Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

287. Kaset


001 (15.02.1957) 87 dk (287)
... çok müşgül bir an geçiriyor(.....)semasız hiç bir zerre yok. Anlatabildim mi acaba? Semasız hiç bir zerre yok. Aşk’ı Hak öyle bir cevherdir ki, sema ile ziyadeleşir. Geçen konuşmamda söylediğim gibi, bu Mevlana’da değil yalnız, bunu Beşeriyetin Fahri Ebedisi de(sav) yapmıştır, Cenab’ı Kerrar’da yapmıştır, Hz Ali’. “Seni filan adam şehid edecek dediler.” Soruyordu; “Bedir’e girdim. Bir şey olmadı. Uhud’a girdim. Bir şey olmadım. Huneyn’de bir şey olmadım. Yedi saffı birden yardım, en esafil[1]-i senaveri[2] müşriki birden tepeledim. Bu harplerin hepsinde, “ahh cam-ı şehadet” diyerek nida ederdim. Olmadı. Ne vakit olacak bende? Ben mahrum muyum?” Şehadette büyük neşe var. Bu zevke, bu millet de âşıktır. Dimi yaa. Onun için biz güzel harb ederiz. Kanımız muazzam bir kan. Güzel harbederiz. Çok temiz bir kan. Onu biz Kore’de de ispat ettik. Herkes şüpheleniyordu; “acaba eski katkısı var mıdır, yok mudur”, diyerekten. Mehmetçik onu gösterdi. Mehmetçik demek; Muhammedcik demektir. Anlatabildim mi acaba? Oradan feyz alıp küçülmüş kimse demek, manasında. Onu gösterdik biz. O aşk bu şehadetle.
Hatta Resul’ü Ekrem(sav) cam-ı şehadetle âlemi cemale teşrif etmiştir. Çünkü zor zamanında, Yahudi karısının yapmış olduğu zehrin acısını duyaraktan can veriyorum, dedi. Anlatabildik mi acaba? O aynı iş.  Öyle dedi. Sana filanca adam gelecek, filanca kabileden, şu renkte, bu renkte, şöyle, böyle, ismi İbn-i Mülcem’dir. Şudur budur. Böyle bir gün oturuyordu. Bir zat geldi. İlk önce gelirken hakikaten hizmet niyetiyle geldi. Bütün insanların kalbi iki parmağının arasındadır. Yalvar Kudret’e, çevirmesin Haktan kalbini. Fakat mağrur olma her hangi bir şeye, derhal döndürür... İlk geldiği vakitte ağlayarak geldi İmamı Ali’nin katili. Hizmet diye, geldi. Yanıyorum diye geldi. Hayrettir hayret. Tarifine baktı. “Senin ismin ne”, dedi. Filanca. Derhal Rasulullah (sav)’ı tasdik etti. Bir sual daha sor. Hemen kılıcını verdi. “Tutunuz size hediye getirdim” dedi. Öyle işaret etmiş, sana bir kılıç hediye getirecek, hizmet niyetiyle gelecek. O niyetle geldi. Pervane gibi döndü. Ne hizmetler yapıyor. Ne söylediyse, söylediğinde Beşeriyetin Fahri ebedisini(sav), Hazreti Haydar tasdik ediyordu. Yabancılar vardı. İbn-i Mülcem şaşırdı. Beni isticvab[3] ediyor, takdis ediyor, ne münasebet falan. Ertesi günü geldi, Merak içindeydi. “Sorma bu hususları” dedi. “Çok merak içindeyim.” Ant verdi. “Senin elinden şehid olacağım ben.”Ben” dedi “hizmet kasdıyla gelmişim. Aman, benden bu sıfatı al.” “Kudretin benim hakkımda en büyük ikramı olan neşeyi, kendi elimle kardırmaklık cür’etini gösterecek kadar küçük değilim.” “Benim halim ne olur?” “Sana dedi merhamet ederim.”Bağışla bana” der. Hizmet etti etti etti.
Zalim ailesinden bir kıza taalluk[4] etti. Dediler k: “Onu öldürürsen sana kızı veririz.” Derhal niyet değişti. O güne kadar peşinde dolaşan adam, ondan sonra katili olmaklık sevdasına düştü. Anlatabiliyor muyum bir şey? Bir sabah namazı vaktiydi. Girdi, o güne kadar dostları nöbet bekliyorlardı sokak başlarında. Bilmemezliğe geliyordu. O vakit, Cenab-ı Kerrar dedi ki; “Bu akşamdan itibaren paydostur, bu işi istemem.…. Caminin arka kapısına gizlenmişti. O günün alat-ı carihası[5], zehirli kılıç kullanmak. Böyle ensesine doğru kılıcı vururken, iyi vursun diyerekten Ali ensesini böyle uzattı. Yani iyice vursun diyerekten. Kudretli şekilde yaralandı. Yere düştüğü vakitte, bütün insanlar toplandı, bir tokat vurdular. İkinci tokadı vururken “Hepinizi sizin Allaha havale ederim. Ölmedim. Kısas yapmayın.” Dedi. Görüyor musun acaba… şeyi? Zevki anlıyor musun? Adaleti anlıyor musun? “Daha nefes alıyorum, ölmedim ben” dedi. “Dokunmayın! Yalnız yaranın acısıyla yanıyorum, şerbet getirin. Hem iki bardak getirin, birde ona.” Sahne ne adamlar yetiştirmiştir. Ahlaka ait bir mevzu, anlatabiliyor muyum burada? Geldi iki tane şerbet. “Verin içsin.” dedi. Çekindi. “Niye içmiyorsun?” dedi. “Korkuyorum, yaptığım cinayete bir zehir olsa gerektir.” “Yaa elimi kaldırdım.” dedi. “Bende ihanet buldun, seninle şimdiye kadar nisbetim[6] vardı. Seni yarın huzur-u ilahiye kucaklayıp götürecektim. Bana aittir, bağışla! Diyecektim ve kurtaracaktım. Şimdi sen bana hain dedin, binealeyh nispet kalktı.”
Mevlana’nın sema yapması… İnsanlar için, iki yerde göz vardır. Bir gözü kafasındadır, bir gözü de burasındadır. Anlatabildim mi? Keşf-ü Şükufiyle[7] ile bütün zerratın, bütün ahalinin, heyet-i umumisinin, kitab-ı kerimdeki ayeti kerimede.........
… ufak bir hareket olduğu vakitte, gayri ihtiyari ayağını böyle tempo yaparaktan vurur. Hâlbuki orda şey desen… haberi bile yoktur belki. Acaba anlatabiliyor muyum? Aşkı kuvvetli olduğundan dolayı, vücud canibesinden geçtiğinden dolayı, onun ihyası içün, vücud dayanamayarak dönmeye başlar. O dönüş tarzında da nihayet pervaz[8] açmıştır. Şu şekilde dönmüştür. Benliğinden soyunduğuna işareten bütün gafiller, Hakk’ı göklerde, arifler gönüllerde aradığından dolayı kafasını gönlünün üzerine bükmüştür. Anlatabiliyor muyum acaba? Bu vaziyet de yapışı, senden gelirim, senden gider. Bak böyle alıyor, böyle toplamıyor. Bu el böyle, bu el böyle. Antalabiliyor muyum acaba? Bu el. Kudrete nazar ederek, sizden geliyor, yine akıyor, senin mahlûkuna. Böyle değil. Bende kalmıyor. Acaba anlatabildim mi? Şekillerindeki incelikler vardır. Belki gidenleriniz varsa orada görmüşlerdir de on yedisinde filan. İçeriye girdiği vakit de onu temsil edenler, şöyle karşısına mülaki olduğu vakitte, böyle eğilir. Öteki de böyle eğilir. Bunun böyle eğilmesinde, karşı karşıya gelince böyle eğilmesindeki hikmet, bu benliğinden soyunduğuna, ağzıyla değil ama haliyle hakikatle, anlatabildim mi? Hak bende değil sendedir. Karşısındakine. Öteki de böyle eğiliyor. Hayır, Hak bende değil, sendedir. Sen beni hak tanırsan bana hile yapabilir misin? Bende seni hak tanırsam sana hile yapabilir miyim? Sen beni hak tanırsan bana yalan söyleyebilir misin? Ben seni hak tanırsam yalan söyleyebilir miyim? Bu terbiyeyi meydana koymuştur. Anlatabildik mi acaba?
Bunu koyduktan sonra, bu terbiyeye layık olabilmeklik için insanın, ne şekilde yetişmesine ait olan, Mesnevi’nin ilk beytinde de buna işaret etmiştir. Hani bir Mesnevisi var ya. Birçok eseri olmakla beraber, en mühimi, Amerika’da da kürsüsü var. İngiltere’den otuz sene evveli taqrim[9] olunmuşunu yirmi beş liraya getirmişlerdi. Bizim haberimiz yok Frenk alıyor. Büyük adam. Sonra insafa bak, bu kadar büyük olmakla beraber… Ümmi Türk büyüklerinden Yunus Emre vardır. Günü yapılır. İlim âleminde kendini halk şairi diyerekten kabul ettirmiş. Ne halk şairi? Hak nedim[10]i. Öbürkü de ayrı bir sıfatı, olabilir.
Bir gün böyle eline eseri geçmiş Yunus Emre’nin, Mevlana’nın eline. Açıyor bakıyor. Yunus diyor ki; “Etle kana büründüm, Yunus diye göründüm.” Gayri ihtiyari bir tokat vurmuş kendisine; "Koca adam, bu sözünü göreydin, Mesnevi yazmaktan utanırdın. Benim bir külliyatımı bir cümlenin içine sokmuştur" diyor. Benim söyleyeceğim cümleyi bir tek.. Etle kana büründüm/Yunus diye göründüm.

