10,6,62,70 dk (269)
….mevzuu üzerinde devam
etmektedir. Mevzuu başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1]
edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da menşei,
membaı kalp olduğunu söylemiştik. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi buradaki
aşk, romanda okunan aşk manasına değil. Ahlakın tarifindeki aşk… İnsan... Malum
ya, geliş ve gidişimizde hiç birimizin ihtiyarı yok. Bizi bu dâr-ul belvaya[2],
dünya denilen bu sahne-i şuhuda sevk ederlerken, hiç birimize sormadılar: Dünya
denilen bir âlem vardır, dirliği kısa ikbalinde hud’a[3],
idbarında[4]
fecia gizli, bir imtihan mahalli… Oraya sevk edileceksiniz, ne dersiniz?
Sorulmadı. Giderken de keza, “Hadi bakalım hayatınızın programı bitmiştir, sizi
bu âlemden çekiyoruz” diye sormazlar. Bir yüzü âlem-i kudrete çevrilmiş, bir
yüzü âlem-i hilkate döndürülmüş, zahirde küçük, hakikatte bütün mevcudattan büyük.
Kudret’e muhatap olmuş, konuşma hakkını almış, bilmek hassası verilmiş. Bilen
düşünür, düşünen konuşur, konuşturan da bir gün kendisiyle konuşur.
Ben birçok sıfatlara malik
olduğum halde bunun hakikatini henüz idrak edemedim. Her şey bana müsahhar
olduğu halde icabında hiçbir şey yapamam. Acaba ben kimim? Neyim? Gelmekteki
gayem nedir, hayat nedir, memat[5]
nedir, bu hilkatten gaye nedir? Kendisinin kim olduğunu, aslını aramak
heyecanından bir muhabbet hâsıl olur. Kendi hakikatini bulmak zevkinden hâsıl
olan muhabbetin adına aşk derler, ahlakta. Ruhu ki, sırf nurani bir fıtrattır,
o muhabbet o nurani fıtratından tecelli eder. İşte o tecellideki hâsıl olan
zevke aşk deniyor, onun da merkezi kalp bulunuyor. O kalp de bizim elli atmış
kiloluk kan ve kemik torbamızın -sadrı-sadrında, sadrın ortasında mahruti
şekil, kanı şöyle yapar, böyle yapar; o vücud-i hayvanimizin kalbi. O kalbe
taalluk eden, ora ile alakalı bir kalb-i insanimiz var. Belki konuşmayı
dağıttık. Bilmem anlatabiliyor muyum? Anlatamıyorum. Bakışlar öyle gösteriyor
ama tekrar edeceğim, misal vereceğim, inşallah anlaşılacak.
Yaa, insan mefhumu zor. İnsan
kolay bir şey değil ki. Gayet zor. Neden zor? İnsan naib[6]-i
hak. Kudret kendisine naib kılmış, muhatap tutmuş ve mevcudatı yani varlığı,
bildiğimiz bilmediğimiz havas[7]ımızla idrak ettiğimiz etmediğimiz ne kadar varlık varsa,
bunu sırf insanın hatırı içün meydana getirmiş. İnsanı da kendi zatı içün
meydana getirmiş. Bu kadar geniş bir kıymet... İmza-i ilahi var hepimizde. İşte
o imzayı görmeklik aşkıyla çırpınmanın adına ahlakta aşk deniyor. O romanda
okunan aşk başka. Onun içün biz iki konuşma evvelleri daha bir kısa tarife
soktuktu, dedik ki; nefiste hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhta hâsıl olan
muhabbete aşk denir. Birisi fanidir biter tükenir gider, birisi bakidir
ezelidir, bitmez tükenmez, durdukça artar, Hakk’a vasıl kılar. Şimdi bu ahlak
bu aşktan doğuyor, bu aşk da bizi kemale eriştiriyor. Onun içün ruh, sırf
nurani bir fıtratta olduğundan dolayı, ahlak ile ünsiyeti olanlar umurun[8]
ile enis olurlar ve umurun adına da ehli hakikat, ahlak der. Acaba herkeste var
mı, yok mu? Kendi hakikatini layıkıyla teemmül[9]
etmişse, o nurun aguşuna[10]
kendisini atmışsa, kalbinde itminan[11]
hâsıl olmuşsa, hatırında huzur fikrinde sükûn bulunmuş, her zerrenin hakkına
riayet etmişse, binaenaleyh hiç bir varlık yoktur ki, hiçbir zerre yoktur ki,
Hak oraya tecelli etmemiş olsun. Bunu görerek, duyarak, tadarak yaşıyorsa ahlak
diyor ki; işte o insan hazreti insandır.
O vakit insanlarda bir sevişme,
bir muhabbet meydana gelir. Taati makbul oluyor, İşi makbul oluyor, fikri makbul oluyor, cemiyet
saadete kavuşuyor. Yoksa ahlaklı insan -tabire dikkat edin- yalnız âlim değil,
yalnız amil değil, yalnız sanatkâr değil, yalnız mütefennin değil: Bunların
fevkinde büyük bir insan… Acaba anlatabildim mi? Bir adam âlim olur, ahlak
sahibi olur mu? Ne malum? Bir adam en yüksek mütefennin olur, acaba ahlak
sahibi olur mu? Ne malum? Demek oluyor ki ahlak bunların hepsinin fevkinde.
İşte bugün insanlık âlemi görüyorsunuz, ne kadar fenlen teali etmiş, ne kadar
ilmen yükselmiş, ne büyük sanatlara malik olmuş, artık dünya âlemini bırakıp
başka âlemlere gitmeklik başlangıcında bulunuyor, fakat ah sesi diniyor mu?
Neden dinmiyor ah sesi? İlim bu kadar parlak, sanat bu
kadar ilerlemiş, fenni göz kamaştırmış fakat niçün insanlık âleminde bir sükûnet
yok. Herkes böyle. Mevzii konuşmuyorum bütün dünya. Dört milyar insan mı
besler, ne kadar beslerse, bunun heyeti umumisinde bir istikrar[12] yok.
Değer mi? Hayat da zaten, işte dün bugün için rüya, bugün de yarın için rüya. Bunun
raporunu hazırlamıyorlar. Herkes bunu bir maddenin içerisinde hallolacak
zannediyor. Olmaz. Dünyanın en büyük iktisatçıları toplansın, en muazzam
diplomatları bir araya gelsin, en büyük kafalar birleşsin, beşerin ah sesini
dindiremez ve dinmez. Ne vakit diner? Aslına kavuşmak aşkıyla mebde[13] ile
maad[14]
arasında bir irtibat başlar, başlayınca kendisinin bir gün bir huzurda, bir
divanda bulunacağını idrak eder, ettikten sonra “ara yerde yabancılık yok” der:
Sema tavan, arz taban ara yerdeki insan da ihvan, ondan sonra gönüllerde bir karar olur. Sen bana itimat edersin, ben sana itimat ederim. Senin kederine
ben iştirak ederim, benim kederime sen iştirak edersin. Zaten birbirinin eleminden
elem duymayana ahlak henüz âdemdir diye numara vermez. O vakit işin şekli
değişir. Sonra bir sual çıkar. Ahlakı ikiye ayırdık; birine vazifeden doğan
ahlak dedik, birine aşktan doğan ahlak dedik.
Bizim mazimizin muazzam bir tarihi var. Öyle değil mi ya?
