274. Kaset


274 Nolu Band (30-01-1960  91 dk.)
Mevzuu başlıca iki esasa ayrılır. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei, annesi akıl; aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu
söylemiştik. Gerek kalp, aşk... tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk manasına değil: İnsan asude kaldığı zaman, bir an içün alayık-ı[1] kevniyeden[2], dünya hadiselerinden, eleminden, emelinden bir an üçün ayrılıp da, kendi içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı ile baş başa kalıp bu anasır torbasına gizlenmiş olan benim bir vücudum var. Ben bunu ne vakit tutacağım? Benim bir hakikatim var. Bu anasır[3]dan bir don[4] yapmış, içine girmiş. Ben bunu ne vakit çıkaracağım? Kimim ben? Yirmi yaşındayım, otuz yaşındayım, kırk yaşındayım, her neyse, hangi çağda ise. Ondan bir sene evveline atf-ı nazar ederek, -yirmi yaşındaysa- yirmi bir sene evveli kendim kendimi müdrik[5] değildim.  Beni tanıyan da yoktu. Hiçbir defterde ismim yoktu. Elliyse, elli bir sene evveli beni hiç kimse tanımazdı. Ben şimdi varım. Bu varlık bana nereden geldi? Düşünüyorum, düşünmekliğim için bilmem şart. Biliyorum, bilmem içün konuşmam esas, konuşuyorum da.  Bunların geliş yerleri nedir? Acaba ben ne vakite kadar bu âlemde kalırım? Burada gelmemdeki gaye nedir?

Kendini, kendin mi yaptın? Muktedir olsam her şeyi yaparım. Kendisini yapan her şeyi yapar. Bir cephem çok kuvvetli, bir cephem çok acz içerisinde kıvranır. Sonra hilkatte bir şey zayi olmuyor. O halde müspet ilmin dahi ikrarı[6] ile hiçbir şey zayi olmadığına göre, her şeye sahip olabilecek istidatda yaratılmış olan bir mana, hiç olur da geçer gider mi? İnsanlar acayiptir. Üç sayfa okur; hiçbir şey zayi olmaz der, beş sayfa okur; kendim zayi olurum der.  Tuhaf bir şey…

Bu sualler içerisinde kıvranırken, eğer tam bir ihlas tedarik ederse, merak ile içerisinde bir yanma başlarsa,  bunun adına -açık Türkçe- “Allah(cc) derdi” denir. Bu derdin manasına da aşk denir. Anlatabildik mi acaba? Ahlakın bahsettiği aşk, bu aşktır.  Romanda okunan aşk değil. Böyle bir dert, kimde tecelli etmişse, o insanın makam-ı aşka çıkabilmesi içün Kudret yol açmıştır. Oraya da çıkmadıkça zavallı, herkes mahrumdur. Çok parası olsa... üüüfff daha ziyade mahrum. Ya büyük bir masa şöyle kocaman… Rütbeler, cahlar filan… Onlar gölge avı. Av, gölge avı… Bir şey ki neticesi hiçtir, ona ne denir?

Hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi kâinatta hangi sakf[7]-ı ali vardır ki, yere düşmemiş? Gösterebilir misiniz? Allah(cc) da öyle der, “Ehli batıl” der. Yani kara ruhlu insanlar. Yarasa kuşu güneşten hoşlanmaz, zulmeti ister. Düşmandır güneşe. Zahirdeki güneşe yarasının düşman olduğu gibi, Hak ve hakikat güneşine de düşman olan kimseler vardır. Sevmez. Bu sevmeyenlerde de ekseriyetle benlik olur. Benlik. Belâda orada zaten ya. Kimin ki benliği fazladır, o kadar zavallıdır. O benlikten pek az insan kurtulabilir. Hiç birimiz öyle hemencecik kurtulamıyoruz. Kurtulmuş gibi gelir, putumuza dokundukları dakikada, derhal gözümüz değişir. Kıyası olmayan, ölçüye girmeyen, mana ilminde, ahlak ilminde, Allah (cc) yanında, en büyük suç; bu benlik. Bu insan zahiri acizden bir parça şöyle ayrılır gibi şekiller başladı mı, o da beraber büyümeye başlar. Tuhaf bir şeydir o. Azcık şöyle bir parça… Mesela züğürt. Züğürtlüğü gitmeye başladı, benliği kabarmaya başlar. Mesela marifeti kısa.     -Tabi buradaki marifet suri, cemiyetin kullandığı marifet tabiri, birde ahlakta marifet var, o ayrı. Onu konuşmuyoruz.- Ötekini berikini beğenmemeye başlar. Beğenmez. Onun annesi nedir? Nereden doğar bu? Bunun mastarı ne? Bu öyle bir hastalık ki, bununla yol almanın imkânı yok. Hangi cemiyet benliğe kapılmıştır, yıkılır. Hangi millet benlikle yaşamaya başlamıştır, izmihlali[8] muhakkak. Hangi patron, benlikle işimi idare ederim diye kendisine varlık vermiştir, çocuğunda kalmaz, kendinde kalsa da. Sonu yok. Yürümez iş. Neden acaba? “Pek gücüme gider” der, Allah (cc). “Müşrikten daha fazla kızarım” der. Tuhaf değil mi? Kâfir de benliği yok. “Benim için çok makul insandır” der Allah(cc). Benliği var da kendi kendine “müminim” diyor. “Kâfirden çok aşağıdır” der. Sonra “neticede zalimdir o” der. Benlik adamı zulme götürür…. Bu da ekseriyetle işte bir parça şöyle bir şey oldu mu, insanda oluyor o. Artıyor.

Mesela Firavunu biz tenkit ederiz. Firavunun suçu ne? Benliktir. Ebu Cehilin suçu ne? Benliktir. Ama Firavunun sahasını bize verseler, belki Firavundan daha büyük Firavun olabiliriz. İnsanın benliğini insanın üzerinde tecelli ettiren, etrafındaki adamlardır. Benliğinde gezen insana selam verme. Kendi kendine kalsın, aranır “ne oldu bana” der. Derhal düşer. Anlatabildim mi acaba? Sen onun karşısında el pençe divan durdukça; onun zulmü artar da artar, Firavun gibi. Nihayet,   أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى[9]  der. Ahlakta burası en zorlu yerdir. Anlatılması da zor, talimi de zor.

Firavun ilk önce öyle değildi. Etrafında toplananlar başladılar el pençe divan durmaya: “Sensin” dediler, “senden başka yok” dediler, “sen yaratırsın” dediler. İnsan bu hallere o kadar şımarıktır ki, o kadar çabuk intibak eder ki ve kendi de öyle iman eder. Tuhaf bir şey… Allah’ın (cc) mekri. Bazen öyle bir hal olurmuş ki, o dediklerini kendi kabul edermiş ve kendi de iman edermiş. Anlatamıyor muyum acaba? Kendi. Bu öyle bir hastalık ki, evliyaullah makamına çıkıyor da; bir benlik geliyor, tekrar Allah (cc) bir tekme vuruyor, yuvarlıyor. Yaa, güvenmeye gelmez. Vilayet mertebesinde dahi düşenler oluyor. Allah’ın (cc)  düşürdüğünü de kimse kaldırabilir mi ya? Acaba anlatabildim mi? Mevla’nın yere serdiğini de bir kimse kaldırabilir mi ya? Kalkmaz. Kaldıran olmaz. Kimsenin gücü yetmez.

İnsandaki benlik denilen kötülüğü kaldıran müessesenin adına ahlak denir. Her konuşmada bir yeni tarif yapıyoruz ya. Bugün ki, konuşmada da ahlakın tarifi bu. Çünkü en kötü sıfat, en kötü mazhariyet, kişinin benlik kötülüğüyle müptela kalmasıdır. Kurtulmadı mı, maddeye tapıyorsa, zavallı gider. Manaya inanmışsa, imansız gider. Hiç imkân yoktur. Benlikle yaşayan bir adam; bin defa hacca gitse, milyarla lira tasadduk etse, nüvilyon lira zekât verse, alnı secdede çürüse, vallahi billahi tallahi imansız ölür. Alamaz. Onların hepsi birer yorgunluk olaraktan kalır.

Teali[10], terakki[11] de benlikle olmaz. Ne maddi ne manevi ikisinde de olamaz. Mesela büyük kitapta der ki Allah (cc); -manadaki misallerini vereyim de maddesi daha iyi anlaşılsın-
[12] خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِد ila ahirihi[13] mabede giderken, camiye giderken, mescide giderken; en güzel elbiseni giy. Bütün ziynetini tak takıştır öyle gel, der. Bizde aksini yaparız. Kirli bir adam yanıma tesadüf eder, deriz. Koy, Allah (cc) içün kirlensin. Yok mu o aşk? Bunlar birer bahanedir. İyi ama diz verecek pantolon, deriz. Şimdi şunun bir tane eskisini ver de onu... Keşke aklına gelmeseydi, gitmeseydin. Kendi kendine kalırdın, sana onu ikinci hayatta yaptırırdı. Şimdi ikinci hayatta yaptırtmaz. Bak bunlar ne ince yerlerdir. Yoksa emirler tamamen yerine gelecektir. Allah (cc) için zaman yok, mekân yok, bu âlem yok, öbür âlem yok. Öyle bir şey yok, o bize göredir. O bir şey emretmiş, dimi ya: Onu muhakkak yaptıracak. Onu herkes yapacak. Hiç tatile uğramaz. Mürur-u zamanla[14] hukuk zayi olmaz. Büyük kitabın emrinde öyledir. Onu zayi etmeyen, kendi hakkını da zayi etmez. İster o. Ama...