O Mesnevi’sinin ilk başında der ki; bir neyden misal getirir. Oradaki ney insana işarettir. Ayrı bir ilim vardır. Her harfin bir kıymeti vardır. O harf bir rakam taşır. Ney atmış üç, insanda atmış üç. Anlatabildim mi acaba? Ne demek o? İşte artık onu sen… Yoruldum da bugün biraz. Rahatım yok, anlatamayacağım. Bu kadar söylüyorum. Bir gün açarım onu da, söylerim inşallah.
Kamış, insana mülaki[11] olmak istiyor. Misal getiriyor…. Malum ya neyin sedası acib bir seda. Hiç bir musiki aletinin sedasına benzemez. Onda bir inleme vardır. Semayı inletir. Bambaşka bir şey… Ona diyor ki; kamışa diyorlar ki, sen rüzgârından kesil, bak böyle dünyada boyuna sallanıyorsun. Üüüüh keyfinde. Sonra istiyorsun bir Hazreti İnsanın dudağına mülakat. Lebbelep[12] olmak. Yoook. Ne yapayım. Kesil. Kesiliyor. Kesildim. Hadi. Hayııır! İçin senin yük dolu, yük. İçin dolu, için. Basar bu mana insanı. İçini boşalt. Peki razıyım. Boşaltıyorlar. Kestiniz boşalttınız, niçin tutuyorsunuz? İyi ama bu uğurda sararacaksın. Daha hamsın. Yeşil bile değilsin. Sarar sarar. Peki. Sararttıktan sonra; kestiniz, boşalttınız, sararttınız. Yine yok mu? Olmaz. Yaa. “Delik delik ol” bakalım. Onun deliğinden Fuzuli güzel misal getirir;
Sadây-ı nây harâm olsun dedin ey sofi-i salus.
Hilâf-ı şer ile yele verdin nâmûsun İslâmın.

Bu endam ile vecdiyyâttan dem vurmak istersen.
İlâhi ney gibi sûrah sûrah ola endâmın. 

Ey kaba saba adam diyor, ne dünyayı bilirsin ne manayı. Neyin sedasına sen haram olsun dedin de, dalavereyle nice haltlar yedin. Neler yaptın, neler yaptın. Ne diyeyim diyor, Yarabbi, bunun vücudunu neyin deliği gibi delik delik yap. Sedayı ney haram olsun dedin ey sofi i salus. Hilaf ı şerh ile yele verdin namus u islamın. Bu endam ile vecdiyaddan dem vurmak istersin İlahi ney gibi surah surah olsun endamın. Fuzuli de bu işleri çok iyi anlayandır haa.... Muazzam adam. Neler söylemiştir.

Her kimün var ise zâtında şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz

Öyle cicili bicili konuşmakla, ilmi tabirlerle şunlarla bunlarla olmaz. Zatında var mı onun şeraret fikri.
Her kimün var ise zâtında şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz

Ger karakaşı kızıl kan ile rengin itsen
Rengi[13] tağyir olur amma la'l-i Bedahşân olmaz

Ger kara daşı kızıl kan ile rengin itsen… Rengi tağyir olur amma la'l-i Bedahşân olmaz

Eylesen tûtîye ta'lîm-i edâ-yı kelimât
Nutku insân olur amma özi insan olmaz [14]

Gelelim biz mevzua. Kestiniz diyor; “rüzgârdan, havadan, içimi boşalttınız, rengimi sarattınız, yine yok mu?” Yok! Ya ne olacak? Bu uğurda delik delik olacaksın. Peki yapın. Ondan sonra bir hazreti insanın fem’ine[15] geldiği vakitte başlar konuşmaya. Ondan maksadı: "Ey hevay-ı nefs-i emmaresinde yüzen beşer. Sen kendi kendine hakla Hak olayım sevdasındasın. Yağmamı var: İlk önce, nefs-i emmarenin rüzgârından kesil, kalbini hakaik-i kevniye[16] soy. Oraya hakkın muhabbetinin karargâhını kur. Bu uğurda sarar. Hadisat-ı kevniyenin bütün tecavüzatına karşı manevi vücudun da delik delik olsun. Ondan sonra Allah de, lebbeyk sedasını al. Ondan evvel, yok bir şey. Bu günlük bu kadar konuşma zannederim yeter.
......

