... çok
müşgül bir an geçiriyor(.....)semasız hiç bir zerre yok. Anlatabildim mi acaba?
Semasız hiç bir zerre yok. Aşk’ı Hak öyle bir cevherdir ki, sema ile
ziyadeleşir. Geçen konuşmamda söylediğim gibi, bu Mevlana’da değil yalnız, bunu
Beşeriyetin Fahri Ebedisi de(sav) yapmıştır, Cenab’ı Kerrar’da yapmıştır, Hz
Ali’. “Seni filan adam şehid edecek dediler.” Soruyordu; “Bedir’e girdim. Bir
şey olmadı. Uhud’a girdim. Bir şey olmadım. Huneyn’de bir şey olmadım. Yedi
saffı birden yardım, en esafil[1]-i senaveri[2] müşriki birden tepeledim. Bu harplerin hepsinde,
“ahh cam-ı şehadet” diyerek nida ederdim. Olmadı. Ne vakit olacak bende? Ben
mahrum muyum?” Şehadette büyük neşe var. Bu zevke, bu millet de âşıktır. Dimi
yaa. Onun için biz güzel harb ederiz. Kanımız
muazzam bir kan. Güzel harbederiz. Çok temiz bir kan. Onu biz Kore’de de ispat
ettik. Herkes şüpheleniyordu; “acaba eski
katkısı var mıdır, yok mudur”, diyerekten. Mehmetçik onu gösterdi. Mehmetçik
demek; Muhammedcik demektir. Anlatabildim mi acaba? Oradan feyz alıp küçülmüş
kimse demek, manasında. Onu gösterdik biz. O aşk bu şehadetle.
Hatta
Resul’ü Ekrem(sav) cam-ı şehadetle âlemi cemale teşrif etmiştir. Çünkü zor
zamanında, Yahudi karısının yapmış olduğu zehrin acısını duyaraktan can
veriyorum, dedi. Anlatabildik mi acaba? O aynı iş. Öyle dedi. Sana filanca adam gelecek, filanca
kabileden, şu renkte, bu renkte, şöyle, böyle, ismi İbn-i Mülcem’dir. Şudur
budur. Böyle bir gün oturuyordu. Bir zat geldi. İlk önce gelirken hakikaten
hizmet niyetiyle geldi. Bütün insanların kalbi iki parmağının arasındadır.
Yalvar Kudret’e, çevirmesin Haktan kalbini. Fakat mağrur
olma her hangi bir şeye, derhal döndürür... İlk geldiği vakitte ağlayarak geldi
İmamı Ali’nin katili. Hizmet diye, geldi. Yanıyorum diye geldi. Hayrettir
hayret. Tarifine baktı. “Senin ismin ne”,
dedi. Filanca. Derhal Rasulullah (sav)’ı tasdik etti.
Bir sual daha sor. Hemen kılıcını verdi. “Tutunuz
size hediye getirdim” dedi. Öyle işaret etmiş, sana bir kılıç hediye
getirecek, hizmet niyetiyle gelecek. O niyetle geldi. Pervane gibi döndü. Ne
hizmetler yapıyor. Ne söylediyse, söylediğinde Beşeriyetin Fahri
ebedisini(sav), Hazreti Haydar tasdik ediyordu. Yabancılar
vardı. İbn-i Mülcem şaşırdı. Beni isticvab[3]
ediyor, takdis ediyor, ne münasebet falan. Ertesi günü geldi, Merak içindeydi. “Sorma bu hususları” dedi. “Çok merak içindeyim.” Ant verdi. “Senin elinden şehid olacağım ben.” “Ben” dedi “hizmet kasdıyla gelmişim. Aman, benden bu sıfatı al.” “Kudretin benim hakkımda en büyük ikramı olan
neşeyi, kendi elimle kardırmaklık cür’etini gösterecek kadar küçük değilim.” “Benim
halim ne olur?” “Sana dedi merhamet ederim.” “Bağışla bana” der. Hizmet etti etti etti.
Zalim
ailesinden bir kıza taalluk[4] etti. Dediler k: “Onu öldürürsen sana kızı veririz.” Derhal
niyet değişti. O güne kadar peşinde dolaşan adam, ondan sonra katili olmaklık
sevdasına düştü. Anlatabiliyor muyum bir şey? Bir sabah namazı vaktiydi. Girdi,
o güne kadar dostları nöbet bekliyorlardı sokak başlarında. Bilmemezliğe
geliyordu. O vakit, Cenab-ı Kerrar dedi ki; “Bu akşamdan itibaren paydostur, bu işi istemem.” …. Caminin arka kapısına gizlenmişti. O günün alat-ı
carihası[5],
zehirli kılıç kullanmak. Böyle ensesine doğru kılıcı vururken, iyi vursun
diyerekten Ali ensesini böyle uzattı. Yani iyice vursun diyerekten. Kudretli
şekilde yaralandı. Yere düştüğü vakitte, bütün insanlar toplandı, bir tokat
vurdular. İkinci tokadı vururken “Hepinizi
sizin Allaha havale ederim. Ölmedim. Kısas yapmayın.” Dedi. Görüyor musun acaba…
şeyi? Zevki anlıyor musun? Adaleti anlıyor musun? “Daha nefes alıyorum, ölmedim ben” dedi. “Dokunmayın! Yalnız yaranın acısıyla yanıyorum, şerbet getirin. Hem iki
bardak getirin, birde ona.” Sahne ne adamlar yetiştirmiştir. Ahlaka ait bir
mevzu, anlatabiliyor muyum burada? Geldi iki tane şerbet. “Verin içsin.” dedi. Çekindi.
“Niye içmiyorsun?” dedi. “Korkuyorum, yaptığım
cinayete bir zehir olsa gerektir.” “Yaa
elimi kaldırdım.” dedi. “Bende ihanet
buldun, seninle şimdiye kadar nisbetim[6] vardı.
Seni yarın huzur-u ilahiye kucaklayıp götürecektim. Bana aittir, bağışla! Diyecektim
ve kurtaracaktım. Şimdi sen bana hain dedin, binealeyh nispet kalktı.”
Mevlana’nın
sema yapması… İnsanlar için, iki yerde göz vardır. Bir gözü kafasındadır, bir
gözü de burasındadır. Anlatabildim mi? Keşf-ü Şükufiyle[7]
ile bütün zerratın, bütün ahalinin, heyet-i umumisinin, kitab-ı kerimdeki ayeti
kerimede.........
… ufak bir
hareket olduğu vakitte, gayri ihtiyari ayağını böyle tempo yaparaktan vurur. Hâlbuki
orda şey desen… haberi bile yoktur belki. Acaba anlatabiliyor muyum? Aşkı
kuvvetli olduğundan dolayı, vücud canibesinden
geçtiğinden dolayı, onun ihyası içün, vücud dayanamayarak dönmeye başlar. O
dönüş tarzında da nihayet pervaz[8]
açmıştır. Şu şekilde dönmüştür. Benliğinden soyunduğuna işareten bütün
gafiller, Hakk’ı göklerde, arifler gönüllerde aradığından dolayı kafasını gönlünün
üzerine bükmüştür. Anlatabiliyor muyum acaba? Bu vaziyet de yapışı, senden
gelirim, senden gider. Bak böyle alıyor, böyle toplamıyor. Bu el böyle, bu el
böyle. Antalabiliyor muyum acaba? Bu el. Kudrete nazar ederek, sizden geliyor, yine
akıyor, senin mahlûkuna. Böyle değil. Bende kalmıyor. Acaba anlatabildim mi? Şekillerindeki
incelikler vardır. Belki gidenleriniz varsa orada görmüşlerdir de on yedisinde
filan. İçeriye girdiği vakit de onu temsil edenler, şöyle karşısına mülaki
olduğu vakitte, böyle eğilir. Öteki de böyle eğilir. Bunun böyle eğilmesinde, karşı
karşıya gelince böyle eğilmesindeki hikmet, bu benliğinden soyunduğuna, ağzıyla
değil ama haliyle hakikatle, anlatabildim mi? Hak bende değil sendedir. Karşısındakine.