Biz dünyanın karanlıklar içerisinde yüzdüğü zamanlarda, en büyük ışığa sahip
olan bizdik. Aç tarihi oku. Kâinat zulmet içinde yaşarken, biz nur içinde
yaşardık, asırlar evveli. Medeniyete numune biz vermişizdir. Deden, hakiki
medeniyete... Yani zulmü gördüğü vakitte… Medeniyet ne demektir? Zulmü
kaldırmak, cehli kaldırmak, zulmü gördüğü yere adli koymak, cehli gördüğü yere
ilmi koymak, inkârı gördüğü vakitte imanı koymak. Medeniyetin esası bu. Üç
rüknü var bunun. Öbür ki, şekilden ibarettir. Hakiki medeniyette üç büyük unsur
vardır. Nerede zulüm var, kaldırır yerine adli koyarsa; nerede cehil var, yıkar
yerine ilmi koyarsa; nerede inkâr var, yenine gider imanı koyarsa medeniyet orada
kurulmuştur. Medeniyet orada kurulunca ahlak da kendi kendini göstermiştir.
Bunu deden yapmış dünya üzerinde. Medeniyetin tarifi bu… Yoksa medeniyet böyle
düğmeye bas, bir milyon adam ölsün. Ona tasannuğlu[15] vahşet
denir. Şuraya dokun, haberi olmadan başında saçı bitmemiş yetimi, seksenlik
ihtiyarı, hastası şusu busu derhal sabun kalıbı gibi kesilsin. Buna medeniyet
denmez. Musanna[16]
vahşet denir. Medeniyet imhaya gitmez ihyaya gider. Hayatı almaz, hayatı verir.
Medeniyetin tarifi o. Daima hayat verir, hayat almaz. Oraya kendisini
vakfetmiştir. Bunu deden vermiş. Ama yine ahlak der ki; her zamanın icabatı
neyse kendini muhafaza içün -düğmeye basıp bir milyar adamı öldürüyor dimi ya?-
o düğmenin en yükseği de sende olsun da, “Sen o düğmeyle sakın kimseyi
öldürmeye kalkma, ben basarsam sen benden önce ölürsün.” diye hazır bulun der.
Ters anlama, anlatabildim mi acaba? Madamı ki düğmeye basıyor, milyonla adam
öldürüyor, sende o düğmenin fevkaladesi bulunacak; onu yıkmak yakmak mahvetmek
içün çalışanın karşısında “Bende daha mükemmeli var. Elini geri geriye tut.
Zulüm yaptırtmayacağım!” diyecek kadar kavi olacaksın. Deden böyleydi. Bire on döğüşür,
sahneyi şuhutta resmini değil ismini bırakır, öyle gider. Gönüller fetih
ederek. Ecdadının ahlakı yalnız hassasiyete veya yalnız ahlaka mahkûm kalan bir
ahlak değil; O’nun ahlakına Allah (cc) şahitti. Hislere akıllara merbut [17] onun
hükmü altına girmiş, öyle bir kayıtlı ahlakta değil. Ya nasıl ahlaktı? Öyle bir
ahlaktı ki; daima murakabe-i[18] Hak’ta,
Hak ona şahit olaraktan yaşamıştı. Böyle bir ahlaka malikti. Hakkın şehadet
edebileceği bir ahlakın efendisiydi.
Evet, yine konuştuğumuzu hülasa edelim: Gelmemizde
gitmemizde ihtiyarımız yok, bir. O halde benlik iddasına da hakkımız yok. Bir
adamın gelişinde gidişinde ihtiyarı olmazsa, benlik iddiasına hakkı olur mu? Bu
benlik insana nereden geliyor. Anlatacağım ve güzel de bir şey okuyacağım,
anlayacağız. O bütün musibetlere imdadı imanından ister. Bu âlem âlem-i
belvadır[19].
Zannetme ki bu âlemde böyle istediğin şekilde imrar-ı[20]
hayat yok, bu âlem âlem-i mihen[21]. Öyle
kurmuş, Kudret pazarı öyle açmış. Senin dediğin, benim dediğim gibi olmaz ki. Öyle
açılmış. Fakat belaya... belayı bal yapmak hüner… Bunu yapmış... Deden mesaibe[22] “nereden
istimdad[23]
etsem” diye düşünmüş, “kime elimi uzatsam bana imdat et desem çürüktür” demiş, “bana
ancak imanım yardım eder” demiş. Ve oradan başka bir yerden medet ummamış.
Daima galip gelmiş. O istimdada, o imdada sahip olabilmek için de neye malik
olmak lazım? Bunlar birbirine bağlı.
Evvela kendisinin insaniyeti cisminden ziyade ruhu ile
kaim olduğunu idrak edecek. O idrak hali kendisinde gözükünce, manalar arayacak.
Şimdi bizi yıkan şey, biz yalnız madde zannediyoruz, madde. Cismaniyetimizden
başka bir şey yok zannediyoruz. Dikkat etsenize madde olmadığınızın en büyük
işareti nedir? Kudret kaçırmıştır işaretini. Daima bir gayeyi kemal hatırlarız.
İnsanlığımız yalnız maddeden ibaret olmuş olsa gaye-i kemal aranmaz. Cisimden ziyade ruh ile kaim olduğumuzu idrak ettiğimizden dolayı bir kemal aramaktayız.
Ama onun ismini koy koyma. Daima insanda bir yükselme zevki yok mu? İşte o
ruhun bekasına ve onunla kaim olduğuna işarettir. Madde de olsun, onu biliyor. O
nihayet, nihayete eriyor. O halde gaye-i kemali aramak abes olur. Fakat belli
etmeksizin fıtrat onu kemale doğru sevk eder. Neden? Ruhu ile kaim olduğu içün.
Biraz konuşmanın yeri acık ağar, bende -sıhhatim o kadar iyi değil- anlatamıyorum.
Biraz ağarca bir konuşma bugün ki mevzuu. Ama zevki kalsa yeter. Malum ya bir
şey bilinir, bilininceye kadar öğrenilir. Bir öğrenilir ve öğretilinceye kadar
öğrenilir. Şimdi bugün ki konuştuğum şey, şöyle yalnız zevk halinde kalacak,
onu ben sağ kalırsam zaman zaman açacağım, misal vereceğiz, daha ziyade
anlaşılacak.
Yalnız şunu düşünecek: bu âleme herkes yüklü gelmiştir.
Öyle göndermiş. Bu insan yükü bir saadete kavuşayım diyerekten çeker. Dimi? Bu
insan yükü niye çeker? Bir saadete nail olayım diye. Saadet ne ile meydana
gelir? Ancak kanaat-i vicdaniye ile meydana gelir. Vicdan ne ile büyür? Ancak
mana ile büyür. O mananın aslı nedir? Ahlaktır. Bağlanıyor mu birbirine? En
mesut olan adam kimdir? Kanaat-ı vicdaniyeye sahip olan insandır. Kanaat-ı
vicdaniye ne ile meydana gelir? Bir insan gönlünü bir yere bağlamazsa…
Bir defa çifte gaye ile yol alınmaz. Herhangi bir şeyde
iki gayen var mı, o iş yıkıldı demektir. Çifte gaye ile Kudret kimseye yol
vermemiştir. Gaye bire inkılap etmedikçe yol alamaz. Çifte gaye ile yol
alınmaz. Bunları yenmeklik içün ne lazım, beşerde? Sabır.
Sabırda dört kısımdır. Taat üzerine sabır, kötülüğü
terkte sabır, musibetlerin en şiddetli zamanında sabır, dördüncüsü o dursun bugün.