Öyle diyor. خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِد  Ha, şöyle bir kayıtta var. Sorarlar bunu ekseriyetle. Münasebet aldı da buraya uğradık, söyleyeceğim mevzua. “Ben herhangi bir şekilde elbisemle ibadet yapabilir miyim?” Bir sual sorar birisi... Eğer, kendince yüksek tanıdığın cemiyette herhangi bir şahsın karşısına çıkabilirsen, Allah(cc) müsaade eder. Anlatabildim mi acaba? Anlamadınız. Anlatamadım. Öyle bir elbise ki; kim gelirse gelsin, cemiyette kim olursa olsun, kâinatın serir[15]-i saltanatına sahip olmuş bir adam geliyor, senin umurunda değil, yine o biçim çıkabiliyorsun dimi ya. Benim huzuruma da çıkarsın der. Fakat ona çıkamazsan bana çıkarsan, benim gücüme gider, der. Ben ondan aşağı değilim der. Anlaşıldı değil mi?

Bu malum olan bir ziynet. Malum ya, her emrin bir içi vardır, bir dışı vardır. Her emrin bir… İnsan dendiği vakitte bir içimiz var, bir dışımız var; bir ruhumuz var, bir kalıbımız var; bir manamız var, bir bedenimiz var. Emrin de öyle, bir bedeni vardır, bir manası vardır. Zahirde alınacak olan manada bildiğimiz şekildeki vaziyet-i hariciyemizin süsü. Enfüs manası alınacak olursa, herkesin ziyneti ayrıdır. En ufak makamda bulunan adam, ziynetlensin gelsin diyor: Mabede geliyor, tevazuyla gelsin. Bir şey anlatabildim mi acaba? Tevazu elbisesini giysin, o elbiseyle gelsin. Benim yanıma gelirken artık yaratırım sevdasıyla kafasını dik dik, adımını sert sert ataraktan, etrafına kötü kötü bakaraktan değil. “Ben yokum, o var” diyerekten gelsin. Tevazuyla…  Eğer makam-ı kalpteyse, vakar-ı sekinet elbisesini giysin. Onunla gelsin. Malum ya herkesin dünyada elbisesi ayrı, maddi elbisesi… Manevi elbiseler de öyledir. Bazısına göre en iyi elbise; güzel bir keten ceket keten pantolon, bazısına göre işte tiftik palto bilmem şu, bazısına göre filan filan. Manada da öyle: Eğer abdiyet[16] makanımda ise elbisesi tevazudur, eğer makam-ı kalbe çıkmışsa elbisesi sekine-i vakardır, eğer makam-ı aşktaysa elbisesi vecd-i galebattır[17]. Ooo, birçok elbise var. Makam-i imandaysa elbisesi celaldir. Sayalım mı elbiselerin hepsini. Bu kadar yeter. Onun hepsini nereden alacağız, hangi yere koyacağız?

Evet, böyle asude kaldığı zaman nihayet, kendisinin iç âlemiyle konuşmaya başlar. Bu konuşmada kendisine aslını bul emri verilir. Aslını bulmak emrini alan insan, artık ne dedikodu kalır, ne kâinat kalır. Çünkü öyle bir derde müptela olmuş ki, senin lüzumsuz konuşunu nereden dinleyecek? Saati yok, dakikası yok, kendini arıyor. Kendini arayan adam, öyle itilmiş bir malını aramaya benzemez ki. O kadar heyecanla arıyor ki, yok gözünde başka bir şey yok. Neden? Bitiyor çünkü. Kendini ararken kendisinin de uful[18] ettiği gösteriliyor. Muvahhidin[19] elbisesi, ziynet elbisesi; keşf-i şuhuddur. O hal tecelli etmiş muvahhit adam... açılmış perde, “gidiyorum” diyor, “aslım nerede” diyor. Koşuyor. Sen ona ne anlatsan, önüne milyon koymuş olsan, “bırak kardeşim sen” diyor. “O iş ile meşgul değilim ben, kayboluyorum.”
Cenab-ı Hak her birimize bir hicap yapmıştır da, bu kâinat devam eder. O perde olmasa ne olur kâinat? Durur. Sana deseler ki; “yarın değil öbürsü gün, çukurun içerisine gireceksin.” Ne yaparsın? Bütün işleri başların bırakmaya. Söylenmediği içün çalışırsın. Acaba anlatabiliyor muyum? Deseler ki, “yarın değil öbürsü gün, buyurun çukurun içerisindesiniz” deseler, böööyle durursun. Onu işte, Cenab-ı Huda merhametiyle bize istikbali örtmüştür. Allah’ın (cc) en büyük ikramı nedir? Bazı insan merak eder: “Efendim ne olur şunu da bilsem.” Ne olur, ne demek? O iyi bir şey mi? Onu bazı insanlara Huda bildirir de, ne kadar rahatsız olurlar. “Ah ahh bildirtmese ne olur, bunlarla meşgul etmese bizi diyerekten.” Hatta seyrini almış olan büyük insan, Huda’ya şöyle der, “istemem onu” der. Kendini göstermiyorsun, bunu bahane ettin der. Benim gayem o değil der. Yarın ne olacakmış, öbür gün ne olacakmış, filanca adam şunu konuşuyormuş, bunlardan bize ne fayda var? Bir şey yok ki onlarda. Bunların hepsi mekirdir[20]. En büyük nimeti, istikbali kendi Settar ismiyle setretmesidir.

Tarifleri yapıyorum. Bu kendi aslını bulmak aşkıyla bir adam mücehhez olursa; ahlak mefhumunda bu adam makam-ı insaniyete kadem basmıştır. İnsan nazarıyla bakılır. İnsan demek enisten müştaktır. Ünsiyeti var demek. Kiminle? Hak ile ünsiyeti var. Enisi, munisi, yârı, nigârı Allah’tır(cc). Ne aldanır, ne aldatır, dünyayı çok iyi bilir -Çünkü oyuncak ederekten vermiştir ona- … Kapılmaz, satılmaz elinde oynatır. Dedelerimizin oynattığı gibi… Renan öyle der; “acayiptir der bu camia, bu büyük millet çok tuhaf bir millettir. Bunların geniş tarihine bakılacak olursa dünyaya hiç kıymet vermez gibi davranırlar ve öyle gözükürler fakat dünya da ellerinde oyuncak olmuş.” Evet, ben cevap vereyim: Öyledir. Manaya gönül veren adamın elinde dünya, oyuncaktır. Ve istediği gibi oynatır onu o. O manadan soyunduğu vakitte, dünya seni oynatır. Sen gel manaya sahip ol da, dünyayı sen oynat, dünya seni oynatmasın. Deden nasıl oynatıyordu? Neden? Hakiki insan âdemde ki esrarı bilir. Âdemdeki esrar ve bedaiyi[21] bilmek içün yine âdem olmak şarttır. Şimdi biz bunlardan mahrum yaşıyoruz. Bütün dünya. Mevzii konuşmuyoruz. Hemen hemen her hafta konuştuğum gibi.

Hilkatteki gayeyi insanlar unutmuşlardır. Onu idrak edinceye kadar bulamazlar. Daima vahşet zamanında öyle oluyor. İnkâr başlıyor. İnkâr başladıktan sonra yıkım başlıyor. Sarılırsa tekrardan Huda bir kapı açıyor. Mesela, o benlikler geliyor işte. Sonra maalesef benlik üç beş sayfa okumakla da geçmiyor.  O ayrı bir iş. Bunun annesi cehil. Cehilden doğuyor ya. Fakat o cehil bizim bildiğimiz malumatın karşısında olan cehil değil. Cahil kime derler? Kaç defa söyledim, doğru histen mahrum olan adama denir. Ve bundan bütün enbiya tir tir titriyor. Bırak şimdi sen ötekini berikini. Mesela Nuh neciyullah[22]. Enbiya içerisinde büyük bir azameti var. Ve en celalli peygamber. Sonra Musa (as) gelir. Yani Huda’ya kendini kabul ettirtmiş, böyle sarahaten[23] konuşan bir adam. Fakat cehle taalluk eden yere gelince Huda itap[24] etmiştir. O büyük tufanda oğlu Kenan gark olurken, muktezayı merhamet, babalık hissi var. Allah’a (cc) dedi ki; “sen bana söz verdin. Benim ehlimi boğmayacaktın.” Öyle bir peygamber o. “Sen benim ehlimi boğmayacaktın” dedi.  “Tufanzede-i gark oluyor evladım.” “Sus!” dedi, Allah (cc): “Senin ehlin değil. Nesep manaya ahlaka Hakk’a gönül verenle tespit edilir. Benden ayrı yaşıyor, izmarında[25] küfür vardır, boğacağım. Ve cehilden kendini kurtar, sende gidersin.” Acaba anlatabildim mi acaba? Senin ehlin değil, dedi. Bedeninden, teninden, kanından, belinden gelmekle oğlun olmaz yalnız, yolundan gelmeli. Bundan mahrum, niye kendine izafe ediyorsun? Ağır bir imtihan, Allah (cc) tabi kılmasın. Çok ağır. Çok ağır. Anlatılması gibi kolay değil.