...sevmek de. Anlatabildim mi acaba? Bu korku. Onun için ahlak der ki: Ahlak korkusuna istinadı olmayan cemiyetler, gayretler, talaş alevi gibidir, talaş. Görürsün böyle bir şey parlar fakat gidinceye kadar yanına söner. Bir parlar, bir geçer. Kuvvet ve metanete hayiz olsa da, infialat[17] ve temayülat[18]-ı nefsaniyeyle renkten renge girer. İtimata şayan görülemez. Kestirmesi bu. Hesabını yapar da; geçen konuşmamda söylediğim gibi, uzun boylu bu hususta büyük büyük nasihate, şunu bunu okumaya, şunu bunu dinlemeye lüzum yok. Herkes şöyle bir dursun, babasını sorsun, dedesini sorsun, nerede? Yok... Niçin boğarsınız birbirinizi? Niye boğuyorsunuz birbirinizi? Baban, annen hadi hayatta, nenen oda hayatta, nenenin annesi yok. Babanın annesi yahut babanın annesinin babası yok. O halde siz. Siz de öyle. Değer mi? Babaanne dedim de, en sakınacak hukukta odur. En sayılacak hak. Madde itibariyle de öyle, mana itibariyle de öyle. Cemiyet kaidesine göre de öyle, mana kaidesine göre de öyle.
Hatta buna daha canlı misal vermek gerekirse; Allah’ın (cc) söylediğini dinlemek lazım gelir. En canlı misal, Hüda. Allah (cc) öyle der; Bütün emirlerimi yerine getirse, ne kadar emretmişsem hepsini yerine getirdi. Ne kadar nehyettiğim şeyler varsa hiç birisini irtikâb[19] etmedi. Hepsini dinledi. Fakat yarın huzuruma geldiği vakitte, annesi dedi ki; ben razı değilim. Hiç bakmam. Alnı secdede çürümüş, kıl kadar(söyleyemedim) kadar incelmiş. Her gün oruç tutmuş. Bin defa hacca gitmiş gelmiş. Babası dedi ki; ben memnun değilim, Ya Rabbi. Sen memnun değilsin ki, bu ne durur benim huzurumda. İlk önce kendi hakkını sorar. Allah’ın âdeti o. Ondan sonra anasının babasının; “Var mı bir diyeceğiniz?” der. Bazı hak vardır ki: ben affettim der. Affettin ama seni incittiği vakitte hukuku ammeye dâhil olmuştur, senin incindiğini başkaları duydu, o nama göre bu hesabı göreceğim der. Yani bazı yerde helallik de para etmez. Acaba anlatabiliyor muyum? İnce yerler bu. Muazzam bir yer. Haa burayı da söylemek lazım. Şu da lazım ki; annesinin babasının hoşnutsuzluğu nefsani olmayacak. Hakkın dairesinde olacak. Anlatabildim mi? O hoşnutsuzluğa Hüda da hoşnutsuz olacak. Yoksa senin keyfin içün, zevkin içün, vardır öyle nefsani düşünceler. Benim dediğim olmadı. Öyle şey yok,  onlar yok. Onlar dâhil değil. Her emr-i menkule[20] gelen makul olan dediğin olmazsa, bide vardır ki böyle zevk içün, bunlar dâhil değil. Ters anlatmayalım da.
Mahlûka itaat edilmez, o itaatten Halık’a isyan çıkarsa. Kaidesi bu. Şimdi derledim topladım sana, öz halinde verdim. Annendir, babandır; mâhluktur. İtaat etmekle ne dedik, anlattık ya işte! Ben razı değilim dedi mi, bitti. Böyle olmakla beraber; annendir babandır. Büyük kitap öyle der. “Öf demeyeceksin”, der. Allah (cc) bizi affetsin. Değil böyle, “öf demeyeceksin”. Öf yok mu, öf? Hani onu ağzınla söylemezsin de, içinden şöyle bir şey söyler veya az bir şey olurda şöyle yaparsın. Kaşını çatar, burnunun deliklerini kısar, yahut açar, şu tarafa doğru çevirir gidersin. Dâhil oraya o. “Kendimi zor zapdettim de bir şeye gönlü kırılmasın diyerekten…” Kudret onun filmini çekiyor, “Benim kırıldı” diyor. Çünkü anne baba, Allah’ın (cc) suri[21] ilahi fabrikasının insan dokuma tezgâhıdır. Oraya gidiyor. İşte onun için bu kadar ağırlığı var. Acaba anlatabiliyor muyum? Ben seni ilmimde tuttum. An yeri bu. Kün emrinde. O kün dairesinin merkezinde bütün mevcudat döner, sende kün emrinin içerisinde dâhildin. Sana kıymet verdim, ilmimde tuttum, Gaybı Künn’e gönderdim, evliyayı Künn[22]’e gönderdim, gurur-i isna aşarda gezdirdim, tevatir-i saf’a da şunu yaptım, Seyyarat-ı saf’a da şunu yaptım. Anasır[23] âlemine inkılap ettirdim. Senin meydana gelmekliğini ben istedim. Gelmekliğin içinde annenle babanı senin dokuma tezgâhın yaptım. Oraya burnunu kısmaklığın, kaşını çatmaklığın bana ait dedi. Beni beğenmedin sen. Anlatabiliyor muyum acaba? Beni beğenmedin. Beni beğenmeyenin benim yanında ne işi var? Ne duruyorsun sen burada? Beğenmedin beni. Zor di mi? Öyle, ne yapalım öyleymiş. Öf yok. An şartın[24] ki; bu sözde Kudrete isyan çıkarsa o vakit, şey yok. Mesela Allah (cc) böyle demiş… dimi böyle demiş. Anası da onun aksini söylemiş, babası da onun aksini söylemiş. Buna itaat edeceksin demiş. Yook. Tahir değil onlar.
Buna canlı bir misal verebilir misin? Vereyim sana canlı misal. Daha canlansın. Cemiyette çok olur. Çocuk, mücessem-i edeb-i vefa[25] bir kız bulmuş. Vicdanı, “hel şekakte kalbe”[26], yarıpta bilmeyiz fakat görüşe göre hüküm verilecek dimi ya. Bütün görüş itibariyle dürüst. Çocukta manaya inanmış, o da manaya inanmış. Uzatmayalım. Her cihetce cemiyeten, kalben, örfen, manen, -ne bileyim ben- ahlaken, bütün sıfatları hayiz. Bir kusuru var. Bir kusuru var. Ne o kusuru? Fakir. Anlatabiliyor muyum? Fakir. Çocuk da almış. Şimdi tutturmuş anası babası; annelik hakkımı helal etmem, boşayacaksın bunu. Her şeyi dinlemez Allah (cc). Anlatabildim mi? Canlı bir misal. Ben senin babanım, bu kadar sana emek verdim. Yoook! Buda Allah’ın kulu. Sen babamsın başka, fakat bunu bana at diyorsun. Anlatabiliyor muyum inceliğini? Ne gibi bir suç görüyorsun? Ailemize münasip değil.  Neden münasip değil? Biz milyoneriz, o fakir cemiyette kıymeti bile yok. Fakir bunlar, ayakkabısı yok, giyecek. Bize eş olmaz. Orda söz dinlenmez, anlatabildik mi? Hâlbuki insan konuşunca da korkuyor. Oraya dâhil değil işte o.
Bunu canlandırmaklık için size bir misal vereyim: Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav) refi[27] natıka-i kâinatın kalbi olan Cenab-ı Fatıma’yı, Kur’an’da hususi bir isimle tesmiye edilmiş. Allah (cc) Kevser demiş. O ne demek? Elli konferans vermek lazım… Mevzuu canlandırmak için burada misal getiriyorum. Bir hak meselesi varda iyi anlaşılsın diyerekten. Tarihi bir misal veriyorum size. Elbette öyle bir şahsiyete herkes yakin olmak istiyor. Sıddıkıyyet makamının eri olan zevat. O günün manasının adliye nazırı bulunan zat. Daha nice nice insanlar. Bazıları manen, bazıları az sarahaten[28] talip oluyorlar. Çocuklarımı evlendirmek ve kendim evlenmeklik hususunda Allah (cc)’den bir emir almadıkça yapmamışımdır. Böyle cevap veriyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Bir vahiy telaki ederim, ondan sonra o işi yaparım. Hazreti Ali’ye söylüyorlar; “Siz talip olsanıza!”, “Hüda bana vermiştir, zamanı gelmedi, kendi haberini gönderir” diyor. Hükümet-i Rabbaniyenin büyükelçisi olan, sefirikebir olan Cibril geliyor diyor ki; “Âlem-i arşta Kerimenizin nikâhının ahdi yapıldı. Suret Âleminde de Rasul-ü Ekrem (sav) yapsın. Diyerekten tebliğe geldim. Cenabı Haydarı çağırın, vaziyeti anlatın. Bu muamele yapılsın”, diyor. “Ve bu hususta da ben emir almaya geldim, diyor. Bu işin cihazı, merasimi… çağırın, sorun kerimenize; ne arzu ediyorlarsa bunların hepsi yapılacak” dedi. İlim olduğu vakitte…
Hülasa insan dendiği vakit, elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasına nazar edilerek, ondan ibarettir manası tahsil edilmemeli. Evet, onun vücudu surisi, amel sandığı denilen bir kabir çukuruna sığabilirse de, mana-i ihtivayisi, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı içine alır. Ondan dolayı insan layıkıyla tarif edilemez. Fen ilerlemiş, fikirler duruyor. Felsefe yürümüş, akıllar şaşırıyor. İlim ayyuka çıkmış, insana veleh[29] veriyor. Fakat insan mefhumunun, henüz hücreleri üzerinde, elli atmış kiloluk kan ve kemik üzerinde bilgiler meydana getirebiliyor. Onun içinde sessiz sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan, sus dediği vakitte susmayan, dur dediği vakit durmayan, hakiki vücudu üzerinde henüz bir çalışma başlamamış. O çalışma başlayıncaya kadar, beşeriyetin de ah sesi dinmeyecektir. Bu saha kapalı kalmış.
Harici kaba bir misal verelim: Bir vakit gecenin zulmetini yarabilmek içün, çıranın aydınlığıyla tekâmül etmiş, mum ışığıyla odasını aydınlatmış. Biraz daha tekâmül etmiş petrolle, biraz daha tekâmül etmiş, nihayet uzatmayalım, bugün elektrikle belki yarın fevkalade şeylerle. Oturduğu taştan topraktan yapılan odasını aydınlatmış. Fakat hakiki bir odası vardır –ki ona gönül şehri derler- O odasının ışığının ne olduğunu bugün bilemiyoruz. Belki odada ışığı da yok. O karanlık içerisinde, bocalayıp duruyor. Bir şey anlatabiliyor muyum? Halbûki bu âlem, hududu olmayan güzellik… Malum ya insanın güzelliği neresindedir? Herkes suratında zanneder. Suratındaki güzellik gönül âleminden gelir. Suratındaki güzellik çöker. En güzel surat; yirmi sene otuz sene sonra Hudadat[30] ı vechiyesini değiştirir. Güzelliği nerededir? Nazargâh-ı İlahi olan, Hakk’a ayine olan gönül âlemindedir. Değil mi ya? İşte onun için onun hududu yoktur. Ne kadar güzel söylemişler, mihen[31]; size çok okudum bunu. Fakat şimdi burasını aydınlatmak içün, layıkıyla anlatmak içün misal veriyorum.

