113 (27.05. 1962) 85 dk. (272)
Bizim bir kalb-i insanimiz var. Yani kalp dendiği vakitte şu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasının, sadr denilen göğsünün orta yerinde, mahruti[2] yüz şekil, dört gözlü, işte kanı şöyle yapar böyle yapar. O hayvani vücûdumuzun kalbi, maddecilerin. İşte onunla yaşar, onunla şey eder. Onların tarifine göre o vücut doğru. Fakat bizim bir sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir vücûdumuz daha var.
Kaç türlü ruha sahibiz?
Eski konuşmalarımda bunu anlatmıştım. Fakat yine tekrar etmek ister amma bugün
değil. Bir de ruh-i insanimiz var. O kalbe
taalluk eden bir varlığımız var. Bu vücut bizim vücûd-u mecazimizdir. Asıl
vücûdumuzun -nasıl tarif edeyim- zıllidir[3]. Bir de vücûd-u hakikimiz var.
Bu vücut fanidir, fenâya[4]
gider. Bozulur, kokar, yıkılır, yıpranır. Fakat bir vücûdumuz var ki, o
fenâya gitmez. Buradaki “fenâ” kötü mânâsına değil, yani yok olmaz. İşte tarifi
zor olan da o. Nedir o? Hudâ bizim elimize teslim etmiş. Fakat açıp perdeyi o
vücûdumuzu göremiyoruz. Asıl o vücûdunu görene ahlak mânâ tarifinde, Hazreti
İnsan derler. Onu görmeye gelmişiz. Hilkatimizdeki gaye o. Kendimizi arayıp
bulmak.
Bileceğiz, bulacağız, olacağız.
Fakat dedikodu, hırs, haset, gadap, nefsani düşünceler, bizim kendi hakikatimizi,
bizi aramaya sevk etmekten mani oluyor. Böyle gelip gidiyoruz, zavallı bir
vaziyette. Demek ki insanın böyle birçok vücûdu var. Tabii!
İnsan; mazhar-ı küll[5],
naib-i Hak. Kudret ne yaratmışsa insanda bir numunesini va’z etmiştir.
Hilkatinde Halîk, mevcûdât içerisinde ne kadar varlık yapmışsa, onun bir
numunesi insanda mevcut. Nüsha-i kübra[6]dır
insan. Hakk’ı beyana gelmiştir. Onun
içün geçen konuşmada söylediğim gibi, büyük bir kıymeti vardır. Onun içün diyor
ki, Hudâ’da: “Bunu satmayın. Gelin zulme divan durmayın. Nefs-i emmarenizin az
bir matahına değişmeyin. Bana verin.” Fakat beşer yani bizler zannediyoruz ki, işte
hayat denilen şey öyle bir, üç günlük bir devam. Öyle değil!
Aşkı da öyle tarif ettik, değil mi
ya? Aşk da böyle romanda okunan mânâsına değil. Ruhta hâsıl olan muhabbet. Bu cümleleri
tekrar ediyorum. Sofranın ekmeği olduğu içün. Yemek değişir de her öğünde ekmek
değişmez. Buraları bilmezsek, va’z edeceğimiz esasları kavrayamayacağız. Bir
arkadaş, bir kardeş, bundan evvelki konuşmada bulunmaz, onun hatırı içün. Gözüm
bir görmediğim bir zâtı görürse tekrar etmek mecburiyetinde olurum, tekrar
ederim.
İnsan, sende konuşanla bende
dinleyen veyahut bende konuşanla sende dinleyenin mecmûuna[7]
denir. Sende bir konuşan var bende
bir dinleyen var. Bende bir yahut konuşan var, sende bir dinleyen var. Bunun
ikisinin mecmûuna denir. Onun içün birbirimizi yemeye değil de birbirimize
sarılmaya gelmişiz bu âleme.
Müteaddit kalıplarda bir ruh
olarak yaşandığı vakit, Kudret insanı
böyle tutar. Kalıplar müteaddit, fakat ruhlar bir olacak. Mânâ bir olacak. Maalesef,
bugün bütün -mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesinde- bu hâl sarsılmıştır.
Bazı yerde yüzde yüz sarsılır, bazı yerde yüzde yetmiş olur, bazı yerde yüzde
elli olur, bir sarsıntı geçiriyor.
Onun içün dünyanın en büyük
kafaları toplansa, en yüksek diplomatlar bir araya gelse, en muazzam
iktisatçılar, en büyük fenciler, en büyük âlimler, beşerin ah sesini
dindirebilir mi? Hayır dindiremez. Dinmez! Beşer ne vakit ki kendisinin hakikatini
aramaklık aşkını… O aşkta çifte gayeyle gidilmez.
Dikkat edin tabirime: Aşkta çifte
gaye olmaz. Gaye, bire inhisar[8]
edecektir. Çifte gaye ile aşk olmaz. O hâle döner, Kudret bütün kapıları
açar. Üç günlük hayat-ı sûrîmizde[9]
felah ile saadet ile rahatla huzurla yaşar. Ebedi hayatta da Hakk’ın huzurunda
yer alır ve kâm alır. Bir şey anlatamıyoruz galiba? Netice bu.
Kırk yaşında, koy ortaya bir şey
bakalım. Yok! Otuz yaşındasın, ortaya bir şey koy. Yine yok! Onu on misli
büyüt. Farz edelim ki, Kudret sana üç yüz sene, beş yüz sene, bin sene bu fani
âlemde sayılı nefesini çoğaltmış. Alıp verme şeklini. Yine ortaya bir şey
koyamazsın. Demek ki, ibret alınacak noktalar var.
Bunu bilin ki; inananda
inanmayanda ancak bir yere çalışır. O zanneder ki, kendime çalışırım. Yağma
mı var! Kudret bu pazarı açmış kendisine çalıştırtır. Herkes, hepimiz O’na çalışırız. İster inkâr
sahasında ol, ister zalim sınıfında ol, ister mazlum sınıfında ol, ister inanan
sınıfında ol, ister inkâr eden sınıfında ol, ister said ol, ister şaki ol,
ister iyi ol, ister kötü ol. Ancak oraya çalışırsın. Hizmetin bittikten sonra “İstikamet
karşı ki çukura, arş!” der. Derhal gider, çukuru kapatır.
Hep O’na, hepimiz O’na.
Kimsenin elinde bir şeysi yok. Hep O’na çalışırız. O kendi kendine “İşte
ben kendime çalışırım, yaratırım!” filan der. Ne yaratırsın!? Ağaran saçının
bir kılını geri döndürmek kudretini dahi malik değilsin. Neyi yaratırsın?
Bedava verilmiş de farkında
değiliz. O sayılı nefesin, şöyle kabil-i taksimi olsa da bir tanesi, en
ufak bir kısmına ayrılsa da o anda bir şey olsa, o sert semayı deler gibi bakan
kafa, birdenbire böyle düşer. Niye düşürüyorsun yahu kafayı? Deliyordun semayı
ya! O yeri ezer gibi basan ayak, başlar böyle titremeye. Sahne açıktır, ibret
büyüktür, zaman kısadır, müddet azdır. Daimi surette insan kendisine gelmeklik
içün semavi kudret birer levha rekz[10]
etmiştir. Fakat görmeklik içün her birimize Kudret birer aşk vere. Yoksa ne
olacak netice?
Hak tanıyan, Hak’da boşanan,
gönül tamir eden kimseye insan derler. İnsanın tarifi. Hak tanıyan, Hak’da
boşanan, kendi varlığını Hak’da boşaltmış: “ben yokum ancak Hak var” demiş ve
bütün sayılı nefesini de gönül tamir etmeklik içün vakfetmiş. Bunun adına
ahlakta “Hazreti İnsan” diye tarif edilir.