Dörttür. İnsan kendi vücudundaki varlığından… Dört ölüme bağlı olacak. Nasıl ölüm bu? Ölmezden evvel ölmek. Malum ya
kaç türlü ölüm var? Ölmezden evvel ölmek. Onun bir tanesine mevt-i ebyaz[24] denir.
O hal tecelli ederse hayat da huzur bulur. Ölmezden evvel ölmek… Ruhunu nefsinin
esaretinden kurtarmak… İnsanlar iki defa doğar. İki defa doğmadıkça hakikatte bir insan, onun kalbi
hiçbir vakit saadete nail olamaz. Biri annesinden doğuşudur, biri de ruhunu
nefsinin esaretinden kurtarışıdır. İkinci doğumdan sonra saadet gelir. Eğer
senin ruhun nefsinin kayıtları arasında sıkışmış kalmışsa, henüz daha
doğmamışsın, çok yazık olacak bir haldesin. Yokla kendini. Dikkat et bak, insan
iki defa doğuyor, biri anasından doğması, biri de ruhunu nefsinin esaretinden
kurtarması. O vakit tam sabır meydana gelir. O sabır meydana gelince; a’daya[25] zafer
olur, akrana takaddüm[26] eder, gönüllerde
bir sevgi yaratır. Gayri ihtiyari iyi insanlar seni sevmeye başlar. Arar, gönül
arar. Gönlün aradığı bir şey olursun. Bizi şimdi gönüller arıyor mu aramıyor
mu? Buraları… Onun neticesi ne oluyor? Sabır tedricen[27] rızaya
inkılap ediyor.
Şöyle bir misal vereyim size daha iyi anlaşılsın. Büyük
ilim adamlarından kudur[28]i isminde,
bunun Türkçesi çömlek işleri, tuğla işleri ticaretiyle meşgul olan bir insan.
Eskiden bizim ecdadımız ilim adamı olurken; muhakkak ilmi, ilm olduğu içün
okurlar, ilimden geçinmek için okumazlarmış. Dikkat et bak. İlmi aşkıyla
okuyor. Ben bunu okuyacağım da buradan para kazanacağım diyerekten değil. O
vakit diyor, o iş çürür. Madde gözümün önüne gelir, lazım gediği kadar ben onun
hikmetini meydana getiremem. Ya.. Benim alet-i kisbim[29] o
olmayacak. Ben ilmi kazanç aleti yapmayacağım. Başka sahada. Bakarsın ki kimisi
tacir, kimisi şu, kimisi bu… İlim ayrı, ilmi zevki için okuyor, aşkı için okuyor,
ilmi Hak için okuyor. Öyle olmasa mesela -isim saysak burada uzun sürecek- her
birisinin iki yüz, üç yüz, beş yüz eseri var. Ve bu eserlerin bir tanesi yarım
adam boyu. Matbaası yok. Eliyle yazmış, akıl durur, “Bu nasıl olur?” der. Üç
yüz, beş yüz eseri olan insanın iki eserini bir insanın mütaala edebilmesi içün
ömrü kâfi değil bu gün.
Bu zat da bu işin ticaretini yaparmış. Birkaç sefer...
ilme aşkı var. İntisab[30] etmiş,
bir sene iki sene... istediği gibi olmuyor. “Olmayacak bende” demiş. Ümidini
kesmiş. Ne yapalım, Kudret vermeyecek... Bir gün büyük bir kapının önünden
geçerken, bir oluk, kapının yanında mermer bir eşik,-rast gelirsiniz, siz
de tesadüf edebilirsiniz. Şöyle bir tabak içi gibi oyulmuş. Kısmet olunca bahaneler çoğalır- nazarı
dikkatini celb etmiş. Yağmur damlasının o oluktan düşmesiyle, şu mermeri oyarak
bir sahan haline sokan tecelli... “Ben
bundan da daha aşağı değilim ya. Sabredeceğim.” Bir ilime sahip olabilmeklik
içün de sabır esastır. Onun içün ahlak sabıra çok önem verir. Her hangi bir
şeye muvaffak olabilmek içün sabır esas. Dönmüş ticarethanesini, parasını
evladına, ehli beytine, evine bırakmış. Müsaade almış: “Benim bir merakım var. Siz
bununla geniş geniş yaşayınız. İnşallah bir ilim iktisab[31] eder
gelirsem yine beraber oluruz” demiş. Müsaade almış, izin almış, çıkmış. Büyük
bir hukuk kitabı meydana getirmiş, âlim olduktan sonra da senet halinde.
İcabında insanlar o ne demiştir diyerekten soruyor, o ne biçim bunu hüküm
etmiştir diyerekten arıyor. Dönüşünde bir zata rast gelmiş… Bir zat. Konuşma
başlamış. Anlatmaya başlamış kendisini. Vaktiyle şöyle bir iş yapardım.
Hilkaten ilme meftumun ve bunu da bir aşk ile ilim ilim olduğu içün hak namına
tahsil ettim, zannımca epey müktesebatım var. Sormuş o adamcağız, demiş ki; ”Bütün
ilimlerin ve o ilimden hâsıl olan amellerin, kemalin, marifetin, illeti
mücibesini[32]
bana söyler misiniz?” demiş. Yirmi sene okumuş ama. Ama o yirmi sene de şimdiki
kırk seneye bedel. Hususi vakfetmiş kendisini. Öff, şimdi bakayım okuyayım da
yarın imtihana gireceğim; olur mu olmaz mı, tesadüf eder mi etmez mi,
diyerekten değil. Kendisi mümeyyiz, kendisi muallim, kendi kendisini imtihan
eden ve bilmediği vakitte üzülen insan…
Hani ben elime bir kâğıt alayım da; bu kâğıtla şu işe girerim,
bu kâğıtla şu işi yaparım: Öyle değil! Kâğıdı vicdanında. Şimdi hiç ummadığı
bir piri fani, öyle birden bire bütün ilimlerin, amellerin, kemallerin,
marifetin, illeti mucibesini, “madamı ki siz bu kadar müktesebatı ilmiyeye
sahip oldunuz, bunu bana anlatın.” Bütün hafızasını, bütün varidatını derlemiş
toparlamış, “Efendim lütfedin” demiş. İki sene bana hizmet edeceksin demiş.
Öyle çabuk öğrenilmez o. İki sene. Âşık adam, yirmi sene dese yine gelecek.
Gönül o heyecanla yaşıyor. Baş üstüne efendim. “Gel” demiş. İki sene sonra, tam
iki sene tamam olmuş. “Gel evladım” demiş: “Bunun, bu saydığımız ilimlerin,
amellerin, kemalin, marifetin illet-i mucibesi sabır denilen bir cevherdir. Ben
bunu sana o gün söyleyebilirdim ama kıymeti olmazdı. İki sene mukabilinde
aldığın için hiç unutmazsın” demiş. “Yoksa ben sana o dakikada illet-i mucibesi
onun, sabırdır derdim. Sende kendi kendine sabır der geçer, giderdin. Fakat
şimdi bu iki sene burada adam akıllı çalıştın, daha hiç aklından çıkmaz. Fakat
her vakit lazım olacaktır ve bu illet-i mucibe bulunmadıkça bütün bilgiler
hiçtir. Hadi uğurlar olsun. İşin bitti artık.” Memnun. Hürmetle elini öpmüş
ayrılmış.