"Mihen geçer dedik amma hakikat öyle değil.
Zevali yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil.

Olur mu hiç giran ser piyale-nış-i cemal.
Hümarı olmaz o camın bu işret öyle değil.
[i]

Hudutsuz düvel
[32] olmaz, fakat senin hüsnün, gönle hitap ediyor.
Hudutsuz düvel olmaz. Fakat senin hüsnün hududa sığmıyor asla bu devlet böyle değil.
Evet, her devletin her sahanın bir hududu vardır. Arşın, semanın, arzın, herhangi bir varlığın bir hududu var. Fakat insanın kudretin nazar etmiş olduğu, insana taalluk etmiş olan, insanın manasını ihtiva eden bir gönül sarayı vardır. Onun hududu yok. İşte ona işareten, hudutsuz düvel olmaz. Fakat senin hüsnün, hududa sığmıyor asla. Bu devlet öyle değil.
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şartı muhabbet öyle değil.
Şurayı bir daha söyleyeyim:
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şartı muhabbet öyle değil.
Buraya nerden girdik. Beşer, müspet ilimde kafaları durduracak kadar bir şey icat ediyor. İçeresine köpeği koyuyor, belki yarın insanı da koyacak. Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) semavatta insanların gezeceğini haber verdiğinden dolayı bunların hepsi olacak. Bunlar bize on dört asır evvel haber verilmiştir. Büyük kitap zevi’l ukul[33] ve zevi’l ruh[34] olarak mevcudatın sema ikliminde bulunduğunu haber verir. Men kelimesiyle. Nitekim bu saha yine ayrı… Hani bazıları soruyorlar; “Olur mu olmaz mı?” diyerekten de. Olacağı, on dört asır evvel bize haber verilmiştir. Ama ne vakit olur, ben ne bileyim? Olacak yani. Bu âlem-i imkânda bu olacak. Bugün bile işte bilmem şu kadar saniyede, şu kadar devirerek… Bunlar insanı öyle dehşete sevk edecek şeyler. Fakat bunlar yine basit. Bunlar üzerinde birçok terakki teali var. Fakat insanın manası biraz evveli tekrar ettiğim gibi, şu sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudumuzun, o mananın üzerinde henüz bir araştırma başlamamıştır. O araştırma başlanıp, mana-i insana agâh olunmadıkça, beşerden de ah sesi dinmeyecektir. Dünyanın en büyük terbiye tezgâhları çalışsın, en muazzam inzibat teşkilatı lazım gelecek icraatını yapsın, en mükellef diplomatlar bir araya gelsin, en büyük iktisatçılar kafalarını birleştirerekten ortaya koysunlar, çalışsınlar. Yine beşeriyetin ah sesini dindiremezler. Buna imkân yok. Neden?

Mana-i insaniden… insanlar biraz tenekecilikte terakki ettikten sonra yaratırım sevdasıyla bir varlık gelir. Varlık gelince, Kudret, mana âleminden kendilerini uzaklaştırır. Mananın en büyük vasfı da ahlaktır. O sınıftan ayırır. Kendi enesine tapmaya başlar. Ondan sonra felaket, beşeriyetin üzerine çöker. Halbûki, bu kadar uzun boylu da bu sahnede durmak yok. Dimi ya. Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Sayılı biraz nefes var. Bitip tükenir, adamı götürürler. Az bir zaman içerisinde fanisini bakiyle değişecek. Öyledir.

Kendi kendisine -öyle her konuşmamda tekrar ettiğim gibi- ben kimim, nerden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim suallerinin cevabını almaklık ve ona göre bir program yapmakla mükelleftir. Şüphe var mı ki; zaman bizi bir gün bir tarafa büküp atacak? Zaman bizi bir gün bir tarafa büküp atmadan, perde-i gaflet açılmadan muhasebe-i nefse bağlanmak lazım. Zira biliyor musunuz, bu yolculukta öyle bir an vardır ki, bir yudum suyu dahi verdirtmezler. Getirirsin pamukla suyu, sıkarsın böyle, almaz içeriye. Tık yapar, dışarıya atar. Anlatabiliyor muyum acaba? O halde niye birbirimizi yiyoruz. Niye canavarları dahi utandıracak kadar çirkin hayat bizde devam ediyor, dünya sekenesinde yani? Öyle bir yolculukta yol yürüyoruz ki, bu yolculukta öyle bir an vardır ki; felek bize bir yudum suyu dahi vermeyecektir. Hiç nafile, sert semaya bakma. Ellerini cebinin içerisine koyup da hatt-ı zatında yere sert sert basar. Hiç dinlemez onu; yer, adamı yer.  

Madamı ki; kabrin kapısını kapayamıyorsun, madem ki ölümü öldüremiyorsun, o halde manaya doğru boyun kes. İnsanlığı kurtaracak olan ahlak müessesesine gönül ver. Hal, ağızla değil, halen. Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) buyuruyor ki… Şimdi insanlığı tarif ediyorum. İnsanda bulunan büyük bir şeyi tarif ediyorum. Daha doğrusu naklediyorum. Aşktan daha büyük, kürsüden daha vafi[35], melekûttan daha müzeyyen, cennetten daha hoş, bir âlem vardır. Bir hazane vardır. Arştan daha büyük, kürsüden daha muazzam, melekûttan daha müzeyyen[36], Cennetten daha hoş, bir hazane[37] vardır. Biliyor musunuz diyor,  O’nun arzı, yeri yani ya, imandır. İnanmayan adamdan ne hayır bekleyebilirsin. Theta[38] insanı şöyle tarif ediyor: Tekâmül etmiş bir hayvan. Kâinat kör bir tesadüfün neticesi. Bu âlemde ihtirasat-ı nefsaniyeni tatmin edebilecek saha buldun; vur, kır, yak. Yapacağını yap. İşte senin için büyük bir saadet. Bunun haricinde kaldın mı mahrumiyet. Bundan başka bir şey yoktur, diyor. Bu adamdan beşeriyet ne hayır bekleyebilir? Aç kaldığı vakit seni niçün boğmasın. Hatta tokken de boğar.

İnsanlar biliyorsun ki hepimiz, hepimiz deyince büyük bir masaya sahip olan da… evet, belki daha fazla. Şöyle, milyarlarla bir kasaya malik olan da.. oda öyle mi? Yaa oda öyle. Pazar öyle açılmış. Herkes yüklüdür. Âşık müstesna. Burada her hafta söylediğim gibi aşk kelimesi geçtiği vakitte romanda okunan aşkı aklınıza getirmeyin. Değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, ruhta hâsıl olan muhabbettir. Avamın, örfün konuşmuş olduğu aşk, nefiste hâsıl olan muhabbettir. Acaba anlatabiliyor muyum? Ona şehvet derler. Ruhta, ahlakta hâsıl olan muhabbet: aslını bulmak, mebdeini, maad[39]ını, Rabbisini, bulmak çırpınmasının adına aşk denir. Onda keder olmaz. Ondan maada herkes yüklüdür. Onun hesabı da olmaz. İmanın zevkine çıkmış, yükünü bir yere yüklemiş. Ne kadar güzel söylemişler yine.


Ateşim aşkım, sinem kebabım
Ahengim ahım, nalem rubabım
Ne derse anlar ehl-i hitabım
Hicran azabım, yanmak sevabım
Sermest-i yarım, olmaz hisabım[40]

Bir daha okuyayım.
Ateşim aşkım sinem kebabım.
Ahengim ahım, nalem rubabım. 
Ne derse anlar ehli hitabım.

Bunu başka bir konuşmada açarız. O “ne derse anlar, ehli hitabım” ne demek. On konferans lazım. O bir cümleyi tahlil içün. Ehli hitap. Allah (cc)’ye muhatap olmak, dediğini anlamak, kudreti ihata etmek, her zerrede meşhud-u hakikiyi görmek. Nazar-ı mecazide, kafa gözümüzün sathi bakışında, sen ben şu bu öteki beriki var. Arz, yer, sema nazar-ı mecazide. Nazar-ı hakikide hep O var… Bu görüşte.

