004 (01.03.1958) 70 dk. (268)
(Kasetin kaydı arzu edilen kalitede olmadığı için bir çok yeri duymakta ve anlamakta zorlandık. Emin olmadıklarımızı kırmızı ile yazdık. Hiç anlamadığımız yerlerde de ...... ile geçiştirdik.)
Niçün ezer felek beni?
İkbalinde hud’a[1]
idbarında[2] fecia
gizlenmiş. Süratle geçer gider. Burada akıl geçer, âlem-i hikmette akıl. Ona da
durak mahallinden ileriye yol vermiyorlar. İçinde
sessiz sözsüz bizsiz sizsiz konuşan bir vücudu var. Üüü bir tane mi vücudu var?
Mazhar-ı küll[3] insan,
naib-i hak. Burada oturursun birçok yerlerin içinde gezersin. Beni dinlerken de
konuşuyorsun. Dinleyen vücudun başka, konuşan vücudun başka, gören vücudun
başka… Diğer yeri, seni içine intikal ettiren başka. Bir acayip, muamma… Aman,
demekten başka çare yok. Bunları söylemekten maksadım, insanlık pek acayip bir
derekeye[4] düştü de
bilinsin içün. Tabi mensi ve mühmel bırakılmayacak yani başı boş değil. Ahlak
mefhumu mana ile beraber gider. Ebediyetle beraber... Ebediyete gönlünü
bağlamazsa; zaten ahlaka sahip olmaz. Süstür o.
“Efendim, akli terbiye ile
cemiyet tekâmül eder.” Satırın üzerinde kalır. “Beşeri terbiye ile cemiyet
teali eder.” Satırda kalır o. Sayife-i âlemi açarsanız –tarihi- akıllara veleh[5] verecek kadar
büyüklükleri, en güzel hayırları, insanlığı teali ettiren devrelerini, o nev’i[6] beşerin
sayfası açıldığı vakit de, manaya gönül verdikleri zamana tesadüf eder. Acaba
anlatabildim mi? Yani Allah’ı (cc) fazla saydıkları zamana tesadüf eder. Aşk.
Kavaid-i[7]
ahlakiyeyi, vacibat-ı insaniyeyi, hayat-ı ebediyeyi, manalı ahlak insana talim
etmiştir. ………….
Kaç defa misal getirmişimdir; iki
tane er tasavvur edin, iki asker. Bunun bir tanesi, “Adam diyor, ben bir kör
tesadüfün neticesiyim. Ne ebediyet, ne divan... Bunlar hepsi hissin, cemiyetin
uydurmuş olduğu kıymetlerden ibarettir. O kıymetler her gün değişebilir. Ben ne
hak tanırım, ne hakikat tanırım. İşte tesadüfen gelmişim bu âleme, ne vakit şu
ihtirasat-ı nefsaniyemi tatmin edebilecek sahalar bulmuşum benim içün saadet o
dur. Ne vakit ki, dünyadan mahrum yaşamışım, afaki[8] zevkler,
sahavet[9]-i insaniye ise benim için de mahrumiyet o dur. Hayat da
burada geçirdiğim dakikalardan ibarettir. Bu zihniyetle, bu imanla yaşıyor. Bir
diğer asker de diyor ki, “Hayır! Ben asude kaldığım vakit de içimde ebed
sedasını duydum.” İz’anı, vicdanı, irfanı, ah
bilmeye malik olan hassalara sahip olan beni, iz’ansız vicdansız, şuursuz bir
varlık meydana getiremez. Ben hiçbir zerrede abes yaratılmış bir şey görmedim.
Gelmem de gitmem de ihtiyarım yok. Benim diyecek elimde hiçbir medarım[10] yok.
Ağzıma aldığım şeyin tatlılığının acılığının farkına vardıktan sonra artık
benim buyumdan[11],
kokuluğumdan bir hesabım olmaz olur mu? Kudret bana zaman denilen bir hal
veriyor da o hal ile gaybı bile biliyorum. Olur ya; tekâmül eder, bir rüya
görür. Görmüş olduğu rüyayla bu rüyadan şu çıkacak, derken bu hadise meydanda
değildir. Anlatabiliyor muyum acaba? Hadise meydanda değil.
Annenin karnındayken annenin
yediği gıdalardan yedin. Eline almış olduğu
gıdayla beraber alıyordum fakat bir an geldi annenin gıdasından beni ayırıverdi,
ayırdıktan sonra dışarıya çıkınca hangi irtibat kaidesiyle ben onu yapabilecektim.
Meğer emme hassasını öğretti …….. ananın
memesine o vakit yapıştın. ……………… hayatımın
teşkilatı, şekli başka türlüydü. “Onun gıdası ne” bende
bilmiyordum. Aynı şeyden bir gıdaylan.
Bir an geldi beni ayırdılar, “şuhut âlemine çıkacaksın” der demez; ben nereden
akıl ettim de, annemin memesini emmeye başladım. Ban ait bir varlık yok mu ki,
“ebeni emeceksin” diye
emretti. Asabım bozuk da kimi yerlerini söyleyemiyorum. Söyledim, konuştular dün,
ben geldikten sonra gelmek, suç. Bugün huzurlu konuşma olmaz. Cümleler hep
sakat çıkıyor. Bir şey anlıyorsunuz belki ama cümle sakat, bence makbul cümle
değil.
Bir sahib-i hakiki olmasa... Tavuğa
yumurtanın altına otur da şu kadar gün sonra yavru çıkacağını kim söyledi? Sevk-i
tabii[12]... Bırak
o şeyi. Doğrudur o sevk-i tabi ama sevk-i tabiinin vazih-i
kanunu(09:25) kim? Tekâmül ettikten sonra yumurtanın içerisinde, mini
mini gagasına vur oraya, tık tık yaparak çıkacaksın. Hadi, çık vaktin geldi. Kim öğretti onu ona? Deve suretten ibaret gibi görünür fakat hakikate girecek
olursa o kadar güzellikler gösterir ki, uzun bir boynu vardır, i’cap[13]lı bir
şekli vardır. İç âlemindeki vaziyeti bambaşkadır. Yere oturarak yükü alır.
Oturur, yük ondan sonra vurulur. Boynunun öyle olmasında, bir fizik hadisesi
yapar: Boynunu ileriye götürür, yükü aldıktan sonra geri çekerken ön ayaklarını
kurtarır. Tekrar bir hareket yapar boynuyla, arka ayaklarını da kurtarır.
Ayağının ayakkabısı, çölde yürümek için yapılmıştır. Çöl sahrasında ne biçim
ayakkabı giyilirse ona Kudret, öyle
ayağını yapmıştır. Keyfidarlık verirse(10:07)
yapabilir mi? İçinde bir su kırbası vardır. Bir de azık torbası vardır. Bulunmuş
olduğu sahalarda günlerce gidilir, sindirilmez. Lazım geldikçe enerjisini tasarruf eder. Tutar içer, tekrar içer tekrar
devresini yaptırır.döngü.. içerisinde. Hörgücü
yağ tulumudur. Eğer azık bulamazsa sahra-i beyabanda[14] onu
eriterekten kendi hayatını devam ettirir. O su kırbasını bitinceye kadar, o hörgüç
eriyinceye kadar, Kudret nimetini ihsan eder.
Öyle der, Hatem; “Hiçbir şey okuyamadın, hiçbir şey bilmedin lüzumu yok da; bir sağılır hayvan da mı görmedin?” Bir
sağılır hayvana da mı tesadüf etmedin?
İnsanların en zaruretli zamanlarında nabi[15] ul
hayatı olabilecek gıdayı veren o sütü, ‘Ben kanla gübre arasından çıkarırım, ne kan
renginden veririm ne de gübre kokusundan bir koku veririm.” Mevzusu uzun sürer,
misal vermek istersek sabahlara kadar günlerce verilebilir.