Eh tabi evine dönüyor. Geç vakit, gecenin bir kısmında,
gelmiş kapının önüne demiş, “yahu şu kapıyı çalmadan pencereden bir bakayım.”
Bakmış, insan güzeli civan bir adam, böyle hasna[33],
müstesna, dilara[34]
bir insan hanımının odasında; bir şey veriyor, gülüyor, o ona gülüyor. Yaa
demiş. Çirkin bir şey hatırına gelmiş. İçeriye girmeden buradan ok ile şu
herifi bir imha edeyim, kararını verirken; “iki senede bir şey almıştın eline. Sabır
dediler, demiş. Dur hele.” ..Kapıyı çalmış. İçerden, “Kimsiniz?” diyerekten o
delikanlı seslenmiş: “Evin
hakiki sahibi geldi” der demez, haremi heyecan muhabbet zevk-i aşk ile; “oğlum
koş baban geldi. Söz üzerine geldi, derdin ki; “Yav, beni nasıl senin karnındayken
bırakmış, ne vakit gelecek diye, şimdi konuşuyordun, geldi işte baban.” Adam
ağlayarak içeriye girmiş. Artık öbür tarafını söylemeye lüzum yok. Bir şey
anlatamadık mı biz bu meselle?
Demek sabır a’daya zafer, akrana[35]
takaddüm, gönüllerde tevakkur[36] ,
kendisinde zill[37]
ü fer[38], Haktan rahmet,
keremler insana verir. Şimdi o sabır için size bir şiir okuyayım. İster misiniz
okuyayım mı?
Sen seni bilmek bahasız bir saadettir sana.
Konuşmaya başlarken dedim ya,
insan kendisini aramaya gelmiştir. Demek oluyor ki; dünyada, yani hilkatte,
kendimizin var olmasında en büyük saadet kendimizi bilmek. Biliyoruz ya işte,
bu değil mi bu kendimiz? Aynaya bakıyoruz. Yok, o değil. O değil. Eski
konuşmalarda birkaç sefer misal getirdiğim gibi, yine o misali getirmek
mecburiyetindeyim. Mevzuu iyi anlaşılsın: Ya bu nedir bu, kan ve kemik torbası,
elli aymış kiloluk kan ve kemik torbası neden ibarettir? Bu bizim varlığımızın,
bu âlem-i şuhuda geldiğimizin bir vesikasıdır. Hüviyet. Ahmet isminde birisi
vaktiyle ilm-i ilahide bulunmuş, bir çok devreler ikmal etmiş, anasır âlemine
gelmiş, rahmı mader[40]de
tekevvür[41] etmiş,
suretinin kopyasını levh-i mahfuzdan, manzumeyi kuvvaden/ilahiden bulunan bir
kuvve orada çekmiş, o manzumeden bulunan kuvveye dahi Kudret, “Çekil bakalım
aramızda bir rabıta başlayacak” diye kendisine ruh-u menfuh ile tekrim etmiş, o
rabıtayı aldıktan sonra o kimse bu sahne-i şuhuda ayak basmıştır. Ne malum?
İşte vesikası.
Burada yapacağı hizmetleri
gördükten sonra, “gel bakalım” dendikten sonra yine lazım gelen âlemine gitmiş,
vesikaya ihtiyaç kalmamış -vesika zaten anasır âleminden teşekkül ettiği için-
yine maderi aslisi olan toprağa konmuş. Kendi burada mı? Hayır.
Şöyle bir misal vermiştik: Şurada
ben konuşuyorum beni birisi çıkardı. “Konuş bakalım” dedi.” Hiçbir yere kafanı çevirmeden
konuşacaksın”. “Ne cihetli âleme, ne cihetsiz âleme yalnız bir yere teveccüh
ederek konuşacaksın”. Böyle emir verdi. Ben konuşurken, birkaç kimsede şuradan
gidiyor. Ses kulaklarına gitti, biri konuşuyor. “Kim bu adam?” dediler. Geldi.
Orada da iki tane nöbetçi var. “Yasak” dedi. “Ya hu bir defa göreceğiz.” “İşitmiyor
musun söylediğini?” “İşitiyoruz.” “Ne yapacaksın, göreceksin?” “Görelim.” “Hayır.”
“İşitiyorsan yeter.” Bu münakaşa esnasında benim şu aynaya akseden yüzümü oradaki
görmek isteyen gördü. “Şu aynaya akseden kimse mi konuşuyor?” “Evet”. “Hah, gördük
öyleyse” dedi. Beni mi gördü? Seni gördü ya. Ben taadüt[42]
mü ettim? Bir burada, bir orada mı? İşte senin hayalini gördü, seninin zıllini[43]
gördü, senin aksini gördü, neyse bir isim koy. E o zıll, o hayal, o akis, benim
aynım mıdır? Aynındır. Ayın bir orada, bir orada olmaz. Gayrın mıdır?
Gayrındır. Ben çekilince yok orada. Ben oraya çıktığım vakitte sath-ı ayine
nereye kayboldu? Herhangi bir kimse oraya baktığı vakitte, o aynanın sathı
nerededir? Derken biri geldi, şırak diye bir taş attı. Ayna tamamen düştü,
şimdi beni orada göremiyor. Bana bir ziyan var mı? Bende bir ziyan var mı? Yok.
Ne var bende? Bende bir artma var. Nedir o. Beni buraya konuşmaya çıkaran kimse
dedi ki; artık senin hüviyetin kırıldı, seni gösteren ayine parçalandı. Sen
kayıttan kurtuldun. Bak bakalım arkana, bak bakalım etrafına, bak daha bu
âlemin haricindeki varlığa. Bir şey anlatamıyor muyum? İşte ona işaret ediyor.
Sen seni bilmek bahasız bir saadettir sana.
El ayak dil göz kulak kalple alır kalple verir.
Bu rumuzu anlamak, bir hatt-i keramettir sana.
Demin aşktan doğan ahlak dedim ya, daha bunu izah etmek lazım… Kalp.
Onun içün hayatta çok dikkat et. Her ne yaparsan yap ah alma. Seyyiatının
içerisinde ah bulunmasın. Kırılmış bir kalp hesabı olmasın. Zira kudret
adresini verirken, “Ben her şeyden münezzehim fakat hiç bir şey benden münezzeh
değil. Beni eğer sıkı ararsanız, beni göklerde filan değil, kırık kalplerde
bulursunuz” der.
Olmasın. Ona binaendir burada diyor ki;
Bu rumuzu anlamak bir hattı keramettir sana.
Hay-ı kayyumdur heva içre nefes andan kelam.
Öyle ya. Bak (Üstad derin nefes alıyor) yapıyorsun nefes aldığın
vakitte. Bir adam var mı ki, hiçbir zerre var mı ki Kudret’i tesbih etmesin
Kudret’i anmasın. Öyle kurmuştur ki işini Kudret. En kuvvetli münkir dahi her
an onu anmakladır. Bak nefes alışın Allah’ın ismidir. (Üstad nefes alırken
çıkan “Hay” sesini taklid ederek) diyorsun, veriyorsun “huuuu” diyorsun.
Onların hepsi Hakk’a ait birer isimdir. Nefesini hayatının devamını, kendisine
anmaklık ismine bağlamıştır. Anmayacağım, çatlar geberirsin. Bağlanmış oraya.
Her nefes tesbihi mevladır, inayettir sana.
Devlet-i dünya nasibinse, gelir olma melül.
Gelmediyse hale razı ol ki, devlettir sana.