Niçün büyükler korkarlar? Aman cemiyette ahlaksızlık ilerlemesin, çünkü herkese sirayet eder. Kolera gibi de değil, veba gibi değil, taun[26] gibi değil. O adamın bedenini alır götürür, o on beş yirmi senelik hayatını. Bu namütenahi hayatı alıp götürüyor. Öyle bir maraz ki, nihayet hadi en sari bir hastalık, geldi iki saat, üç saatte götürdü. Ne kadar yaşayacaktı? Atmış yetmiş. Kaçtı otuz. Otuz seneyi, kırk seneyi, yüz seneyi götürdü. Fakat o, seneye hesaba gelmeyen ömrü götürüyor. O ağır o.

Köpeğe insanın huyu geçerde çoban olur koyunu besler, insan yarattım senin huyun niye geçmedi ona? Nasıl kendine izafe ediyorsun, diyor. “Bu izafe cehilden ileri gelir, yakarım seni” dedi. O da yalvardı, “Beni cehilden muhafaza et!” dedi. Öyle bir beladır o cehalet.

Musa’nın (as) yalvarışı var; “Ya Rabbi beni cahilinden yapma.” Şöhreti afak-ı cihan, hüsn-ü anına meftun-u Zeliha olan Yusuf’u (as) an. Bir münacatı var, insanı ağlatır. “Rabbim bende beşerim, muktezayı beşeriyet-i gaflet, onların mekri hilelerine ben inhimak[27] eder de cahilinden olursam ne yaparım? Beni sen muhafaza et!” der. Anlatamadık mı acaba? Muazzam kitapta üç büyük zatın ismini zikrederekten hadiseyi beyan eyledim. Cehlin ne muazzam bir bela olduğu beşeriyete… Bunlar en büyük burhandır. Ki bunlar istifa kanununa tabi olmuş, hususi insanlar. İstifa kanununa tabiyalar. Yine öyleyken tir tir titriyor. İnkâra götürüyor çünkü. Öyle bir büyüklenirler ki… Geldiler dediler ki; [28] وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ Hazreti Muhammed  Aleyhissalat-ı Vesselam’a dediler: Beyan ediyorsun, “bu kötülüklerin cezasını çekeceksiniz. Şöyle azap olacak, böyle azap olacak, şöyle olacak… İyiliklerin de karşılığında şöyle hasene olacak, şöyle güzellik olacak, diyorsunuz. Biz iyilik istemiyoruz, çabuk kötülüğü üzerimize getir.” Benlik dedirtiyor öyle, وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ  Haseneden evvel biz kötülüğü istiyoruz, getir. Öyle dedi. “Acele ediyorlar, böyle diyorlar sana, ey ehadiyetimi ahmediyetine fethettiğim zat, sana böyle diyorlar. وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ ki her vakit derler böyle. Onlar diyorlar, her vakit derler. Fakat ne vakit hayattan azl oldun emri gelir, o vakit:

 [29] لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ der. Allah’ın(cc) adeti bizim gibi değil ki. Biz ufacık bir şeye kızdık mı, derhal hemen üzerine yürürüz. Hiç. Hiiiç. O vakit Allah(cc) olmaz. Hiç.

 وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ Bunların çok böyle, şeyleri geldi, benzerleri geldi, onlar da böyle dediler. Derler bunlar. Bunlara söyle sen diyor:  وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ  Bizim işimize yarar burası, onun içün söylüyor. لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ   Allah’ın (cc) ağası yok: Acele eder, tehir eder, hemen yapar, sonra yapar. Yalnız Allah’ın(cc) bir şeysi var: Çok örtbas sahibidir. Örteyim der, insanların çirkinliklerini, o zulümlerini, “rücu ederler dönerler de, affederim” diye bekler. Siz yine inat edin, fakat onun âdeti öyle. Bir şey anlatamıyorum galiba dimi? Siz inat edin, ısrar edin, inkâr edin, insan haklarını ezin, inletin, sizin istediğiniz dakikada size ceza vermez. Âdeti, daima bekler.

لَذُو مَغْفِرَةٍ  Anlat beni diyor: إِنَّ رَبَّكَ “senin Rabbin öyle bir Rab ki, Firavun gibi değil. Haşa. Onların kendilerinden yaptıkları Rablar vardır. Onlar kendi içlerinden sivrilenlere taparlar. Zalime uşak olurlar. Küfre eşek olurlar. Nifaka eş olurlar. Onlar, onların dedikleri kimseler, böyle ufacıcık masasının çivisine birisinin dokunacağını bilse, öldürür, imha eder. Kasasının bir tarafına dokunacağını bilse, boğar. Ben öyle değilim ki: Ben Rabb-ı Hakikiyim. Anlatamıyorum galiba? Yalancı Rab değilim ki ben. Onların istediklerini yalancı Rablar yapar. Ben Rabbim Rab. Ben öyle yalancı Rab değilim, der. Ben Rabbim. Ben beklerim. لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ  O nassın zulümlerine, dönsünler de şöyle bir örteyim onları.  Dönmediler. Acizde değilim. Onlarınkinin vakti yok. Onlar geberecekler, çabuk yaparlar. Benim vaktim var. Yaaaa وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ   İkab[30].. İkinci hayata başlar. Bırakırım şimdi. O vakit, acele nasıl olurmuş, seyyie önce nasıl gelirmiş, hasene nasıl gidermiş, bunların hepsini anlatırız. Bizim zamanımız var, onların yok ama bizim var. Öyle diyor.

Sonra rububiyetime de mevcudat-ı terbiye ettiğime de keyfimle terbiye ettiğime de birçok zahirde işaretlerde vermişim. Ya… Kendi arzum dâhilinde istediğim gibi idare ettiğime de gözlerinin önünde birçok işaretler de vermişim. [31] وَفِي الأَرْضِ قِطَعٌ مُّتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِّنْ أَعْنَابٍ  Söyler söyler, söyler. Ne istiyorlar der. İki tane kıtayı yan yana yaptım. İkisi de yan yana aynı huduttu. Aynı sudan sular, aynı toprakta eker; birini tatlı, birini mavi, birini sarı, birini kırmızı ben yaparım der. Onların kanunları gibi olmuş olsaydı hepsinin tatlı olası lazım gelirdi. Hepsinin acı olması lazım gelirdi, hepsinin aynı renkte olması lazım gelirdi. Benim dediğim gibi olacak diyor. Bir şey anlaşılmıyor mu? Benim dediğim gibi olacak.

Buyursun en zengin bir adam, en fatin[32] bir kadınla evlensin, istediği şekilde bir çocuk meydana getirsin. Kaşı böyle gözü şöyle, müktesebat-ı ilmiyesi bu kadar olacak, şu kadar sene yaşayacak, şunları bilecek, bunları edecek… [33] هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء  Ben kendim dukuyacağım. Seni sun-i ilahi fabrikama tezgâh yaptımsa da Allah yapmadım ya. Benim istediğim şekilde, o boyada çıkacak. O boyada çıkacak. Haaa, bazı istifa kanununa sahip olan insanlar vardır ki, onların kendilerinde vücut yoktur, onlar Kudret’in arzusu ile kendileri değildir onlar, o ayrı. Hani bazı insan hayatta birçok şeylere tesadüf eder. Eee nasıl oldu? Kendi yok ki oldu. Şimdi burayı iman-ı zevkiye çıkanlar, ahlakın manasının üzerinde duranlara ait. Biz de sizi öyle görüyoruz da öyle konuşuyoruz. Bir hadise söyleyeyim mi? Dinler misin? Yaa. İnkârda bulunan bir şey anlamaz. Ama ne lüzumu var? Neyse…

Geliş ve gidişteki gayeyi duymak, aslını bulmak, kendisini aramak, aşkıyla bir insan mücehhez olursa, ahlak ona “bu kimse insan oldu” der ve gayesini bitirmeklik içün çalışıyor, der. Ahlakta bunları insana talim eder. Aşktan doğan ahlak da bu…

Vazifeden doğan ahlaka değince, orada henüz benlik bitmez -ama yanlış anlaşılmasın biz onu tenkit etmiyoruz haa. Şimdi hepsi baş üzerinde yeri vardır- Orada evvela can, sonra canandır. Saatli yaşar. Güzel. İntizamı vardır. Şu saatte şu iyiliği yapacağım, bu saatte şunu yapacağım, ötekini şöyle edeceğim. Yine beşer içün en büyük rehberdir. Çünkü akıldır şeyi, nurunu veren. Akıl da bir Nur-u Rabbanidir. Yalnız âlem-i hikmette geçer. İnsan tekâmül edince, her sahada devrelerini ikmal ettikten sonra, yalnız âlem-i hikmetin malumatı insana kâfi gelmiyor. Esrar-ı kadere agâh olmak istiyor. Adem’in (as) cennetteki ağaca yaklaşması gibi. Anlatabildim mi acaba? Bir marifet zevki almak istiyor. Hususi bir zevk… Bekliyor. O vakitte ona aklı terk et deniyor. Akıl yürümüyor çünkü. İman ve aşka intizar[34] ediyor. Refrefine[35] bin denir. Anlatabildim mi acaba? Refrefine bin. “Aşkından hâsıl olan vücuduna gir, işi öğren” denir. Varsa. Ama nefsi emmarenin karanlığında kalmışsa; işte bu çamur âleminde yoğrulur yoğrulur, senindi benimdi onundu şunundu... Nihayet gel denir. Bir tahta üzerinde ekilir bükülür filan geçer gider. Öbür ki de gidiyor ama öyle öbür ki gibi değil. Öbür ki başka türlü gidiyor: Gelin oluyor o. Başka. Di mi ya?  

