002
(22.12.1957) 62 dk. (288)
...O sıfatı atarak yerine muhabbeti taşıması esastır.
Malum ya insan, -eski konuşmalarımda söylediğim gibi- âlem-i hikmetle, âlem-i Kudret’e taalluk[1] etmiş bir candır. Bir sahası âlem-i Kudret’e bağlı, bir sahası âlem-i hikmete bağlı. Âlem-i hikmette kendisine rehberlik edecek, doğru yola sevk edebilecek medar-ı teklif olan akıldır. Fakat senin suretin mahlûk ise de; zatın, Hakk’ın hususi bir tecelliyatına mazhar olduğundan dolayı, akıl senin hüviyetini tahlil edip önüne koyamaz.
Akıl meçhulden malumu çıkarır. Hissin galatlarını tashih eder, iyi ve kötü anlatıldıktan sonra iyi ile kötüyü anlar. Bizatihi, hayır ve şerri kendisi bulamazsa da fakat tarif edildikten sonra anlar. Fakat ne de olsa mahlûk olduğundan dolayı, senin âlem-i Kudret’e olan nispetin sahasındaki vaziyetten sana haber veremez.
Sen ki makam-ı insaniyete teali ve terakki ettikten sonra aklın sana vermiş olduğu bilgilerle iktifa[2] edemezsin. Aslını aramak aşkı tecelli ettikten sonra, akıl senin yanında pek küçük kalır. Çünkü akıl mahlûktur. Gayr-ı[3] mahlûku nasıl idrak edebilir? O, sana ne bildirmişse bildirmiş olduğu şeylerin hepsi mahlûktur. Sen netice itibariyle bütün ömrünü mahlûk ile geçirecek olursan, doyamadan gitmiş olursun. Anlatabildim mi acaba?
Bütün ömrünü yalnız mahlûk ile geçirecek olursan, aslını bulamadan gidecek olursan acınacak halde, zavallı bir vaziyette bir çukura yuvarlanmış, defterin kapanmış, sahan silinmiş, ondan sonra teali ‐terakki etmek yolları da kesilmiş. İşte ahlak, insanı yalnız bu sınırda bırakmıyor da “gel!” diyor. Vicdanındaki ebed sedasını duy, perde-i gaflet açılmadan, kudret elden gitmeden, zamanı fırsat bil! Ebediyet âlemin içün zat-ı zahire[4] topla. Bol rızıklı ol. Geniş sahaya sahip bulun, makam-ı aşka çık! Âşık olan insana bütün kâinat dar gelir. Anlatabildim mi acaba? Burada ki aşk, her hafta söylüyoruz romanda okunan aşk değil. Bir de romanda okunan aşk var ya hani süfliyat,[5] o değil. Ahlakın tarif ettiği aşk bambaşka bir şey!
Bütün lezzetleri terk ederek, zahmetlere tahammül edip, bu zahmetin içerisinde zevk alan adama âşık denir.
Yeni bir tarifini yapayım size. Nasıl olur bu? Ben onun bu kadarını söylerim. Nasıl olduğunu da başka bir konuşmada söylerim. Şimdilik bu kadar yeter. Bir daha söyleyeyim.
Bütün lezzetleri terk ederek, zahmetlerin en derinliğine inerek, tahammül edip bu zahmetin içerisinde duymuş olduğu zevkin sahibine âşık denir. Ne talib-i izzettir. Ne talib-i zillettir. “Elestü bezmi"ndeki[6] sedaya gönül vermiştir. O nidanın zevkinde çırpınır. Yükünü imana yükletmiş; vücut şaibesinden eser kalmamış, “benlik” denilen şeyi tamamıyla yıkmış. Dalganın çokluğu denize halel vermediğini anlamış. Dalga ne kadar çok olursa olsun denize bir zararı olur mu? Hadisat ne kadar çarparsa çarpsın kendisi büyük bir derya olduğundan dolayı ona zararı olur mu? Şüphe yok ki bu sahne-i şuhud da insanlar, Kudret’in Celal ve Cemal dalgaları arasında çırpınır dururlar. Fakat sefine-i aşka[7] binen, dalgadan müteessir olmaz.
Teslimiyyet yelkenini açmış, tevekkül kamarasında oturmuş. -Tevekkül demek miskinlik manasına değil- Mani[8], mû’ti[9], dar[10], nafi[11] veren, alan, tazyik eden, açan, bas[12], kabz[13], bütün şekilleri veren insan değildir, Allah (cc)’dır demiş. Bu adama mütevekkil derler. Bunu ekseriyet ters anlar. Bir kenarda oturmuş uyuşmuş bu manaya değil. Ümran-ı âlem, âdemin sa’y[14]i ile daimdir. Allah (cc)’da onu murad etmiştir. Çalışmak en büyük itaattir. En büyük zevktir. Bunu ters anlayıp da tevekkül bir kenarda oturmak manasına değil!
Tevekkül Allah (cc)’den başka bir yere dayanmamak manasında. Bir insanda bunu gaye ittihaz[15] ederde, oradan başka bir yere dayanmazsa zalim yetişir mi? Münafık yetişir mi? Ehl-i nifak kötülük yapabilir mi? Kıymet vermiyorsun ki. Hakk’a gönül vermişsin, oraya dayanmışsın; gelmiş bir münafık konuşuyor, ne konuşuyorsun arkadaş kim dinler seni? Ne dırlanıyorsun sen! Sahası yok, yeri yok vücut bulamaz ki!
Zalim zulmedecek Hakk’a dayanmışsın. Nerene zulmedecek! El pençe divan durmadın ki (zalimin karşısında!) Zalimi mazlum yetiştirir. Zalim kendi kendine yetişmez. Zalimi mazlum yetiştirir! İlk önce öyle yetişir.
Kıblesi visal[16] olan kimseye zalim ne yapabilir. Kıblesi hayal değil ki zalim musallat olsun. Anlatabildim mi acaba? Kıblesi visal olan kimseye, kıblesi sabr-u tevekkül olan kimseye...
