267. Kaset

267 Nolu Band (Kaset 003) (05.01.1958) 76 dk.

Mevzu başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak namı verilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın mastarı, memba-ı kalp. Gerek kalp, gerek ışk, vazife, bunların hepsi mana-ı insaniye ait birer vasıf olması dolayısıyla, mevzuu doğrudan doğruya insan mefhumu ile; mahlûkatın, varlığın en şereflisi ile, pek nazdar, niyazdar, nâzenin olan insan ile alakadar. 

Bunları her konuşmamda tekrar ediyorum. Zira bunlar sofranın ekmeği gibi. Yemek değişir, ekmek değişmez. Ekmeksiz de yemek tatsız olur. Bazen de yabancı arkadaşlar gördüğümden dolayı tekrar etmek mecburiyeti oluyor. Tekrarımda da yayılmasını arzu ediyorum. İnsanlık âlemine, her duyanın münasip bir edâ ile temiz bir seda ile güzel bir aşk ile vererek, gelişteki gidişteki gayeyi duyurmak. Maksat bu!.. 

Ahlak adama ne öğretir?

Geliş ve gidişteki gayeyi öğretir. Kısaca! Acaba anlatabildik mi? Niçün gelmişiz? Nereye gidiyoruz? Gitmemizdeki gaye ne? Geliş ve gidişimizde ihtiyarımız var mı, yok mu?

Muazzam bir varlık. Dönüyor orta yerde bir şey yok! Hülasa, geliş ve gidişteki gayeyi bildiriyor. Acaba niçün gelmişim? Nereye götürüleceğim? Gelmede gitmede ihtiyarım var mı? Var mı ihtiyarımız? Sordular mı hiç birimize: Böyle bir sahneyi şuhud var, daru’l- belvâ,[1] daru’l-imtihan. O zahirde bal gibi tatlıdır amma o mezahir[2] içinde semm-i katil[3] vardır. İmtihan âlemi bu...

Kim huzurla yaşayabilir? Ahlak onu öğretir.

Huzur içerisinde kim yaşar? Parası olan, büyük rütbesi olan, çok geniş masası bulunan, çok fakir olan...  Yine hayır! Çok zengin olan… Yine hayır. Neden? İnsan bu âleme yüklü olarak gelmiştir. Kudret onu öyle yüklemiştir ki, üüüü... Ve hiç kimse o yükü taşıyamaz. Mahlûkat içerisinden kimse dediğim yani insandan gayrı  o ağır yükü kimse taşıyamaz. Yüklü! Herkes yüklü! Nöbet bekliyor. Tane-i teni un olunca...

Gelmişiz dünya değirmenine, növbet bekleriz.
Tane-i ten un olunca mürg[4] ü can eyleriz. [i]

Anlatabildim mi acaba bir şey buradan?

Gelmişiz dünya değirmenine, növbet bekleriz.
Tane-i ten un olunca mürg-ü can eyleriz.

Şu ten un oluncaya kadar can kuşumuzu eyleriz. Fakat bu arada bir alışveriş var işte. Faniyi bakiyle değişmek! Ahlakın gösterdiği yol. Kaç türlü tarif yapıyorum. Faniyi bâki, ne demek? Geçici olan bir şeyi, daim olan bir şeyle, değiş etmek. Bakıyorsun ki, değişiyorsun dimi ya? O halde çabuk, zaman kısa, müddet az biraz himmet. Herkes yüklü gelmiştir. Bu yükü niçün çeker insanlar? Saadete kavuşayım, diyerekten. Tabirime dikkat et! Yüklü gelmişsin! Ya elemin var, ya emelin var. Bunun ikisi de yüktür. Emelin var; bir şey ricadasın, temennidesin yük değil mi? Yahut ıstırabın var, elemin var. Oda yük. Kaç yerinden vurur adama yük!

Ahlak adama, yükünü musalla taşına koymazdan evvel, bir yere koy, der!  Anlatabiliyor muyum? Adam yükünü götürür, ha ha ha nihayet musalla taşına kor. Ondan evvel bir yere yükle de huzur içinde yaşa der. Anlatabildim mi acaba? Ben kendim taşıyacağım(!) Tatsız bir hayat devam eder. Taşı, taşıttırır kendine!

Fakat diyor ki Allah (cc),   [5] وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ  manası, o kadar ince bir mana var ki; çok mana var ya, ben bir tanesini, şöyle anladığımdan bir tanesini söyleyeyim, bu günlük...   

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ  Bir defa yemin ediyor. Kim? Allah (cc) yemin ediyor! İşin dehşetine bak! Allah (cc) yemin ediyor. Ne kadar naziktir. Ne bileyim? Bize tenezzül ediyor, tenezzül ettikten sonra bize karşı da yemin ediyor. Nezakete bak! Biz üç sayfa bir şey okuruz, dört sayfa bir şey öğreniriz, ufacık bir masaya sahip oluruz, karşımıza gelen adamı kovarız! Onun içün demiştir ya, Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav): “İnsan ne vakit Allah’ın (cc) ahlakıyla ahlaklanırsa, o vakit kâm alır.” Yemin ediyor! “Azamet-i İlahi’yeme, Şan-ı Ulûhiyetime kasem ederim ki, ben âdem evladını tekrim[6] ettim. Şerefli kıldım. Benim kerim/şerefli kılmamın kıymetini bilsin de, sakın o kerameti bir alçağa satmasın!” Acaba anlatabiliyor muyum bir şey?  “Ben bunu çok mükerrem kıldım” diyor. “Allah’lığıma yemin ederim ki, Ben âdem evladını, şerefli kıldım. Ona kerremna tacını giydirdim; eskiyecek bir külaha, o tacı değişmesin! Çünkü” diyor, “Değmez ki!”

Şimdi!.. Demek oluyor ki mevzuun esasında, insan mefhumunda, insan üzerine, Hûda, Allah (cc) kasem etmiş, kendisinde ayrı bir imtiyaz vermiş, Ruh-u menfuh ile tekrim etmiş, Ruh-u izafi ile tekrim etmiş. Hangi kelimeyle ifade edeyim bilmem ki! Ruh-u menfuh, öyle bir tecelli ki; harf, kelime, lâfız, seda yok ki anlatayım. Anladığın kadar anla!

Şöyle bir şey edelim. Misalle anlatmaya çalışayım. Ne olur bunlar öğrenilse? Bunlar öğrenildikten sonra, “evet” nerede kullanılır, “hayır” nerede kullanılır. Bir defa bunu öğrenir insan.

İnsan ne vakit yıkılır?

“Evet” diyeceği yerde hayır, “hayır” diyeceği yerde evet, derse yıkılır. Bunu öğrendiği vakitte insan hikmete müptela olur. Hikmete müptela olan kimse “niçün” kelimesini kullanır. Hikmette “niçün” suali geçer. Anlatabildim mi acaba?

Bir cemiyet, bir camia, bir ümmet, bir millet, bir kavim, bir insan “evet” ile “hayır” yerini bilmezse. “Evet” diyeceği yerde “hayır”, “hayır” diyeceği yerde “evet” derse, bir de “niçün” kelimesini kullanmasını bilmezse, yıkılır!  Şöyle bir düşün kendi kendine. Bunları bildi mi, insanlık sıfatı yerinde duruyor. O sıfat nedir? Hakkın emanetidir. O emaneti muhafaza ediyor demektir. Zaten onu kim muhafaza ederekten giderse kâm alacak. İş orada. Yoksa bu âleme, âlem-i gurur denmiş. İş burada değil!

Hakk’la gururlanmıyor da, bu âlemle gururlanıyor yandı! Anlatabildim mi acaba? Bak! Kısa kısa söylüyorum ama ana mevzuu veriyorum. Bir kimse ki Hak’la gururlanmıyor, bu âlemle gururlanıyor, yandı! Neden? Bu sahne ubur[7] ettiğin vakitte elini çeker senden, göçeceksin ya! Var mı kalan? Beşer madem ki ölümü öldüremiyor, yine o beşer kabrin kapısını kapayamıyor; yine o beşer, beşerden aczi gideremiyor, bir âlemden diğer âleme geçinceye kadar, sahte tavrıyla aldatır. Öyledir! “Sana yazık oldu” der, “Şöyle oldu” der, “Böyle oldu” der, “Senin hakkın şudur” der, “budur” der. Neler söyler. “Hadi bakalım!” dendiği gün arkasını döner. Sanki seni hiç görmemiş gibi. Anlatabildim mi acaba? Hiiiç seni görmemiş, sana o sözleri söyleyen/söyleten sanki o değilmiş. Onun içün dar-ı gurur denir buraya. Geçer geçmez, o an tecelli ettiği vakit de bütün alakasını keser. Hiç sanki o değilmiş gibi. O kadar vefasızdır. O kadar vefasız! Onun için ahlak adamı bu sahneyle değil de, Allah (cc) ile gururlandırır. Şimdiye kadar hayatının bir anda hesabını yap. Zararın neresinden dönülürse, kâr orasındadır, derler. Dedemizin sözüdür. Gayet kıymetli bir söz.

