Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

286. Kaset


K226 (16.05.1965) 68 dk. (286)


… ahlakın membaı akıl, diğerinin kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Ahlakın bahsettiği aşk romanda okunan aşk manasına olmadığını da sık sık söylüyoruz. Akıl, hissin galatlarını tashih eden kuvve. Meçhulden malumu çıkaran, Kudret’in bahşettiği bir varlık. Âlem-i hilkatte işe yarar, âlem-i kudrete gelince, sahası olmadığından dolayı tıkanır. İnsan ise iki âleme rapt edilerek tecelli etmiştir.  Bir veçhesi âlemi hilkate yani yaşadığımız bu âlem-i his, âlem-i şuhut, daha birçok mezahir[1], varlık… Bunlara bağlı olduğu gibi, bir yüzümüz de âlem-i kudrete raptedilmiş, bağlanmış. Âlem-i kudrete taalluk eden kısmı, âlem-i hilkate taalluk eden kısmı gibi değil. Orası ebedi, namütenahi… Âlem-i hilkate raptedilen veçhesi muvakkat[2]… Öyle değil mi ya? Dün. Dünü kim getirebilir bize şimdi? Bugün için rüya oldu, bugün de yarın için rüyadır. Âlem-i kudret öyle değil. Daha layıkıyla anlatılmak istenirse bir cümleyle, akıl Esrar-ı Ubudiyete vakıf olabilir. Onu idrak edebilir fakat Esrar-ı Rububiyeti idrak edemez. Bunu sonraki konuşmalarda, -Kudret müsaade ederse- inşallah açarız. Ve ilk söylediğim sözdür, dikkatinizi celbederim.

Demek oluyor ki, ahlak mevzuunda en büyük unsur… Madamı ki vazife, akıl, aşk, kalp, bunlar zikredildi, bunlar ise mana-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, en büyük unsur insan mefhumu geliyor. Ve anlatılması güç olan kısım da bu… İnsan, nasıl tarif edilebilir? Zira insan dendiği vakitte, suretle manayı camiidir. Eski konuşmalarda bir misal vermiştim, bir ağaçta bir meyve görürsünüz; o onun suretidir. Onu yediğiniz vakitte bir lezzet alırsınız; o meyvenin, o lezzette manasıdır. İnsanın da böyle sureti ve manası vardır. Sureti tarif edilebilir fakat manası tarif edilebilir mi? Hata manasının tecellisindeki akis bile tarif edilemez. Mesela biz burada bir avuç insan şu anda her birimizin iç âleminden namütenahi bir akıntı vardır. Kendinizde onu ihata[3] edemezsiniz, durduramazsınız. Bir dakika sonra o tecellinin sizde ne şekilde akacağını onu da bilmezsiniz. Hepimizde ayrı ayrıdır. Hangisini tarif edebiliriz biz bunun? Biriniz dinliyor, mesela biriniz kabul ediyor, biriniz şüphede, biriniz hem dinliyor, hem geziyor, biriniz hem memleketindeki hâlât[4]ı ölçüyor, koyuyor, işte namütenahi şeylerle meşbûuz[5] biz şimdi, şu halde. Her birimiz ayrı ayrı Medlûl [6] (?).

Muazzam bir varlık. Kimin haddine düşmüş, tarif edebilirsin, edemezsin. Hâlbuki bu insanın yine hakikati değildir. Hakikatine gelince durur. Bir veçhesi gayet zayıf, aciz. Fakat bir veçhesi de muazzam bir varlık. Bir veçhesinde öyle bir varlık var ki, Kudret’e muhatap olmuş. Yani Allah’a (cc) muhatap olmuş. Kendisinde bilkuvve[7] naib-i hak olmak sırrı tecelli etmiş. Ufak bir şey değil insan. Fakat onu kaybetmiş bugün ki beşeriyet. Geliş ve gidişteki gayeyi takip etmiyor. Tabiatın esrarını elde edeceğim diye çırpınıyor. Mevcudiyetin perdelerini tırnaklarıyla yırtıyor. Hatta âlem-i Lâhut[8]u kendi izanına göre keşfedeceğim diye çabalıyor, korkmuyor. Neler neler yapıyor. Fakat neden beşerin iniltisini kesemiyor acaba? Bunu insanlar birbirine sormadıkça ve bunun raporu verip bunun üzerinde çalışmadıkça, beşeriyet felaha kavuşamaz. Bütün dünya diplomatları iktisatçıları, bilmem şunları bunları bir araya gelse de konuşsalar kalksalar konuşsalar bir şey olmaz. Bu kadar mütenevvi[9]  malumatı cem etmiş bu gün ki beşeriyet. Püüüü Mütenevvi…