Hep bunların hepsi, şöyle az bir zaman içinde olacak şeyler. Pek zorda değil amma insana zor geliyor işte. Ne bileyim, biraz nefsini dizginlese, azcık dizginlese, bir parçada fedakarlık yapsa; kendisinde bir marifetullah zevki hâsıl olur, bütün eşyada Hakk’ı görmeye başlar, hiç haksızlık yapmaz. Evvela yalanı terk eder. Değmez der. İnsan yapmış beni der. Niçün doğru konuşmayayım, der. Anlatabiliyor muyum acaba? Doğru konuşmadıkça kendisine katiyen bir kapı açılmaz. Hiç, imkân yoktur. Başta o. Evvela yalanı terk edecek. Cebr-i nefs ile olursa biraz zordur fakat zevk ile olursa “değmez yahu ben insanım” der. Bu bizim şanımızken, ağyar bunu almaya başladı. Bu bizim şanımızdı, bize yakışan bir sıfattı fakat -ne bileyim insan söylemeye utanıyor- ağyar almaya başladı. Biz yalan söylemeye başladık, onlar doğru söylemeye başladılar.

Bir adam doğru söyledi mi, cihat etmeye başlar. Hak uğrunda yaşamaya başlar. Cihadın manası bu. Doğruluk onu icap ettirir. Onun üzerine de Allah (cc) diyor ki; [36] وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Ben göreyim bir adam ki, benim uğrumda çırpınmaya başladı, o kendi çıkamaz diyo. Fakat benim şanım onun elinden tutarım, götürürüm. Yolu ben tıpış tıpış yürüttürürüm, diyor. Hırsında fani olursa, bela burada şimdi. Haris olursa… O yaş ile baş ile değil. O ölüm çekişmesi başlamış da ölüyor mu? Yine de kendisini fani etmişse, “sen olacaksın de” ona. Derhal gözünü kapar. Zorluk çektirtme. Hani söylerlerdi eskiden; efendim parasını getirdiler, göğsüne koyar koymaz öldü. Çünkü o parasında fani olmuş; oradan başka bir şey düşünmüyor, Kudret de istihza[37] muamelesi etmiş, “biraz daha dursun diyor”. Azap içinde zavallı… Anlatamıyor muyum yahu? Azap içerisinde. Getirirler çıkınını, ayağının ucuna koyarlar, gözü ilişir, kapar gider. Cah hırsında bir adam farz edelim: “Şu caha ben sahip olacağım diyor”, çok zor ölür. Ölüm anındayken, o halet-i ihtizar[38]da o gider gelir, gider gelir, o daima ordadır, o Allah (cc) ile meşgul değil, o cah ile meşgul. Zaten öyle gidecektir. Ona sen netice itibariyle “sen oldun, o cah senin” dedin mi? Hoop kapar gider. Masa hırsı, kasa hırsı, cah hırsı her neyse. Herkesin bir emeli, vardır: Onda ifrata gidip de fani oldu mu, çabuk ölmez. Söyleyeceksin ki, ölsün. Son anında insan, ne kötü bir şey değil mi? O bir karar. Tam kapar kapamaz bir perde açılır, yaaa hayat, denir ona bak. Hayatı “cidal” diye tarif eden, “varım” diye yaşayan, bak bakalım varlığın nerededir? Öyle bir fenadır ki o azizim, o hiçbir şeye benzemez.  

… Evet yedi şey, bir adamı hem bu âlemde hem o âlemde yaşattırır diyor, Hazreti Muhammed (sav). Yedi şey. Hepsini söylemeye bugün rahatım yok. Bir tanesini söyleyeyim. Yedi madde bir adamın bu âlemde yaşıyormuş ve ikinci hayatta da onun lazım gelen varlığının tecellisini görmüş gibi yaşattırır, diyor. Bir adam, övünmek yok, bunu ben biliyorum da yayıyorum diye bir his yok. Zor. Güzel bir elbise diktirirsin, bir balık yağı fıçısının içerisine düşer. İstediğin kadar bilmem... neden olursa olsun, giyebilirsen aşk olsun. Balık yağı fıçısına düştü. Beş yüz lira terziye verdin, bin lira kumaşına verdin, neyse bilmem şunu da yaptın bunu da yaptın amma giy bakalım. Düştü balık yağı fıçısına, buyur. Her hangi bir hasene, her hangi bir iyilik ufacıcık içinden bir şey geçti, balık yağı fıçısına düştü o iyilik. Menni[39] eza[40] olmayacak. Bunu bak ben biliyorum, benden daha başka bunu güzel bilen yokmuş gibi bir his gelmeksizin…

İlim Allah’ın (cc) sıfatıdır. Beni insan yapmış. Öyle ya, hiçbir insan bütün ömrünü ortaya koymuş olsa Kudret’in kendisine yapmış olduğu ufak bir ikramın nihayetine kadar şükrünü ifaa… söyleyemedim.  Yapamaz yani. Karşılayamaz. Nedir o? İnsan yapmasından. “Bir kanalizasyon faresi yapsaydı” ne yapardın, olmam mı diyecektin? İlm-i ilahi O’nda muhit. “Kün” emrinin dairesinde senin hissene o çıksaydı. Efendim şöyle oldu da, böyle oldu da öff gelmeseydim de… Ne istiyorsun kardeşim? Niye öfff diyorsun?  Neden kaşlarını çatıyorsun? Yapsaydı en süfli bir mâhluk, “olmam” mı diyecektin. Dinleyen mi olurdu? İnsan yapmış, ruh-u menfuh ile tekrim etmiş, yüzünü benden başkasına çevirme, bütün mevcudata kalbin merhametle çarpsın, kendimi de vereceğim demiş. Yalnız buradaki konuşanınla (dilinle) buradaki konuşanını (kalbini) birleştir. Bir defa şart o. Çok zor bir iş. İçeride bir konuşanın var, bir de iki dudaklarının arasından çıkan bir konuşanın var. Bunun ikisi birleşti mi ben seninim diyor. Birleştiririz… [41] يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ Önce Allah (cc) sever, senin sevdiğini görsün, seven O’dur yine, çok sever. Bize kalsa yine çok geri… İnsan yapmasının hakkını ödeyemeyiz, hülasa bu. O kadar çok sevin ki… Fuzuli öyle der;

Ger çekmese kaza ne olurdu halim. Bazı insanlara cevaptır o. Ya beni çekmeseydi kaza-ı subhani beni ilminde tuttu. Ne itibarlar bana insan diyerekten… Sonra eğer şöyle bir parça tanınmış bir insansan… Tanınmış deyince yani ters anlama. Hakk’ın yanında Hakk’ın nedimleri tarafından, bir parça tutulmuş kimseysen... öyle diyor Cibril’e, “Filanı sevdim, sev”. Filanı sevdim, ben sevdim, sev. Baş üstüne. Ehli semaya da söyle, sevsinler. Yer üzerinde beni sevenlere de söyle, sevsinler. Bunlar az şeyler midir? Bunlar ufak şeyler midir? Mesela senin haberin yok, böyle bir iltifata uğramışsın. İşin en tatlı tarafı da bu. Eh bu âlemdeki müfredat programın bitmiş, defterin kapanmış, “gel bakalım” denmiş. İmtiyazın, fermanın, menşur[42]un eline verilmiş. Üüüü. Birçokları da böyle olacakmış. Böyle olan da var.

Güler güz, güler yüz, sahte değil ama. Şimdi de var: Bu asrın güler yüzü çok kuvvetli, herkes gülüyor. Buraya kadar dişleri gözükür. Hututat-ı vechiye’ye[43], gözünün içerisine baktığım için, güler yüzün içerisinde, gözün içinde de bir yüz vardır: o da güler. Buraya kadar oldu mu, gözün içerisindeki yüz gözükmüyor. O gözün içerisinde bir yüz var ayriyeten. O gözükmüyor. Öyle diyor. Güleryüz. O ışıldar şöyle göz, şıkır, şıkır, şıkır, şıkır, şöyle… Anlatamıyoruz galiba. Öyle şıkırdar güler yüz.