En büyük zarar nedir?

Bir milyon liran vardı da iflas ettin, yahut iflas etmek üzereyken kurtarmaya çalışırsın. Canım onlar hepsi... Evet güzel. “Şu vardı, bu vardı...” Bunların hepsi zarar ama en büyük zarar, sayılı nefesini, sayılı nefesini, gafil olarak geçirmek! Gaflet şarabıyla mest olmuş! Meyhanenin şarabı adamı yirmi dört saat, on saat on iki saat... istidata göre, mizaca göre, mest eder. Gaflet şarabından ayılmak ancak ölünce olur. O vakitte faydası yoktur. Anlatabiliyor muyum acaba? Diğer müskirat[8], onun mahdut[9] saati vardır insanlarda. Ondan sonra ayrılır. Ya gaflet şarabıyla mest olmuşsa?  “Gel!” Emri geldiği vakitte, ayılır amma fayda yok. Ahh der: “O ömr-ü azizimi, o büyük varlığımı, bir alçağa vermiş de gelmişim! Yahut laşe olana, laşeye vermişte gelmişim!” ayılır!

Eski konuşmalarımda bir misal vermiştim size; bir kaç kere verdim ya yine o misali vereyim, bu mevzu daha ziyade canlansın. Zü’l-Karneyn, İskender-i Kebir tarihte. Zü’l-Karneyn. Öyle derler. “Sen ne dersin?” diye bana sorarsanız: Ben büyük kitapta Zü'l-Karneyn gördüm, Zü’l-Karneyn derim. Öbür tarafına karışmam. Bu zatın;  nebi, veli ihtilaf edilmiş. Bir kısım nebi demiş, bir kısmı veli demiş. Allah’(cc) da Kitabında ismini zikretmiş. Her ne olursa olsun. Büyük bir insan evvela. Manen büyük olduğu gibi de, kürenin de dörtte üçüne sahip olmuş. Böyle maddeten de büyük. Bir gün nedimiyle demiş ki: “Ava çıkalım.” (Zevk alıyor musunuz?  Yoksa başka yere geçireyim mi?) “Ava çıkalım” demiş. “Çıkalım” demişler. Bir sohbet açılmış. Sohbet!.. Marifet bahsine girmişler. O bahsin derecelerinden geçiyorlar. Makam-ı aşktan konuşmaya başlamışlar. Buradaki aşk, romanda okunan aşk değil! Öyle bir hâl olmuş ki, kendilerinde değil.  Öyledir! Samimi bir muhabbet meclisi olduğu vakitte, İblis girmez. İbadette girer, taatte girer, her şeyde girer fakat marifet bahsine ait bir muhabbete taalluk eden bir sohbet oldu mu, sokmazlar içeriye İblisi. Tırmanır, tırmanır giremez! Nerden biliyorsun girmediğini? Onun senin vücudun da şeyi vardır, sıfatı vardır. Nefsinin İblisliği hiç o anda şey etmez seni, alıkoymaz. Anlatamıyor muyum acaba? Belki içinizden birisi: “İblisin hariçte bir vücudu vardır şöyle idiydi geldiydi...” Onlar ayrı işler, onları da anlatırız ya. Fakat şek âleminde, şüphe âleminde birisi varsa içimizde, “Nasıl olur” diyerekten; eğer isti’dadın da, ruh-u ezelisinde şaki değil de, said ise o sohbet esnasında kötülük aklına gelmez. İşte iblis yok. Anlatabildim mi acaba? Ta’tile uğrar!

Burada bir şey geldi aklıma söyleyeyim, belki hoşunuza gider. Sohbette filan girmez işte. Namaz kılarken girer. Ama o bide makam-ı zât da insan vardır. Ama tabi istisnalar kaideye girmiyor. Ben kendimi söyleyeyim. Büyük bir zâtın yanında, güzel bir ahlakçının yanında birisi şikâyet ediyor: “Tam böyle huşû hudû ile bir namaz kılayım derim, gelir bir şey boyuna, çirkinlik, çıkıklık, şudur, budur...” Ne cevap verirse beğenirsiniz? “Her şey Hakk’a gitmek ister. O sana gelen çirkinlik de Hakk’a gitmek ister. Kendi kendine gidemez, senin namazınla çıkayım!” der. Bir şey anlatabildim mi acaba? Bir zevk alabildin mi? Kemâlin güzel tefsir[10]ine bak. Ehl-i irfan... Şimdi nadan birisi olsa: “onu şöyle et, böyle et, şöyle et böyle et...” Eee et demenle gitmez ki o “et”ler. Kudretin varsa çıkar, al onu! Acaba anlatabiliyor muyum? Zaten hakiki ahlakçı, öyle tam ahlakçı, en büyük hüner; -severse bir de şartı var onun- senin haberin olmadan, senin çirkinliğini alacak! Haberin olmaz senin. Bakarsın ki; yahu dersin, “şu şu sıfatlarım vardı erimiş, şunlar vardı gitmiş...”

Nerde kaldık.(Zü'l-Karneyn Hz. sohbetlerinde) Tam kelimesini söyleyin. ( Marifetteوَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ) Kim dedi aşk diyerekten. Tamam. Tabi o sohbet nihayet verilir. Şey gibidir.

1.       Demiri sokarsın ateşe, verirsin körüğü, nar-ı beyza halinde çıkar. Sonra biraz durur, tekrar  o nar-ı beyza halinde çıktığı vakitte ona demir denmez. Neden denmez? Sıfat aldı yakıyor. Soğur, denir. Bu sohbetin anı geçtikten sonra, Zü’l-Karneyn şöyle arkasına bakmış, köpek nerede demiş. Onu da çok severmiş, av köpeğini. “Nerede köpek?” demiş. “Arayalım efendim, müteessir olmayın” filan demişler. Oraya buraya filan… Yok köpek. Bir aralık nedimi, musahibi: “Efendim bulundu Köpek!” “Nerede?” “Bir leşin başında, leşi parçalamakla meşgul.” Şöyle bir durmuş Zü’l-Karneyn: “Bırak!” demiş. “Gel, orada kalsın artık!” Gelmiş. Birkaç adım yürüdükten sonra bu sefer, nedimi demiş ki: “Efendim müsaade ederseniz döneyim.” “Ne yapacaksın?” “Onun boynundaki tasma mücevher işlemeliydi. Pırlant, yakut, zümrüt, böyle hususi yaptırılmıştı. Hiç olmazsa tasmayı alayım.” “Hayır! Onu da alma!” demiş. “O biraz, o leş ile meşgul olduktan sonra, kafasını kaldıracak, gözü o tasmasına gidecek, kendi kendine diyecek ki, ‘Ahhh efendim bana ne yedirmezdi. Ne ikram etmezdi.’ O tasmadan intikal edecek, Ben bir leşe kalmışım!” diyecek. “Yürü!” 

Kudret hepimizi bu âleme gönderirken, o köpekte tasma olduğu gibi bize de bir mana gerdanlığı takmıştır. Acaba anlatabiliyor muyum? O biraz evveli söylediğim şekilde kerremna tacını giydiren Allah (cc), hepimize bir gerdanlık, bir kılade[11] takmıştır. Eğer laşey olan laşeye, ihtirasat-i nefsaniyemize kul olmayıp, kalbimizle kalıbımızın vazifesini ayırarak; Kalp, muhabbet-i ilahiyye, hakikat, Hak karargâhı olmuş, kalıp da madde âleminin lazım gelen hizmetini yapmışsa, o hiçbir vakit o gerdanlıktan uzak durmaz. O gerdanlığın üzerinde Sen yoksun Allah (cc) var, incisi vardır! Acaba anlatabildim mi? O gerdanlığın üzerinde; “Beşeriyetin Fahr-i ebedisi Hazreti Muhammed’dir (sav)” diye yazılıdır. Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz elini uzatana, el verirler denmiştir. Anlatabiliyor muyum acaba?...