İnsanlar iki kısma ayrılır, ya kıblesi visaldir veyahut kıblesi hayaldir. Anlatabildik mi acaba? Ya kendine tapar ya Allah’a tapar. Ya nefsine kulsun ya Hakk’a kulsun! Nasıl tarif edeyim? Bunun haricinde bir şey yok! Ya kendine kul olmuşsundur nefsine -nefsi emmaren yakalamış- veyahut Hakk’a kul olmuşsundur. Hakk’a kul olursan kıblen visal olur. Nefsine kul olursan kıblen hayal olur. Ahlakın zirve-i bala[17]sına teali ettiğin dakika da kıblen sabır olur. Aşağıda kaldığın vakitte, suretperest olursun. Kıblen suret olur. Ayır, kendi kendini yoklama et! Bak hangi tarafa ayrılmışsın! Bunların hepsi bir sayılı nefes içerisinde yapılacak.
Hayat üç günden ibaret! Biraz bu gün uzatalım. Ne diyorduk bu güne kadar. Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Belki hoşumuza gitmiyordur. Pek küçük gösteriyorduk. Biraz büyütelim bunu. Gel onu üç güne çıkaralım. Bir günü geçmiş gün, faydası yok geçti. Bir günüde gelecek gün, henüz meydanda değil onunda faydası yok dedikodu. Yaa içinde bulunduğun gün, oda geçiyor. O halde ne duruyorsun! Acaba anlatabiliyor muyum bir şey?
Ömr-ü dünya bir dakika ömr-ü âdem bir nefes dedik; biraz küçük geliyordu galiba, onu biraz genişlettirelim hadi bugün daha genişlesin vüs’at[18] alsın. Üç gün! Bir günü geçti. Konuşma geçti! Ne anlatır durursun babandan anandan! Bir günü, gelecek. Vuku’u tahakkuk etmemiş, hakkın yok konuşmaya! Yaa içinde bulunduğun gün bugün, oda gidiyor!
Eski konuşmalarımda tarifini yapmıştım.
Ahlakçılar hayatı şöyle tarif ederler. Hayat öyle bir ince iptir ki. Hayat öyle bir ince iptir ki, bir hüsran-ı ebedi gayyasının üzerine gerilmiş. Yani öyle bir kuyu tasavvur et ki, içerisine düştüğün vakit çıkaracak kuyucu dalgıç filan yok. Öyle bir kuyu üzerine ipi gerdik hayat işte o. Ömrünün geçirmiş olduğu her dakikası da o ipi kesmekliğe Kudret tarafından bilenmiş bir kılıç. Seni de o ipin üzerine oturtmuşlar. Hayat ipi. Her geçen dakikan vuruyor üzerine. Yalnız kuyunun iki tarafında tutunacaklar var. Sağ tarafında bir el uzanmış sana “Ver elini bana!” diyor Ahlak. Ver! Buraya elini vermeksizin orta yere mel mel bakan adama ne denir. Onu insafın huzuruna arz ederiz, hükmünü o versin. Hayat bu! Bunu hiç gözünün önünden kaçırma!
Püüü... Neler gelmiş. Ne “yaratırım!” sevdasında yaşayanlar olmuş. Nihayet her ateş yerini küle teslim ettiği gibi, her zalimde yerini mazluma teslim etmiştir. Kâinatta ne kadar muazzam ateş olursa olsun neticede yerini küle teslim etmez mi? Eder! Ne kadar semayı deler gibi bakan kimse olursa olsun, akıbet “aman” der! Aman! “Aman” bir Zat-ı Âli’nin ismidir, hiç kimse onu anmadan gebermez! Anlatabildim mi acaba? Aman! Hangi sahada olursa olsun muhakkak AMAN der!
Ne demiştik?
Gelişindeki gidişindeki gayeyi anlayan kimsenin kıblesi visaldir.
Hakk’tan gafil olan kimsenin kıblesi hayaldir. İç âleminden haberi bulunan,
canan ile hukuk tedarik eden kimsenin kıblesi sabırdır. Suretperestin
bağlandığı yer surettir. Suret daima fani olduğundan dolayı hadisatın
rüzgârlarına karşı tutunamaz. Bunların tamamıyla zevkine
varmaklık içün, geçen konuşma da söylediğim gibi, benlikten soyunmak!
Bunu anlatırken, münasebet icabı, günü yapıldı ayın on yedisinde Mevlana’ya uğramıştık, bir kısmını söylemiş, bir kısmını da konuşmada söyleyelim demiştik. Değil mi? Konuşalım mı yoksa biz seyrimize devam edelim mi? İstiyorsunuz.
Ma’mafih, bu hususta malumat vermek konuşmakta yine insan tarifi gibi afakından bahsetmektir. Bir büyüğü bir insan, tarif edebilmesi için ilk önce onun gibi olması lazımdır. Mevlana’yı tarif edebilmenin, layıkıyla anlatabilmenin şartı Mevlana olmak. Muhyiddin’i anlatabilmek içün, Muhyiddin olmak. Bizim ahlakta yükselmiş olan insanlarımız. Afakından da tarif etsek, bir şey anlamaya çalışsak yine bir zevktir. Onun içün devam ediyoruz. Hakikat-i insaniyeyi bir insan nasıl anlatabilir? Bir misal vereyim size. Eski konuşmalarımda vermiştim. Mesela, Muhyiddin’in Lübb'ül-Lübb namında bir kitabı vardır.
Lübb’ül-Lübb. (Özün Özü) Bu kitap hakikate taalluk eden mananın inceliklerinden bahseden muazzam bir kitap... Bir zat bu kitabı almış. Satırını okumak başka, bu kitabın sadır[19]daki yazıları yine başka. Kâğıtta yazılana satır derler, birde sadırda yazılanı vardır. Gönül kitabından, o kitabın mütehassıslarından, gönülden gönüle konuşanlarından, iç dilinden agâh olanlarından, bir zata yolda rast gelmiş. Mütevazı, biz görsek şöyle işte nazar-ı hakaretle bakar geçeriz. O zatta bu kitabı alan kimseyi seviyor. Vefa... Demiş:
—Evlat, ne aldın nedir elinde ki?