İlim ve irfan yükünü bugün beşer kaldıramayacak kadar tekâmül ettirmiş. Fenni gözü kamaştırtıyor, felsefesi fikirleri durduruyor; ilmi, sanatı akla veleh[10] verebiliyor. Semavata kadar çıkacağım diye çırpınıyor ve bir gün gelecek çıkacak. Çünkü büyük kitap onun haberini veriyor. On dört asır evvel Hazreti Muhammed (sav) onun haberini verdi. Bizim içün öyle telaşe lüzum yok. Muhammed Aleyhisselatü vesselam bunun haberini verdi.  “Aaa, böyle olurdu olmazdı”, bazı insanlar konuşuyor. Haberi verildi. Aya çıkıyormuş öyle… Çıkar aya, çıksın. Bir gün gelecek herkes buradan Beyazıt’a gider gibi gidecek. Şimdi bugün bu kadar mükellef, şöyle milyarlara mal oluyor filan ama öyle olmayacak o. Di mi? Nasıl buradan biniyorsun, Beyazıt’a nasıl gidiyorsun öyle olacak. Ama biz görürüz görmeyiz o ayrı bir mesele. Fakat bunlar olacak. Sonra kamer basit.  Bunlar ayrı. Mesele orada değil, Kamerin veyahut diğer sahanın ölçüleri var. Oralarda keşifler yapılabilir, seyahat edilebilir fakat hududu sınırı olmayan bir saha var. Öyle bir yer var ki, hududu yok, sınırı yok, nihayeti yok. Henüz beşer bunun üzerinde bir keşif yapmaya başlamamış. İşte o ne vakit başlarsa, hakiki medeniyet o vakit kurulur. Ve ne vakit başlarsa beşer, o vakit felaha kavuşabilir. O yerin keşfine insanlar daha henüz teşebbüs etmiyor.

Neresi orası, o keşif edilecek saha neresi? Kalp, kalp. Nasıl yapılmıyor efendim, ameliyat yapılıyor kalp, bilmem şu hücresi, bilmem şu boruları değişiyor, şu oluyor, bu oluyor. Yok canım, hayvani kalbi değil, insani kalbini konuşuyoruz. Senin yaptığın iş, etten kandan kemikten yapılan kalbi söylüyorsun sen. Ona taalluk eden bir kalp var. O kalp üzerinde bir şey yok. O kalp. Öbür kalp hayvanda da var. Hüviyetimizin kalbi. Bu bineğimizin kalbi. Hüviyetimizin bindiği vücudun kalbi. Şimdi üzerinde bir parça icraat yapılan kalp. O kalbin asıl ismi arştır, arş. [11] اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى Bunun tâk-ı[12] tecellisinde bir kitab-ı ledün[13] vardır. İşte bu nişaneyi keşfe başladığı vakit insan görür, o vakit arş-ı ehadiyete geldiğini anlar ve ondan sonra EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH der. Yoksa şimdi demiş, bunun faydası o kadar… O zevki duyamaz. Onu der, yine can yakar. Onu der, yine hile yapar. Onu der, yine hattı zatında milyonla insanı icap ettiği vakit, ihtirasat-ı nefsaniyesi peşinde yakar atar. Mesela     -beş on gün geçti sene-i devriyesinin- Evlad-ı Resülü Muharremin onuncu gününde cayır cayır parçalayanlar bu EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RASULULLAH, EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH sözlerini söylemeyen adamlar mıydı? Söylüyorlardı. Hatta geç kaldık, bir an evvel işini bitirelim öğle namazı kazaya kalacak diyorlardı. Anlatamıyor muyum acaba? O kalbin keşfi yapıldıktan sonra o hakikatte Hakk’ın arşı olan Rahman’ın istiva etmiş olduğu o tâk tecellisindeki hakiki kitab-ı ledününü gördükten sonra o dersane-i ehadiyete girer girmez bir şehadet yapar, işte o şehadetten sonra beşeriyet felaha kavuşabilir. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Biraz zor.

Sen zanneder misin ki beşerin cibilli olaraktan ihtirasat-ı nefsaniyesi böyle ufacıcık bir şeyle çabucacak çıksın üzerinden gitsin? Gitmez o. İnsanın iklimi vücudunda çöreklenmiş bir ejderha vardır. Yedi tane başı vardır, yedi. Ne zehirli gaz tesir eder, ne atomdan yılar, ne daha sonra çıkacak olan şeylerden yılar, hiiiç. Kıpırdanmaz bile, Yedi tane başı vardır; hırs, tamah, kibir, buğz, ucub, adavet, riya. Birisini öldürürsün birisi kalkar, birisini ezmeye çalışırsın öbür tarafından dirilir.
Hemen hemen her konuşmada tekrar ediyorum; beşer o kadar delalet-i fikriyeye saplanmıştır ki -mana ile arası açıldıktan sonra öyledir- vahşet-i müsannaya medeniyet diye tapar. Medeniyet hayat imha etmez, hayat verir, hayat. İhyaya amirdir, imhayı değil. Sen düğmeye basıyorsun bir milyon adamı birden öldürüyorsun. Hatta sayıya gelmeyecek kadar imha ediyorsun. Bu mu medeniyet? Sabi, masum, hastanede yatar, aciz, piri fani olmuş, hiçbir şeyden haberi yok… Öyle değil mi? Medeniyet öyle değil.

Hayat almaz, hayat verir. Beka-ı damin[14] olmayan yani ebediyeti insana muhafazası altına, kefaleti altına almayan teceddüdler/yenilikler, medeniyet diye insana takdim edilemez. Zira insanın hayatı bu âlemde geçirdiği üç dört günden ibaret değildir. Hiç kimse burada… Emeline nail olaraktan gideni bulamazsın. Zaten iki şey arasında yüzer insan: -Yokla kendini- ya elemin var, ya emelin vardır. Veyahut her ikisi birden vardır. Ya emelin var yahut elemin var. Veyahut her ikisi birden var. Bunun haricinde insan yok mu? Var! Onlar istisna, kaideye girmez. İstisnaları konuşmuyoruz. Hakk’a nedim olmuş insan, bir şeysi olmaz, o ayrı. Hüküm eksere değil mi? Şöyle hepimiz yoklayalım kendimizi: Ya elemimiz vardır yahut emelimiz var. Bunun haricinde bir şey yok.