Gecen hafta okumuş olduğum şeyde, ona sahip olan, geçen hafta okuduğum şeyi, daima hâliyle söyler. Ağzıyla değil de hâliyle konuşur.

Âlem-i ezelde evvelki safta,
Elestü hitabından ben bela dedim.

Koyma beni anasır gılafında,
Canım cemaline müptela dedim. [ii]

Anlatamıyor muyum acaba?  

Ruhlar aşk meyinden oldu mestane,
Kimi küfre daldı kimi imane,
Saf saf olduk durduk divane,
Münkirler la dedi ben illa dedim,

Kün emri Haktan zuhura geldi,
Eşya-u mahlûkat hep zahir oldu,
Cümle ervah kendi mazharın buldu,
İmanı ikrarı bana ver dedim.

Acaba anlatabiliyor muyum?

Çok Nebiye vardım imdad olmadı,
Şefaat senden yaa Mustafa dedim,

Bab-ı ihsanından mürüvvet eyle,
Bakma isyanıma merhamet eyle,
Arif kuluna beni sen bende eyle,
Ulaştır menzil-i âlâya beni,  Öyle dedim. [iii]

Gecen hafta bundan az söylemiştik. Daha var ama hepsi şimdi olmaz. Birazı daha sonra… İş, yukarıdaki okuduğum yerde, bunu tahlil edeceğiz.

Âlemi ezelde evvelki safta,
Elestü hitabında ben bela dedim.

Koyma beni anasır gılafında.
Canım cemâline müptela dedim.

Ruhlar aşk meyinden oldu mestane,
Kimi küfre daldı kimi imane.

Şimdi “elestü hitabında ben bela dedim” buradayız. Bunu açalım: Geliş gidişteki gaye bu işte. Konuşmaya başlarken ne dedim? Ahlak insana geliş ve gidişteki gayeyi bildirir. Geldik ya, gaye ne? Gidiyoruz ya, gaye ne? Bunu bildirir. Vicdan dedikleri bir buluş, mevcut dedikleri bir bulunuş. Mevcut olmasa vicdan olmaz, vicdan olamasa vücut tecelli etmez. Yaa!.. Kudret, kendisini bildirmek istemiş. Anlatabiliyor muyum acaba? İmam-ı Ali der ki: “O elestü bezmindeki hitabı bir an işitmesem yanarım!” Bana bakma sen. Biz öyle gelmiş öyle gidiyoruz. O öyle diyor: “Bir an işitmesem yanarım ben” diyor.

Vücud-u ruhiyemizle... Ne demek, öyle bir vücudumuz var mıydı bizim? Sen, şöyle birden bire olsa, yani şu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası olarak birden bire, bidayetini sana unuttursalar ve böyle bulunuversen; bidayetini de inkâr edersin, anne karnındaki vaziyetini de inkâr edersin! Anlatabildim mi acaba? Yahu sen şöyle bir devir geçirdin. Bir vakit zahr-ı peder[12] de, bir vakit rahm-ı mader[13] de, ondanda evvel ne de, ne de, ne de, nerede... Şimdi sen böyle, şöyle bir ani olaraktan şu vaziyetinde bulun, Kudret sana bidayetini unutturuversinler, bir cevher-i insaniyeyken vaziyyetini, anne karnındaki tekevvününü[14], bunların heyet-i umumisini inkâr edersin!

Neyse, biz şimdi sizi inkâr sahasında kabul etmiyoruz. Onlarla konuşma sahası da vardır. Biz sizi inanmış, Hakk’a gönül vermiş, Hak ve hakikat aramaklık içün zevk edinmiş, böyle kabul ettik böyle konuşuyoruz. Ama inkâr... Onun da konuşmasını biliriz. Onun sahası ayrı. O konuşma tarzı başkalaşır. Zaten dünya üzerinde artık inkâr kapısı kapanmıştır. Çürüdü o! O çürüdü. Senin gibi akıllı bir adamı kör bir kuvvet meydana getiremez. Şuursuz, vicdansız, iz’ansız, bir varlık; şuurlu, iz’anlı, vicdanlı bir varlığı meydana getiremez. Çürüdü o iş! Bir şeyin aslında olmalı ki, yüzünde de olunabilsin. O battal[15] o efendim. “Göreyim, möreyim....” Hani var ya, bazı insanlar. Ne göreceksin? Hak’tan aşikâr bir şey yok. Neyi göreceksin? Sen varsın, Allah (cc) var. Kendini, kendin mi yaptın? Kendisini yapan her şeyi yapar. Yaptın mı kendini, kendin?  Muhitin mi yaptı? Kendinden daha aciz! O halde, ne yapacaksın? Kafanı vur yere, başka çare yok!

Ünsiyyet peyda et. İlk önce mana, sonra madde. Öyle mi? Evet, ilk önce mana, sonra maddedir. Evvela kalp âlemine gelir. Manadır işte o. Ondan sonra sevkiyat yapılır yerilerine  Ondan sonra madde âlemine çıkar. Evvela mana, sonra madde. Anlatamıyor muyum acaba?

Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rü’yet[16] nedir? Hangi ilim adamı anlatacak? Kimin haddine düşmüş? Çıkar göz denilen şeyi, koy orta yere. Bir parça, bir dirhem yağ parçası. O nur-u rü’yet nedir o? Gözü yapan rü’yet kanununu bilir kardeşim.

Bir anda kaç vücut vermiştir. Hepsini birden kullandırtıyor. Hem dinliyorsun, hem konuşuyorsun. Hem gidiyorsun, hem geliyorsun. Nerde bu vücutlar? Şurada beni dinlediğin kadar konuşuyorsun. Hepsi yine bu torbanın içerisinde. Kaç vücuda sahipsin. Yirmi yaşında şakiydin, yirmi beşte said oldun, otuzda şaki oldun, yirmi yedide bilmem şaki ile said ortasında bulundun. Otuz beşte merhametli oldun, kırkta kaskatı oldun. Kaç vücut değiştirdin!

Ey gönül, sana sen gelmek için az mı dolaştın. Kaç bin puta taptın bu sanemgah da hesab et! 

Bir manası da budur işte. Kaç tane vücut. Yirmi beş yaşında geriliyordun. “Vururum” diyordun “kırarım” diyordun. “Bu kafa yaratır(!)” diyordun. “Ezer bu kol(!)” diyor. Baktın kırka geldin “Ya eyyuhe’ş-şeyh” hitabı geldi. Ne demek o? “Olgunlaş, olgunlaş!..” “Yanlış görmüşüm” diyorsun. Diyebilmişse, tabi mesele ya. Diyebildiyse...

Ezel âleminde. Allah’ın (cc) çok âlemleri var. Şimdi biz tekliften sonraki hayatı tamamen idrak edeceğiz. Teklifden evvel ki hayatı, büyük insanlar idrak ediyor. Anlatabildim mi acaba? Teklif bize bu âlemde olmuştur. Hani belki içinizden gelir, der ki: “Nasıl ki anne karnındaki vaziyeti idrak edemiyorum; bundan sonra göçersem, yine öyle idrak edememezlik ise...” Eee iyi. Yooo, o vakite kadar teklif yoktu. Teklif burada oldu. Bundan sonra böyle aşikâr, aşikâr idrak ederekten yürüyeceğiz. Bitmek yok, tükenmek yok. Öyle kurmuş pazarı! Bitmek yok, tükenmek yok. Âlem-i şuhud da teklif vâki oluyor. Teklifin vaziyetiyle lazım gelen devre, ikmal edildikten sonra şimdi gideceğiz âlem-i berzaha. Yaaa... O berzahta ne yapacağız bakalım!

Birde âlem-i berzah var. Son âlemi ahirin… Hani herkes ölünce ahirete gitti... Yoook, ahirete gitmedi gözüm. Daha devresi bitmedi! Anlatabildim mi acaba? Âlem-i berzah var, berzah! Ahlaken tekâmül edersek; hesap toptan olurda, biz berzahta kalmayız, bekleriz gelenleri, sonra muameleye tabi oluruz. İyi mi bu, güzel mi? İyi müjde di mi? Bilmem ki...

