Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

273-b Kaset


Bila (23.1.60) 94dk  (273b)


Mevzuu esas itibariyle ikiye ayrılmıştı: Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1] edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp, membaı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk… Tabi buradaki aşk da biliyorsunuz romanda okunan aşk manasına değil. Neyse tekrar tarif ederiz. Bunların hepsi mana-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzuu daha ziyade insan mefhumu ile alakalı. İnsan nedir? Hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum; zahirde elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru, kaplayabilecek gibi gözüken insan, mana-i ihtivası, vicdanı bütün kâinatı muhit… Ve elfaz[2] ile harf ile seda ile pek kolay kolay tarif edilemeyen bir şey insan. Kendinden çok kaviyi Kudret onun eline müsahhar[3] kılmış. Düşünür, düşündü mü bilir, bildi mi konuşur. Neyi düşünür? Düşünme nedir? İç âlemine girdikten sonra o içerisindeki sesiz sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan varlığı nedir. Rengi nedir onun? Bedeni nedir? Biraz daha içeriye girdikten sonra gelmede gitmede ihtiyar, yok.

Beşer bunları düşünmediğinden dolayı, zavallı hale gelmiştir. Böyle kendisiyle, iç âlemiyle baş başa kaldığı vakit. Ya hu gam! Değer mi? Şurada ufak bir menfaat içün bir zalime uşak oluyorum. Değer mi? Adi bir arzum içün bir ev sönecek. Zavallı beş on insan ağlayacak. Ağlatacağım. Halbuki bana daima içimden “hazır ol” diye bir kumanda veriyorlar ki, ölmeyen kumandan veriyor bu kumandayı: Hadi diyor, istikamet karşı ki çukura. Süratle de oraya koşuyorum.  Pek az bir zaman. Dedemiz bunları çok iyi anlamışta, aşktan doğan ahlaka sahip olmuştur. Onların hepsi eshab-ı kalp. Evvela kalbi tasfiye[4] etmişler, süslemişler, ondan sonra kafaya dönmüşler. İnsan yalnız kafada kalırsa, canavarları utandırtacak kadar işler yapar. Evvela kalbe sahip olmuşlar, ondan sonra kafaya geçmişler. Acaba anlatabiliyor muyum? İlk söylediğim sözdür, dikkat et. Evvela kalbe sahip olmuşlar. Niçün öndan?

Kitap öyle der de onun içün. Mesela Cenab-ı Hakk anlatır, anlatır. [5]  لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ Bu söylediklerim kalbi olanlara aittir der. Demek ki kalpte mühim iş var.  Tabi buradaki kalbi de anlıyorsunuz dimi ya? Kaç tane kalbimiz var? Bir hayvani kalbimiz var. Şu sadır denilen sol tarafta mahrutiyyüz şekil, işte odalı filan kan şöyle oluyor… O vücud-u hayvanimizin kalıbı. … Yalnlış söyledim. Vücud-u hayvanimizin kalbi. Birde o kalbe taalluk eden bir insani kalbimiz var.  Acayip. Kaç çeşit, kaç vücut var bizde? Üüüü Bizde çok. Ve inkârda edemezsin. Şu anda hem konuşursun, hem dinlersin. Konuşan vücudun ayrıdır, dinleyen vücudun yine ayrıdır. Bir yandan bir işi yaparken, “yap” dersin, öbür tarafta “alçaklık etme yapma” der. “Yapma” diyen vücudun başkadır, “yap” diyen vücudun başkadır. İkisi kavga eder, hangisi galip gelirse hüküm onundur. Anlatamadık mı acaba? İnsan zor?

Evvela kalbe sahip olmuş, ondan sonra kafaya. Kalbe sahip olmadan, kalpte bir şeyin muhabbetinin karargâhını kurmadan, yalnız kafayla hallederim dersen, o taştan o taşa, o taştan o taşa, nihayet çukura. Hiç bir şey yok orta yerde. Gelmez. Zekâna güvenirsin, fetanetine[6] güvenirsin, yaparım yaratırım filan dersin. Daima önüne hadiseler çıkar, trakkk kafayı vurur, tekrar oradan, yine oradan, oradan…. Ahh kâm[7] alacağım filan derken,  gel derler, her şey orta yerde kalır, avare, biçare, yüzü kare, geçer, göçer gider. Hâlbuki burası pazardır, burada alış veriş yapılacak. Burada hakiki müşteri Allah’tır (cc). Bütün kötülüklerini bana sat diyor Allah (cc). Ne tatlı müşteri... Kendisi öyle diyor: Kimseye verme diyor; ne kadar kötülüğün varsa gel bana sat, sana kendimi vereyim diyor. Fermanı da bu:   [8] 
إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ     Ben tenezzülat-ı subhanimle tenezzül ettim sana. Hak ve hakikate gitmene engel olan ne kadar çirkinliğin varsa gel bunları bana sat, kurtul, diyor. Ahlak, o alış verişi kolaylaştıran müessesenin adına denir. Anlatabildim mi acaba? Ahlak, Huda ile o alışverişin kolaylaşma şeklini gösteren müesseseye denir. Nasıl satacaksın? Nasıl işin içinden çıkacaksın? Onları gösterir.