Çünkü
Olsa istîdâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy,
Bütün zerrat kendisinde ruh var diye bağırır. hilaf
olmaz. O sedayı duyan ah almaz. Ahlakta insanların ah aldırtmayacak müessesesidir.
Acaba anlatabiliyor muyum?
... nazariye filan, yazılı filan o... Öyle şey olmaz. Kestirme söz;
kalpleri terbiye etmek içün Kudret tarafından bir şey’a
bağlanmış olan memba-ı nübüvvetten gelen bir akıntı olacak. Onun maadasında
yoktur bir şey.
İki er tasavvur ediyorduk, bir
tanesi; rahat olmalı diyor. Benim kitabım bulunan paranın üzendeki yazı. Bana
bundan haber ver; yüz mü, beş yüz mü, bin lira mı? Ben başka bir şey bilmem.
Bir de hazlarını…. İstirasatını takrir[17]
edebilecek şekillerden başka bir şey ortaya atarsan zaten kabul etmem. Ebediyet
âlemi varmış, Hakk’ın huzuru varmış... bunlar hepsi boş. Bu kafa yaratıyor.
Bir de biraz evveli sıraladığım
gibi, abes[18]
yaratılmış hiç bir şey yoktur diyor. Kaşlarıma baktım diyor; alnımdan inen ter,
gözümü rahatsız etmesin diyerekten bir tecelliye mazhar olmuş diyor. Kulağıma
baktım diyor, hatt-ı zatında içerisinde bir maî[19] var;
tahtakurusu, pire barınamasın diyerekten derc[20] etmiş,
diyor. Adi misaller getiriyorum. Amiyane misaller. …. Dağ gibi.
Yalnız bizim için değil bu…
Maneviyatsızlık hiçbir vakit ekseriyetin meshebi
olmamıştır ve olamazda. İnsan yok öyle. Kaç defa misal getirmişimdir. Fikren... çoook
binlerce asır evveline dönelim. Binlerce asır, evet. Kitapların bildirdiği âdem…
Daha Hazreti Muhammed’in (sav) bildirdiği Âdem’i bildiremiyoruz. Efendim üç yüz
bin sene evvel görünmüş hayate (13:10) çıkmış, işte
insan devri üç yüz bin evvelmiş... Ne milyar sene evvel ne nuvülyon sene evvel...
Kudreti, Zatıyla hadis, zamanıyla hadistir O. Ne milyon ne milyar… Öyle mi
zannedersin? Bak Beşeriyetin Fahri Ebedisi
(sav) öyle der; "İnnallahe halakal ademel malum bade miete miete elfe
adem". Bizim bilmiş olduğumuz Âdem’den evvel, bu kâinat yüz binlerce Adem
devresi geçirmiştir. Siz, son Adem’in evladısınız. Biz dünya gördüüüükkk. Erbabı
bunu da görebiliyor, başka. Cenab-ı Muhyiddin der ki; Beytullah’ı ziyarete
girdim, aziz sıfatlı varlık gördüm. Böyle daha daha bir -tarif
edilmez ki insan, görmeye bağlı şey.- Siz kimlersiniz? Neredensiniz filan.
Güldüler. “Sen kimsin?” dediler. İşte söyledim, ben o kimsenin çocuğuyum... Sen
buğdaycı Adem’in oğlusun, bizi bilmezsin. Sen buğdaycı Adem’in oğlusun. Sen son
Adem’in oğlusun. Üüüü. Bak kim geliyor, hayret.
Ama gaflet herkese bir benlik
vermiştir. Hayaline köle olmuşuz hepimiz, hayale köle olmuşuz hepimiz. Şu
benimdir şudur, budur.
Şimdi gelelim biz mevzunun an
yerine; şöyle fikren bir seyahate geçelim, binlerce sene evveline: Bunun için,
bir delik ağacı kendisine mağara yapmış, mesken yapmış. Geniş bir ağaç.
Avladığı hayvanın derisini elbise yapmış, etini çiğ çiğ yemiş, henüz daha şey
yok. Taştan baltası elinde, atmış bir tarafa. Ağaca durmuş, düşünüyor. Ne
düşünüyor? Ne düşünüyor? Akşamın yemeğini bulamadı, ekmek parasını kazanamadı
mı? Daha öyle bir aile teşkilatı yok. Vergiyi veremedi. Daha köy teşkilatı yok.
Hiçbir şeyin teşkilatı yok. “Kimim?” diye düşünüyor. Nihayet ismini bulamıyor,
o düşünce onda o kadar büyük bir tecelliye mazhar kılıyor ki; son olaraktan
“var, var” diyor. Ayağa kalkıyor. İşte o var var demesi; Allah Allah demek.
Dimi? Fıtridir o. İnsanda fıtri.
Yine geldik iki asker mevzuuna: Biri öyle dedi, biri de dedi ki, hayır.
Yerde bir çimen biter, haneni yıkar. Bilmez. Sigara kağıdından daha naif[21], el
sürüldüğü vakitte elin sürülme tahammülüne kadar şeyi yok, dayanması yok. Taş
gibi arzın üzerinden Kudret’in kendi lisanıyla ismini anar: “Çekil bakalım,
meydana çıkacağım!” der. Anlatabildim mi acaba? Haneni yıkar ya hu? Büyük kitap
öyle der; “Hiçbir şey görmedin de” der, “ufacıcık bir çimenin yukarıya
çıktığını da mı görmedin” der. “Orada da vardım!” diyor. …… (20:00) Taşa, toprağa “tak” kazmayı vurduğun
vakitte yüzüne parçasını fırlatabilecek olan o arzı , “Ben geliyorum ismi
ilahiyle çekil bakalım” der. “Bunları gördüm ben” diyor. Nasıl olur?
Buraya her adam yüklü gelir.
Kimse yoktur yüksüz olarak gönderilmiş olsun. Herkes yüklüdür. Doğum demek, yük
yüklemek, demek. Yüklüdür. Çok parası olan, üüüüü, daha yüklü. -Onu da
anlatacağım şimdi- Büyük bir kasası olsa,
muazzam bir masası olsa, ne kadar suret itibariyle beşerin vermiş olduğu
kıymetle, yükselirse o kadar yükü artar. Yük, daha yüklü. İnsan yükü niye tutar?
Bir adam yükü ne diye taşır? -Düşünen adamı konuşuyoruz, düşünmeyeni değil- Yükü niye
taşır? Saadete kavuşayım diye taşır. Yük ne içün taşınır? Saadete kavuşması
için. Bu yük binmiş zelil (21:25) hayatta saadet
var mı? Yüklüdür o . Açılmasıyla kapanması bir olur. Kaç yaşındasın? Kırk. Koy
ortaya bir şey. Otuz. Koy. Gözünü aç kapa bir şey yok. Yine öyledir. Onu on misline çıkar, yine öyledir. O halde
dünya tarla, ebediyet harman dar-us sürur onun
bir hazinesi... Kötü olan yanı da bu, hazinesi. Öyle değil mi? Saadet ne için? Ebediyyen
mi bu saadet üstünde? Biten şeye saadet denir mi? Bitiyor o. Buraya Kevn-ü
fesad âlemi denir. Karnın acıkır güzel bir ekmek yemek için için tir tir
titrersin. Yersin, üçüncü beşinci
altıncı.. senin alış tarzına kadarsa, ne bileyim ben? Nihayet bir lokmaya gelir;
“Aman fazla verme, çıkaracağım” der. O çok sevdiğin yemekte üç gün sıcakta kalacak olursa; ondan sonra, üstü küflenir “at” dersin, “bozuldu”. Bir gün
evveli böyle bakıyordun -insanoğlu öyledir- için titriyordu. Üç gün sonra gönlünü
başladı sıkmaya. İşte Kevn-ü fesad. Misal.
Anlaşılıyor mu bir şey? Kevn[22]-ü fesad, Dünya böyle bir
şey.
