Mevzuu başlıca iki esasa ayrılır. Birine
vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden
doğan ahlakın menşei, annesi akıl; aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp
olduğunu
söylemiştik. Gerek kalp, aşk... tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk manasına değil: İnsan asude kaldığı zaman, bir an içün alayık-ı[1] kevniyeden[2], dünya hadiselerinden, eleminden, emelinden bir an üçün ayrılıp da, kendi içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı ile baş başa kalıp bu anasır torbasına gizlenmiş olan benim bir vücudum var. Ben bunu ne vakit tutacağım? Benim bir hakikatim var. Bu anasır[3]dan bir don[4] yapmış, içine girmiş. Ben bunu ne vakit çıkaracağım? Kimim ben? Yirmi yaşındayım, otuz yaşındayım, kırk yaşındayım, her neyse, hangi çağda ise. Ondan bir sene evveline atf-ı nazar ederek, -yirmi yaşındaysa- yirmi bir sene evveli kendim kendimi müdrik[5] değildim. Beni tanıyan da yoktu. Hiçbir defterde ismim yoktu. Elliyse, elli bir sene evveli beni hiç kimse tanımazdı. Ben şimdi varım. Bu varlık bana nereden geldi? Düşünüyorum, düşünmekliğim için bilmem şart. Biliyorum, bilmem içün konuşmam esas, konuşuyorum da. Bunların geliş yerleri nedir? Acaba ben ne vakite kadar bu âlemde kalırım? Burada gelmemdeki gaye nedir?
söylemiştik. Gerek kalp, aşk... tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk manasına değil: İnsan asude kaldığı zaman, bir an içün alayık-ı[1] kevniyeden[2], dünya hadiselerinden, eleminden, emelinden bir an üçün ayrılıp da, kendi içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı ile baş başa kalıp bu anasır torbasına gizlenmiş olan benim bir vücudum var. Ben bunu ne vakit tutacağım? Benim bir hakikatim var. Bu anasır[3]dan bir don[4] yapmış, içine girmiş. Ben bunu ne vakit çıkaracağım? Kimim ben? Yirmi yaşındayım, otuz yaşındayım, kırk yaşındayım, her neyse, hangi çağda ise. Ondan bir sene evveline atf-ı nazar ederek, -yirmi yaşındaysa- yirmi bir sene evveli kendim kendimi müdrik[5] değildim. Beni tanıyan da yoktu. Hiçbir defterde ismim yoktu. Elliyse, elli bir sene evveli beni hiç kimse tanımazdı. Ben şimdi varım. Bu varlık bana nereden geldi? Düşünüyorum, düşünmekliğim için bilmem şart. Biliyorum, bilmem içün konuşmam esas, konuşuyorum da. Bunların geliş yerleri nedir? Acaba ben ne vakite kadar bu âlemde kalırım? Burada gelmemdeki gaye nedir?
Kendini, kendin mi yaptın? Muktedir olsam
her şeyi yaparım. Kendisini yapan her şeyi yapar. Bir cephem çok kuvvetli, bir
cephem çok acz içerisinde kıvranır. Sonra hilkatte bir şey zayi olmuyor. O halde
müspet ilmin dahi ikrarı[6] ile
hiçbir şey zayi olmadığına göre, her şeye sahip olabilecek istidatda yaratılmış
olan bir mana, hiç olur da geçer gider mi? İnsanlar acayiptir. Üç sayfa okur;
hiçbir şey zayi olmaz der, beş sayfa okur; kendim zayi olurum der. Tuhaf bir şey…
Bu sualler içerisinde kıvranırken, eğer
tam bir ihlas tedarik ederse, merak ile içerisinde bir yanma başlarsa, bunun adına -açık Türkçe- “Allah(cc) derdi”
denir. Bu derdin manasına da aşk denir. Anlatabildik mi acaba? Ahlakın
bahsettiği aşk, bu aşktır. Romanda
okunan aşk değil. Böyle bir dert, kimde tecelli etmişse, o insanın makam-ı aşka
çıkabilmesi içün Kudret yol açmıştır. Oraya da çıkmadıkça zavallı, herkes
mahrumdur. Çok parası olsa... üüüfff daha ziyade mahrum. Ya büyük bir masa şöyle
kocaman… Rütbeler, cahlar filan… Onlar gölge avı. Av, gölge avı… Bir şey ki
neticesi hiçtir, ona ne denir?
Hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim
gibi kâinatta hangi sakf[7]-ı ali
vardır ki, yere düşmemiş? Gösterebilir misiniz? Allah(cc) da öyle der, “Ehli
batıl” der. Yani kara ruhlu insanlar. Yarasa kuşu güneşten hoşlanmaz, zulmeti
ister. Düşmandır güneşe. Zahirdeki güneşe yarasının düşman olduğu gibi, Hak ve
hakikat güneşine de düşman olan kimseler vardır. Sevmez. Bu sevmeyenlerde de
ekseriyetle benlik olur. Benlik. Belâda orada zaten ya. Kimin ki benliği
fazladır, o kadar zavallıdır. O benlikten pek az insan kurtulabilir. Hiç
birimiz öyle hemencecik kurtulamıyoruz. Kurtulmuş gibi gelir, putumuza
dokundukları dakikada, derhal gözümüz değişir. Kıyası olmayan, ölçüye girmeyen,
mana ilminde, ahlak ilminde, Allah (cc) yanında, en büyük suç; bu benlik. Bu
insan zahiri acizden bir parça şöyle ayrılır gibi şekiller başladı mı, o da
beraber büyümeye başlar. Tuhaf bir şeydir o. Azcık şöyle bir parça… Mesela züğürt.
Züğürtlüğü gitmeye başladı, benliği kabarmaya başlar. Mesela marifeti kısa. -Tabi
buradaki marifet suri, cemiyetin kullandığı marifet tabiri, birde ahlakta
marifet var, o ayrı. Onu konuşmuyoruz.- Ötekini berikini beğenmemeye başlar.
Beğenmez. Onun annesi nedir? Nereden doğar bu? Bunun mastarı ne? Bu öyle bir
hastalık ki, bununla yol almanın imkânı yok. Hangi cemiyet benliğe kapılmıştır,
yıkılır. Hangi millet benlikle yaşamaya başlamıştır, izmihlali[8]
muhakkak. Hangi patron, benlikle işimi idare ederim diye kendisine varlık
vermiştir, çocuğunda kalmaz, kendinde kalsa da. Sonu yok. Yürümez iş. Neden
acaba? “Pek gücüme gider” der, Allah (cc). “Müşrikten daha fazla kızarım” der.
Tuhaf değil mi? Kâfir de benliği yok. “Benim için çok makul insandır” der Allah(cc).
Benliği var da kendi kendine “müminim” diyor. “Kâfirden çok aşağıdır” der.
Sonra “neticede zalimdir o” der. Benlik adamı zulme götürür…. Bu da ekseriyetle
işte bir parça şöyle bir şey oldu mu, insanda oluyor o. Artıyor.
Mesela Firavunu biz tenkit ederiz.
Firavunun suçu ne? Benliktir. Ebu Cehilin suçu ne? Benliktir. Ama Firavunun
sahasını bize verseler, belki Firavundan daha büyük Firavun olabiliriz. İnsanın
benliğini insanın üzerinde tecelli ettiren, etrafındaki adamlardır. Benliğinde
gezen insana selam verme. Kendi kendine kalsın, aranır “ne oldu bana” der.
Derhal düşer. Anlatabildim mi acaba? Sen onun karşısında el pençe divan
durdukça; onun zulmü artar da artar, Firavun gibi. Nihayet, أَنَا
رَبُّكُمُ الْأَعْلَى[9]
der.
Ahlakta burası en zorlu yerdir. Anlatılması da zor, talimi de zor.
Firavun
ilk önce öyle değildi. Etrafında toplananlar başladılar el pençe divan durmaya:
“Sensin” dediler, “senden başka yok” dediler, “sen yaratırsın” dediler. İnsan
bu hallere o kadar şımarıktır ki, o kadar çabuk intibak eder ki ve kendi de
öyle iman eder. Tuhaf bir şey… Allah’ın (cc) mekri. Bazen öyle bir hal olurmuş
ki, o dediklerini kendi kabul edermiş ve kendi de iman edermiş. Anlatamıyor
muyum acaba? Kendi. Bu öyle bir hastalık ki, evliyaullah makamına çıkıyor da;
bir benlik geliyor, tekrar Allah (cc) bir tekme vuruyor, yuvarlıyor. Yaa,
güvenmeye gelmez. Vilayet mertebesinde dahi düşenler oluyor. Allah’ın (cc) düşürdüğünü de kimse kaldırabilir mi ya? Acaba
anlatabildim mi? Mevla’nın yere serdiğini de bir kimse kaldırabilir mi ya?
Kalkmaz. Kaldıran olmaz. Kimsenin gücü yetmez.
İnsandaki
benlik denilen kötülüğü kaldıran müessesenin adına ahlak denir. Her konuşmada
bir yeni tarif yapıyoruz ya. Bugün ki, konuşmada da ahlakın tarifi bu. Çünkü en
kötü sıfat, en kötü mazhariyet, kişinin benlik kötülüğüyle müptela kalmasıdır.
Kurtulmadı mı, maddeye tapıyorsa, zavallı gider. Manaya inanmışsa, imansız
gider. Hiç imkân yoktur. Benlikle yaşayan bir adam; bin defa hacca gitse,
milyarla lira tasadduk etse, nüvilyon lira zekât verse, alnı secdede çürüse,
vallahi billahi tallahi imansız ölür. Alamaz. Onların hepsi birer yorgunluk
olaraktan kalır.