Dedemiz öyleydi. Aşktan doğan ahlakın salikleriydi. Dedik ya, bir vazifeden doğan var bir de aşktan … Ha ötekini beğenmemezlik manasına değil, şimdi hepsi baş üzerinde yeri var. Fakat bizim dedemizin kabul ettiği ahlak daha üstün. Çünkü orada evvela can sonra canan var. Ters söyledim. Evvela canan sonra can var. Anlatabildim mi acaba? Aman tashih[9] edin yanlış konuştum. Aşktan doğan ahlakta, evvela canan sonra can… Zor yeri de bu. Bire on dövüşür. Kısmet-i ezeliyesinden razı ve hoşnut. Kaşlarını hiçbir vakit çatmaz. Hiçbir vakit menfaati, fazilete tercih etmez. Daima fazilet hâkim. Faziletin tahtında menfaat varsa kabul eder. Faziletsiz menfaati ayağının altında ezer. Ve o sayede, bugün medeniyetini taklit ettiğimiz garp âlemini altı asır kendi medeniyeti tahtında adaletle yaşatmıştır. Öyle kendini de küçük bir adamın çocuğu zannetme. Anlatabildim mi acaba? Altı asır, altı gün değil, altı sene değil. Medeniyetini, taklit edilen sahayı; ilmen, ahlaken, fazileten, manen, böyle tutmuştur.

Evet, gelelim mevzuun an yerine. Bu söylediğim kısımları yayın, insanlık âlemine. Ekseriyet farkında değil. Sabah oluyor, akşam oluyor, sabah oluyor, akşam oluyor, orta yerde bir şey yok. Gönlün gıdası yok. Boş gönül. İnsanlar saman çöpü gibi. Nehir üzerinde akan saman çöpü gibi… Böyle bir yığın var. Fakat içi boş ve birbirine sarılmıyor.  Saman çöpünü birbirine sardırabilir misin?  O biçim akıyor. Zahiri bilgisi çok üstünleşti. Semada geziyor, yerin dibinde geziyor, denizleri tasarruf ediyor fakat ki ne faide ki, şurada oturan varlığına bir huzur veremiyor. Dert bu. Yanlış, yanlış şeyler var, düşünceler var. Efendim işte geniş bir servet olsa, üüüü neler olmaz? Muazzam bir servet… Servet bizatihi nimet değildir ki. Madde bizatihi nimet değildir. Yine Allah (cc) “Git, filan yerde nimet ol” derse olur. Yoksa bazen bakarsın ki nikmet[10] olur. Yaa.

Hele bazı kimseye hiç yaramaz. Alnının teriyle bir parça kazanıp yerken; halimdi, rahimdi, şefikti, nispeten hayra daha ziyade koşuyordu. Bakarsın ki kapkalın olur, o vakit merhameti de kalkar. Öylesi de vardır. Şimdi orada o servet ona nimet mi olmuştur? Karısını beğenmez boşar, kocasını beğenmez atar. Yaa. Keşke züğürt kalaydı da çocuğu dip diri yetim olmayaydı çocuğu. Üç tane beş tane, inan ne güzel geçiniyordu, züğürttü o vakit kardeşim. Yoktu bir şeysi. O birden bire sonra bir saha buldu, saha bulunca bu sefer şekli değişti. [11] وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْ  Allah (cc) ne demişse öyle olur. Öyle diyor O. Onun içün ne derlerdi vaktiyle? Allah (cc) hayırlısını versin, derlerdi. Şimdi öyle değil de efendim, şöyle bir para olsa... Eee güzel, yani yanlış anlayamayın, servetin aleyhinde bulunuyor zannetmeyin. Ahlak, daima zengini, iyi kullanabilen şekliyle metheder. Hiç olmazsa insanlığa bar[12]ı olmaz.  Fakat, ya bir de hilkaten ahlak müessesesine girmemiş, hilkaten de şaki ise, yakar adamı. Yakar.
Onun içün öyle derler. Belki bin defa söyledim ya, Molla Cami’nin sözüdür. Büyük adam. Bizde ne adamlar yetişmiş. Her vakit aynı kıymeti tutar. Bin defa söyledim.

Hâcegan der zaman i ma’zuli hemen Şiblî yü bâ Yezid şevend,
Bâs çün ber ser amel ahend hemen ya Şimrî ya Yezid şevend. [13]

Masa sahibi, kasa sahibi, bunların ekserisi der: Düştüğü vakit, konuşurlarken zannedersin ki ya Şibli merhum gibi evliyaullahtan bir adam,  Allah’ın (cc) nedimi,  sevgilisi. Veyahut muazzam ehlullahtan bir insan zannedersin.

Bâs çün ber ser amel ahend . Fırsat geçer de yine eski hali eline alacak olursa;

hemen ya Şimrî ya Yezid şevend, Ya Hüseyin (r.a)’in başını kesen Şimr veya ona emir veren Yezid olur, der. Onun içün bir adamla görüştüğün vakitte, tam kıymetini verebilmek içün bir hüküm vermek istersen, dikkat et; her şeysi muntazamken, Hazreti İnsan mı, değil mi? Bir şey anlatamıyorum galiba?

O nasıl olur? Hakkıyla nimeti yerli yerinde kullanır, şakir[14] olur. Malum ya, Allah (cc) daima verdiğinin şükrünü insandan bekler. Ama bizim bildiğimiz gibi de değil. Mesela bir nimete kavuşuruz da, “Ohh elhamdülillah çok şükür, bu oldu” Yoook, öyle istemez. Öyle değil. Tatbikatlıdır. Mesela, Kudret sana büyük bir masa verdi; muazzam, salahiyetli bir şahıs oldun. Bu masanın şükrü adalettir. Anlatabildim mi acaba? İşlerinde adalete başladın mı? Yoksa birisi yanına geldi de, “Ne istiyor o” diyerekten, git gel yapmışsın, eziyet etmişsin. Ondan sonra da, beri tarafta ibadet yapmışsın, taat yapmışsın. İstediğin insanlarla böyle yumuşak yumuşak konuşmuşsun. Kıymeti yok. Her zerrede Hakk’ın vücudu var, “Bana Kudret bu masayı kendi namına vermiştir, ben ona naib[15] olmuşum, ona hizmet ediyorum” zevkiyle, adaletle tecelli ettin mi, O nimetin şükrünü yaptın.