Öyle der; garibin yüzüne tebessüm et ki; -Biz de garibi daima tepeleriz- Garibin yüzüne tebessüm et ki; sana, ben tebessüm edeyim. Garibin yüzüne tebessüm et. Garip daima hakaretlenir. Garibin yüzüne tebessüm et ki: Geçen konuşmamda dediğim gibi, [44] إنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ ﴿٢﴾  ﴿١﴾ وَالْعَصْرِ Koca, muazzam bir suredir. وَالْعَصْرِ Asrı saadeti Muhammediyene kasem ederim ki, -Cenab-ı Peygamber’in (sav) zamanına- Hep zaman onun, onun zamanı. Bütün insanlar hüsrandadır. لَفِي خُسْر Mahrumdurlar[45]. Ancak ve ancak kalbe sürur ilka edenler. Ölmüş kalbi diriltmeklik hususunda sayılı nefeslerini tüketmekliği vakfederler. İş edinmiş bunu. Sabahleyin kalkıyor, ilk işim diyor, bir kırık kalp bulayım ben onu ihyaya çalışayım. Onun içerisinde neler gelir senin başına? O gayet kolay bir şey değil. Nadanı gelir, aldatanı gelir, hile yapanı gelir, eğleneni gelir, ahmak diye arkadan dilini çıkaranı gelir. Yaa, öyle senin bildiğin gibi höppedek aktardan alır gibi gitsen alsan, ver elli kuruş, yüz kuruş, bir parça da güler yüz olur... öyle değil ki o. Hadisat bu cemiyet içerisinde yaşarken… Neler gelir. Bunların hepsine. Balıkçı denize oltayı atar, her vakit barbunya balığı çıkmaz. Neler çıkar, neler çıkar… Fakat onu çıkaracağım diyerekten, o daima, onu atar. İnsan da bu kesret[46] denizinde oltasını daima atacak bir insanın gönlüne sürur ilka etmeklik içün.

Suyu çıkaran kazma bir kazmadır, kuyuyu kazarken kaç bin kazma vurursun, fakat en son kazmadır o suyu çıkaran. O en son kazmayı vuruncaya kadar, binlerce on binlerce kazma vurdun,  toprağı izale ettin. Hayatta da o insanı buluncaya kadar on binlerce hadiseyle çarpışacaksın. Çarpışa çarpışa öyle höppedek pazardan portakal alır gibi öyle yok. Öyle değil, çok zor o. O bütün sana gelen çirkinliklerin karşısında hakikaten ahlakın manasında kendi kendine bir varlık meydana getirmişsen o dersin ki, itlak-ı zati[47] ‘de her şey müstehlektir[48]. Ben hizmeti Allah’a(cc) yapıyorum, bu eğlenen de oraya gidecek. Bu tasdik eden de orada gidecek. Anlatabildim mi? Gözünde hiçbir şey pürüz kalmaz. İtlak-ı  zatide her şey müstehlek olduğunu bilir, öyle görür, öyle yaşar. Öyle bilince ne olur? Bütün mecmua-i şuuna[49]… Orası bana ait. Yaşa öyle yaşa. Mevlana’nın dediği gibi; yahu diyor ne gam çekiyorsun, diyor; niçün müteessir yaşıyorsun diyor. Sizin memlekette hiç gece yarısı olmaz mı? Gece yarısı, nısf-ül-leyli olmayan bir yerde mi yaşarsın sen? Nerede yaşarsın? Yok mudur, sizin yerde? Eğer gece yarısı olan bir muhitin varsa, bir ah anahtarın yok mu senin yahu? Nısf-ül-leyl de kalk, bir “ah” de bütün kapılar açılsın.  Ah anahtarı vardır ama madeni bozuk, açılırken kırılır. İhlâs madeninden olacak. Niyaz darphanesinde dövülecek, üzerinde Hakk sikkesi bulunacak, aşkın aynının içine girecek, şın testeresiyle kesilecek, kaf teknesinde pişecek, sırrı aşka erecek. Yoruldunuz mu? (hayır) ...

Vazife… Arada sırada tarifini yaparız bunun. Bilinmesi lazım lazımdır. İki kelime vardır ki, insanlar arasında suiistimale uğramıştır: Biri vazife, biri de vicdan. Vazife mukaddestir deriz, güzel. Doğru tabi, mukaddes. Mukaddes olan şey kutsiyetten doğar, kutsiyet ahlakiyattan doğar, ahlakiyat zat-ı bariye[50] iman ile olur. Zat-ı bariye iman da manaya, mananın aslı olan varlığa imanla olur. Demek oluyor ki, bir işin vazife olabilmesi için bu kanallardan geçmesi şart. Kaideli bir şekilde, böyle. Keyiften doğmaması, beşerin nefsinin mahsulü olmaması, Hakk yoluyla gelmesi.

Gelelim vicdana: Vicdan, akılla ruhun izdivacından doğan bir varlıktır. Herkeste pek bulunmaz. Bunun lügat manası bulmak manasınadır. Vicdan. Arapça bir kelime, bulmak. Milyonda bir insanda bulunur, zor iş o. Bazen bakarsın ki efendim sen bir… O işi benim vicdanıma bırak kardeşim. Öyle bir nazik noktadan konuşuyorsun ki, var mı(vicdan)? Bu biraz ağır gider bu cümleyle, bu hitap da ağır. Anlatırsam siz de hak verirsiniz. Bulmak manasında. Neyi bulmak? Allah’ı(cc) bulmak. Allah’ı(cc) bilen de bile yoktur. Bilecek, bulacak, olacak. Kolay iş mi o? Anlatabildim mi acaba? Bilecek… Bilmek ile bulmak arasında fark vardır. Bilmek de ikiye ayrılır; bir Allah’ı(cc) bilmek vardır, bir de Allah’ın(cc) varlığını bilmek vardır. Allah’ın(cc) varlığını bilmek başka, Allah’ı(cc) bilmek yine başka. Ekseriyet, inananlar yani iman edenler, Allah’ın(cc) varlığını bilenlerdir. Allah’ı(cc) bilen, yine ayrı bir iş. Bildikten sonra bulan, bulduktan sonra olan. Zaten bu âleme üç şey içün gelmişizdir. Bilmek, bulmak, olmak. Taalluk[51] edecek, tahalluk[52] edecek, tahakkuk[53] edecek. Biraz evveli saymış olduğum devreleri ikmal ettikten sonra, aslını arama derdinde, bilmek maddesine girer, sev emri verilir, taalluk eder yani ya… Kudret’e... Sevdi mi, sevdiğinin dediğiyle oturup kalması şarttır. Ne demişse öyle oturacak, kalkacak. Taalluk ediyor. Kendinde hesap kalmadı. Ondan sonra, Hak onda tahakkuk eder. O vakit vicdan denilen mefhum[54] o mana-i kibriya meydana gelir. Bunlar ne ile olur?

Toptan bir tek kelime, aslına kavuşmak aşkıyla olur. Mebdeini[55], maadanı[56], mevlidini[57] bilmek zevkiyle olur. Yoksa insan tekâmül etmiş bir hayvandır; bu kâinatta, kör bir tesadüfün neticesidir. Eline fırsat geçti, ihtirasat-ı nefsaniyeni için vurdun, kırdın, ne yaptınsa yaptın. Lazım gelen nefsanî arzularını meydana getirdin, işte senin içün saadet budur. Bunlardan mahrum yaşadın; işte senin içün de zavallılık budur; dendi mi, onun şekli ayrılır. Onun şekli ayrılır. Fakat biz kan itibariyle, tarihin en eski efendisinin çocuklarıyız. Dünyada manevi bir zehirli gaz sıkıldı, bu her tarafa sirayet etti. Hiç şüphe yok, bize de sirayet etti. Bizim aslımız Allah’ın(cc) merhametine, -tabiri caizse- hususi iltimasına mazhar olmuştur. Bize ümmet-i vasat derler. Ve benim kanaatime göre, -görürüm görmem başka-, dünyada... Muhakkak surette dünya bir durulacak. Öyle ya, sekinet, vakar meydana gelecek. Beşer nihayet tenekecilikte biraz ilerledi, yaratırım sevdası geldi. Bir düğmeye basıp milyonla adamı öldürmeklik medeniyet değildir. Bunu anlayacak. Vahşetten daha büyük vahşettir. Taa vahşet devrine gidersek bin senelik harpler görürüz, fakat bin senelik harpte bin kişi ölmez. Bir adam çıkar bir adamın karşısına bir ay, iki ay, bir sene dövüşür. Ondan sonra diğer adam çıkar. Anlatamıyor muyum?

Şimdi böyle otur, böyle bas düğmeye, bir milyon, üç milyon, on milyon, hastanedeki ihtiyar kadın, beşikteki mini mini yavru, mazlum, zalim hepsi birden… O medeniyet midir o. O da yine Hakk’ın bir cezasıdır ama Allah(cc) merhamet etse. Yoksa hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisindeki o varidatın cereyanı yine oradan gelir. Siz hayatı cidal diyerekten tarif ettiniz: cidalin neticesi paylaşmaktır. Paylaşın bakalım: Boğuşun![58] diyor. Beşer düşünecek, taşınacak, bir gün gelecek; nokta-i istinat kuvvet değil, nokta-i istinat Allah (cc) diyecek... Hah! diyecek Huda: “Gel bakalım!” diyecek. İşin şekli böyle, hepsinde böyle. Hangi kuvvete dayanırsın? Efendim avamı başka türlü yaşar, havası başka türlü yaşar. Ekmek kavgası der. Ekmek kavgası olur mu? Bir gün oldu mu, Sultanı Resul’ün yanında; “Ya! Çok müteessir oldum” dedi. “Ben sizi insan yaptım farklı bir... Biliyorum insan oldunuz. Ekmek kavgası köpeklerde olur” dedi. Anlatamıyor muyum acaba? Ekmek kavgası köpeklerde olur. İnsanda ekmek kavgası olmaz. Ufacık bir menfaat; binleri tepeliyor. Uyanacak, uyandığı vakitte de, uyandığı vakitte de mananın verdiği bilgiye göre, yine sen rehber olacaksın. Rehber olacaksın. Seni o hale Allah (cc) getirecek, olacaksın. Huda, çok kaviyi çok zayıf ile tepeler.