Teali[10],
terakki[11]
de benlikle olmaz. Ne maddi ne manevi ikisinde de olamaz. Mesela büyük kitapta
der ki Allah (cc); -manadaki misallerini vereyim de maddesi daha iyi anlaşılsın-
[12] خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِد ila ahirihi[13] mabede giderken, camiye giderken, mescide giderken; en güzel elbiseni giy. Bütün ziynetini tak takıştır öyle gel, der. Bizde aksini yaparız. Kirli bir adam yanıma tesadüf eder, deriz. Koy, Allah (cc) içün kirlensin. Yok mu o aşk? Bunlar birer bahanedir. İyi ama diz verecek pantolon, deriz. Şimdi şunun bir tane eskisini ver de onu... Keşke aklına gelmeseydi, gitmeseydin. Kendi kendine kalırdın, sana onu ikinci hayatta yaptırırdı. Şimdi ikinci hayatta yaptırtmaz. Bak bunlar ne ince yerlerdir. Yoksa emirler tamamen yerine gelecektir. Allah (cc) için zaman yok, mekân yok, bu âlem yok, öbür âlem yok. Öyle bir şey yok, o bize göredir. O bir şey emretmiş, dimi ya: Onu muhakkak yaptıracak. Onu herkes yapacak. Hiç tatile uğramaz. Mürur-u zamanla[14] hukuk zayi olmaz. Büyük kitabın emrinde öyledir. Onu zayi etmeyen, kendi hakkını da zayi etmez. İster o. Ama...
[12] خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِد ila ahirihi[13] mabede giderken, camiye giderken, mescide giderken; en güzel elbiseni giy. Bütün ziynetini tak takıştır öyle gel, der. Bizde aksini yaparız. Kirli bir adam yanıma tesadüf eder, deriz. Koy, Allah (cc) içün kirlensin. Yok mu o aşk? Bunlar birer bahanedir. İyi ama diz verecek pantolon, deriz. Şimdi şunun bir tane eskisini ver de onu... Keşke aklına gelmeseydi, gitmeseydin. Kendi kendine kalırdın, sana onu ikinci hayatta yaptırırdı. Şimdi ikinci hayatta yaptırtmaz. Bak bunlar ne ince yerlerdir. Yoksa emirler tamamen yerine gelecektir. Allah (cc) için zaman yok, mekân yok, bu âlem yok, öbür âlem yok. Öyle bir şey yok, o bize göredir. O bir şey emretmiş, dimi ya: Onu muhakkak yaptıracak. Onu herkes yapacak. Hiç tatile uğramaz. Mürur-u zamanla[14] hukuk zayi olmaz. Büyük kitabın emrinde öyledir. Onu zayi etmeyen, kendi hakkını da zayi etmez. İster o. Ama...
Öyle
diyor. خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِد Ha, şöyle bir kayıtta var.
Sorarlar bunu ekseriyetle. Münasebet aldı da buraya uğradık, söyleyeceğim
mevzua. “Ben herhangi bir şekilde elbisemle ibadet yapabilir miyim?” Bir sual
sorar birisi... Eğer, kendince yüksek tanıdığın cemiyette herhangi bir şahsın
karşısına çıkabilirsen, Allah(cc) müsaade eder. Anlatabildim mi acaba?
Anlamadınız. Anlatamadım. Öyle bir elbise ki; kim gelirse gelsin, cemiyette kim
olursa olsun, kâinatın serir[15]-i
saltanatına sahip olmuş bir adam geliyor, senin umurunda değil, yine o biçim
çıkabiliyorsun dimi ya. Benim huzuruma da çıkarsın der. Fakat ona çıkamazsan
bana çıkarsan, benim gücüme gider, der. Ben ondan aşağı değilim der. Anlaşıldı
değil mi?
Bu
malum olan bir ziynet. Malum ya, her emrin bir içi vardır, bir dışı vardır. Her
emrin bir… İnsan dendiği vakitte bir içimiz var, bir dışımız var; bir ruhumuz
var, bir kalıbımız var; bir manamız var, bir bedenimiz var. Emrin de öyle, bir
bedeni vardır, bir manası vardır. Zahirde alınacak olan manada bildiğimiz
şekildeki vaziyet-i hariciyemizin süsü. Enfüs manası alınacak olursa, herkesin
ziyneti ayrıdır. En ufak makamda bulunan adam, ziynetlensin gelsin diyor:
Mabede geliyor, tevazuyla gelsin. Bir şey anlatabildim mi acaba? Tevazu
elbisesini giysin, o elbiseyle gelsin. Benim yanıma gelirken artık yaratırım
sevdasıyla kafasını dik dik, adımını sert sert ataraktan, etrafına kötü kötü
bakaraktan değil. “Ben yokum, o var” diyerekten gelsin. Tevazuyla… Eğer makam-ı kalpteyse, vakar-ı sekinet
elbisesini giysin. Onunla gelsin. Malum ya herkesin dünyada elbisesi ayrı, maddi
elbisesi… Manevi elbiseler de öyledir. Bazısına göre en iyi elbise; güzel bir
keten ceket keten pantolon, bazısına göre işte tiftik palto bilmem şu, bazısına
göre filan filan. Manada da öyle: Eğer abdiyet[16]
makanımda ise elbisesi tevazudur, eğer makam-ı kalbe çıkmışsa elbisesi sekine-i
vakardır, eğer makam-ı aşktaysa elbisesi vecd-i galebattır[17].
Ooo, birçok elbise var. Makam-i imandaysa elbisesi celaldir. Sayalım mı
elbiselerin hepsini. Bu kadar yeter. Onun hepsini nereden alacağız, hangi yere
koyacağız?
Evet,
böyle asude kaldığı zaman nihayet, kendisinin iç âlemiyle konuşmaya başlar. Bu
konuşmada kendisine aslını bul emri verilir. Aslını bulmak emrini alan insan,
artık ne dedikodu kalır, ne kâinat kalır. Çünkü öyle bir derde müptela olmuş
ki, senin lüzumsuz konuşunu nereden dinleyecek? Saati yok, dakikası yok,
kendini arıyor. Kendini arayan adam, öyle itilmiş bir malını aramaya benzemez
ki. O kadar heyecanla arıyor ki, yok gözünde başka bir şey yok. Neden? Bitiyor
çünkü. Kendini ararken kendisinin de uful[18]
ettiği gösteriliyor. Muvahhidin[19]
elbisesi, ziynet elbisesi; keşf-i şuhuddur. O hal tecelli etmiş muvahhit adam...
açılmış perde, “gidiyorum” diyor, “aslım nerede” diyor. Koşuyor. Sen ona ne
anlatsan, önüne milyon koymuş olsan, “bırak kardeşim sen” diyor. “O iş ile
meşgul değilim ben, kayboluyorum.”
Cenab-ı
Hak her birimize bir hicap yapmıştır da, bu kâinat devam eder. O perde olmasa
ne olur kâinat? Durur. Sana deseler ki; “yarın değil öbürsü gün, çukurun
içerisine gireceksin.” Ne yaparsın? Bütün işleri başların bırakmaya.
Söylenmediği içün çalışırsın. Acaba anlatabiliyor muyum? Deseler ki, “yarın
değil öbürsü gün, buyurun çukurun içerisindesiniz” deseler, böööyle durursun. Onu
işte, Cenab-ı Huda merhametiyle bize istikbali örtmüştür. Allah’ın (cc) en
büyük ikramı nedir? Bazı insan merak eder: “Efendim ne olur şunu da bilsem.” Ne
olur, ne demek? O iyi bir şey mi? Onu bazı insanlara Huda bildirir de, ne kadar
rahatsız olurlar. “Ah ahh bildirtmese ne olur, bunlarla meşgul etmese bizi
diyerekten.” Hatta seyrini almış olan büyük insan, Huda’ya şöyle der, “istemem
onu” der. Kendini göstermiyorsun, bunu bahane ettin der. Benim gayem o değil
der. Yarın ne olacakmış, öbür gün ne olacakmış, filanca adam şunu konuşuyormuş,
bunlardan bize ne fayda var? Bir şey yok ki onlarda. Bunların hepsi mekirdir[20].
En büyük nimeti, istikbali kendi Settar ismiyle setretmesidir.
Tarifleri
yapıyorum. Bu kendi aslını bulmak aşkıyla bir adam mücehhez olursa; ahlak
mefhumunda bu adam makam-ı insaniyete kadem basmıştır. İnsan nazarıyla bakılır.
İnsan demek enisten müştaktır. Ünsiyeti var demek. Kiminle? Hak ile ünsiyeti
var. Enisi, munisi, yârı, nigârı Allah’tır(cc). Ne aldanır, ne aldatır, dünyayı
çok iyi bilir -Çünkü oyuncak ederekten vermiştir ona- … Kapılmaz, satılmaz
elinde oynatır. Dedelerimizin oynattığı gibi… Renan öyle der; “acayiptir der bu
camia, bu büyük millet çok tuhaf bir millettir. Bunların geniş tarihine
bakılacak olursa dünyaya hiç kıymet vermez gibi davranırlar ve öyle gözükürler
fakat dünya da ellerinde oyuncak olmuş.” Evet, ben cevap vereyim: Öyledir.
Manaya gönül veren adamın elinde dünya, oyuncaktır. Ve istediği gibi oynatır
onu o. O manadan soyunduğu vakitte, dünya seni oynatır. Sen gel manaya sahip ol
da, dünyayı sen oynat, dünya seni oynatmasın. Deden nasıl oynatıyordu? Neden?
Hakiki insan âdemde ki esrarı bilir. Âdemdeki esrar ve bedaiyi[21]
bilmek içün yine âdem olmak şarttır. Şimdi biz bunlardan mahrum yaşıyoruz.
Bütün dünya. Mevzii konuşmuyoruz. Hemen hemen her hafta konuştuğum gibi.
Hilkatteki
gayeyi insanlar unutmuşlardır. Onu idrak edinceye kadar bulamazlar. Daima vahşet
zamanında öyle oluyor. İnkâr başlıyor. İnkâr başladıktan sonra yıkım başlıyor.
Sarılırsa tekrardan Huda bir kapı açıyor. Mesela, o benlikler geliyor işte.
Sonra maalesef benlik üç beş sayfa okumakla da geçmiyor. O ayrı bir iş. Bunun annesi cehil. Cehilden
doğuyor ya. Fakat o cehil bizim bildiğimiz malumatın karşısında olan cehil
değil. Cahil kime derler? Kaç defa söyledim, doğru histen mahrum olan adama
denir. Ve bundan bütün enbiya tir tir titriyor. Bırak şimdi sen ötekini
berikini. Mesela Nuh neciyullah[22].