Geniş bir servet vermiş, şükrü infaktır. Düşmüş arıyor musun? Düşmüş. Büyük kitap tarif eder: “Öyle insanlar vardır ki der, bana dahi derdini söylemekten sıkılır”. Taaffüf[16] kelimesiyle geçer o. Öyle insanlar vardır ki diyor Allah (cc), benim öyle kullarım vardır ki, sıyrık değil… İnsanı iz’aç[17] eden kısmından değil. Bir de o sınıfı vardır der. Öyle değil. Bana dahi derdini söylemekten utanır. Erbabı onu renginden anlar, cemiyet onu gayet müsait vaziyette zanneder fakat o kıvrım kıvrım kıvranır. Servet verdiğim adam, onu arasın bulsun der. O vakit onun şükrünü yapmış olur der. Anlatamıyorum galiba. Servetin şükrü o.

Hüsn-ü an[18] vermiş güzel. Güzelliğin şükrü nedir? İffettir. Artık bunu her sahada insan kullanabilir. Pazuna muazzam bir kuvvet vermiş, onun şükrünü ister Huda. Senin değil çünkü. Hiç birimizin bir şeysi yok. Hiç kimsenin bir şeysi yok. Hiç birimizin bir şeysi yok. Herkes O’na mı çalışır? Hepimiz ona çalışıyoruz. İnanan da inanmayan da, zalimde mazlumda, hâkimde mahkûmda, said de şaki de, herkes ona çalışır. Çalıştırır çalıştır ondan sonra “Hadi çukura, yallah!” der, gider. Hepimiz tav’an[19],  kerhen[20] herkes ona çalışır. [21]  وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ  diyor. Mirasçı benim diyor, bana kalacak. Öyle değil mi?

Onu her günde biz görüyoruz. Mülkte benim der, siz der bana çalışacaksınız. Herkes çalışıyor. Bakar istidada, o istidatta hidayete layık kabiliyet gördü mü, derhal o sayfayı çevirir, beşer o halde tecelli eder. Bakar istidada canavarlaşmışsa ona layık olan sayfayı çevirir. O şekilde yol alır gider. Onun içün daima umumun ıslahı şarttır, cemiyette huzur olmak içün. Sen yalnız kendini ıslah etmişsin, fayda yok. Bazı sözler vardır batıldır o. Mesela darb-ı meseldir[22] bizde: Efendim her koyun kendi bacağından asılır. Güzel ama kokunca… Her koyun kendi bacağından asıldı.  Ya kokunca ne yapacaksın? Öyle değil, umumi o, umumi. Öyle derler, canım sen ona ne karışırsın? Her koyun kendi bacağından asılır. Doğru amma kokunca ne yapacaksın? Kurtlandı, koktu.

Kötülüğü seyredip de sesini çıkarmayanlar, kötülüğü yapandan daha ziyade ceza göreceklerdir. Kötülüğü görüyor da sesini çıkarmıyor. Bunun misali şuna benzer: Bir adam girmiş bir gemiye, yolcularda oturuyor, inmiş aşağıya, tık, tık, tık, tık… “Dur bakalım ne yapacak” diyorlar. Boyuna deliyor, adam. Sana mı kaldı, bana mı kaldı derken açılır açılmaz yüüüüp… Belki onu delen yüzme biliyorsa kurtarır kendisini de, sen boğulur kalırsın. Sonra istisnalı da muamelesi yok Allah’ın (cc) ne bileyim. Onun şeyi acayip.

Hoş bir şeydir, Cenab-ı Musa, Allah (cc) ile serbest konuşan bir nebi, serbest. Enbiya içerisinde, en celalli bir şahıs... Serbest konuşur. “Biri yapar, hepsine birden çektirirsin, Ya Rabbi” demiş. Bunu Musa (as) söyler, ben söyleyemem. O niye söyler? O belalara göğüs vermiştir. Firavunun ateşinde ağzı yanmıştır. Söyler o. Şöyle bir misal vereyim de belki gönüllerde bir ukde olur: İnsanların da Hak yanında ayrı ayrı dereceleri vardır. Eve bir hizmetçi alırsınız, kapıdan çıkarken size der ki; “Baksanıza” “Buyur” dersin: “Akşama bana şu çorabı şunu şunu getir”. Düşünürsünüz kendi kendinize “Acaba, bir tuhaf mı oldu bu kadıncağız?” İkinci günü yine öyle yaptı mı, bu sefer; “Bununla biz yapamayacağız” dersiniz. Mübalat[23]sız bir hale geldi. Hareminiz olur, o da der ki; “Şu eksiklerimiz var. Bunları getir” der. Vaziyetiniz müsaitse, tabi getirirsiniz. Değilse, özür dilersiniz. Özür dilemekte var mı? Evet var. Allah’ın (cc) emrinde var, bilmem insanlarınkinde. Tabi insanlarda… Hakiki insan o emrin haricinde değildir. Öyle der. Velev bikelimetin tayyibetin diyor. Hiçbir şeyin yoktu diyor, bir tatlı dilinde mi yoktu anadan diyor. Anlatabildim mi acaba?

Ben bunların  hesabını, hepsini soracağım der. İşte şöyleydi de böyleydi ... Güzel, anladık; hiçbir şeyin yoktu. Fakat ne olurdu, diyor: Dil insana can verir, can alır. Hayatı adama söz verir. Hayatı insandan söz alır. Anlatamadık mı? Bir tatlı kelimen de yok muydu?

