bir yirmi sayfalık bir yerini keselim de, girelim. Tam gelme saati yaklaşmış:
Babalarının intikamını almak, hakkını almak -ne dersen de- isteyen çocuklar
orada. Bakıyorlar, saat geldi yok. Terlemeye başlamışlar. Canı sıkılıyor.
Çocuklar başlamışlar, demişler ki; “Siz evet çok büyük insansınız ama lüzumsuz
yere buraya kefil oldunuz. Biz nasıl tatmin olacağız? Duramıyoruz, babamız
gözümüzün önünde.” Öyle bir hal olmuş ki, Ebu Ubeyde üzerinde icra edilecek.
Ter içerisinde herkes, diyet verilsin filan diyorlar. Çocuklar razı değil
diyete. Tam bu telaşlı herkesin gözü yaşlı vaziyetteyken, kan ter içerisinde
delikanlı girmiş. Selam vermiş, içeriye girmiş. Herkes şaşırmış. Böyle bir
sevinç kaplamış. Onların bakış tarzları, halat-ı ruhiyeleri değişikliğini
görünce delikanlı; “Yoksa!” demiş “Gelmeyecek mi zannettiniz?” “Evet” demişler. “Evet”. Başlamış ağlamaya. O
cezayı yiyeceği vakitte müteessir değil. Fakat bu “Gelmeyeceksiniz, zannettiğimiz”
cümlesi karşısında ağlamaya başlamış. “Niçün ağlıyorsun?” demişler. “Kudret
acaba benim yüzüme, “Bu insan ahdinde vefa gösterir” nişanesini koymamış mı?
Bir şey anlatamıyor muyum acaba?
“Ben o kadar aşığım ki o
manaya, o ahlaka; ben ahd-ı misakımda durabilecek kabiliyette bir yüz
taşıdığımın anı sizin gönlünüze, gözünüze gelmedi ki; siz şüpheye düştünüz. Ben
bu ana kadar bundan mahrum mu yaşıyor muşum? Onun içün ağlarım” demiş. “Bana ne
vakit verecek öyle bir yüz ki; bu yüz ahd-ı misakında, kâinatı versen dönmez. Bende
demek ki, o nişane yok. Siz kâmil insanlarsınız: Bende onu göremediniz. En
nihayet sizi de huzursuz ettim. Bu huzursuzluğun elemini şimdi çok çekiyorum.”
Dönmüş Ömer, Ebu Ubeyde’ye; “Ya Ebu Ubeyde, bunu tanır mısın sen?” “Hayır”
demiş. “Babasını filan.” “Hiç.” “Cinsini, cibilliyetini, kavmiyetini filan.” “Hiçbir şeysini tanımam azizim” demiş. “Peki,
nasıl oldu da sen?” “Haa, o nasıl oldu mevzuuna gelince: Ben, manaya ahlaka
gönül vermiş; evvela canan sonra can diye yaşamayı şiar edinmiş -Bu şiarın da
başında fazilet gelir-.... Dedirtemezdim ki, “Ben mekarim[15]-i
ahlak-ı itmama gönderildim” diyen zatın talebesinde fazilet artık kalmamıştır. Bu
uğurda canımda feda olsa, o fazilet kalmamıştır cümlesini, cemiyet-i beşeriyete
söyletemezdim. Onun için kefil olacaktım.” Anlatabiliyor muyum acaba?
Biri diyor ki; “Ben nasıl
olur da ahd-ı misakında vefası yoktur dedirtebilirim? Biri diyor ki; meçhul bir
şey, ben nasıl insanlarda artık “Mekarim-i ahlakı itmam etmeye gönderildim”
diyen zatın peşinden giden insanlarda fazilet kalmamıştır, dedirtebilirim. O
sahnede, o kısası isteyen delikanlılarla, orada bulunan büyük insanların da,
arşın da temaşası karşısında... -Kudret de onun filmini çeker- O bir sıcak bir
muhittir ki; ne parayla elde edilebilir, ne milyon sayfalık kitabın
nazariyesinden meydana gelebilir. Yalnız gönül denilen, o gönülde oturan bir
sultanının aşkından ileri gelebilir. Başka bir şeyden gelmez böyle şeyler adama.
O vaziyet karşısında o çocuklarda, “Siz ahdinde vefa yoktur dedirtmemek için
koştunuz geldiniz. Siz hiç bilmediğiniz bir adama, insanlarda artık fazilet
yoktur dedirtmemezlik içün kefaleti yaptınız. Bizde artık mürüvvet[16] kalktı
dedirtemeyiz. Bundan vazgeçtik, dediler. Bir şey anlatabildim mi acaba?
Evet, beşeriyet yalnız
maddenin kesafetinde kaldığı müddetçe, madde ile mana müsavi bir şekilde
yürümedikçe, omuz başı gitmedikçe, felah yoktur. Hangisini terk ederse bir
tarafa yıkılır. İkisini müsavi şekilde götüreceksin. İkisi beraber bir anda
gidecek böyle. Evet, “Ahlak, hakkını isteyene haklıdır” der. Tabirime dikkat et!
“Mücrimin cezasından vazgeçene de, saburdur” der, Allah’ın(cc) ismini verir.
Anlatamadım mı acaba? Hakkını isteyene.. Kötülüğe iyilikle muamele eden adama
Allah(cc), “Ashab-ı ihsandandır, bana aittir” der. Eee derde ne olur? “Kalem
kalksın” diyor ya. “O insana sual sormaktan hâya ederim” diyor Huda. “Kendi zat-ı
ulûhiyetimden utanırım. Aciz bir mahlûka merhametiyle böyle tecelli etmiş, ben
merhametlerin, toplanmışlarının toplanmışlarının, ne kadar varsa erhâmiyim[17].”