Sizce
bu iki erden hangisi insanlık âlemine hizmet eder. Hüdanekerda[23], Allah muhafaza etsin, memlekete bir hücum
olsa, biri diyor ki; “Burada ne kadar kalırsam, işte benim için sefa, saadet
budur”; biri de diyor ki, “ Hayır! Ben bir huzura gideceğim. Takvim-i
insanimden her gün bir yaprak kopardıkça, “Allah” diyorum. “Vuslat yapacağım,
aslıma kavuşacağım.” Bunun ikisini düşman karşısına koyunca, “Efendim aklı
terbiye ile içtimai terbiye ile… “Ben” dedi mi, ne içtimai terbiyesi kalır, ne akli
terbiyesi kalır. Hepsi gürültü patırtı kalır. Öbür ki mana terbiyesiyle ahlak
manasıyla doğmuş, cezbe gelir cezbe gelir. Düşmana saldırdığı vakitte -onu harp
meydanında bulunanlar daha iyi bilirler.- Yalnız bir ses çıkar. Hırt hırt, hırt
hırt. Öbür kesim içerisinde, öteki; “ben kim masasına öleceğim, kimin kasasına
öleceğim, kimin rütbesine öleceğim” der. Geri kaçar. Beriki Allah’a (cc)
gidiyorum diyerekten cezbe halinde, düşmanın kulağını koparır. Kafi gelmez, duramaz. Acaba anlatabiliyor
muyum? Farklıdır o.
.....
mefhumundan buraya geçtik.
İnsan kadar terbiyesi güç, hayrını az bilen hiçbir mahlûk yoktur. İnsan kadar
hayrını az bilen ve terbiyesi güç hiçbir mahlûk yok. İnsan. Vakıa, bazı
nazariyeler vardır, insanı “maymun azmanı” derler ama biz bunu kabul etmeyiz.
Öyle değil mi? Neden? En vahşi insan icabında en medeni insan kadar
konuşabilmeklik, en medeni insanın yapabildiği ef’ali[24]
yapabilecek kabiliyete getiriyorlar. Daha hiçbir maymunu o hale getiremediler. Anlatabiliyor muyum acaba?
Bazı insanlar var, öyle özeniyor “maymundan alma, maymun azmanı” gibi filan.
İnsan
insan. Ruh-u menfuh ile tekrim edilmiş, kıymeti burada. Hayrını az bilir.
Maymun, iki ay üç ay sonra anasına ihtiyacı kalmaz. Sen on yaşına, on dört
yaşına gelirsin yine ana diye bağırırsın. Kendini kurtaramazsın. O, üç ay sonra
alakasını keser. O’nun gibi olur. On, on iki, on beş yaşına gelirsin yine ana
diye bağırırsın. Fakat bir de mana ciheti vardır insanın -âlem-i kudrette de
değil yani- âlem-i kudrete bağlı. Orası çok zengin, öfff. Oraya bağından dolayı
kendisinden çok kaviyi, Kudret ona müsahhar[25] kılmış. Öküz senden çok kuvvetli dimi ya?
Fakat öküz seni kullanmıyor, sen öküzü kullanıyorsun. Bunda büyük bir ibret vardır. Onun içün iş,
kuvvette değil Kudrette. Kuvvete tapma Kudret’e tap. Öküz senden çok kuvvetli
di mi? fakat öküz seni kullanıyor mu? Ben öküzü kullanıyorum. İş kuvvette değil,
Kudret’te.
Madde
medeniyeti zahir olduğu vakitte daima insanlar nokta-i istinad[26]ı, kuvvet
olarak kabul ederler. Madde medeniyeti zahir oldu mu; “nokta-i istinad
kuvvettir” der. Yandı beşeriyet işte. Bu nazariye çıktı mı orta yere, bu hal
geldi mi daha doğrusu? Çünkü zalim aciz kalınca kuvvete yapışır. Yapışır, seni yakar. Fakat Kudret’le ünsiyeti
olan kimse hiçbir vakit zalim olmaz ve aciz olmaz. Zelil olmayınca aciz
olmaz. Daima aciz vaziyetinde zalimdir.
Zannetme ki mazlumdur. Surette mazlumdur amma muhakkak aciz zalimdir. Ve hiçbir
ateş yoktur ki yerini küle terk etmesin.
Hiçbir zalim de yoktur ki, yerini mazluma terk etmesin. Tarih-i
âlem böyle gösteriyor. Aciz kalınca kuvvete sarılır. “Nokta-i istinat
kuvvettir” der. Fakat mana medeniyeti
teali ettiği vakitte, nokta-i istinat Hak’tır. Madde medeniyeti revaçta olduğu
vakitte hedef menfaattir. Menfaat... Hiçbir
vakit insanda düsturu[27] yoktur menfaatin, oraya düştüğü
vakitte. Usulü yok. Kendimizden yapalım
tatbikatı: Gayet zarurette bir adam “Bin liram olsun, bak ne yaparım”der. Tesadüf
eder bin olur; on bin der. On bin olur, yüz bin der. Yüz bin olur, milyon der. Milyon
olur, milyar der. Milyardan taa nümilyonlara kadar gider o. Cibilli o. İhtirasat-ı
nefsaniye hiçbir vakit tatmin olunmadığından dolayı cidal çıkıyor cidal. İşte
bugün beşeriyetin inlemesindeki illet o. Fikirler yükselmiş, ilimler yükselmiş
ama satır[28]da, dilde
yok. Buraya geçmiyor. Anlatabiliyor muyum?
Gönül
âlemine işlemiyor, satırda üüüü. İlimler bol, fikirler
bol, ciccili bicili şeyler bol. Hepsi var. Fakat gönle tesiri yok. Ruha hitap edemiyor.
Onun için beşeriyet inim inim inliyor.
Madde medeniyetinde hayat cidal diye tarif edilmiştir. Cidalin neticesi
paylaşmaktır kardeşim. Onun içün hattı
zatında bütün insanlar paylaşma hevesine düşmüşlerdir. Paylaşmak. Mana
medeniyetinde hayatı cidal diye tarif etmek ki, hayat hattı zatında.. Ne diye
tarif edilir? “Düşeni kaldırmak.” Deden öyleydi işte, o hayata sahipti.
Sabahleyin kapıdan çıkarken sol ayağını atardı, sağ ayağıyla çıkmazdı. Bunlar
şimdi belki size bir tuhaf gelir ama anane zevkini anlatıyorum. Bu da bir ilim.
Sen belki dersin ki: sol ayağını atmış, sağ ayağını atmış bunlar süfli[29] şeyler.
Öyle değil. Hep işaret var. Sağ ayağını içerde bırakıyor; evlad-ı iyaline, “Ben
içerdeyim. Hak celb[30]etti de dışarıya
çıkıyorum.” Anlatabiliyor muyum acaba? Onu hariçte tanıma, ben içerdeyim.
Çoluğuna, çocuğuna, kurmuş olduğu yuvasına. Eğer büyük bir huzurdan çıkıyorsa,
bir ne bileyim mübarek insanın huzurundan çıkıyorsa; “Senden nasıl ayrılabilirim,
ayrılamam. Sağ ayağım içerde ama beşeriyet iktizası[31] var
camiada; onun için solumu attım” der. Anlatabildim mi acaba? Sağ ayağı içerde.
Sol ayağını atar, dışarıya çıkar. Zevk almadın mı acaba?
Yani ef’ali harekatımızı, tarihinin
en eski efendisi olan necip Türk Milletinin düşüncelerindeki büyüklüklere bak.
Giriş tarzı, çıkış tarzı.... ki kâfi. Bugün bir aile teşkilatı için, bir
muhabbet ocağı için bunu düşünerekten bir hareket yeter. Yeter bu kadar, bu
kadarcık bir şey. Bir kapıdan çıkma ef’ali. Ama düşünerekten.