Biz bilmiyoruz hayrın şerrin nereye gizlendiğini. Bugün niye olmadı
diyerekten dövünürüz, yarın bir şey olur “Aman iyi ki olmamış” diyerekten
seviniriz.
Devlet-i dünya nasibinse, gelir. Olma melül.
Gelmediyse hale razı ol ki devlettir sana.
Verseler dünyayı göz doymaz gönül açılmadan.
Burayı dikkatle dinle.
Verseler dünyayı göz doymaz gönül açılmadan.
İzz ü cahın kesreti belki felakettir sana.
Bir kıla malik misin, kendi vücudun sandığın?
Cümle azayı vücudun bir emanettir sana.
Kendimin mi zannedersin? İhtiyarlamasana. Dursana bir şan’da
Bir kıla malik misin kendi vücudun sandığın.
Cümle azayı vücudun bir emanettir sana.
Bi baka bir mülke meyletmek ihanettir sana.
Gel kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Kalbini de nihayeti olan bir
mülke bağlama, kendine hainlik etmiş olursun.
İzzet ü zillet senin zannınla bulmuştur vücut.
Gerçi izzet sandığın miftah-ı zillettir sana.
Sen öyle hata edersin de izzet zannedersin de zilletin anahtarı olur.
İzzete kavuştum derken zilletin kapısını açarsın.
Bir tüyünce olsa bin düşman yine havf[46]
etme kim.
Yani bir tüyüne bin tane düşman kesilse... Düşman var deseler bir tüyüne,
vücuduna değil, vücudundan bir tüyüne bin düşman var deseler, sakın korkma.
Sabr burcu metin miftah-ı nusrettir sana.
Sabrı anlatayım diye bunu okudun size, anlatabildim mi? Sabrı
anlatayım diye buraya kadar okudum.
Sabr bir burcu metin miftah-ı nusrettir sana.
İzzeti ikbali devlet saltanat hayli sipah
Bir avuç topraktır ancak, ders-i ibrettir sana.
Öyle değil mi? Yer adamı yer. Debdebeler, tantanalar, atlar, arabalar, izzet, ikbal, cah, devlet, masa, kasa, bunlar netice; netice çıkar bakalım, Bir avuç topraktır, ancak ders-i ibrettir sana.
Çıksa eflake baş, bir yerde mağrur olma kim,
Akıbet hâk[47]
üzre hâk olmak tabiattır sana.
Farzet ki bu başın semavata çıksa, mağrur olma.. Yani benlik, fayda
yok.
Gösteren faniyi baki cehl-ü gaflettir sana.
Öyle değil mi? Bak neler
gelmiş, neler olmuş, ne kalmış niku bed. İyi fena. Gelmiş gitmiş ne kalmış? Gösteren
faniyi baki cehl-ü gaflettir sana.
Çok sakın su-i karinden versede alma selam.
En büyük ikramı bir şer-ü şekavettir sana.
Zalim, hain, münafık selam verse de alma. Tatlı gözükse de alma. Niye?
Altında gizlemiş bir zehir vardır, bir şer-ü şekavet vardır sokacak. Adam
olmadan adam oldum iddiasında bulunma. Ne olursun? Nefis şeytanının lokması
olursun. Neticede delaletin pençesinde kahrolur gidersin. Vazgeç. Ne güzel
söylemişler: Ey yeri deler gibi gezen, yeri ezer gibi gezen, semayı deler gibi
bakan, en yüksek dağlara boynu uzayacakmış gibi etvar[50]
alan, koca mütekebbir, bir
çukura koyacaklar. Çukura konduğu vakitte şah ile geda müsavidir. Sen kendi
benliğinin sahte varlığının tadından zannediyorsun ki ben kâinatı dolduruyorum.
Kudret seni öyle avlamış, gölge avında. Sen kâinatı doldurmuyorsun, kendi
çukurunu dolduruyorsun. Çukurunda, iki metre uzunluğunda, pek ufak, ufacıcık
bir şey. Sen hala şöhretle saltanatla o dava ile cihanı doldurdum
zannediyorsun. Bu neye benzer diyorsun.
Farzet ki, kâinatın her
tarafını kar kaplamış fakat güneşin bir nazarı derhal eritir. Kudretin de bir
nazarı zalimi bir anda eritir. Erir. Her ateş yerini küle teslim eder.
Zalim kendi budundan kebap yapıp yiyen adama denir. Zannetme ki hariçten
yapıyorsun. O kadar adil ol ki... her şeyin yerine, yerli yerine kullanmasını
iyi bilen adama adil adam derler. Ahlakta bir fasıl, adalet… Ama nevm-i
nefsaniyle yani nefsani uyku ile uyuyan, gündüzün gaflet uykusuyla uyuyan,
geceleyin de hilkat uykusuyla uyuyan bundan zevk almaz. Ahlak
insanı o kadar tekâmül ettirir ki, cennete girmekle değil, cennet ona nail
olmakla iftihar eder. Acaba anlatabildim mi? Sırf bu cümleyi söylemek
için çıkmıştım. Aman buna nail oldum dedirt kendine. Ben buna nail oldum.
Bugünkü cennet‐i
irfâna dâhil olsalar uşşâk,
Yarınki va’d olan
hûri veya gılmanı neylerler.[ii]
Burada dâhil olacağız.
Demiştik ki; sabrın neticede götürdüğü yer rıza. Demek ki
rıza, sabırdan daha evla. Öyle mi? Evet. Makam-ı rıza, rızaya sahip olan adam
sabırlıdan daha üstün. Talibi nasıl olur
onun? Tabiata mülayim olmayan işlerde dahi muti ve münkad[51] olur, o
kimse. Tabi zor bu, birinci sınıf insana ait yer. Konuşma buraya uğradı. Bir
insan yapamasa da zevkini alsa, üzense, oda bir hayırdır ya. Aslı, Hakk’a
kuvvetli itimat etmektir. E bizde
ediyoruz deriz. Yook. Bizim ki üzenmek. Reyin olmaz edince. Umurun cereyanı, işlerin
oluşu, halkın rızasıyla değil, Hakk’ın rızasıyla olan yerde rıza tahakkuk eder.
Bilmem anlatabildim mi? Ağır gelmez. O vakit adalet tecelli eder, muhabbet
tecelli eder, sabır tecelli eder, yalan orta yerden kalkar, hiçbir şey acı
gelmez. E biz şimdi bir gün kederli, bir gün sevinçli dimi ya? Öyle kederli
filan değil. Onların hepsi kalkar. Gam kalkar. O tarif ettiğim aşka sahip olan
insanda gam olmaz.
Aşıkta keder neyler
gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden
söz pir-i muganındır[iii] demişler.
Şöyle bir misal vereyim de bir hadiseyle daha iyi
anlaşılsın. Hazreti Ali’nin zaman-ı hilafetinde. Bu kubbe ne insanlar beslemiş?
Hayret eder adam. Bir gün görmüş bir Yahudi de zırhı. “Bu zırh sana nereden
geçti ?” demiş. Ben bunu filan harpte
filan harpte kullandığım zırhtır. Bu benim zırhım. “Hayır, benimdir demiş” Yahudi. Bak mananın
verdiği şeye ki, kocaman Ali, reis-i hükümet, muazzam bir adam, alelade bir Yahudi,
Ali malını onda görüyor, “Ya hu bu benim malım nereden aldın? Diyor. Ona karşı
serbestçe diyor ki; “Nasıl senin malın, benimdir” diyor. Sen şimdi bunu irfanen
düşün. “İş mahkemeye aksedecek” diyor. Zamanında da kadıyı Şüreyh. Dava
ediyor. Kim dava ediyor? Cenab-ı Haydar dava ediyor. Medeniyete bak. Durur akıl. Dava açılıyor. Kadıyı Şüreyh
soruyor Yahudi’ye; ”zırh onunmuş diyor. Benim mi diyorsun.” “Benimdir” diyor.