Öteki de böyle eğiliyor. Hayır, Hak bende değil, sendedir. Sen beni hak
tanırsan bana hile yapabilir misin? Bende seni hak tanırsam sana hile yapabilir
miyim? Sen beni hak tanırsan bana yalan söyleyebilir misin? Ben seni hak
tanırsam yalan söyleyebilir miyim? Bu terbiyeyi meydana koymuştur. Anlatabildik
mi acaba?
Bunu
koyduktan sonra, bu terbiyeye layık olabilmeklik için insanın, ne şekilde
yetişmesine ait olan, Mesnevi’nin ilk beytinde de buna işaret etmiştir. Hani
bir Mesnevisi var ya. Birçok eseri olmakla beraber, en mühimi, Amerika’da da
kürsüsü var. İngiltere’den otuz sene evveli taqrim[9] olunmuşunu yirmi beş liraya
getirmişlerdi. Bizim haberimiz yok Frenk alıyor. Büyük adam. Sonra insafa bak, bu
kadar büyük olmakla beraber… Ümmi Türk büyüklerinden Yunus Emre vardır. Günü
yapılır. İlim âleminde kendini halk şairi diyerekten kabul ettirmiş. Ne halk
şairi? Hak nedim[10]i. Öbürkü de ayrı bir sıfatı, olabilir.
Bir gün
böyle eline eseri geçmiş Yunus Emre’nin, Mevlana’nın eline. Açıyor bakıyor. Yunus
diyor ki; “Etle kana büründüm, Yunus diye
göründüm.” Gayri ihtiyari bir tokat vurmuş kendisine; "Koca adam, bu sözünü göreydin, Mesnevi yazmaktan
utanırdın. Benim bir külliyatımı bir cümlenin içine sokmuştur" diyor. Benim
söyleyeceğim cümleyi bir tek.. Etle kana büründüm/Yunus diye göründüm.
O Mesnevi’sinin ilk başında der ki; bir neyden misal getirir. Oradaki ney insana işarettir. Ayrı bir ilim vardır. Her harfin bir kıymeti vardır. O harf bir rakam taşır. Ney atmış üç, insanda atmış üç. Anlatabildim mi acaba? Ne demek o? İşte artık onu sen… Yoruldum da bugün biraz. Rahatım yok, anlatamayacağım. Bu kadar söylüyorum. Bir gün açarım onu da, söylerim inşallah.
O Mesnevi’sinin ilk başında der ki; bir neyden misal getirir. Oradaki ney insana işarettir. Ayrı bir ilim vardır. Her harfin bir kıymeti vardır. O harf bir rakam taşır. Ney atmış üç, insanda atmış üç. Anlatabildim mi acaba? Ne demek o? İşte artık onu sen… Yoruldum da bugün biraz. Rahatım yok, anlatamayacağım. Bu kadar söylüyorum. Bir gün açarım onu da, söylerim inşallah.
Kamış, insana mülaki[11]
olmak istiyor. Misal getiriyor…. Malum ya neyin sedası acib bir seda. Hiç bir musiki aletinin sedasına benzemez. Onda
bir inleme vardır. Semayı inletir. Bambaşka bir şey… Ona diyor ki; kamışa
diyorlar ki, sen rüzgârından kesil, bak böyle dünyada boyuna sallanıyorsun. Üüüüh
keyfinde. Sonra istiyorsun bir Hazreti İnsanın dudağına mülakat. Lebbelep[12] olmak. Yoook. Ne yapayım. Kesil. Kesiliyor.
Kesildim. Hadi. Hayııır! İçin senin yük dolu, yük. İçin dolu, için. Basar bu
mana insanı. İçini boşalt. Peki razıyım. Boşaltıyorlar. Kestiniz boşalttınız,
niçin tutuyorsunuz? İyi ama bu uğurda sararacaksın. Daha hamsın. Yeşil bile
değilsin. Sarar sarar. Peki. Sararttıktan sonra; kestiniz, boşalttınız, sararttınız.
Yine yok mu? Olmaz. Yaa. “Delik delik ol” bakalım. Onun deliğinden Fuzuli güzel
misal getirir;
Sadây-ı nây harâm olsun dedin
ey sofi-i salus.
Hilâf-ı şer ile yele verdin nâmûsun İslâmın.
Hilâf-ı şer ile yele verdin nâmûsun İslâmın.
Bu endam ile vecdiyyâttan dem vurmak istersen.
İlâhi ney gibi sûrah sûrah ola endâmın.
Ey kaba saba adam diyor, ne dünyayı bilirsin ne manayı. Neyin
sedasına sen haram olsun dedin de, dalavereyle nice haltlar yedin. Neler yaptın,
neler yaptın. Ne diyeyim diyor, Yarabbi, bunun vücudunu neyin deliği gibi delik
delik yap. Sedayı ney haram olsun dedin ey sofi i salus. Hilaf ı şerh ile
yele verdin namus u islamın. Bu endam ile vecdiyaddan dem vurmak istersin İlahi
ney gibi surah surah olsun endamın. Fuzuli de bu işleri çok iyi anlayandır
haa.... Muazzam adam. Neler söylemiştir.
Her kimün var ise zâtında şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz
Öyle
cicili bicili konuşmakla, ilmi tabirlerle şunlarla bunlarla olmaz. Zatında var mı
onun şeraret fikri.
Her kimün var ise zâtında
şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân
olmaz
Ger karakaşı kızıl kan ile rengin itsen
Rengi[13]
tağyir olur amma la'l-i Bedahşân olmaz
Ger kara daşı kızıl kan ile
rengin itsen… Rengi tağyir olur amma la'l-i Bedahşân olmaz
Eylesen tûtîye ta'lîm-i edâ-yı kelimât
Nutku insân olur amma özi insan olmaz [14]
Gelelim
biz mevzua. Kestiniz diyor; “rüzgârdan, havadan, içimi boşalttınız, rengimi
sarattınız, yine yok mu?” Yok! Ya ne olacak? Bu uğurda delik delik olacaksın. Peki
yapın. Ondan sonra bir hazreti insanın fem’ine[15] geldiği vakitte başlar
konuşmaya. Ondan maksadı: "Ey hevay-ı nefs-i emmaresinde yüzen beşer. Sen
kendi kendine hakla Hak olayım sevdasındasın. Yağmamı var: İlk önce, nefs-i
emmarenin rüzgârından kesil, kalbini hakaik-i kevniye[16] soy. Oraya hakkın muhabbetinin
karargâhını kur. Bu uğurda sarar. Hadisat-ı kevniyenin bütün tecavüzatına karşı
manevi vücudun da delik delik olsun. Ondan sonra Allah de, lebbeyk sedasını al.
Ondan evvel, yok bir şey. Bu günlük bu kadar konuşma zannederim yeter.
......
...sevmek
de. Anlatabildim mi acaba? Bu korku. Onun için ahlak der ki: Ahlak korkusuna istinadı
olmayan cemiyetler, gayretler, talaş alevi gibidir, talaş. Görürsün böyle bir şey
parlar fakat gidinceye kadar yanına söner. Bir parlar, bir geçer. Kuvvet ve
metanete hayiz olsa da, infialat[17]
ve temayülat[18]-ı
nefsaniyeyle renkten renge girer. İtimata şayan görülemez. Kestirmesi bu. Hesabını
yapar da; geçen konuşmamda söylediğim gibi, uzun boylu bu hususta büyük büyük
nasihate, şunu bunu okumaya, şunu bunu dinlemeye lüzum yok. Herkes şöyle bir
dursun, babasını sorsun, dedesini sorsun, nerede? Yok... Niçin boğarsınız
birbirinizi? Niye boğuyorsunuz birbirinizi? Baban, annen hadi hayatta, nenen
oda hayatta, nenenin annesi yok. Babanın annesi yahut babanın annesinin babası
yok. O halde siz. Siz de öyle. Değer mi? Babaanne dedim de, en sakınacak
hukukta odur. En sayılacak hak. Madde itibariyle de öyle, mana itibariyle de
öyle. Cemiyet kaidesine göre de öyle, mana kaidesine göre de öyle.