Eee o da kadın, o da kadın? Min haysu hiye hiye[24] , hüviyet itibariyle, hücreleri itibariyle, sıkleti itibariyle, nasıl tarif edeyim işte? Aynı şeydir. Birinde hemen yol veriyorsun da, birinde özür diliyorsun, peki yaparız ederiz diyorsun. Hah. Allah’ın (cc) yanındaki kullar da öyledir. Bazısı serbest serbest konuşur, bazısı ağzını açarken tepelenir. Anlatamadım mı acaba? Bazısı serbest, serbest, o başka. Mevkii ayrı.

Öyle dedi; “Biri yapar. Hepsine birden çektirirsin” diyor. Bunu derken mübarek bacağı, sahrada açıktaymış, bir karınca üşüntüsü olmuş -O azgın karıncanın bir ısırması vardır ki hiçbir şeye benzemez. Bilmem başına geldi mi?- Kuvvetli şekilde, bir ısırmış, can havliyle Musa (as) şöyle bir yaptığı vakitte, Huda diyor ki; “Dikkat et bir tanesi ısırdı, hepsini ezdin” diyor. Bir tanesi ısırdı, hepsini birden ezdin.
 Demek ki her koyun kendi bacağından asılır neticesi, doğru değil. Evet her koyun kendi bacağından asılır ama kokar. Küll[25] halinde yetişmek lazım. Umumi bir vaziyette saadete koşmak lazım. Buda ne ile olur? Ancak muhabbetle olur. Birbirimizi sevmekle olur.  Hemen hemen bir senedir, mevzu bu bahisle gidiyor.  Bugün ki insanlığın düşüşündeki şey, en büyük sebep, birbirimizi sevmiyoruz. Galiba da sevemeyeceğiz. Ne bileyim ben? … O tarafa doğru insanlık yürümüyor. Yürümüyor. Değil birbirimizi, evlat babayı, baba evladı sevmiyor.

İnsanda en büyük sevgi evvela Allah’a (cc) işler. Ondan sonra annesine, babasına… Ondan evvel kendisine bir şey öğretene… Çünkü annesi babası maddesinden bir şey ortaya koymuştur, bu âleme getirmiştir. Bir şey öğreten, ruhuna bir şey vermiştir, Allah’a (cc) götürmüştür. Burada ayrılıyor iş. O bana bir ilim öğretiyor, bir şey öğretiyor saygısı kalkmıştır cemiyetten. İmam-ı Ali öyle der;                 من علمني حرفا صرت له عبدا  Değil bir şey öğretmek, bana bir harf öğreten kimseye, ben mecburum köle olmaya der.  من علمني حرفا Bana bir harf öğretirse bir kimse, ben ona köle olmaklık mecburiyetindeyim der.  Mecburum köle olmaya der.

Sonra annesi babası gelir. “Siz kendi zevkiniz içün evlenmişsiniz, beni getirmeseydin” diyor çocuk. Cevabı bu. “Yap hesabını yap” diyor: “Meme verdim, uykusuz kaldım” diyorsun, yap hesabını; “şu kadar ay içtim, şu kadar gram içsem, nihayet şu kadar kilo eder. Bugün en pahalısı yüz elli kuruştur,  nihayet alacağın iki yüz lira. Al, bir daha bahsetme!” diyor. Anlatamıyor muyum? Al hesabını al, fazla konuşma. Anne baba hakkı, yedirdiğinden içirdiğinden dolayı değil. Bana baktı, yedirdi içirdi, hayır, hayır.., Onlar çook sonra gelen hak. Bir daha söyleyeyim, tekrar edeyim:

Annenin babanın hakkı, “İşte bana kuş sütüne kadar getirmişti, beni şu şekilde bakmıştı, şöyle etmişti.” Bu değil. Allah (cc) diyor ki; ben seni ilm-i ilahimde tuttum, anan da yoktu, baban da yoktu. kader nakkaşın semavati tezyinatını[26] da vurmamıştı. (33:33) Ben sana vücut verdim,  ilmimde tuttum, alem-i gaybe sevk ettim,  buruc-u[27] isna aşerde[28] gezdirdim, kevakipte[29] turlar yaptırttım, semavatta seyirler yaptırttım, anasır[30] âlemine döktüm, nihayet annenle babamı benim ilmimde tuttuğum sahada seni meydana getirmek içün sun-i ilahimin tezgahı yaptım. Oraya ait olan vazife bana aitti. Anlatabiliyor muyum acaba? Orta yerde annen baban yoktu, ben varım diyor ben.. Bana aitti, sen ne konuşuyorsun? Ya.. Yapacağın hizmet bana aitti. Onun içün öf demeyi yasak etmiştir.  Değil şu bu filan, hal ile dahi çirkin vaziyet göstermeyin, der. Hani olur ya insan mesela kendisi biraz tekâmül eder, beş on şey bilir filan, öbürkü daha basit vaziyette kalır. Sözü senin bilgine uymaz. “Canım sen şimdi şurada dur” dedin mi, Kudret tarafından muazzam bir tokat yersin. Vardır bizde ekseriyetle; eh, sen beş on sayfa bir şey okudun, dünyayı daha iyi anlamaya başladın, onun konuşması, onun anlatmasına karşı sen güldün mü, “Bana gülüyorsun” diyor. Yok ara yerde o. Hizmet Hakk’adır. Hizmet Hakk’a.

 [31] فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ   İçinden aaa! Hani o üff duymaz insan, di mi ya? Canın sıkılır da şöyle kendi kendine bir “üfff” dersin. “Söyleme bunu” diyor. Müsaade yok. Söyleme... Yalnız, Hak ve hakikate düşmansa zaten annen baban değildir. Anlatabildim mi acaba? Orada ayrılır.