Âdem Aleyhisselam’a irtikab[59] ettiği zell[60]e dolayısıyla, daha doğrusu bu neşenin tafsilinin iktizası tecelliyat-ı ilahiyede bulunması ile, buradan çık emri verdiler. O işe memur olan, o mananın varlığı her birisi bir lisanla “çık” dedi: Âdem (as) aldırış etmedi. Nihayet Türkçe konuşan kuvve çıkacaksınız dedi, Tak! Dedi. Çıktı.  Türk’ün Muhyiddin’i olan İsmail Hakkı, o büyük adam, temiz Türk bunu böyle izah eder. Uzun boylu izahı vardır da… Söyler, söyler, söyler, söyler, anlatır.

Hülasa insan hakikat âleminde ahlak mevzuunda ilerleyecek olursa sıfatları başlar. Arif olur, kalbini mevlasına verir, ruhunu belvasına[61] verir, cismini de insaniyete vakfeder. Ne vakitte bizde bu hal başlar, ahlakta tamamıyla yol almaya başladık demektir. Anlatabildik mi acaba? Konuşmayı kesiyorum yani ya. Bitirmek üzereyim. Ruhunu, evvela kalbini mevlasına verir. Kalbiyle kalıbının vazifesini ayırır. Bunları konuşmakla dünyayı terk et manası yok. Dünya elinde oyuncak olacak. Ahlaksız ahlaklıyı madde ile satın alıyor da ahlaklı ahlaksızı madde ile niçün satın almıyor? Bunların hepsini soracak Huda. Niye sen almadın? Ahlaksız ahlaklıyı yendi maddesiyle, beşerdir, çarpılır. Sen niye almadın? İşte eksik tarafları bizim bunlar. İmansız, imanlıyı satın alıyor. İmanlı, imansızı niye satın almıyor? Alsana, yapsana uşak. Böyle olursa olur. Kalbi mevlasına, ruhu belvasına… Kalıpla kalp ayrılacak. Kalıbın çalışsın, bütün dünyayı fethet. Kalbin, “orası ayrı” dersin. Misafiri var. Nazargah-ı ilahidir.

Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bil kalil
Mut ve la tatlub meaşen min leiym
La tekun lil ayşı mecruhel fuadi
İnnemel rızgu alellahil keriym [i]

İmam-ı Ali’nin kurmuş olduğu bir düsturdur, her an şanını muhafaza etmektedir: “Adam ol, adam!” diyor. “Adam değil miyim”, (anlamı) buradan nerden çıkıyor, biliyor musun? Yeni mana veriyorum:          
لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ [62] Konuşur,  konuşur da bu söylediklerim kalbi olan içündür. Cenab-ı Haydar da burada kalbi zikrediyor: Kun ğaniyyel kalbi, “adam ol adam”. Adam olunca zengin kalpli olursun, satılmazsın. Zengin kalpli ol. Vagna’ bil kalil, “aza kanaat et”. Buradaki azdan; az çalış, az kazan, o manaya değil. Bunu ekseriyet yanlış anlar. Kanaatin manası nedir, biliyor musunuz? O ziynet elbiselerini saysaydım burada geçecekti. Orada aşağıda der ki Allah(cc); benim kullarıma çıkarmış olduğum ziyneti, kimin salahiyeti var da haram kılmaya başlar. Kimin haddine düşmüş. Kim? Resmen böyle ilan ediyor.
Buradan şimdi birkaç sual çıkar. Mevzuun harici gibi gözükür ama harici değil. Mevzuuyla alakadar. Mesela derler ki efendim, dinen erkeğe ziynet haramdır. Bu tabirler vardır. İpek kullanmak, altın kullanmak, süslü, süslü olmak… Hep de zıddına, nereden çıkarmışlarsa?  Şimdi Allah’ın (cc) bu emrinin karşısında evet Cenab-ı Muhammed aleyhisselamın da altının aleyhinde, erkekte ipeğin aleyhinde bulunduğu zaman var. İki günlük üç günlük çocuk, emzikli çocuğa meme emiyor, pirzolayı ağzına tıkarsan görürse birisi “Allah belanı verecek, geberteceksin!” der. Bu daha bir saat oldu doğalı, anasının memesini versene ne yapıyorsun sen? Ama bu kuvvetli bunda vitamin var, baksana. Şu ince yerini anlatayım ister misiniz? Mühim bir yerdir burası.

Dünyayı en kesif bir zulmet perdesi kaplamıştı. Fikren on dört asır evveline seyahate çıkarsak. Zulüm her tarafı sarmış. Her milleti idare eden insan, o milletin başını kemirici bir canavar kesilmiş. Acayip bir devir. Kadınlar pazarda hayvan gibi satılır. Kocası öldü mü, tel dolabı gibi, masa gibi satılır. Mirasçısı alır, götürür satar. Medeniyeti deden de bulursun. Başka yerde yok medeniyet, hakiki medeniyet. Diri diri çocuklar gömülür. Zulüm memduh,[63] fuhuş memduh… Öyle şeref meref öyle bir şey yok. Nihayet Huda ikram etti, Beşeriyetin Fahri Ebedisini gönderdi. Tek başına bir dava açıldı, Hira dağında. Erbab-ı akil, eshab-ı felah bekliyor, bir yerden çok bunaldık, bir şey çıkacak amma bir nur bir yerden parlayacak. Hiç ümit edilmedik, insan pişirici bir iklimden çıktı.

Çıktı, aciz insana tapılmayacak dendi. Zulme divan durulmayacak dendi. Evetle hayırın kullanma yerleri belli olacak dendi. Nicünsüz yaşanılmayacak dendi. Anlatabiliyor muyum acaba? Program bu. Derhal insanlar uyanmaya başladı. İnsan gelişi itibariyle, her hangi sahanın adamı olursa olsun aynı “Kün” emrinin tecellisinde aynı şeyle gelir. İmtiyaz kalbinin atış tarzına bağlıdır, mâhlukata karşı. Kimin ki fazla merhametle çarpıyor, ayrıl denir. Öbürkülerde bir fark yoktur. Şah olsun, geda olsun. Fakat esbab yoktur. Yani sebep yok, sebepler. Bu davanın kabul olması içün imkân aranıyor. Malum ya, bir insan bir işi yapabilmek için bazı sebeplere bakar. Toprağı kazacağım kazma lazımdır, der. Kürekle atmak lazımdır, der. Kazma yok, kürek yok. Aynen onun gibi. Fakat arif, irade-i ilahiye, sebeplere muhtaç değil, sebepler irade-i ilahiye muhtaç. Onun içün davanın tahakkuk edeceği üzerine iman ediyordu. Bunlarda az. Ordu yok, masa yok, kasa yok, muhit yok… Tabi aciz insana tapılmayacak dendi mi, o güne kadar baş üzerinde taşıyan insanlar derhal ayrıldılar. Niye? Dedik ya bir benlik hani, “Sen diyor beni kölemle bir yaptın ya hu”, diyor. “O, olmaz” diyor. Zannediyorlar ki: bu dava açıldığı vakitte yalnız o Ceziret ül Arab’da, şu kadarcık bir muhitte... Hayır! Bütün dünya başladı. İki büyük hakimiyet var; Kisra, Bizans hakimiyeti... Kayser, Suriye valisine emir verdi, Kisra, Yemen Valisine emir verdi. “Orada birisi türemiş. Derhal ensesinden kelepçeleyin, bana gönderin” dendi. Hısımlarda hasım mevkiine geçti. Mesela, bazen geldi dedi ki; “ben emir almışım sizi şey ediceğim, tevkif[64]  edeceğim.” Ben tevkif edeceğim. Yemen valisi Bazan[65]… Demek ki bu büyüklükler, manaya ait varlık öyle kolay kolay meydana gelmiyor. Biraz zor ama tatlı… Cenab-ı Fahri Âlem dedi ki; “Siz yarına kadar müsaade edin de, yarın dedi bu işi görüşürüz.” Bu işi yarın görüşürüz. Ertesi günü, “Sizin şahınızı oğlu bu akşam tepeledi” dedi.  “Bu akşam parçaladı.” “Ee ben bu işi tahkik edeyim, eğer öyleyse ben sana ilk iman edenlerden olurum.”  “Yap tahkikini” dedi. Tahkiki tahakkuk etti, “Beni, beni teslim al” dedi. Anlatabiliyor muyum incelikleri? Bunlar mühim işler. O bir nazara uğradı.

Ey şah-ı Resul, nazarı akdesi lütfun 
Mücrimleri Cibril kadar muhterem eder.

Bir an evvel şöyle yapacağım adam, bir nazar-ı iltifata uğruyor, en büyük şakiyken bir Cibril oluyor. O böyle. Neyse, öyle oldu ki, bütün hısımlar hasım oldu. Muhit alakasını kesti, Şa’b-i Ebu Talib[66]’te üç sene kaldılar. Tamamen müşrikler, ne alışveriş, ne iş, ne güç hiçbir şey vermiyorlar. Çocuklar vardı, ondan sonra her birisi büyük büyük zat oldu. Açız diyorlardı. “Allah (cc) deyin, doyarsınız” deniyordu.  Setr-i avret edecek yerleri açılmaya başladı. Bir parça bez bulamadılar, yamamak için. “Ön safta namaz kılanlar ayağa kalkmadıkça, arka saftakiler kalkmasın” emri verildi. Çünkü açık yerleri gözükecek. Eee bu vaziyetteyken biri, altını takmış, takıştırmış ipeklerini. Münafıklar böyle giyinip, geliyorlar. Tabi o vakit hoş görülmezdi. Anlatabildim mi acaba? O vakit, hoş görülür mü? İnsanın ciğerine sızı girer.  Bir azap, alay mevzuu gibi. Vakta ki, kâinatın mukadderatı, o davanın sahibine inanların eline geçince, kendileri de giydiler, bedayi’in[67]de aleyhinde bulunmadılar, giyeni de tahsin[68] ettiler. Anlatabiliyoruz dimi?