Hatta
buna daha canlı misal vermek gerekirse; Allah’ın (cc) söylediğini dinlemek
lazım gelir. En canlı misal, Hüda. Allah (cc) öyle der; Bütün emirlerimi yerine
getirse, ne kadar emretmişsem hepsini yerine getirdi. Ne kadar nehyettiğim
şeyler varsa hiç birisini irtikâb[19] etmedi. Hepsini dinledi. Fakat
yarın huzuruma geldiği vakitte, annesi dedi ki; ben razı değilim. Hiç bakmam.
Alnı secdede çürümüş, kıl kadar(söyleyemedim) kadar incelmiş. Her gün oruç
tutmuş. Bin defa hacca gitmiş gelmiş. Babası dedi ki; ben memnun değilim, Ya
Rabbi. Sen memnun değilsin ki, bu ne durur benim huzurumda. İlk önce kendi
hakkını sorar. Allah’ın âdeti o. Ondan sonra anasının babasının; “Var mı bir
diyeceğiniz?” der. Bazı hak vardır ki: ben affettim der. Affettin ama seni incittiği
vakitte hukuku ammeye dâhil olmuştur, senin incindiğini başkaları duydu, o nama
göre bu hesabı göreceğim der. Yani bazı yerde helallik de para etmez. Acaba
anlatabiliyor muyum? İnce yerler bu. Muazzam bir yer. Haa burayı da söylemek
lazım. Şu da lazım ki; annesinin babasının hoşnutsuzluğu nefsani olmayacak. Hakkın
dairesinde olacak. Anlatabildim mi? O hoşnutsuzluğa Hüda da hoşnutsuz olacak. Yoksa
senin keyfin içün, zevkin içün, vardır öyle nefsani düşünceler. Benim dediğim
olmadı. Öyle şey yok, onlar yok. Onlar
dâhil değil. Her emr-i menkule[20]
gelen makul olan dediğin olmazsa, bide vardır ki böyle zevk içün, bunlar
dâhil değil. Ters anlatmayalım da.
Mahlûka
itaat edilmez, o itaatten Halık’a isyan çıkarsa. Kaidesi bu. Şimdi derledim topladım sana, öz
halinde verdim. Annendir, babandır; mâhluktur. İtaat etmekle ne dedik, anlattık
ya işte! Ben razı değilim dedi mi, bitti. Böyle olmakla beraber; annendir
babandır. Büyük kitap öyle der. “Öf demeyeceksin”, der. Allah (cc) bizi
affetsin. Değil böyle, “öf demeyeceksin”. Öf yok mu, öf? Hani onu ağzınla
söylemezsin de, içinden şöyle bir şey söyler veya az bir şey olurda şöyle
yaparsın. Kaşını çatar, burnunun deliklerini kısar, yahut açar, şu tarafa doğru
çevirir gidersin. Dâhil oraya o. “Kendimi
zor zapdettim de bir şeye gönlü kırılmasın diyerekten…” Kudret onun filmini
çekiyor, “Benim kırıldı” diyor. Çünkü
anne baba, Allah’ın (cc) suri[21] ilahi fabrikasının insan dokuma tezgâhıdır.
Oraya gidiyor. İşte onun için bu kadar ağırlığı var. Acaba anlatabiliyor muyum?
Ben seni ilmimde tuttum. An yeri bu. Kün emrinde. O kün dairesinin merkezinde
bütün mevcudat döner, sende kün emrinin içerisinde dâhildin. Sana kıymet
verdim, ilmimde tuttum, Gaybı Künn’e gönderdim, evliyayı Künn[22]’e
gönderdim, gurur-i isna aşarda gezdirdim, tevatir-i saf’a da şunu yaptım, Seyyarat-ı
saf’a da şunu yaptım. Anasır[23] âlemine inkılap ettirdim. Senin meydana
gelmekliğini ben istedim. Gelmekliğin içinde annenle babanı senin dokuma tezgâhın
yaptım. Oraya burnunu kısmaklığın, kaşını çatmaklığın bana ait dedi. Beni
beğenmedin sen. Anlatabiliyor muyum acaba? Beni beğenmedin. Beni beğenmeyenin
benim yanında ne işi var? Ne duruyorsun sen burada? Beğenmedin beni. Zor di mi?
Öyle, ne yapalım öyleymiş. Öf yok. An şartın[24] ki; bu sözde Kudrete isyan çıkarsa o
vakit, şey yok. Mesela Allah (cc) böyle demiş… dimi böyle demiş. Anası da onun
aksini söylemiş, babası da onun aksini söylemiş. Buna itaat edeceksin demiş. Yook.
Tahir değil onlar.
Buna canlı
bir misal verebilir misin? Vereyim sana canlı misal. Daha canlansın. Cemiyette çok
olur. Çocuk, mücessem-i edeb-i vefa[25]
bir kız bulmuş. Vicdanı, “hel şekakte kalbe”[26],
yarıpta bilmeyiz fakat görüşe göre hüküm verilecek dimi ya. Bütün görüş
itibariyle dürüst. Çocukta manaya inanmış, o da manaya inanmış. Uzatmayalım. Her
cihetce cemiyeten, kalben, örfen, manen, -ne bileyim ben- ahlaken, bütün
sıfatları hayiz. Bir kusuru var. Bir kusuru var. Ne o kusuru? Fakir. Anlatabiliyor
muyum? Fakir. Çocuk da almış. Şimdi tutturmuş anası babası; annelik hakkımı
helal etmem, boşayacaksın bunu. Her şeyi dinlemez Allah (cc). Anlatabildim mi? Canlı
bir misal. Ben senin babanım, bu kadar sana emek verdim. Yoook! Buda Allah’ın
kulu. Sen babamsın başka, fakat bunu bana at diyorsun. Anlatabiliyor muyum
inceliğini? Ne gibi bir suç görüyorsun? Ailemize münasip değil. Neden münasip değil? Biz milyoneriz, o fakir
cemiyette kıymeti bile yok. Fakir bunlar, ayakkabısı yok, giyecek. Bize eş
olmaz. Orda söz dinlenmez, anlatabildik mi? Hâlbuki insan konuşunca da
korkuyor. Oraya dâhil değil işte o.
Bunu
canlandırmaklık için size bir misal vereyim: Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav) refi[27] natıka-i kâinatın kalbi olan Cenab-ı
Fatıma’yı, Kur’an’da hususi bir isimle tesmiye edilmiş. Allah (cc) Kevser
demiş. O ne demek? Elli konferans vermek lazım… Mevzuu canlandırmak için burada
misal getiriyorum. Bir hak meselesi varda iyi anlaşılsın diyerekten. Tarihi bir
misal veriyorum size. Elbette öyle bir şahsiyete herkes yakin olmak istiyor. Sıddıkıyyet
makamının eri olan zevat. O günün manasının adliye nazırı bulunan zat. Daha
nice nice insanlar. Bazıları manen, bazıları az sarahaten[28]
talip oluyorlar. Çocuklarımı evlendirmek ve kendim evlenmeklik hususunda Allah
(cc)’den bir emir almadıkça yapmamışımdır. Böyle cevap veriyor. Anlatabiliyor muyum
acaba? Bir vahiy telaki ederim, ondan sonra o işi yaparım. Hazreti Ali’ye
söylüyorlar; “Siz talip olsanıza!”, “Hüda bana vermiştir, zamanı gelmedi, kendi
haberini gönderir” diyor. Hükümet-i Rabbaniyenin büyükelçisi olan, sefirikebir
olan Cibril geliyor diyor ki; “Âlem-i
arşta Kerimenizin nikâhının ahdi yapıldı. Suret Âleminde de Rasul-ü Ekrem (sav)
yapsın. Diyerekten tebliğe geldim. Cenabı
Haydarı çağırın, vaziyeti anlatın. Bu muamele yapılsın”, diyor. “Ve bu hususta da ben emir almaya geldim, diyor.