Bir daha tarif edeyim mi? Hak
tanıyan, Hak’da boşanan, kendisini Hak’da kaybeden, vücûd şaibesinden eser
kalmayan “ben yokum, O var” demiş. Bu zevk ile yaşamış ve gayesini de gönül
tamir etmekliğe vakfetmiş, bunun adına insan denir. Hakiki insan bu. Yoksa iki
ayağı üzerinde yürür, konuşur, vurur, kırar, yakar. Ahlaka mânâya göre; sureti
insan ise de sireti hangi sıfatı galipse, o sıfatta bir mahlûktur. Sireti
hangi sıfatı galipse, o sıfatta bir mahlûktur.
Demek ki insanın bir tarifi böyle.
Münasebet aldıkça birçok tarifler yapıyoruz. Biraz evveli bir tarif daha
yaptık. Ne dedik? Sizde bir konuşan var, bende bir dinleyen var. Bunun
ikisinin mecmûuna insan denir. O hâlde niçün biz birbirimizle bir ünsiyet
tedarik edemiyoruz? Demek oluyor ki, tek
başına bir şey değiliz. Hiçbir şey değiliz.
Birkaç defalar söyledim. İnsan
daima bir şeye tesahub[11]
etmek, bir mülkiyet kaidesini kendisinde görmek ister. Fıtridir bu. Öyle
değil mi? Fıtratında var. Fıtri. Mini mini bir çocuk daha henüz temyiz[12]
kudreti yokken, mavi boncukla bir pırlantın farkında değilken, renge meftun
olduğu bir vaziyetlerde daha henüz kendisinde bir şey yok, temyiz yok. Eline alır, elinden almak isteyin; ağlar
tepinir, vermek istemez. Demek ki Kudret Fatır[13],
beşerin hilkatine bir malikiyet sıfatı vermiştir. O ayrı bir zevktir.
Hani bazı insanlar derler ki: “Efendim
hiç kimsenin bir mülkiyet sıfatı olmasın.” O fıtratla harp etmek demektir.
Kudret’le harptir. Tutmaz o. Muvakkat[14]
zamanlar içündür. Beşerde o zevki
almanın... Onu neden kaldırmak istersin? Niçün kaldırıyorsun? Değil mi? Bu şeyi
anlatmak isteyenler künh-ü hakikatini layıkıyla bilmezler, iyi de anlatamazlar.
Efendim der, öyle bir şey olursa insan iyi çalışmaz daha iyi netice alınmaz.
Daha iyi netice al. Daha geniş ortaya bir varlık koy. Onda değil hüner.
İnsanın fıtratında, Fatır
tarafından verilmiş olan bir hassa var, bir zevk var. O kudreti sen niçün
yıkıyorsun? Mesela Kudret, hilkatin devamı içün tenasülü esas koymuştur.
Götürürsün bir adamı hadım yaparsın. O adam yine iş görür. Ondan istediğin şeyi
yine alabilirsin ama fakat Kudret ona kendisi tarafından vermiş olduğu bir
sıfat var. O hâli ondan kaldırmak hakkını nereden aldın? Anlatamıyoruz! Öyle
değil mi, olmaz!
İnsan azizim, insan başka bir
şey! Hep nefse hüküm geçmediğinden ileri gelir. Nefsine hükmü geçmediğinden
ileri gelir. İnsanlar nefislerine hükümlerini geçiremediklerinden ileri gelir.
Nefsine hükmünü geçirememiş deyince aklıma bir şey geldi. Nefsine hükmünü
geçirememiş deyince size bir, tarihi bir vakıa anlatayım.
Cebabireden[15] biri, eski hükümdarlardan, zulmü sevenlerden,
zulmü seviyor öyle biri. Faziletli, seciyeli, bir insana kızmış. Yanına
çağırtmış, kendisini anlatıyor. Anlatırken, yaptığı zulümleri methediyor.
Tehdit ediyor. Hayatının elinde bir oyuncak olduğunu kâh sarâhaten[16] kâh işareten beyan ediyor. O dinlerken tebessüm
ediyor. Sözlerine kıymet vermedikçe zalim hükümdar, eski padişahlardan biri,
canı sıkılıyor. Biraz daha ileriye
gidiyor.
Nihayet o faziletli insan dayanamıyor. “Bu söylediklerinizden Kudret’le ünsiyeti
olmayan kimselere anlat. Fakat senin benim yanımda hiçbir kıymetin yok. Çünkü
sen benim bir kölemin kölesisin, diyor. Vak’a sen hakikatte bir hükümdarsın
amma bana nispeten, bana nispeten sen bir kölemin kölesisin. Ne kadar saltanat
davasında olursan ol, benim kölemin kölesisin!”
Kızmış büsbütün. “Nasıl demiş, nasıl?”
“Evet, demiş. Sen saltanat davasındasın amma acaba bir an
içün nefsine hükmün geçti mi senin? Nefsine hükmünü geçirebildin mi? Var mı
böyle bir hâlin senin? Gazaplandığın vakit, bir kimseden intikam alacağın zaman,
hiç kendi aczini yarın bir huzurda hesap vereceğini hesap edebildin mi? Var mı
böyle bir anın, var mı senin? Böyle bir şeyin var mı? Bunlar senin nefsine bir
köle olduğundan dolayı gelir ki, ben o nefsi elli senedir kendime köle
yapmışım. Benim kölemin kölesisin, uşağısın. Konuş bakalım daha ne
konuşacaksın. İş, dış âleminde bir varlığa sahip olmak değil, iç âleminde
büyük bir âleme sahip olmak.”
Emir kime denir? Hakikatte sahib-i salâhiyet, hakiki insan
kime denir? Gadaplandığı zaman nefsine malik olana denir. Bugünkü konuşmada ahlakta gadabın mezmum[17]
olduğu bahse aittir. Beşerde bir gadab hâli
var ya? Ne vakit ki gadaplanacak bir hadise karşısında, o gadap tecellisi
sende zahir olacağı bir anda, eğer nefsine malik olabilmişsen hakikatte sahib-i
salâhiyet ve hakikatte emir de sensin. Nefsine sahip olabilirsen. Gadabına
malik olabilirsen. Zor bir şey değil mi bu?
Çünkü gazup[18]
olan kimse hiçbir vakit Hakk’a karib[19]
olamaz. Alnın secdede çürüse, milyonla tasadduk[20]
etsen. Ne bileyim, ne kadar iyilik varsa
hepsini yapmış olsan. Hilkaten gazup musun? Gönüller kırıyor musun? Ufacık bir
hadiseyle feveran edip de yıkım yapabiliyor musun? Kat’iyen Hak ile ünsiyetin
yoktur. Açılmaz o kapı sana. Bak ne güzel söylemişler, okuyayım dinle.
Ey gönül bil ezelî ahde samîm
isterler[i].
Kudret bizim vücûd-u ruhimizle…
Ben sizin hepinizi inanmış bir camia olaraktan, konuşma tarzını öyle
konuşuyorum. Tabi inkâr sahasında bulunan bir camiayla konuşma tarzım başka
türlü olur. Fakat inanmış, makam-ı zevke çıkmış, dedikodudan kendisini
kurtarmış: “Bir âlem-i mânâ temâşâ edeyim.” Ağladığı vakitte gözyaşını Allah’a
satmış adam diye konuşuyorum.