Enbiya içerisinde büyük bir azameti var. Ve en celalli peygamber. Sonra Musa
(as) gelir. Yani Huda’ya kendini kabul ettirtmiş, böyle sarahaten[23]
konuşan bir adam. Fakat cehle taalluk eden yere gelince Huda itap[24]
etmiştir. O büyük tufanda oğlu Kenan gark olurken, muktezayı merhamet, babalık
hissi var. Allah’a (cc) dedi ki; “sen bana söz verdin. Benim ehlimi
boğmayacaktın.” Öyle bir peygamber o. “Sen benim ehlimi boğmayacaktın” dedi. “Tufanzede-i gark oluyor evladım.” “Sus!”
dedi, Allah (cc): “Senin ehlin değil. Nesep manaya ahlaka Hakk’a gönül verenle
tespit edilir. Benden ayrı yaşıyor, izmarında[25]
küfür vardır, boğacağım. Ve cehilden kendini kurtar, sende gidersin.” Acaba
anlatabildim mi acaba? Senin ehlin değil, dedi. Bedeninden, teninden, kanından,
belinden gelmekle oğlun olmaz yalnız, yolundan gelmeli. Bundan mahrum, niye
kendine izafe ediyorsun? Ağır bir imtihan, Allah (cc) tabi kılmasın. Çok ağır.
Çok ağır. Anlatılması gibi kolay değil.
Niçün
büyükler korkarlar? Aman cemiyette ahlaksızlık ilerlemesin, çünkü herkese
sirayet eder. Kolera gibi de değil, veba gibi değil, taun[26]
gibi değil. O adamın bedenini alır götürür, o on beş yirmi senelik hayatını. Bu
namütenahi hayatı alıp götürüyor. Öyle bir maraz ki, nihayet hadi en sari bir
hastalık, geldi iki saat, üç saatte götürdü. Ne kadar yaşayacaktı? Atmış
yetmiş. Kaçtı otuz. Otuz seneyi, kırk seneyi, yüz seneyi götürdü. Fakat o,
seneye hesaba gelmeyen ömrü götürüyor. O ağır o.
Köpeğe
insanın huyu geçerde çoban olur koyunu besler, insan yarattım senin huyun niye
geçmedi ona? Nasıl kendine izafe ediyorsun, diyor. “Bu izafe cehilden ileri
gelir, yakarım seni” dedi. O da yalvardı, “Beni cehilden muhafaza et!” dedi. Öyle
bir beladır o cehalet.
Musa’nın
(as) yalvarışı var; “Ya Rabbi beni cahilinden yapma.” Şöhreti afak-ı cihan,
hüsn-ü anına meftun-u Zeliha olan Yusuf’u (as) an. Bir münacatı var, insanı
ağlatır. “Rabbim bende beşerim, muktezayı beşeriyet-i gaflet, onların mekri
hilelerine ben inhimak[27]
eder de cahilinden olursam ne yaparım? Beni sen muhafaza et!” der. Anlatamadık
mı acaba? Muazzam kitapta üç büyük zatın ismini zikrederekten hadiseyi beyan
eyledim. Cehlin ne muazzam bir bela olduğu beşeriyete… Bunlar en büyük
burhandır. Ki bunlar istifa kanununa tabi olmuş, hususi insanlar. İstifa
kanununa tabiyalar. Yine öyleyken tir tir titriyor. İnkâra götürüyor çünkü. Öyle
bir büyüklenirler ki… Geldiler dediler ki; [28]
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ
خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ
عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ
Hazreti
Muhammed Aleyhissalat-ı Vesselam’a
dediler: Beyan ediyorsun, “bu kötülüklerin cezasını çekeceksiniz. Şöyle azap olacak,
böyle azap olacak, şöyle olacak… İyiliklerin de karşılığında şöyle hasene
olacak, şöyle güzellik olacak, diyorsunuz. Biz iyilik istemiyoruz, çabuk
kötülüğü üzerimize getir.” Benlik dedirtiyor öyle, وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ
قَبْلَ الْحَسَنَةِ Haseneden evvel biz kötülüğü istiyoruz, getir.
Öyle dedi. “Acele ediyorlar, böyle diyorlar sana, ey ehadiyetimi ahmediyetine
fethettiğim zat, sana böyle diyorlar. وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ ki
her vakit derler böyle. Onlar diyorlar, her vakit derler. Fakat ne vakit
hayattan azl oldun emri gelir, o vakit:
[29]
لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ
der. Allah’ın(cc)
adeti bizim gibi değil ki. Biz ufacık bir şeye kızdık mı, derhal hemen üzerine
yürürüz. Hiç. Hiiiç. O vakit Allah(cc) olmaz. Hiç.
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ
بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ Bunların
çok böyle, şeyleri geldi, benzerleri geldi, onlar da böyle dediler. Derler
bunlar. Bunlara söyle sen diyor: وَإِنَّ رَبَّكَ
لَذُو مَغْفِرَةٍ Bizim
işimize yarar burası, onun içün söylüyor. لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ Allah’ın (cc) ağası yok: Acele eder, tehir eder, hemen
yapar, sonra yapar. Yalnız Allah’ın(cc) bir şeysi var: Çok örtbas sahibidir.
Örteyim der, insanların çirkinliklerini, o zulümlerini, “rücu ederler dönerler de,
affederim” diye bekler. Siz yine inat edin, fakat onun âdeti öyle. Bir şey
anlatamıyorum galiba dimi? Siz inat edin, ısrar edin, inkâr edin, insan
haklarını ezin, inletin, sizin istediğiniz dakikada size ceza vermez. Âdeti, daima bekler.
لَذُو مَغْفِرَةٍ Anlat beni diyor: إِنَّ
رَبَّكَ “senin Rabbin öyle bir Rab ki, Firavun gibi değil. Haşa.
Onların kendilerinden yaptıkları Rablar vardır. Onlar kendi içlerinden
sivrilenlere taparlar. Zalime uşak olurlar. Küfre eşek olurlar. Nifaka eş
olurlar. Onlar, onların dedikleri kimseler, böyle ufacıcık masasının çivisine
birisinin dokunacağını bilse, öldürür, imha eder. Kasasının bir tarafına
dokunacağını bilse, boğar. Ben öyle değilim ki: Ben Rabb-ı Hakikiyim. Anlatamıyorum
galiba? Yalancı Rab değilim ki ben. Onların istediklerini yalancı Rablar yapar.
Ben Rabbim Rab. Ben öyle yalancı Rab değilim, der. Ben Rabbim. Ben beklerim. لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ عَلَى
ظُلْمِهِمْ O nassın zulümlerine,
dönsünler de şöyle bir örteyim onları. Dönmediler.
Acizde değilim. Onlarınkinin vakti yok. Onlar geberecekler, çabuk yaparlar.
Benim vaktim var. Yaaaa وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ İkab[30]..
İkinci hayata başlar. Bırakırım şimdi. O vakit, acele nasıl olurmuş, seyyie önce
nasıl gelirmiş, hasene nasıl gidermiş, bunların hepsini anlatırız. Bizim
zamanımız var, onların yok ama bizim var. Öyle diyor.
Sonra
rububiyetime de mevcudat-ı terbiye ettiğime de keyfimle terbiye ettiğime de birçok
zahirde işaretlerde vermişim. Ya… Kendi arzum dâhilinde istediğim gibi idare
ettiğime de gözlerinin önünde birçok işaretler de vermişim. [31]
وَفِي الأَرْضِ قِطَعٌ مُّتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِّنْ أَعْنَابٍ Söyler söyler, söyler.
Ne istiyorlar der. İki tane kıtayı yan yana yaptım. İkisi de yan yana aynı
huduttu. Aynı sudan sular, aynı toprakta eker; birini tatlı, birini mavi, birini
sarı, birini kırmızı ben yaparım der. Onların kanunları gibi olmuş olsaydı
hepsinin tatlı olası lazım gelirdi. Hepsinin acı olması lazım gelirdi, hepsinin
aynı renkte olması lazım gelirdi. Benim dediğim gibi olacak diyor. Bir şey
anlaşılmıyor mu? Benim dediğim gibi olacak.
Buyursun
en zengin bir adam, en fatin[32]
bir kadınla evlensin, istediği şekilde bir çocuk meydana getirsin. Kaşı böyle
gözü şöyle, müktesebat-ı ilmiyesi bu kadar olacak, şu kadar sene yaşayacak,
şunları bilecek, bunları edecek… [33]
هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء Ben kendim dukuyacağım. Seni sun-i ilahi
fabrikama tezgâh yaptımsa da Allah yapmadım ya. Benim istediğim şekilde, o
boyada çıkacak. O boyada çıkacak. Haaa, bazı istifa kanununa sahip olan
insanlar vardır ki, onların kendilerinde vücut yoktur, onlar Kudret’in arzusu
ile kendileri değildir onlar, o ayrı. Hani bazı insan hayatta birçok şeylere
tesadüf eder. Eee nasıl oldu? Kendi yok ki oldu. Şimdi burayı iman-ı zevkiye
çıkanlar, ahlakın manasının üzerinde duranlara ait. Biz de sizi öyle görüyoruz da
öyle konuşuyoruz. Bir hadise söyleyeyim mi? Dinler misin? Yaa. İnkârda bulunan
bir şey anlamaz. Ama ne lüzumu var? Neyse…
Geliş
ve gidişteki gayeyi duymak, aslını bulmak, kendisini aramak, aşkıyla bir insan
mücehhez olursa, ahlak ona “bu kimse insan oldu” der ve gayesini bitirmeklik
içün çalışıyor, der. Ahlakta bunları insana talim eder. Aşktan doğan ahlak da
bu…
Vazifeden
doğan ahlaka değince, orada henüz benlik bitmez -ama yanlış anlaşılmasın biz
onu tenkit etmiyoruz haa. Şimdi hepsi baş üzerinde yeri vardır- Orada evvela
can, sonra canandır. Saatli yaşar. Güzel. İntizamı vardır. Şu saatte şu iyiliği
yapacağım, bu saatte şunu yapacağım, ötekini şöyle edeceğim. Yine beşer içün en
büyük rehberdir. Çünkü akıldır şeyi, nurunu veren. Akıl da bir Nur-u
Rabbanidir. Yalnız âlem-i hikmette geçer. İnsan tekâmül edince, her sahada
devrelerini ikmal ettikten sonra, yalnız âlem-i hikmetin malumatı insana kâfi
gelmiyor. Esrar-ı kadere agâh olmak istiyor. Adem’in (as) cennetteki ağaca
yaklaşması gibi. Anlatabildim mi acaba? Bir marifet zevki almak istiyor. Hususi
bir zevk… Bekliyor. O vakitte ona aklı terk et deniyor. Akıl yürümüyor çünkü.