İman ederekten, ihlas ile. Olur. Onlar,
büyük adamlar onlar. Kaç defa söyledim, burada münasebet aldı da söyleyeyim.-
Yabancı arkadaşlar var, görmediğim şahsiyetler- Dedenin her şeyi öyle.
Konuşması, oturması, kalkması. Sen ona kaba adam dersin. Kaba adam değil; üüü o
kadar ince adam ki, bizim aklımıza gelmeyen şeyleri bilir. Olur mu? Kaba olan adam hatt-ı zatında on dört
milyon kusur kilometre olan bir yerde ihya-i
hizmet edebilir mi? Dünyanın dörtte üç buçuğuna sahip olabilir mi? Zalimi
gördüğü vakit…... Okusana şunu. Kralların krallığını tasdik etmeden adam
krallık yapamıyordu. Sen o dedenin
çocuğusun. Tarihini iyi oku. Kralın, krallığını tasdik etmeden, adam krallık
yapamazdı. Hiç görmedin mi? Sen çıkarmamışsın garplılar
çıkarmışlar...... Onlar bulmuşlar çıkarmışlar, böyle tablolar var. Kral
böyle, şu vaziyette eğilip de, bir yere diz çökerekten, başına şey geçiriliyor,
taç geçirildiği vakitteki hali. Onlar büyük adam.
Dünyayı senden iyi bilir bir
defa. Bedayimi[32] senden
çok yüksek. Süleymaniye Camisine -beynel minel ismi hafızamdan çıkmış- bir mimar
geliyor. Dünyada tek bir adam geçiyor. Sabahın erkeninden akşamın karanlığına
kadar oturmuş şeyin üzerine.... yatmış, yorulmuş artık yapa yapa yapa yapa, durmuş
kafası. Soruyorlar; nedir bu kadar çok mütehayyir[33] etdin? “Şu
binayı yapan adamın kafa kemiğinden şu kadar bir kemik bulsam da Allah diye
tapsam diyor.” Şu kadar bir kemik bulsam ne olur, şu kadar diyor. Dünyada ne
kadar muazzam tanınmış bina varsa -tarz-ı mimari varsa- ben bugün hepsinin
aynını yapmaklığına Kudret bana bir imtiyaz vermiştir, yaparım. Fakat bunu
yapabilmeklik içün hesap bilemicem, yapamıyacağım. Bu yapılmaz, diyor. Acaba
anlatabiliyor muyum? Dünyanın hangi köşesinde, ne kadar kıymet almış bir varlık
varsa ben bunu bugün yaparım. Bunu... Uymuyor, kurduğumuz düsturlara uymuyor.
Size diyor, nasıl anlatayım? Bu ayrı bir meslektir. Yalnız anlatabileceğim bir
yeri var. “Gel buraya!” diyor, getirmiş caminin -Süleymaniye Camiinin- duvarını
gösteriyor –Hakikaten de öyledir, merak ette bak. Bu kadar ince, ip ince bir
duvar- “Bu ince duvarın üzerine bu kubbeyi nasıl oturtmuş? Fennen yok bunun ahkâm[34]ı diyor.”
Deden böyle. Onlar merak ediyorlar.
Amerika’da bir mabet Washington’da
yapılmış. Oradan bir ahbabım geldi. Daha geleli bir ay filan oldu. “Cuma günü gittim,
orada bir namaz kıldım. İçindeki Müslümanlardan daha çok Amerikalılar” diyor.
Şey de geldi diyor: İsmi aklıma gelmedi, Reis-i Cumhur Amerikanın. Haa. Kemal-i
huşu ile ayakkabılarını çıkardı. Çevrede de böyle
kalabalık(36:50) ondan sonra hepsi diyor ayakkabılarını çıkarıyorlar,
tık yok. Böyle bütün ibadet bitinceye kadar huşu ile oturuyorlar, bakıyorlar,
fikirlere bakıyorlar. Şeyi soruyorlar diyor: Bir dini zaruret midir din-i zarf. Hani zarflara mı birikiyor ya.(37-10) Bu kubbe bu şey bir zaruret midir?
Anlatıyor, iyi anlayan var orada diyor. Hayır dini zaruret değil. Sedayı tekrar
aksettirsin diyerekten yapılmış. Anlatabildim mi? Seda, musiki bilenlerce ne
şekilde yapılır. Süleymaniye onların en birincisi. Süleymaniye’nin bir
köşesinde “aaa” de, kapının dibinde “aaa” alırsın. Akordunu yapmış. Cami
bitmiş, bitmek üzere minbere almış nargileyi boş nargileyi mimar, fokur fokur
fokur fokur yapıyor -Her zaman vardır edepsiz insanlar. Çekemeyen haset edenler-
Hemen şey etmişler, ihbar etmişler hükümdara, Süleyman Han’a; mübahat[35]sızlık
var caminin şeyinde diyerekten. Derhal gelmiş. Binmiş ata yıldırım süratiyle.
Girmiş içeriye bakmiş ki; tennure çalıyor.(38:12) “Nedir
filan?” demiş. “Kapanıyor artık kubbe” demiş. Ben müminim müminim demiş. Ben
bir yerden korkan kimseyim atını süratli şekilde sürmüşsün ama inşallah
kıyamete kadar devam eder de, sana bir de rahmet hissesi rütbesi ayrılır demiş,
hükümdara. Ben müminim. En iyi sesi onun fokurtusu ayar edermiş. Anlatabildim
mi acaba? Belki bilmiyordun. O fokurtu var ya, fokurtu, anlıyor musun? Kapının ucuna gidin (38:50) o fokurtuyu duyacaksınız,
o köşeye gidin duyacaksınız, bu köşeye gidin duyacaksınız. Yalvardım Allah’a (cc)
ki içinde Allah sesi dinlendiği vakitte herkesin içinde aynı seda çıksın
diyerekten, kafa yormuş. Bu kadar bedayii[36] bilen
adamlar.
Misal veriyorduk, birkaç tane
dimi ya... Eskiden de söylediğim şeyler. Öyle nazik insanlar ki... Sonra Mimar
Sinan; ne bir kan, nasıl bir kabiliyet, ne büyük tecelliye mazhar olmuş adam. Kırk
beş yaşından sonra mimar oluyor. Beş yüz küsur eser meydana getiriyor. Beş yüz
küsur... Senede kaç tane yaptın? Nasıl yaptın? Nasıl yetiştin? Durur adamın
aklı. Riyazet masasında kalemi oynar, harbe gider hattı zatında kılıcı oynar,
binaya gelir çekiçi oynar. …… Kafa kemiğinden bana bir tane verinde tapınayım,
diyor.
Misal veriyorduk. Dedenin konuşma
tarzlarında hani... Kıymet vermiyoruz da onun için aklıma geldi. Tekamül etmiş
olan akılda olsaydı ne yapardı. Tekamül etmiş olan akılda olsaydı ne yapardı,
olur mu? Akıl onun elinde oyuncaktı. Lambayı yak demez mesela. Neden demez?
Yakmak kelimesi meşûm. Yanmak
yok mu ya? O kelimeye ünsiyet edemiyor, gönlüne
huzursuzluk veriyor, dilini alıştırmıyor. Kötü kelimeye dilini alıştırmamak.
Peki insan ölürken hepsini eritir
mi? Kulak işitir, ses kesilir olaraktan, onu şey getirirlermiş onlar. Tabire
dikkat et: Gözünle görmüş olduğun çirkinlikleri unutabilirsin fakat kulağınla
ne işitmişsen, geleceğin zaman da hepsi vücut bulur karşına dikilir. Onun içün
sakın kötü fikir dinleme. Dedikoduya hiç yer verme. Lüzumsuz konuşma. İki
dinlemek bir konuşmak için Allah (cc) iki tane kulak bir tane ağız yapmış. O
da bilen için, bilmeyen için kapa. Kudretin yapmış olduğu şekillerden insan
hisse almalı. Kulak iki tane işitici vasıta iki, söyleyici bir. Bir söyle iki
dinle. Acaba anlatabildim mi? İki dinle bir konuş.