Malum ya gözyaşı iki türlüdür.
Bir, madde içün ağlarsın gözün kör olur. Bir, Hak içün ağlarsın onun karşılığı
Hakk’ı görmek olur. Hesap ettin mi
hayatta, çok ağladığımız vardır amma acaba “şu iş bozuk gitti” diyerekten mi
ağladık, “yahu şu iş niçün olmadı” diyerekten mi ağladık, “Filanca canımı sıktı”
diyerekten mi...
Bir gün de Hak içün ağlamışsan
muhakkak onun karşılığı Hakk’ı görmektir.
Sakın gözyaşını bedava satma. Gözyaşı öyle bir mücevherdir ki hiçbir, en
büyük hazineye sahip olan kimsenin de kudreti yetişmez. O öyle bir mücevherdir.
Onu ancak Allah satın alabilir. Onun
Kudret’i yeter. Başka kimseye satma, bedava sarf etme. Düşün. Haaa!
Söz almış Kudret bizden ezel
âleminde. Bizim çok turlarımız var. Öyle
rappadak oluvermedik. Kudret, bizi ilk önce ilminde tuttu; âlemler temâşâ ettirtti,
devreler ikmal etti, anne karnında yedi defa tur ikmal eyledin. Neler neler,
nihayet harekete geldi havas[21]
bahşedildi. Bu âleme tecelli ettik.
Geçen konuşmada söylediğim gibi;
şimdi buradaki vücutta biraz harekete gelecek, burada da bir havas verilecek ki,
ikinci hayatta işe yarasın. Nasıl anne karnında cenin harekete gelir gelmez Kudret
hislerini veriyor; tutmak içün, tatmak içün, görmek içün, koklamak içün,
işitmek içün. Fakat onların hiçbirinden haberdar değildir. Neden? Ve kullanmaz. Anne karnı ona müsait değil. Ne
vakit ki müsait karnı bulur, kullanmaya başlar. Şimdi de biz anne karnındayız gine.
Dünya denilen yer bir anne
karnıdır. Şöyle bir misal vereyim de
size, daha iyi anlaşılsın, mana bir misalinden, der ki: Es-saidü saidun fi batni ümmihi veş-şakıyyu şakıyyun fi
batnı ümmihi. Bu bir mânâ senedidir. Said saiddir annesinin
karnında, şaki şakidir annesinin karnında. O hâlde ne oldu? Faydası olmaz onun.
O bizi dokuz ay taşıyan anne
karnı değil. Şimdi biz gebeyiz, doğuracağız. Anlatabiliyor muyum? Buradaki anne
karnı. Eğer bu hayatta elli, altmış,
yetmiş, seksen neyse, hayat-ı sûrîmizde saadetle gidiyorsa hayat, ikinci doğum
denilen hakiki hayata atıldığımız vakit artık şekavet[22]
gelmez. Şaki olaraktan gidiyorsa “gel!” emri verildikten sonra, “Aman!” desek de
para etmez, said olmaz. Bir şey anlatabildim mi? Bu ince bir yerdir bu. Kafalara
takılır, bunu daima bana sorarlar. Eee ne çıkar öyleyse?
“Efendim alın yazısıymış!” Alın
yazısı her andır. Hakk’a göre böyle bir mazi yok, bana göre var. Anlatabildim
mi? Bizim istîdâdımız, hâlimiz, tecellimiz ne ise o anda olur o. Hak
içün değil o. Neyse bu bahis de çok uzuuun bir bahis. Dursun şöyle. Neyse.
Ezel âleminde Kudret bizden
söz almış. “Sana imzamı vuracağım. Seni kendime muhatap tutacağım. Seni kendi
ruhumla, ruh-u menfûh ile tekrim[23]
edeceğim. Kerremna tacını takacağım.
İnsan yapacağım. Nasıl, Benden başkasına yüzünü çevirecek misin?”
Allah çok gayurdur[24].
Bunu iyi bilmek lazım gelir. Çook gayur. Ne demek öyle? Çabuk gücenir, çok
kıskanır. Acayip. Neden? Allah! Ben ne bileyim? Uşak efendiden sual sorabilir
mi? Pek nazı geçerse sorar. Fakat
aldığını da söyleyemez. O yine ayrı iş.
Asker olursun, “Yat yere!” der.
İcabat öyledir. O rabıt[25]
olmadıkça intizam olmaz, intizam olmadıkça o varlık olmaz. “Burada diken var,
burada çamur var, burada pislik var!” diyemezsin. “Yat!” der, rap
kapanırsın. Ya Allah? Gayur, çok
kıskanç. Neden acaba? Hadi nedenini söyleyeyim. Çok sevdiğinden. Çok sever de
kendisinden başkasına dayandığını istemez. Hikmeti bu. Bizi çok sever. Çok
sever.
Bak bir canlı misal vereyim size.
Eski konuşmalarımda vermişimdir. Yine mânâ âleminden bir misal vereceğim.
Mesela her Nebi’nin kendi devresine ait bir mucizesi olur. Burhanı olur,
senedi. Musa’nın mucizesi ejderha
olmuştur. Neden acaba? Ejderha. Hayye-i tes’a[26] Nübüvvet, hanımına hizmet görürken gelmiştir.
Onun içün, Şeyh-i Ekber der ki:
Muhabbetli ailelerde -ahlaka giriyor şimdi burası- feyz, mânâ, huzur, Hak
yanındaki mevki başka türlü olur, der. Muhabbetli ailelerde. Biraz evveli
söylediğim gibi, iki kalıpta bir ruh olaraktan yaşayan ailelerde. Ve onların muhabbetle birbirine bakışını
Allah ibadet olarak kabul ediyor. Bak ne kadar muazzam bir yer.
Beşeriyetin, ahlakçıların en
büyüğü olan, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, mürebbi-i vicdan, mahbubu’l-kulub,
mürebbi-i ukul olan Zât’ın, aile teşkilatına kurmuş olduğu esası hiçbir
medeniyet kuramamış ve kuramaz da! Olmaz o. Acayip bir iş.
Mühim bir yer üzerinde
duruyorum, iyi dinleyin. Mesela derler ki: “İslam’da kadın esaret
altındadır!” Hayır, iftira! Sizinle şöyle on dört asır evvel fikren bir
seyahate çıkalım, bütün dünyanın her köşesini dolaşalım. Medeniyetleri birer
birer gezelim. Bakalım ne âlemdeyiz. Bu sahne-i şuhûd nasıldı?
Roma medeniyetinde kadın pazarda satılır, hayvan gibi. Kocası
ölür; kanepe gibi miras kalır, satarlar. Yunan medeniyetinde en büyük
filozoflar, en büyük Aziz diye tesmiye edilen insanlar:“Kadın alet-i şerdir,
alet-i zevkdir, alet-i tezvirdir.[27]
Binaenaleyh matah-ı dünya gibi bir şeydir.” Satılır.
Yahudi medeniyetinde kız çocuk hizmetçi defterine kaydedilirdi.
Arap âlemini alacak olursak, Zerdüşt medeniyeti de öyle.
O bir ailede mahdud[28]
kızdan fazla kız oldu mu karış hesabı ölçülür, diri diri toprağa gömülür.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi geldi, bunları böyle… Kadın mahall-i tekvin[29]dir, dedi. Ne demek mahall-i tekvin? Kudret’in sun’-i[30] İlâhi fabrikasının, insan dokuma tezgâhıdır. Tam anlayabileceğiniz bir tabire soktum.