Bu işin cihazı, merasimi… çağırın, sorun kerimenize; ne arzu ediyorlarsa bunların
hepsi yapılacak” dedi. İlim olduğu vakitte…
Hülasa
insan dendiği vakit, elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasına nazar edilerek, ondan
ibarettir manası tahsil edilmemeli. Evet, onun vücudu surisi, amel sandığı
denilen bir kabir çukuruna sığabilirse de, mana-i ihtivayisi, vicdan-ı
kibriyası bütün kâinatı içine alır. Ondan dolayı insan layıkıyla tarif
edilemez. Fen ilerlemiş, fikirler duruyor. Felsefe yürümüş, akıllar şaşırıyor. İlim
ayyuka çıkmış, insana veleh[29]
veriyor. Fakat insan mefhumunun, henüz hücreleri üzerinde, elli atmış kiloluk
kan ve kemik üzerinde bilgiler meydana getirebiliyor. Onun içinde sessiz
sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan, sus dediği vakitte susmayan, dur dediği vakit
durmayan, hakiki vücudu üzerinde henüz bir çalışma başlamamış. O çalışma
başlayıncaya kadar, beşeriyetin de ah sesi dinmeyecektir. Bu saha kapalı
kalmış.
Harici kaba
bir misal verelim: Bir vakit gecenin zulmetini yarabilmek içün, çıranın
aydınlığıyla tekâmül etmiş, mum ışığıyla odasını aydınlatmış. Biraz daha tekâmül
etmiş petrolle, biraz daha tekâmül etmiş, nihayet uzatmayalım, bugün elektrikle
belki yarın fevkalade şeylerle. Oturduğu taştan topraktan yapılan odasını
aydınlatmış. Fakat hakiki bir odası vardır –ki ona gönül şehri derler- O odasının
ışığının ne olduğunu bugün bilemiyoruz. Belki odada ışığı da yok. O karanlık
içerisinde, bocalayıp duruyor. Bir şey anlatabiliyor muyum? Halbûki bu âlem,
hududu olmayan güzellik… Malum ya insanın güzelliği neresindedir? Herkes
suratında zanneder. Suratındaki güzellik gönül âleminden gelir. Suratındaki
güzellik çöker. En güzel surat; yirmi sene otuz sene sonra Hudadat[30] ı vechiyesini değiştirir. Güzelliği nerededir?
Nazargâh-ı İlahi olan, Hakk’a ayine olan gönül âlemindedir. Değil mi ya? İşte
onun için onun hududu yoktur. Ne kadar güzel söylemişler, mihen[31]; size çok okudum bunu. Fakat şimdi burasını
aydınlatmak içün, layıkıyla anlatmak içün misal veriyorum.
"Mihen geçer dedik amma hakikat öyle değil.
Zevali yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil.
Olur mu hiç giran ser piyale-nış-i cemal.
Hümarı olmaz o camın bu işret öyle değil.[i]
Hudutsuz düvel[32] olmaz, fakat senin hüsnün, gönle hitap ediyor.
"Mihen geçer dedik amma hakikat öyle değil.
Zevali yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil.
Olur mu hiç giran ser piyale-nış-i cemal.
Hümarı olmaz o camın bu işret öyle değil.[i]
Hudutsuz düvel[32] olmaz, fakat senin hüsnün, gönle hitap ediyor.
Hudutsuz
düvel olmaz. Fakat senin hüsnün hududa sığmıyor asla bu devlet böyle değil.
Evet, her
devletin her sahanın bir hududu vardır. Arşın, semanın, arzın, herhangi bir
varlığın bir hududu var. Fakat insanın kudretin nazar etmiş olduğu, insana
taalluk etmiş olan, insanın manasını ihtiva eden bir gönül sarayı vardır. Onun
hududu yok. İşte ona işareten, hudutsuz düvel olmaz. Fakat senin hüsnün, hududa
sığmıyor asla. Bu devlet öyle değil.
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şartı muhabbet öyle değil.
Şurayı bir daha
söyleyeyim:
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şartı muhabbet öyle değil.
Buraya nerden girdik. Beşer, müspet ilimde kafaları durduracak kadar bir
şey icat ediyor. İçeresine köpeği koyuyor, belki yarın insanı da koyacak. Beşeriyetin
Fahri Ebedisi (sav) semavatta insanların gezeceğini haber verdiğinden dolayı
bunların hepsi olacak. Bunlar bize on dört asır evvel haber verilmiştir. Büyük
kitap zevi’l ukul[33]
ve zevi’l ruh[34] olarak mevcudatın sema ikliminde
bulunduğunu haber verir. Men kelimesiyle. Nitekim bu saha yine ayrı… Hani
bazıları soruyorlar; “Olur mu olmaz mı?” diyerekten de. Olacağı, on dört asır
evvel bize haber verilmiştir. Ama ne vakit olur, ben ne bileyim? Olacak yani. Bu
âlem-i imkânda bu olacak. Bugün bile işte bilmem şu kadar saniyede, şu kadar
devirerek… Bunlar insanı öyle dehşete sevk edecek şeyler. Fakat bunlar yine
basit. Bunlar üzerinde birçok terakki teali var. Fakat insanın manası biraz
evveli tekrar ettiğim gibi, şu sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudumuzun,
o mananın üzerinde henüz bir araştırma başlamamıştır. O araştırma başlanıp,
mana-i insana agâh olunmadıkça, beşerden de ah sesi dinmeyecektir. Dünyanın en
büyük terbiye tezgâhları çalışsın, en muazzam inzibat teşkilatı lazım gelecek icraatını
yapsın, en mükellef diplomatlar bir araya gelsin, en büyük iktisatçılar
kafalarını birleştirerekten ortaya koysunlar, çalışsınlar. Yine beşeriyetin ah
sesini dindiremezler. Buna imkân yok. Neden?
Mana-i insaniden… insanlar biraz tenekecilikte terakki ettikten sonra yaratırım
sevdasıyla bir varlık gelir. Varlık gelince, Kudret, mana âleminden kendilerini
uzaklaştırır. Mananın en büyük vasfı da ahlaktır. O sınıftan ayırır. Kendi
enesine tapmaya başlar. Ondan sonra felaket, beşeriyetin üzerine çöker. Halbûki,
bu kadar uzun boylu da bu sahnede durmak yok. Dimi ya. Ömr-ü dünya bir dakika,
ömr-ü âdem bir nefes. Sayılı biraz nefes var. Bitip tükenir, adamı götürürler. Az
bir zaman içerisinde fanisini bakiyle değişecek. Öyledir.
Kendi kendisine -öyle her konuşmamda tekrar ettiğim gibi- ben kimim, nerden
geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim suallerinin cevabını almaklık ve ona
göre bir program yapmakla mükelleftir. Şüphe var mı ki; zaman bizi bir gün bir
tarafa büküp atacak? Zaman bizi bir gün bir tarafa büküp atmadan, perde-i
gaflet açılmadan muhasebe-i nefse bağlanmak lazım. Zira biliyor musunuz, bu
yolculukta öyle bir an vardır ki, bir yudum suyu dahi verdirtmezler. Getirirsin
pamukla suyu, sıkarsın böyle, almaz içeriye. Tık yapar, dışarıya atar. Anlatabiliyor
muyum acaba? O halde niye birbirimizi yiyoruz. Niye canavarları dahi
utandıracak kadar çirkin hayat bizde devam ediyor, dünya sekenesinde yani? Öyle
bir yolculukta yol yürüyoruz ki, bu yolculukta öyle bir an vardır ki; felek
bize bir yudum suyu dahi vermeyecektir. Hiç nafile, sert semaya bakma. Ellerini
cebinin içerisine koyup da hatt-ı zatında yere sert sert basar. Hiç dinlemez
onu; yer, adamı yer.
Madamı ki; kabrin kapısını kapayamıyorsun, madem ki ölümü
öldüremiyorsun, o halde manaya doğru boyun kes. İnsanlığı kurtaracak olan ahlak
müessesesine gönül ver. Hal, ağızla değil, halen. Beşeriyetin Fahri Ebedisi
(sav) buyuruyor ki… Şimdi insanlığı tarif ediyorum. İnsanda bulunan büyük bir
şeyi tarif ediyorum. Daha doğrusu naklediyorum. Aşktan daha büyük, kürsüden
daha vafi[35], melekûttan daha müzeyyen, cennetten daha
hoş, bir âlem vardır. Bir hazane vardır. Arştan daha büyük, kürsüden daha
muazzam, melekûttan daha müzeyyen[36], Cennetten daha hoş, bir hazane[37] vardır. Biliyor musunuz diyor, O’nun arzı, yeri yani ya, imandır. İnanmayan
adamdan ne hayır bekleyebilirsin. Theta[38] insanı şöyle tarif ediyor: Tekâmül etmiş
bir hayvan. Kâinat kör bir tesadüfün neticesi. Bu âlemde ihtirasat-ı
nefsaniyeni tatmin edebilecek saha buldun; vur, kır, yak. Yapacağını yap. İşte
senin için büyük bir saadet. Bunun haricinde kaldın mı mahrumiyet. Bundan başka
bir şey yoktur, diyor. Bu adamdan beşeriyet ne hayır bekleyebilir? Aç kaldığı
vakit seni niçün boğmasın. Hatta tokken de boğar.