  [32] لاَ طَاعَةَ فِى مَعْصِيَةِ اللّهِ، إنَّمَا الطَّاعَةُ فِى الْمَعْرُوفِ Mahluka itaat edilmez, o itaatin altında Allah’a (cc)  isyan çıkıyorsa. Türkçesi bu. Ondan maada tav’an[33] boyun keseceksin. Öyle bir şey ki; anne baba ki sana vermiş olduğu emirler, arzular, tamamıyla Hakk’a isyan. “Yoook der, işin şekli değişti.” İşin şekli değişti.

Mesela.. ekseriyetle var, her sahada var ya: Almışsın bir yetim insanı, bir garip insanı... Garip olmayana zaten dişi geçmez. Sokmaz bile içeriye. Dişi geçmez o. Kimsesiz, vaziyeti müsait değil. İşin şeklini beceremiyor. “Hoşuma gitmedi bu, senin aldığın karı” der, “Bunu boşa.” Eee ne yapalım, annemin sözüdür, ben buna riayet edeceğim, dediğin gün, yuvarlanırsın. Niye. Yehtezü'l arşı mine't talak[34] diyor Allah (cc). Haksız yere boşanmada ben tir tir titrerim, diyor. Allah’ı (cc) titretmek kolay bir şey değil ki. Annenin hatırı içün … nedir, sebep göster bakalım. Bizim terazi var teraziye koyalım. Bunu istemiyorum ben… Anlatıyoruz dimi? Anlatabiliyoruz.

Öyle bir emir veriyor ki, o emir Cenab-ı Ahmediyet’i gücendiriyor. Vardır öyle şey. Geçmez. “Bu kapı kapalı”, dersin.  Olmaz. Hoş bunları, zaten bazı insanlar gelip soruyor: Ne yapalım, falan? Bunları sormaya lüzum yok ki; senin içinde bir müftü oturur, bir hâkim vardır, o söyler: burada alçaklık vardır, der. Adi şeyler sorulmaz. İnsan; “ istefte kalbet ve iynakel müftün” dedi. Hiçbir manada yoktur bu kadar geniş. Herhangi bir şey hakkında sormuş olduğun yerden nefsine uygun hüküm de çıkmış olsa o sorduğu sualin bir nüshasını, bir ayınını da içinde oturan hâkimden al, der. Anlatabildim mi acaba? İşine geldi, hariçte sorduğun adamların verdiği cevap, fakat içindeki dedi ki; “İyi anlatamadım, bu öyle değil. Senin hoşuna gidiyor da sen bunu yapmak istiyorsun. Sen bu işte alçaksın” dedi mi; onun dediği doğrudur, dışardan aldığın bütün hükümlerin hepsi yanlıştır. Yaaa, ne kadar sıkı usule sokmuştur.

Fakat bunların zevkini anlayabilmek içün insan, kuvve-i zaikasının[35] bozuk olmaması şarttır. Yanlış söylerler. Demin ki şeyi dediğim gibi; her koyun kendi bacağından asılır. O yanlış olduğu gibi ekseriyetin ağzındadır. Ya, hakikat acıdır derler. Hakikat acı değildir. Hakikat çok tatlıdır. Ruhi zaikamız bozuk olduğundan dolayı acı gelir. Hiç hakikat acı olur mu? Hem hakikat olsun da, hem acı olsun.

Mesela bir insanın, hasta olan kimsenin, kuvve-i zaikası bozuktur. Hasta çünkü. En güzel bir yemeği pişirin, dumanı geliyor, kokusu geliyor: kapıyı kapayın der, kusacağım der. Neden öyle diyor? Öbür tarafta da bekliyor, “aman ne vakit pişecek de, yiyeceğim” diyerekten. O hasta. İnsanın da ruhi hastalığa müptela olur da zaika-ı istidadı bozuk olursa, iyi hisler ona doğru gelmez. Ondan dolayı “hakikat acıdır” der. Yoksa hakikat acı değildir.  Sana herhangi bir hakikat acı geliyor mu? Bil ki, bir maraz-ı maneviye müptelasın, tedavi ettir. --Çok sıcak var, bir yer açın, boğulacağım burada. İki taraftan açmayın, bir taraftan.—

Hastalık ilerlemeden derhal tedavisine bak. Onun eczanesi var, sertabibi var, asistanları var, mütehassısları var. Bizde yok, hiç yok. Bade hava. Yalnız hazır ol, kabule müsteid[36] bir can tedarik et. Eczane bedava. İlaç daima hazır. Sertabibi var. Mütehassısları var.  Sonra hiçbir vakit de yanlış teşhis de yok orada. Hiçbir vakit eczacı iki gramı yirmi gram görmez. Hep öyle muntazam. Üç günlük hayatında o hastalığını tedavi ettir.

Öyle diyorduk, insanın bugün bilgisi çok yükseldi. Ki ne faide ki; huzuru azaldı. Huzur yok. Her konuşma tekrar ediyorum di mi? Cemiyetin en büyük yarası. Hani mevzii konuşmuyoruz. Yani şu kadar bir saha değil, bütün dünya. Bütün dünya. Çünkü neden? Hepsi Hakk’ın elindedir, o görür:

[37] وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ Bana sarılmadıkça, ben yolu açmam diyor, Allah (cc). Ben açacağım yolu. Beşer biraz tenekecilikte ilerledi, azıcık şöyle düğmeye basmayla milyonla canları almaklık kabiliyetini gösterdi; bu sefer Kudretle arası açıldı, yaratırım sevdası başladı. Buyurun dedi, hadi bakalım. Yaratın, yapın. Acınacak hal. Deden karadan gemi yürüttü, muhali mümkün yaptı, di mi?  Kıtalar fethetti, sekiz bin senelik Bizans’ın serveti Sultan Ahmet meydanında, Sultan Ahmet Camii kadar yığıldı. O kolay iş değil. Bir asır geldi, o Bizans’ın kapılarına kadar o sahada oturdu, tetkik etti, uzaktan baktı. Zahirdeki vaziyetleri fantezi halinde çok üstündü Bizans’ın. Eğilmeler, bükülmeler, fantezi hayat tarzları, içtimai şekilleri, gayet parlak. Uzaktan seyrediyordu. Öyle bir hal gördü ki; sefahat, rezalet ayyuka çıktı, herkes onun peşinde koşmaya başladı. Ahlak tamamıyla çekildi, yıkım muhakkaktır dedi, püüüf dedi, yıkıldı gitti.  Anlatabildim mi acaba?