Mahall-i tekvindir, mükevvine[31]
kurbiyeti vardır. Binaenaleyh hususi bir imtiyazı vardır. Hatta o kadar
ileridir ki, belki bilmeyenlerde bir tuhaflık gelir. O kadar imtiyaz vermiştir
ki; dışarda ve içerde çalışmak erkeğe aittir. Bu hiçbir medeniyette yoktur bu. “İştirak-i
hayat var, der. Sende bakacaksın bende bakacağım. Yapacaksın!” Dışarda çalışacak, içerde
gelecek, bütün işi görecek. Öyle mi? Evet.
Kudret ona yalnız bir vazife
vermiş. O kâfi, diyor. Çocuk doğuruyor ya. Bütün iş üzerinden sakit[32]
olmuştur diyor, yaparsa fazileti. Çocuk doğuruyor, çocuk doğuruyor ya. Mahall-i
tekvin çünkü, mükevvine kurbiyeti var. Çocuk doğuruyor, bütün işler sakit. Hiçbir iş tutmak mecburiyeti yok. Kudret’in nazarında mecbur değil. “Niçün bu
işi yapmadın” diyemezsin. En büyük vazifeyi almıştır. Çocuğu doğuruyor.
Ama bugünkü kadınlık, öyle
değil tabi. Bir tane çocuk, iki tane çocuk, öyle değil. Çocuk doğuruyor. Bugün
tabi, hem içeri de çalışacak hem dışarı da çalışacak. Çünkü neden? Kudret’in
vazetmiş olduğu esası kabul etmedi.
Esasta bozukluk var. Çocuk. Bunu diğer bir maddeyle, en yüksek
ahlakçı işe başka bir şekil vermiş.
Eh peki, Kudret bunu bütün
hizmetlerden affettiği hâlde, mecbur tutmadığı hâlde, bir kadın evinin hizmeti,
hatta hatta doğurduğu çocuğa da süt vermekle mükellef değil. Meğer, çocuk başka
süt almasın da helakı tasavvur edilsin, o vakit mecbur tutar. Çocuk başka süt
aldı mı, mecbur değil. İsterse verir isterse vermez. “Süt annesi tut, der. Ben
yalnız çocuğu doğurdum, işte o kadar!”
Anlatamıyor muyum acaba? Nerede
var bu, bu kadına verilen kıymet? Nerede var? Hangi medeniyette, hangi âlemde?
Sen dedenin kabul ettiği medeniyeti, nasıl bir medeniyet zannediyorsun? Ama biz
onun zulüm tarafına geçmişiz, hepsini alt üst etmişiz. O, o ona hasım, o ona
hasım. Bir tuhaf bir şey, tuhaf bir şey!
Ben gezmişim Anadolu’yu -bilmem
belki şimdi düzelmiştir- kaç sene evvelleri. Herif evine gelir; oturur oturur,
yatar yatar, kahvede kumarı oynar, şunu eder bunu eder, bir saatlik çaya
gönderir kadını çamaşır yıkasın diyerekten. O orada yıkar, ayağı çatlar patlar,
akşam dağılır sırtında gelir. Bir de evde dayak yer. Niçün? Bana kılıbık
demesinler, diye. Nerede buldun bu şeyi? Bu düsturu nerede buldun? Yaa, öyle
değil!
Öyle diyor. Eğer diyor bu, Kudret
kendisini hiçbir işte mükellef tutmadığı hâlde, o kendisi bu işleri yapacak
olursa ara yerde kocası yok, dermiş Allah. “Hizmeti bana yapıyor. Benim de
Allah’lığıma ne yakışırsa öyle karşılarım.” Karşılamanın cinsini, mükâfatın
cinsini söylemiyor. Ne yakışırsa.
Söz almış Kudret bizden işte. “Ben
size bu kadar kıymeti vereceğim. Siz de tamamen yüzünüzü bana döndürecek
misiniz?” Tamamen. Biz o vakit söz vermişiz. Nerede kalmıştık konuşmanın?
Onları geçtik. Aferin, aferin. Biraz daha eksik söyledin ama zararı yok, bu
kadar iyi. Burası nirengi noktası.
Şeyh-i Ekber der ki: Enbiya’ya
ekseriyetle nübüvvet, kadınlarına hizmet ettiği vakitte gelir. Mesela Musa’ya diyor,
misal veriyor. Nasıl o? Mahud[33]
kıptinin katlinden sonra Musa’nın Diyar-ı
Medyen’e gitmesi var. Orada Cenâb-ı Şuayb ile buluşması var. Bunların hepsi
uzun sürer, buraları bırakıyorum, bir münasip konuşmada söyleyeceğim.
Nihayet Kudret, Şuayb’a vahiy ile
bildirdiği vakit, kızını Musa’ya verecek. Bakın kadınlığın kıymetine
bakın. “Sekiz sene mihr olarak, diyor. Evlenebilmeklik
içün sekiz sene, evleneceksin ya, çobanlık edeceksin.” Musa’da diyor ki: “İki
sene de kendiliğimden koyacağım.” On sene. Bunların hepsinde birer remiz var,
birer hikmet var. Fakat zaman kısa, sağ kalırsam söylerim hepsini. Seneler
neden, onlar neden? Fakat bize şimdi burada lazım olan bir şey var. Orayı
anlatmak istiyorum.
İnsan yetiştirme devresi gelmiş
Musa’nın, Kudret hitap ediyor. “Elindeki nedir bakalım? Elindeki nedir?” Musa’nın
elinde bir çoban değneği var. İşte o çoban değneğiyle, Firavun’un ordularını
tepeledi. O ayrı bir iş o. O da ayrı bir mesele, yaa! Bir mânâ kuvveti vardır ki, o kuvvet madde ile tarif edilmez.
Şöyle bir misal vereyim size. Söz
sözü açıyor. Avrupa’da gününü yaparlar. Heykeli vardır. Reisü'l-Etibba[34]
denir. İbn-i Sina namında, tıp kanunu var adamın. Bizde ne adamlar yetişmiş.
Sen hep… Tarihin çok zengindir, kendini çok
küçük görme. Çok zengin.
Bunun bir Yahudi talebesi var,
birçok talebesi var ama bir tanesi de Yahudi. Hiç ayrılmaz. Dizinin dibinden
ayrılmaz. Geceli gündüzlü. Bütün varidatına sahip oluyor.
Rahatsızlanmış bir gece İbn-i
Sina. İbn-i Sina rahatsızlanmış. Nısfü’l-leylde[35]
kendi medresesinde, kendi ders okuttuğu yerde, sahada. O Yahudi çocuğu orada. Demiş:
“Bana şu karşı ki pınardan bir su getirirsen iyi olacağım gibi geliyor.” Eee bu
kadar büyük bir doktor, bu ne demek iyi olacağım gibi geliyor. O da bir yere
dayanıyor.
Sultan-ı Resul’ün bir fermanı
var, bir reçetesi var. “Hastalıklardan bazı hastalık vardır ki, hastanın
kuvvetli iştihası olan yere bağlıdır.” Ama sen sakın bununla hareket etme,
doktor ne derse o. Bu bir düsturdur, yine etibbanın kararıyla çıkacak o. A
benim bunda iştahım var, iyi olurum dersin, geçer gidersin. Öyle değil o. Onu
yine, onun esaslarını bilen, o işin ihtisasını bilen, sahada da bulunacak.
Anlatamıyor muyum ya?
Öyle dert vardır ki, devası hastanın iştihası olan eşyâdadır.[36] Meal bu. Hepsi değil o. Dertlerden bazı dert.