İman ve aşka intizar[34]
ediyor. Refrefine[35]
bin denir. Anlatabildim mi acaba? Refrefine bin. “Aşkından hâsıl olan vücuduna
gir, işi öğren” denir. Varsa. Ama nefsi emmarenin karanlığında kalmışsa; işte bu
çamur âleminde yoğrulur yoğrulur,
senindi benimdi onundu şunundu... Nihayet gel denir. Bir tahta üzerinde ekilir
bükülür filan geçer gider. Öbür ki de gidiyor ama öyle öbür ki gibi değil. Öbür
ki başka türlü gidiyor: Gelin oluyor o. Başka. Di mi ya?
Hep
bunların hepsi, şöyle az bir zaman içinde olacak şeyler. Pek zorda değil amma
insana zor geliyor işte. Ne bileyim, biraz nefsini dizginlese, azcık
dizginlese, bir parçada fedakarlık yapsa; kendisinde bir marifetullah zevki
hâsıl olur, bütün eşyada Hakk’ı görmeye başlar, hiç haksızlık yapmaz. Evvela
yalanı terk eder. Değmez der. İnsan yapmış beni der. Niçün doğru konuşmayayım,
der. Anlatabiliyor muyum acaba? Doğru konuşmadıkça kendisine katiyen bir kapı
açılmaz. Hiç, imkân yoktur. Başta o. Evvela yalanı terk edecek. Cebr-i nefs ile
olursa biraz zordur fakat zevk ile olursa “değmez yahu ben insanım” der. Bu
bizim şanımızken, ağyar bunu almaya başladı. Bu bizim şanımızdı, bize yakışan
bir sıfattı fakat -ne bileyim insan söylemeye utanıyor- ağyar almaya başladı.
Biz yalan söylemeye başladık, onlar doğru söylemeye başladılar.
Bir
adam doğru söyledi mi, cihat etmeye başlar. Hak uğrunda yaşamaya başlar.
Cihadın manası bu. Doğruluk onu icap ettirir. Onun üzerine de Allah (cc) diyor
ki; [36] وَالَّذِينَ
جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Ben göreyim bir adam ki, benim
uğrumda çırpınmaya başladı, o kendi çıkamaz diyo. Fakat benim şanım onun
elinden tutarım, götürürüm. Yolu ben tıpış tıpış yürüttürürüm, diyor. Hırsında
fani olursa, bela burada şimdi. Haris olursa… O yaş ile baş ile değil. O ölüm
çekişmesi başlamış da ölüyor mu? Yine de kendisini fani etmişse, “sen olacaksın
de” ona. Derhal gözünü kapar. Zorluk çektirtme. Hani söylerlerdi eskiden;
efendim parasını getirdiler, göğsüne koyar koymaz öldü. Çünkü o parasında fani
olmuş; oradan başka bir şey düşünmüyor, Kudret de istihza[37] muamelesi
etmiş, “biraz daha dursun diyor”. Azap içinde zavallı… Anlatamıyor muyum yahu?
Azap içerisinde. Getirirler çıkınını, ayağının ucuna koyarlar, gözü ilişir,
kapar gider. Cah hırsında bir adam farz edelim: “Şu caha ben sahip olacağım
diyor”, çok zor ölür. Ölüm anındayken, o halet-i ihtizar[38]da
o gider gelir, gider gelir, o daima ordadır, o Allah (cc) ile meşgul değil, o
cah ile meşgul. Zaten öyle gidecektir. Ona sen netice itibariyle “sen oldun, o
cah senin” dedin mi? Hoop kapar gider. Masa hırsı, kasa hırsı, cah hırsı her
neyse. Herkesin bir emeli, vardır: Onda ifrata gidip de fani oldu mu, çabuk
ölmez. Söyleyeceksin ki, ölsün. Son anında insan, ne kötü bir şey değil mi? O
bir karar. Tam kapar kapamaz bir perde açılır, yaaa hayat, denir ona bak.
Hayatı “cidal” diye tarif eden, “varım” diye yaşayan, bak bakalım varlığın
nerededir? Öyle bir fenadır ki o azizim, o hiçbir şeye benzemez.
… Evet
yedi şey, bir adamı hem bu âlemde hem o âlemde yaşattırır diyor, Hazreti
Muhammed (sav). Yedi şey. Hepsini söylemeye bugün rahatım yok. Bir tanesini söyleyeyim.
Yedi madde bir adamın bu âlemde yaşıyormuş ve ikinci hayatta da onun lazım
gelen varlığının tecellisini görmüş gibi yaşattırır, diyor. Bir adam, övünmek
yok, bunu ben biliyorum da yayıyorum diye bir his yok. Zor. Güzel bir elbise
diktirirsin, bir balık yağı fıçısının içerisine düşer. İstediğin kadar bilmem...
neden olursa olsun, giyebilirsen aşk olsun. Balık yağı fıçısına düştü. Beş yüz
lira terziye verdin, bin lira kumaşına verdin, neyse bilmem şunu da yaptın bunu
da yaptın amma giy bakalım. Düştü balık yağı fıçısına, buyur. Her hangi bir
hasene, her hangi bir iyilik ufacıcık içinden bir şey geçti, balık yağı
fıçısına düştü o iyilik. Menni[39]
eza[40]
olmayacak. Bunu bak ben biliyorum, benden daha başka bunu güzel bilen yokmuş
gibi bir his gelmeksizin…
İlim Allah’ın
(cc) sıfatıdır. Beni insan yapmış. Öyle ya, hiçbir insan bütün ömrünü ortaya
koymuş olsa Kudret’in kendisine yapmış olduğu ufak bir ikramın nihayetine kadar
şükrünü ifaa… söyleyemedim. Yapamaz yani.
Karşılayamaz. Nedir o? İnsan yapmasından. “Bir kanalizasyon faresi yapsaydı” ne
yapardın, olmam mı diyecektin? İlm-i ilahi O’nda muhit. “Kün” emrinin
dairesinde senin hissene o çıksaydı. Efendim şöyle oldu da, böyle oldu da öff
gelmeseydim de… Ne istiyorsun kardeşim? Niye öfff diyorsun? Neden kaşlarını çatıyorsun? Yapsaydı en süfli
bir mâhluk, “olmam” mı diyecektin. Dinleyen mi olurdu? İnsan yapmış, ruh-u
menfuh ile tekrim etmiş, yüzünü benden başkasına çevirme, bütün mevcudata
kalbin merhametle çarpsın, kendimi de vereceğim demiş. Yalnız buradaki konuşanınla
(dilinle) buradaki konuşanını (kalbini) birleştir. Bir defa şart o. Çok zor bir
iş. İçeride bir konuşanın var, bir de iki dudaklarının arasından çıkan bir konuşanın
var. Bunun ikisi birleşti mi ben seninim diyor. Birleştiririz… [41] يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ Önce Allah (cc) sever, senin sevdiğini görsün, seven O’dur
yine, çok sever. Bize kalsa yine çok geri… İnsan yapmasının hakkını ödeyemeyiz,
hülasa bu. O kadar çok sevin ki… Fuzuli öyle der;
Ger çekmese kaza ne olurdu halim. Bazı insanlara cevaptır o. Ya beni çekmeseydi kaza-ı
subhani beni ilminde tuttu. Ne itibarlar bana insan diyerekten… Sonra eğer
şöyle bir parça tanınmış bir insansan… Tanınmış deyince yani ters anlama.
Hakk’ın yanında Hakk’ın nedimleri tarafından, bir parça tutulmuş kimseysen...
öyle diyor Cibril’e, “Filanı sevdim, sev”. Filanı sevdim, ben sevdim, sev. Baş
üstüne. Ehli semaya da söyle, sevsinler. Yer üzerinde beni sevenlere de söyle,
sevsinler. Bunlar az şeyler midir? Bunlar ufak şeyler midir? Mesela senin
haberin yok, böyle bir iltifata uğramışsın. İşin en tatlı tarafı da bu. Eh bu
âlemdeki müfredat programın bitmiş, defterin kapanmış, “gel bakalım” denmiş.
İmtiyazın, fermanın, menşur[42]un
eline verilmiş. Üüüü. Birçokları da böyle olacakmış. Böyle olan da var.
Güler
güz, güler yüz, sahte değil ama. Şimdi de var: Bu asrın güler yüzü çok
kuvvetli, herkes gülüyor. Buraya kadar dişleri gözükür. Hututat-ı vechiye’ye[43],
gözünün içerisine baktığım için, güler yüzün içerisinde, gözün içinde de bir
yüz vardır: o da güler. Buraya kadar oldu mu, gözün içerisindeki yüz
gözükmüyor. O gözün içerisinde bir yüz var ayriyeten. O gözükmüyor. Öyle diyor.
Güleryüz. O ışıldar şöyle göz, şıkır, şıkır, şıkır, şıkır, şöyle… Anlatamıyoruz
galiba. Öyle şıkırdar güler yüz.
Öyle
der; garibin yüzüne tebessüm et ki; -Biz de garibi daima tepeleriz- Garibin
yüzüne tebessüm et ki; sana, ben tebessüm edeyim. Garibin yüzüne tebessüm et.