Bu sahne, dünya denilen bu sahne, dar-ı iptilâ[15]dır. Mihnet[16] âlemidir. İnsanı çok aldatır. Ooo, neler aldatmamıştır ki? Çoook aldatır. İnsanı aldatır. İkbalinde hud[17]’a vardır. Hileler. İdbar[18]ında da fecia gizlenmiştir. Öyle tuhaf bir âlem… Sıkıntılıdır, dardır. Sebebi neden? Terkib[19] ve adetten teşekkül ettiğinden dolayı. Zira taaddüd[20] ve terkib, mahduttur[21] mahdut. Her mahdud na-mahduda göre dardır ve sıkıntıdır. Üzerinde çok dur, çok düşün, tahlilini kendin yap. Üzerinde dur ama. Öyle geçme. Sıkıntı, dar…  

Adem’den, hayalden hayal… Hattı zatında nihayet bir varlık meydana getirir, onda da his vardır, renk vardır. Bunlar tebadür[22] eder, taaddüd eder, terekküb[23]  eder. Bu terekkübün neticesinde anlatılan adet ve terkib darlığı meydana getirir. İşte senin bu âlem-i şuhud da “Yani, dünya denilen bu âlemde bir gün dahi ‘oh diyemedim’ demenin sebebi budur. Ve diyemezsin. Kendi kendine dersin; “Param yokta ondan.” Olsun. Olduğu vakitte daha başlarsın sıkılmaya. Yaa, o ayrı iş o. “Sıhhatim yokta onun için.” Olsun başka taraftan açar o. İnleme âlemi kardeşim. Ne vakit inlemen kesilir, ne vakit kuvvetli imanın, muazzam aşkın olursa kesilir. Yüklersin ona, kendin ara yerden çıkarsın. Sen kendin kendinde bulunduğun müddetçe ne servet, ne masa, ne kasa, ne cah, seni katiyen feraha çıkaramaz. Böyle bir şey yok. Kudret herkesi bir yerinden yakalamıştır. Hem öyle beyan eder kendisi; nasiye[24]sinden der, şöyle perçeminden yakalarım. Benim elim değil ki o. O’nun eli. O nasıl tutar, kim bilir? Benim elimden saçlarını kuvvetli çeker koparırsın, kurtulursun. Kopmuyor orada. Kurtulma yok…  

İşte biz… Mana ile aramız açık. Mevzii konuşmuyorum yani, bütün dünya sekenesi. Aşağı yukarı üç buçuk milyar insan mı besler, üç milyar mı besler, dört milyar mı besler? Neyse. Üç milyar var ya fazlası. Ala bahtek Heyeti umumisi bugün… Hâlbuki dünya bilindi bilineli bu kadar geniş para yüzü görmemiştir. Bu kadar da sefil vaziyete düşmemiştir. Öyle, bu kadar sefil… Neden? İnsanlık âlemi beka içinde yenilik aramıyor. Üç günlük hayatı içinde teceddüd[25] arıyor. Onun için yıkılıyor. Beşerin kurduğu yenilikler, diğer beşerin eliyle yıkılır kardeşim. O yeniliği mana yeniliği ile birleştirmedikçe yürümenin imkânı yoktur. Böyle, insanlığını tamamıyla ebediyetini elinde tutarak yaşamanın imkânı yoktur. Beka içerisinde yani ebediyet içerisinde bir teceddüdle beraber olacak o. Teceddüd öyle olacak. Beka içinde teceddüd, teceddüd içinde beka. Beka dendiğinde namütenahi hayat, teceddüd dendiği vakitte yenilik, anlatabiliyorum dimi kelime manalarını? İşte vicdanın aradığı teceddüd de budur. Nefsin aradığı bir teceddüd vardır. O nefsin aradığı teceddüd insanı düşürür. Vicdanın aradığı teceddüd lazımdır insanlık âlemine. Hep nefsin aradığı teceddüd ile insanlık âlemi meşguldür.

Vicdanın. O vicdan ki âlem-i mualla-i melekûte mensup, bir mana-i vücud-i irfani demektir. Vicdan nedir diye tarif olunacak olursa… Vicdan ne? Birkaç tarifini yaptım ya vicdanın, o tarifin ilmi tarifidir bu. Açık tarifini herkesin anlayacağı şekilde birkaç konuşma söyledim. Vicdan Arapça kelime dedim, bulmak manasına gelir dedim. Neyi bulmak? İnsan bu âleme üç şey içün gelmiştir: Bilmek, bulmak, olmak... İnsan, insan olması hasebiyle, kendi mevcudiyetini muhafaza etmeklik hususunda çırpınması cibillidir. Bundan bu zarar gelir der, bundan şu gelir der, bütün kendisini korumaklık şekillerini kendi arar. Eee bu korumaklığının aslını niye aramaz acaba? Aslını arama zevki başladığı gün aşk gelir. Hani ahlakın bahsettiği aşk, romanda okunan aşk değil, dedim ya. Onun tarifini yapıyorum. İnsan, insan olması hasebiyle, muhakkak suretle kendisinin varlığının muhafazası hususunda istitaatı[26] kadar ne lazımsa onu yapmaya çırpınır. Korunma çarelerini arar. Bu cibilli, herkes de var. Peki, bunun kökünü niye aramaz? Onun kökünü aradığı vakitte aslını bilmeklik zevki gelir. Aslını bilmeklik zevkinden duymuş olduğu büyük heyecanın adına aşk denir. Ki onun aslı, onun hakikatidir. Onu o vakit bilir. Bilmek kâfi gelmez, bulayım diye çırpınır. O vakit onda Hak ve hakikat derdi başlar ki makam-ı insaniyete kadem basmakla yol almıştır. Ondan sonra aslından kendisini fani kılmaklık çarelerini arar. Olur. Sever. Sevdiğine taalluk[27] eder. Sevdiğini giyinir, taalluk eder. Sevdiği ile olur.  Vicdan, bulmak…