İnsanlar biliyorsun ki hepimiz, hepimiz deyince
büyük bir masaya sahip olan da… evet, belki daha fazla. Şöyle, milyarlarla bir
kasaya malik olan da.. oda öyle mi? Yaa oda öyle. Pazar öyle açılmış. Herkes
yüklüdür. Âşık müstesna. Burada her hafta söylediğim gibi aşk kelimesi geçtiği
vakitte romanda okunan aşkı aklınıza getirmeyin. Değil. Ahlakın tarif etmiş
olduğu aşk, ruhta hâsıl olan muhabbettir. Avamın, örfün konuşmuş olduğu aşk, nefiste
hâsıl olan muhabbettir. Acaba anlatabiliyor muyum? Ona şehvet derler. Ruhta,
ahlakta hâsıl olan muhabbet: aslını bulmak, mebdeini, maad[39]ını, Rabbisini, bulmak çırpınmasının adına
aşk denir. Onda keder olmaz. Ondan maada herkes yüklüdür. Onun hesabı da olmaz.
İmanın zevkine çıkmış, yükünü bir yere yüklemiş. Ne kadar güzel söylemişler
yine.
Ateşim aşkım,
sinem kebabım
Ahengim ahım,
nalem rubabım
Ne derse anlar ehl-i
hitabım
Hicran azabım, yanmak
sevabım
Sermest-i yarım, olmaz
hisabım[40]
Bir daha
okuyayım.
Ateşim aşkım sinem kebabım.
Ahengim ahım, nalem rubabım.
Ne derse anlar ehli hitabım.
Bunu başka bir konuşmada açarız. O “ne
derse anlar, ehli hitabım” ne demek. On konferans lazım. O bir cümleyi
tahlil içün. Ehli hitap. Allah (cc)’ye muhatap olmak, dediğini anlamak, kudreti
ihata etmek, her zerrede meşhud-u hakikiyi görmek. Nazar-ı mecazide, kafa
gözümüzün sathi bakışında, sen ben şu bu öteki beriki var. Arz, yer, sema nazar-ı
mecazide. Nazar-ı hakikide hep O var… Bu görüşte.
Ahengim ahım, nalem rubabım.
Ne derse anlar ehli hitabim.
Hicran azabım, yanmak sevabım.
Sermest-i yarım, olmaz hisabım.
Gelelim
yine mevzuumuza. Beşeriyetin Fahri ebedisinin (sav) insanda bulunan bir
varlığın, suretle tarifine ait bir şeyi anlatıyorum. Arzı iman dedik. Şöyle
başladık. Tekrar ediyorum:
Arştan daha
büyük, kürsüden daha vafi, melekûttan daha müzeyyen, cennetten daha hoş bir âlem
var. Bir hazane var. Onun arzı iman. Seması marifet. Marifet olan yerde cehalet
olur mu? Cehalet kalktıktan sonra senlik benlik kalkar. Senlik benlik
kalktıktan sonra, huzur gelir. Huzur geldikten sonra Hak tecelli eder. Bütün
büyük adamların, en yüksek ahlakçıların, Kudret’ten istiaze[41] etmiş olduğu şey, yegâne cehalettir,
cehil. Bütün fenalıkların annesi. Yeri iman dediniz. İnsan yükünü imana
yüklemezse yaşayabilir mi huzurla?
Hepimiz yüklü gelmişiz. Herkes bir yerinden tutulmuş. Onu ben sırtımda
taşıyacağım dersen dayanamazsın, imkânı yok. Niçin intihar ederler, intihar
edenler? Zavallıdırlar da onun içün. İflas var mı şu vakit hayatta? İflas yok
ki. Hayatta iflas yok. Fuzuli’nin dediği gibi: “Nen vardı ki elimden aldı, hangi
mertebeden aşağıya saldı.” Bir şey ile mi geldin bu âleme, iki gözümün nuru?
Masayla mı doğdun, kasayla mı doğdun? Ne bileyim ben? Cah ile mi doğdun? Ne
getirdin? Hep sonradan verildi, dimi ya. Veren alır. Binaenaleyh iflas yok.
Verir, alır. Onun dediği olur. Sen benim dediğim oldu dersin. Dediğine uydu da
senin ki çıktı. Onun dediği olur.
Bazı
insanları çok severse, dediğini kabul eder, yapar. Ağası değilsin ya. Sevmek içün de belaya sabretmek şarttır.
Belasız sevgi yok. Muhabbette nar da var, nur var. Narında yanacan nuruna kavuşucan.
Böyle, usul böyle, ne yapalım? Musa Kerimullah oldu, rahatı buldu ama mihnet[42]ten sonra oldu. Firavunun ateşinde ağzı
yandı, ondan sonra “benle konuş”
dedi. Acaba anlatabiliyor muyum? Her azabın
cinsinden adama Allah (cc) huzur verir. Dikkat et. Kendisiyle konuşma
hakkını verdi. Ne istediğini tanı dedi, istediğini de tanıdı. Onun söylediği şeyi ben konuşursam
kovulurum. O, ona mahsus. Neden? Firavunun ateşiyle ağzı yanmıştı.
Her konuşmamda dediğim gibi; herkes bir yere çalışır. Fakat hayaline köle
etmiştir Kudret, hayaline köle etmiştir. İnsanlar hayalinin kölesidir. O hürüm
diye, istediği kadar desin. Hayır hayır! Hayalinin kölesi. Hayaline köle
etmiştir hepimizi… Oraya çalışır. İnkâr eden de, inanan da, inanmayan da, hepsi
oraya.
Aşık, maşuku ile hursendi[43] cünun,
Mümin varsa savmiatına memnun,
Kafir fütürsüz zünnarına metfun,
Külli hizbin bima ledeyhim ferihun (كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ [44])
Bu âlem bir sahnedir bir havuzdur. Herkes kendi şeysinde, hizbinde yüzer. O zanneder ki; kendi kendine ben şöyleyim böyleyim. Nereden girdik buraya?
Bu âlem bir sahnedir bir havuzdur. Herkes kendi şeysinde, hizbinde yüzer. O zanneder ki; kendi kendine ben şöyleyim böyleyim. Nereden girdik buraya?
İntihar eder neden intihar eder? Zavallılığından, sahte
benliğinden. Büyük kitap öyle der; beşerde öyle insanlar vardır ki der, “Benimle azamet yarışına kalkar da, münacatta[45]
onuruna dokunur elini bile kaldırmaz” der. Seni aradım ki, elini kaldırmadın amma kabrin kapısını kapat, sana edep edeyim.
Beşerden aczi gider. En büyük nokta. Beşerden aczi gider. O halde. Benliğine
mağrur olmuştur. Hayalindeki arzu olmamıştır. Niye teslim olmadın? Yoksa, Kudretin
umurunda mıdır? Sen intihar ettin de yani… Bir şey mi, halt mı eder, Allah
(cc) da. Hiiiç öyle şeyler.
Koruk
halinde kalma üzüm ol der, üzüm. Acaba anlatabiliyor muyum? Olmuş insanın adına üzüm derler, ham kalana
da koruk derler. Koruğu yiyemezsin, üzüm ol der, üzüm. Koruk halinde kalma.
Üzüm ol. Gönül bir bağdır, sulanmak ister. Hangi suyla? Gözyaşıyla. Gülmenin
zevkiyle ağlamanın zevki arasında ağlama zevkinin gülme zevkinden üstün
olduğunu görmemişsen henüz insan olamadın der ahlak. Bir şey anlatabiliyor muyum?