Garip daima hakaretlenir. Garibin yüzüne tebessüm et ki: Geçen konuşmamda
dediğim gibi, [44]
إنَّ الْإِنسَانَ
لَفِي خُسْرٍ ﴿٢﴾ ﴿١﴾ وَالْعَصْرِ Koca,
muazzam bir suredir. وَالْعَصْرِ Asrı saadeti Muhammediyene kasem
ederim ki, -Cenab-ı Peygamber’in (sav) zamanına- Hep zaman onun, onun zamanı.
Bütün insanlar hüsrandadır. لَفِي خُسْر Mahrumdurlar[45].
Ancak ve ancak kalbe sürur ilka edenler. Ölmüş kalbi diriltmeklik hususunda
sayılı nefeslerini tüketmekliği vakfederler. İş edinmiş bunu. Sabahleyin
kalkıyor, ilk işim diyor, bir kırık kalp bulayım ben onu ihyaya çalışayım. Onun
içerisinde neler gelir senin başına? O gayet kolay bir şey değil. Nadanı gelir,
aldatanı gelir, hile yapanı gelir, eğleneni gelir, ahmak diye arkadan dilini
çıkaranı gelir. Yaa, öyle senin bildiğin gibi höppedek aktardan alır gibi
gitsen alsan, ver elli kuruş, yüz kuruş, bir parça da güler yüz olur... öyle
değil ki o. Hadisat bu cemiyet içerisinde yaşarken… Neler gelir. Bunların
hepsine. Balıkçı denize oltayı atar, her vakit barbunya balığı çıkmaz. Neler
çıkar, neler çıkar… Fakat onu çıkaracağım diyerekten, o daima, onu atar. İnsan
da bu kesret[46]
denizinde oltasını daima atacak bir insanın gönlüne sürur ilka etmeklik içün.
Suyu
çıkaran kazma bir kazmadır, kuyuyu kazarken kaç bin kazma vurursun, fakat en
son kazmadır o suyu çıkaran. O en son kazmayı vuruncaya kadar, binlerce on
binlerce kazma vurdun, toprağı izale
ettin. Hayatta da o insanı buluncaya kadar on binlerce hadiseyle çarpışacaksın.
Çarpışa çarpışa öyle höppedek pazardan portakal alır gibi öyle yok. Öyle değil,
çok zor o. O bütün sana gelen çirkinliklerin karşısında hakikaten ahlakın
manasında kendi kendine bir varlık meydana getirmişsen o dersin ki, itlak-ı
zati[47] ‘de
her şey müstehlektir[48].
Ben hizmeti Allah’a(cc) yapıyorum, bu eğlenen de oraya gidecek. Bu tasdik eden de
orada gidecek. Anlatabildim mi? Gözünde hiçbir şey pürüz kalmaz. İtlak-ı zatide her şey müstehlek olduğunu bilir, öyle
görür, öyle yaşar. Öyle bilince ne olur? Bütün mecmua-i şuuna[49]…
Orası bana ait. Yaşa öyle yaşa. Mevlana’nın dediği gibi; yahu diyor ne gam
çekiyorsun, diyor; niçün müteessir yaşıyorsun diyor. Sizin memlekette hiç gece
yarısı olmaz mı? Gece yarısı, nısf-ül-leyli olmayan bir yerde mi yaşarsın sen?
Nerede yaşarsın? Yok mudur, sizin yerde? Eğer gece yarısı olan bir muhitin
varsa, bir ah anahtarın yok mu senin yahu? Nısf-ül-leyl de kalk, bir “ah” de
bütün kapılar açılsın. Ah anahtarı
vardır ama madeni bozuk, açılırken kırılır. İhlâs madeninden olacak. Niyaz
darphanesinde dövülecek, üzerinde Hakk sikkesi bulunacak, aşkın aynının içine
girecek, şın testeresiyle kesilecek, kaf teknesinde pişecek, sırrı aşka erecek.
Yoruldunuz mu? (hayır) ...
Vazife…
Arada sırada tarifini yaparız bunun. Bilinmesi lazım lazımdır. İki kelime
vardır ki, insanlar arasında suiistimale uğramıştır: Biri vazife, biri de
vicdan. Vazife mukaddestir deriz, güzel. Doğru tabi, mukaddes. Mukaddes olan
şey kutsiyetten doğar, kutsiyet ahlakiyattan doğar, ahlakiyat zat-ı bariye[50]
iman ile olur. Zat-ı bariye iman da manaya, mananın aslı olan varlığa imanla
olur. Demek oluyor ki, bir işin vazife olabilmesi için bu kanallardan geçmesi
şart. Kaideli bir şekilde, böyle. Keyiften doğmaması, beşerin nefsinin mahsulü
olmaması, Hakk yoluyla gelmesi.
Gelelim
vicdana: Vicdan, akılla ruhun izdivacından doğan bir varlıktır. Herkeste pek
bulunmaz. Bunun lügat manası bulmak manasınadır. Vicdan. Arapça bir kelime,
bulmak. Milyonda bir insanda bulunur, zor iş o. Bazen bakarsın ki efendim sen
bir… O işi benim vicdanıma bırak kardeşim. Öyle bir nazik noktadan konuşuyorsun
ki, var mı(vicdan)? Bu biraz ağır gider bu cümleyle, bu hitap da ağır.
Anlatırsam siz de hak verirsiniz. Bulmak manasında. Neyi bulmak? Allah’ı(cc)
bulmak. Allah’ı(cc) bilen de bile yoktur. Bilecek, bulacak, olacak. Kolay iş mi
o? Anlatabildim mi acaba? Bilecek… Bilmek ile bulmak arasında fark vardır.
Bilmek de ikiye ayrılır; bir Allah’ı(cc) bilmek vardır, bir de Allah’ın(cc)
varlığını bilmek vardır. Allah’ın(cc) varlığını bilmek başka, Allah’ı(cc)
bilmek yine başka. Ekseriyet, inananlar yani iman edenler, Allah’ın(cc)
varlığını bilenlerdir. Allah’ı(cc) bilen, yine ayrı bir iş. Bildikten sonra
bulan, bulduktan sonra olan. Zaten bu âleme üç şey içün gelmişizdir. Bilmek,
bulmak, olmak. Taalluk[51]
edecek, tahalluk[52]
edecek, tahakkuk[53]
edecek. Biraz evveli saymış olduğum devreleri ikmal ettikten sonra, aslını
arama derdinde, bilmek maddesine girer, sev emri verilir, taalluk eder yani ya…
Kudret’e... Sevdi mi, sevdiğinin dediğiyle oturup kalması şarttır. Ne demişse
öyle oturacak, kalkacak. Taalluk ediyor. Kendinde hesap kalmadı. Ondan sonra,
Hak onda tahakkuk eder. O vakit vicdan denilen mefhum[54] o
mana-i kibriya meydana gelir. Bunlar ne ile olur?
Toptan
bir tek kelime, aslına kavuşmak aşkıyla olur. Mebdeini[55], maadanı[56],
mevlidini[57]
bilmek zevkiyle olur. Yoksa insan tekâmül etmiş
bir hayvandır; bu kâinatta, kör bir tesadüfün neticesidir. Eline fırsat geçti,
ihtirasat-ı nefsaniyeni için vurdun, kırdın, ne yaptınsa yaptın. Lazım gelen nefsanî
arzularını meydana getirdin, işte senin içün saadet budur. Bunlardan mahrum
yaşadın; işte senin içün de zavallılık budur; dendi mi, onun şekli ayrılır.
Onun şekli ayrılır. Fakat biz kan itibariyle, tarihin en eski efendisinin
çocuklarıyız. Dünyada manevi bir zehirli gaz sıkıldı, bu her tarafa sirayet
etti. Hiç şüphe yok, bize de sirayet etti. Bizim aslımız Allah’ın(cc)
merhametine, -tabiri caizse- hususi iltimasına mazhar olmuştur. Bize ümmet-i
vasat derler. Ve benim kanaatime göre, -görürüm görmem başka-, dünyada... Muhakkak
surette dünya bir durulacak. Öyle ya, sekinet, vakar meydana gelecek. Beşer
nihayet tenekecilikte biraz ilerledi, yaratırım sevdası geldi. Bir düğmeye
basıp milyonla adamı öldürmeklik medeniyet değildir. Bunu anlayacak. Vahşetten
daha büyük vahşettir. Taa vahşet devrine gidersek bin senelik harpler görürüz,
fakat bin senelik harpte bin kişi ölmez. Bir adam çıkar bir adamın karşısına bir
ay, iki ay, bir sene dövüşür. Ondan sonra diğer adam çıkar. Anlatamıyor muyum?
Şimdi
böyle otur, böyle bas düğmeye, bir milyon, üç milyon, on milyon, hastanedeki
ihtiyar kadın, beşikteki mini mini yavru, mazlum, zalim hepsi birden… O
medeniyet midir o. O da yine Hakk’ın bir cezasıdır ama Allah(cc) merhamet etse.
Yoksa hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisindeki o varidatın cereyanı yine
oradan gelir. Siz hayatı cidal diyerekten tarif ettiniz: cidalin neticesi
paylaşmaktır. Paylaşın bakalım: Boğuşun![58]
diyor. Beşer düşünecek, taşınacak, bir gün gelecek; nokta-i istinat kuvvet
değil, nokta-i istinat Allah (cc) diyecek... Hah! diyecek Huda: “Gel bakalım!”
diyecek. İşin şekli böyle, hepsinde böyle. Hangi kuvvete dayanırsın? Efendim
avamı başka türlü yaşar, havası başka türlü yaşar. Ekmek kavgası der. Ekmek
kavgası olur mu? Bir gün oldu mu, Sultanı Resul’ün yanında; “Ya! Çok müteessir
oldum” dedi. “Ben sizi insan yaptım farklı bir... Biliyorum insan oldunuz.