Geliş gidişdeki gaye dedik. Neyse... Vücud-u ruhimizde mazbut[17]. Nasıl mesela bu âlemde yaptıklarımız mazbut. Kudret bırakmıyor ki. Bundan bir asır evvel söyleseydik -ki bizim dedelerimiz söylediler- büyük Kitabı anlayanlar dediler ki:  “seda mahfuzdur, cisimdir.” Haric-i hukema[18]  “hayır” dediler. Muhyiddin-i Arabi uzun bir bahis yazmıştır bu hususta. Muazzam. Evet mahfuzdur diye. Zaman geldi -işte görüyorsunuz- dünyanın bir köşesinde konuşuyor, burada…  Eğer mahfuz olmasa dinleyebilir miyiz biz onu? Nasıl o mahfuzsa; sedalarımız da mahfuz, edalarımız da mahfuz… Sen, Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisindeki Kudret’in verdiği cevherle, röntgeni yaparsın da içerisini görürsün, Kudret manevi bir röntgen yapmıştır. Niyetlerimizi de görüyor. Anlatabildim mi acaba? Görüyor, çekiyor böyle, hepsi mahfuz! Yalnız bir ikramı var, kötülüğe taalluk eden kısmını “Sil” diyor. “Meydana çıkmamıştır” diyor. Berâet-i zimmet[19] asıl. Fenalığa niyet etti ama elinden gelmedi beceremedi, vakit gelmedi, koşamadı, yetişemedi, yapamadı. “Yapamadı ya” diyor. “Kuvveden fiile çıkmamıştır, siliver!”

İyiliğe taalluk eden kısım: Hayırda müsabakaya çıkmış fakat oraya koşmuş, buraya koşmuş, olmadı. “Yaz onu!” diyor. “Vücut ver ona” diyor. “Ona vücut ver, vücut! Olmuş gibi kabul etmişimdir ben!” diyor. “Ona vücut ver.” Hatta niyetli olmuşlar -mesela ne gibi bak bir Emr-i Nebi bir okuyayım size de daha iyi anlaşılsın- Hazreti Muhammed(sav) der ki: “Ebediyete inanan kimsenin niyeti; Niyyetü'l- mü’mini hayru’n-min amelihi,[20] amelinden daha hayırlıdır.” Şimdi biri çıkar der ki canım, biri dedi ki: “Çalışacağım çabalayacağım, eğer Kudret bana şu kadar bir servet verirse; bu servetin dörtte üçüyle, her hastanenin kapısından kovulmuş olan hastayı içeri alacağım. Böyle bir hastane yapacağım. Oraya gitti kovdular, buraya gitti kovdular... Gel azizim diyeceğim.” Böyle girişmiş, böyle niyet etmiş. Yapamamış. Biri de niyet etmiş, yapmış. Kocaman hastane meydanda, içeride hastalar var. Bu yapamayanla, o ikisi bir olur mu? Buna “Daha hayırlı” dediniz. İncelik var burada. Söyleyeyim mi inceliğini?

Ahlakın son sınıfına kadar tekâmül etmeden, henüz benliğinden soyunmadan, bir adam bir iyiliği yaptığı vakitte; o hayrın karşısında “Bunu ben yaptım” der, gerilir. Anlatabildim mi acaba? “Bu benim eserimdir” der. Öteki yapamadığından dolayı boynu büküktür. Allah’ın(cc) aradığı insandaki sıfat, boynunun bükülmesidir! Bir şey anlatamıyor muyum? Öteki geçerken “ben yaptım!” der. Ağzıyla söylemese de haliyle, konuşmasıyla, yanındaki adamlara izahatıyla, hastanın içeriye giriş tarzındaki, “alın” diyerekten kafasının kırılmasıyla… Anlıyorsunuz di mi konuşmamdan bir şeyler? Orada benlik var. Vücudu, ke zenbün la yüqasü aleyhi zen’bün ahar[21]  En zor yeri bu… Mana ilminde.

Kudret diyor ki: Öyle bir günah vardır ki, bu günahın sair günahlarla ölçüsü yoktur. Ona vahid-i kıyası[22] yok, ölçüye girmez. Nedir o? Benlik günahı!

Bundan kaç kişi kurtulabilir hayatta? Artık nispet dâhilinde… Peki... Nispet; kimisinde kaskatı olur, kimisinde mülayim olur, kimisinde yumuşak olur. Bunu size, güzel bir misal vereyim, daha iyi anlayınız. Bu öyle bir ince yerdir ki, çok kimse burayı anlayamamış. Büyük Kitap’ta, bir ayet-i kerime vardır. Hz Peygamber (sav) hakkında: 

[23]لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ  Manası: Ey Peygamber-i Hak, ey ind-i İlahide şan-ı büyük Zât! Allah(cc) senin geçmiş günahlarını ve gelecek günahlarını affetmiştir. Bir şey anlatamıyor muyum? Allah(cc) senin geçmiş günahlarını ve gelecek günahlarını affetmiştir. Şimdi burayı anlamayanlar türlü türlü mana vermişler. Bırakalım orayı biz. Şöyle bir şey söyleyelim: O Zât-ı Âlânın geçmiş ve gelecek günahı olur mu? Nebi bir defa masum olacak. Anlatabiliyor muyum? Olur mu? Ee Allah’da (cc)  böyle diyor!

“Habibim sen ne bidayette kendine vücut verdin...” Anlatabiliyor muyum? O kadar ince titiz davranmıştır ki, “bunu ben emrettim” yoktur. Fahr-i Âlemde(sav). “Allah’ım böyle dedi, böyle dedi.” “Unuttum” tabiri de yoktur. “Unutturuldum” der. Anlatabiliyor muyum acaba?

En sevgili dostu Cabir’dir. Dostlarından birisi, Peygamberin(sav). Mesela böyle serbest, serbest konuşabiliyor. Bir insan bir hukuk tedarik etmezse, kendinden büyüğüyle o kadar geniş, geniş konuşamaz. Hukuku var. Mesela soruyor. Allah önce neyi yaratmıştır diyor? Büyük bir sual bu! Ona tenezzül ediyor, cevap veriyor. Yani bu kadar hukuku olduğu halde, bir gün gitti kapıyı çaldı. Bab-u risaleti çaldı:

İçerden “Kimsiniz diye seslenildi.” Fahr-i Âlem (sav) kendisi seslendi.

“Benim” deyince; Benim, ‘benim’ diyen dostum yoktur. Başka kapıya gidin!” dedi. Anlatabildim mi acaba?

“Benim, benim diyen dostum yoktur. Yanlış gelmişsiniz!” Acaba anlatabiliyor muyum? “Yanlış gelmişiniz!

Ondan sonra, tekrar nezaketle çaldı. “Kimsiniz?” dedi. “Cabir’im efendim.” dedi. “Buyurun!” dedi. “Sevdiğimden dolayı biraz seni üzdüm!” dedi. “Kullanmayın bu şeyi. Varlıktan soyunmadıkça Cananınızdan haber alamazsınız! dedi. Anlatabiliyor muyum acaba?

Şimdi o, niyetin amelden hayırlı oluşunun misali anlaşıldı di mi ya? Tabi niyeti öyle olur da soyunaraktan, benliğini orta yerden kaldıraraktan, o hayrı da meydana getirirse, ona nûrun ‘alâ nûrEn mühim şey… Burayı anlatmak içün öyle buyurmuşlardır. Bu inceliği anlatmak içün. Kudret’in en ziyade gücüne giden şey o!..

Benlik bir yerde caiz, orada müsaade ediyor: “Gel!” diyor. “Benim Kibriya sıfatıma gir.” Yine kendisine sokmadan vermiyor haa. Bizatihi[24] değil. Niyet et! Allah’ın(cc) bir sıfatı El- Kibriya’dır. Senin sıfatına büründüm, şu zalime karşı kibir yapacağım! Ooo... Ama biz de inadına, zalime karşı eğiliriz, bükülürüz, aman efendim deriz, di mi? Zor olduğu için öyle diyor.

İnsan haklarını çiğnemiş, ihtirasat-ı nefsaniyesinin tatmini hususunda icap ederse kâinatı yakacak kabiliyette bir adam. “Buna karşı sakın” diyor, “böyle boynu bükük durma, gayet dik dur! Kıymet verme!” Ondan ağır ceza yok onun içün zaten. Biz de inadına aksini yaparız! Neyse...