Demek oluyor ki neyi bulacak? Hakk’ı bulacak. O halde vicdan kelimesi, böyle herkesin, hepimizin suiistimal ettiğimiz bir kelime. Hakk’ı bulmak demek, Allah’ı (cc) bulmak demektir. Eee adam diyor ki hattı zatında “Bırak o zihniyeti diyor, bırak!”. Çürümüş şeyleri konuşuyorsun. Eski zaman masalları. Kâinat kör bir tesadüfün neticesidir, bende tekâmül etmiş bir hayvanım. Binaenaleyh işte burada elime fırsat geçer, ihtirasat-ı nefsaniyemi tatmin edersem mesudum, edemezsem zavallıyım. Başka bir şey ben bilmem, diyor. Bu adamda vicdan olur mu? Kabul etmemiş ki bir defa. Aslını bulmaklık zevkini kabul etmemiş. Pekâlâ dersin sen doğru yürüyorsun, kendi iştirat[28]ında. Kendine göre gördüğün yolda doğru gidiyorsun dersin. Kısmet meselesi. O bilecek, bilmekte kâfi değil, bildikten sonra bulacak… Onun içün onun ilmi tarifinde vicdan ona derler ki; âlem-i mualla-i melekûta mensup bir mana-i vücut, bir nur-i irfandır. Niye nur-i irfan, diyor? İşte buluyor. Anlatamadık mı acaba?  

İşte o, kimde varsa; Afitab-ı Muhabbet’in nereden tulu[29] ettiğini bilir.  Afitab-ı muhabbet’in o matlâ[30]-ı hidayetin lemean[31] ettiği mahalli bilir. Bildikten sonra, senlik benlik kalkar. Senlik benlik kalkınca, müteaddit vücutlarda bir ruh olarak yaşamak zevki başlar. Nerdeeee? Deden bunu yaşatmış. Tarihin en eski efendisi olan deden var ya. Cehli gördüğü yere ilmi, zulmü gördüğü yere adli, inkârı gördüğü yere imanı koyan, dünyanın yüzünü sana miras bırakan… Sen dedeni çok iyi tetkik et. Senin deden öyle küçük bir adam değil. Ooo, muazzam. Tenkit edersin ama o ilimlere mevzu[32] vermiş, muhal[33]i mümkün yapmış. Sen yaratırım sevdasında gezersin. Hangi kitabı meydana getirdin de beynelminel bir kürsüde okutuluyor? Hangi ilme mevzu verdin? Hangi fenne mevzu verdin? Taklit adamı yıkar. Her varlık bir milletin bünyesinden doğar. Deden bunu doğurmuş ve meydana getirmiş, kabul ettirmiş. Devre açmış, devre. Dünyanın yüzü senin bulunduğun sahadır. Dünyanın yüzü, hattı zatında bütün dünyanın matmahı nazarı[34] bahri sefid[35]dir. Havuz yapmış. Ne yaptın o mirası? Baban buradan, “niye pencere açmış” diye hakaret etmeye ne hakkın var? Yeni bir ev aldığın da aç kendin penceresini. Hem evi alsın, hem parasını koysun, hem de sonra kalk “buradan niye pencere açmış” diye hakaret et.