İşte hangi bir camia, eğer ahlaktan soyunursa, ne kadar zahirde kuvvetli görünürse görünsün, nihayet ufak bir rüzgârla yıkılır gider. Derhal çöker. Onun içün bu sahnede iki büyük cenk vardır, iki büyük harp: Bu harpte, ya ruh cisme galip gelir veyahut nefis ruha galip gelir. Gelişimiz gidişimiz bundan ibarettir. Ya ruhun, cismine galip olacak bir harptesin veyahut nefsin, ruhuna galip olacak bir harptesin. Eğer dikkat et, nefsin ruhuna galebe ederek yaşamışsan bugüne kadar, akıbet fenadır. Son nefestedir karar, berbat ki çıkar. derhal dön. Yardımcı Kudret tarafından gelir. Niyet ettiğini görsün, vallahi yarın değişirsin. Değil işe başlamak, şöyle niyet et; sen tabi serairi[38], zamairi[39], hafaya[40], ayâ, Allah(cc) muttalidir[41]. İçinden yanarak, üzülerek, gözüne yaş gelerek, “bugüne kadar mahvolmuşum deyip, ben artık iyi bir yol takip edeceğim, insanlığa hadim olacağım”, niyetini gördüğü dakikadan itibaren, senin şeklin değişir. Acabalı olmayacak yalnız! Nerdeee…

Her işi yapan Hak’tır. On nüfuslu bir aile, onunun da kafası ayrı işliyor. Nasıl birleşecek bu? Evde birleşmeyen nüfuslar, zahirde cemiyette birleşebilir mi? Yekvücut olmadıkça da Allah’ın (cc) eli üzerinde durur mu? Hesap aşikârdır. Beş tane nüfus var bir evde, beşinin de kafası ayrı. O kafaları birleştirmeye imkân yok. Kalp bir değil ki kafa birleşsin. Onun ki ayrı, onun ki ayrı, onun ki ayrı… Ne kadar çalışırsan çalış. Muhabbetsiz insan zalim insan demektir. Emri ilahiye göre;

 [42] وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا İmkân yoktur. İyilik de yapmak istesen, hüsranla neticelenir. Mahrumsun yani ya. Madamı ki zalimsin, o elden; muvaffakiyet neticesi hüsrana inkılap etmeyen bir mana tecelli etmez. Zahirde görünen parlak muvaffakiyetler geçici şeylerdir.  Talaş alevine benzer. İnsanlığın kabul etmiş olduğu şeye muvaffakiyet denir. Öyle olmuştur ki insanlar; hamiyet gösterirsin, merhamet edersin, elinden tutarsın, ne bileyim ne kadar yardım etmek isterse edersin; seni sorsunlar nasıl bir adam: Aptal, der. Saf ahmak bir adam bu. Vurursun, kırarsın, tepelersin, seni sorsun: Eshab-ı kiyasetten[43].  O ne, ne kafa efendim der. Anlatamıyor muyum? O, ne kafa o? Ne kafa işte kafa. Kafa var mı? Aguş[44]unu açarsın, merhamet edersin, bütün lazım gelen insani vazifelerini yaparsın...  O hale gelmiştir. Sorsunlar, “nasıl adamdır?”, “boş, aptal aptal, ahmak adamın biri.” Öbür tarafta; vur, kır, tepele; onu da sorsunlar. “Nasıl?” “O ne kafa o ne kiyaset! Ne, ne zeka” der.

Sonra dostluğumuzda acayiptir. Neden? Ahlak putesinde irfan müessesesinde insan yetişmedikten sonra, dostluğundan da adam zarar görür. Öyle mi? Evet… Misal vereyim de daha iyi anlayın.  Birisi ormanda bir ayıya tesadüf etmiş -haşa huzurdan-. Ayı diken batmış, şişmiş, çirkinleşmiş. İnim, inim inliyor. Muztar[45] bir vaziyette… Görmüş.. Lisan-ı haliyle dehalet[46] ediyor yani ne olur bana bir çare bul gibilerden. Yarmış, dikenini çıkartmış, çirkinliğini izale etmiş, sarmış, iyi olmuş. Hayvanlar insanlardan bazen çok hayırlı oluyor. Tekrar bunu görmüş, iyiliğini unutmuyor. Artık ne yapacağını şaşırmış. Bir kütük bal göstermiş. O da alışmış adam, balları çekiyor, yine gidiyor. Bir kütük daha buluyor ayı, götürüyor. Kazancın yolunu bulmuş. Ünsiyet peyda etmişler ayı ile. Artık emniyet gelmiş adama, ayı onu muhafaza ediyor. Hiç imkânı yok. Uyumuş bir gün temiz bir havada. Ayı başında bekçi… Gelmiş bir sinek konmuş herifin alnına. Ayı o sineği kovacak, gitmiş büyük bir taş almış, nasıl attırsa, adamcağızın beyni ezilmiş. Anlatabildim mi? İlimsiz, irfansız, ahlaksız dostluk da ayının dostluğuna benzer. Zor. Yaaa. Konuşmayı toplayalım.