Şimdi ezel âleminde, elestü hitabında ben “bela” dedim diyor. Bu belayı dünya belasıyla karıştırır da arifler, latife ederler. Hadi orasını da söyleyeyim size, zevkim var. Mesela öff pöff dedin mi? “Vaktiyle bela dedin, bu belayı niye kabul etmiyorsun?” der. Acaba anlatabiliyor muyum? Ama o bela başka, bu bela başka. Cinas yapıyor! “Hani, Hakk’a söz verdin ya; vaktiyle bela dedin şimdi bu belayı niye kabul etmiyorsun?” diyor. Bir şey anlatamadım burada. Zevki çıkmadı. Ben farkındayım onun. Farkındayım, zevki çıkmadı. Neyse biz yine gelelim yerimize.

Kudret, kendisini beyan etmek istemiş, Allah. O belaya karşı, şimdi geldi ya… Bak! Arif şimdi ne şekilde söylüyor.

Ateşim aşkım sinem kebabım.
Ahengim ahım, nalem rubabım.
Hicran azabım, yanmak sevabım.
Sermest-i yarım, olmaz hisabım.[iv]  

Kemâl... O âlemde, “var olun!” emriyle, bu mezahirin tecellisinde, bizi Allah kendisine muhatap tutmuş. Biz bir defa oradan kıymet alıyoruz. Esrar-ı zâtiyesine agâh sıfatına layık bir isti’dad[25] vermiş. Konuşma hakkı vermiş değil mi?

Eski konuşmalar da söyledik: Konuşmayı kimse söyleyemez ne olduğunu. Bekleriz çocuğu, ha bugün konuşur, yarın konuşur. Böyle kucağımıza oturturuz, yavaş yavaş, o kendi kendine... Birden bire neden konuşuyor? Bir kelime, iki kelime nedir o? Nereden geliyor ona o? Sonra ne kadar ibret vardır? “İlk önce hamuş[26] ol, sonra konuş!” diyor Kudret, büyük adama da. Bak ben, çocuğu meydana getirdiğim vakit de, konuşturtmuyorum. Dinle, öğrenici ol, ondan sonra konuş. Öğrenmeden konuşma!

Serairin[27] biri bu. İkincisi... Tabi konuşmaz. Geldiği âlemden, sır verdirir mi adama Allah(cc)? Unutmayınca konuşmaz. Unuttuğu gün başlar konuşmaya. Anlatabildim mi acaba? Geldiği âlemi unutturacak ondan sonra konuşma başlayacak. Onun bakış tarzları bile başkadır. Şöyle kundakta iki üç aylıkken filan… Bambaşka bakar değil mi?  Daha nisbeti[28] var. “Masum” diyoruz onun içün. Tabire bak, dedenin kullandığı tabire: Masum. İsmeti yerinde daha... Konuşturan bir gün kendisi konuşacak. Onun içün öyle der.

Cenabı Hakkın en ağır azabı: Ayet-i ilahi’de geçer. Söyler söyler de, alçak adamları zikreder, anlattıktan sonra, “Konuşmayacağım onlarla” der. Huzura çık; konuşsun, yakanı kurtarırsın. “Konuşmayacağım!” diyor, nereden kurtaracaksın? Anlatabildim mi acaba? [29] وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ  “Onlarla konuşmayacağım!”

Bunların hepsi şu ufak hayatın içerisinde olacaklardır. Geçen hafta söylediğim gibi, ömr-ü dünya ne kadar? İnsanın ömrü altmış, yetmiş, seksen, yüz kabul edelim. Yarısı uykuyla geçti. Gitti, kırkı gitti uykuyla. Geriye kaldı kırk. On beş yirmi senesi de kendini ya bildin, ya bilemedin çocuklukla geçti. Geriye kalıyor, şöyle yirmi beş otuz sene bir şey. Değer mi, perişan etmekliğe kendini? “Efendim intihar etti” derler. Niye intihar etmiş? Batmış sermayesi de. Filan iş gücüne gitmişte intihar etmiş. Çünkü Allah’ın(cc) böyle şeyler umurunda. İntihar. Hiçç! Ondan sonra hepsi yalan! Niye intihar etmiş? Mananın aşkı gönlünde serinliğini yapamamış. O aşk karargâhını kalbinde kuramamış. O kalp daima intihara hazırlanmış demektir. Her an müntehir vaziyetindedir, intihar edici bir vaziyettedir. Anlatabiliyor muyum?


Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı[30],
Humar-ı neşve-i idbarda asla melûl olmaz.

Bin defa okudum. Gönlüne bunu şey edersen sıkıntıyı atarsın.

Zaruridir bütün bey-ü şira kişver-i icad
Bu bazar-ı kazada şart-ı icab-ı kabul olmaz.

Manası açık ama izah edelim: [31] نَحْنُ قَسَمْنَا  Allah(cc)  diyor ki: “Biz taksim ederiz, ben vereceğim. Benim öz elimle doldurduğum şeyi, hangi el geriye çevirebilir, hangi el arttırabilir? Ben taksim ediyorum yahu diyor.” Ve bunu da hiçbir adam inkâr edemez. Sahne-i şuhud da misal çok açıktır: Bakarsınız ki; ilmi var, edebi var, fazlı var, aklı var, zekâsı var, her şeyi var bu gün ekmek parasına muhtaç! Öbür tarafta bakarsın; edepsiz mi edepsiz, şaki mi şaki, rezil mi rezil, altında elbisesinin renginde değişe değişe, tenekesi var! Aklını ondan öğrenir, yapacağı işi onun tahrifatıyla yapar. O, nan içinde müstağraktır.[32] Öbür ki haddizâtında, inler! Sebebi, sebebi meskutun anh[33] değil. Sebebi var ama şimdi yarım saatte anlatılmaz. Acaba bir şey anladın mı? “Efendim çalıştı da oldu...” Şimdi onu bırak. Çalıştı da oldu(!)

Ben size eski konuşmalarda misaller getirmiştim: Tramvay iskemlesi. Bilirsiniz ya. Harbiye’den binersin tramvaya, bacakların ağrır sızı içersin de, dolmuş bakarsın etrafta birisi çekilse de otursam, diyerekten. Üç iskemle geride birisi önüne çantasını koymuştur; İçinde bir dosya vardır aklına gelip bakmak ister, önüne eğilirken, “Hah kalkıyor” dersin, oradan oraya gelirsin. O çıkarır, bir de şöyle yaptı mı, kendi kendine bir şaşırır. Sen oradan ayrılırsın, Beyazıt’a gelmişin, hüüüp biri çıkar, o iner, hemen oraya oturur. Sen Harbiye’den taa Beyazıt’a kadar kıvrım kıvrım kıvrandın, iskemleyi bulamadın. Tam oturacağın yerden de geriye çekildin, oradaki kıpırdanınca. Bu sefer biri atladı. Oradaki indi oraya oturdu. Senden akıllı mıydı? Senden şuurlu muydu? Senden fazla mı çalışmıştı? Kâinatta gördüğün iskemleler, tramvay iskemlesidir. Aldanma! Yeis çekme! “Niçin olmadı?” diye dövünme! Anlatabiliyor muyum acaba? O, ayrı işler onlar.

Sen, yalnız bundan da yanlış bir şey anlama; “âtıl dur, tembel dur!” manasına değil! Kudret sana vermiş nimetler, hepsi yerli yerine kullanılacak. Görmek için göz vermiş. Neyi göreceksen olanca kuvvetinle çalış, gör. Akıl: Nerede kullanmak lazımsa hiç eksik yapmayacaksın tamamıyla. Öbür tarafına karışmazsın. Verse mi iyiydi, vermese mi iyiydi? Biz bilmeyiz ki, hayırla şerri. Bilir miyiz biz?

Hastane hesabı gibidir. İki tane hasta yan yana yatar. Biri bu yatakta, biri bu yatakta… Doktor gelir; buna yazar, tatlı, et, pilav, komposto, bilem ne. Öbürküne de “su dahi vermeyeceksin!” der. Buna düşman mı? Buna bir düşmanlığı mı var? Hayır! Onun icabı öyle. Ona iyilik o. Su içerse ölecek.

Nerede kaldıydık? Buraya bir yerden girdik. Başlayalım yine gitsin.