Ama biraz evveli konuştuğumuz vakitte bir ziynet mevzuunu konuştuk. Şimdi bu ziynetin içerisindeكُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ[69]    diyor Allah (cc). Ziynetleri benim sevdiğim insanlara çıkarmış olduğum zinetin aleyhinde kim bulunabilir? Onlara çıkardığım tüm rızıklar, güzel rızıklar… Biz de tersini yaparız. Gelecek şeyin en iyisini ağyar yer, bize bir meskenet[70] gelmiştir, en iyisini o yer. Çürüğünü alırız: “Nimete hakaret etmeyelim.” Diye. Öyle bir şey yok! Bunu nereden çıkardın sen? Bir de uydururuz: “Hazreti Fatıma küle bandı da ekmeği, öyle yedi.” Niye küle bansın ya? Hadi bulunmadı bir şey ama küle niye bansın? Onun karşısındaki insanlar da başlar ağlamaya. Acınacak hallerimiz çok, her sahada. Öyle bir hale geldik ki, inanmayanlar “geri kafalı” bile dediler, inananlara. Diyen de mi kabahat, dedirten de mi? Dedirtende. Biz o mananın azametini meydana getiremedik ki. Gösteremedik ki o mananın azametini. Kızdık, nefsimizden kızdık. Kızmamız öyle bir haklı olaraktan değil. Onu bir gaye edinmedik. Ekseriyetle manaya inanan çocuk sınıfta geridedir. İkmale kalır, döner, az numara alır. İnkâr eden çocuk, ilerdedir. Niye onu gaye edinmiyorsun kardeşim, eğer inanmışsan? Anlatamıyorum dimi?

Şuralarını söylemek istiyordum. Bizim bildiğimiz, “yenecek içilecek şeylerin en iyisini sevdiğim insanlara Allah yarattım” diyor. Bir defa ona dikkat etmek lazım gelir: Sevdiği insanın kuvvetli olması lazım. Miskinliği bırakmak. Lüzumsuz şeyler onlar. Haaa, enfüs manasındaki olan rızka gelince, ben onlara öyle rızıklar meydana getirmişim ki; tevekkül yerler, rıza lokmasını yerler, sabır gıdasıyla gıdalanırlar. Anlatamıyor muyuz acaba? Sabır gıdasıyla… Bunlarla gıdalandığı dakikadan itibaren, kanaat bab-ı gelir. Kanaat, tevekkülün meydana getirdiği bir varlıktır. Kanaat şudur; Kudretin sana vermiş olduğu bütün sıfatları kullanırsın. Akıl vermiş, kullanırsın; servet vermiş, kullanırsın; yerli yerine ikame edersin, ondan sonra onun meydana getireceği şeye razı olursun. Anlatamadık galiba. O hâsıl olacak şeye rıza gösterirsin, şu kadar yaptım da, şu kadar olacaktı. Senin elinde değil o. O onun elinde. Orada yıpranmamaklığın adına kanaat denir. Ahar[71]a zararı olmamaklık şekliyle yapılan kazancın adına kanaat gelir. Başkasına zarar başladı mı, kanaatten çıktı. Daha iyi anlattım şimdi.

İşte onu öyle diyor İmam-ı Ali: Kalp sahibi ol, zengin kalpli ol. Aza kanaat et, yani ihtirasat-ı nefsaniyende boğulma. Seciye-i insaniyeni ayakaltına salma. Müt ve la tatlub meaşen min leiym. Geberde geçineceğini alçak adamdan bekleme. Dökme kimseye yüzsuyu. Yüzsuyu, altın suyuna benzemez: Altın suyu tabloları tezyin[72] eder, yüzsuyunun nakkaşı Allah’dır(cc), bozuldu mu, tekrar yapanı olmaz. Götürüp onu kimseye verme. Altın suyu levhaları şunları bunları tezyin eder fakat yüzsuyu Hazreti insanı tezyin eder. Sonra altın suyunu, sen ben yaparım nakşını. Onun nakkaşı Allah’tır(cc). Bir defa bozuldu mu, kimse yapamaz ki; geçti o. Hüner, geçineceğini alçak insandan isteme. La tekun lel ayşı mecruhel fuad. Kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Ayır. Nazargah-i ilahi olan, ayine-i Hak olan, seni sana buldurtmaklık içün bir vatan-ı asli bulunan kalbini, umur-u maişet hususunda yaralama. Kalıbın didinsin, kalbin onunla kalsın. İnnemel rızku alellahil keriym. Nahnu kasemna[73] matbahından sana ayrılmış olan bir şeyi, önleyecek, arttıracak, azaltacak hiç kimse yoktur. Onun mütekebbiri Allah’dır (cc).

Bir bu sözlerini birde şu sözüyle amel edersek çabuk yol alırız, çabuk: Bir defa alçağa yüzsuyu dökmedin mi, alçak kalkar. Alçak kalkınca insanlar rahat eder. Bak ne kadar kolay demiş. Alçak daima yüzsuyu dökmedin mi, kimse yüzüne bakmadın mı alçağın, öyle güzel adam olur ki o. Öyle güzel adam olur ki. Kıymet vermedin mi zalime, mazlum olur. Derhal mazlum olur. Kıymet verdikçe ezer adamı.
Diğer sözü de şudur;

Veledetke ummuka yebne âdeme bâkiyen.
Vennâsû havleke yadhakûne sürûrâ.
Feched linefsike en tekûne izâ bekev.
Fi yevmi mevtike ente  mesrûrâ.[74]

Manası: Yadın da mı ey Âdemoğlu doğduğun günler, ağlar idin sen, gülerdi âlem. Öyle bir ömür geçir ki olsun mevtin sana hande, halka matem. Açalım şimdi: Nazman tercüme etmişler ama ben bir yerini bozdum. Hafızamdan kaymış. Anlaşıldı mana ya, lazım gelen bize manayı anlatmak. Ey Âdemoğlu doğduğun günleri hatırla, annenden bu âleme geldiğin zamanı hatırla. Niçün? İnsan doğarken ağlaya, ağlaya doğar. Geldiği âlemden memnundur. Hâlbuki gelmiş olduğu anne karnı, o tecellisi iyi bir şey midir? Rahm-ı mader[75]de, zindanda, fakat memnun. Çıkarmayın diyor. Ağlaması o. Gitmem. Şimdi bir anne karnında da yine öyle ağlarız, gitmeyiz diyerekten. Buraya geldikten sonra, “dön bakalım desen”; “aman istemem” der.  Şimdi ikinci hayata gittikten sonra, “hadi dünyaya” desek, “yoook” der. Bir şey anlatamadık galiba. İstemem der, gitmem. Getirirler. Etrafındakiler de o ağlar, illa gitmeyeceğim diyerekten, etrafındakilerde güler. Sevinir, annesi, babası, hısım, akraba, dost… “Yavru meydana geldi” diyerekten, herkes neşe içerisindedir, bir telaş. Gider… O kadar çok çalış ki; sakın gidişin, gelişin gibi olmasın. Sen gelirken, sen ağladın. Etrafındakiler güldü. Şimdi o kadar çalış ki, sen giderken Refik-i Alaya git gül, etrafındakiler de kaybettik diyerekten yansınlar, ağlasınlar.  Ohhh kurtulduk şu zalimden, dedirtme. Gidersek  böyle… ... hak verir, böyle yaşarsan. Öyle diyor kendisi. Bir şey söylüyordum, neredeydi hatırlatabilir misiniz bana? ....


.. ne kadar söylemiştim, talim dedim, ilim Allah’ın (cc) sıfatı olduğunu, buna bize layık kıldığını, mal onun olduğunu, buralardan yürüdük. Ya bir mahlûku süfli olsaydık filan diyerekten… Hatırlata bildik mi acaba? Bak daha nerelerden getirdim ama iyi dinlemiyorsunuz işte. Bize, bir ilmi kendi içinde olmaksızın. Bunu bak ben iyi biliyorum, ne iyi şey ediyorum, övünmeksizin, bulunmaksınız, bu Allah’ın (cc) malıdır. Hem bunu siz kendiniz de kullanın. Bazı adamlar size gelir, çok övünür filan, şunu bilir, bunu bilir. Sahibini ver bakalım, kendininkini göster der. O pek azınlık, az adamda kendininki çıkar.