Dönüyor Ali’ye diyor ki; “Sizin diyorsunuz, şahit göstermeniz lazım gelir, iki
şahit isterim” . “ Peki” diyor. “Kimi vereceksiniz?” “Azat ettiğim bir köle var,
bir de oğlum Hasan’ı.” Cenab-ı Hasanı. “Azat etmişsiniz kölenin şahadetini
kabul ederim, fakat Hasan oğlunuzdur, onun şahitliğini kabul edemem.” İmam-ı
Ali’nin içtihadında oğlu, babasının lehinde şahitlik edebilir. O hukukta öyle bir kayıt var. Öyle bir kabul
etmiş. Fakat hâkim o içtihadı kabul etmiyor.
Diğer içtihatlara uymuyor, binaenaleyh ben diğer içtihatlarla amel
edeceğim. Sizin oğlunuzu burada şahit olaraktan gösteremem. “Pekâlâ, alsın
zırhı” diyor. Bir şey anlatamıyor muyum? “Zırhı alsın” diyor. Yahudi, artık
Kudret’in işleri... İnsanlar Kudret’in Cemal ve Celal parmakları arasındadır. Ali’nin
o kemali mütevaziane, kendisine mahsus bir Haydarane tavrı var. Onu tevazuyla
kemalleştirerek, madamı ki adalet bunu icap etti, bu zırh benim amma adalete halel
gelmesin, hüküm bunu iktiza ediyor, alsın dedi. Ağlayarak diyor ki; “Nereden
feyz alırsın sen, senin bu gönlüne nereden bir akıntı gelir, ben daha durur
muyum bu halde, beni al adam et. Ben nasıl olursam insan olurum. Ben şimdiye
kadar şakiymişim.”
Demek ki; adalet, rıza icabında şakiyi bile said yapıyor,
istikamet verdiriyor. Bunların neticesinden ne hâsıl oluyor? Muhabbet hâsıl
oluyor. Muhabbette ki rütbe, adalettekinden üstündür. Bak birer birer yürüyoruz
işliyoruz. Niye? Adalette henüz ikilik vardır. Muhabbette ikilik de kalkar.
Hakiki muhabbet oldu mu; insan, kendisini orada fani kılar, ikilik kalkar.
Adalette ikilik var. İki şey olacak ki, onların arasında müsavat yapabilesin. O
iki şeyi yerli yerine kullanabilesin. Muhabbette öyle bir şey yok.
Kudretinde mevcudat içerisine vermiş olduğu en büyük
sermaye, muhabbettir. Bugün ki beşeriyetin iflas etmesi... Her vakit söylediğim
gibi, dünya daha bugün ki kadar servete malik olmamıştır. Fakat bu servet
içerisinde inlemektedir. Öyle mi? Evet umumi, mevzii bakma sen. Dünya bu kadar
geniş servete, bu kadar geniş malikâneye sahip olmamıştır. Fakat iş servette
değil ki; servet bizatihi nimet değil ki, vasıtayı nimet. Bununla beraber
inler, neden? Asıl sermaye kaybolmuştur. Muhabbet denilen sermaye yok. Bunu
kaybettik. Birbirimizi sevmiyoruz. Merhabalarımız sahte. Görüşmelerimizde
muhabbet yok. Muhabbet oldu mu müteaddit vücutta bir ruh olaraktan yaşayacak.
Vücutlar birleşip de Kudrete de müracaat etmeden, Hakk tek davayı kabul etmez.
Şurada Ahmet isminde biri geçse, Ahmet diyerekten çağarsak, o isim o müsemmayı
hatırlatır, derhal o ismin sahibi olan zat kafasını çevirir, eliyle böyle yapar;
”Beni mi istiyorsun” der veyahut gelir. Acaba o Ahmet’in hüviyeti, yani bu
cesedi, o hüviyete taalluk etmiş olan manası, ruh-u izafisi, ruh-u izafisi, ruh-u
sultanisi, ruh-u hayvanisi, bir çok varlığı bu ismin içerisinde gizlenmiş,
A-H-M-D içerisinde bunun hangi harfinde gizlidir de o adam bakıyor? Heyeti umumisinde. Kudrete de heyeti
umumi birleşip, bir birini sevip aman demedikçe Allah kapıyı açmaz. Açılmaz
kapı.
Baba evladı tanımaz, evlat babayı tanımaz. Çocuk anasının
nafakasını vermez. Zor, tanıyacan. Bir vakit gazete yazmıştı, hiç
aklımdan çıkmaz, on beş sene mi yirmi sene mi evveli. Bir anne, “süt hakkı içün
diyor; Hiç olmazsa bana bir nafaka gönder. Sana süt verdim ya hu”. Gazeteyle
cevap veriyor çocuk: “Şu kadar bana süt içirsen, günde şu kadar gramdan -unuttum
rakamı- şu kadar kilo eder. Bugün ki revaçta süt şu kadar kuruştur, def’aten[52] parayı ödüyorum.
Bir daha bu haktan da bahsetme.” Def’aten parayı ödüyorum, bir daha benden
böyle bir hak talep etme. Bu hale düşerse ne kadar Kudret bize merhamet eder. “Yer
üzerindekilere siz merhametli olun ki, benimde merhametim sizin üzerinize
tecelli etsin” diyor. Acıma hissi bizden kalkmış. Asab zaafı diyerekten tarif
ediliyor, acımaya. Sinirleri bozulmuş onun diyor. Birisinde bir acıma hissi gözükecek olursa,
onun sinirleri bozulmuş. Eee herkes bir âleme dönecek. Döndürürlerken hiç
acımazlar adama, “sinirimiz bozuk değil” der. Sinirimiz bozuk değil der. Sen
kendin öyle tarif ettin. Merhamete sinir bozukluğu diye tarif yaptın, “bizim
sinirimiz bozuk değil” der.
Halbûki bu azdan başlasa… Beşeriyetin Fahri Ebedisi,
ahlakçıların en büyük zatı, mürebbi-i ukul olan zat-ı ala, mahbub-u kulub olan
o büyük... Üç kişiyi kardeş yapmış. Niye? Düşeni olmasın. Biri düşerse biri bir
kolundan biri bir kolundan kaldıracak. Öyle kardeş ki, bir karında yapan kardeş
gibi değil. Bir karında yatan kardeş gibi değil. Müteaddit vücutta bir ruh olmuş
da yaşayan kardeş… Öyle. Hep görüşmeler bir menfaat mukabilidir. Ya masası var
korkar konuşur, ya bir şeyi ümit eder konuşur, ya serveti var yarın bir ihtiyacım
olursa, isterim diye konuşur. Hep şey. İvazsız garazsız değil. İvazsız[53]
garazsız[54].
Derhal Kudret sahip oluyor. Zannetme ki işi yapan sensin benim. Musluk onun
elinde. Onun elinde. Sonra huzuru kalp… Onu herkes istiyor. O kisbi değil o.