Ben çok bahsettim ama yabancı
arkadaşlar gördüğüm için tekrar edeyim. Bunlar,
söylediğim şeyler bunlar. Deden o kadar büyük. Kapıdan çıkma tarzında bile incelik var. Anlattık
ya. Sabahleyin kapıdan çıkarken sol ayağını atar. Sağ ayağını atmaz dışarıya.
Niye? “Ben oradayım diyor, yuvamda diyor” sağ ayak. Anlatabildim mi? Hasb-el beşer
yerüstü gailesi öyle icap ediyor, dışarıya çıkıyoruz. Fakat gönlüm, varlığım
buradan ayrılmamıştır. Bunları böyle yazı halinde değil; tatbik etmiş. Öyleleri varmış ki; dalıp da sağ ayağıyla
çıkarsa, dönüyor tekrardan bahane ediniyor kendisine tekrardan
çıkıyor. Zevk edinmiş bunu kendisine. Zevk bunlardır. Lambayı yak demiyor. Yakmak kelimesi
meş’um[37], kötü
kelime işitmeyeceğim diyor. Dediğin gibiyse.
Haber de öyle geliyor:
Bir adamın görmüş olduğu
çirkinlikler, icabında gözünden silinir. Kudret onu inha[38] cephesinden alır, siler. Fakat ne kadar çirkin şey
işitilmişse; onlar, ölürken karşına dikilir. Böyle mi gidicen âlem-i Kudretin
karşısına? Karar çıkmak üzere, duracak birazdan yürek.
Karar son nefese bağlı, bir tek nefese bağlı. Çünkü en son tatile uğrayan uzuv
da samia[39], işitmek
uzvu. En son.. Hisse veriyor. Neden acaba biliyor musunuz? Her şeyden efdaldir …………(44:35)başka biri. Kudret huzurunda en efdal aza
samia. Ona çok kıymet veriyor Allah. Elbette hikmeti var ama bir başka gün
söyleriz, bir gün izahını yapmak lazım. Yak demiyor da uyandır diyor, lambayı
uyandır. Tabire bak. Yanmak kelimesi meş’umdur
diyor, alışmasın ağzım. O kadar nezaket var ki konuşma tarzında, “koşma düşersin”
demiyor, “koşma düşmeyesin”. Acaba anlatabiliyor muyum inceliğini? Olur ki
vücut bulur da düşer çocuk.
Dedenin nezaketlerine ait, misaller.
Hiçbir lisanda yok, hiçbir camiada yok, hiçbir varlıkta yok. Kaybetmişiz. Yalvar, yine versin. Senin kadar kibar bir
camia var mıydı dünyada? Söndür yerine lambayı dinlendir, ışığı dinlendir....
Ahmet bey öldü bugün götürdük
gömdük. Kedi gömüyor sanki.(46:30) acayip. Böyle
konuşuruz maalesef. Deden böyle konuşmazdı. Filan kişi elbise değiştirdi bugün
gizledik yahut sırladık. Çünkü insanın öldüğüne kani değil ki. Malum ya, manaya
göre insan ölmez. Ölen Kudretle azamet yarışına kalkan ahmak olan zalim. Ölen Hak ve hakikati inkâr eden. Öbür ki
ölmez. Onun için ölüm dönüştür, vuslattır. Deden bunu çok tattığından dolayı
evvela canan sonra can diye yaşadı. Ağzıyla değil.
Bunu tatmadan... İnsan böyle bir
zevki almadan kolay kolay maddeyi dağıtamaz
haaa. Onu da sana söyleyeyim. Bunları ben söylüyorum, bunları söylemesi kolay, takdir etmesi kolay ama.... İbrahim bin Ethem koca bir
varlığa bir tekme vurdu ama ne buldu da onu
vurdu? Ne verdiler de ona öyle yaptı? Anlatabiliyor muyum acaba?
Burada başka bir mülk olacak,
öbür ki onun yanında sivrisineğin kanadı kadar kalacak. Hazreti İsa’nın elinde
ferş[40]ten arşa
kadar olan saha sivrisineğin kanadı kadar da olmaz. İsmi
var ya. Onun içün büyük kitap öyledir, Kuran: Bir kısmına göre insanları
ayrı ayrı hitap eder, sınıfına göre. Mesela zekat: ahlak bozulmasın diyerekten,
mananın emrettiği bir müessesedir. Ahlakı tıkıyor o. Niye tıkıyor? Malum ya
dünya avam ile havas çarpışmasından
ibarettir. O fıtridir. Avam ile havas. Muhabbeti tutabilmek için onu va’z
etmiş. Avam, havasa düşman olmasın. Bu müessese işlediği vakitte; fakir,
zengine düşman değil. Biri ver dediği vakit de, biliyor musun bu sene Nuri iki
milyon lira kazanmış? Bu müessese işliyor mu? Zekat müessesesi işliyor dimi ya?
İşlemeye başladığı vakitte… “Biliyor musun, Cüneyd bu sene iki milyon lira
kazanmış.” “Sana ne, ortak değil miyiz! Diyor. Kırkta biri benim, geçen sene
iki yüz elli lira aldım, bu sene iki bin beş yüz lira alacağım.”
Mana medeniyetiyle büyürse insan
başka türlü büyür. Madde medeniyetinde hayat yoktur arkadaşlar. Hayatı hakiki
yok. Mana medeniyeti sade bir hayat verir. Hikmeti vardır. Evet mutantan[41],
debdebeli, seksen kanatlı, doksan kazıklı, sekiz efendime söyleyeyim karşısında
denizi var, Giresun’da toprak.. kurdurtmaz. Anlıyorsunuz
dimi konuşma şeyimden. Basit yaşa der, sade. Neden? O sadelikten harice
çıkıldıkça külfet artıyor, külfet arttığı vakitte şahsın kazancı kafi gelmiyor.
Başkasının kazancıyla yaşayacağım davası çıkıyor. Belle bu kaideyi. Madde medeniyeti dünyaya hakim olduğundan
dolayı beşeriyet inliyor. Onun içün ahlak bozuluyor. Ve
babanın mana medeniyetine gireceğin vakitte orada alayık[42]
artmıyor. Alayık artmayınca külfet
azalıyor. Külfet azalınca alnının terinden kazanmış olduğu mesai kafi geliyor,
ahlak sahibi oluyor. İhtirasat-ı nefsaniye olmuyor. Öbür madde medeniyetinde görenek
asildir. Katılacak mecburiyet,(51:33) çaresi yok
onun. Oraya katıldı her şahsın alnının
teriyle nefsi kazancı kafi gelmiyor. O kazanç kafi gelmeyince derhal ahar[43]ın kazancına elini atıyor. Bela buradan
çıkıyor. Saat nasıl? Yoruldunuz mu? (hayır)
Burayı
tekrar söylüyorum. Bu cümlenin alınması lazım olan şeyi: Neden beşerin huzuru
yok? Tahlil yapıyorum. Beşer biraz tenekecilikte ilerlediği vakit yani maddede biraz varlık gösterdiği an –Daima,
bugün değil bu: Siz zannetmeyiniz ki bugün fen bu kadar terakki etmiş, daha Nuh
zamanındaki fen yoktur orta yerde- Ooo, kaç sefer devre açılıp kapanmıştır.