—Efendim işte şu kitabı aldım. Merak ettim okuyacağım.
—Yarın gel de beraber okuyalım. Yarın gel. Benim anlamadığımı sen bana
söylersin, senin anlamadığını ben sana söylerim.
Burası zevke taalluk eden bir yerdir. Maddenin kesafetinde boğulmuş
insanlar burayı pek anlamazlar. Fakat ben sizi maddeylen manayı cem etmiş ve
ikisinin de zevkini tatmış insanlar olarak kabul ettiğimden dolayı bu sahada
konuşuyorum. Yoksa doğrudan doğruya yalnız maddenin kesafetinde kalmış kimse bu
sözlerden bir şey anlamaz. Ve oda haklıdır anlamamakta, çünkü insan hayatta
bazı aklın vera[20] sında
tarif edemeyeceği şeyleri görmesi esastır, şarttır. Dar çerçeve halinde Kudret
tesadüf ettirip görmeleri lazım gelir. Hayatta bir müessir-i hakikinin[21]
varlığına ait olan hadiseleri görmek, nazar-ı ibretle temaşa etmek. Mesela en
basiti bunun, en böyle kabaca herkesin kafasında anlayabileceği şekli harp
meydanlarıdır. Meydan-ı harpte bakarsın ki istihkâmda yatar, Übb diye bir
serseri kurşun gelir onu orda bulur. Muhafaza içerisinde olduğu halde gider.
Öbür tarafta kulağının dibinden vışş, gözünün ucundan cızz boyuna geçer, dimdik
kalır, anlatabiliyor muyum acaba? Likat[22] bu kolay iş değil ki...
Burada ahlakta vefaya bir misal veriyoruz. Hem de mana zevkine kadem basanlara ait olan bir zevki anlatıyoruz. Buradan ayrılır yine başka bir sahaya da döneriz. “Gel demiş, yarın sen bana gel, senin anladığını sen bana benim anladığımı ben sana anlatayım (demiş.) Kudret de yardım etsin de bir şey öğreniriz belki” demiş. O zat, tabi tevazuî bir eda ile böyle konuştuğunu biliyor. O onun layıkıyla mütehassısı olduğunu idrak edenlerden, sabahı dar etmiş. “Ah sabah olsa da ‘yarın gel!’ dedi.” Sabahleyin hücresine gidiyor, kendi bulunduğu yere. Davet eden, eden kimsenin yerine. Öyle bir soba odasından içeriye girmiş. Seksen beşlik bir piri fani o kimse. Hürmeten elini öpmek istemiş, o öyle beyne'n nevm ve'l-yakaza uyku ile uyanıklık arasında durur gibi, sobaya dayanmış bir vaziyette “elinizi efendim öpeyim” derken, şöyle doğrulmuş “uuff”demiş, “şu neler arkam bir şey” oldu demiş. Birde bakmışlar ki ense kökünden kuyruk sokumuna kadar iki parmak su kabarmış. Yanmış, yanmış.
—Efendim siz bir kaza geçirmişsiniz yanmışsınız.
—Farkında değilim, dayanmışım demek ki yanmışım.
Merhem tedavi ilaç milaç filan iki buçuk ay, iki buçuk ayda arkası iyi olmuş. Vefaya bak! İki buçuk ay kendine azap veriyor. Ders öğretmek içün. İki buçuk ay geçmiş iyi olmuş. Yine bir münasip zamanda, almış kitabı getirmiş, demiş:
—Efendim vaat buyurmuştunuz, emretmiştiniz, beraber okuyacağız diyerekten, Siz bize ikram edeceksiniz beraber okumak değil!
—Oğlum okuduk ya o kitabı, bir daha mı okuyacağız?
Anlatabiliyor muyum? “Okuduk ya bu kitabı bir daha mı okuyacağız. İki buçuk ay evvel okuduk!” Yani bu öyle bir kitaptır ki, vücuttan eser kalmayınca anlarsın! O vücuttan eser kalmamaklık içün, vücudunun manası maddesine sahip olur, onu istediği gibi, kullanır, ben sana bunu anlatmaklık içün işte orada... Anlatabiliyor muyum acaba? Uzatmayalım mevzuyu. Mevlana mevzuu da böyledir. Netice itibariyle ama afakından biraz bahsedeceğiz. Yoksa akılla ölçelim bunu tamamıyla, ortaya koyalım. Öyle bir şey olmaz. Öyle olmaz o!
Demiri ateşin içerisine korsunuz, kuvvetli bir hararet verirsiniz, kıpkırmızı nar-ı beyza halinde çıkar. O dakikada ona demir diyemezsin, neden? Sıfat aldı yakıyor. Biraz soğur, soğuduğu vakitte, ateş diyemezsin neden? Yakmıyor sıfatı yok. İnsan da aşk putesinde Kudret’in, Hakk’ın vuslatında öyle bir hararet-i muhabbetle yanar ki, o sıfat-ı beşeriyesi ondan kalkar o vakit ona haddizatında “şu şahıstır” diyemezsin. Mevlana’lar, Muhyiddin’ler böyle olan insanlardır. Acaba anlatabiliyor muyum? İşte canlı, umur-u hariçte misali verirsin. Demiri korsun ateşe, asarsın körüğü kıpkırmızı çıkar. Demir olur mu? Demirse tut, tutamazsın. Ateş, biraz durur soğur, o vakitte ateş diyemezsin. Bu tecelli, o hal okuyanda da olur, okumayanda da olur. Kadında da olur, çocukta da olur, erkekte de olur, çöpçüde de olur, en yüksek rütbelide de olur. Ayrı bir iş. İnsan bu ya. Hepsinde olur.