Yani çalışmakla kazanmakla değil kalpteki huzur. O vehbidir. Layık olduğu
vakitte veriyor. Namütenahi caha,
namütenahi servete, namütenahi varlığa sahip olursun, yine öf öf diye yaşarsın.
Kırık testiden suyu içersin, kuru ekmeği koparır tuza banar yersin, ohh ohh
diye yaşarsın. Onun ölçüsü belli değil o. Kuş tüyü yatakta yatarsın sabaha
kadar uyuyamazsın, gözünü açarsın biri gider biri gelir, biri gider biri gelir.
Tahtanın üzerine yatarsın, kolundan yastık yaparsın, mışıl mışıl uyurken
melekler imrenir. O değil ki o. Kuş tüyünden yaparsın… İpek mefruşatlı bilmem
şunu bunu... Düğmeye basınca hemen oda hazırlanıverir filan. Fakat öbür tarafta
düğmeye basılmadan hasırın üzerinde bağdaş kurar oturursun, ohh dersin. Senin ohhh’undan
semada iftihar eder. Ayrı bir iştir.
“Yanındaki komşusunun aç olduğunu bilerek kendi karnını doyuranın bizim
defterimizde yeri yoktur” demiş, Hazreti Muhammed (sav). Sildik kaydını demiş.
Dikkat ettin mi cümleye; “Yanındaki komşusunun aç olduğunu bilerek kendi
karnını doyuran, bizim defterimizde ismi yoktur, alakamız yoktur” diyor.
Komşuyu da öyle mutlak zikretmiş, kim olursa olsun, bila kaydu şart, kim olursa
olsun. Bu esaslar dursa, acaba kâinatta çirkin nazariyeler, beşerin fıtraten
kendisine verilmiş olan kuvveler hassalar o malikiyetler o mülkiyetler filan o
zevkleri kaldırmaya kalkışanlar olabilir mi? Olmaz. Fakir zengine düşman olur
mu? Şimdi Muvazene[55],
muvazeneyi insan yok. Havas ile avamın muvazenesi olmadığından dolayı hiçbir vakit
kâinatta huzur olmaz. Boştur o. Fakir zengine düşman, zengin fakire hain.
Sevmiyor birbirini. Sen çalış ben yiyeyim diyor, ben yaşayayım sen öl diyor.
İşte ihtilalat-ı[56]
beşeriyenin madeni….
[1] Tesmiye:
İsimlendirme, ad verme.
[2] Dâr-ul
Belvâ:Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
[3] Hud’a: Hile,
oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
[4] İdbar:Ardı,
Gerisi. Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik. Bir
gezegenin diğer on iki burcun tertibine zıt olarak hareketi
[5] Memat: Ölüm.
Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt)
[6] Naib:Vekil,
birinin yerine geçen.
[7] Havas: Duyular,
hisler.
[8] Umur: (Emir.
C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler. (Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin
çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu
mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. L.)
[9] Teemmül:
İyice, etraflıca, enine boyuna düşünmek. Derin derin düşünmek
[10] Aguş: Farsça
Kucak. Sığınılan yer. Kucak
[11] İtminan:
Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[12] İstikrar:
Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek.
[13] Mebde'
Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.
[14] Maad (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek
yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi işler.
[16]
Musanna' Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane
yapılmış olan. Usta elinden çıkmış olan. Uydurulmuş, yapmacık.
[17] Merbut:
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
[18]
Murakabe: Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. Kendini
kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. Hıfz etmek. Beklemek. İntizar.
Dalarak kendinden geçmek. Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek
için mâbede kapanmak.
[19] Belv:(Belvâ)
Dert, çile. Musibet. Zahmet. İmtihan, tecrübe.
[20] İmrar: Geçirmek. Mürur ettirmek. İpi sağlam
bükmek.Acıtmak. Acı olmak; İmrar-ı hayar: hayat sürme, yaşama.
[21] Mihen:
(Mihan) (Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar.
[22] Mesaib:
Musibetler. Güçlükler.
[23] İstimdad: Medet ve yardım istemek.
[24] Mevt-i ebyaz:
Beyaz ölüm.
[25] A’da:
Düşmanlar
[26]
Takaddüm: Önde bulunma. İleri geçme. Zaman veya mevki bakımından ileride olma.
Geride bırakmak
[27] Tedricen:
Yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
[28] Kudur: (Kıdr.
C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar
[29] Kisb
(Kesb): Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek.
Kazanç yolu.
Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe
sarfetmesi.
[30] İntisab:
(Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek. Bağlanmak.
[31] İktisab:
Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
[32] Mu'cibe:
Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
[33] Hasna: Güzel
kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
[34] Dilara
: Gönül avutan, gönül süsleyen.
[35] Akran (Karin. C.): Birbirlerine derece, sınıf,
liyâkat ciheti ile benzeyenler. Mümâsil. Emsal.
[36] Tevakkur:
(Vekar. dan) Vakar peydâ etme. Vakarlanma
[37] Fer :
1) Fazl ve vakar 2) Işık, parlaklık, zinet, süs. 3) İktidar; şevket, kuvvet.
[38] Zill:
1)Yumuşaklık 2) Kolaylık, asanlık
[39] Vedad: Dostluk.
Sevme. Sevgi. (Bak: Vidad)
[40] Mader: Bir
şeyin çıktığı yer; kaynak; ana. Çocuğu doğuran.
[41]
Tekevvür: Damlamak
[42] Taaddüd:
Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme
[43] Zıll: Gölge.
Perde. Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.
[44] Mahdud
: Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
[45] Ma'dud : Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. Muayyen.
Belli.
[46] Havf: Korku,
korkutmak
[47] Hâk:
Toprak
[48] Niku: Güzel, iyi, hoş.
[49] Bed: Kötü
fena
[50] Etvar:(Tavır.
C.) Tavırlar, haller, davranışlar.
[51] Münkad:
(Kavd. dan) İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden
[52] Def'aten:
Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada
[53] İvaz: Karşılık
olarak verilen şey. Bedel.
[54] Garaz (C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü
niyet. Kin. Ok atılan nişan. Izdırab. Acı. Zelillik.
[55]
Muvazene(t):Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek.
İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
[56] İhtilalat:
(İhtilâl. C.) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.
[i] Osman Kemali
Baba
Can u ten bekasız bir
vedattır sana
Sen seni bilmek
bahasız bir saadettir sana"
Canın
ve vücudun bir süreliğine emanettir sana
Senin
için kendini bilmen en değerli saadettir sana
El, ayak, dil, göz,
kulak kalple alır kalbe verir
Bu rümuzu anlamak
bi-had keramettir sana"
El,
ayak, göz ve kulak bütün uzuvlar kalpten alır, kalbe verir,
Bu
gizli sırrı çözmek bile sonsuz bir keramettir sana
"Hayy u
Kayyum'dur heva içre nefes, andan kelam
Her nefes tesbih-i
Mevladır, inayettir sana"
Havayı
nefese, nefesi kelama döndüren Hay/diri ve Kayyum/daimi olandır.
Öyleyse/aldığın
her nefes Mevlanın tenbihi ve ihsanıdır sana
Devlet-i dünya
nasibinse gelir, olma melul
Gelmediyse hale razı
ol ki devlettir sana
Dünya
devleti, mal, mülk vs. nasibinse gelir seni bulur. Sakın üzülme.
Haline
razı olup şükret ki, asıl devlet, asıl zenginlik budur sana
Ehli irfana
yetiştinse kaçırma fırsatı
Rah- Hakk'da bulduğun
fırsat, ganimettir sana
Ariflere
yetiştiysen kaçırma fırsatı.