Büyük kitap söyler; daha Cenab-ı Salih’in zamanındaki fenin tecellisi yoktur, o gün fenninin tecellisi yoktur. Bir gün sararttı diyor, bir
gün kızarttı, bir gün kararttı ondan sonra canı çıktı. Anlatabiliyor muyum? Bu
zehirli gazın hangi birini biliyoruz? Yazar resmen böyle: Feza bir gün sarardı,
bir gün karardı, bir gün de kızardı ve öyle öldü. Birden öldü. Bir camia birden
öldü. Anlatabildim mi acaba? Daha bir gün içerisinde iki bin sekiz yüz
kilometre kat eden vasıta yok. Süleyman (as) zamanındaki, Süleyman aleyhisselamın
zamanındaki kuvve-i havaiye daha bugün yapılmamıştır:
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْر[44]ِ Biz Süleyman’a (as) rüzgarı müsahhar[45]
kıldık. Allah’ın (cc) ağası değilsin ya. Müsahhar kıldık. Ondan istifade
etmeklik melekesini ilham ettik. Bir hava-ı kuvve yaptı. Üç yüz atmış kişiylen
gelir -üçyüz atmış kişilik teyyareniz var mı sizin, belki de vardır ya. Neyse- Bir
vilayete yedi yüz kişiyle gelir, bir vilayete bin iki yüz kişiyle gelir. غُدُوُّهَا
شَهْر O hava-i kuvveylen sabahtan öğlene kadar, bir
aylık yol, وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌ öğlenden akşama
kadar da bir aylık; iki aylık yol iki bin sekiz yüz kilometre eder. Bu hava-i
kuvveyi kullanmak içün de وَأَسَلْنَا لَهُ
عَيْنَ الْقِطْر Allah a’lem o kuvve mazot Uuuuu. Eskidir bu âlem eski. Neler gelmiş neler geçmiş, eski. Bu hava-i
kuvveyi kullandırttım diyor. Her sahası öyle. Tıpta da öyle.
Neyse, beşer biraz tenekecilikte ilerledi mi; yani fen
mezunda biraz teali ettikten sonra, kendisinde bir yaratırım sevdası çıkıyor. İdrak
etmiyor ki; bu hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde cevher-i akıl denilen, akıl....
Kudreti inkar edenlere en büyük de burhandır. Onunla yapmıştır zaten Kudret. Bazıları vardır böyle,
yarım yurumcuk, ham(56:16) insanlar, acayip. Neyse, herkesin
kanaati kendisine göre olsun da “ben Allah (cc) tanımam” der. Kendi kendine
söylese iyi böyle hakaret ederek söylediği içün bu kelimeyi kullandım? Tanıyana
hakaret etme. Pekala tanıma. Tanıyana İstihfaf[46] etme, istihza[47]-i
tavır alma. Onun içün dedim mesela. Benim nezaketim buna, bu kelimeleri sarf
etmeye müsaade etmez ama hakaret etme hakkı yok. Hakaret eden kimseye tazim
olmaz.
Efendim ilim tecrübeye istinad[48] etmiştir. Tecrübeden sonra hâsıl olan
yakınlığa denir. Binaenaleyh Allah (cc) mevzuu(57:06), tecrüben sonra hâsıl olan yakınlığı bilmiyoruz.
Öyle. Kendi sözüyle kendi yıkılır. Kendi sözüyle kendi yıkılır. Neden? İlmin
tarifi öyle değildir ya, senin ettiğin tarifinle kabul edelim bu adamı. Güzel.
İlimin tarifi öyle değildir. Onun ettiği tarifi kabul edelim. “Hadiselerin
tecrübesinden sonra hasıl olan yakınlığa ilim derler, ben bu ilimle mücehhezim,
öyle senin dediğin şeylere inanmam.” Güzel. Beyefendi hangi şeyi tecrübe ettiniz,
hangi hadiseyi, gösterin bakalım. Bütün hadiselerin tecrübesinden sonra hâsıl
olan yakınlığa ilim deniyor. Sizin ettiğinizi görelim. Kanaatime göre bir
hadiseyi de tecrübe etmemiştir ya, kulaktan dolma bir lakırdı. Bunu yapanları
alalım elimize, ilim adamını alalım: Bir adam ne kadar tekamül ederse etsin hayatında
kaç hadise tecrübe edebilir. Gayet mahduddur.[49] O halde o kadar hadiseleri ika[50] mı edecek? Ne yapıyor? Habere inanıyor,
habere. Haber verenlerin içerisinde yarı ağyarın da ittifakı ile en doğru haber
veren Muhammed’dir, aleyhisselatı vesselam. Tahtaya
dikilirsin.
Amerika, var diyorsun; inandın di mi ya; gittin gördün
mü, tecrübe ettin mi? -Edenine demiyorum- Dünya üç milyar insan taşıyor; hepsi
gitti mi, gördü mü? Ne yapıyor? Habere
inanıyor. Doğru haber olduğu içün. Yarı
ağyarın ittifakı ile hattı zatında kainatta en doğru haberi veren Hazreti
Muhammed aleyhisselatı vesselamdır. -Ağyardan
misal verir misin?- Vereyim sana: Onun aleyhinde en kuvvetli yazı yazan, bu
sahneyi şuhudda en kuvvetli yazı yazan İtalyalı Caetani[51]’dir. En kuvvetli yazar fakat Kudret ona
da... sekizinci cildinde sayfa numarası hafızamdan çıkmış. Acaba anlatabiliyor
muyum? Sekizinci cildinde Hazreti Fahr-i Alem için Cenab-ı Muhammed (sav) için;
“Yalancıdır, diyemeyeceğim.” Böyle cayır cayır orada “yalancıdır” diyemiyor. Kendisinde
öyle haller hasıl oluyordu, bir kere kendi gümanı
değil. Bir kere hallerin adına biz nübüvvet deriz.
……….. Anlatabildim mi nübüvveti?(59:50) Aradaki
fark o. Din kuvveti.
Altı ay beni uğraştırmıştır, altı ay. Altı ay uğraşmışım
nihayet bir tebligat imdadıma yetişti de o vakit uyandım. Alır mesela bakarsın sekiz cilt şu kadar
bir şey. “Yazıyor, Sünen-i Ebu Davud’un yirmi yedinci sayfasında.“ Gidersin
alırsın kitabı açarsın, çıkmaz. Acaba bunun bir başka tabı mı var? Kütüphane
kütüphane git ara. Yazması mı var, şeysi mi mi var? Yirmide, ellide, yüzde bir çıkar. O
kadar iftiralarla dolu fakat gayet müsenna[52] yapmış herif. Nihayet Ahmet Naim Bey vardı:
Üniversite emini, profösörü büyük bir adam, şemal[53]li adam. Hayatta bir o adamı gördüm, şah ile
geda arasında konuşmasında farkı olmayan, hiç. Müthiş adam. Şah ile geda
arasında konuşmasında farkı olmayan bir tek adam. Kafası ulum-u akliye ile
dolu, kalbi muhabbeti ilahiye ile dolu. Nazlı bir adam. Bir öğle namazının
ikinci rekatının ikinci secdesinde Allah’a (cc) kendini vermiş. Kibar birisi
dimi? Sordu bana dedi ki; “Ne ile meşgulsün bu sene?” Dedim Leone Caetani[54]’nin
kitabını inceliyorum ama çok yoruluyorum. Oraya git buraya git. “Ben
beceremedim, belki sen becerirsin ama yalancı herif dedi, sakın yorulma” dedi. Ma’raz[55]larının
yüzde seksenini uydurmuş, filan yerde filan yerde diyerekten. Filan yerde
yoktur, dedi. Öyle o kadar kuvvetli hasım olduğu halde, kitabın bir tanesini
okursan görebilirsin. Fakat bizde ekseriyetle öyle değildir. Daima hain yazı belli olur. Fakat biz alırız da bir kitabi
şöyle on sayfa okur, ondan sonra bırakırız. Öyle değil. Birinci sayfasından
başlarsın sonuncu sayfasından çıkarsın. Sonra bazı insanlarda çok
kitap edinme merakı vardır. Mevzumuzla alakadar değil ama münasebet almış
söylüyorum işte. Kitap edin, aldığın kitabı okumadan ikincisini alma. Al kitabı
ne kadar kitabın ...... fena
değil, al. Başından başla nihayet yerine kadar geldi mi, ikincisini ondan sonra
al. Ne olur? Kadınların süs merakı gibi alırlar, doldurur camekanın
içerisine, bakar onunla iftihar eder. İçine dair bir şey okumadan. Sonra ne olur?