Bizi muhatap tuttu, kıymet verdi, konuşma hakkını verdi. Konuşan bilir, bilen düşünür, düşünen olanı görür. Anlatabiliyor muyum acaba? Bu hakları verdikten sonra dedi ki:  “Mevcudatın sahib-i hakikisi ben değil miyim?” Belanın üzerinde duruyoruz.

Buraya nerde kalmıştık biliyor musunuz? Arifin bir misali dedik. Hem sizi idare ediyorum hem kendimi. İyi dinlemiyorsunuz, yoruldunuz. “Vaktiyle ‘belâ' dedin, niye dinlemiyorsun bu belayı diyor?” Burada kaldık di mi? İyi ama söylemiyorsunuz.

 O ezel âlemindeki belanın manası şöyle: Yarabbi, -Bak ahlaka nerden giriyoruz.- Sen mevcudat içerisinde bizi, pek seçerek, -çünkü öyle diyor “öz elimle yaptım” diyor- pek beğenerek, kendine muhatap tutarak, yüzümüze imzanı va’z ederek, meydana getirdin. Biz de bu yüzü senden başkasına çevirmeyeceğiz. Hiçbir vakit Hak ve hakikatin haricinde bulunmayacağız, bulunana karşı da gönül vermeyeceğiz. Sensiz yaşamayacağız!

Kudret, Şu sözü zapt edin!dedi âlem-i arşa. “Bu sözü kendilerine, kendilerini anlatmaklık içün bir sahnede imtihana tabi tutacağım. Kim bu sözünde durursa doğrudan doğruya bana gelecek. Benim ikramıma gelecek. Kim bu sözünden de cayacak olursa lazım geleceği olan muameleyi görecek.” İşte bu! Anlatabildik mi? Hülasa bu âleme gelmeden gaye bu. Şimdi sen dikkat et! Bu söze sahip olarak mı yaşıyorsun, yoksa bu sözü arkaya atıp da “Adam, şu üç günlük dünyada bakalım ne var?” diyerekten mi yaşıyorsun? Eğer bu sözü duymuşsan, kendini buna vermişsen, hiç şüphe yok ki; büyük sofrada, ebedi âlemde...

Zaten burada bu kadar çok değil ki işte görüyorsunuz. Babanız nerede, deden nerede, nenen nerede? Onun içün öyle demiştir Fuzuli:

Nem var idi ki laf edem özümden
Mahv eyle beni benim gözümden.[v] 

Kudret seni terk etmesin.

Belâ pervaneye bir şemme-i ruşensiz olmakmış.  Yakıcı bir ateşi yok mu pervanenin? Bak ne kadar, bize ne kadar incelikler veriyor. Belâ pervaneye bir şem’ay-i ruşensiz olmakmış. Biz ufacık bir sıkıntı geldiği vakitte, üüüüüf neler, neler, neler, neler… Burada isabet eden bir bela hayat-ı ebedide binlerce kapıyı açar kardeşim, eğer inanmışsan. İnanmasan ne faydası var? Yine gelecek. Hayır dediğin vakitte kaldıracak mısın? Teslim ol da rahat et!

Konuşmaya başladığım vakitte, insanlar yüklü gelmiştir, bu yükü saadete kavuşmak için çekerler, dedim. Saadet, geçici olan bir şeye denmez. Ebedi olan şeye denir. Senin bu âlemde görmüş olduğun, saadet dediğin şeyin hiçbir kıymeti yoktur. Neden? Muvakkat[34] olan şeyin kıymeti olur mu?

“Yükünü bir yere yükle” dedim. Hiç biriniz “Nereye yükleyelim?” demediniz. Unuttunuz di mi? Ben, bak derleyip, toplayıp bitiriyorum artık konuşmayı. Topluyorum size, böyle bir çiçek demeti halinde veriyorum. Yükünü imana yükle! Aşka yükle! Allah (cc) öyle diyor: “Ben bu yükü sana verdim fakat seni insan diyerekten, Ben huzuruma çekiyorum. Niye taşıyorsun?” Diyor. “Ver yükü imana, ver yükü ahlaka, ver yükü aşka! Elini salla salla Benim yanıma gel! Niye iki büklüm oldun da geliyorsun!” diyor. “Kalbini sıkmışın, benim nazargahım olan yeri kapkara yaptın!” diyor. Çok güzel bir şey okuyayım size burada:

Belâ pervaneye bir şem’ay-i ruşensiz olmakmış.
Gönül mehcure-i didarıyle hamuş-u kasvettir.
Cihanda en çetin şey bülbüle gülşensiz olmakmış.

Bişey anlatamıyor muyum yahu?

Cihanda en çetin şey bülbüle gülşensiz olmakmış.
Beni terk ettiğin günden beri benden cüdayım ben.

Yarabbi, nazar-ı merhametini benden kaldırdığın günden beri, ben bende değilim.

Beni terk ettiğin günden beri benden cüdayım ben.
Meğer ben sensiz olmak sevdiğim, ben bensiz olmakmış.

Konuşacaklarımız daha başlangıçta, konuşmaya başlamadık. Vakitte geçti. Yalnız ana yerlerini söyleyelim: Evvela insan dünyada huzur içerisinde yaşayabilmeklik içün, iki hâkim vardır kardeşim. Bir senin iklim-i vücudunda kurulmuş olan hâkim, adına vicdan derler. Ona mahkûm olma! Ona içerin şöyle mahkûm etmesin seni içerde. Satılmadın sen! Şerefsizlik yapmadın sen! Ah almadın sen, dayan bu hadisatın tokadına! O dedi mi, o kadar tatlı gelir ki sana. Anlatabiliyor muyum acaba? Bir hâkim de yarın; masaların parçalandığı, kasaların yıkıldığı, rütbelerin silindiği, cahların söndüğü, ne bileyim ben, Hakk’a yürümeyen ayaklara Kudret emretmiş:

[35] إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ ﴿٣٠﴾ ﴿٢٩﴾ وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ   Akıntıyı görüyor musun? Ne kadar belli oluyor. Manasını bilende de, bilmeyende de bir sıcaklık yapar.

وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ ﴿٢٩﴾إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ ﴿٣٠﴾ “O ayak bana gelmeye tenezzül etmezdi. Vursana kelepçeyi bakayım yürür şimdi” diyor. O şimdi cayır cayır yürür. Öyle bir yürür ki, hadi bakalım. O mahkeme-i dâdın[36] reisi. Allah (cc) yani ya. Bu iki mahkemeden bir şey çıkmasın, hiç hiiç  kıymeti yok. Hadisat öyledir.

Şimdi makam-ı nazdan söylemiş, fakat hafızam aldatmıyorsa, Sadi’nin olsa gerektir.  

Devlet be-segân, dağda-i nimet be-heran 
Bes mâ be tamaşa-i cihan âmedeyn[37]

“Yarabbi devlet besegân, devlet verildi köpeklere. Onlara verdin. Nimeti de verdin eşeklere. Beni de bunlara bak diyerekten mi getirdin?” Makam-ı nazdan konuşur o adam başka. Burası, huzurla yaşatsın. Huzursuzsa sildir. İki kapı kapanmadan, şu iki kapı şu…(Üstad, dudaklarını gösteriyor.) Mana ilminde derler ki, semanın kapıları kapanmadan. Semanın kapısı burada mavi kubbede bir şey mi arıyorsun?  Burada burada. Şu iki dudağının kuvveti gitmeden elden, rengi ruhî yerindeyken, dön! Allah’ın (cc) en sevdiği şeyde oymuş: Kulu günah yapar yapar da ağlayarak dönerse, bayılırmış. Hadi müjde vereyim size. Acaba anlatabiliyor muyum? Ama O “gel!” dedikten sonra değil. Öyle diri vaziyetindeyken, eli ayağı tutarken yani ya… Yapar yapar da ağlayarak dönerse, pek ikram edermiş. Keremi büyük!