[1] Alaik : (Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
[2] Kevniye : Yaratılanlarla ilgili olan
[3] Anâsır: (Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
[4] Don: Kılık, giyisi
[5] Müdrik                : Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı. Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.
[6] İkrar: Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak.
Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek.
[7] Sakf / سقف / سَقْفْ : Yüksek çatı, dam, tavan
[8] İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
[9] Nazirat Suresi 24. Ayet-i Kerime فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى            
Meali: Benim en büyük Rabbiniz! dedi.
[11]Terakki / terakkî / ترقى / ترقي / تَرَقّ۪ي :  Bilgi ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
[12]A’raf Suresi 31. Ayet-i kerime:  يَا بَنِي آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ  
Meali: Ey Adem oğulları, her mescide gittiğinizde süsünüzü tutunun, yiyin, için; ancak israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez.
[13] İla ahirihi / ilâ âhirihî: "Aynı şekilde devam eder" mânâsına gelen bir ifade; sonuna kadar.

[14] Mürur-u zaman: Zaman aşımı, süre aşımı
[15] Serir: Taht
[16] Abdiyet: Kulluk. Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.
[17] Galebat: Galeyan, kaynama
[18] Uful: Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. Mc: Ölmek.
[19] Muvahhid: Allah'ın birliğine inanan. Tevhid eden. Birleştirici olan.
[20] Mekir:                (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)
[21] Bedayi': (Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar.
[22] Neciyullah: Allah’ın kurtuluş verdiği anlamında Hz Nuh’a (as) verilen isim.
[23] Sarahaten: Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa.
[24] İtab: Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak.
[25] Izmar: (İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek.
[26] Taun: Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri.
[27] İnhimak: 1)Bir şeye fazla düşkün olma. 2)Ahmak olma. Ahmaklaşma.
[28] Rad Suresi 6. Ayet-i Kerime : وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ
Meali: Bir de senden iyilikten önce kötülüğün gelmesini istiyorlar. Oysa önlerinde örnek olarak cezalar gelip geçti. Ve gerçekten Rabbin, zulümlerine rağmen bağışlayıcıdır! Bununla beraber Rabbinin azabı çok şiddetlidir.
[29] Münafikun Suresi 10. Ayet-i Kerime وَأَنفِقُوا مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
Meali : Her birinize ölüm gelip de: «Rabbim beni kısa bir süre için tehir etsen de sadaka versem ve iyilerden olsam!» demesinden önce size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) harcayın!
[30] İkab: Şiddetli azab, eziyet, ceza.
[31] Rad suresi 4. Ayet-i Kerime وَفِي الأَرْضِ قِطَعٌ مُّتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِّنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاء وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Meali: Arzda mütecavir kıt'alar, üzüm bağları, ekinler, hurmalıklar, çatallı çatalsız hepsi, bir su ile sulanır, halbuki yemişlerinde ba'zısını ba'zısına tafdıl ediyoruz, her halde bunda aklı olan bir kavm için âyetler var
[32] Fatin: (Fitne. den) Fitne çıkaran. Dinden çıkarıp azdıran. İğfâl eden.
[33] Âli İmran Suresi 6. Ayet-i Kerime هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Meali: Rahimlerde sizlere dilediği şekli veren O'dur. Başka tanrı yok, ancak O vardır. Güçlü O'dur, hikmet sahibi O'dur.

[34] İntizar: (Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek.
[35] Refref: 1) Mânevi bir binek. 2)Dalları salkım salkım olan ağaç. 3) Kenar saçağı. 4)Yeşil  elbise. İnce yumuşak kumaş. 4)Döşek. Cennet.
[36] Ankebut Suresi 69. Ayet-i Kerime  وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meali: Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her zaman iyi davrananlarla beraberdir
[37] İstihza: Alay etmek, birisi ile eğlenmek. Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.
[38] İhtizar: 1) Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması. 2)Huzura çıkmak. Hâzır olmak.
[39] Menni : Başa kakmak
[40] Eza: Eziyet etmek
[41] Maide Suresi 54. Ayet-i Kerime يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meali: Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, duysun: Allah onların yerine, kendisinin sevdiği, onların da kendisini seveceği, mü'minlere karşı boyunları aşağıda, kafirlere karşı başları yukarıda, Allah yolunda savaşan, dil uzatanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. İşte o, Allah'ın bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsanı bol, herşeyi bilendir.
[42] Menşur: (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
[43] Hudutat-ı vechiye : Yüz hatları, simasında beliren ifade
[44] Asr Suresi 1. ve 2. Ayet-i kerimeler     إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ ﴿٢﴾  ﴿١﴾ وَالْعَصْرِ
Meali: 1. Andolsun Asr'a ki, 2. İnsan mutlaka bir ziyandadır.  
[45] Magbun: (Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. Şaşkın. Şaşırmış.
[46] Kesret: Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir) 
[47] İtlak-ı zatî : Kendi başına bırakıp salıvermek. Özgür bırakmak. Kendi haline koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak.
[48] Müstehlek: Tüketilmiş, İstihlâk edilmiş, yiyip içilerek bitirilmiş.
[49] Şuun:               (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis
[50] Zat-ı bari: Her şeye bir kalıp ve bir şekil veren ve güzelce yaratan Zât, Allah.
[51] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. Dünya alâkası. Sevme.
[52] Tahalluk: Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak
[53] Tahakkuk: Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
[54] Mefhum: Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
[55] Mebde': Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.
[56] Maad: (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi işler.
[57] Mevlid: Doğma. Dünyaya gelme. Doğulan yer veya zaman.
[58] Kanaatimize burada üstadın dili sürçüyor. Çünkü daha önceki konuşmalarında da “Siz hayatı cidal diyerekten tarif ettiniz: cidalin neticesi boğuşmaktır. boğuşun bakalım” diye tarif etmişlerdi.
[59] İrtikâb: Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak veya başlamak.
[60] Zell: 1)Yanlışlık yapma, yanılma. 2)Ayağı sürçme, kayma.
[61] Belv:(Belvâ-Bela) Dert, çile. Musibet. Zahmet. İmtihan, tecrübe.
[62] Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime : إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ  
Meali : Şüphesiz ki, bu söylenende kalbi olan ve şuurla kulak tutan kimse için uyandıracak bir ihtar vardır
[63] Memduh: (a) Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş.
[64] Tevkif: Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme.  
[65] https://islamansiklopedisi.org.tr/bazan
İran'ın mağrur Şah'ı, Peygamberimiz (S.A.V)'in kendisine gönderdiği mektupta kendi adının önce zikr edilmeyişine son derece kızdı. Yazıyı yırttı.
Yemen Valisi Bazan'a da, Peygamberimiz (S.A.V)'i bağlayıp İran'a göndermesi için emir verdi. Bunun üzerine Bazan, Medine'ye iki adam saldı. Bunlar, Peygamberimiz (S.A.V)'e maksatlarını anlattı­lar, kendileri ile birlikte gelmediği takdirde İran ordu­sunun bütün Hicaz'ı istila edeceğini söylediler.
Peygamberimiz (S.A.V), onlara, hükümdarlarının öl­dürülmüş olduğunu bildirdi ve "Benim dinim ve hâkimiyetim, Kisra'nın mülk'ü saltanatının ulaştığı yer­lere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacak­ları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!"buyurdu.
Elçiler, bu müthiş cevapla yurtlarına döndükleri za­man, haber verilen gecede Kisra'nın kendi oğlu tarafın­dan öldürülmüş olduğunu öğrendiler.
Bu ihbar, Yemen Valisi Bazan'ın da, Müslüman olma­sına sebep oldu.
[66] Şa’b-i Ebu Talip: Ebu Talip’in kabilesi, cemaati.
[67] Bedayi' / bedâyi' / بدایع :  1) Sermaye, ana mal. 2) Yeni ve incelikli  güzel şeyler. 3) Sanat eserleri.
[68] Tahsin: Beğenmek ve alkışlamak. Tezyin eylemek, güzelleştirmek. İyi ve güzel bulmak.
[69] Bakara Suresi 172. Ayet-i Kerime يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Meali: Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız.
[70] Meskenet: Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
[71] Ahar: (Aher) Gayrı, başkası. Diğeri.
[72] Tezyin: Bezeme, süsleme.
[73] Zuhruf Suresi 32. Ayet:
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Meali : Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için, bir kısmını bir kısmından derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha iyidir.
[74] Hafızı Şirazi’nin beyitleri.
[75] Mader: Ana, Çocuğu doğuran.



Aza kanaat et de gönlün zengin olsun
Öl de dûn olan kimseden isteme yardım
Maişet uğruna gönlün yaralı olmasın
Hem bil ki rızık kerim olan Hak’ta dır

Ahmet Nebi UYSAL Beyefendi’nin açıklaması:
Gönlün zengin olsun, aza kanaat et
Öl fakat alçaktan umma medet
Mâişet uğruna olma gönlü yaralı
Rızık, çünkü Kerim Allah’a bağlı


[i]


3 yorum:

Mesela Firavunu biz tenkit ederiz. Firavunun suçu ne? Benliktir. Ebu Cehilin suçu ne? Benliktir. Ama Firavunun sahasını bize verseler, belki Firavundan daha büyük Firavun olabiliriz. İnsanın benliğini insanın üzerinde tecelli ettiren, etrafındaki adamlardır. Benliğinde gezen insana selam verme. Kendi kendine kalsın, aranır “ne oldu bana” der. Derhal düşer. Anlatabildim mi acaba?

İnsandaki benlik denilen kötülüğü kaldıran müessesenin adına ahlak denir.

Onu işte, Cenab-ı Huda merhametiyle bize istikbali örtmüştür.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017


Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




9 Saniye sonra Kapanacaktır