Milyonlarla dert içerisinde bir dert. Mesela ameliyat olmuşsun. Bütün iştihan
sudadır. İçtiğin an gidersin. Müddeti gelinceye kadar bekleyeceksin. Böyle
şeyleri söylerken de korkuyorum. Çok korkarım, yanlış anlar.
Büyük Kitap’ta der ki Allah: Ben
her şeye hayatı sudan verdim, der. Suyu beyan eder. Bunun üzerinde beynelmilel
alimlerin ne yazıları var, neler var, neler var. Taaa ne vakit
söylenmiş, diyerekten eğilirler hürmetlen.
Ameliyat olmuş -ne o ameliyat
demişim- biri hastalanmış. Hekim-i hâzık[37]
demiş ki: “Sen şu kadar vakit su
içmeyeceksin.” Anlamayan zavallı bir adam gelmiş, “Şimdi doktor...” “Bırak canım şu doktorun sözünü, demiş. Kudret
diyor ki: Her şeyin hayatını sudan verdim, diyor. O seni sudan men etmiş, iç şu
suyu!” demiş. İçmiş suyu, adam başlamış kıvranmaya. Çağırmışlar doktoru. “Ne
yaptın?” “Su içtim.” “Nasıl ne içün
içtin?” “Böyle böyle!” dedi. “Ben onu bildiğim içün sana su vermedim” demiş. O
yine yerinde. “Sen suyu içtin. Orada sana muzır olan hayvanlar, mikroplar vardı;
o suyla dirildi, seni inletmeye başladı.” Anlatabiliyor muyuz acaba?
Neyse gelelim biz asıl mevzûmuza.
“Şuradan, pınardan demiş, bana bir su getir.” Dokuz sene
okutmuş geceli gündüzlü ki, şimdiki doksan seneye bedel. O biçim okumak.
Demiş: “Biliyorsunuz, demiş. Kar yağıyor, don. Şimdi ben
kalkar gidersem zatürre olurum. Bende rahatsız olacağım, beni mazur görün.”
“Pekala!” demiş.
Bir saat filan sonra, o pınarın yanında bir mabet var. Birçok insanlar başlamışlar, şakır şakır şakır şakır elini yüzünü yıkıyor, abdest alıyorlar yani ya...
“Çıfıt[38]
demiş. Bak bende ne varsa sana verdim. Benden sonra bu kubbe altında bu bilgide
sen varsın. Fakat bana karşıdan bir bardak su getirmedin. Görüyor musun, demiş.
Karşıdaki insanlar, hareminin sıcak koynundan ayrılmış, gelmiş buraya, yüzünü
görmediği, sesinin tonunun edasını işitmediği bir şahsın verdiği bir habere
gönül vermiş. Burada bu karlı suyun, bu soğuğun altında şakır şakır yıkanıyor.
Buna mânâ kuvveti derler. Bizim kuvvete benzemez.“ Anlatabildim mi acaba? O
ayrı bir iş. O ayrı bir şey.
........
Sözsüz
konuşma ne ise onu O bilir, O bilir. Keyfiyet bizce meçhul. Onun zevkinden sözü
uzatıyor da hemencecik elimdeki bir değnek parçasıdır, demiyor. İşte değnektir,
diyor. Onunla diyor; şunları güderim, bunu otlatırım, yaprağı düşürürüm,
yorulduğum vakit dayanırım. “Dayanırım” kelimesi, nereden çıktıydı mevzûu?
Kudret gayurdur dedim. Buradan çıktı.
“Dayanırım” kelimesi Kudretin gücüne gidiyor. “At bakalım elindekini!” diyor. Atınca işte dehşetli bir ejderha oluyor. Yani: “Benden başka bir şeye dayanma, böyle olur. Mâmâfih korkma al bakalım sana da hizmet edecek.” Anlatabildik mi, şimdi inceliğini? Ha burada da…
Kalbi selim; hem senin kendi kalbin o kalb-i insaninin selameti, bir de ona hakikatte bir mânâ verilmiştir. Asıl kalp nefs-i nâtıka-i[39] kâinatın[40] kalbi olan Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin kalbidir. Her kim ki, kendisini bu âlemde o kalbe sahip kılaraktan gitmiştir, kâm alıp gitmiştir. Anlatabildik mi acaba?
İzz ü câh devlet ü rıf’at yerine bî-nâm ol
İzz
ü câh devlet ü rıf’at yerine bî-nâm ol
Merteben şâh ise de bende-i hâss u âmm ol.
Evet, her vakit derim ya. İnsan netice itibariyle gelişinde gidişinde ihtiyârı yok. Orta yerdeki varlık ariyet[41]. Müstear[42] alınır, her şey fani, tabi biter tükenir. Onun içün kısmet-i ezelinde en büyük bir devlete de sahip olmuş olsan, o senin dışında kalsın. İç âlemin zavallılarla oturup kalkmak olsun.
İzz ü câh devlet ü
rıf’at yerine bî-nâm ol
Merteben şâh ise de
bende-i hâss u âmm ol
Nîk
ü bed hâli bırak muntazır-ı encâm ol
Berzâh-ı havf ü
recâdan geçegör nâ-kâm ol
Dem-i âhirde ne ümmîd
ü ne bîm isterler
Çalma ikbâl kapısın
perde-i idbâr açılır. (Daima böyledir
bu)
Çalma ikbâl kapısın
perde-i idbâr açılır.
Sohbet-i pîr ile
âşıklara efkâr açılır
Ehl-i dil hâre nazar
eylese gülzâr açılır
Âlem-i keşf-i
me'ânîde çok esrâr açılır
Giremez nefs-i gadûb
anda halîm isterler
İşte bunu anlatmak için okuduk bunları. Anlatabildik mi? Giremez. Âlem-i keşf-i me'ânîde çok esrâr açılır. Bizim bildiğimiz nedir? Hiçç! Arkamda ne var, diye bana sorsan ben şimdi bilmiyorum. Ne diye varlık satayım kardeşim. Bildiklerimi söylerken öğrendiklerim benden alırsa bildiklerimi, ben orta yerde kalırım.
Bazı insan övünür. Ne övünüyorsun, kendi malını koysana! Söyle bakayım, o söylediklerinin hepsini sahibine ver, ne’n var senin orta yerde? Hiçbir şeyin yok. O hâlde, eğsene başını! Hepsinin sahibi var onun. Kendinin ne’n var? Ne koyacaksın ortaya? Ya o âlemi bırakıp da alem-i keşf-i me'ânîye geçersen.
Âlem-i keşf-i me'ânîde çok esrâr açılır
Giremez nefs-i gadûb anda halîm isterler
Onu ısırırsan, buna havlarsan, ötekini yıkarsan, Kudret’le şu kadar ünsiyetin yoktur. Ve insan olaraktan da katiyen âlemini değiştiremezsin. Ne yaparsan yap geçmez.
Gönlünü kıl heves-i nefs ü hevâdan sâlim
Kendini bil ezelî “bezm-i elest”de kâim
Iyd-i vaslı gözet ol kayd-ı sivâdan sâim
Sâkin-i dergeh-i teslîm-i rızâ ol dâim
Ber-murâd etmeğe hizmette mukîm isterler. Bunların hepsinin tahlil olunması lazım.
Sıdk ile hizmet-i insâna gelip insân ol. Âdem olmak istersen âdem ol. Âdem olmak istersen, Âdem ile Âdem ol. Başka yerde bir şey yok. Bazı insan Allah’ı arar. Allah’ı ne arıyorsun? Allah kayıp mı!? İnsan arasana.