Tabi bunlar gönle, duymaya
bağlı. Bakmak başka, görmek başka.
Dedik ya, görmeyi bugün hiçbir fen adamı tarif edemez. Öyle mi, edemez mi?
Edemez ya? Peki birçok kitaplar yazılıyor... O gözü tarif ediyor; ben ona
görmeyi soruyorum. Konuşmayı… Kimin haddine düşmüş tarif etsin? Haddine mi
düşmüş? Ben nasıl kulağımla işitiyorsam, bu kubbenin altında, kalbinle işiten de
vardır. İşte ona insan denir. Ahlak adamı yalnız kulakla işitmek makamında
bırakmaz, kalbinle işitmek makamına çıkarır. Bugün kulakla işitmenin ne
olduğunu... Kulağı tarif eder, o fiziki hadiselerini söyler, eder ama mana-i serrı (19:00) onu söyleyemez. Dairesi.... Ne vakit ki, Kudret’in es
Semi isminde fani olur, ondan sonra onu söyler ama onun içinde kelime yok, harf
yok, elfaz yok, o bir zevk halinde kalır. Dil mi konuşuyor? Hayır, dilini tut. Iııhh.
Konuş bakayım. Bırak şimdi oraları. Oda
zahiri ya, asıl konuşmak da o değil.
Söz o değil. Söz asıl bu değil. Ruhun sıfatıdır. Nasıl ruh manadan,
kendisine ait olan tecellisini aldığı vakitte ayrılır... Söz bitince adamı
götürürler. Dimi öyle? Sözü bittiğinde tutuyorlar mı? Ne âşık maşukunu, ne
maşuk âşıkını, ne evlat annesini, ne anne evladını… Onun içün söz can verir
can alır. Hayatta daima can verici şekilde konuş. Ahlak öyle emreder.
Hayatta daima can verici şekilde… Sözdür. Söz adamın hayatını da alır, hayatını
da verir. Durup dururken can alır, can verir. Soğuk bir şey söylersin, derhal
vücut tamamıyla ne olduğu.... O neresine işledi onun, ne oldu? Miğde bozulur,
sancılar başlar bazı adamda kalp bozulur. Dersin, “tıkanacak adam”. Güzel bir
şey söylersin, derhal işin şekli değişir. Demek ki söz, söz var ya söz… Sözün
iffetini muhafaza et. Ahlak bütün aza-i cevarihin[18] iffetini muhafaza edin, diye emreder. Aza-i
cevarihin iffetini muhafaza etmek demek, her uzvun yerli yerine kullanması
demektir. Kudret bize konuşmayı emretmiştir. Konuşturan bir gün seninle de
konuşacaktır, diye ders kaçırmıştır. O halde benimle konuşabilecek konuşmaları
tedarik et. Benimle konuşmaları konuşabilecek konuşma, insanlığın gönlüne
süruru ilka etmektir.
Sabahleyin kapıdan çıkarken niyet et: Bakalım kaç insanı ben bugün sevindirebileceğim,
kaç kırık gönlü ben okşayabileceğim? Dünyada en büyük servet, en büyük tacir,
kime derler? Birçok emval-ı[19] gayrı menkulü, birçok kasaya malik olana
denmez. Onlar emanettir alınır, alınmayan bir şey var. Servet, seninle beraber
gidene denir. Anlatabildim mi acaba? Senle beraber gitmedikten sonra, giderken
de bir hasreti vardır onun. Kudret öyle diyor: Eğer insanlık senden işkence
görmüşse, ah almışsan, birçok da bir servete maliksen, gözünün önüne diker; “Seni
ondan alıyorum bak!” diye bir baktırır. Sen onunla mı meşgulsün, aslınla mı
meşgulsün, ne bileyim bir acayip bir iş... Çok, çok acı iş o. Onun içün kalbinden
çıkar, elinde götür, zararı yok. Çok faydası var. Çok mühim faydası var.
Her ferdin -Mevzuu atladık, bir şey söylüyorduk. İyi bir şey söylerken
geçtik buraya.- Fâidesi ve zararı kendisine ait değil mi? Müspet menfi bir
takım vazifelerle mükellef olmak üzere gelmiştir. Menfi vazife olur mu? Ne
demek menfi vazife? Ahlaktan çıkar mı menfi vazife? Çıkar. Menfi... Anlatmak
için öyle söylüyorum.
Mesela bir misal söyleyeyim işte şimdi:İnsan... Misali de zor bunun. Cümleyi
bitireyim de şu cümleyi, atlamış olmayalım: Her uzvun iffeti, daima hayr-ı
fazilet ve yaradılışındaki yerin ne içün yaratılmışsa, ne içün kendisinde
oldurulmuşsa, onu o yerde kullanmakla kabildir. Belki cümleyi bozuk söyledim,
siz anladınız. Onu düzeltin. Cümle bazen öyle çıkar.
Dedik ki; insan birçok vazifelerle geldi. Yani birçok ahlak kendisine
insan olması dolayısıyla… Malum ya, insana ahlak bir defa ahlak “çalış” diye
emreder. Ama niye çalış? İnsan olmaya çalış. Anlatamadım mı acaba? Ahlak insana
“çalış” diye kalbine nida eder. Neye çalış? İnsan olmaya çalış, der. İnsan.