Ahengim ahım, nalem rubabım.
Ne derse anlar ehli hitabim.
Hicran azabım, yanmak sevabım.
Sermest-i yarım, olmaz hisabım.

Gelelim yine mevzuumuza. Beşeriyetin Fahri ebedisinin (sav) insanda bulunan bir varlığın, suretle tarifine ait bir şeyi anlatıyorum. Arzı iman dedik. Şöyle başladık. Tekrar ediyorum:
Arştan daha büyük, kürsüden daha vafi, melekûttan daha müzeyyen, cennetten daha hoş bir âlem var. Bir hazane var. Onun arzı iman. Seması marifet. Marifet olan yerde cehalet olur mu? Cehalet kalktıktan sonra senlik benlik kalkar. Senlik benlik kalktıktan sonra, huzur gelir. Huzur geldikten sonra Hak tecelli eder. Bütün büyük adamların, en yüksek ahlakçıların, Kudret’ten istiaze[41] etmiş olduğu şey, yegâne cehalettir, cehil. Bütün fenalıkların annesi. Yeri iman dediniz. İnsan yükünü imana yüklemezse yaşayabilir mi huzurla?  Hepimiz yüklü gelmişiz. Herkes bir yerinden tutulmuş. Onu ben sırtımda taşıyacağım dersen dayanamazsın, imkânı yok. Niçin intihar ederler, intihar edenler? Zavallıdırlar da onun içün. İflas var mı şu vakit hayatta? İflas yok ki. Hayatta iflas yok. Fuzuli’nin dediği gibi: “Nen vardı ki elimden aldı, hangi mertebeden aşağıya saldı.” Bir şey ile mi geldin bu âleme, iki gözümün nuru? Masayla mı doğdun, kasayla mı doğdun? Ne bileyim ben? Cah ile mi doğdun? Ne getirdin? Hep sonradan verildi, dimi ya. Veren alır. Binaenaleyh iflas yok. Verir, alır. Onun dediği olur. Sen benim dediğim oldu dersin. Dediğine uydu da senin ki çıktı. Onun dediği olur.
Bazı insanları çok severse, dediğini kabul eder, yapar. Ağası değilsin ya. Sevmek içün de belaya sabretmek şarttır. Belasız sevgi yok. Muhabbette nar da var, nur var. Narında yanacan nuruna kavuşucan. Böyle, usul böyle, ne yapalım? Musa Kerimullah oldu, rahatı buldu ama mihnet[42]ten sonra oldu. Firavunun ateşinde ağzı yandı, ondan sonra “benle konuş” dedi. Acaba anlatabiliyor muyum? Her azabın cinsinden adama Allah (cc) huzur verir. Dikkat et. Kendisiyle konuşma hakkını verdi. Ne istediğini tanı dedi, istediğini de tanıdı. Onun söylediği şeyi ben konuşursam kovulurum. O, ona mahsus. Neden? Firavunun ateşiyle ağzı yanmıştı.
Her konuşmamda dediğim gibi; herkes bir yere çalışır. Fakat hayaline köle etmiştir Kudret, hayaline köle etmiştir. İnsanlar hayalinin kölesidir. O hürüm diye, istediği kadar desin. Hayır hayır! Hayalinin kölesi. Hayaline köle etmiştir hepimizi… Oraya çalışır. İnkâr eden de, inanan da, inanmayan da, hepsi oraya.

Aşık, maşuku ile hursendi[43] cünun,
Mümin varsa savmiatına memnun,
Kafir fütürsüz zünnarına metfun,
Külli hizbin bima ledeyhim ferihun (كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ [44])

Bu âlem bir sahnedir bir havuzdur. Herkes kendi şeysinde, hizbinde yüzer. O zanneder ki; kendi kendine ben şöyleyim böyleyim. Nereden girdik buraya?

İntihar eder neden intihar eder? Zavallılığından, sahte benliğinden. Büyük kitap öyle der; beşerde öyle insanlar vardır ki der, “Benimle azamet yarışına kalkar da, münacatta[45] onuruna dokunur elini bile kaldırmaz” der. Seni aradım ki, elini kaldırmadın amma kabrin kapısını kapat, sana edep edeyim. Beşerden aczi gider. En büyük nokta. Beşerden aczi gider. O halde. Benliğine mağrur olmuştur. Hayalindeki arzu olmamıştır. Niye teslim olmadın? Yoksa, Kudretin umurunda mıdır? Sen intihar ettin de yani… Bir şey mi, halt mı eder, Allah (cc) da. Hiiiç öyle şeyler.            
  