Gülmenin zevkiyle ağlamanın zevki arasında bir fark olup ve ağlama zevkinin
gülme zevkinden üstün bir zevk olduğunu henüz duyamamışsan daha makamı
insaniyete kadem basamamışsın, der. Evet. Yağmur yağmadığı zamanlarda afitab
daha parlaktı. Acaba anlatabiliyor muyum? Yağmur yağmadığı vakitte, afitab daha
parlak. Daha aydınlık vardı. Fakat bağ ağlar, ya da o parlaklığım biraz
azalsın, bende vereceğimi vereyim, de. Ağla sende o gülmenin, o hattı zatında
zevahiri ağlayışın filan netice itibariyle o kadar mahsulünü alamazsın. Kalp
mahsulünü veremedikçe insan olamazsın. Kalp mahsulü vermesi lazım…
O aşktan daha geniş olan
sahanın, arzının iman olduğunu söyledik. Misal de verdik. Hakiki insan yükünü
ona yükletir. Kudret der ki, ben seni mevcudat içerisinde kendime naib yaptım.
İmzamı koydum der. Seni mevcudat içerisinde insan yaptım. Herhangi bir mahluk-u
süfli yapsaydım “olmam” mı diyecektin?
Desen, kime dinletecektin? Seni esrar-ı zatiyyeme agâh, sıfat-ı subhaniyeme
layık bir kabiliyette meydana getirdim. Kabahat mi ettim? Bu masnuat[46] içerisinde, etiketimi sana mekbuaz ettim, imzamı sana vaaz ettim. Şimdiye kadar
söylemediğim bir şey: İmzanın muhafazası nedir? O imzayı hangi muhafaza
içerisine koymuştur Kudret? Allah(cc). Hayâ. Anlatabildim mi acaba? Hayâ insandan kalktı mı imzayı ilahi
kalktı. Muhafaza yok. Sonra dikkat edersen; hayâ hayattandır. Tabire dikkat
et. Onun içun, der ki Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav); Utanmadıktan sonra
istediğini yap. Bundan daha ağır bir emir yoktur diyor, ehl-i ilim. Niye? O
büyük zat, O Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav) alakasını kesiyor? “Utanmadıktan sonra istediğini yap”
deyince, “benimle alakan yok, buyur ne
yaparsan yap” diyor. Alaka kesiliyor. İkinci bir mana; madamı ki, hayâ
hayattandır, ölüyor. Ölüyü, böyle de yapsa olur, şöyle de yapsa olur. Ölüden ne
beklenir? Ölüden bir şey beklenir mi? Ölüden bir şey beklenmediği halde, hayâsını
atmış olan insandan ne iyilik beklersin sen? Hayâsız insandan bir hayır beklemek
hamakat[47]ten dolayıdır.
Yine
gelelim mevzua. Ben seni insan yaptım. İmzayı ilahimi rabtettim. İnsan olman
dolayısıyla sana emanetimi haml[48] ettim, emanetimi haml/yüklettim. Fakat kevn
ü kesr[49] âleminde, bu darı belva[50]
da, ikbalinde hud’a[51], idbarında[52]
fecia gizlenmiş olan, zahirde bal gibi tatlı, içinde semm-i katil[53]
bulunan, bu sahneyi şuhudda, sen huzur içinde yaşamak istersen, yükünü bir yere
vurmak istersen, kendi kendine takviye[54] edemezsin. Taşıyamazsın... Ver imana
yükünü o taşısın. Sen elini kolunu salla yürü gel. O söylemiş olduğumuz âlemin,
arzı iman olduğu gibi seması marifet, güneşi şevk, kameri muhabbet, yıldızları
havatır[55]
-Öyle tarif ediyor. Gayet güzel- seması akıl, yağmurları merhamet, nehirleri
hizmet, ağaçları taat, yemişleri ahlak-ı hasene, büyük büyük palasları da
kasırları da nimet. Anlatabildim mi acaba? Bunu anlattıktan sonra, dostları
etrafında, acaba netice ne çıkacak diyerekten bakarlarken, bilir misiniz o âlem
neresidir? Hazreti İnsanın kalbi, kalbidir.
Evet, insan
mevzuu gayet geniş bir mevzu… İnsan odur ki, mazhariyyet-i gaybiyesi[56]
cehalet içerisinde marifet meydana getirir. Niyyat-ı hasenesi mezalim
içerisinde ma’delet[57] ortaya koyabilir. İnsan, o kadar büyük bir
manadır. Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav) on dört asır evvel Hira dağından tek
davayı açtığı vakitte -aciz insana tapılmayacak diyerekten dava ortaya koyduğu
vakit- bütün kâinat hasım olmuştu. Öyle bir karanlık çökmüştü ki sahne-i şuhuda,
o kadar kesif bir zulmet perdesi kaplamıştı ki, yıkmanın imkânı yoktu. Fakat
mazhariyet-i gaybiyye, niyyatı hasene[58],
kudret kimde onları görecek olursa, açar. Ruh kunut[59]
istedi …… dedi. Cenab-ı Ahmediyyet(sav) afitab[60]ın avını(ya da ayını) yardı. Sen
zannedersin ki yalnız maddeyle… Madde, mananın tekâsüf (ya da tekafül[61]) etmiş şekline denir. Tarifimi dikkatle
dinle. Maddenin tarifi şudur: Mananın tekâsüf[62]
olan kısmıdır. Ruhu hayvaniyyenin tekâsüf etmiş kısmına beden denir. Ruh-i
insani hariç. Acaba anlatabiliyor muyum? Ruh-u hayvanide manadır. O mananın tekâsı (?) kolay. Ruhu insani? O ayrı o. Ne manaya
girer, ne maddeye girer. Ona ruh-u menfuh derler. Kudret
kendisinden vermiştir. O ne dâhildedir, ne hariçtedir. O nasıl bir şey öyle yaa?
Misal
vereyim sana: “Güneş, odaya girdi” dersin, güneş kalktı da odaya mı girdi,
buraya? Feyzi buraya girdi. Acaba anlatabildim mi? Ruhi insani de öyledir işte. Kudretin
elindedir. Onun için öyle der Beşeriyetin
Fahri Ebedisi(sav); İnsanın bedenine taalluk eden o Ruh-u Kerim senin bedeninde
durduğu gibi, taalluk ettirildiği gibi; kendisinin, kudretinin elinde duramaz
mı?
Yine insan
vardır ki, teşkilat-ı Şeytaniyesi marifethaneleri berbat eder, insanın
kalbinden imanı çalar. Çalar. Ve hakikatte gülerek
yürürken ayağına köstek vurur, birden insanı dalalete sevk eder…
Hayat verir,
hayat alır. Öyle bir hassa var böyle. Ani(den), ruhuna,
mizacına, misakına, meslekine ait olmayan bir söz dalgası içersinde kalırsın.
Kalbin birden bire durur. Aldı seni işte. Bedenindeki varlığını aldı. Ruhundakini
de çalar, anlatabildim mi? Bedenindekini çalan, ruhundakini de cayır cayır
çalar. Yine insan vardır ki; rayiha-i kerihesi[63]
âlemi zehirler. Cehalet içerisinde marifet yaptığı gibi, kokusu teneffüsü kâinatı
zehirler. Yine öyle insan vardır ki; hilm-i tevazuu selamet-i tab[64]ı nazarında, kendisinden daha hakir bir şey
yok, diye düşünür; ufak bir karıncanın hukukuna
riayet edeceğim diye tir tir titrer. Niçin titriyor? Kendisinde vücut görmüyor da,
onun için titriyor. Kendisini gördüğü vakitte, Firavun böyle titredi mi? Nemrut
böyle titredi mi? Neden? Benliğinin kalınlığında kalmıştı.
İnsanın, -geçen
konuşmamda dediğim gibi- yaratılışında, cibilliyetinde her ferdinde Firavunluk
vardır. Müstesna, hilkat ayrılabilir. Fakat hepimizde vardır. Onu, ahlak
müessesesi derler, toplar, bağlar, bir vaziyyette sıkıştırır insanlığını
meydana getirir. Onun haricinde bulunduğu vakitte, eğer o yolda yol alıp da,
aklı esir edilecek olursa, insan mahvolur, gider. İşte ahlak bunları önler.