Emri oradan alır.
Şimdi vazifeler bir kaç kısma ayrılır. Bir kısmı sıhhatine, bir kısmı
iffetine, bir kısmı… Uzayacak, saatte çok… Şu, müspet menfi dedim ya ona misal
verecektim. Hem ahlaktan çıksın da hem menfi olsun. Olmaz der zihin reddeder.
Belki içinizde reddeden olmuştur. Onu şey edeyim. Çalışmak, hayatın idamesi
içün şart değil mi? Hayat da bir vazife olaraktan verilmiş, insana. Bir vazife
olarak verilmiş. Çünkü hayatsız ne dünya olur, ne ukba olur. Bunlar birbirine
bağlı. Sonra, hürriyetsiz hayat, hayat denmez ona. Onu tarif ediyor eski
ahlakçılar. Hürriyetsiz hayata, bir adam bir hayvana binerde dizgini elinde,
onu yürütür. O hayvanın hayatına benzer diyor.
Şimdi biz menfisine misal veriyorduk. Çalışmak. Her vücudun kendine
mahsus bir tahammülü vardır. Ahlakta çalışmayı emretti, değil mi? Tahammülünün
fazlasını yüklersen menfi ahlak yapmış olursun. (27:05)……….(31:57)
Menfi vazife. E onun ölçüsünden az yapacak olursan, ona tefrit[20] derler. Biri ifrat, biri tefrit; az yaptın
mı, yine menfiye girer. Şimdi anlaşıldı değil mi? Yoruldunuz mu?
Bir kuş, arkadaşının, bir dama, tuzağa avlanmak içün bir tane
mukabilinde, bir yem mukabilinde tutulduğunu görürse, katiyen arkadaşı gelmez. O
yemi almaz, gördüğü dakikada. Ahlak der ki;
“İnsansın, bu kadar musibet felaketleri, bu kadar beşeriyetin dama
düştüğünü gördükten sonra, artık ibret alsana” der. Anlatamadım mı? “Kuştan
aşağı da olma yahu!” der. “İnsansın sen!” der, “İnsan.” Ve onu söyledikten
sonra der ki; “İnsanlar kendilerine ait olan musibetlerden ibret almazlarsa,
kendileri kendilerinden sonra gelecek olan kimselere ibret olurlar” der. “Sen
ibret al” der. “Başkasına musibet tecellisinde bir numune olmaya çalışma” der.
Yine bir şey anlatamadık. Geçmiş insanların ahval-i tarihiyesi daima bunu böyle
göstermiştir.
Biz iyi bir dedeye malikiz. Bizim tarihimizin geçmişinde... dikkat
edersek bize çok zenginlikler verir. Biz züğürt değiliz: Bütün iyilikleri,
bütün tealiyi, terakkiyi kendi manamızda, kendi varlığımızda bulmaklık
kabiliyetine haiz bir camia-ı insaniyeyiz. Karadan gemi yürütmüş, dünyanın
haritasına bakmış, bir adama çok, iki adama az demiş. Zulmü gördüğü yere adli,
cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere manayı koymuş, bire on döğüşmüş.
Şeceresini, soyunu, sütünü, sulbünü, daima ben filan adamın çocuğuyum
diyebilecek şekilde kürsüde herhangi bir camia-ı beşeriye toplantısında.. Çok
ileri gitme… Ben, her şeyim mazbut[21] (35:17) diyecek
bir kudretle yaşamış, kalbi daima mevcudata karşı rikkatle çarpmış, hiçbir
vakit kendi tarihte almış olduğu ün ve şöhretin, büyük faziletin, büyük büyük
zaferlerin zevkinden kendisini kaybedecek kadar bir hal geçirmemiş, “Eyyy”
demiş, “Bu insan bir şahap yıldızına benzer: Bir yanar, bir de söner kül olur
gider.” Öyle değil mi? Semada şöyle bir şahap olur, bakarsın parlar, hüüp yok.
İnsan da bundan daha azdır haa. Ne olur? Hepsi verilir bir yere. Hep verilir.
Ariyet[22] alınır, hep müsteardır.[23] Kendinden tatbikata başla.
Yirmi beş, otuz filan dedikten sonra başlar, saçta aklar. Niye ak alıyor
o saç? Niye geri çeviremiyorsun. Hani şöyle ezerim, böyle keserim dersin ya. Sen
daha saçının aklığını geri çeviremeyecek kadar aciz bir insansın. O halde
boynunu kes, Kudret’le azamet yarışına kalkma. Onun gadabına kendini siper
etme. Boş .. (36:40)… şeydir. Dimi öyle? Faniyyeti[24] cümleden ziyade, ak saçlarım eyliyor ifade. Sonra daima bir taksim eden olduğunu bil
kâinatta, huzurla yaşamak istersen. Sana vermiş olduğu sıfatların heyeti
umumisini yerli yerinde kullan. Akıl vermiş; akıl nerede kullanılacaksa o
şekilde kullan. Eğer kemale ermişsen; bir aşk vermiş, onun tecelliyatını
tamamıyla icra et. Görmek içün göz vermiş; neyi göreceksen görmeye çalış.