Bir nazım okuyacaktım, onun için düşünüyorum gelmedi aklıma. Onun içün derler ki:
Zevk-i dîl “innî enâllah” ın dahi fevkindedir
Böyle bir mecnûn-ı
aşka “len-terânî” neylesin.[i]
Muazzam bir insanın sözü.
Zevk-i dîl “innî enâllah” ın dahi fevkindedir
Böyle bir mecnûn-ı
aşka “len-terânî” neylesin
Aç bu cümleyi. Elli konferans lazım! Benim zevkime gittiği için bir defa daha okuyayım.
Zevk-i dîl “innî enâllah” ın dahi fevkindedir
Böyle bir mecnûn-ı
aşka “len-terânî” neylesin
İşte Mevlana’lar bu cümlelere muhatap olmuş, manen böyle cümleleri taşımış insanlar. Bu cümle ile bugün Mevlana’nın gücüm yettiği kadar tam tarifini yapmış oluyorum. Oradan öbür tarafına benim takatim yok. Yani bu cümleyle ikmal ediyorum size, geçen konuşmadaki Mevlana tarifini. Bu cümlenin içerisinde Mevlana’nın tarifi dâhil işte.
Zevk-i dîl “innî enâllah” ın dahi fevkindedir
Böyle bir mecnûn-ı
aşka “len-terânî” neylesin
Nereye kadarını söylemiştik geçen konuşmada Mevlana’nın? İlk önce kibar-ı ulemadan, satır ilimlerinde birinciliği almış. Her sahada Yed-i Tulâsı[23] olan, zahiri bilgilerin sahibi. Bâtıni bilgilere de nisbeti olmuş fakat halen daha tahakkuk etmemiş. O zevk var da bilmiş, bulmuş, birde olmuş, mevkii var. Olmuş mevkiine çıkmaklık içün, Şems ile karşılaşmış. Şems-i Tebriziyle. Bir takım bir ay sonra güneşte böyle çatlar. O silindirli makinadan geçmemiş, ağacı kurumlanmamış. Üzerini kaplayan şey layıkıyla kurumamış. Elin tavsifiyle* süslenmiş, hani bide onu o makineyle yapar da o bir yekvücut gibi olur. Evet, hüviyet itibariyle herkes insandır. Onun kısım kısmı vardır. Bir kısmı puteyi aşkta erimiştir. Bir kısmı büyük bir insan nazarında terbiye olmuştur. Bir kısmı gönül kadehinden şarab-ı aşkı içmiştir. Kısım kısım. Bir kısmı faniyi bakiyle değiştirmiştir. Faniyi bakiyle değişiyor. Faniyi bakiyle değiştirmeden zaten o zevk verilmiyor. İkisi bir gönülde durmuyor, olmuyor!
Fahreddin-i Razi, sahasında bugün tek başına bir adam. Yüzlerce eseri var. Kimya yazmış. Ulum-u riyaziyede yükselmiş. İlm-i hey’et[24] biliyor. Bunları söylemekten maksadım, biraz da dedeni tanıttırıyorum. Tıbbı kanun halinde tekevvün[25] ettiren, müdevven[26] bir şekle sokan dedendir. Ondan evvel yoktu. Tıp var, yanlış anlama insanla tıp doğar. İlimler insanla beraber doğar. İsim almaz.
Sen zanneder misin ki ilk önce vahşet sonra medeniyet? Hayır!
Âdemle beraberdir medeniyet. Ondan sonra vahşet gelir. Tekrar medeniyet
başlar, tekrar vahşet gelir. Acaba anlatabiliyor muyum? Sen öyle
yanlış bellersin; “Âdem böyle önüne yaprak kapadı, arkasına bilmem kabak
yaprağını koydu...” Haşa öyle şeyler olur mu? Cenabı Hak büyük kitabında: “Bütün
isimlerimi bildirdim!” diyor. En medeni adam, en süslü adam, en lüks adam...
Bilmem ki daha nasıl kelimeyle ifade edeyim sana? Öyle şey yok, vahşet sonra. Medeniyet
merhametle doğar! En merhametli adam. Anlatabildim mi? Bak şimdi mesela
medeniyet, vahşetle karışıktır. On dakikada beş milyon insanın yahut bir milyon
insanın canını almaklık medeniyet midir? Bas düğmeye yak filan yerdeki adamlar yansın!
Buna medeniyet denir mi? Medeniyet, gönüllere ferah vermek. Huzur vermek,
nefes alış veriş tarzında, bir Hafi-i[27]Rahmanın
gizlendiğini duyurmak! “Hay” dediğin vakitte Allah diyorsun, verirken
“Huu” yine Allah (cc) diyorsun. Hakk’ı anıyorsun. Sahibinle meşgulsün.
Binaenaleyh bütün insanlar, onun tecellisinden hâsıl olmuş birer candır. Her
zerrede Hak vardır. Bu zevki tattırarak, düşmüşü kaldırarak, gönüllere sürur
ilka ederek teali etmenin adına “medeniyet” denir. Yoksa otur burada kendi
karnını doyur öteki çalışsın senin hesabına beriki haddizatında senin namına,
ee sende vidaya bas, düğmeye bas bir milyon ölsün(!)
Ne medeniyet mi bu(?)
İşte onun içün bütün dünya terbiye tezgâhları çalışsa, bütün dünyanın en yüksek inzibatcıları bir araya toplansa, en muazzam diplomatları, en mükellef siyasileri, en mutantan[28], muktesidleri[29] iktisatcıları toplansa beşerin ahh sesini dindirecek ilacı çıkaramazlar. Neden? Bu ilaç manada gizlenmiştir. Maddede yoktur. Hücreyi tahlil ettin. Eti kemiği yaptın. İyi ama içinde, sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudunun hastalığına ait olan bir şey daha henüz beşer ihtira[30] edemedi bugünlerde yok. O, B vitaminiyle kuvvetleşmiyor. B vitamini gevşemiş olan eti sertleştiriyor amma içinde, sessiz sözsüz, konuşan vücudunun etine bir ahenk veremiyor. O ilaç mana eczanesinde var. Beşer henüz o tarafa doğru dönmüyor. Dönemiyor! O ilacın membaı Hazreti Muhammed (sav)’de var.