Kaç defa söylemişimdir; vakıfnameleri oku, vakıfnameleri. Vakıfnameleri oku bak. Onları şimdi başkaları çalmış, onlar vakfediyor mal-i emlakini. Bizde o ruh ölmüş.  O kül halinde birbirine bağlıdır. Kanaati var, sarfiyatın tecellisinin nerelerde olacağına. Yaa. Köpeklere vakfetmiş, aç vakıfları. Mahalle de gezen filan mahallenin köpeğine şu kadar sırık ciğer, filan mahallenin şeysine şu kadar işkembe. Buraya kadar, köpeklere kadar. O kadar temiz ki insan hayret eder yahu. Beyazıt Camisinin Vakfiyesini açar okursan, civarında elinde bir top kumlan gezecek adam vakfetmiş; birisi görmeden -o vakit yok ya- bir nadan çıkarda haak diye tükürürse, o tükürüğü kumlan kapatsın diyerekten. Oraya kadar vakfiyesi var. Biri tükürdü mü diyor, orada birisi muhakkak bulunacak. O civarda gezecek, kumla onu kapatacak. Beşerin gönlü bulanmasın, sıhhatinde bir zarar hâsıl olmasın.
Ama biz alay ederiz. Niye? Kâğıt parçasını buldu da, kovuğa tıktı. Günahtır diye kovuğa tıktı. Kâğıttan ne çıkar, kovuğa tıktı. Bu duvarın kenarına kâğıdı buldu, tıktı. Güler. Alay eder. İlme kıymet verdiğinden dolayı. Benim bildiğimi bu kâğıt zapt ediyor. Beşeriyete hizmet ediyor, ben buna vicdanen mecburum hürmet edeceğim. Yerde sürüklendirmem diyor. O kafa başka, benim kafa başka. Mevzu, şey günah sevap meselesi değil. İlme hürmet, manaya hürmet. Düstur öyle kurulmuş çünkü. Her insan istidadı nispetinde bir mesleğe tabi olacaktır. Şimdi biz mesela deriz ki: “Efendim çalışın.” Bu mutlak[36] bir kelime. Nasıl çalışın, nedir çalışın? Her insan bir mesleğe tabi olmak mecburiyetindedir. Var onun bir istidadı var ya. O istidadında Kudret bu pazara göndermiştir. O Allah’ın (cc) pazarıdır bu. Bu pazarda insan muhakkak bir iş yapmakla mükelleftir. Onun istidadında vardır o işi yapmak kabiliyeti. Olmasa göndermez Allah (cc).  Mesleğine tabi olacak. Bizde dedemizin birden bire parlayıp, üç kıtada hükümdar olması ve bugün medeniyetini taklit ettiğimiz sahayı asırlarca hâkimiyeti altında tutması, en büyük medeniyet sahasında, aman filana karşı beni muhafaza et diye yalvartması neden olmuştur? Buraya dikkat etmiştir. Her meslek… Her insan tabi olduğu mesleğe sadık kalsın çalışsın. Biz böyle olmamışız sonradan. Evvela mesleğimize tabi olarak sadık çalışmamışız. Bir onda bir onda, bir şunda bir… O sadakatle çalışma yok. Ne olur sadakatle çalışsa? Ya âlim olacak o mesleğine ait ya müteallim olacak ya öğreteni olacak ya öğreneni olacak… Bu ikisinin haricinde olursa, ne öğrenmek kabiliyeti var, ne öğretmek kabiliyeti var, işitmeklikte yani -ne diyorlar bilmem ki bugün ki tabirle- hani görenekle bir iş meydana getirmek. Söyleseniz ya kelimesini siz… Pratik değil mi? Dinlemiyorsunuz galiba o kelimeyi söylemediniz.

Ya öğreten olacak, ya öğrenen olacak, bunlara ait istidadı yoksa dinlemek ve görmek kabiliyetiyle kendi kendine onu meydana getirebilmeklik şekillerini muhafaza…. Bunlarla meşgul oldu mu bir insan, dedikoduya meydan kalır mı? İşte çalışmak budur. Meydan var mı nifaka? Senin aleyhimde benin aleyhinde, ben senin aleyhinde sen benim aleyhimde… Saha yok ki, saat yok ki. Ne vakit ben seninle meşgul olacağım? Yetiştiremedim ki işi. Tabi olduğun mesleğe sadık kalmak. Alırsın adamı, korsun emniyet edersin, çekildikten sonra gider kahvede oyun oynar. Kudret onun filmini çekiyor. Yükselme imkânı olur mu? Öyle şey olmaz. Böyle şey olmaz. Kudret götürüp hiç kimseye vermemiştir. Hayatta öyle bir şey yok. Onun içün bir mana ile kayıtlanmak esastır. O mana beni kontrol edecek. Benim şefim değil, benim amirim değil, benim patronum değil, benim içimde beni çok iyi bilen, daima beni recme hazır bulunan bir amirim var. O kontrol edecek. O da bir yere bağlı olacak. Böyle titiz vaziyette olacak, ondan sonra yürür.

Kanun insanın cebine kadar girer, di mi? Gelir, “Muzur bir şey var mı?” der arar. Evini taharri[37] eder. Buradan içeriye girer mi? Bunu yarar da içine bakabilir mi? Hâlbuki insanın dışarıya çıkarmış olduğu şey, binde biridir. Dokuz yüz doksan dokuzu içindedir. İşte bu içeriye elini sokabilecek bir kudret lazım. Anlatamıyor muyum acaba? Sen kendini düşün, yapmış olduğun şeylerin evvela içerdedir kurulur tezgâhı, sonra çıkanı onun binde birdir. O dokuz yüz doksan dokuzu orada sıra bekler, durur. “Efendim mevzuat...” Evet, bugün ki kadar inzibat teşkilatı dünyada çalışmamıştır. Mevzuat-ı kanuniye bu kadar felsefesiyle inkişaf etmemiştir. Hepsi yerindedir, terbiye tezgahı çalışır, inzibat teşkilatı çalışır. Vazii kanunlar, kanunları vaaz eder. Yine beşerin ne cinayeti eksilir, ne felaketi eksilir. Neden? Buraya inen maddesi yoktur. Anlatamıyor muyum ya?