Sıdk ile hizmet-i insâna girip insân ol
Ölmeden evvel ölüp hâtime-i nisyân ol
Nasıl olur, o ölmeden evvel ölmek. Kimin ki nefsinden hiçbir şey kalmamıştır, benlikten bir şey kalmamıştır.
İnsanın iklim-i vücûdunda çöreklenmiş bir yılan vardır. Yedi tane başı vardır. Buğz, adavet, gadap,
şehvet, kibir, riya, haset. Bir cemiyette bir fenalık oldu, git bak. Rapor
vereceksin. Ya bu hastalıkların biri bulunur yahut birkaçı ihtilât[43] etmiştir.
Muhakkak başka bir şey yoktur. İşte bunu kim ki öldürebilir, imha edebilir,
teslim alabilir, işte ölmezden evvel ölmek bu.
Sıdk ile hizmet-i insâna girip insân ol
Ölmeden evvel ölüp hâtime-i nisyân ol
Ne melâhid ü ne sôfî-i bî-iz'ân ol
Unutup bildiğini ârif isen nâdân
ol.
Buradaki nâdân bizim Türkçede konuştuğumuz nâdân mânâsına değil. Yani ukalalığı bırak! Bilgin var ya senin, onlar senin değil, onların hepsinin sahibi var.
Unutup bildiğini ârif isen nâdân ol
Bezm-i vahdetde ne ilm ü ne âlim isterler
Öyle ya bir âleme gideceksin. O âlemin seyyaresi başka hastası başka. Kimi tedavi edecen kardeşim? Ne müneccim isterler, ne mühendis isterler, ne hâkim isterler, ne hekim isterler. Bu sahne-i şuhûdda yapacağın kadarını yap, Kudret’le ünsiyetini tedarik et. Eli boş gitme.
Eli boş âşıka mahbûbeler el vermezler
Dikeninden çekinen ellere gül vermezler
Cân u bâş vermeyene zevk-i gönül vermezler
Harem-i mânâda bîgâneye yol vermezler
Âşinâ-yı ezelî yâr-i kadîm isterler. (Bunlar anlaşılıyor zannederim)
Yokluğa etme keder vârına mesrûr olma.
Hâlinden
memnun ol. Yokluğa etme keder. Hikmeti vardır. Kudret perhiz vermiştir. Yine
senin hakkında hayırdır. Varsa alacaktır mesrur olma. Kimin nesi varsa alır,
bilir işini. Öyle bilir ki, üüüüü gülerek.
[44] وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ Bana oyun etmeye kalkmışlar, diyor. Ben öyle oyun oynarım ki, diyor. Hem hayırlısıyım, diyor.Yaa!
وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ
الْمَاكِرِينَ
Yokluğa etme keder vârına mesrûr olma
Halkı nefretle görüp âleme menfûr olma
Yani eşyaya nazar-ı hakaretle bakma. Vardır bizde öyle insanlar. Herkese böyle bir nazar-ı hakaretle bakar. Kendisini herkesin fevkinde görür. Onun neticesi kendisi menfûr[45] olur. Hiçbir mevcuda. Çünkü Cüz-ü kül yek diğerinden eyler istimdâd-ı dâd[46] Buna beş on konuşma evvel bir misal getirmiştik.
Farz edelim ki; on bin ton tartan bir baskülsün, büyük bir kantarsın. Ben on bin ton tartarım yahut bin ton tartarım yahut bir ton tartarım. Neyse böyle büyük bir kantarsın. Kendine geliyor kantarın öyle bir kibr-i gurur. Fakat geldi tabib dedi ki: “Buna yarım gram bir ilaç koyacağız. Terazi bulun.” O baskül hiç işe yaramaz. Hiiiç! Orada böyle camın içerisinde, şu kadarcık böyle gayet hassas mini mini bir şey lazım. O baskül ona muhtaç. Ben ona muhtacım. Anlatamıyor muyum acaba? Cüz-ü kül yek diğerinden eyler istimdâd-ı dâd.
Yokluğa etme keder vârına mesrûr olma
Halkı nefretle görüp 'âleme menfûr olma
Ehl-i 'irfâna kul ol nefse uyup durr[48]
olma
Cürmüne mu’terif ol tâ'ate mağrûr olma
Ki şifâhâne-i hikmet de sakîm isterler (Öyle
isterler)
Her göz açtıkça bir et fâtih ile meftûhi
Hakk bilir sen arama fâsid ile memdûhi
Ey Kemâlî sakın incitme dil-i mecrûhi
Ezber et nükte-i esrâr-ı dili ey Ruhî
Hâzır ol bezm-i ilâhîde nedîm isterler
Yaa. Demek oluyor ki, burada Kudret’e nedim olmak. Ne ile olabilir. Surete tapmamakla olur. Biz ruh itibariyle sırf nurâni bir fıtratımız olduğu gibi, o nurun; ki o mânâdır, o ahlaktır, onu hususi insanlar beşeriyete tebliğ etmişlerdir. Onun içerisine, onun kucağına atmadıkça kalbimizde itminan[49] hâsıl olmaz. O itminan hâsıl olmadıkça hatıra da hatıraya da fikre de ne sükûn gelir ne huzur gelir. Hiçbirisi gelmez. Bunlar içünde güneşte, ziya hararet fışkırtan, kamerden mehtaplar aksettiren, toprakta mehlikalar[50] yaratan, seni var edenle biraz konuşman lazım. Konuşabilir misin? Gayet kolay.
Kudret’le nasıl insan konuşabilir? Kendisi ara yerden çıkarsa Kudret kendisiyle konuşabilir. Kendisi ara yerden çıkarsa. Kendisi kendisine perdedir. Kendi kendiyle kaldığı müddetçe konuşamaz. İnsanı Hak’tan uzaklaştıran şey sahte benliktir.
Zalim nefis ihtiyarlayınca mazlum olur, makbul değil. Dişleri dökülen kurt koyunlara çobanlık eder, makbul değil. Bir gün biçimi bozulunca kötülük insanı terk eder, beğenmez. Sen kötülüğü beğenmeyeceksin yoksa seni günün birinde kötülük beğenmez. Yaa! Kötülük seni beğenmeden terk etme. Kötülük seni beğenirken sen kötülüğü terk edersen Kudret seni okşar. Kerimdir; affeder, müsamaha eder. Bunun içün de kendi sıfatlarından en büyük sıfat olan sabrı vermiştir. Öyle büyük bir sıfattır ki, o sıfatı kim alırsa kendi kendine taşıyamayacağından dolayı, sabır sıfatını veren kimseyle kendisi beraber gider.
[51] إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ Allah sabredenlerle beraberdir, demek: “O sıfatımı verdim mi, Ben onunla beraber olurum” demek. Kudret’le beraber olmak istemez misin?
Fırsat eline geçtikçe ferda-i maâd[52]ın içün zâd-ı[53] zahire topla. Hiçbir insanla bu âlem için hukuk tedarik etme, aldanırsın. Ve iyi düşün, çok dene, çok pazarlık et, merhaba dedikten sonra da o merhabayı çabuk çabuk bozma. Kolay kolay da merhaba deme. Kim bir hukuk tedarik edildikten sonra o hukuku yıkarsa, Kudret adamı yıkar. İyi dikkat et, iyi düşün.
Öyle diyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Bir insan bir insanı severse bir defa kusuruna bakar, iki defa bakar, tam severse artık kusur görmez.” Anlatamadık mı acaba? İşte bizim de hep böyle... Ondan sonra, kendisinde başka şeyler tecelli edebilir. Kalbi başka türlü olur. Çocukta olsa başka türlü olur.