Belki dersin ki, hissine kapıldın da çok seversin de onun için söyledin. İnsana çok sevgi neler söylettirir. Evet! Ben hakikaten O'nunla iftihar eder çok severim, başka gayem yok. Fakat benim, benim sözümle değil ki! Bak sana daha muazzam, “hissine mağlup olmuş!” deme. Almanya’yı Almanya yapan Bismarktır. Almanya işte, bugün fen sahasında onun üstünde adam yok. Nerede bir fen teali etmiş muhakkak Alman’ın parmağı var. O parmak oraya gitmiş o fenni yapmış. Anlatabiliyor muyum? Allah’ın (cc) ağası değilsin ya. O ele vermiş. Vaktiyle dedene vermiş. Onları da o hale yetiştirttiren Bismark namında bir adam. Neyse yanıma almamışım aklımda olan cümleleri söyleyeyim. Beşeriyetin Fahri Ebedisi’ne (sav) hitap ediyor:
“Dünyada en talihsiz bir adamım diyor. Bedbaht bir adamım. Semavi denilen bütün kitapları tetkik ettim. O kitaplar değil bir kanun, henüz bir hane teşkilatını bile idare edemez. Senin getirdiğin kitaba da baktım diyor. Her kelimesi üzerinde durdum. Her harfini inceledim. Her duruşumda hürmetle eğildim. Ben ne talihsiz bir adamım ki senin muassırın olmadım. Senin zamanında gelip de sana hizmet edemedim. Beşer senin gibi bir kuvveti ne görmüştür ve ne de görebilecektir. Hürmetle eğiliyorum beni unutma!”
Bunu niye söyledim? Mevlana’ya söylerler: “Bu aşkı bu vecdi nerden buldun?” O şahıstan buldum der. Anlatabildim mi? Anlatırken sana bağlıyorum esas yeri. Bir adam bir yerden feyz aldığı vakitte onun membaı aranır. Mevlana’yı Mevlana kim yaptı. Muhyiddin’i kim eyledi. Buraları anlatırken Fahreddin üzerinde dolaşıyorum.
Her sahada ilmi var. Eski konuşmalarımda anlattım ama mevzuyla alakadar olduğu için tekrar ediyorum. Beytullah’a gitmiş, geziyor seyahati esnasında. Faniyi bakiyle değişmek. Madamı ki elimizdeki şey geçiyor. Kudret’de diyor ki: “Benim pazarımda sat bunu, ben alayım da kendimi vereyim sana!” Beşer buna bir türlü razı olamıyor. Hâlbuki gidiyor. Telefte, telef oluyor!
Faniyyeti cümleden ziyade,
Ak saçlarım eyliyor ifade.
Ahh ben vermişim ömrü bade.
Öyle değil mi? Başında ağaran saçı geri çeviremeyen adam nereye kapanıyor ortalık yerde. “Ben varım!” diye yaşarsın. Öyle di mi? Fuzuli ne güzel söylemiştir.
Nem var idi ki laf
edem özümden
Mahv eyle beni benim
gözümden.
Asrın ferid[31]i bir adam böyle, öyle âlemden hafif tefif, ufak tefek toplanmış bir bilgi değil. Küll halinde esaslar vazediyor. Kanun yapıyor adam. Demiş ki oranın şeyi, emiri:
—Efendi ikram etseniz de
bakın çok, binlerce aktar-ı cihandan buraya insan toplanmış. Bir ders takdim
etseniz.
“Hay hay!"demiş. Gezdiği yerde herkes kıyam ediyor. Bir kimse “men ahabbe en yetemessele lehür-ricalü kıyamen, fel-yetebevve' mak'adehü ilen-nar.” Manası: Bir kimse nefsi itibariyle, herhangi bir meclise girdiği vakit, bana kıyam etsinler diyerekten intizar ederse o kimse kendisine ateşte yer ayırsın. Anlatabildim mi acaba? Bu böyle olmakla beraber -Büyüğe hürmetsizlik manası tahsil edilmesin- Bir insanın zatı kıymetliyse beşer o kıymeti vermekle mükelleftir. Fakat bazı insanda vardır ki o kıymete haiz değil, zulmünden dolayı “Herkes benden tir tir titresin!” Bu hali bekliyor. Bu adam ateşte yer arasın der. Anlatabildik di mi yaa? Sen zalime böyle zıplarsın da hakikatte gönül sahibi gelirken şu şekilde arkanı çevirirsin. Bu kadarcık böyle. Ne zahmet ediyorsun öyle. Acaba anlatabildim mi? Bir zalimi gördüğün vakit şöyle yerinden zıplarsın, böyle durursun. Gönül sahibi Hak ile ünsiyeti olmuş, garip, kırık kalbe sahip birisi (gelse), tenezzül edersen şöyle şu kadar yapar. Kıpırdanma çirkin vaziyette. Otur! Doğru doğru otur. O çirkin vaziyetin daha fena!
Mevlana’yı anlatacağız ya şimdi başka yere girdik bir şey geldi belki unutturulurum orasını söyleyeyim. Bunu din mevzuuyla birleştirerek söyleyeyim. Din mevzuun da bir “zünnar” meselesi vardır. Zünnar. Böyle bir kuşağa bağlayıp şu şekilde sarkıtmak... Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) benim hoşuma gitmiyor demiş. Malum ya insanlar sevdiği ile amel ederler. “Bana ait olan insan ismi sorulmadan bilinsin.” O kadar zarif olsun diyor. Anlatabildim mi acaba? Biz bunun tersini almışızdır. O kadar çirkin olsun manasına. Öyle çirkin ithaf olsun. Öyle değil.