Bunları ayarlar. Herkes de vardır. Züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. O
makbul değil. Yüzüne bakılırken, cebinde paran varken, elinde geniş bir kasa
varken, telefonu açtığın vakitte; “Emredersiniz efendim” diyerekten hitabı
alırken, yolda yürürken, herkes el pençe divan dururken, eğer; ben yokum, Allah(cc)
var dersen, o başka. Onlar elinden alındıktan sonra bakarsın ki bambaşka bir
adam. Konuştuğu vakitte veli midir, melek midir, semadan mı gelmiştir, şaşırırsın.
Hüner onlar varken.
Malum ya, üç
şeyin teşekkürünü Kudret ister insandan: Hiç bir vakit istiskal[65]
kabul etmez. Kaide-i küllüye. Hiç bir vakit nimet istiskal kabul etmez.
Güzellik bir nimettir istiskal kabul etmez. Şükrünü yap der. Allah (cc) öyle
der. Şükrü iffettir namustur. Anlatabiliyor muyum? Servet, kudretin vermiş
olduğu adet-i ilahide var o. Anlatabiliyor muyum acaba? Beşer niye ….. kâğıdın üzerinde yazılı. Kudretin bir alakası
olmasa, o kâğıt peşinde hepimiz koşar mıyız?
Bir küll-ü kudret var, oraya taalluk etmiş. Kâğıt olsun maden olsun, ne olursa
olsun. Can veriliyor, aile yıkılıyor, insan insanı imha ediyor. Oraya bir alaka
olmadıkça bu iş olur mu? Hah. Onun şükrünü, misal servetliye de; infak, düşmüşü
kaldır. Onu ister. Geniş bir masa, beşeriyeti idare ediyorsun, sana vermiş o
masayı. Sahib-i hakikisi sen değilsin. Sen zannetme senin, yoooo. Zekâmla aldım.
Hayır efendim! Çalıştım da aldım. Hayır efendim! Uğraştım da aldım. Yine hayır
efendim! Ya ne ile aldın? Allah (cc) verdi de aldın. Ben sahne-i şuhud da sana,
namütenahi misal getireyim. Naaaaamütenahi. Uşağından aklını alırsın.
Çağırırsın. “Şu işi yapacağım, nasıl?” desen, sana aklı verir; O’nun dediğini
yaparsın, o sahada muvaffak olursun. Milyonlara malik olursun. Yanında üç yüz bine,
beş yüz bine çalıştırırsın. Eğer çalışmakla o sahaya, o servete malik olmak
lazım gelirse (mümkün olsaydı, o makam) uşağın
olacaktı. Sen ondan öğrendin. Acaba anlatabiliyor muyum? Öyle olması lazım…
Ne kadaaaaaar
açık misaller vermiştir: İkimiz de kalkarız. Aynı adımlarla yürürüz. Gideriz
teyyare bileti alırız. Piyangoyu çekeriz. İkimiz de, “Dur dikkat edeyim. Ay dur dikkat edeyim. Beraber tutalım, sen de
beraber, çek.” İkimizde bir dakikada (aynı anda) koyalım dedik, cebimize
koyduk. Sana yüz bin, bana hiçbir şey yok. Yahut bana yüz bin, sana hiçbir şey
yok. Sen benden akıllı mıydın? Yahut ben senden akıllı mıydım? Sen benden fazla
mı çalıştın? Ben senden fazla mı çalıştım? Hayır ya. Taksimat-ı edebiyye var.
Taksimat-ı edebiyye var. Onun içün demişler ki, kaç defa size söyledim:
Bilenler macerayı meclisi nahnu kasemnayı,
Humar ı neşve i idbarda asla melul olmaz.
Zaruri bir bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz.[66]
Allah
(cc)’nun bir mutfağı vardır. O matbahta, kendi öz eliyle dağıtır. Onu ne
eksiltebilecek ne çoğaltabilecek hiç kimsenin bir şeyi oraya
taalluk[67] etmez. Bunu bilenler hiç bir vakit idbar[68]
zamanında dövünmezler, çırpınmazlar, kaşını gözünü germezler. İkbalde de buraya
kadar ağızlarını açaraktan gülmezler. Anlatabildim mi acaba? Zira, her pazarda
pazarlık vardır. İşine gelirse alırsın. Fakat Allah (cc) pazarında, pazarlık
yoktur. Ne verirse onu alırsın. Pazarlığı yok.
Çok eski
konuşmalarımda misal getirmiştim size. Şerir(?)
olduğu için çekilsin diye tekrar o misali veriyorum: Tramvay iskemlesine benzer,
tramvay. Harbiye’den bindin, tramvay doldu, orta yerde kaldın. Bacaklarında da sızı
var. Etrafına bakıyorsun; “ah bir yer boşalsa” diyerekten. Taksime geldin, boşalan
filan yok. Şöyle biraz yokuştan aşağı filan yok, taaa sen burada bekliyorsun,
ön sıralardan birisi, önünde bir çantası var, şöyle eğildi çantaya, hah
kalkıyor galiba dedin, oradan hareket ettin, öne doğru geldin, oda çantayı aldı.
Rahatça arkasına dayandı, açtı. Mahkemeye
gidiyor, bir dosyayla ilgili bir şey unutmuş ona bakacak. Bir sükûtu hayal, inmedi
adam dersin. Sen oraya gittin ya, sen oraya giderken, beklediğin iskemlenin
içinde oturan adam, hemen kalktı atladı. Oradan biri atladı, hoppalak oturdu.
Sen Harbiye’den kalktın Beyazıt’a kadar geldin ayakta. Fakat biri hemen atladı,
oturdu. O senden akıllı mıydı? Anlatabildim mi acaba? Oturması icap etti de
oturdu. Böyledir.
Eee o halde
çalışmayalım mı? Öyle bir şey demedik. Ters manaya alma. Çalışmak insanın
ziynetidir. İnsanın en büyük sıfatı çalışmaktır. Atalet, Kudret’in sevmediği en
mezmum[69]
bir halettir. Ben insan olaraktan, sahneye gelmişim. İnsan olaraktan döneceğim.
Bana Kudret vazife vermiştir. Olur, olmaz ben onunla alakadar değilim. Verilen
elimdeki müfredat programını, tatbik edeceğim. Allah’a alın akıyla çıkacağım. İnsanlığı
bağrıma basacağım, sayılı nefesimi insanlık uğrunda tüketeceğim. Zulme divan
durmayacağım, alçağa karşı yüzsuyu dökmeyeceğim, Kudret’e isyan etmiş olan
kimseyle hukuk tedarik etmeyeceğim. Fukara
ile guraba ile hemdemiç[70]
olacağım. Zuafanın[71]
ahını taksim edeceğim, sineme basacağım. Yarın Kudret’in yanına çıktığım
vakitte, dostlarınla geldim, elimden bu geliyordu, diyeceğim. Bu. O ayrı bir şey.
Ve bunların hepsini de varken yapacağım. Zararın neresinden dönülürse kar olur,
derler. Bu söz de doğrudur, amma, zarar etmeden dönmek daha güzel değil mi? Hiç
zarar etmeden yürümek daha hayırlı değil mi? Zarar etmeksizin, o ayrı iş.
Gençliğinde,
gençliğinde… İçinizde gençler var. Tebrik ederim. Bir mana işitmek şekliyle
gelmiş. Kudret gönlünde yer yapsın. Biz gafiliz, naklederiz. O tohum sizin
kalbinizde yer alır, yemişini görürsünüz inşallah, dimi? Gençken işi kavramak başka.
Onun çok büyük kıymeti var, muazzam kıymeti var. Ona ben şimdi daha canlı bir
şey olaraktan dini bir misal vereyim size -gençken olana- daha iyi anlaşılsın.