Onun içün mana bir taabbüd[38] ve inkıyattır[39]. Fakat öyle bir inkıyat ki, cihet-i ilmiyyete haizdir. Taabbüddür, çünkü Hakk’a taabbüddür. Akİiyat-i mahza[40] mani-i tabbüddür[41]. Sen manayı atarda yalnız aklınla hâkim olayım dersen, mananın terbiyesinde büyümeyen ahlakın putesinde kesafetini hattı zatında ne bileyim bütün inceliklerini meydana koyamayan akıl isyana inkılap eder, seni Hakk’a taabbüdden men eder. Hatta akıl çok işe yaradığı gibi, o şekle inkılap ettikten sonra beşeriyetin felaketi olur.

 ….kullandırır, felaket olur. Taabbüd dendiği vakitte -böyle hattı zatında biz acayibizdir- muhakkak ibadet şekilleri gelir; “taabbüd” demek Hakk’a karşı sana “Beni kendine muhatap tutmuşsun, sevmişsin, sevgin kalkar” diye korkmak. Anlatamıyor muyum acaba? O korkuyu yaşatmak demektir. O korkuyu yaşattığının hariçteki misali bizim şekillerimizle olan ibadetlerimizdir. Fakat asıl taabbüdün manası… Ben gelişimde gidişimde ihtiyarım yok. Ben şimdi otuz yaşındayım, otuz bir sene evvel kendimi bilmiyordum. Etrafımda bilmiyordu. Koca bir varlık olaraktan geldim. Düşünebiliyorum. Bir cemad[42]ken bana hayat verilmiş. Görmek içün bir kabiliyet, işitme, bütün havas bana bahşedilmiş. Bunun haricinde de bana ayriyeten bir varlık verilmiş. Bu Kudret’in bana bir hususi sevgisinin neticesidir. Beni ne kadar seviyor. Bu sevgi benden kalkar diye korkarak O’na gönlünü bağlamanın adına taabbüd denir. Tabi bu söz ile olmaz. Sevgi, asarını görmek ister. Sen birisine bir iş teklif edersin, onu çok seviyorum der yapmazsa inanır mısın o sevgiye? Öyle şey olur mu? Öyle şey olmaz. Kudret…

Akl-ı mahz mani-i taabbüd” olduğu gibi “Hiss-i mahz da mani-i taakkul”dur[43].  Bunlar bağlanmış birer şeylerdir. Bunlar üzerinde gayet durmak ve ona göre insanların yetişmesi hususunda rapor hazırlamak lazım. Çocuğuna sahip değilsin çocuğuna. Kayıp ufak kayıp değildir. Evladın peşinden gitmiyor. Benimki gidiyor. Eh istisna. Alnını secdede çürütsen o hakkını ödeyemezsin Kudret’in. Bir iltimas muamelesi yapmış. Gitmez. Netice itibariyle taakkul[44]...

Bir terbiye neticesinde hakikate, taabbüdde hayriyete sevk edebilirsede mana ise -dedenin kabul ettiği o büyük mana ise- hem hakkı hem hayrı cem ettiğinden dolayı doğrudan doğruya insanı ulûhiyete nazır kılar. İnsanda “oraya nazır olacağım aşkı” olmadıkça iyi neticeler alamaz. Bunlar böyle. Muhabbet olmaz çünkü. Neden muhabbet olmuyor? İki üç konuşmadır onu devam ediyoruz. Havas tabakasında merhamet yok, avamında da o merhamet olmadığı için hürmet yok; bunun ikisi evlenecek muhabbet çocuğu doğacak. Çünkü muhabbetin -biraz evveli söyledim ya- kimin matla-ı hidayetinden lemean ettiğini insan aramıyor. Kesmiş musluğu. Yerini bulamıyor. O merhameti vardı da dedenin… İşte anlattık ya vakfiyesini.

Kaç defa söyledim; en nihayet medeniyetini taklit ettiğin âlem, tımarhanede delileri musiki ile tedaviye başlamışlar, musiki ile. Teee asırlarca evvel. Aç vakıfnamelerini dedenin bak: Şunlar, şunlar şifahanelerde musiki heyetlerine vakfedilmiştir, deli tedavi edilsin diye, yazar. Nerdee, şimdi evladına bakmaz. Adresini kaybettirir. Nafaka verecek, adresini kaybettiriyor. Adresi yok. Kaybediyor adresini.

Sormaz mı Kudret? Bir defa dört şeyi soracağım diyor: Sorar, bunların hepsini soracağım, diyor. Anasına bakmaz, babasına bakmaz. Allah (cc) bir defa hürmeti esas kılmıştır. Babası yetmiş yaşındadır, çocuk on beş yaşındadır. Bacağını bacağının üzerine atar. O kendisine mahsus bir sigara içiş tarzı vardır. Bilmez ki zavallı, dumana mahkûm olmuş. Kudret’in eğlencesi. Dimi ya? Neyse i’tiyad[45], keyfimiz, kullanıyoruz başka. Fakat bunun felsefesini düşündüğün vakitte nedir? İradesizlik değil mi? Bir nefes alıp, vermek. Buna mahkûm olmuşsun, nerde yaratıyorum diye kalkıyorsun orta yere. Sen daha sigara dumanının sevdasından vazgeçememiş, iradeni kullanamamışsın, neden “Halk ederim” diyerekten orta yerde çırpınırsın yav. Bir nefes alacak bir nefes verecek. Bu işte. Efendim “i’tiyad da diyor, bırakılmıyor.” Yok. İnsan en büyük i’tiyadı anasının memesidir. Ma-bihi-l-hayatıdır[46].Doğunca onu verirler. Zaika[47] başlar ilk önce. Doğar, derhal memesini verir. Zaika. Onu ki bıraktırıyorlar bırakabiliyor, her şeyi bırakır. Yalnız bir şey bırakılmaz. Marifetullah zevki. Eğer başlamışsa, o muhabbet başlamışsa ona mani-i engel yoktur. Çünkü orada Hak vardır, Hakk’ı kimse kaldıramaz. Anlatabildim mi acaba? Bunlar hepsi Kudret’in ders kaçırmasıdır. Hepimiz içiyoruz ama iftira etmemeli. Ne yapalım aczim var demeli.