Koskoca Hişam’ı bir çocuk yıkmıştır. Aklına mağrur, kendine mağrur, zekâsına mağrur, Emevi ümerasından, meliklerinden Hişam namında bir adam var. Nasıl yıkmış söyleyeyim mi? Geç mi kaldınız? Bakalım saat nasıl saat? Dokuz, ooo. Hişam...
İnsan Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanırsa, kalbi mehbit-i[54] ilham olur. Bilmediğini Kudret ona bildirir. Zekâ başkadır, şeytanat başkadır. İkisi bir gibi gözükür. Şeytanattaki bilgide mahrumiyet vardır, zekânın neticesinde ki hasıl olan bilgide makrûniyet[55] vardır. Anlatabildim mi?
Bunun
fevkinde bir bilgi daha var, o da
ilham.
O da ne vakit oluyor? Kudret’in sıfatlarıyla sıfatlanırsa. O sıfatlarla nasıl
sıfatlanabiliyor? Birbirine bağlı.
Biraz evveli söylediğim gibi, o hani bir ejderha misali getirdim. Onların üzerinde, onları daire-i terbiyesine alırsa. Pek zor gibidir ama pek de o kadar zor değildir. Azmederse adam, irade sıfatını vermiş ya. Hiçbir mahlûka vermemiş. Kadîr, hiçbir mahlûka vermemiş iradeyi, yalnız insana veriyor. Kullan, diyor. İş kuvvette değildir, iradededir. Beşer yalnız kuvvet… Öküz benden kuvvetli, benim yaptığımı yapabilir mi? Senden çok kuvvetli değil mi öküz? Senin yaptığını yapabilir mi?
Bunun zamanında, bir iklimde gayet büyük bir kaht[56] olmuş. Üç sene. Artık ölüm anları gelmiş. Hişam’da çok zengin. Hazineler dolu. Servet, gayet muazzam.
Açlık had devresini alınca, her
kabilenin reisi demişler:
“Yahu ne yapalım? Hişam’a gidelim,
söyleyelim. Bu adam taş değil ya emir hükümdar ama herhâlde bu da insan
sözünden biraz yumuşar. Taş mı, bunda hiç kalp yok mu? Gidelim söyleyelim.”
Mini mini bir çocuk var. “Beni de
götürün” demiş.
“Oğlum demişler, biz eğlenmeye gitmiyoruz!”
“Konuşmasını bilmezsiniz. Eli boş dönersiniz. Eliniz boş dönersiniz.
Beni de götürün.”
“Hele sen otur filan” demişler.
Hareket etmişler. Birçok pir-i fani insan, rüesadan insanlar.
Çocuk peşlerine takılmış, ille beni
de götürün, demiş.
Haber vermişler. Sarayında. İşte civardan, filan iklimden şu şekilde böyle birçok kabailin[57] reisleri size ricaya gelmişler, niyaza gelmişler. “Gelsinler” demiş. Fırlamış çocuk, hemen içeriye o da girmiş. Sokmazlar, diye düşünüyor.
“Nedir derdiniz?” demiş.
Söz almış bir ihtiyar adam.
Faziletlilerinden birisi. Demiş ki: “Kudret yağmur vermedi. Yağmur vermedi, mahsul
olmadı. Bu dördüncü sene, demiş. Hiçbir şeyimiz kalmadı.”
Öyle, yağmur görmeyen arazi mahsul vermediği gibi, Hak için gözyaşı görmeyen kalp arazisi de Hakk’ı göremez. Tevhid yemişini alamaz, birleşme hassası olmaz insanlarda.
Eh, demiş. Sizin malikâneniz, hazineniz filan derken, çocuk atılmış söze. Hişam şöyle bir bakmış: “Yahu burada bu kadar büyük insanlar var, bu çocuğu niye konuşturuyorsunuz!” demiş.
“Çıksana oğlum sen dışarıya!” demiş.
“Nasıl, çocuk mu görüyorsun beni?”
demiş. “Beni çocuk görüyorsun ha!”
“Sen nesin? Sen çocuk değil misin?”
“Ben çocuk değilim, demiş. Hakk’ın vergisi sinne[58] bağlı değildir emir, diyor. Ben sana hesap soracağım. Konuşma tarzımdan sonra çocukluğumu kabul et, peki diyeceğim. Büyüklüğümü kabul et yine peki diyeceğim. Hesap sormaya geldim ben sana!” diyor.
Hişam’ın dili tutulmuş, çok şey adam, gadup adam.
“Sor bakalım!” demiş.
“Bu sende bulunan servet Allah’ın mıdır? Eğer bu servet Allah’ın ise bizde kullarıyız; pay talebinde hakkımız vardır, paya geldik.”
Hişam başlamış titremeye. Demek ki çocukta bir de tasarruf kudreti var. Görüyor musun? Diyor ki: “Bu servet Allah’ın ise bizde O’nun kullarıyız, pay talebindeyiz. O talebin hakkını almaya geldik. Yok, halkın ise bu görmüş olduğum bu servet, diyor. Halkın ise gayr[59]ın hukukunu ayak altına almak hakkını nereden aldın? Eğer halkın da değil, Allah’ın da değil, senin ise tasadduk et yahu! Sende insanlık hassası yok mu? İnsan ölüyor açlıktan, ver!”
Başlamış Hişam ağlamaya, “Dediğini yapın bu çocuğun, demiş. Fazla da konuşturtmayın. Beni, burada şimdi bir daha konuşursa ben burada nefesi vereceğim.”
Demek oluyor ki, Kudret isterse, kendi ahlakıyla boyanan olursa, çocuk olsun büyük olsun veriyor.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Tesmiye: İsimlendirme.
Ad verme.
[2] Mahruti: Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü
sivrilerek bir noktada birleşen, huni şeklinde olan. Konik.
[3] Zıll: Gölge
[4] Fenâ: Yok olma, yokluk. "Beka"nın
zıddı. (Tasavvufta maddî varlıktan sıyrılıp hakka ulaşma)
[5] Mazhar-ı Küll: Her
şeyin sahibi. Her şeyin yaratılmasına sebep
olan.
[6] Nüsha-i Kübra:
En büyük yazılı metin.
[7] Mecmu’:
Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.
[8] İnhisar: Hasr olunma. Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir
ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü
olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.
[9] Sûrî: Surete
ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
[10] Rekz: Dikme,
yere saplayıp sabit kılma.
[11] Tesahub: Sahip çıkma, benimseme. Koruma.
Arkadaşlık etme
[12] Temyiz: Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek,
ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak.
[13] Fâtır: Benzeri bulunmayan şeyi yaratan. Hârika
üstün san'atiyle yaratan. Halkedici Allah (C.C.)
[14] Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı
olmayan
[15] Cebabire: Cebrediciler. Mütekebbirler.
Zâlimler.
[16] Sarâhaten: Üstü
kapalı olmayarak, açık açık, apaçık bir şekilde
[17] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak
ayıplanmış. Kötü.
[18] Gazup: “Gazab”
dan. Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş.
[19] Karib: Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak
olmayan. Yakın hısım.
[20] Tasadduk: Sadaka vermek. Allah rızası için
fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey
vermek. Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak. (İlmi olan kimse
ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
[21] Havas: 1)
Duyular hisler 2) Seçkinler, seçkin tabaka.
[22] Şekavet: Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ
ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. Haydutluk, eşkiyalık.
[23] Tekrim: Hürmet
ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında
bulunmak.