Allah (cc) der ki; bir genç, gönlünü bana verir ve hayatını daima benim
hatırımı sayarak, düşünerek geçirir de yaşı yetmiş olursa; kaleme kalk bakalım
der. Çünkü beşer malum ya: efali[72]
mazbuttur[73]
-Fen mevzularına da girmiş- Hiçbir şey zayi olmaz. Dünyanın bir köşesinde
konuşuyorsun, burada duyuyorsun, burada konuşuyorsun, taa bir köşesinde
duyuyorsun. Anlatabildim mi acaba? Bir gün o konuşmalar da birer birer meydana
çıkacak. Konuşturan konuşacak. Kudret bu asırda fen ismiyle tecelli ettiğinden
dolayı, inkâr kapısını kapamıştır. Ona bir vücut vermese, o konuşmayı sen
duyabilir misin? Binlerce senelik yerlerden, duyamazsın, dimi? Onun vücudu var. Konuşma mahfuz olduğu gibi, halin,
harekâtın, ahvalin hepsi böyle mahfuz. Kudret, senin bilmediğin bir kalemle -memuru
vardır onun- yaz der. Gençliğinde bana gönlünü verdi, diyor.
Nefis yedi
başlı ejderhadır. İnsanın iklimi vücudunda çöreklenmiştir. Hırs, tamah, kibir, ucub,
buğz, adavet, riya bunların hangi birisi başını kaldırdığı vakitte, benim bir
eczanem var, oradan aldı morfini sıktı,
uyuşturdu. Benim hatırım içün yaptı. Acaba anlatabildim mi? Sonra zordur da
dimi ya? Sen istersin ki; daima Kudret’in arzu ettiğini bütün insanlar da öyle
kabul etsinler. Yoook. Bu âlem cemal ve celal dalgaları arasındadır. Ağa giren
hayatta şekiller olur. Eğlence mevzuu da olabilirsin. Anlatabildim mi acaba? Eshab-ı
ikab[74]
daima inanla eğlenir. Eshab-ı ikab eğlenir. Yevmiye dersini yapmamış, çantasını
manava, bakkala bırakmış, sinemaya giderken çocuk, derse koşaraktan giden
talebeye gururlanarak omuz vurur böyle, eğlenir
onunla. Anlatabildim mi? Fakat günün birinde “yapmayaydım” der. Biri, bir ilim neticesi alır, kam alır. Öteki de
on beş sene sonra “eşeklik ettim ben”
der. Anlatabildim mi?
Kurbet[75]
âleminde böyle demek de para etmez. Kurbet âleminde böyle demek para etse kolay
şey. Öyle de geç, öyle değil ki. Adama hesap sorarlar. Üüüffff öyle ince sorar
ki, öyle ince sorar ki; içmiş olduğu bardağın soğukluğundaki soğukluğu da
sorar. Suyu sorduğu gibi soğukluğunu da sorar. Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav)
bir gün bir soğuk su içiyorlarmış; suyu içtikten sonra mübarek o aine-i hak
olan gözlerinde yaş belirmiş. Sormuşlar, “Müteessir oldunuz?”. “Hayır” demiş.
Söyleyin demişler. “Üzülürsünüz.” Israr
etmiş sevdiklerinden birisi: “Çok soğuk
suydu, çok zevk aldım. Suyun hesabını vereceğim gibi soğukluğunun da hesabını
vereceğim” demiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Soğukluğunun da hesabını
vereceğim. Ağırdır. Öyle bırakmazlar adamı. Onlara gönül vermiş. Gecen
konuşmamda söylemiştim.
Geçen
konuşmamda dedim ki; ahlakçı der ki, şakinin tecavüzünü şikâyet etme. Şakidir, ölü
demektir. Kalbi ölen adama şaki derler. Bir mezarlıktan giderken yüksek mezar
taşının ucundan bir taş kopsa da omuzuna düşse, yara etse, “Bu mezar taşından taş düştü. Beni yara etti”
diye mahkemeye müracaat eder misin? Etmezsin. Ömür taşı
olduğundan dolayı, ona elli beden olduğundan dolayı sana tecavüz
etmiştir. Dirinin tokadından kork der. Anlatabiliyor muyum acaba? Dirinin
tokadından kork. Biri Hakla birdir, tokadı ağır olur. Çökecek
ne var? Kudret öyle diyor: Ona da dini bir misal veriyorlar. Gençliğinden ömür
verdi bana. Bana saygıyla yaşadı. İktiza[76]yı beşeriyyet, gaflet, hepsinin hükümleri
var. O hükümler karşısına geldi. Allah (cc)’nün adıyla geldi. E gençliğini bu
şekilde… Meşru kapılar o kadar çok ki yasak kapılara girmeye ihtiyaç yok, bunları
da gördü. Yaş da yetmişe geldi. Kaleme derim ki, “Kaldır kalemi bunun
üzerinden, kaldır. Utanırım buna hesap sormaya.” Bir şey anlatabiliyor muyum?
Kalemi kaldır. Bunların hepsi nihayet gayet az bir zamanda olacak şeyler.
İnsan
sınıfını sayıyorduk. Yine insan vardır ki, kibri, gururu “Olmasa kibr ile
riya senin o beyti kibriya[77].”
Dikkat et, zapdet, hafızana al, daima düşün, muhasebe-i nefisle yaşa. Olmasa
kibr ile riya, sensin o beyti kibriya. Hakk’ın adresi kırık kalplerdedir
kardeşim. Kibirden, nutfetten[78],
gururdan azade olan kalp kırılmış kalptir. O kalbin içerisinde Kudret’i görürsün.
Nar parçalandığı vakit, çatladığı vakit… Hiç pazarda görmedin mi narı? Böyle
bakınca tanesini görürsün, iri mi ufak mı; ona göre seçer alırsın. Nar, nar yok
mu nar. Şöyle bazen çatlar nar. Bak yarığına iri mi ufak mı? Kırık kalbin
içerisinde Kudret iyi gözükür. Aralığılından bak. Ara bul. Hakk’ın adresi orada.
[14] Her uzun boylu şecâ'at idebilmez da'vî
Her ağaç kim boy atar
serv-i hırâmân olmaz
Bu
son beyit konuşmada alınmamış.
[16] Hakaik-i kevniye:
Kâinatla, yaratılışla ilgili hakikatler.
[38] Theta, Aristoteles’in eseri.(Üstad’ın
dilinden anladığımız Tİta kelimesi bir başka filozofu da işaret ediyor
olablir.)
[40] Âtesim askım sîne
kebâbım
Hûndur
sarâbım cândır hûnâbım
Âhengim
âhım nâle rebâbım
Ne
disem anlar ehl-i hitâbım
Hicrân
azâbım yanık sevâbım
Ser-mest-i
yârım olmaz hesâbım
Menâkıb-ı Seyyid Nigârî’den alıntı.
Menâkıb-ı Seyyid Nigârî’den alıntı.
[44] Rum Suresi 32’nci
Ayet-i Kerime مِنَ
الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًاۜ كُلُّ
حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
Meali O
müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine güvenmektedir.
[64] Tab: "Parıldayan, parlayan, parlatan,
aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
[77] Erzurumlu İbrahim
Hakkının Efendinin şiirinden alıntı
Vasf-i
lisan seninledir, vasfedemem gönül seni
Nutku beyan seninledir, vasfedemem gönül seni Her hünerin kemalısın, her güzelin cemalisin Hüsn ile an seninledir, vasfedemem gönül seni Şevk ü taleb ki sendedir, zevk ü tareb ki sendedir Aşk ile can seninledir, vasfedemem gönül seni Olmasa kibr ile riya, sensin ol Beyt-i Kibriya Genc-i nihan seninledir; vasfedemem gönül seni Bilmedi kimse cevherin, âleme doldu Kevser'in Zevk-i cihan seninledir, vasfedemem gönül seni Hükmüne Hakkı bendedir, canı seninle cindedir Cümle cihan seninledir, vasfedemem gönül seni |
Elem geçer dedik ammâ hakîkat öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil
Hudûtsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hudûda sığmıyor aslâ bu devlet öyle değil
Hudûda sığmıyor aslâ bu devlet öyle değil
Olur mu hiç giran ey ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil
Zaman gelir bıkılır mâhlardan ey Muhyî
Fakat o mihre doyulmaz, o âfet öyle değil.
Fakat o mihre doyulmaz, o âfet öyle değil.
0 yorum:
Yorum Gönder