Ekmek kavgası köpeklerde olur” dedi. Anlatamıyor muyum acaba? Ekmek kavgası
köpeklerde olur. İnsanda ekmek kavgası olmaz. Ufacık bir menfaat; binleri
tepeliyor. Uyanacak, uyandığı vakitte de, uyandığı vakitte de mananın verdiği
bilgiye göre, yine sen rehber olacaksın. Rehber olacaksın. Seni o hale Allah
(cc) getirecek, olacaksın. Huda, çok kaviyi çok zayıf ile tepeler.
Âdem
Aleyhisselam’a irtikab[59]
ettiği zell[60]e
dolayısıyla, daha doğrusu bu neşenin tafsilinin iktizası tecelliyat-ı ilahiyede
bulunması ile, buradan çık emri verdiler. O işe memur olan, o mananın varlığı
her birisi bir lisanla “çık” dedi: Âdem (as) aldırış etmedi. Nihayet Türkçe
konuşan kuvve çıkacaksınız dedi, Tak! Dedi. Çıktı. Türk’ün Muhyiddin’i olan İsmail Hakkı, o
büyük adam, temiz Türk bunu böyle izah eder. Uzun boylu izahı vardır da…
Söyler, söyler, söyler, söyler, anlatır.
Hülasa
insan hakikat âleminde ahlak mevzuunda ilerleyecek olursa sıfatları başlar.
Arif olur, kalbini mevlasına verir, ruhunu belvasına[61]
verir, cismini de insaniyete vakfeder. Ne vakitte bizde bu hal başlar, ahlakta
tamamıyla yol almaya başladık demektir. Anlatabildik mi acaba? Konuşmayı
kesiyorum yani ya. Bitirmek üzereyim. Ruhunu, evvela kalbini mevlasına verir. Kalbiyle
kalıbının vazifesini ayırır. Bunları konuşmakla dünyayı terk et manası yok.
Dünya elinde oyuncak olacak. Ahlaksız ahlaklıyı madde ile satın alıyor da
ahlaklı ahlaksızı madde ile niçün satın almıyor? Bunların hepsini soracak Huda.
Niye sen almadın? Ahlaksız ahlaklıyı yendi maddesiyle, beşerdir, çarpılır. Sen
niye almadın? İşte eksik tarafları bizim bunlar. İmansız, imanlıyı satın
alıyor. İmanlı, imansızı niye satın almıyor? Alsana, yapsana uşak. Böyle olursa
olur. Kalbi mevlasına, ruhu belvasına… Kalıpla kalp ayrılacak. Kalıbın
çalışsın, bütün dünyayı fethet. Kalbin, “orası ayrı” dersin. Misafiri var.
Nazargah-ı ilahidir.
Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bil kalil
Mut ve la tatlub meaşen min leiym
La tekun lil ayşı mecruhel fuadi
İnnemel rızgu alellahil keriym [i]
İmam-ı
Ali’nin kurmuş olduğu bir düsturdur, her an şanını muhafaza etmektedir: “Adam
ol, adam!” diyor. “Adam değil miyim”, (anlamı) buradan nerden çıkıyor, biliyor
musun? Yeni mana veriyorum:
لِمَن كَانَ لَهُ
قَلْبٌ [62]
Konuşur, konuşur da bu söylediklerim kalbi olan
içündür. Cenab-ı Haydar da burada kalbi zikrediyor: Kun ğaniyyel kalbi, “adam ol adam”. Adam olunca zengin kalpli
olursun, satılmazsın. Zengin kalpli ol. Vagna’
bil kalil, “aza kanaat et”. Buradaki
azdan; az çalış, az kazan, o manaya değil. Bunu ekseriyet yanlış anlar.
Kanaatin manası nedir, biliyor musunuz? O ziynet elbiselerini saysaydım burada
geçecekti. Orada aşağıda der ki Allah(cc); benim kullarıma çıkarmış olduğum
ziyneti, kimin salahiyeti var da haram kılmaya başlar. Kimin haddine düşmüş.
Kim? Resmen böyle ilan ediyor.
Buradan
şimdi birkaç sual çıkar. Mevzuun harici gibi gözükür ama harici değil. Mevzuuyla
alakadar. Mesela derler ki efendim, dinen erkeğe ziynet haramdır. Bu tabirler vardır.
İpek kullanmak, altın kullanmak, süslü, süslü olmak… Hep de zıddına, nereden
çıkarmışlarsa? Şimdi Allah’ın (cc) bu
emrinin karşısında evet Cenab-ı Muhammed aleyhisselamın da altının aleyhinde,
erkekte ipeğin aleyhinde bulunduğu zaman var. İki günlük üç günlük çocuk,
emzikli çocuğa meme emiyor, pirzolayı ağzına tıkarsan görürse birisi “Allah
belanı verecek, geberteceksin!” der. Bu daha bir saat oldu doğalı, anasının
memesini versene ne yapıyorsun sen? Ama bu kuvvetli bunda vitamin var, baksana.
Şu ince yerini anlatayım ister misiniz? Mühim bir yerdir burası.
Dünyayı
en kesif bir zulmet perdesi kaplamıştı. Fikren on dört asır evveline seyahate
çıkarsak. Zulüm her tarafı sarmış. Her milleti idare eden insan, o milletin
başını kemirici bir canavar kesilmiş. Acayip bir devir. Kadınlar pazarda hayvan
gibi satılır. Kocası öldü mü, tel dolabı gibi, masa gibi satılır. Mirasçısı
alır, götürür satar. Medeniyeti deden de bulursun. Başka yerde yok medeniyet,
hakiki medeniyet. Diri diri çocuklar gömülür. Zulüm memduh,[63]
fuhuş memduh… Öyle şeref meref öyle bir şey yok. Nihayet Huda ikram etti,
Beşeriyetin Fahri Ebedisini gönderdi. Tek başına bir dava açıldı, Hira dağında.
Erbab-ı akil, eshab-ı felah bekliyor, bir yerden çok bunaldık, bir şey çıkacak
amma bir nur bir yerden parlayacak. Hiç ümit edilmedik, insan pişirici bir
iklimden çıktı.
Çıktı,
aciz insana tapılmayacak dendi. Zulme divan durulmayacak dendi. Evetle hayırın
kullanma yerleri belli olacak dendi. Nicünsüz yaşanılmayacak dendi.
Anlatabiliyor muyum acaba? Program bu. Derhal insanlar uyanmaya başladı. İnsan
gelişi itibariyle, her hangi
sahanın adamı olursa olsun aynı “Kün” emrinin tecellisinde aynı şeyle gelir.
İmtiyaz kalbinin atış tarzına bağlıdır, mâhlukata karşı. Kimin ki fazla
merhametle çarpıyor, ayrıl denir. Öbürkülerde bir fark yoktur. Şah olsun, geda
olsun. Fakat esbab yoktur. Yani sebep yok, sebepler. Bu davanın kabul olması
içün imkân aranıyor. Malum ya, bir insan bir işi yapabilmek için bazı sebeplere
bakar. Toprağı kazacağım kazma lazımdır, der. Kürekle atmak lazımdır, der.
Kazma yok, kürek yok. Aynen onun gibi. Fakat arif, irade-i ilahiye, sebeplere
muhtaç değil, sebepler irade-i ilahiye muhtaç. Onun içün davanın tahakkuk
edeceği üzerine iman ediyordu. Bunlarda az. Ordu yok, masa yok, kasa yok, muhit
yok… Tabi aciz insana tapılmayacak dendi mi, o güne kadar baş üzerinde taşıyan
insanlar derhal ayrıldılar. Niye? Dedik ya bir benlik hani, “Sen diyor beni
kölemle bir yaptın ya hu”, diyor. “O, olmaz” diyor. Zannediyorlar ki: bu dava
açıldığı vakitte yalnız o Ceziret ül Arab’da, şu kadarcık bir muhitte... Hayır!
Bütün dünya başladı. İki büyük hakimiyet var; Kisra, Bizans hakimiyeti...
Kayser, Suriye valisine emir verdi, Kisra, Yemen Valisine emir verdi. “Orada
birisi türemiş. Derhal ensesinden kelepçeleyin, bana gönderin” dendi.
Hısımlarda hasım mevkiine geçti. Mesela, bazen geldi dedi ki; “ben emir almışım
sizi şey ediceğim, tevkif[64] edeceğim.” Ben tevkif edeceğim. Yemen valisi
Bazan[65]…
Demek ki bu büyüklükler, manaya ait varlık öyle kolay kolay meydana gelmiyor.
Biraz zor ama tatlı… Cenab-ı Fahri Âlem dedi ki; “Siz yarına kadar müsaade edin
de, yarın dedi bu işi görüşürüz.” Bu işi yarın görüşürüz. Ertesi günü, “Sizin
şahınızı oğlu bu akşam tepeledi” dedi. “Bu
akşam parçaladı.” “Ee ben bu işi tahkik edeyim, eğer öyleyse ben sana ilk iman
edenlerden olurum.” “Yap tahkikini”
dedi. Tahkiki tahakkuk etti, “Beni, beni teslim al” dedi. Anlatabiliyor muyum
incelikleri? Bunlar mühim işler. O bir nazara uğradı.
Ey şah-ı Resul, nazarı akdesi lütfun
Mücrimleri Cibril kadar muhterem eder.
Bir an
evvel şöyle yapacağım adam, bir nazar-ı iltifata uğruyor, en büyük şakiyken bir
Cibril oluyor. O böyle. Neyse, öyle oldu ki, bütün hısımlar hasım oldu. Muhit
alakasını kesti, Şa’b-i Ebu Talib[66]’te
üç sene kaldılar. Tamamen müşrikler, ne alışveriş, ne iş, ne güç hiçbir şey
vermiyorlar. Çocuklar vardı, ondan sonra her birisi büyük büyük zat oldu. Açız
diyorlardı. “Allah (cc) deyin, doyarsınız” deniyordu. Setr-i avret edecek yerleri açılmaya başladı.