Çalışmak içün bütün kuvvayı[25] hazırlamış. Bunları yap! Yaptıktan sonra o
tecellide ne çıkarsa sana, onun üzerinde sakın ihtirasat-ı nefsaniyemi tatmin
edeceğim diye başkasına zarar vermeye kalkma. O sana zararı olur. Onun faydası
olmaz. Biz bilmeyiz. Sonra canımız sıkılır. Mesela iki tane hasta tasavvur
edin: Bazı insanlar kızarlar. Bu âlemle bitmiyor bu iş ki kardeşim. Zaten daha
hayata biz doğmadık, bakalım doğduktan sonra ne olacak? Henüz herkes hamiledir,
herkes doğuracak. Öyle bir doktor doğurtacak ki, sakat çıkarmaz. Öyle bir ebe
ki, alırken ters geldi, öbür tarafı bacağı takıldı, aman müdahale edilsin,
kadında gidiyor, bacağını kesin, kolunu… Öyle bir şey yok. Rabbadak çıkarır.
Hiç, hiç sakatı yok. Hepimiz doğuracağız, herkes hamile. Hepimiz ruhumuza
hamileyiz, doğuracağız bir gün. Sakatsız doğuracak. Asıl hayat ondan sonra
başlayacak. Ya bu nedir bu? Bu işte bu böyle bir... Böyle bir şey bu… Burada
erecek kemale, orada yetecek visale[26]. Burasıda
boş değil.
Dünyâ
nedir ü taallükâtı
Endîşe-i
mevtdir hayâtı
Ammâ
demezem yalandır ol hem
Ser
menzil-i imtihandır ol hem [i]
İşi burada yürüyecek. İki tane hasta tasavvur et. Biri bir yatakta yatıyor,
biri bir yatakta. İkisine de aynı doktor bakıyor. Gelir birisine “Pilav” der. “Et”.
İşte “Tatlı”, verene de tembih eder. “Yemese de zorla yedireceksiniz” der. “Israr
edin. Durun başında yedirin.” “O yemez” der. Öbürküne de der ki; “Yirmi dört
saat, sakın ha! Bir yudum su vermeyeceksiniz” der. “Ameliyat oldu bu bir yudum
su vermeyin, gider bu” der. Acaba doktor buna hususi bir iltiması mı var? Buna
bir düşmanlığımı var? Hekim-i hazîk[27], hakikaten insanlığı düşünen, tam bir doktor
tasavvur edelim. Semayı tavan, arzı taban, ara yerdeki insanı can diye tanımış
bir doktor. Anlatamıyor muyum acaba?
“Semayı tavan diyor, arzı taban diyor, ara yerdeki insanı can” diyor. Böyle bir doktor… İvazı garazı filan şuradan belki bir aidat gelir, şuradan şöyle olur böyle… Öyle bir şey yok. Böyle okumuş, bunu şiar edinmiş, başka bir şey bilmiyor. Böyle bir adam geldi. Hasafeti[28] de var. Sahasında hazık[29], hâkim; buna böyle vereceksin diyor, buna böyle vereceksin diyor. Acaba buna düşmanlığı mı var? Buna ayriyeten hususi bir iltiması mı var? Hayır. Bunun kabiliyeti böyle, bunun kabiliyeti böyle. Anlatabildim mi? Kudret’te bu âlemde, bu [30] نَحْنُ قَسَمْنَا mutfağında, matbahında[31], öz eliyle taksim eder vergisini. O çalışmalar, yıpranmalar, muhakkak netice itibariyle bir maddeyi meydana getirmek içün değildir. O gelir gelmez, ayrı bir şey: Ahlakın emri çalışmaktır. Ben bu meydana gelsin diye çalışmıyorum, emir aldığımdan diyor... Buyum[32]/bunun(41:18) için çalışıyorum dersen, işin zevkini alabilirsin. Evet, çalıştım çalıştım da bak olmadı. Yook. O bize ait değil. Olduran sen değilsin, olduran O’dur.
“Semayı tavan diyor, arzı taban diyor, ara yerdeki insanı can” diyor. Böyle bir doktor… İvazı garazı filan şuradan belki bir aidat gelir, şuradan şöyle olur böyle… Öyle bir şey yok. Böyle okumuş, bunu şiar edinmiş, başka bir şey bilmiyor. Böyle bir adam geldi. Hasafeti[28] de var. Sahasında hazık[29], hâkim; buna böyle vereceksin diyor, buna böyle vereceksin diyor. Acaba buna düşmanlığı mı var? Buna ayriyeten hususi bir iltiması mı var? Hayır. Bunun kabiliyeti böyle, bunun kabiliyeti böyle. Anlatabildim mi? Kudret’te bu âlemde, bu [30] نَحْنُ قَسَمْنَا mutfağında, matbahında[31], öz eliyle taksim eder vergisini. O çalışmalar, yıpranmalar, muhakkak netice itibariyle bir maddeyi meydana getirmek içün değildir. O gelir gelmez, ayrı bir şey: Ahlakın emri çalışmaktır. Ben bu meydana gelsin diye çalışmıyorum, emir aldığımdan diyor... Buyum[32]/bunun(41:18) için çalışıyorum dersen, işin zevkini alabilirsin. Evet, çalıştım çalıştım da bak olmadı. Yook. O bize ait değil. Olduran sen değilsin, olduran O’dur.
Sonra biz hayırla şerri de bilmeyiz. Hayırla şerri biz bilir miyiz?
Nasıl bu bizatihi hayatın en büyük unsuru olduğu halde, ben bunsuz
yaşayamadığım halde, ameliyat olmuş olan hasta, tayin edilen saat zarfında bu
hayatın en büyük unsurunu ona vermek bir cinayettir; Kudret de bazı adama büyük
bir servetin verilmesini cinayet kabul eder, vermez. Anlatamıyor muyum?