………… ettiği vakitte yalnız aklın verdiği varidat ile kanaat etmez. “Niçün” sualini sormaya başlar. Akıl niçün sualinin cavabını veremez, durur orada. Ona durak mahallinden ileriye yol verilmemiştir.  Oradan öbür tarafa, âlemi kudrete gelince iman ve aşk başlar. Aşk da...  konuşmaya başladığım vakit demiştim ki, romanda okunan aşk manasına değildir. İnsan asude kaldığı vakit, kendi kendisiyle baş başa olduğu zaman, birkaç sual sorar kendisine: “Ben kimim” der. Araştırmaya başlar. Malum ya, bazı şeyi tekrar ediyorum. Nasıl bu benim gömleğim dendiği vakitte, bu gömlek benim tenim değilse -tenimi ihata etmiş ama benim tenim değil. Bu gömlek benim tenim mi? Değil- Bu benim  bedenim dendiği vakitte de benim manam değil. Bu nasıl benim bundan haberi yoksa, bu gömleğimin şu vücudumdan haberi yoksa, benim bu sesi çıkan vücudumun da benim kendi vücudumdan haberi yoktur. Onun gömleğidir. Anlatamıyoruz galiba. Haberi yoktur onun. Ondan haberdar değil.

İşte o, kimim diye suali sorduğu vakit: Onda bir dert başlamış demektir.  O derdin adına “Hak derdi” denir.  Allah (cc) hepimize vere. Anladın mı? İş oraya gelsin. Şöyle kalır, “yahu ben kimim? Nereden geldim? Benim gelmemde gitmemde bana bir şey sormadılar.” Var mı içinizde sorulan ha? Sorulan kimse var mı? Beyefendi bir âlem-i şuhud vardır, bir sahne vardır, dar-ı iptila denilen, ikbalinde[47] hud’a[48], idbarında[49] fecia gizlenmiş, zahirde tatlı görünür fakat içerisi o kadar tatlı değil ki.  “Öyle bir âlem var gider misin”, sormadılar. Çekerken de sormazlar. Semayı deler gibi bakan göz, yeri ezer gibi basan ayak, yaratırım sevdası ile yaşayan vücut, öyle bir halde gider ki, kimsenin haberi olmaz.  Onun içün hayatta zalime rast gelirseniz, onun burnunu kırması için birkaç cümle vardır, söylersiniz. Ölümü öldüremiyorsun ya. Boş. Beşerden aczi de gideremiyorsun. Sen çok zavallısın.  Pek gerile gerile konuşuyorsun ama asıl senin yapacağın işler var orada, çok acizsin sen. Ben sana kıymet vermekliğim içün sen evvela şu ölümü öldür. Kabrin kapısını kapa. Beşerden aczi gider ve uyuma. Malum ya uyku her şeyi hallediyor. Hangi ilim adamı anlatabilir bana uykuyu? Haddine mi düşmüş. Kimse anlatamaz. Efendim uyku hakkında konferans verilecekmiş. Söyle… Kimse anlatamaz. İstersen merak et, birkaç gece uykusuz kal, bu nasıl oluyor, nasıl geliyor, nasıl gidiyor diyerekten.

 [50] اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا Öyle beyan eder Allah (cc) kendisini. Evet der, zaman müsaade etmedi, zemin müsaade etmedi,  saha bulamadın, muhit imkân göstermedi yahu ben en büyük varlığı, en muazzam birliği senin kendi vücudunda gayet serbest açık bir vaziyette va’z etmiştim: “Bir defa da uykuyu düşünmedin mi sen” der. Ben uykuyu verdiğim vakitte, o hali verdiğim vakitte, herkesin elinde nesi varsa alıyorum: Parasını alırım, kasasını alırım, rütbesini alırım, karısını alırım, kocasını alırım, çocuklarını alırım, ilmini alırım, şuurunu alırım, hissini alırım -İşte onun içün bilemeyiz uykuyu- Hissi alıyor, nereden bileceksin? Hissini alırım, bahr-ı ummanı ehadiyetime atarım. Zalimle mazlum müsavi olur, hâkimle mahkûm müsavi olur. Zalim bir tarafa sızmış, mazlum bir tarafa büzülmüş vaziyette. Sonra merhamet ederim, bir yakaza[51] hali veririm. Birer birer buyurunuz, işte ilmin, işte mevkiin, işte karın, işte kocan, işte çocukların. Şunu her gün alıp veriyorum, bir gün vermesem. “Ha, sen niye insanları inletiyorsun?” ben varım diyerekten. O kadar acizsin ki: Elindeki mevcudunu dahi muhafaza edemiyorsun. Vermesene bakayım bana.

İkinci hayatın en büyük dersidir uyku. Söylerler efendim ikinci hayatta var mıymış, kim gitmiş, gelmiş? Zat-ı aliniz. Kim gitti geldi? Siz efendim, siz. Kaç yaşındasın? Otuz. Otuz beş sene evveli var mıydın? Biliyor musun kendinin varlığını? Kendine göre var mıydın? Bana bir hüviyet gösterebilir misin? Tanıyan var mıydı zat-ı alinizi? İsminiz, resminiz, bir defterde kaydınız, şekliniz, resminiz. Şimdi varsınız dimi ya? İşte gittiniz geldiniz. İsmin, resmin, madden, modelin, kendi kendini bilmezken var olduktan sonra ikinci varlığı inkâr edemezsin ki, ilim kaidesine girmez. İlime girmez o. Kudret dersini kaçırmış. Hem zaten bunlar şimdi artık müspet ilim mevzuuna girmiş di mi?

Ooo, Kudret o kadar insanlara işler yaptırmıştır ki; Amerika’da oturuyor adam, üç tane adam, kocaman masanın üzerine hüüp beş metre kalkıyor. Cazibe kanunu düştü. Fotoğrafını da çekiyor. “Efendim, telkin.” Makineye mi telkin ettin? cemad[52]a mı? Bak fotoğraflara.