Herkes kıyam ediyor Fahreddin’e, tabi hakkı da. Ücretsiz külfetsiz, minnetsiz. İlimi ilim olduğu için okumuş. Bu kadar kuvvetli varidatı var. Bununla beraber tercüme halini okursan ağlarsın.
— Sinn[33]im(yaşım) ilerledi diyor. Karım genç idi. İktiza-i beşeriyet[34] belki benim ilerlemiş sinnimle beraber oturmak istemez gönlünden bir şey geçerse ant ver! (demiş teklif etmiş.) Arzu edersen seni bırakayım!
—“Hayır!” demiş fakat kuvvetli ant edince, gönülden geçen efâl-i[35]ihtiyariyeden değildir. Allah'ın (cc) ismini verdi. “Niçin böyle teklifte bulunuyorsun, o halde bırak!” demiş.
—Bıraktım (diyor) nikâhını verecek param yoktu (ağladı...)
Bu anlatır bir şey değil mi? Bir şey anladınız herhalde. “Bıraktım fakat nikâhını verecek param yok!”
(...) Harem-i Şerif’e girmiş, bir adam nizam-i nizam sırtında... Murabba[36] oturmuş böyle hani bağdaş dediğimiz gibi. Hiç yerinden kıpırdamamış. E alışmış, insan mu’tad[37] olan i’tiyadı[38] ister. Mu’tad olan i’tiyad. Bazı insanların hukukları birden bire kesilir. Sebeplerini kendileri de bilmez. İlk dostluğunu tedarik etti vakitte, “efendim şöyle buyurun efendim şöyle buyurun efendim...” yapma onu! Onuncu konuşmada bunu yapamayacaksın, öbürkünün haberi olmadan senden soğuyacak. Anlatabildim mi? Yapabilirsen devam ettirirsen yap. Fakat beşinci onuncu konuşmada şekil değişti mi, Şekil değişti o bilmiyor zavallı, mülak[39]ın (veya ruhiyyatın) mütehassısı değildir. Bu ünsiyyetle hafifler, bundan Allah (cc)’da gücenir ibadette böyledir. Alıştırdın mı ister diyor Peygamber (sav).
Tuhaftır Allah’ın (cc) âdeti diyor. Alıştırdın mı ister. Hiç dinlemez ister. Mu’tad olan i’tiyad bozuldu mu dostlar arasında hukuklar da bozulur. Bir adamlan konuşurken ilk günü nasıl konuşacaksın, son günü nasıl konuşacaksın ikisinin arasını bulup da vasat yapmadın mı hukuk devam etmez. Kaide. Ahlak bunu öğretir adama.
(Yoruldunuz mu? Saat kaç.) Kalkmamış o zat kimse, kalkmamış ayağa. O da beşeriyet di mi ya? “Bana kâinat böyle üzerime titrerken kıymet vermedi!” demiş canı sıkılmış Fahreddin’in. İşte unutmuş bile. Kendisine demişler ki:
—Biraz konuşunuz insanlar sizin konuşmalarınızdan faidelensinler.
Malum ya söz candır. Arazi-i kalbiyeye iyi söz ekildiği vakitte orada doğar. Veled-i kalbi olur. Öyle demişler.
“Hay Hay!” demiş, çıkmış kürsüye, “ııh ıh ıhh...” yok ki söylesin zavallı. Hiç bir şey kalmamış zavallı. Bir tek harf yok! Müktesebatından bir harf kalmamış. “Rahatsızlandım!” demiş. İnmiş “başka bir vakit..." demiş, gitmiş odasına kapanmış. Hizmetçisine de demiş ki:
—Bana gelenlere kapıyı açma! Hasta dersin, demiş.
Koymuş kafasını secdeye ağlar! Bilgisine âşık! “Bu hal nedir benim başıma geldi!” diye ağlıyor. Gece gündüz. Kim gelirse almıyorlar. Mecazip[40]den bir insan. Hakk’ın acayip acayip kulları var. Hakk’a nedim olmuş olan bir zât. Acib’üş-şekil [41]. Kapıyı çalmış. Ona da aynı nakarat.
—Efendi hastadır,
demişler.
— Hayır, hayır! İçeriye
git söyle bu gelen gidicilerden değil!
—Efendim böyle bir
tuhaf adam geldi.
—“Buyursun!” demiş
içeri girmiş.
—Nedir filan demiş rahatsızlığın.
Hâlâ demiş sahtekârlık yapıyorsun. Ne rahatsızı demiş. Sen o haremi şerifin
içerisini gezdiğin vakitte kalbinden birisini gördün mü orada.
—(Şöyle bir düşünmüş)
Evet gördüm.
— Ona kalbinden
veriştirdin mi sen?
—Eee biraz. Gönlümden
bir şeyler geçti.
—Onun adına Muhyiddin
derler. Adamın elinde nesi varsa alır!
Hani biraz evveli misal getirmiştim ya pute de erimiş. Artık o tam nar-ı beyza halinde gelmiş. Alır o!
—Ben demiş onunla beraberdim. İkimiz omuz omuza yürürüz. Ben bir hata yaptım. Kudret’in bir sırrını ifşa ettim, böyle bir tecelliye mazhar oldum. Fakat eski hukuk var götüreyim de sana iltimas edeyim. Yoksa ömrün olsa da böyle üç yüz bin sene kalsan yine bir şey geriye alamazsın!
Götürmüş. Kapısını çalmışlar. İçeriye girmiş. Gülerek karşılamış.
—Çocuksun bak
dayanamadın (demiş.) Fahreddin, daha çocuksun sen! Sakalın var ama sakallı çocuk
derim ben sana demiş dayanamadın. Otur bakalım hoş geldin sefa geldin.