Biz bilmeyiz ki. Hayat-ı suride de biz bunlara tesadüf ederiz bazen, çoook.
Yav deriz, filan adam kuzu adamdı deriz. Melek gibiydi. Ne kadar mülayim, ne
kadar efendi, ne kadar insan şöyleydi. Bu değişti deriz. Değişir. Kudret
değiştirtmeye. Bazen değişiverir. Nasıl bir geminin yürüyebilmesi için böyle
bir denize ihtiyaç vardır. O gemi, o denizsiz yürümez fakat gemi dibinden bir
rahne[33] alır da su içine girerse, o gemi batar. Bir
adamın da eğer vücud-u manevisi sağlam değil de, zahirdeki varlık onun kalbinin
içerisine girerse birden bire o adamı batırabilir. İsyana başlar, inkâra
başlar, şekavete[34] başlar. Anlatabildim mi acaba? Bazen Kudret
sever, bunlar başlamasın içün perhiz verir. Biz onu bilmeyiz biz.
Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı,
Düşünür ağzımı açamam beterinden dolayı.
Anlatamıyor muyuz acaba? Herkes şikâyet eder
ama şikayet edecek ne hakkımız var? Nen vardı ki, elinden aldı? Hangi
mertebeden aşağıya saldı. Hayatta iflas yoktur kardeşim. Geldiğin vakitte
sineğini kovamazdın. Ne kadar düşsen sakın yes’e kapılma. Ondan aşağı
düşmezsin. Hiçbir şeyi senden almamıştır Huda. Vermişte almıştır, onundur. Kafa
tutmaya hakkın yok. Anlatamıyor muyum ya?
Bizden hiçbir şey almamıştır. Almış gibi
görünenler, sana verilmiştir. Senin hiçbir şeyin yok. Geldiğinde sineğini dahi
kovamazdın. Yabancı insanlar, yanında insanlar olmasa belki telef de
olabilirdin. Ne kadar düşersen düş, işte ondan fazla… İşte o halde iflas yok.
Ara yerdekiler ne? Onlar ariyet. İşte bu ariyet, şeyyin
(44:50) arasında… Onu alabilir misin sen? Ne demiştim sözün arasında, en büyük tacir
kime derler, en büyük tüccar, en zengin adam?
İki çeşmim iki gözüm,
sirişki[35] efşan[36] ver, kalb-i viran al. Gel göz yaşıyla kanlı gözyaşlarıyla ak ak. Onu
akıt, bir viran kalp al kalp.
İki çeşmim sirişki efşan ver kalbi viran al.
Herhangi bir şeyin, eskir tamir edersin.
Hesabı olur, kitabı olur, vergisi olur, şusu olur, busu olur. Fakat öyle bir
şey al ki, karlı bir şey al ki; onun kiracısı Allah (cc) olsun. İki çeşmim
sirişki efşan ver, kalbi viran al,
tükenmez hasra gelmez, daimi irad lazımsa. Eğer hiç eksilmez, her an
artan bir irad almak istiyor musun sen, hayatta? Git bir kırık kalbi bul, al.
Paraylan al, güzel söz ile al, ne bileyim ben? O belli olmaz; halinle al, kalinle[39] al, malinle al, ilminle al, sabrınla al,
zevkinle al, Al bul..
Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı,
Düşünür ağzımı açamam beterinden dolayı.
Daha bedbaht olanın haline atfette nazar.
Hakk’a şükr eyle bugün kendi halinden dolayı.
Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?.
Dikkat et buraya! Yüzde kaç akili gördün bu
garip âlemde? Yani bu âlem, âlemi hayret. Şu adam, yüzde kaç akili gördün bu
garip âlemde?
İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.
Anlatamıyoruz galiba? Yüzde kaç akili gördün
bu garip âlemde? İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.
Şu adam göklere çıkmış, bu adam düşmüş ise,
Şu adam göklere çıkmış, bu adam düşmüş ise,
Birdir esbabı azizim kaderinden dolayı.
Şunu bir defa daha okuyayım, benim hoşuma gitti. Kendime okuyayım bu seferde ya. İnsan öyledir. Öyle değil mi? İnsan ne kadar acayiptir. Kendi evinde oturursun, alırsın kemanını, udunu, yahut sedanı, bir musiki yaparsın. Kimse yok kendi odanda. Kim dinliyor? Ne kadar Kudret büyük dersler kaçırtmıştır. Kim dinliyor? Kilitledin odayı kapadın. Kendi kendine, güzel bir keman taksimi yapıyorsun, yahut böyle mükemmel bir peşrev çalıyorsun yahut kendi sesinle güzel bir bir şey okuyorsun, bir şey yapıyorsun. Kim dinliyor? Kendin söylersin kendin dinlersin, zevk alırsın. Buradan konuşturur, bundan dinlettirir, bu vücutları birleştirir sana zevk (49:35) verir. İnsan böyle durur, bu işin karşısında.
Şu eşyanın resmine baksana sen eşyanın!… Düşünsene!
Bu azameti bir defa düşünsene… Şurada otururuz, bildiğimiz bilmediğimiz neler
seyrederiz. Burada oturursun, hariç bir memlekettesin, şu dakikada o memleket
tamamen gelir. Bütün ahbapların gelir. Heyet-i umumisi bir birinin üzerinden
gelir geçer, konuşursun, rengi, şahsı hepsi… Fotoğraf makinasını al bir resim
çek. Bir daha çek. Üçüncüsü... Ondan sonra karışır. Burada niye karışmıyor?