Hülasa ediyorduk. Evvela yükünü... Herkesin kendine göre bir yükü vardır. Herkes kendisi bilir. Bu yükünü kalbini huzursuz edecek vaziyetten kurtarmak. İmana yüklersin. Allah diyor ki: “Bana ver ben taşıyayım.” Buralarını söylemiyor. Acaba anlatabiliyor muyum? Tefriz-i umur[38] et demenin manası o dur. Anlatabildim mi acaba?  Hani “Tefriz-i umur et!” derler. Onun şeyi bile vardır. Tefriz... Bana yükle diyor. “Ben varken sen niye taşıyorsun?” diyor. “Sev beni. Ben taşıyayım senin yükünü!” diyor. Ne büyük ikram… Yaa... Hukuk tedarik et. Kalbin ayine halinde olsun. Ayrılsın şöyle bir. Faydası yok çünkü! İnkâr etmişte, hayır demiş de ne faydası var. Onu yine taşıttırır sana. Vücuttan geçersen.

Bir, çok eski konuştuğum yerde vardı; “vücuttan geçersen” dedim de geldi şimdi aklıma, söyleyeyim. Artık bu, zevke taalluk eden bir bahis... Ama hadise olmuştur. Başka misallerde verebiliriz. Ahlakçıların kemâle ermiş olanlarından, Hacı Mehmet Baba namında bir zât varmış. Şeyh-i Ekber Hazretlerinin Lübbü’l-Lübb diye bir kitabı vardır. Gayet zor. Sözü söylenmesi kolaydır da, hâli zor. Bir zât o kitabı almış. Yolda rast gelmiş ona. Elini öpmüş. “Nedir elindeki?” demiş. “Efendim, Lübb'ül-Lüb kitabı aldım” demiş. “Onu yarın bana getirsen. Beraber okusak, benim anlamadığımı sen, senin anlamadığını ben birbirimize yardım ederekten okusak daha tatlı olur zannederim.” Tabi o adam biliyor ki,  o Lübb'ül-Lüb’ün kendisi zaten. Bana ikram ediyor, tenezzül ediyor, tevazu gösteriyor. Benim anlayamadığımı sen, senin anlayamadığını ben... Hürmetle elini öpmüş, sabahı dar bekliyor. Sabah olmuş. Kapıyı çalmış, içeriye girmiş; şöyle oturuyor hücresinde o zât. Elini öpmek istemiş. Elini uzatmış, birden bire. “Bir şey olmuş arkam filan” demiş. Sobaya dayamış arkasını. Üç parmak genişliğinde arkası suyla dolmuş, yanmış. “Yanmışsınız siz efendim!” demiş. “Öyle olmuş galiba” filan demiş. İşte tedavi... İki ay sürmüş tedavisi. İki ay, iyi olduktan sonra, geçtikten sonra iyi olmuş. Tekrar o zât gitmiş, demiş “Efendim, emretmiştiniz bu kitabı okumaklığımı. Beraber okuyacaktık, işte o gün siz rahatsız oldunuz.” “Okuduk ya! Onu” demiş. “Bir daha mı okuyacağız?” Anlatabiliyor muyum acaba? “Okuduk ya!” demiş. “Bir daha mı okuyacağız?” Bu günkü konuşma bu kadar yeter.

 

[1] Dâr-ul belvâ: Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
[2] Mezahir: Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları.  Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir)
[3] Semm-i Katil: Öldürücü zehir
[4] Mürg : (Frs) Kuş
[5] İsra Suresi 70. Ayet-i Kerime: وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً                                                           
Meali : Andolsun ki: Biz, Adem oğullarını üstün bir şerefe mazhar kıldık; karada ve denizde binitlere yükledik ve güzel güzel nimetlerle besledik; yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik.
[6] Tekrim: Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
[7] Ubur: 1) Öte tarafa geçme, bir taraftan diğer tarafa geçme.  2)Geçmek. 3)Atlamak. 4)  Zorlamak.  5)Suyun öte kıyısına geçmek.
[8] Müskirat: (Müskir. C.) İçilmesi ve kullanılması Allah (C.C.) tarafından men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler.
[9] Mahdud: Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
[10] Teksir : Çoğaltma
[11] Kılade: Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey.
[12] Zahr-ı peder: Babanın sırtı, baba sülbü
[13] Rahm-ı mader: Anne karnında çocuğun bulunduğu yer,  Rahmet kaynağı
[14] Tekevvün: (Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş.şekillenmek. Var olmak.
[15] Battal: kullanılmaz durumda olan, işe yaramaz, işlemez.
[16] Rü’yet: Görme, görüş.
[17] Mazbut: Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. Sağlam. Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. Muhâfazalı. Korunmuş. Belli, belirtilmiş.
[18] Hariçi hükema : Hikmet haricinde kalanlar, Hikmetten yoksun kimseler
[19][19] Berâet-i Zimmet: Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe şahsın suçsuz ve borçsuz olması.
Berâet-i zimmet asıldır. Meselâ bir kimse başka bir kişi üzerinde şu kadar alacağım vardır diye iddiâ etse, borçlu olduğu iddiâ edilen kimse borcunu inkâr etse ve borcu olmadığına dâir yemin etse onun sözüne bakılır. Çünkü her şahıs zimmetten yâni bo rcdan ârî (uzak) olarak yaratılmış olduğu için, Berâet-i zimmet asıldır. (İbni Nüceym-i Mısrî)
[20] Câmiü’s-Sağîr, 4/3810: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min bir amel işlediğinde kalbinde bir nur uyanır.”Ayrıca; Beyhakî, Şuabü’l-İman, Beyrut, 1990. V, 343. 
[21] وجدن كذنين لإ ىوقاص عالىه ذنبن اخر benlik günahı, başka bir günahla mukayese edilemeyecek kadar büyüktür.
[22] Vahid-i kıyası: 1) Ölçü birimi 2)Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. 
[23] Fetih Suresi 2. Ayeti-i Kerime لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
Meali: Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.
[24] Bizatihi: Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.
[25] İstidad: Alışma, ünsiyet etme. Doğrulma.  Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ   Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
[26] Hamuş: Susmuş. Sessiz. Sâkit.
[27] Serair: Gizli şeyler, sırlar.
[28] Nisbet: Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü.
[29] Âli İmrân Suresi 77. Ayet-i Kerime إِنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّهِ وَأَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَلِيلاً أُوْلَئِكَ لاَ خَلاَقَ لَهُمْ فِي الآخِرَةِوَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ وَلاَ يَنظُرُ إِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Meali: Fakat Allah'a verdikleri sözü ve kendi yeminlerini bir kaç paraya satanlara gelince, onların ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah, onlarla konuşmayacak, kıyamet gününde onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onların hakkı elim bir azaptır.
[30] Zuhruf Suresi 32. Ayete atıf yapılıyor.
[31] Zuhruf Suresi 32. Ayet-i Kerime أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Meali: Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimlerini aralarında Biz taksim ettik. Bir kısmını diğerinin üstüne çıkardık ki derecelerle bazısı bazısını tutsun çalıştırsın. Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.
[32] Nan içinde Müstagrak: haketmediği halde Nimet içinde boğulmuş, ekmeğe boğulmuş
[33] Meskutun anh: Sükutla Geçilmiş, Temas Edilmeden Geçirilmiş Konu.
[34] Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[35] Kıyamet Suresi 29 ve 30. Ayet-i Kerimeler رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ ﴿٣٠﴾     وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ ﴿٢٩﴾
Meali : (29)El, ayak, bacak bacağa dolaşmıştır. (30) O gün kişi yalnız Rabbinin huzuruna sevkedilir.[36] Dâd: Farsça Adâlet. Hak, doğruluk. İnsaf. Vergi, ihsan, atiyye. Ömür. Sızlanma. (Adâletle dâd arasında fark vardır; adâlet, binefsihi adâlet edip zulmetmemektir. Dâd ise, başkasının zulmünü def ve izâle eylemektir. L.R.)
[37] دولت به خران دادی و حشمت به سگان پس ما به  تماشای جهان آمده ایم؟
Devlet beharan, dağda i haşmet be-segan
Pes ma be tamaşai cihan âmedeyn. (Sadi)
[38] Tefriz-i umur: İşleri Allah (cc)’ye havale etme, teslim etme. 

[i]
Erzurumlu Ali Rıza Efendi’nin bu şiirinin tamamı;

 

-BEKLERİZ-

Gerçi edna kullarız biz gönlümüzce bekleriz
Cismi hak’iz lakin andan ruh ile müttefikleriz.

Aşk ile canı cihanız, akliyle malikleriz
Gelmişiz dünya değirmenin de nöbet bekleriz.