Evladına bakmaz, anasına bakmaz… Nasıl, ne olur yani? Sonu ne olur? Sorar Kudret, ömrünü nasıl geçirdin? Nereye ifna[48] ettin? Sayılı nefesini nasıl bitirdin? diye sorar. Nasıl bitirdin? Bunlar muhakkak. Gençliğini nasıl bitirdin, ne kazandın, nasıl infak ettin? Sonra arkadan da bir şey söylüyor: -Adama o kadar hüzün verir ki- Bu Allah (cc) çok nazik. Öfff dimi? O kadar seyyiatımız var; hiç, birimizin yüzüne vurdu mu? Ondaki nezaket… Biz ne kadar nazik olsak hiç olmasa şöyle bakışımızla o işi değiştiririz. O kadar nazik. Son anına kadar şey ediyor. “Peki, bunları bunları yaptın, neden rücu etmedin?” diyor. “Neden bir defa aman demedin?” diyor, “Rücu etseydin ya”, diyor. “Yanarak rücu etseydin, görmemiş olacaktım” diyor. Bak, nezakete bak. Manaya geçersek, manada bunun cevabı şöyledir, tarifi böyledir: Manada bu rücuun, hariçte bir misali vardır da tövbe-i nasuh derler. Onun tarifini yapar. Şöyledir: Allah (cc) kabahati gördü fakat görmemiş oldu. Anlatabildim mi acaba? Nezakete bak.

Ne vakit ilmin gayesi olan marifet-i hak bizlerde tecelli edecek? Bunların hepsi oraya bağlıdır. İlmin gayesi oydu. Çünkü her şey O’nun değil mi? O halde gaye O oluyor. İlmin gayesi marifetullahtır. Gaye olunca, bir de hikmeti olması lazım. Hilkate vukuftur. Şu hilkatin biz neresini tahlil edebildik? Neresini anlayabildik? Taklitten başka biz ne yaptık? Görüyor musun dedenin kabul ettiği mananın zevkine? Ne şartlar koymuş? Kıpırdanamazsın, nerde dedikoduya meydan? Nasıl olur efendim? Zaman yok ki. Bir defa esas koymuş: Çalış diyor. Çalışmanın…  Anlattım demincek, yarım saat söyledim. O çalıştığı vakitte bir ilim meydana gelecek di mi? Onda bir gaye aranacak. Her mevzuun bir gayesi vardır. Gayeden marifetullah çıkacak. Çıkınca… Eee bitti mi? Biz bunları hep ters anlamışız. Bir hikmeti aranacak onun. Hilkate vukuf. Hangi zerrenin hilkatinde bizim bir bilgimiz var? Sanat ölçüsü ile fen ölçüsü ile… Nerede biliyoruz biz? Onun sonra kısımları var, mana ölçüsü var. Bir şey yok.

Sonra onunla bitmiyor yine: Bu sefer hikmet-i ameliyesi vardır. Hilkate vukuf, vakıf olduktan sonra yani her zerrenin hilkatindeki inceliği çalışıp öğrendikten sonra acaba bunun hikmeti ameliyesi nedir, bu nerede kullanılacak? Hikmeti ameliyesi ne? O vakit adamı imha edecek, maddeleri imha edecek kısımları durdurmak için yaparsın. Adamı imha etmek içün değil de, imha edecek şeye “Dur! İmha edemezsin.” diyerek onu karşılamak içün yaparsın. Tam, hakiki medeniyet, anlatabildim mi? O nasıl oluyor bak! Diyor ki tarifinde, hikmet-i ameliyesine gelince insanların hikmet-i hilkatlerine uygun şekilde işi meydana çıkarmaya derler. E benim hilkatimin hikmeti neyi iktiza[49] eder? Hakk’a ait olan marifeti ikmal ederekten buradan gitmeme iktiza eder. Beni imhaya iktiza etmez. O halde ona göre çalışmak lazımmış. Esaslar dedenin kurduğu ahlakta vardır. Anlatabiliyor muyum? Dedenin kurduğu ahlakta da biraz evveli söylediğim gibi, teceddüd içinde beka, beka içinde teceddüd. O medeniyet, vicdanlara nefret değil, muhabbet zerk etmelidir. O vakit medeniyet olabilir.

Bunu sen yapabilirsin. Nasıl yapabilirim? Ooo, insan her şeyi yapabilir. O ki insandır, niyet edecek, niyet edecek, evvela canan diyecek… Zor tabi, bunların şartları ağır. Feragat-ı külliye olacak. Bunların hepsi olur. Olmasa Kudret emreder mi? Mana hükmeder mi? Abes şey emr olunur mu? Bunların hepsi olur.