Sonra bizim sahaflar çarşısına gelir, orada mirasçılar satar. Eee binlerce
liraya onu almıştır. Ondan sonra orada o
binlerce kuruşa gider. Bir lira bir kuruşa gider. Gider öyle o, ya okula gider, öyle gider.
Mana medeniyeti durdu mu, beşer felakete sürüklendi.
Buraya nerden girdik? Biraz insanlar, şöyle biraz tenekecilikte ilerler
ilerlemez; erdim der, yaratırım sevdası gelir. Düşünmez ki, şu Hindistan
cevizi kadar muhafazanın içerisindeki bu aklın sahibi kimdir? Kudret’i inkar ediyorsun. Aklın var
mı? Var. Göster bakayım bana. Göreyim, rengini bileyim. Kabil-i vezin[56] midir, anlayayım. “Dimağın filan hücresinde..”...
Bana sayfa numarasını göster. Âsâr[57]ından anlaşılır dersin, Bir de sorar,(1:03:55) inanmıyor musun? Senin kırk paralık aklının eseri şunlar olursa, Kudret’in bu kadar
eseri sana onu kendine kabul ettirtmiyor mu?
Hem bana aklını
göstertmekten aciz bir adam; dün vücudu yok, bugün vücudu gözüküyor, yarın
gözükmeyecek, bütün vücutların sahibi hakikisiyle azamet yarışına kalkıp,
beşeriyetin hattı zatında gönlünden manasını çalmak, ondan sonra zavallı
vaziyete düşürmek; ne büyük felakettir, ne muazzam mesuliyettir. İnsan, imandan
başka ne ile huzur bulabilir? Bu âlemdeki mihnetlerini hangi ilaç tedavi
edebilir. Mihnetin olmayacak... İnsansan olacak, imkanı yok onun. Mihnetin
olmaz olur mu? Mihneti olacak insansa.
Madde medeniyeti
hayatı mutantan vaziyete inkılap ettirir. Zahirde süslü gözükür, külfet meydana getirir, o külfete hiç
kimsenin demeyelim de ekseriyetin takati yetişmez. O takat yetişmediğinden dolayı
ahlaksızlık başlar. Anlatabiliyor muyuz, bilmem? Artı fesat. Mutantan yaşatır gibi gözükür, zahirde bir refah verir ama
vicdani bir huzur vermez, eğer insan ise.
Sonra hiçbir vakit ahlaka lazım gelen harekatı yaptırtmaz. İspat
et, de bana! İspat edecek var. Madem malum, madde
medeniyetinde beşerin ıstırabına, elemine insanlar lakaydi[58] kalır. Öyle değil mi azizim? Hastaneye adam
gider de kapının önünden kovulur. Mana sahip olmuş olsa, bir hastayı bir adam
kovabilir mi, iki gözüm? Evet yer olmasa dahi, kovabilir mi? Külfet o nispette
artıyor. Allah (cc) işi öyle tenasüblü[59] yapar ki, sen başa çıkabilir misin Allah’lan
(cc)? Vaktiyle şu kadarcıktı Cerrahpaşa hastanesi. Bizim ev kadardı. Bu bina
kadardı. Yüz misli oldu. O bina kadarken boş yatak olduğunu ben biliyorum. On
tane doktor vardı İstanbul’da. On bin tane var. Yine tedavi
olmuyor. On tane çıkmazdı
ontane, on bin tane var. Hakk’ın, hakikatin önüne geçilebilir mi? Ona
imkan mı vardır? Acaba cici bicili giyinmiş, mükemmel kelimeleri konuşma
şeklini öğrenmiş fakat kalbinde rikkat namına bir şey kalmamış, beri taraftan insan ünlerken kafasını
çevirmiş geçmiş, yanında aç insan bulunduğu halde tıka basa karnını doyurmuş. yalnız
suret itibariyle şekli, şemaili vaziyetiyle yed-i emin[60] ünvanını almış: Bu mu medenidir? Yoksa bir
dağın kenarında on koyun otlatıp da kavalının sesiyle olan gönül
çalan adam mı medenidir?
İşte ahlaka göre medeni adam gönüller fetheden adamdır. Kalbi
rikkatle, şefkatle, merhametle çarpıp, ilkesinde kendi hayatını intizama sokabilen adama ahlak,
adam der. Medeni adam der, ahlak. Cümle bozuk çıktı ama anlaşıldı dimi? Tekrar
etmiyorum. Ne dedikodusu var, ne iftirası var, ne kimsenin kazancında gözü var,
ne efendim arkadan bir kuvvet bulup da kendi masasının hakkı olmadığı halde
daha üst bir masaya geçebilmeklik gayreti var. Almış kavalını koyunlarını suya salıveriyor.
Onunla oturuyor, onunla kalkıyor, hayvana bir şey olduğu vakitte onu tedavi
etmesini bir baytardan daha iyi biliyor. Anlatabildim mi? Kıl abasına
bürünüyor. O mu medenidir ahlaka göre yoksa inleten mi medenidir?
Vaka eski konuşmalarımda okudum amma şimdi buraya ……….. (1:09:28)
okuyayım da konuşmayı keselim, eğer oturabilecekseniz. (Hayır) Yani
yorulmadınız.
Bırakma ahhhh çekmeyi
Buradaki ah -okudum ya,
mana vermemiştim- Buradaki “ahh” Allah’dır (cc). Avam-ı nasta Hakk’ın ismi “Allah” (cc),
sadikinde “eyvah”, aşıkinde “ahhh”. Onun
içün bize vaktiyle büyüklerimiz birisi “ah” dedi mi; zem[61] ederlerdi, men ederlerdi.
Neden? Çünkü bir insan Hakk’ı “ahh” ismiyle zikrederse, “Ben
siper-i şahika oldum Yarabbi,
bütün belayı bana ver, insanlardan kaldır” demektir. Dayanamazsın, manasına. Anlatabildim
mi acaba? Burasını söylememiştim.
Bırakma ahh çekmeyi
Sen ağlat ey melek beni.
Giriftar et beni
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni?
Esimi fev
rikabınım,
Yezid dü dil harabınım,
Yenin çelik rikabımın
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni?
Düşerse halka bir Güher… Güher biliyorsunuz dimi? Mücevher. İnci,
mücevher…
Düşerse halka bir Güher,
Diner mi eylemek hazan…….,
………………
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni?
Küsüp siham[62]-ı mihnete. Mihnet okuna. Dar-ul belva dedik ya burasını
onun için tefsirini yapıyoruz.
Küsüp siham-ı mihnete.
Atar beni mezellete,
Sebep nedir husumete.
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni?
..................................
……………………………………………
Onunla serv[63] olur bahar,
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni?
Gönül tapar hilafına,
Gider o kendi rah[64]ına,
Bakar mı semti mahına?
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni?
Gerçi Hakî esmerim, kara bir toprak,
esmer bir toprağım.
Gerçi hâkî esmerim,
Semaya gitse ağlarım, Sema bana
imrenir çünkü ben Naib-i Hakk’ım. Allah’ın (cc) emaneti var bende.
Gerçi hâkî esmerim,
Semaya gitse ağlarım
Gerçi hâkî esmerim,
Semaya gitse ağlarım
Gubar-ı tay-i dilberim.
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni?
Surat-ı yara yanmışım
Nematı çare sanmışım
Haaaak’tan utanmışım
Niçün ezer felek beni?
Reva mı çiğnemek beni? Bugünlük yeter bu kadar.
[1] Hud'a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere
aldanmak. Herkese aldanan. Safdil.
[2] İdbar: Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters
gitmesi. Talihsizlik.
[3] Küll: Hep,
tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak
üzere ifadeleri.