Anlatamıyor muyum? Neden karışmıyor bu çekilişte? Bu makine niye karıştırmıyor
da, o makine karıştırıyor. Ya, görmek dimi şimdi? Anlaşıldı mı görmek bir parça? Niye
karıştırmıyor bu? Sonra niçün ters görmüyoruz? Uzun iş bu bahis…
Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı,
düşünür ağzımı açmam beterinden dolayı.
Daha bedbaht olanın haline atfette nazar. Daha bedbaht olanın haline atfette nazar.
Hakk’a şükür eyle bugün ki halinden dolayı.
Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?
İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.
Şu adam göklere çıkmış, bu adam düşmüş ise,
Birdir esbabı azizim kaderinden dolayı.
Onun içün;
Bilenler macera i meclis i nahnu kasemnayı,
Humar ı neşve i idbarda asla melul olmaz.
Zaruridir bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz.
Biraz daha Türkçeleştireyim size, anladınız ama olsun: Bilenler
macera i meclis i nahnu kasemnayı... Bunu iyi anlatmak içün bir misal
vereyim ben: Arife, akile, Kudret’e tam boyun vermiş. Esbapta değil de
müsebbib’ul esbabda kendini boşaltmış. Şimdi bir sebepler vardır… Sebepler, şu
iş şöyle olması içün insan sebebini arar. Bu sebeptir. Bir de sebebi yapan
vardır. Sebepler, sebebi yapanın iradesine bağlıdır. Fakat sebebi yapan sebeplere
bağlı değildir. Dilim bu kadar dönüyor benim.
İlmi tabiri böyle… Esbap müsebbibe muhtaç, müsebbip esbaba muhtaç değil.
Belki bu tabirden bir şey anlatamam diyerekten, işte bu kadar becerebildimse ne
ala. Bu kadar söyledim. Şimdi sebeplerde değil de, sebebi yapanda, yani
müsebbib’ül esbabda. Gönlü orada. Ama bu birinci sınıf insanlara ait, benim
hakkım değil. İnsanlar malum ya sınıf sınıf. Birinci sınıf insana. Biz esbapta
buna bakarız, bu bir sebeptir, bu buna bağlıdır, o ona bağlıdır, öyle gider. O
kanmıyor ona. Ben diyor binayı gördüm, bina ile alakam yok. Binayı yapan mimarı
göreyim diyor. Başka.
Birçok çocuk getirmiş dünyaya. Bir daha hamile olmuş. Adam demiş ki; “Zaruret
var. İyi ama biz sonra... Bu yekûn kabardı. Biz buna bakamayız. Sefil olacak.” “Ne
yapalım?” “Eh, bu çocuk tekevvün etmeden icabına bakalım.” Kadın demiş ki;
“Evvela senden ayrılalım.” O kadar da birbirinden memnun ki… Çok. İkisi
birbirinde fani gibi yaşıyorlar, o kadar birbirinden memnun. Evvela demiş; “O
işten önce evvela birbirimizden ayrılmamız icap eder. Ayrılalım.” “Olmaz”
demiş. “Ben aldanmışım.” “Ne gibi?” demiş, “Benim ne kusurum var?” “Ben” demiş,
“Esas itibariyle, seni mana ile meşbu[40], tam inanmış, Kudret’ten başka bir yere
boyun bükmemiş, zulme divan durmamış, öyle bir insan zannederdim ve o zevk-i aşk
ile sana ram olmuş, senin daire-i zevciyetinde kalmayı şeref tanımış ve o
şereften de zevk almış, benim içün ondan büyük bir zevk yok. Böyle yaşardım.
Sen şimdi kendi kendine dedin ki; “Buna, çoğaldı, bunlara kim bakacak?”
Sefalet. Sefalet. “Demek ki, senin mavaya karşı gönlünün bağı o elfaz[41]daymış. Söz. Sen bir defa düşünmedin. Benim
karnımdaki yavrunun bu âleme geldikten sonra, dişlerini hazırlayan Kudret, o
dişlerin koparması içün lazım gelen maddeyi daha önce hazırlamıştır. O dişleri,
bunları biz hazırlamıyoruz. Bu dişleri hazırlayan Kudret, o dişlerin
koparabileceği eşyayı ondan önce hazırlamıştır. Bir defa burada şüphen var. Ben
senle beraber oturamam.” Bir şey anlatamıyor muyum acaba?
Ama şimdi bunun tatbikat âleminde… Bu söz tamamıyla haktır. Ve ahlakın
emrettiği de budur. Mesela Almanya’da. Almanya’da, Almanya’da bir adamı
vaktiyle, hain-i vatandır diye kanunen asıyorlar. Asıyorlar. Kadın da vatan
muhabbetiyle çarpan bir kadın… Kocasının öyle olduğunu bilmiyor fakat
asıldıktan sonra nefret ediyor ve karnında ona ait bir çocuk var. Ben öyle hain
bir adamın çocuğunu bu hayatta da görmek istemem diyor. Çocuğu aldırmak için doktora
müracaat ediyor. Hukukçular münakaşasını
yapıyor. Nihayet hukukçular çocuğun alınmasında bir beis yok diyor, çocuğu
alıyorlar. Zaman geliyor, Alman hükümeti doktoru çağırıyor. Ne diye aldın bu
çocuğu? Sen böyle bir çocuk… Ben kendi reyimle almadım. Yaaa. Buna Alman hukuk şinâsı[42] alınmasında kadar vermiştir. O kararı gördüm
aldım. O ayrı bir şey diyor. Sen mektepten çıkarken, diplomanı alırken, böyle
bir şey yapmayacağına yemin etmiştin. Sen şimdi o yemini ayak altına aldın. Ver
bakalım o diplomayı diyorlar, cart cart... Artık defol git. Anlatabiliyor muyum
acaba? Muazzam iş.