Dane’i ten un olunca merğı canı anlarız.
Devri daim çun döner bu esbabına felek

Arpa buğday misli tenler labet un olsa gerek
Âlemi ervahı aaladan tenezzül ederek

Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz,
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

Gerçi bu devranı seyran eyleriz leyli, Nehar
Şevkile ne çarhi döndüren enhar var

“Tahtehel enhar” taharri etmişiz etmişiz andan Kur’an
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz

Daneyi ten olunca merği canı anlarız.
Esbabı cismi bu nefis eylemiş toz ve duman

Aynı Beytullah iken dil, etmişiz gayra güman
Maksadı aksayı koymuş kılmışız meyli cihan


Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

Hoş o demler kim sürdü canımız canan ile
Ol vatandan düşmüşüz bu gurbete nisyan ile

Hayfa kim dostu unutmuş kalmışız düşman ile
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz

Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.
Âlem aşkı unutmuş gafilâne söyleriz

Ol görünse imdi biz kevni mekânı neyleriz
Vah ki, ol manayı koymuş surete meyil eyleriz

Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

“Hakki” Hak dilden isteyen bulmuş garip
Her işi bitmiş anınla mutmain olmuş acip
Gafiliz haktan anın çun kalmışız miskin, garip

Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

 

[ii] Aşık Dertli Divanından

 

Nefes Ervâh-ı ezelde, evvelki safta
Elestü hitâbında, belâ dedim
Koyma beni anâsırda, hilâfta
Cânım cemâline müptelâ dedim

Rûhlar aşk meyinden oldu mestâne
Kimi küfre daldı, kimi îmâna
Saf be saf olarak durduk dîvâna
Münkirler lâ dedi, ben illâ dedim

Ne çâre kün emri zuhûra geldi
Eşyâ ve mahlûkât hep zâhir oldu
Her ervâh kendini bir yolda buldu
Îmân u ikrârı ben sana dedim

Dertli çok hikmetten irşâd olmadı
Sensiz mahşer yeri güşâd olmadı
Çok nebîye vardım, imdâd olmadı
Şefâat kânısın Mustafâ dedim

[iii] Abdülbaki Gölpınarlı - 100 Şair 1000 Şiir Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi (Tasavvufi – Zühdi Edebiyat, Melami -  Hamzavi Halk Edebiyatı Alevi - Bektaşi Halk Edebiyatı), Milliyet Yayınları Türk Klasikleri Dizisi: 7 Birinci Cilt, Baha Matbaası, Ocak – 1972 s.285'de eser şu şekilde aktarılmaktadır

Aşık Dertli Divanından

Bab-ı ihsanından mürüvvet eyle
Karışturma her bir eşyaya beni
Bakma isyanıma merhamet eyle
Ulaştır menzil-i a'laya beni

Kün buyurdun her eşyayı bitirdin
Mevcudatı kemaline getirdin
Yaptın arş-u kürs'ü kendin oturdun
Düşürdün tükenmez gavgaya beni

Dertli'ye tükenmez bunca dert verdin
Ne çekmeye takat ne gayret verdin
Ne saltanat verdin ne devlet verdin
Ya niçin getirdin dünyaya beni

[iv] Seyyid Nigârî'nin "Menâkıb-ı Seyyid Nigârî" başlıklı müzdeviç 20'lik manzumesidir. Söz konusu şiirin biri eski harfli (Nigârî 1326: 389- 398), ikisi yeni harfli (Bilgin 2003: 339-344; Altunbaş 2004:534-560) üç baskısı mevcuttur.

......

Âteşim aşkım sîne kebâbım
Hûndur şarâbım cândır hûnâbım

Âhengim âhım nâle rebâbım
Ne disem anlar ehl-i hitâbım

Hicrân azâbım yanık sevâbım
Ser-mest-i yârım olmaz hesâbım

Sâye-i mihrim hükm-i meâbım
Bîdâr-ı mihrim şemme-i hâbım

Yohdur gözümde elimde tâbım
Hadden ziyâde tâb ender-tâbım

Açık meyhânem bî-bend-i bâbım
Çeşme-i cândır la'l-i müzâbım

Meyhânem deryâ bî-had şarâbım
Gülüm şarâbım mülüm gülâbım


Şîşe-i câmım ol mâhitâbım
Gülgûn şarâbım ol âfitâbım

Defterim sînem sînem kitâbım
La'l-i nâ-yâbım gülgûn şarâbım

Puhtedür gülgûn şarâb-ı nâbım
Hamrem ne hâmest el-hamdü lillâh 

[v] Fuzuli Divanından

Yâ Rab kerem et ki hâr ü zârem
Dergâha besî ümîd-vârem

Toprağ idüm eyledün bir insân
Müstevcib-i akl ü kâbil-i cân 

Ger cân ise hâk-i dergehündür
V’er akl ise sâlik-i rehündür
 

Men gülşen-i cân içinde hârem
Âyîne-i akla bir gubârem
 

Nem var ki lâf edem özümden
Mahv eyle meni menüm gözümden
 

Ol gün ki yoh idi mende kudret
Kıldun mana gaybetümde şefkat
 

Cân verdün ü sâhib-i dil etdün
İdrâk-i umûra kâbil etdün
 

Ger safha-ı sûrete misâlüm
Çekmezdi kazâ n’olurdı hâlüm
 

Hâlâ ki havâlegâh-ı cûdem
Makbûl-ı saâdet-i vücûdem
 

Yüz şükr ki yoh sana hilâfum
İnsâfum var ü i‘tirâfum
 

Eyle değülem ki bu arada
Sedd ola sülûküm i‘tikâda
 

Her lahza akîdem ola zâil
Tevhîdüne isteyem delâil
 

Râh-i talebünde bî-karârem
Ammâ talebümde şermsârem
 

Doğrı yola getmedüm ne hâsıl
Bir menzile yetmedüm ne hâsıl
 

Bu arsada her eser ki gördüm
Sensen dedüm ol eser yöğürdüm 

Çün verdi hayâl ana ham ü pîç
Men münfail oldum ol eser hîç
 

Men akldan isterem delâlet
Aklum mana gösterür dalâlet
 

Tahkîk yolında akl n’etsün
A‘mâ vü garîb handa getsün
 

Tevfîk edersen meger refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i tarîkum
 

Gör hırsumı isteğünce ver kâm
Senden ikbâl ü menden ikdâm
 

İlmünde ıyandur i‘tikâdum
Sensen senden hemîn murâdum
 

Dünyâ nedür ü taallukâtı
Endîşe-i mevtdür hayâtı
 

Ammâ demezem yamandur ol hem
Ser-menzil-i imtihandur ol hem
 

Bi’llâh ki bu dil-firîb menzil
Eyle mana verdi râhat-i dil

Kim eski makâmumı unutdum
Sandum vatanum makâm dutdum

Müşkil gelür imdi terkin etmek
Bir özge makâma dahi getmek

Men beyle kılurdum i‘tibârı
Kim munda olur gönül karârı

Mundan özge makâm olmaz
Zevki bu yerün tamâm olmaz

Ammâ çü senündürür bu güftâr
Kim dünyeden özge âhiret var

Oldur ki makâm-ı câvidândur
Kâm-ı dil ü râhat-ı revândur

Güftâruna i‘tikâd kıldum
Ol yahşırağ olduğını bildüm

Bildüm ki budur senün murâdun
Kim ehl-i kemâl ola ibâdun

Munda yete rütbe-i kemâle
Anda yete devlet-i visâle

Farz oldı bu azmi cezm kılmak
Mi‘râc-ı kemâle azm kılmak

Bu râhdan etmek olmaz ikrâh
Hoş râhdürür sana geden râh

Evvelde çü lutfun oldı ma‘lûm
Âhir günde hem etme mahrûm

Çün yâd-ı visâl edüp revânum
Azm-i reh-i kurbün ede cânum

Ol lahza hem etme şefkatün kem
Tevfîki refîkum eyle bir dem

Çün akl ile dil emânetündür
Mende eser-i inâyetündür

Munları menümle zâr kılma
Bir niçe azîzi hâr kılma

Tâ kim bu makâmı terk edende
Senden yana azm edüp gedende

Menden âzürde getmesünler
Dergâha şikâyet etmesünler

Şûm olmasun anlara visâlüm
Olmasun olardan infiâlüm

 

 

 


1 yorum:

Bu kemalatlar karşısında nutkum tutuldu,

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017


Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




9 Saniye sonra Kapanacaktır