[4] Dereke Aşağı inen basamak. Aşağı
mertebe. Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.
[5] Veleh Hayret, şaşkınlık. Fazla hüzünden akıl gidip
tembel olmak.
[6] Nev
Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış.
[7] Kavaid (Kaide. C.) Kaideler. Hareket programları. Dil
öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer
kitabı.
[8] Afakî Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin
haricindeki âleme dair. Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.)
(Objektif)
[9] Sahavet:
Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek. (İhsan ihsandır. Eğer
nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir.
[10] Medar:
Sebeb, vesile. Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği,
üzerinde hareket edeceği yer.
[11] Buy
Koku. Ümit, umma. Sevgi, muhabbet. Tamah. Huy. Tabiat. Kısmet, pay, nasib.
[12] Sevk-i
tabi İçgüdü, düşünme sonucu olarak değil, tabii hareket. İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların
hayâtiyetini ve nesillerini devâm ettirmek için, Hak teâlâ tarafından
kendilerine verilen kuvvet. Hayvan veya
insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi.
Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.
[13] İ’cab:
Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek.
[14] Sahratı
beyaban Çöl
[15] Nabi:
1) Haber veren haberci 2) Yüksek, yüce
[16] Fuzuli:
“Eğer ârif, ilâhî vahyi idrâk edebilme kâbiliyetine sahip olsa, kâinattaki her
zerre, ona Hakk’ın emrini ulaştıran bir Cebrâil kesilir.”
[17]
Takrir: İfade etme, bildirme.
[18] Abes Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel.
Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi.
[19] Maî Su
cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan.
[20] Derc: İçine
almak. Katmak.
[21] Naif:Zayıf,
cılız.
[22] Kevn: Hudus.
Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet
[23]
Hüdanekerde : Allah muhafaza etsin
[24] Ef’al: Fiiller,
işler, ameller.
[25]
Müsahhar: Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
[26]
İstinad: Dayanma. Güvenme. Nokta-i
istinad-Dayanma noktası
[27]
Düsturu: Umumi kaide. Kanun, nizam.
[28] Satır: Düsturlar,
prensipler, kurallar.
[29] Süfli :
Aşağıda bulunan, kıymetsiz.
[30] Celb: Kendi
tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
[31] İktiza
: Lâzım, ihtiyaç. Gerek.
[32] Bedayi Sermayeler, anamallar.
[33]
Mütehayyir: Şaşmış, hayrette kalmış
[34] Ahkâm:Hükümler.
Kanunlar. Nizamlar.
[35]
Mübahat: Tekili: Mubah) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne
de helâl olan şeyler.
[36] Bedayi:
1) Harika özellikler. 2)İcat edilmiş güzel şeyler. Sanat eserleri. 3)Tekili:
Bedi'-Bedia) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar.
[37] Meş’um:
Kötü. Uğursuz. Bedbaht.
[38] İnha: Bir
memurun daha üst makamdaki bir memura bir maddeyi hâvi olmak üzere yazdığı
kağıt.
[39] Samia: Duyma,
işitme duygusu, işitme kuvveti.
[40] Ferş:
Yeryüzü
[41]
Mutantan: Gösterişli
[42] Alayık:
İlgi ve istekler, alakadar olunacak ıvır zıvır
[43] Ahar: (Aher)
Gayrı, başkası. Diğeri.
[44] Sebe 12
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَأَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ وَمِنَ الْجِنِّ مَن يَعْمَلُ بَيْنَ
يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَمَن يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ
عَذَابِ السَّعِيرِ
Meali:
Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah gidişi bir aylık akşam dönüşü bir aylık yol idi.
Erimiş bakır kaynağını da ona sel
gibi akıttık.
Rabbinin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan da her kim emrimizden saparsa,
ona ateş azabını
tattırırız.
[45]
Müsahhar: 1) Emir altında, esir alınan. 2)Boyun eğdirme
[46]
İstihfaf : Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek.
[47]
İstihza: Alay etmek, birisi ile eğlenmek. Birisini gülünç duruma düşürmek,
maskara etmek.
[48] İstinad
Dayanma. Güvenme. Sened veya delil söylemek, göstermek
[49] Mahdud:
Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
[50] İka':
Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek. Yetiştirmek. Düşürmek.
İkâ'
Dayanma, istinad etme.
Dayanacak bir şey verme.
[51] CAETANI,
Leone :İlk devir İslâm tarihi üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan şarkiyatçısı.
(1869-1935)
İslam Tarihini anlattığı eseri 10. Cilt halinde Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş, ancak sadece hicretin 12. yılına kadar olan kısmı İslâm Tarihi adıyla yayımlanmıştır (I-X, İstanbul 1924-1927). M. Asım Köksal, Müsteşrik Caetani’nin Yazdığı İslâm Tarihindeki İsnad ve İftiralara Reddiye (Ankara 1961, 1986; İstanbul 1987) 7 ciltlik bir eser neşretmiştir.
İslam Tarihini anlattığı eseri 10. Cilt halinde Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş, ancak sadece hicretin 12. yılına kadar olan kısmı İslâm Tarihi adıyla yayımlanmıştır (I-X, İstanbul 1924-1927). M. Asım Köksal, Müsteşrik Caetani’nin Yazdığı İslâm Tarihindeki İsnad ve İftiralara Reddiye (Ankara 1961, 1986; İstanbul 1987) 7 ciltlik bir eser neşretmiştir.
[52]
Müsenna: 1) Kat kat 2) Parlak ve yüksek yapı, sed.
[53] Şemal:
1) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. 2) Ahlak
[54] CAETANI,
Leone :İlk devir İslâm tarihi üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan
şarkiyatçısı. (1869-1935)
İslam Tarihini anlattığı eseri 10. Cilt halinde Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş, ancak sadece hicretin 12. yılına kadar olan kısmı İslâm Tarihi adıyla yayımlanmıştır (I-X, İstanbul 1924-1927). M. Asım Köksal, Müsteşrik Caetani’nin Yazdığı İslâm Tarihindeki İsnad ve İftiralara Reddiye (Ankara 1961, 1986; İstanbul 1987) 7 ciltlik bir eser neşretmiştir.
İslam Tarihini anlattığı eseri 10. Cilt halinde Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş, ancak sadece hicretin 12. yılına kadar olan kısmı İslâm Tarihi adıyla yayımlanmıştır (I-X, İstanbul 1924-1927). M. Asım Köksal, Müsteşrik Caetani’nin Yazdığı İslâm Tarihindeki İsnad ve İftiralara Reddiye (Ankara 1961, 1986; İstanbul 1987) 7 ciltlik bir eser neşretmiştir.
[55] Ma’raz:
Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher.
[56] Vezin: Tartma.
Ölçme. Hesaplama. Asil. Sabit.
[57] Âsâr:
1)Eserler, izler.
[58] Lâkayd:
Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.
[59] Tenasüb
Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. Nisbet, kıyas. İki adet birbirine nisbet
edilerek yapılan hesap usulü. Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada
söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek
[60] Yed-i
Emin: 1) Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs. 2)Mahkemece kendisine
bir şey emanet olunan kimse.
[61] Zem: Birinin
kötülüğünü söyleme, ayıplama, yerme, çekiştirme.
[62] Siham:
Oklar
[63] Serv:
(Frs) 1) Cömertlik 2) Suyun bol olması
[64] Rah: Yol.
Tarz. Usûl. Meslek.
[65] Cilaz: Toz,
gubâr.
[66] Tay:
(Frs) Toz, gubâr.
[i] Olsa
isti’dâd-ı ‘ârif kâbil-i idrâk-ı vahy
Emr-i Hak irsâline her zerredür bir Cebre’îl
Reh-rev-i ‘irfâna besdür sâgar u sâkî delîl
Kim meh ü hûrşîdden kılmış temennâsın Halîl
0 yorum:
Yorum Gönder