(Ondan sonra diyor ki) Ben senin yazdığın birçok eserleri okudum, hayranınım meftun oldum sana. Fakat bir cihetten sana acıdım. Sen ilm-i tıbba ait bir kitap yapmışsın, çok güzel. Fakat yarın bir âleme gideceğin hasta yok. Hastası olmayan bir âleme gideceksin. Bu olmasın demem. Lüzumu kadar olmuş. Daha bunun üzerinde ne durursun? İlm-i heyete ait bir kitap yazmışsın, yarın bir başka semavi yere gideceksin. Yıldızları burası gibi değil. Sayıyor artık, bütün müdevvenat-ı[42]ilmiyeyi; filan sahada şunun var, filan sahada bunlardan lüzumu kadarını aldın. Göçmek üzeresin. Ne vakit ölmeyenden bir şey alacaksın? Bunların hepsinin sahibi vardır. Bunları satırlardan topladın. Birazda ölmeyenden bir şey almaklık istemez misin? Ma’mafih, ben seninle meşgul olamam. (demiş) Git Necmeddin’e. Hem emir veriyorum Necmeddin’e git, kendini de dinle bakayım, demiş.
Bir durmuş, yine o müktesebat ı ilmiyesi olduğu gibi üzerinde. Gitmiş Necmeddin’e. O vakit Necmeddin Mâverâunnehir’de, Türkistan’da. Dostlarıyla konuşuyor. Kuvvetli bir konuşmada, bir görüşmede, kapıyı vurmuş içeriye girmiş. Haydii, demiş Necmeddin. “Bu Muhyiddin bir beladır, nerde kıpkızıl bir kâfir var bana gönderir. O, (demiş) bir acayip adamdır. Geldi bir kıpkızıl bir adam!” yine demiş.
—Otur bakalım, hoş geldin sefa geldin.
Bir yerini eksik
söyledim.
“Oradayken senin yanından bana bir heyet geldi demiş. Fahreddin demiş Muhyiddin. Senin yanından bana bir heyet geldi. Seni ziyaret etmişler, o ziyaretleri zamanında sen yine ağlıyormuşsun. Sebeb-i bükâ[43]nı sormuşlar.”
“Kırk senedir bir meseleye böyle iman etmiştim, bugün bir başka ilm-i delille o bildiğim şekil değişti. Şimdi korkuyorum ki diğer bir delille de bu bildiğim değişirse diyerekten çok korku içindeyim onun içün ağlıyorum.”
“Bu ne kadar doğrudur” demiş. Onun üzerine diyor ki: “işte, sen ne vakit bu işlerde tam bir hal kesb edeceksin, git!” diyor Necmeddin’e. Necmeddin bunu daire-i terbiyesine almış. Buraya nereden geldik? Faniyi bakiyle değiştirmek. Bir gün, yanından geçerken, birden bire çıkmış dışarıya, celalli bir zamanı olur, insan her vakit bir anı olmaz ya. Demiş:
—Efendim bir hafiflik
hissediyorum. Bilgilerim demiş eksiliyor!
—Ee onlar, demiş tabi eksilecek,
sana bir bir eksilmesi azalması filan sonradan gelmesi bitmeyen, bir ilim
verilecek. Bu faniyi sen bakiyle değişeceksin.
—Kırk sene emek verdim
onlarda dursun. (demiş)
—Çıkarın bununla
uğraşamam ben! (demiş)
Fakat büyük adamlar yine büyük oluyorlar. İzin vermişler on üç sene ara yerden geçmiş. Fahreddin göçüyor. Allah'a (cc) gidiyor. Ölüm zamanında, halet-i ihtizarında.[44] İşte hepimizin başına gelecek olan bir şeydir. Son demlerin de büyük insanlara musallat olur iblis. O zaman da Necmeddin taa nerede? Bugün inkâr edemezsin ya elektrik var, bak burada yakarsın filan yerde durur. Sesin, sesin geldiği gibi, gittiği gibi, Amerika’da konuşanı burada işittiğin gibi… Bunlar hep Hazreti İnsan’ın varidat[45]ına ait olan birer burhan-ı haktır.
Fen manaya ait olan bütün zevkleri meydana çıkarmıştır. Hiç kafanı kaldıramazsın yukarıya. Nasıl olur diyemezsin. Böyle bir vasıtayı alıyorsun dinliyorsun da bu vasıtanın en büyüğü kalptir. Kudret sana vermiştir. Onu eline tutup da dinleyen nasıl duyamasın bulamasın. Anlatabildik mi acaba? Cümle bulaşık çıktı ama anlaşılır neticesinde.
Görüşürlerken birden bire durmuş. Bir yarım saat kadar filan. Sonra gülerek devam edelim konuşmaya.
—“Ne oldu efendim”
demişler.
—Canım (demiş)
Fahreddin’le hukukumuz vardı geldi merhaba dedi, görüştük tanıştık. Şimdi, dedi
ahirete gidiyor. İblis musallat olmuş, Allah’ı (cc) nasıl tanırsın diyerekten başladı
bocalamaya. Vefa bırakmak icap etmez. Söyle,
Allah’ı (cc) Hazreti Muhammed’in (as) tanıttığı gibi tanırım, dedi tepeledi, kâm[46]ını aldı geçti gitti. Şimdi
görüşelim biz, demiş.
Anlatabiliyor muyum acaba?
Mevlana da bidayetinde böyle ilmine mağrur, sahasında yekta[47], Selçukilerin Şeyh'ul-İslam’ı. İslam’ın kuvvetli zamanı. Üüü. Fakat istidadında ayrı bir hususiyet var. Geçen konuşmamda söylediğim gibi. Şems’in daire-i terbiyesine girmiş. O ayrı bir ilim. Gönül sahası bambaşka bir şey. Öyle bir hale gelmiş ki, malum ya aşk adamda tecelli ettiği vakit bahil[48], hasis[49] cömert olur. Mütekebbir, mütevazı olur. Anlatabiliyor muyum acaba.