Hak yolunda, İrfan sahipleri yolculuk ganimettir sana
Hak yolunda, İrfan sahipleri yolculuk ganimettir sana
Fariğ ol redd ü
talebden, himmetinle hizmet et
Amr u Zeyd'in
himmeti, ma'na da hizmettir sana
Red
veya talep etmekten vazgeç. Bütün gayretinle Hakk'a hizmet et.
Sıradan
insanlara yaptığın, ma’nada kendine hizmettir
sana
Verseler dünyayı göz
doymaz gönül açılmadan
İzz ü cahın kesreti
belki felakettir sana.
Hakikat/gönül
gözü açılmadan dünyanın sahibi olsan da nefsin gözü doymaz.
Makam
ve itibarın çokluğu, belki de felakettir sana
Bir kıla malikmisin
kendi vücudun sandığın
Cümle aza-yı vücudun
bir emanettir sana
Kendi
vücudun sandığın varlıktan bir kıla daha sahip değilsin.
Bütün
azalar ile vücudun emanettir sana
Ömür mahduttur, nefes
ma'dud u devran bi-sebat
Bi-Beka bir mülke
meyletmek ihanettir sana
Ömür sınırlı, aldığın nefesin sayısı belli ve
devranda oynaktır
Baki
olmayan varlıklara meyletmek, ihanettir sana
İzzet ü zillet senin
zannınla bulmuştur vücud
Belki izzet sandığın
miftah-ı zillettir sana
İzzet
ve zillet, üstünlük ve aşağılık şey senin vehmindir
Belki
de üstünlük sandığın, zilletin anahtarıdır sana
Ruhu cisme, cismi bu
damü'l-hevaya atma kim
Cism ruhun kabridir,
kalp onda cennettir sana
Ruhu
vücuda, vücuda da arzuların tuzağına atma.
Zira
vücud ruhun kabridir, vücudunda kalp var ise Cennettir sana
Ağniyanın izz ü
ikbalin görüp olma melul
Fakre düşsen sabr kıl
Hakk'dan sıyanettir sana
Zenginlerin, izzet ve servetini görüp mahsun olma.
Fakirliğe
uğrarsan sabret ki, belki de Allah'ın korumasıdır sana
Arzusu ile yanıp
yakıldığın her şey senin
Aşıkındır, sed çeken
ancak cehalettir sana
Arzusu
ile yanıp yakıldığın, elde etmek istediğin her şey ,
Sana
aşıkken, cehaletin engel oluyor göstermiyor sana
Bir tüyünce olsa bin düşman yine havf etme kim
Sabr bir burcu metin,
miftahu nusrettir sana
Her
bir tüyüne bin düşman denk gelse bile korkma,
Sabır
sağlam bir kale burcu, zafer anahtarıdır sana. (Allah sabredenlerle beraberdir)
İzzet ü ikbal ü
devlet saltanat hayli sipah
Bir avuç topraktır
ancak ders-i ibretdir sana
Mallar,
Makamlar, saltanat ve emrindeki askerler hepsi
Bir
avuç topraktır, ders alınacak ibrettir sana
Çıksa eflake başın bu
yerde mağrur olma kim
Akıbet Hakk üzre Hakk
olmak tabiattır sana
Başın
göklere değse mağrur olup gururlanma
Zira
sonunda toprağa düşüp toprak olmak kaderdir sana
Bak neler gelmiş, neler
olmuş,ne kalmış nik ü bed
Gösteren faniyi baki,
cehlü gaflettir sana
Bak,
neler gelmiş neler olmuş ,iyi ve kötüden ne kalmış.
Gelip
geçici olanı kalıcıymış gibi gösteren gaflet ve cehalettir sana
Hal na-ma'lum,geçen
meçhul, atina-bedid
Salimü'l kalbül-lisan
olmak selametdir sana
Yaşadığın
an belli değil,geçmiş bilinmiyor,gelecekten haber yok.
Dilini
ve kalbini koruman ve bunları dert etmenden daha hayırlıdır sana
Emrine her şey
muti,muhtac-ı zatındır senin
Bilmemek muhtacını, sonra
melalettir sana
Her
şey senin emrine verilmiştir, senin zatına muhtaçtırlar.
Eşyanın
muhtaç olduğunu bilmemek, sıkıntı sebebidir sana
Habbeler, otlar, ağaçlar
her biri bin renk ile
Rızkını izhar eder
uşşak-ı vuslattır sana
Tohumlar
,otlar,ağaçlar her biri bir renk ile sevgilisine kavuşmuş aşıklar gibi
Rızkını/varlığındaki
nimetleri, özellikleri/meydana çıkarırlar sana
[ii] Niyazi, Mısri
Bilenler vech‐i
cânânı bu cism ü cânı neylerler,
Görünse şemsin envârı
meh‐i tâbânı neylerler.
Bugünkü cennet‐i
irfâna dâhil olsalar uşşâk,
Yarınki va’d olan
hûri veya gılmanı neylerler.
Bugün âmâ olan yarın
dahi âmâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim
bî‐basar nâdânı neylerler.
Sülûk ehline insan
sohbetin bulmak durur maksud,
O sohbet kim bulunsa
sohbet‐i hayvânı neylerler.
Gönül duymazsa vicdân
ile Allah’ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi
veya irfânı neylerler.
Ne hâsıl şol
ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden
Hakk’a kim tuğyânı neylerler.
Salât‐ı ehl‐irfân
kıblesidir “semme vech‐ullâh”
O veche kul olanlar
tâat‐ı noksânı neylerler.
Niyâzî “küntü kenzen”
sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya
hikmet‐i Lokmân’ı neylerler.
[iii] Şeyh Galip’
şiirin tamamı
Tedbiri terk eyle takdir
Hudanındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devran olalı devran erbab-ı safanındır
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Meyhaneyi seyrettim
uşşak a mataf olmuş
Teklif ü tekellüften sükkan-ı mu'af olmuş
Teklif ü tekellüften sükkan-ı mu'af olmuş
Bir neş'e gelip
meclisbi-havf u hilaf olmuş
Gam sohbeti yad olmaz meşrepleri saf olmuş
Gam sohbeti yad olmaz meşrepleri saf olmuş
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Ey dil sen o dildare
layık mı değilsin ya
Da'va-yı muhabbete sadık mı değilsin ya
Da'va-yı muhabbete sadık mı değilsin ya
Özrü nedir Azranın Vamık
mı değilsin ya
Bu gam ne gezer sende aşık mı değilsin ya
Bu gam ne gezer sende aşık mı değilsin ya
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Mahzun idi bir gün dil meyhane-i ma'nada
İnkara döşenmiştim efkar düşüp yada
İnkara döşenmiştim efkar düşüp yada
Bir pir gelip nagah pend etti ale'l-ade
Al destine bir bade derd ü gamı ver bada
Al destine bir bade derd ü gamı ver bada
Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Bir bade çek kap mecliste zeber-dest ol
Atma ayağın taşra meyhanede pa-best ol
Atma ayağın taşra meyhanede pa-best ol
Alçağa akar sular pay-ı huma düş mest ol
Pür-cuş olayım dersen Galib gibi sermest ol
Pür-cuş olayım dersen Galib gibi sermest ol
Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
1 yorum:
Rabbim bu yaptığınız hizmetin ecrini artırsın.
Yorum Gönder