Bir parça bez bulamadılar, yamamak için. “Ön safta namaz kılanlar ayağa kalkmadıkça,
arka saftakiler kalkmasın” emri verildi. Çünkü açık yerleri gözükecek. Eee bu
vaziyetteyken biri, altını takmış, takıştırmış ipeklerini. Münafıklar böyle
giyinip, geliyorlar. Tabi o vakit hoş görülmezdi. Anlatabildim mi acaba? O
vakit, hoş görülür mü? İnsanın ciğerine sızı girer. Bir azap, alay mevzuu gibi. Vakta ki, kâinatın
mukadderatı, o davanın sahibine inanların eline geçince, kendileri de giydiler,
bedayi’in[67]de
aleyhinde bulunmadılar, giyeni de tahsin[68]
ettiler. Anlatabiliyoruz dimi?
Ama
biraz evveli konuştuğumuz vakitte bir ziynet mevzuunu konuştuk. Şimdi bu
ziynetin içerisindeكُلُوا مِن
طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ[69] diyor Allah (cc). Ziynetleri benim sevdiğim
insanlara çıkarmış olduğum zinetin aleyhinde kim bulunabilir? Onlara çıkardığım
tüm rızıklar, güzel rızıklar… Biz de tersini yaparız. Gelecek şeyin en iyisini
ağyar yer, bize bir meskenet[70]
gelmiştir, en iyisini o yer. Çürüğünü alırız: “Nimete hakaret etmeyelim.” Diye.
Öyle bir şey yok! Bunu nereden çıkardın sen? Bir de uydururuz: “Hazreti Fatıma
küle bandı da ekmeği, öyle yedi.” Niye küle bansın ya? Hadi bulunmadı bir şey
ama küle niye bansın? Onun karşısındaki insanlar da başlar ağlamaya. Acınacak
hallerimiz çok, her sahada. Öyle bir hale geldik ki, inanmayanlar “geri kafalı”
bile dediler, inananlara. Diyen de mi kabahat, dedirten de mi? Dedirtende. Biz
o mananın azametini meydana getiremedik ki. Gösteremedik ki o mananın
azametini. Kızdık, nefsimizden kızdık. Kızmamız öyle bir haklı olaraktan değil.
Onu bir gaye edinmedik. Ekseriyetle manaya inanan çocuk sınıfta geridedir.
İkmale kalır, döner, az numara alır. İnkâr eden çocuk, ilerdedir. Niye onu gaye
edinmiyorsun kardeşim, eğer inanmışsan? Anlatamıyorum dimi?
Şuralarını
söylemek istiyordum. Bizim bildiğimiz, “yenecek içilecek şeylerin en iyisini
sevdiğim insanlara Allah yarattım” diyor. Bir defa ona dikkat etmek lazım gelir:
Sevdiği insanın kuvvetli olması lazım. Miskinliği bırakmak. Lüzumsuz şeyler
onlar. Haaa, enfüs manasındaki olan rızka gelince, ben onlara öyle rızıklar
meydana getirmişim ki; tevekkül yerler, rıza lokmasını yerler, sabır gıdasıyla
gıdalanırlar. Anlatamıyor muyuz acaba? Sabır gıdasıyla… Bunlarla gıdalandığı
dakikadan itibaren, kanaat bab-ı gelir. Kanaat, tevekkülün meydana getirdiği
bir varlıktır. Kanaat şudur; Kudretin sana vermiş olduğu bütün sıfatları
kullanırsın. Akıl vermiş, kullanırsın; servet vermiş, kullanırsın; yerli yerine
ikame edersin, ondan sonra onun meydana getireceği şeye razı olursun.
Anlatamadık galiba. O hâsıl olacak şeye rıza gösterirsin, şu kadar yaptım da,
şu kadar olacaktı. Senin elinde değil o. O onun elinde. Orada yıpranmamaklığın
adına kanaat denir. Ahar[71]a
zararı olmamaklık şekliyle yapılan kazancın adına kanaat gelir. Başkasına zarar
başladı mı, kanaatten çıktı. Daha iyi anlattım şimdi.
İşte
onu öyle diyor İmam-ı Ali: Kalp sahibi ol, zengin kalpli ol. Aza kanaat et,
yani ihtirasat-ı nefsaniyende boğulma. Seciye-i insaniyeni ayakaltına salma. Müt
ve la tatlub meaşen min leiym. Geberde geçineceğini alçak adamdan bekleme.
Dökme kimseye yüzsuyu. Yüzsuyu, altın suyuna benzemez: Altın suyu tabloları
tezyin[72]
eder, yüzsuyunun nakkaşı Allah’dır(cc), bozuldu mu, tekrar yapanı olmaz.
Götürüp onu kimseye verme. Altın suyu levhaları şunları bunları tezyin eder
fakat yüzsuyu Hazreti insanı tezyin eder. Sonra altın suyunu, sen ben yaparım
nakşını. Onun nakkaşı Allah’tır(cc). Bir defa bozuldu mu, kimse yapamaz ki;
geçti o. Hüner, geçineceğini alçak insandan isteme. La tekun lel ayşı
mecruhel fuad. Kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Ayır. Nazargah-i ilahi
olan, ayine-i Hak olan, seni sana buldurtmaklık içün bir vatan-ı asli bulunan
kalbini, umur-u maişet hususunda yaralama. Kalıbın didinsin, kalbin onunla
kalsın. İnnemel rızku alellahil keriym. Nahnu kasemna[73]
matbahından sana ayrılmış olan bir şeyi, önleyecek, arttıracak, azaltacak hiç
kimse yoktur. Onun mütekebbiri Allah’dır (cc).
Bir bu
sözlerini birde şu sözüyle amel edersek çabuk yol alırız, çabuk: Bir defa
alçağa yüzsuyu dökmedin mi, alçak kalkar. Alçak kalkınca insanlar rahat eder.
Bak ne kadar kolay demiş. Alçak daima yüzsuyu dökmedin mi, kimse yüzüne
bakmadın mı alçağın, öyle güzel adam olur ki o. Öyle güzel adam olur ki. Kıymet
vermedin mi zalime, mazlum olur. Derhal mazlum olur. Kıymet verdikçe ezer
adamı.
Diğer
sözü de şudur;
Veledetke ummuka yebne âdeme bâkiyen.
Vennâsû havleke yadhakûne sürûrâ.
Feched linefsike en tekûne izâ bekev.
Fi yevmi mevtike ente
mesrûrâ.[74]
Manası: Yadın da mı ey Âdemoğlu doğduğun günler, ağlar idin sen, gülerdi âlem. Öyle bir ömür geçir ki olsun mevtin sana hande, halka matem. Açalım şimdi: Nazman tercüme etmişler ama ben bir yerini bozdum. Hafızamdan kaymış. Anlaşıldı mana ya, lazım gelen bize manayı anlatmak. Ey Âdemoğlu doğduğun günleri hatırla, annenden bu âleme geldiğin zamanı hatırla. Niçün? İnsan doğarken ağlaya, ağlaya doğar. Geldiği âlemden memnundur. Hâlbuki gelmiş olduğu anne karnı, o tecellisi iyi bir şey midir? Rahm-ı mader[75]de, zindanda, fakat memnun. Çıkarmayın diyor. Ağlaması o. Gitmem. Şimdi bir anne karnında da yine öyle ağlarız, gitmeyiz diyerekten. Buraya geldikten sonra, “dön bakalım desen”; “aman istemem” der. Şimdi ikinci hayata gittikten sonra, “hadi dünyaya” desek, “yoook” der. Bir şey anlatamadık galiba. İstemem der, gitmem. Getirirler. Etrafındakiler de o ağlar, illa gitmeyeceğim diyerekten, etrafındakilerde güler. Sevinir, annesi, babası, hısım, akraba, dost… “Yavru meydana geldi” diyerekten, herkes neşe içerisindedir, bir telaş. Gider… O kadar çok çalış ki; sakın gidişin, gelişin gibi olmasın. Sen gelirken, sen ağladın. Etrafındakiler güldü. Şimdi o kadar çalış ki, sen giderken Refik-i Alaya git gül, etrafındakiler de kaybettik diyerekten yansınlar, ağlasınlar. Ohhh kurtulduk şu zalimden, dedirtme. Gidersek böyle… ... hak verir, böyle yaşarsan. Öyle diyor kendisi. Bir şey söylüyordum, neredeydi hatırlatabilir misiniz bana? ....
.. ne
kadar söylemiştim, talim dedim, ilim Allah’ın (cc) sıfatı olduğunu, buna bize
layık kıldığını, mal onun olduğunu, buralardan yürüdük. Ya bir mahlûku süfli olsaydık
filan diyerekten… Hatırlata bildik mi acaba? Bak daha nerelerden getirdim ama iyi dinlemiyorsunuz işte. Bize, bir ilmi
kendi içinde olmaksızın. Bunu bak ben iyi biliyorum, ne iyi şey ediyorum,
övünmeksizin, bulunmaksınız, bu Allah’ın (cc) malıdır. Hem bunu siz kendiniz de
kullanın. Bazı adamlar size gelir, çok övünür filan, şunu bilir, bunu bilir.
Sahibini ver bakalım, kendininkini göster der. O pek azınlık, az adamda
kendininki çıkar.
[1] Alaik : (Alayık)
Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
[2] Kevniye : Yaratılanlarla
ilgili olan
[3] Anâsır: (Unsur. C.)
Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
[4] Don: Kılık, giyisi
[5] Müdrik : Aklı eren. Anlayan. Kavrayan,
akıllı. Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.
[6] İkrar: Açıktan söylemek.
Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak.
Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını
haber vermek.
[7] Sakf / سقف / سَقْفْ : Yüksek çatı, dam, tavan
[8] İzmihlal: Bozulup gitmek.
Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
[9] Nazirat
Suresi 24. Ayet-i Kerime فَقَالَ أَنَا
رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Meali: Benim en büyük Rabbiniz! dedi.
[10] Teali / teâlî / تعالى /
تَعَال۪ي : Yükselme,
yücelme
[11]Terakki / terakkî / ترقى /
ترقي / تَرَقّ۪ي : Bilgi ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin
şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.)
(H.Şâmiye)
[12]A’raf Suresi 31. Ayet-i
kerime: يَا بَنِي
آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ
وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
Meali: Ey Adem oğulları, her mescide
gittiğinizde süsünüzü tutunun, yiyin, için; ancak israf etmeyin, çünkü
O, israf edenleri sevmez.