Aşk bir adamda tecelli
etti mi hasisse misal, kaba misal sâhi[50]dir Mütekebbirse mütevazı
olur. Kabihse[51] cemil olur. Bu onu eritiyor.
Öyle bir hale gelmişti...
(Bant bitti)
[1] Taalluk /
taallûk: Bağlılık.
Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.
[2]
İktifa istemeyiş. Yeter bulmak. Kâfi görmek. Var
olanı yeter saymak.
[3] Gayr: Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı.
[4] Zat-ı zahire: Kişisel erzak, Allah
rızası için amelde bulunma, hayır biriktirmek.
[5] Süfliyât
: Aşağı işler, Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan
kimselerin işleri.
[6] Bezm-i ezel-i elestü: Cenâb-ı Hak ezelde
ruhları yarattığında, "Ben Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki soruya
bütün ruhların, "Evet Sen Rabbimizsin" diye söz vermeleri ânı;
"Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" şeklinde de ifade
edilir.
[7] Sefine-i Aşk: Aşkın Gemisi.
[8] Mâni': Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür.
[9] Mu’ti: Veren. İtâ eden.
[10]Dâr: 1)
Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr $: Bayrak tutan. 2) Yer,
mekân, konak.
[11] Nafi: Giderici, yok eden, nefyeden,
menfi yapan.
[12] Ba’s: 1)Gönderme, gönderilme. 2)Diriliş. Yeniden diriltme.
İhyâ.
[13] Kabz: 1)Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. 2) Tahsil etmek.
Teslim almak.
[14] Sa’y: Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarf etme. Bir
maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.
[15] İttihaz: Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak.
Kabul etmek.
[16] Visal: Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma.
Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.
[17] Bâlâ: Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat.
[18] Vüs’at: Genişlik, uzam.
[19] Sadr: Kalb, göğüs, ön.
[20] Vera: 1) Öte, arka, geri. 2) Haramlardan ve helâl ve haram olduğu
bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak.3) Halk. Mahlûk. Arzı örten mahlûkat.
Yaratılmış olanlar.
[21]
Müessir-i
Hakiki: Gerçek tesir sahibi olan, bütün sebepleri yaratıp hükmeden. Hakîkî te'sir sahibi (Allah)
[22] Likat: Tarlada kalan başakları toplama.
*Tavsif vasıflandırmak, özelliklerini anlatmak, biçim vermek anlamlarında kullanılır.
[23] Yed-i Tulâ: Tam, çok geniş ilim ve ihtisas.
[24] İlm-i Hey’et: Gökler ve yıldızlar ilmi. Astronomi.
[25] Tekevvün: 1)(C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. 2)Şekillenmek
[26] Müdevven: (Divan. dan) Tedvin olunmuş.
Kitap hâline getirilmiş. Bir arada toplanıp tanzim edilmiş
[27] Hafiy: Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim.
[28] Mutantan: Debdebeli. Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli ve şatafatlı.
[29] Muktesid: İktisadlı,
tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta
bulunmayan. (Bak: İktisad)
[30]
İhtira': Evvelce keşf olunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek.
Hiç kimse tarafından
kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma
[31] Ferid: Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ.
[32] Nazif: Temiz, pâk, nazik.
[33] Sinn: Yaş. Yaşanmış olan zaman.
[34] İktiza-i beşeriye: Beşeri İhtiyaçlar
[35] Efal: Fiiller, işler.
[36]
Murabba: Terbiye görmüş.
[37]
Mu'tad: Âdet. Âdet edilen iş. İtiyad edilen. Alışılmış olan
[38]
İ'tiyad: (İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek.
[39] Mülaki: Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan.
[40] Mecazib: (Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar.
[41] Acib üş şekil: Hayret veren, şaşılacak şekilde. Eşi benzeri olmayan.
[42] Müdevven: (Divan. dan) Tedvin olunmuş. Kitap hâline getirilmiş. Bir
arada toplanıp tanzim edilmiş.
[43] Bükâ: Ağlama.
[44]
İhtizar: (İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. Can çekişmek. Hastanın ölüme
hazır olması.
[45] Varidat: Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar.
[46] Kâm: İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet.
[47] Yekta: Tek, yalnız, eşsiz.
[48] Bahî:
Şehvete dâir. Şehvetle ilgili.
[49]
Hasis : Çabuk. Çok aceleci. Ayartılan,
tergib ve teşvik edilen.
[50] Sahi: Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen.
[51]
Kabih:
(Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
[i]
Hoca Mesud Efendi’nin natından.
Hoca Mesud. 14. yüzyılda yaşamış divan şairidir. Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Kırşehirli ya da Germiyanlı olduğu sanılmaktadır.
Cemâlimi gör şimdi rızâma lâyık oldun
“Len terânî” sırrında Mûsâ’ya fâik oldun
Keşf-i hicâb eyledim dîdârıma nazar kıl
Oruç ile arındın nûrumla râik oldun
Rabbi
erinî’nin cevâbı “lenterânî” çün gelir
Sende
gör dîdârı senden özge dîdâr isteme
Zevk-i dil“innî ena’llâh”
ın dahi fevkındedir
Böyle bir mecnûn-ı
aşka“len-terânî” neylesin
Söyleyeydi kim bana göster
habîbin vechini
“Len-terânî” emriyle Mûsâ’ya
olmazdı nidâ
Men re’ânî kim aña meşhûd olur
Len terânî dergehi mesdûd olur
Elestü bezminde âşık senden
aldı hitâbı
Evvelinde Mecnun oldu sonra Leylâ dediler
“Men reânî” sırrı ile okuyanlar
kitâbı
Ol Resûlü Kibriya’ya dönüp Mevlâ dediler
** Len terânî: Beni göremezsin yâ Musâ…
[Arâf:143]
Men reani fekad rael Hak: Beni gören Hakk’ı görmüştür. [Hadîs-i Şerîf]
* https://umutrehberi.com/2019/02/11/hoca-mesuddan-bir-nat/
sitesinden alınmıştır
0 yorum:
Yorum Gönder