Koruk halinde kalma üzüm ol der, üzüm. Acaba anlatabiliyor muyum? Olmuş insanın adına üzüm derler, ham kalana da koruk derler. Koruğu yiyemezsin, üzüm ol der, üzüm. Koruk halinde kalma. Üzüm ol. Gönül bir bağdır, sulanmak ister. Hangi suyla? Gözyaşıyla. Gülmenin zevkiyle ağlamanın zevki arasında ağlama zevkinin gülme zevkinden üstün olduğunu görmemişsen henüz insan olamadın der ahlak. Bir şey anlatabiliyor muyum? Gülmenin zevkiyle ağlamanın zevki arasında bir fark olup ve ağlama zevkinin gülme zevkinden üstün bir zevk olduğunu henüz duyamamışsan daha makamı insaniyete kadem basamamışsın, der. Evet. Yağmur yağmadığı zamanlarda afitab daha parlaktı. Acaba anlatabiliyor muyum? Yağmur yağmadığı vakitte, afitab daha parlak. Daha aydınlık vardı. Fakat bağ ağlar, ya da o parlaklığım biraz azalsın, bende vereceğimi vereyim, de. Ağla sende o gülmenin, o hattı zatında zevahiri ağlayışın filan netice itibariyle o kadar mahsulünü alamazsın. Kalp mahsulünü veremedikçe insan olamazsın. Kalp mahsulü vermesi lazım…
O aşktan daha geniş olan sahanın, arzının iman olduğunu söyledik. Misal de verdik. Hakiki insan yükünü ona yükletir. Kudret der ki, ben seni mevcudat içerisinde kendime naib yaptım. İmzamı koydum der. Seni mevcudat içerisinde insan yaptım. Herhangi bir mahluk-u süfli yapsaydım “olmam” mı diyecektin? Desen, kime dinletecektin? Seni esrar-ı zatiyyeme agâh, sıfat-ı subhaniyeme layık bir kabiliyette meydana getirdim. Kabahat mi ettim? Bu masnuat[46] içerisinde, etiketimi sana mekbuaz ettim, imzamı sana vaaz ettim. Şimdiye kadar söylemediğim bir şey: İmzanın muhafazası nedir? O imzayı hangi muhafaza içerisine koymuştur Kudret? Allah(cc). Hayâ. Anlatabildim mi acaba? Hayâ insandan kalktı mı imzayı ilahi kalktı. Muhafaza yok. Sonra dikkat edersen; hayâ hayattandır. Tabire dikkat et. Onun içun, der ki Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav); Utanmadıktan sonra istediğini yap. Bundan daha ağır bir emir yoktur diyor, ehl-i ilim. Niye? O büyük zat, O Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav) alakasını kesiyor? “Utanmadıktan sonra istediğini yap” deyince, “benimle alakan yok, buyur ne yaparsan yap” diyor. Alaka kesiliyor. İkinci bir mana; madamı ki, hayâ hayattandır, ölüyor. Ölüyü, böyle de yapsa olur, şöyle de yapsa olur. Ölüden ne beklenir? Ölüden bir şey beklenir mi? Ölüden bir şey beklenmediği halde, hayâsını atmış olan insandan ne iyilik beklersin sen? Hayâsız insandan bir hayır beklemek hamakat[47]ten dolayıdır.
Yine gelelim mevzua. Ben seni insan yaptım. İmzayı ilahimi rabtettim. İnsan olman dolayısıyla sana emanetimi haml[48] ettim, emanetimi haml/yüklettim. Fakat kevn ü kesr[49] âleminde, bu darı belva[50] da, ikbalinde hud’a[51], idbarında[52] fecia gizlenmiş olan, zahirde bal gibi tatlı, içinde semm-i katil[53] bulunan, bu sahneyi şuhudda, sen huzur içinde yaşamak istersen, yükünü bir yere vurmak istersen, kendi kendine takviye[54] edemezsin. Taşıyamazsın... Ver imana yükünü o taşısın. Sen elini kolunu salla yürü gel. O söylemiş olduğumuz âlemin, arzı iman olduğu gibi seması marifet, güneşi şevk, kameri muhabbet, yıldızları havatır[55] -Öyle tarif ediyor. Gayet güzel- seması akıl, yağmurları merhamet, nehirleri hizmet, ağaçları taat, yemişleri ahlak-ı hasene, büyük büyük palasları da kasırları da nimet. Anlatabildim mi acaba? Bunu anlattıktan sonra, dostları etrafında, acaba netice ne çıkacak diyerekten bakarlarken, bilir misiniz o âlem neresidir? Hazreti İnsanın kalbi, kalbidir.
Evet, insan mevzuu gayet geniş bir mevzu… İnsan odur ki, mazhariyyet-i gaybiyesi[56] cehalet içerisinde marifet meydana getirir. Niyyat-ı hasenesi mezalim içerisinde ma’delet[57] ortaya koyabilir. İnsan, o kadar büyük bir manadır. Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav) on dört asır evvel Hira dağından tek davayı açtığı vakitte -aciz insana tapılmayacak diyerekten dava ortaya koyduğu vakit- bütün kâinat hasım olmuştu. Öyle bir karanlık çökmüştü ki sahne-i şuhuda, o kadar kesif bir zulmet perdesi kaplamıştı ki, yıkmanın imkânı yoktu. Fakat mazhariyet-i gaybiyye, niyyatı hasene[58], kudret kimde onları görecek olursa, açar. Ruh kunut[59] istedi ……  dedi. Cenab-ı Ahmediyyet(sav) afitab[60]ın avını(ya da ayını) yardı. Sen zannedersin ki yalnız maddeyle… Madde, mananın tekâsüf (ya da tekafül[61]) etmiş şekline denir. Tarifimi dikkatle dinle. Maddenin tarifi şudur: Mananın tekâsüf[62] olan kısmıdır. Ruhu hayvaniyyenin tekâsüf etmiş kısmına beden denir. Ruh-i insani hariç. Acaba anlatabiliyor muyum? Ruh-u hayvanide manadır. O mananın tekâsı (?) kolay. Ruhu insani? O ayrı o. Ne manaya girer, ne maddeye girer. Ona ruh-u menfuh derler. Kudret kendisinden vermiştir. O ne dâhildedir, ne hariçtedir. O nasıl bir şey öyle yaa?
Misal vereyim sana: “Güneş, odaya girdi” dersin, güneş kalktı da odaya mı girdi, buraya? Feyzi buraya girdi. Acaba anlatabildim mi?  Ruhi insani de öyledir işte. Kudretin elindedir. Onun için öyle der Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav); İnsanın bedenine taalluk eden o Ruh-u Kerim senin bedeninde durduğu gibi, taalluk ettirildiği gibi; kendisinin, kudretinin elinde duramaz mı?
Yine insan vardır ki, teşkilat-ı Şeytaniyesi marifethaneleri berbat eder, insanın kalbinden imanı çalar. Çalar. Ve hakikatte gülerek yürürken ayağına köstek vurur, birden insanı dalalete sevk eder…
Hayat verir, hayat alır. Öyle bir hassa var böyle. Ani(den), ruhuna, mizacına, misakına, meslekine ait olmayan bir söz dalgası içersinde kalırsın. Kalbin birden bire durur. Aldı seni işte. Bedenindeki varlığını aldı. Ruhundakini de çalar, anlatabildim mi? Bedenindekini çalan, ruhundakini de cayır cayır çalar. Yine insan vardır ki; rayiha-i kerihesi[63] âlemi zehirler. Cehalet içerisinde marifet yaptığı gibi, kokusu teneffüsü kâinatı zehirler. Yine öyle insan vardır ki; hilm-i tevazuu selamet-i tab[64]ı nazarında, kendisinden daha hakir bir şey yok, diye düşünür; ufak bir karıncanın hukukuna riayet edeceğim diye tir tir titrer. Niçin titriyor? Kendisinde vücut görmüyor da, onun için titriyor. Kendisini gördüğü vakitte, Firavun böyle titredi mi? Nemrut böyle titredi mi? Neden? Benliğinin kalınlığında kalmıştı.
İnsanın, -geçen konuşmamda dediğim gibi- yaratılışında, cibilliyetinde her ferdinde Firavunluk vardır. Müstesna, hilkat ayrılabilir. Fakat hepimizde vardır. Onu, ahlak müessesesi derler, toplar, bağlar, bir vaziyyette sıkıştırır insanlığını meydana getirir. Onun haricinde bulunduğu vakitte, eğer o yolda yol alıp da, aklı esir edilecek olursa, insan mahvolur, gider. İşte ahlak bunları önler. Bunları ayarlar. Herkes de vardır. Züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. O makbul değil. Yüzüne bakılırken, cebinde paran varken, elinde geniş bir kasa varken, telefonu açtığın vakitte; “Emredersiniz efendim” diyerekten hitabı alırken, yolda yürürken, herkes el pençe divan dururken, eğer; ben yokum, Allah(cc) var dersen, o başka. Onlar elinden alındıktan sonra bakarsın ki bambaşka bir adam. Konuştuğu vakitte veli midir, melek midir, semadan mı gelmiştir, şaşırırsın. Hüner onlar varken.
Malum ya, üç şeyin teşekkürünü Kudret ister insandan: Hiç bir vakit istiskal[65] kabul etmez. Kaide-i küllüye. Hiç bir vakit nimet istiskal kabul etmez. Güzellik bir nimettir istiskal kabul etmez. Şükrünü yap der. Allah (cc) öyle der. Şükrü iffettir namustur. Anlatabiliyor muyum? Servet, kudretin vermiş olduğu adet-i ilahide var o. Anlatabiliyor muyum acaba? Beşer niye ….. kâğıdın üzerinde yazılı. Kudretin bir alakası olmasa,  o kâğıt peşinde hepimiz koşar mıyız? Bir küll-ü kudret var, oraya taalluk etmiş. Kâğıt olsun maden olsun, ne olursa olsun. Can veriliyor, aile yıkılıyor, insan insanı imha ediyor. Oraya bir alaka olmadıkça bu iş olur mu? Hah. Onun şükrünü, misal servetliye de; infak, düşmüşü kaldır. Onu ister. Geniş bir masa, beşeriyeti idare ediyorsun, sana vermiş o masayı. Sahib-i hakikisi sen değilsin. Sen zannetme senin, yoooo. Zekâmla aldım. Hayır efendim! Çalıştım da aldım. Hayır efendim! Uğraştım da aldım. Yine hayır efendim! Ya ne ile aldın? Allah (cc) verdi de aldın. Ben sahne-i şuhud da sana, namütenahi misal getireyim. Naaaaamütenahi. Uşağından aklını alırsın. Çağırırsın. “Şu işi yapacağım, nasıl?” desen, sana aklı verir; O’nun dediğini yaparsın, o sahada muvaffak olursun. Milyonlara malik olursun. Yanında üç yüz bine, beş yüz bine çalıştırırsın. Eğer çalışmakla o sahaya, o servete malik olmak lazım gelirse (mümkün olsaydı, o makam) uşağın olacaktı. Sen ondan öğrendin. Acaba anlatabiliyor muyum? Öyle olması lazım…
Ne kadaaaaaar açık misaller vermiştir: İkimiz de kalkarız. Aynı adımlarla yürürüz. Gideriz teyyare bileti alırız. Piyangoyu çekeriz. İkimiz de, “Dur dikkat edeyim. Ay dur dikkat edeyim. Beraber tutalım, sen de beraber, çek.” İkimizde bir dakikada (aynı anda) koyalım dedik, cebimize koyduk. Sana yüz bin, bana hiçbir şey yok. Yahut bana yüz bin, sana hiçbir şey yok. Sen benden akıllı mıydın? Yahut ben senden akıllı mıydım? Sen benden fazla mı çalıştın? Ben senden fazla mı çalıştım? Hayır ya. Taksimat-ı edebiyye var. Taksimat-ı edebiyye var. Onun içün demişler ki, kaç defa size söyledim:

Bilenler macerayı meclisi nahnu kasemnayı,
Humar ı neşve i idbarda asla melul olmaz.
Zaruri bir bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz.[66]
 
Allah (cc)’nun bir mutfağı vardır. O matbahta, kendi öz eliyle dağıtır. Onu ne eksiltebilecek ne çoğaltabilecek hiç kimsenin bir şeyi oraya taalluk[67] etmez. Bunu bilenler hiç bir vakit idbar[68] zamanında dövünmezler, çırpınmazlar, kaşını gözünü germezler. İkbalde de buraya kadar ağızlarını açaraktan gülmezler. Anlatabildim mi acaba? Zira, her pazarda pazarlık vardır. İşine gelirse alırsın. Fakat Allah (cc) pazarında, pazarlık yoktur. Ne verirse onu alırsın. Pazarlığı yok.
Çok eski konuşmalarımda misal getirmiştim size. Şerir(?) olduğu için çekilsin diye tekrar o misali veriyorum: Tramvay iskemlesine benzer, tramvay. Harbiye’den bindin, tramvay doldu, orta yerde kaldın. Bacaklarında da sızı var. Etrafına bakıyorsun; “ah bir yer boşalsa” diyerekten. Taksime geldin, boşalan filan yok. Şöyle biraz yokuştan aşağı filan yok, taaa sen burada bekliyorsun, ön sıralardan birisi, önünde bir çantası var, şöyle eğildi çantaya, hah kalkıyor galiba dedin, oradan hareket ettin, öne doğru geldin, oda çantayı aldı. Rahatça arkasına dayandı, açtı.  Mahkemeye gidiyor, bir dosyayla ilgili bir şey unutmuş ona bakacak. Bir sükûtu hayal, inmedi adam dersin. Sen oraya gittin ya, sen oraya giderken, beklediğin iskemlenin içinde oturan adam, hemen kalktı atladı. Oradan biri atladı, hoppalak oturdu. Sen Harbiye’den kalktın Beyazıt’a kadar geldin ayakta. Fakat biri hemen atladı, oturdu. O senden akıllı mıydı? Anlatabildim mi acaba? Oturması icap etti de oturdu. Böyledir.
Eee o halde çalışmayalım mı? Öyle bir şey demedik. Ters manaya alma. Çalışmak insanın ziynetidir. İnsanın en büyük sıfatı çalışmaktır. Atalet, Kudret’in sevmediği en mezmum[69] bir halettir. Ben insan olaraktan, sahneye gelmişim. İnsan olaraktan döneceğim. Bana Kudret vazife vermiştir. Olur, olmaz ben onunla alakadar değilim. Verilen elimdeki müfredat programını, tatbik edeceğim. Allah’a alın akıyla çıkacağım. İnsanlığı bağrıma basacağım, sayılı nefesimi insanlık uğrunda tüketeceğim. Zulme divan durmayacağım, alçağa karşı yüzsuyu dökmeyeceğim, Kudret’e isyan etmiş olan kimseyle hukuk tedarik etmeyeceğim. Fukara ile guraba ile hemdemiç[70] olacağım. Zuafanın[71] ahını taksim edeceğim, sineme basacağım. Yarın Kudret’in yanına çıktığım vakitte, dostlarınla geldim, elimden bu geliyordu, diyeceğim. Bu. O ayrı bir şey. Ve bunların hepsini de varken yapacağım. Zararın neresinden dönülürse kar olur, derler. Bu söz de doğrudur, amma, zarar etmeden dönmek daha güzel değil mi? Hiç zarar etmeden yürümek daha hayırlı değil mi? Zarar etmeksizin, o ayrı iş.
Gençliğinde, gençliğinde… İçinizde gençler var. Tebrik ederim. Bir mana işitmek şekliyle gelmiş. Kudret gönlünde yer yapsın. Biz gafiliz, naklederiz. O tohum sizin kalbinizde yer alır, yemişini görürsünüz inşallah, dimi? Gençken işi kavramak başka. Onun çok büyük kıymeti var, muazzam kıymeti var. Ona ben şimdi daha canlı bir şey olaraktan dini bir misal vereyim size -gençken olana- daha iyi anlaşılsın. Allah (cc) der ki; bir genç, gönlünü bana verir ve hayatını daima benim hatırımı sayarak, düşünerek geçirir de yaşı yetmiş olursa; kaleme kalk bakalım der. Çünkü beşer malum ya: efali[72] mazbuttur[73] -Fen mevzularına da girmiş- Hiçbir şey zayi olmaz. Dünyanın bir köşesinde konuşuyorsun, burada duyuyorsun, burada konuşuyorsun, taa bir köşesinde duyuyorsun. Anlatabildim mi acaba? Bir gün o konuşmalar da birer birer meydana çıkacak. Konuşturan konuşacak. Kudret bu asırda fen ismiyle tecelli ettiğinden dolayı, inkâr kapısını kapamıştır. Ona bir vücut vermese, o konuşmayı sen duyabilir misin? Binlerce senelik yerlerden, duyamazsın, dimi? Onun vücudu var. Konuşma mahfuz olduğu gibi, halin, harekâtın, ahvalin hepsi böyle mahfuz. Kudret, senin bilmediğin bir kalemle -memuru vardır onun- yaz der. Gençliğinde bana gönlünü verdi, diyor.
Nefis yedi başlı ejderhadır. İnsanın iklimi vücudunda çöreklenmiştir. Hırs, tamah, kibir, ucub, buğz, adavet, riya bunların hangi birisi başını kaldırdığı vakitte, benim bir eczanem var, oradan aldı morfini  sıktı, uyuşturdu. Benim hatırım içün yaptı. Acaba anlatabildim mi? Sonra zordur da dimi ya? Sen istersin ki; daima Kudret’in arzu ettiğini bütün insanlar da öyle kabul etsinler. Yoook. Bu âlem cemal ve celal dalgaları arasındadır. Ağa giren hayatta şekiller olur. Eğlence mevzuu da olabilirsin. Anlatabildim mi acaba? Eshab-ı ikab[74] daima inanla eğlenir. Eshab-ı ikab eğlenir. Yevmiye dersini yapmamış, çantasını manava, bakkala bırakmış, sinemaya giderken çocuk, derse koşaraktan giden talebeye gururlanarak  omuz vurur böyle, eğlenir onunla. Anlatabildim mi? Fakat günün birinde “yapmayaydım” der. Biri, bir ilim neticesi alır, kam alır. Öteki de on beş sene sonra “eşeklik ettim ben” der. Anlatabildim mi?
Kurbet[75] âleminde böyle demek de para etmez. Kurbet âleminde böyle demek para etse kolay şey. Öyle de geç, öyle değil ki. Adama hesap sorarlar. Üüüffff öyle ince sorar ki, öyle ince sorar ki; içmiş olduğu bardağın soğukluğundaki soğukluğu da sorar. Suyu sorduğu gibi soğukluğunu da sorar. Beşeriyetin Fahri Ebedisi(sav) bir gün bir soğuk su içiyorlarmış; suyu içtikten sonra mübarek o aine-i hak olan gözlerinde yaş belirmiş. Sormuşlar, “Müteessir oldunuz?”. “Hayır” demiş. Söyleyin demişler. “Üzülürsünüz.” Israr etmiş sevdiklerinden birisi: “Çok soğuk suydu, çok zevk aldım. Suyun hesabını vereceğim gibi soğukluğunun da hesabını vereceğim” demiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Soğukluğunun da hesabını vereceğim. Ağırdır. Öyle bırakmazlar adamı. Onlara gönül vermiş. Gecen konuşmamda söylemiştim.
Geçen konuşmamda dedim ki; ahlakçı der ki, şakinin tecavüzünü şikâyet etme. Şakidir, ölü demektir. Kalbi ölen adama şaki derler. Bir mezarlıktan giderken yüksek mezar taşının ucundan bir taş kopsa da omuzuna düşse, yara etse, “Bu mezar taşından taş düştü. Beni yara etti” diye mahkemeye müracaat eder misin? Etmezsin. Ömür taşı olduğundan dolayı, ona elli beden olduğundan dolayı sana tecavüz etmiştir. Dirinin tokadından kork der. Anlatabiliyor muyum acaba? Dirinin tokadından kork. Biri Hakla birdir, tokadı ağır olur. Çökecek ne var? Kudret öyle diyor: Ona da dini bir misal veriyorlar. Gençliğinden ömür verdi bana. Bana saygıyla yaşadı. İktiza[76]yı beşeriyyet, gaflet, hepsinin hükümleri var. O hükümler karşısına geldi. Allah (cc)’nün adıyla geldi. E gençliğini bu şekilde… Meşru kapılar o kadar çok ki yasak kapılara girmeye ihtiyaç yok, bunları da gördü. Yaş da yetmişe geldi. Kaleme derim ki, “Kaldır kalemi bunun üzerinden, kaldır. Utanırım buna hesap sormaya.” Bir şey anlatabiliyor muyum? Kalemi kaldır. Bunların hepsi nihayet gayet az bir zamanda olacak şeyler.
İnsan sınıfını sayıyorduk. Yine insan vardır ki, kibri, gururu “Olmasa kibr ile riya senin o beyti kibriya[77].” Dikkat et, zapdet, hafızana al, daima düşün, muhasebe-i nefisle yaşa. Olmasa kibr ile riya, sensin o beyti kibriya. Hakk’ın adresi kırık kalplerdedir kardeşim. Kibirden, nutfetten[78], gururdan azade olan kalp kırılmış kalptir. O kalbin içerisinde Kudret’i görürsün. Nar parçalandığı vakit, çatladığı vakit… Hiç pazarda görmedin mi narı? Böyle bakınca tanesini görürsün, iri mi ufak mı; ona göre seçer alırsın. Nar, nar yok mu nar. Şöyle bazen çatlar nar. Bak yarığına iri mi ufak mı? Kırık kalbin içerisinde Kudret iyi gözükür. Aralığılından bak. Ara bul. Hakk’ın adresi orada.




