[13] İla ahirihi / ilâ âhirihî:
"Aynı şekilde devam eder" mânâsına gelen bir ifade; sonuna kadar.
[14] Mürur-u zaman: Zaman
aşımı, süre aşımı
[15] Serir: Taht
[16] Abdiyet: Kulluk. Kul
olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.
[17] Galebat: Galeyan, kaynama
[18] Uful: Gurub, batış.
Gözden kayboluş. Görünmez olmak. Mc: Ölmek.
[19] Muvahhid: Allah'ın
birliğine inanan. Tevhid eden. Birleştirici olan.
[20] Mekir: (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun.
Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya
da gayesinden alıkoymak için yapılır.)
[21] Bedayi': (Bedi'-Bedia.
C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar.
[22] Neciyullah: Allah’ın kurtuluş
verdiği anlamında Hz Nuh’a (as) verilen isim.
[23] Sarahaten: Açık ve sarih
olarak. Açıktan açığa.
[24] İtab: Tekdir etmek.
Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak.
[25] Izmar: (İzmâr) Kalbde
gizlemek, saklamak. Belli etmemek.
[26] Taun: Vebâ denen dehşetli
bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların
herbiri.
[27] İnhimak: 1)Bir şeye fazla
düşkün olma. 2)Ahmak olma. Ahmaklaşma.
[28] Rad Suresi 6. Ayet-i
Kerime :
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ
وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ
لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ
Meali: Bir de senden iyilikten önce kötülüğün
gelmesini istiyorlar. Oysa önlerinde örnek olarak cezalar gelip geçti. Ve
gerçekten Rabbin, zulümlerine rağmen bağışlayıcıdır! Bununla beraber Rabbinin
azabı çok şiddetlidir.
[29] Münafikun Suresi 10.
Ayet-i Kerime وَأَنفِقُوا
مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ
رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ
فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
Meali : Her birinize ölüm gelip de: «Rabbim beni kısa bir
süre için tehir etsen de sadaka versem ve iyilerden olsam!» demesinden önce
size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) harcayın!
[30] İkab: Şiddetli azab,
eziyet, ceza.
[31] Rad suresi 4. Ayet-i Kerime وَفِي الأَرْضِ قِطَعٌ مُّتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِّنْ
أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ
صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاء وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي
الأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Meali: Arzda mütecavir kıt'alar, üzüm bağları, ekinler,
hurmalıklar, çatallı çatalsız hepsi, bir su ile sulanır, halbuki yemişlerinde
ba'zısını ba'zısına tafdıl ediyoruz, her halde bunda aklı olan bir kavm için
âyetler var
[32] Fatin: (Fitne. den) Fitne
çıkaran. Dinden çıkarıp azdıran. İğfâl eden.
[33] Âli İmran Suresi 6. Ayet-i Kerime هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء
لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Meali: Rahimlerde sizlere dilediği şekli veren O'dur. Başka
tanrı yok, ancak O vardır. Güçlü O'dur, hikmet sahibi O'dur.
[34] İntizar: (Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek.
[35] Refref: 1) Mânevi bir binek. 2)Dalları salkım salkım
olan ağaç. 3) Kenar saçağı. 4)Yeşil
elbise. İnce yumuşak kumaş. 4)Döşek. Cennet.
[36] Ankebut Suresi 69. Ayet-i Kerime
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ
اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meali: Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz
onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her
zaman iyi davrananlarla beraberdir
[37] İstihza: Alay etmek, birisi ile eğlenmek. Birisini
gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.
[38] İhtizar: 1) Can çekişmek.
Hastanın ölüme hazır olması. 2)Huzura çıkmak. Hâzır olmak.
[39] Menni : Başa kakmak
[40] Eza: Eziyet etmek
[41] Maide Suresi
54. Ayet-i Kerime
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ
عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى
الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ
ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meali: Ey iman edenler,
içinizden kim dininden dönerse, duysun: Allah onların yerine, kendisinin sevdiği, onların da kendisini seveceği,
mü'minlere karşı boyunları aşağıda, kafirlere karşı başları yukarıda, Allah
yolunda savaşan, dil uzatanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. İşte o,
Allah'ın bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsanı bol, herşeyi
bilendir.
[42] Menşur: (Neşr. den)
Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
[43] Hudutat-ı
vechiye : Yüz hatları, simasında beliren ifade
Meali: 1. Andolsun
Asr'a ki, 2. İnsan mutlaka bir ziyandadır.
[45] Magbun: (Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan.
Şaşkın. Şaşırmış.
[46] Kesret: Bir şeyin
ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)
[47] İtlak-ı zatî : Kendi başına bırakıp salıvermek. Özgür
bırakmak. Kendi haline koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta
bulunmak.
[48] Müstehlek: Tüketilmiş, İstihlâk edilmiş, yiyip
içilerek bitirilmiş.
[49] Şuun: (Şe'n.
C.) İşler, fiiller. Havadis
[50] Zat-ı bari: Her şeye bir kalıp ve bir şekil veren ve
güzelce yaratan Zât, Allah.
[51] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.
Dünya alâkası. Sevme.
[52] Tahalluk: Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi
ahlâkla ahlâklanmak
[53] Tahakkuk: Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması.
Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
[54] Mefhum: Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan
mânâ.
[55] Mebde': Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök.
Temel. Esas.
[56] Maad: (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek
yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi işler.
[57] Mevlid: Doğma. Dünyaya gelme. Doğulan yer veya zaman.
[58] Kanaatimize burada
üstadın dili sürçüyor. Çünkü daha önceki konuşmalarında da “Siz hayatı cidal diyerekten tarif ettiniz: cidalin
neticesi boğuşmaktır. boğuşun bakalım” diye tarif etmişlerdi.
[59] İrtikâb: Kötü bir iş
işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak veya başlamak.
[60] Zell: 1)Yanlışlık yapma,
yanılma. 2)Ayağı sürçme, kayma.
[61] Belv:(Belvâ-Bela) Dert, çile. Musibet. Zahmet.
İmtihan, tecrübe.
[62] Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime : إِنَّ
فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ
أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ
Meali : Şüphesiz ki, bu
söylenende kalbi olan ve şuurla kulak tutan kimse için uyandıracak bir ihtar
vardır
[63] Memduh: (a) Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş.
[64] Tevkif: Alıkoyma, tutma.
Hapis olarak bekletme. Vakfetme.
[65] https://islamansiklopedisi.org.tr/bazan
İran'ın mağrur Şah'ı, Peygamberimiz (S.A.V)'in kendisine gönderdiği mektupta kendi adının önce zikr edilmeyişine son derece kızdı. Yazıyı yırttı.
İran'ın mağrur Şah'ı, Peygamberimiz (S.A.V)'in kendisine gönderdiği mektupta kendi adının önce zikr edilmeyişine son derece kızdı. Yazıyı yırttı.
Yemen Valisi Bazan'a da, Peygamberimiz (S.A.V)'i
bağlayıp İran'a göndermesi için emir verdi. Bunun üzerine Bazan, Medine'ye iki
adam saldı. Bunlar, Peygamberimiz (S.A.V)'e maksatlarını anlattılar, kendileri
ile birlikte gelmediği takdirde İran ordusunun bütün Hicaz'ı istila edeceğini
söylediler.
Peygamberimiz (S.A.V), onlara, hükümdarlarının öldürülmüş
olduğunu bildirdi ve "Benim dinim ve hâkimiyetim, Kisra'nın mülk'ü
saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak
basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!"buyurdu.
Elçiler, bu müthiş cevapla yurtlarına döndükleri zaman,
haber verilen gecede Kisra'nın kendi oğlu tarafından öldürülmüş olduğunu
öğrendiler.
Bu ihbar, Yemen Valisi Bazan'ın da, Müslüman olmasına
sebep oldu.
[66] Şa’b-i Ebu Talip: Ebu
Talip’in kabilesi, cemaati.
[67] Bedayi'
/ bedâyi' / بدایع : 1) Sermaye, ana mal.
2) Yeni ve incelikli güzel şeyler. 3)
Sanat eserleri.
[68] Tahsin: Beğenmek ve
alkışlamak. Tezyin eylemek, güzelleştirmek. İyi ve güzel bulmak.
[69] Bakara Suresi 172. Ayet-i
Kerime يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ
وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Meali: Ey iman edenler! Size
kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah'a
şükredin, eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız.
[70] Meskenet: Miskinlik.
Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
[71] Ahar: (Aher) Gayrı,
başkası. Diğeri.
[72] Tezyin: Bezeme, süsleme.
[73] Zuhruf Suresi 32. Ayet:
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Meali : Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik
ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için, bir kısmını bir kısmından
derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha
iyidir.
[74] Hafızı Şirazi’nin
beyitleri.
[75] Mader:
Ana, Çocuğu doğuran.
Aza kanaat et de gönlün zengin olsun
Öl de dûn olan kimseden isteme yardım
Maişet uğruna gönlün yaralı olmasın
Hem bil ki rızık kerim olan Hak’ta dır
Ahmet Nebi UYSAL Beyefendi’nin açıklaması:
Gönlün zengin olsun, aza kanaat et Öl fakat alçaktan umma medet Mâişet uğruna olma gönlü yaralı Rızık, çünkü Kerim Allah’a bağlı |
[i]
3 yorum:
Mesela Firavunu biz tenkit ederiz. Firavunun suçu ne? Benliktir. Ebu Cehilin suçu ne? Benliktir. Ama Firavunun sahasını bize verseler, belki Firavundan daha büyük Firavun olabiliriz. İnsanın benliğini insanın üzerinde tecelli ettiren, etrafındaki adamlardır. Benliğinde gezen insana selam verme. Kendi kendine kalsın, aranır “ne oldu bana” der. Derhal düşer. Anlatabildim mi acaba?
İnsandaki benlik denilen kötülüğü kaldıran müessesenin adına ahlak denir.
Onu işte, Cenab-ı Huda merhametiyle bize istikbali örtmüştür.
Yorum Gönder