Ama şöyle der şimdi. Kudret
adamı bu âlemde imtihan eder. İyi ama, işte bak birken iki, üç oldu,
bu gün sefalet çekiyor, olmasaydı... Eğer.. Sen onu öyle mütalaa etme. Her
gelen yavru, o ailenin başına gelecek olan musibetlere siperdir. Eğer o
gelmeseydi; -bugün belki aç kaldı, belki bugün ona bakamadı, belki ona bugün
bakabilecek şekli azaldı ama- büyük felaket gelecekti. Anlatabiliyor muyum?
Sen bilir misin şeyi, müfredat programını, esrar-ı kadere agâh mısın
sen? Hatta o kadar mühim ki, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, bir gün, ezvac-ı
tahirattan Hazreti Ayşe’yi çağırmış; “Ya Ayşe, benden sonra tebliğ et; -Yanlış
söyledim.- Bunu daima tebliğ et; Bir hamile kadın, nikâh müessesesine intisap
etmiş, o müessesenin icabatından hamile kalmış bir kadın, bütün müddet-i
hayatında, kudret tarafından hususi bir ikrama nail olmuştur.” Ve geceleyin
kaim[43], gündüzleyin saim[44], meydan-ı harpte de mücahit. Taraf-ı
subhaniden ne alırsa, ona o verilmiştir. Yani geceleyin bütün alnı secdede çürümüş
gibi, gündüzünde her gün oruçlu gibi. Ama bir de oruç tutan vardır öyle değil.
Oruç tutmak ayrı bir iş... Muhakkak oruç tutmak aç kalmak değil, Allah (cc)’ ın
sıfatıyla sıfatlanmak. Buralarını da anlatmak lazım… Bende tutarım dersin. Aç
kalmak değil, aç aramak. Yalnız oruç tutmak aç kalmak değil ki, açı arayıp bulmak.
Kudret’in sıfatlarıyla muttasif[45] olmak. Bu bütün o sıfatları giyinmek. Yani
onun gibidir. Onun gibi olanın alacağı karşılık ne ise, o kendisine verilir
diyor.
Buraya nereden girdik? Ahlak insana Kudrete karşı tam bir itimat
verir. İtimattan girdik. Anlatabildim mi acaba? Birden bire bu nereden
buraya girdi dersin de belki aklından. Oradan değil. Böyle birden bire girmedik
de, Kudret’e karşı bir itimat.
İtimat olmak içün benliği atmak şarttır. Evvela ahlakın talimi bu: Kibr
u gurur... Kin, hak ve hakikatin meydana çıkması içün, servet. Bunlar feda
edilmedikçe beşeriyete felah yoktur der. Anlatabildim mi acaba? Bak kendi
kendine; kin var mı, kibir var mı, gurur var mı? Bunlar yoksa, ahlakın orta
yerlerinde yaşıyorsun demektir. Ahlak çekilirse insanda hissiyat, gayzını[46] beslemeyi emreder. Bir cemiyeti beşeriyede
de gayz beslenirse, tamamıyla emniyetsizlik meydana gelir. İşte bugün ki beşeriyetin düşmüş olduğu
felaket budur. Bütün dünyada emniyet yoktur. Bütün dünya sekenesi itimatsız
yaşıyor. İtimat yok, emniyet yok, onun için huzur yok. En büyük kafalar
toplansın, muazzam muazzam diplomatlar bir araya gelsin, en birinci iktisatçılar,
en mükellef terbiye tezgâhları, en muazzam inzibat teşkilatı, bunların heyet-i
umumisi birleşsin, çalışsın, çalışsın, bugün ki beşeriyete tam bir huzur
verebilir mi? Katiyen veremez. Yok. Nasıl olacak? Manaya ve ahlaka dönecek.
Döndükten sonra akılla hissin taarruzunu o birleştirir. O birleştikten
sonra bir netice çıkar. Vahdet, o vakit muhabbet denilen şey meydana çıkar.
Kudret’in de kâinata vermiş olduğu en büyük servet de odur. İlk konuşmamdan... Taa
senelerden beri, her konuşmada fırsat buldukça söylerim: Üç şeyi beşeriyet
kaybetmiştir. Binaenaleyh felaha
kavuşması çok zorlaşmıştır. Büyük tabakada merhamet, küçük tabakada o merhamete
karşı hürmet. Bunun ikisi birleşecek, muhabbet meydana gelecek. Muhabbet
meydana geldikten sonra senlik benlik orda yerden kalkacak, insanlık insan
olarak yaşayacak. Ve illa işte böyle zavallı gelir gider. Ehh bu kadar konuşma
bugün yeter.
[1] Mezahir:
Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları.
Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir)
[2] Kün: “Ol"
mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.
[3] Ân: Uzağı
gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O.
[4] Muhit: 1)
İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. 2) Etraf, Çevre
[5] Mütesavi:
(Siva. dan) Birbirine müsavi ve eş olan.
[6] İhtisas:
Hissetmek. Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek.
[7] İstinatgâh: Dayanak
noktası.
[8] Ukba: Âhiret, öbür dünya, bâki olan
âlem.