Buğday ekilir ilk önce eyvah yok oldu dersin. Şimdi ekilen buğdayın birkaç seferini görmese bir adam, böyle çuvallarla buğdayı götürüp bir toprağa ekseler, onun neticesini bilmeyen bir kimse bakar bakar içi gider. “Mahvetti, hepsini gömdü“ der. Bilen güler. Bir eker, birkaç mislini sonra alır. Biz hangi şeyi ektik de alamadık. Ekmedik ki. İhlas ile ekmek var. Evet, yabani ot gibi değildir. Yabani ot, kendi kendine biter insan boyu olur. Fakat gül, aşılayacan, ilaçlayacan, terbiye edecen fakat yine olur. Hizmet şart.  İnsan da Kudret bahçesinin bir gülüdür. Yetiştirebilirsin. Niyet et. Evvela kendimizden başlamak şart… Neresinden başlamak lazım ilk önce? Benliği kırmakta. Benlik. Benlik kırılmadıkça bu iş meydana gelmez. Geçen konuşmada bir bahis anlatmıştım. Onu iyi anlatamamışım. Birkaç kimseye anlattıktan sonra sordum. Anlamadı, anlatamadım, anlatamadığımı söylediler benlik mevzuunda. Vakitte geldi ya… Evet. Bunun dedim en canlı misali mana ilminde vardır. Bu la ilahe illallah kelime-i mübeccele[50]sinde dört haslet vardır. Tâzim[51], tasdik, halavet[52], hürmet. Bu hürmet bahsinde bir netice çıkardık. O neticeyi sordum iyi anladıklarına kâni olduğum kimselere hiç buradan bahsedemediler bana. Demek ki orası anlaşılmamış. Sağ kalırsam inşallah, haftaya anlatırız. Bugün ki konuşma bu kadar yeter.




[1] Mezahir: Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.
[2] Muvakkat:  Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[3] İhata: Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak
[4] Hâlât : Haller. Suretler. Keyfiyetler.

[5] Meşbû / مشبو : Tok. Doymuş. Kanmış.

[6]  Medlûl / مدلول / مَدْلُولْ : Delâlet olunan. Gösterilen. Delalet olunan, gösterilen.
[7] Bilkuvve / بالقوه / بِالْقُوَّه : Potansiyel; yetenek ve kabiliyet halinde. Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile.

[8] Alem-i lahut / lâhut:  İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem.

[9] Mütenevvi': Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
[10] Veleh: Hayret, şaşkınlık.
[11] Taha Suresi 5. Ayet-i Kerime اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى
    Meali: O Rahmân (kudret ve hakimiyyetiyle) Arş'a hakim oldu.
[12] Tâk: Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan.
[13] Ledün : Gizli ilim, marifetullah.
[14] Beka-i Damin: Ebediyete kefil olan.

[15] Dar-ı iptilâ : Düşkünlük kapısı.

[16] Mihnet: Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ.
[17] Hud’a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
[18] İdbar: İşerin ters gitmesi. Geriye gitmek. Geri dönmek.
[19] Terkib: Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. Birbirine karıştırılmış maddeler.
[20] Taaddüd: Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme.
[21] Mahdud: Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
[22] Tebadür: Ani olarak zihne girmek. Hâdis olmak. Barışmak. Öğretmek. Diğerini geçmek için sür'atlenmek, hızlanmak.
[23] Terekküb: Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek. Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.
[24] Nasiye: Alın, yüz.
[25] Teceddüd: Tazelenme. Yenilenme.
[26] İstitaat: (Tav'. dan) Tâkat getirmek. Kudreti ve gücü yeter olmak.
[27] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.

[28] İştirat: (Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma.

[29] Tulu': Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. Hücum etme. Bir şeye vâkıf olup bilme.
[30] Matlâ : Doğuş yeri.

[31] Lemean: Parlama, parıldama.
[32] Mevzu : Konu. Bahis. Üzerinde durulan mes'ele.
[33] Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz.
[34] Matmahı nazar: Hırsla, dikkati dağıtmadan bakılan, bakma.
[35] Bahr-ı Sefid : Akdeniz
[36] Mutlak: 1) Sınırlandırılmamış, salıverilmiş. Serbest. 2) Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek.
[37] Taharri: Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
[38] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek
[39] İnkıyat, İnkıyad: Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.
[40] Mahza: Yalnız, tek. Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.
[41] Akİiyat-i mahza mani-i tabbüddür: Tek başına akıl, ibadete engeldir.
[42] Cemad: Cansız ve kurumuş olmak.
[43] Hiss-i mahz mani-i taakkuldur: Sadece hislerden hareket etmek akla engeldir.
[44] Taakkul: Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ)
[45] İ'tiyad: (İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek.
[46] Ma-bihi-l-hayat: Yaşamaya sebep olan, hayata vesile olan.
[47] Zaika : (Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa. 
[48] İfna': Mahvetmek. Tüketmek. Kıymetini kaybetmek. Çok zarar etmek. Yok etmek.
[49] İktiza: Gerekme, gerektirme.
[50] Mübeccele: Muhterem. Azizlenmiş. Yüceltilen, yükseltilen. Büyük saygı gösterilmiş.

[51] Tâzim: Büyüklüğünü dile getirme.

[52] Halavet: Zevk. Tatlılık. Şirin olmak

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017