[24] Gayur: Hamiyetli. Çok çalışkan. Dayanıklı. Çok
gayretli. Kıskanç. ("Gayyur" diye yazılması yanlıştır.)
[25] Rabıt:
1)Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip.
2)Tertip, sıra, düzen, usûl. 3)Rabteden,
bağlayan, bitiştiren.
[26] Hayye-i
tes’a: Hareket eden yılan, Hareketli
büyük yılan
[27] Tezvir: Arabozuculuk. Yalan ve iftira
karıştırarak sözü süsleme, sahtekârlık. Söze yalan karıştırma. Yalan söze
ziynet verme. Şahidin şehadetini iptal etme. Kendini ziyaret edene ikram etme.
[28] Mahdud: Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı.
Hududlanmış.
[29] Tekvin: Var
etmek. Meydana getirmek. Yaratmak.
[30] Sun': San'atla yapma. Yaratma. Eser, yapılan iş. Sun'-i İlâhi: Cenab-ı Hakk'ın
san'atı, eseri.
[31] Mükevvin: Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin
eden.ü
[32] Sakit(e): Susan, ses çıkarmayan.
[33] Mahut: Bilinen sözü edilen.
[34] Reis ül Etibba: Tabibler başı. Hekimler başı.
[35] Nısfü’l-leyl: Gece yarısı yâni Akşam namazının
girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin ortası..
[36] Eşyâ: Şeyler, varlıklar
[37] Hâzık: Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat)
[38] Çıfıt: Yahûdi (Hakareten söylenir). Hileci, düzenbaz.
[39] Nefs-i nâtıka: Konuşan öz, insan; doğru ile yanlışı birbirinden
ayıran insan mahiyetinde bulunan nur, aklî ve naklî meselelerin alâkalarını
hissetmeye ve anlamaya kabiliyeti olan insan ruhu, insan.
[40] Nefs-i
nâtıka-i kâinat:Kâinatın
konuşan ruhu anlamında Peygamber Efendimiz (a.s.m.)
[41] Ariyet: Kullanıp
geri vermek üzere, emanet.
[42] Müstear: (Ariyet’den) Kendi malı
olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan.Kendini belli etmemek
için kullanılan takma bir isim.
[43] İhtilât: “halt” Bir şeyi bir şeyle karıştırmak, kaynaştırmak. İhtilât
etmek: (Hastalık için) Başka bir hastalıkla karışmak.
[44]Âli İmran Suresi 54. Ayet-i Kerime وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ
الْمَاكِرِينَ
Meali: Bununla birlikte hileye başvurdular, Allah da onların hilelerini
boşa çıkardı. Allah, hileyi boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
[45] Menfur: Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen.
İğrenç.
[46] Cüz-ü kül
yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti,
diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun
organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir
şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe
ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp
nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük
her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela;
hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında
kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku
karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre
Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre,
tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de
daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve
mahkum kılınmıştır.
Tam manayı veremedik.
Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[48] Durr: Hali yaramaz olan.
[49] İtminan: Emniyet
içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[50] Mehlika: Güzel. Ay yüzlü.
[51] Bakara Suresi 153. Ayet-i Kerime يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ
اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ
مَعَ الصَّابِرِينَ
Meali : Ey iman edenler,
sabır ve namazla yardım isteyin! Şüphe yok ki, Allah
sabredenlerle beraberdir
[52] Ferda-i
Mead: Bundan sonraki hayat, gelecek hayat.Ahiret.
[53] Zâd: Azık,
yiyecek, rızık
[54] Mehbit: Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer.
Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer.
[55] Makrûniyet:
(Karn’dan) Yaklaşma. Yakınlık. Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. Müsaadeye
mazhar.
[56] Kaht: Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı
mahsulün yetişmemesi.
[57] Kabail: (Kabile) Kabileler. Bir soydan türemiş
cemaatler, silsileler.
[58] Sinn: (Esnân)
Yaş. Yaşanmış olan zaman.
[59] Gayr: Diğer,
başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği
kelimeyi nefy yapar.)
[i] NASÎHAT
Ey gönül bil ezelî ahde samîm isterler
Aldığın bâr-ı emânâta kerîm isterler
Hâlık’ın seyrederek halka rahîm isterler
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
"Yevme lâ yenfa'u"da kalb-i selîm isterler
İzz ü câh devlet ü rıf’at yerine bî-nâm ol
Merteben şâh ise de bende-i hâss u âmm ol
Nîk ü bed
hâli bırak muntazır-ı encâm ol
Berzah-ı havf ü recâdan geçegör nâ-kâm ol
Dem-i âhirde ne ümmîd ü ne bîm isterler
Yetiş ol âleme kim olmaya anda biz siz
Anda ne şâh u ne gümrâh ne mutî’ u ne hûnrîz
Yokdur ol dâirede nisbet-i çîz ü nâçîz
Âlem-i bî-meh ü hurşîd ü felekde hergîz
Ne mühendis ne müneccim ne hekîm isterler
Çalma ikbâl kapısın perde-i idbâr açılır
Sohbet-i pîr ile âşıklara efkâr açılır
Ehl-i dil hâre nazar eylese gülzâr açılır
Âlem-i keşf-i me'ânîde çok esrâr açılır
Giremez nefs-i gazûb anda halîm isterler
Gönlünü kıl heves-i nefs ü hevâdan sâlim
Kendini bil ezelî “bezm-i elest”de kâim
'Iyd-i vaslı gözet ol kayd-ı sivâdan sâim
Sâkin-i dergeh-i teslîm-i rızâ ol dâim
Ber-murâd etmeğe hizmetde mukîm isterler
Sıdk ile hizmet-i insâna girip insân ol
Ölmeden evvel ölüp hâtime-i nisyân ol
Ne melâhid ü ne sôfî-i bî-iz'ân ol
Unutup bildiğini 'ârif isen nâdân ol
Bezm-i vahdetde ne 'ilm ü ne 'âlim isterler
Eli boş 'âşıka mahbûblar el vermezler
Dikeninden çekinen ellere gül vermezler
Cân u bâş vermeyene zevk-i gönül vermezler
Harem-i ma’nîde bîgâneye yol vermezler
Âşinâ-yı ezelî yâr-i kadîm isterler
Yokluğa etme keder vârına mesrûr olma
Halkı nefretle görüp 'âleme menfûr olma
Ehl-i 'irfâna kul ol nefse uyup kul olma
Cürmüne mu’terif ol tâ'ate mağrûr olma
Ki şifâhâne-yi hikmetde sakîm isterler
Saçsa da 'âleme ger Nûr-i Hudâ pertevler
Ne gider ne götürür maksada ham peyrevler
Göremez Hakk’ı gözü kör dili gâfil dîvler
Kıble-yi mâ’nîyi fehmeylemeyen kecrevler
Sehvine secde edip ecr-i azîm isterler
Her göz açtıkça bir et fâtih ile meftûhi
Hakk bilir sen arama fâsid ile memdûhi
Ey KEMÂLÎ sakın incitme dil-i mecrûhi
Ezber et nükte-i esrâr-ı dili ey RÛHÎ
Hâzır ol bezm-i ilâhîde nedîm isterler
Meşhûr şâir Bağdadlı Rûhî'nin hakîmâne şiirinin Şeyh Osman Kemâli Efendi tarafından yapılan tahmîsidir...Her bendin son iki mısra'ı RÛHÎ'nin, ilk üç mısra'ı KEMÂLİ EFENDİ'nindir...
0 yorum:
Yorum Gönder