[9] Şek: Şüphe, zan.
[12] Vükelâ: (Vekil. C.) Vekiller.
Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
[13] İktiza: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek. İşe yarama.
[14] Nukud: (Nakid. C.) Nakidler,
paralar, akçeler, madeni paralar.
[15] Mekârim: (Kerem. C.) Keremler.
İyilikler. Güzel ahlâk sahibi olmak. Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın
sevdiği, beğendiğii güzel ahlâk.
[16] Mürüvvet: İnsaniyet. İnsanlığa uygun
olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak.
Ana baba saadeti. Mertlik, yiğitlik. Reculiyet.
[18] Cevarih: El, ayak gibi vücud azaları.
[19] Emval:
Mallar
[20] Tefrit: Ortalamanın yani vasatın çok
altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak.
[21] Mazbut: Zabtolunmuş, elegeçirilmiş.
Sağlam. Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. Muhâfazalı.
korunmuş. Belli, belirtilmiş.
[22] Ariyyet: Ödünç verip almak.
[23] Müstear: (Ariyet. den) Kendi malı
olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan. Kendini belli etmemek için
kullanılan takma bir isim.
[24] Faniyyet: Fanilik, ölümlülük.
[25] Kuvva: Güçler,
duyular (işitme, koklama güçleri gibi
[26] Visal: (Vasıl. dan) Vâsıl olma.
Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan k urtulma
[27] Hekim-i hazîk: Uzman doktor.
[28] Hasafet: Rey sağlamlığı. Hükümde
kuvvet ve olgunluk.
[29] Hazık: Mehâretli,
işinin ehli, mütehassıs.
[30] Zuhruf Suresi 32. Ayeti kerime
أَهُمْ
يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا
بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ
فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ
رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Meali:
Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünya hayatındaki
geçimlerini aralarında Biz taksim ettik. Bir
kısmını diğerinin üstüne çıkardık ki derecelerle bazısı bazısını tutsun
çalıştırsın. Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp biriktirdiklerinden daha
hayırlıdır.
[31] Matbah:(a) Mutbah. Yemek pişirilen yer.
[32] Buy: 1)
Koku, râyiha 2) ümit, umma 3)Sevgi muhabbet 4) Tamah
[33] Rahne: Gedik, yarık. Gemilerin
bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir
te'sirle açılan delikler, yarıklar. Yara. Bozukluk. Zarar.
[34] Şekavet: Her çeşit kötülük içinde
olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. Haydutluk, eşkiyalı
[35] Sirişk: Göz yaşı. Ateş şeraresi.
[36] Efşan: Dağıtan, saçan, serpen.
[37] Hasr: 1)Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. Bir çember
içine almak. Askerle etrafını kuşatmak. 2)Sıkıştırma. Kısaltma. Okurken tutulup
kalmak.
[38] İrad: Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. Gelir. Kazanç. Bir mal veya
mülkün getirdiği kazanç
[39] Kal: Söz
[40] Meşbu': Tok. Doymuş. Kanmış.
[41] Elfaz: Lafızlar.
Sözler. Lügatlar.
[42] Hukuk Şinas: Hukuk bilimcileri, hukuk alimleri.
[43] Kaim: Ayakta duran. Mevcut. Baki.
Vaktini ibadetle geçiren.
[44] Saim: (Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan.
[45] Muttasıf: İttisâf eden. İyi veya
kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut olan.
[46] Gayz: Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç.
[i] Fuzuli
Dünyâ nedir ü taallükâtı
Endîşe-i mevtdir hayâtı
Ammâ demezem yalandır ol
hem
Ser menzil-i imtihandır ol hem
Ser menzil-i imtihandır ol hem
Billâh ki bu dil-firîb menzil
Öyle bana verdi râhat-ı dil
Kim eski
makamımı unutdum
Sandım
vatanım makâm tutdum
Bildim bu imiş senin murâdın
Kim ehl-i kemâl ola ibâdın
Bunda
yete rütbe-i kemâle
Anda
yete devlet-i visâle
Bu râhdan etmek olmaz ikrâh
Hoş râh durur sana giden râh
Her
hilkatde gerçi bir sebeb var
Ayâ
sebebi kim etdi izhâr
Ger "Kâf ile Nûn" dan oldu âlem
Ayâ neden oldu "Kâf u Nûn"dan
Ayâ neden oldu "Kâf u Nûn"dan
Bîhûde
değil bu kâr-hâne
Bî-fâide
gerdiş-i zamâne
Her zerre-i zâhirin zuhuru
Bir özgeye bağludur zarûrî
Bir özgeye bağludur zarûrî
Fâş oldu
ki sırr-ı Hak nihândır
Âlemde nişânı
bî-nişândır
Kıldı seni hiçden bir âdem
Esbâb-ı tenâ'umun ferâhem
Esbâb-ı tenâ'umun ferâhem
Ey nefs-perest ü
cism-perver
Olma gam-ı hırs ile mükedder
Olma gam-ı hırs ile mükedder
Sa'y ile metâ’-ı mûr yığma
Cehd ile azâb-ı gûr yığma
Cehd ile azâb-ı gûr yığma
Dâmân-ı tarîk-i şer'i
dutgıl
Her ne ki hilâf-ı şer unutgıl
Her ne ki hilâf-ı şer unutgıl
Tahkîk-i vesîle-i vusûl et
Taklîd-i şerîat-ı resûl et
Taklîd-i şerîat-ı resûl et
1 yorum:
Kaan
Yorum Gönder