İki asır, bir asır evvel gelmiş olan en büyük musiki heyetini getiriyor piyanonun önüne, muazzam şekilde piyano çalınıyor, şahıslar serab gibi bir vaziyette, şerit çekiyor. Orta yerde göremiyor, elle tutamıyor ama böyle bir acayip bir hal. Yaa, beşer küçük dilini yutacak. Kudret bu asırda fen ismiyle zahir olmuştur. İnkâr kapısını kapamıştır, artık birbirinize sarılın diyor, sarılın. Anlaşın. Eli boş gelmeyin. Hiç olmazsa gönderdiğim gibi gelin. Öyle gelmeye de razı değildir ya. Bir şeyler alıp da gel, der. En mühimi... ne alıp getireceksin? Kırık kalp. İslam büyüklerinden İmam-ı Gazali vardır: Frenkler onu yazarlarda; o derler, mana ile madde arasında köprü kurmuş, muazzam bir adamdır der, tarif ederken.



[1] Tesmiye: İsimlendirme, ad koyma.
[2] Elfaz: Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
[3] Müsahhar: Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
[4] Tasfiye: Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek.
[5] Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ
Meali: Şüphesiz ki, bu söylenende kalbi olan ve şuurla kulak tutan kimse için uyandıracak bir ihtar vardır.
[6] Fatanet: (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik. Müteyakkız oluş.
[7] Kâm: İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet.
[8] Tevbe Suresi 111. Ayet-i Kerime: نَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Meali: Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet kesinlikle kendilerinin olması pahasına satın aldı. Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da Allah'ın söz verdiği bir vaaddir. Allah'tan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız bu alışverişten dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
[9] Tashih: Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek.
[10] Nikmet: Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
[11] Şura Suresi 27 Ayet-i Kerime وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي الْأَرْضِ وَلَكِن يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَّا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ بَصِيرٌ 
Meali: Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde azar ve taşkınlık derlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görendir.
[12] Bar: Yük, pas
[13] Şiirin aslına erişemedik. Duyabildiğimiz, anlayabildiğimiz  kadarı ile geçtik
[14] Şakir: Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren
[15] Naib(e): (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. Şeriat hâkimi olan kadı vekili. Nöbet bekleyen.
[16] Taaffüf: İffetli olma. İffetli görünme. Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. İstemekten uzak durma.
[17] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak. Yerinden koparıp ayırmak.
[18] Hüsn-ü an: Güzellik
[19] Tav'an:İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[20] Kerhen:İstemeyerek, istemeye istemeye, hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek, iğrenerek.
[21] Hicr Suresi 23. Ayet-i Kerime وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Her halde Biz, kesinlikle hem hayat verir, hem öldürürüz. Hepsine varis de Biziz.
[22] Darb-ı Mesel:Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Ata sözü.
[23] Mübalat: Dikkat etmek. İtina göstermek.
[24] Şeylerin mahiyetleri kimi zaman şeylerin dış dünyadaki varlıklarında olur -a'yânu'l-eşyâ-tasavvurda olur. min haysu hiye olur
[25] Küll: Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. 
[26] Tezyinât:Süsler. Ziynetler.
[27] Burc: Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. Tek hisar kule, kale çıkıntısı. Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.
[28] İsna aşer: On iki
[29] Kevakib: (Kevkeb. C.) Yıldızlar.
[30] Anâsır: (Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
[31] İsra Suresi 23. Ayet-i Kerime وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
Meali: Rabbin kesin olarak şunları emretti: «O'ndan başkasına ibadet etmeyin; ana babaya iyilik edin; onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına ulaşırsa sakın onlara «öf!» deme ve onları azarlama; ikisine de tatlı söz söyle.
[32] Muslim, Kitabu’l İmara 40. “Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Ancak taat ma'ruftadır!"
[33] Tav’an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[34] Ebu Davut ibnül-Humam, Fethul Kadir. c.2 sh.22, Muttakî, lX, 661
[35] Zaika:(Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tat duyurucu hassa.
[36] Müsteid: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
[37]Âli İmran Suresi 101. Ayet-i Kerime : وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ  Meali: Önünüzde Allah'ın ayetleri okunurken ve aranızda O'nun elçisi var iken sizler nasıl olur da inkara dönersiniz? Oysa her kim Allah'a sıkıca tutunursa, o, kesinlikle bir doğru yola çıkarılmıştır.
[38] Serair (Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
[39] Zamair:(Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
İsim yerine kullanılan kelimeler.
[40] Hafaya: (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
[41] Muttali': Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.
[42] İsrâ Suresi 82. Ayet-i Kerime: وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا Meali: Biz de Kur'an'dan müminler için bir şifa ve bir rahmet olan ayetleri peyderpey indiririz. Zalimlerin ise ancak zararını artırır.
[43] Kiyaset: Zeki. Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik
[44] Aguş: 1) Kucak 2) Sığınılacak yer.
[45] Muztar: Zorlanmış. Cebr olunmuş. Mecbur kalış. Çaresiz kalıp başı sıkılan.
[46] Dehalet: Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.
[47] İkbal: Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah.
[48] Hud'a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere aldanmak. Herkese aldanan. Safdil.
[49] İdbar: Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik. Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibe göre gitmesine de ikbal denir.
[50] Zümer 42 اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ Meali: Allah alır o canları öldükleri zaman; ölmeyenleri de uyuduklarında. Sonra haklarında ölüm kararı verdiklerini alıkoyar, diğerlerini belirlenmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır.
[51] Yakaza (Yakza): Uyanıklık. Dikkatte olma
[52] Cemâd / جماد : Cansız varlık. (Arapça)

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017