[1] Esafil:  Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar.
·         [2] Senaveri: Birisini medhedene, övene ait. Senakârane. (Farsça)
[3] İsticvab: Cevab istemek. Sorguya çekmek. Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek.
[4] Taalluk : Bağ kurma, ilgili olma, sevme.
[5] Alat-ı carihası : Kesici, yaralayıcı aleti
[6] Nisbet: Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü.
[7] Kelimeyi tam anlayamadık. Şükuf: 1) Gonca, tomurcuk. Çiçek 2) Açmak, açılmak
[8] Pervaz: Kanat
[9] Taqrim: Ödetme. Ödenme.
[10] Nedim: Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı.
[11] Mülaki : Kavuşan, görüşen.
[12] Lebbelep: (Leb-beleb) Dudak dudağa. (Farsça).
[13] Orijinal şiirde
Tab’a tağyir virüp la'l-i Bedahşân olmaz ‘şeklinde geçiyor.
[14] Her uzun boylu şecâ'at idebilmez da'vî
  Her ağaç kim boy atar serv-i hırâmân olmaz
Bu son beyit konuşmada alınmamış.
[15] Fem: Ağız

[16] Hakaik-i kevniye: Kâinatla, yaratılışla ilgili hakikatler.

[17] İnfialat: infialler, gücenmeler, aksi tesirler.
[18] Temayülat: Meyiller, sevgiler, muhabbetler
[19] İrtikab: Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak.
[20] Menkulat : Taşınan aktarılan, dile gelen, başkasına bildirilen.
[21] Suri: Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. 
[22] Tam olarak anlaşılamamıştır.
[23]  Anasır: Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebep olan temel esaslar. Elementler.
[24] An Şart: Şart ile
[25] Mücessem-i edeb-i vefa : Ahlak-ı vefanın tecessüm etmiş, vücuda gelmiş hali. 
[26] “Kalbini yarıp da mı baktı?” anlamında Hadis-i Şerif.
[27] Refi: Yüksek, bülend, âli, yüce.
[28] Sarahaten: Açıkça
[29] Veleh: Hayret, Şaşkınlık.
[30] Hudadad: Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî. (Farsça)
[31] Mihen: (mihan) Mihnetler, sıkıntılar.
[32] Düvel: Devletler
[33] Zevi’l ukul: Akıl sahipleri.
[34] Zevi’l ruh: Ruh sahipleri.
[35] Vafi: Yeterli. Tam, elverişli, kâfi, yeter.
[36] Müzeyyen: Bezenip süslenmiş, ziynetli.
[37] Hazane: Gönül, kalb, yürek.
[38] Theta, Aristoteles’in eseri.(Üstad’ın dilinden anladığımız Tİta kelimesi bir başka filozofu da işaret ediyor olablir.)
[39] Maad: Âhiret. Dönülüp gidilecek yer.
[40] Âtesim askım sîne kebâbım
Hûndur sarâbım cândır hûnâbım
Âhengim âhım nâle rebâbım
Ne disem anlar ehl-i hitâbım
Hicrân azâbım yanık sevâbım
Ser-mest-i yârım olmaz hesâbım
                         Menâkıb-ı Seyyid Nigârî’den alıntı.
[41] İstiaze: Allah'a sığınma.
[42] Mihnet: Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ.
[43] Hursendi : Tok gözlü, kanaatli.
[44] Rum Suresi 32’nci Ayet-i Kerime  مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
Meali O müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine güvenmektedir.
[45] Münacat : İlah’a yakarma, yakarış
[46] Masnuat: San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
[47] Hamakat: Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
[48] Haml: Yük. İsnad. Yüklenme.
[49] Sekr: (Sekir) Sarhoşluk.
[50] Dar-ı belva : Bela diyarı
[51] Hud’a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
[52] İdbar: Düşkünlük, talihsizlik
[53] Semm-i katil: Öldürücü zehir
[54] Takviye: Kuvvetlendirmek.
[55] Havatır: Hatıralari düşünceler
[56] Mazhariyeti gaybiye : Gayb bilgisinden edindikleri
[57] Ma'dele(t)    (Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. Adalet yeri.
[58] Niyyat-ı hasene: İyi niyet
[59] Kunut: Baş eğme, itaat
[60] Afitab: Güneş
[61] Tekafül: Dayanışma, kefilleşme.
[62] Tekasüf: Bir araya gelme, sıkışma, toplanma, yoğunlaşma.
[63] Rayiha-i kerihesi: Kötü kokusu
[64] Tab: "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
[65] İstiskal: İhmal etme. Yüz vermeyip kovma. Hoşlanmama, değer vermeme.
[66] Anlayamadık. Aslını da bulamadık.
[67] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.
[68] İdbar : Talihsizlik
[69] Mezmum : Kötülenmiş
[70] Hemdem : Can ciğer olmak.
[71] Züafa : Dermansızlar, güçsüzler
[72] Ef’al : Fiiller, hareketler
[73] Mazbut : Zaptedilmiş, düzgün, sağlam.
[74] Eshab-ı ika’b : Ceza, azab halkı
[75] Kurbet : Yakınlık, akrabalık. Allah’a yakınlık.
[76] İktiza: Lazım, ihtiyaç. Gerek.
[77] Erzurumlu İbrahim Hakkının Efendinin şiirinden alıntı

Vasf-i lisan seninledir, vasfedemem gönül seni
Nutku beyan seninledir, vasfedemem gönül seni

Her hünerin kemalısın, her güzelin cemalisin
Hüsn ile an seninledir, vasfedemem gönül seni

Şevk ü taleb ki sendedir, zevk ü tareb ki sendedir
Aşk ile can seninledir, vasfedemem gönül seni

Olmasa kibr ile riya, sensin ol Beyt-i Kibriya
Genc-i nihan seninledir; vasfedemem gönül seni


Bilmedi kimse cevherin, âleme doldu Kevser'in
Zevk-i cihan seninledir, vasfedemem gönül seni

Hükmüne Hakkı bendedir, canı seninle cindedir
Cümle cihan seninledir, vasfedemem gönül seni


[78] Nutfetten : Küçük görmekten, küçümsemekten



[i] Muhyiddin Raif Yengin Beyin güftesini yazdığı Udi Fahri Kopuz beyin bestelediği Suzinak Eser.

Elem geçer dedik ammâ hakîkat öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil

Hudûtsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hudûda sığmıyor aslâ bu devlet öyle değil

Olur mu hiç giran ey ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil

Zaman gelir bıkılır mâhlardan ey Muhyî
Fakat o mihre doyulmaz, o âfet öyle değil.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017