292 Nolu Band (21-02-1960) 54 dk
İçinde sessiz sözsüz, bizsiz
sizsiz konuşan varlığı ile baş başa olduğu an, kendisine birkaç sual tevcih[1]
eder. “Evvela ben kimim” der. “Nereden geldim?” “Nereye getirildim?” “Nereye
götürüleceğim?” “Gelmemdeki gaye nedir?” “Gelmede gitmede ihtiyarım yok.” “Benim, benim
diyecek elimde bir medarım yok.” Öyle
değil mi? Hiçbirimize sorulmadı. “Beyefendi; bir sahneyi şuhud vardır, dünya
denilen bir dâr-ul belvâ [2]
vardır, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenmiş olan o sahneye gider misiniz?”
“Burada da kâinatın serir-i saltanatına sahip olsa, yine götürülürken nasıl bir hayat-ı berzahiye vardır, teşrif eder misiniz” diye sorunulmaz. O halde benim suretim elli atmış kiloluk, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru kaplayabilirse de manam, vicdan-ı kibriyam bütün kâinatı muhit. Birçok varlık bana müsahhar kılınmış. “Acaba ben neyim” diye sualini önüne diker. Sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile konuşmaya başlar. Biraz daha içeriye doğru gider, “Konuşuyorum ama konuşmanın ne olduğunu da bilmiyorum” der. Var mı içimizde birisi konuşmayı tarif edebilecek? Birçok varlığı Kudret elimize vermiştir. Tahlilinden aciziz. Onun içün bu âleme gelmekten gaye insan içün kendi aslını aramaktır, hakikatini taharri etmektir. İşte bu taharrinin adına aşk derler ahlakta. Bilmem bir şey anlatabildim mi? Ahlakın tarifindeki aşk bu. Kendi aslını mebdeini, Rabbisini, maadını bulmak zevkiyle, kendisinde hâsıl olan heyecanın adına aşk denir. O romanda okunan, o şehvet. Onun bu işle alakası yok. Demek oluyor ki, insanlarda ahlak iki esasa ayrılıyor: Bir vazifeden doğan ahlak oluyor, bir de aşktan doğan ahlak oluyor. Tarihin en eski efendisi olan, zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı vaz eden bizim dedelerimiz, acaba bu ahlakın hangisinin salikleriydi diye bir sual sorulabilir. Aşktan doğan ahlaka salikler. Zira aşktan doğan ahlakta, evvela canan, sonra can kaidesi başlar. En zor kısmı da bu…
“Burada da kâinatın serir-i saltanatına sahip olsa, yine götürülürken nasıl bir hayat-ı berzahiye vardır, teşrif eder misiniz” diye sorunulmaz. O halde benim suretim elli atmış kiloluk, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru kaplayabilirse de manam, vicdan-ı kibriyam bütün kâinatı muhit. Birçok varlık bana müsahhar kılınmış. “Acaba ben neyim” diye sualini önüne diker. Sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile konuşmaya başlar. Biraz daha içeriye doğru gider, “Konuşuyorum ama konuşmanın ne olduğunu da bilmiyorum” der. Var mı içimizde birisi konuşmayı tarif edebilecek? Birçok varlığı Kudret elimize vermiştir. Tahlilinden aciziz. Onun içün bu âleme gelmekten gaye insan içün kendi aslını aramaktır, hakikatini taharri etmektir. İşte bu taharrinin adına aşk derler ahlakta. Bilmem bir şey anlatabildim mi? Ahlakın tarifindeki aşk bu. Kendi aslını mebdeini, Rabbisini, maadını bulmak zevkiyle, kendisinde hâsıl olan heyecanın adına aşk denir. O romanda okunan, o şehvet. Onun bu işle alakası yok. Demek oluyor ki, insanlarda ahlak iki esasa ayrılıyor: Bir vazifeden doğan ahlak oluyor, bir de aşktan doğan ahlak oluyor. Tarihin en eski efendisi olan, zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı vaz eden bizim dedelerimiz, acaba bu ahlakın hangisinin salikleriydi diye bir sual sorulabilir. Aşktan doğan ahlaka salikler. Zira aşktan doğan ahlakta, evvela canan, sonra can kaidesi başlar. En zor kısmı da bu…
Mesela bire on dövüşen bir
milletiz biz. Cenab-ı Hak bize hususi bir imtiyaz vermiştir. Fakat biz kendi
varlığımızı hor görmeye başlamışızdır. Dedemizi beğenmeyiz. Onun aldığı evde
oturur, pencereyi niye buradan açmıştır diyerekten dil uzatırız. Daha yeni ev
almadık biz. Aldığı evde oturuyoruz. Senin mazini, dedeni kim küçük göstermek
isterse, kanından soyundan, sütünden, sulbünden şüphelen. Şüphe et. Muazzam bir
dedeye maliksin. İlme mevzu vermiş, sanata model vermiş, muhali mümkün yapmış,
karadan gemi yürür mü? Yürütmüş. Her sene günü yapılıyor, mesela Mevlana. Deden
senin. Her sahada kemalini gösterdiği gibi maddi sahada da göstermiştir işte.
Muafiyet serumu, ilk söyleyen adam. Öyle
dert vardır ki devası içinden çıkar der. Medeniyetini taklit ettiğin saha
hürmet eder, sen alakadar bile
olmazsın. Geçen sene onun gününde resmen
patrik dünyaya ilan etti; “O büyük adamın karşısında Hristiyaniyet namına
hürmetle eğiliyorum” dedi. Allah (cc) dedirtir. Bilir misin ne iştir o? O
ufacık bir cümle ama ne mana
gizlenmiştir. Mevlana’da görünen hürriyet neydi? Hazreti Muhammed’di (sav).
Taklit bizi imha eder, taklit. İyi bir şey değildir taklit.
Neyse, biz aşktan doğan ahlaka
salikti, bunu tercih etmiş. Bire on dövüşürdü dedik. Evet, hiçbir tarihte
göremezsin, evladını harp meydanına gönderirken alnından öpüyor anne; “Cam-u
şahadete nuş ettiğini işiteyim, arkanı döner, kaçarsan, göğsüm sana haram olsun”
diyor. Ne gördü de bunu söyledi? Bu kolay kolay söylenmez. Ne görüyordu,
içinde ne kaynıyordu? Gördüğü şu idi; o Hak muhabbeti ile dolu olan kalbi
nokta-i istinadı kuvvet olarak kabul etmiyordu. Nokta-i istinadı kuvvet olarak
kabul etmiyordu. Şimdi insanların yıkımındaki en büyük amil… Görüyorsunuz artık
semavata çıkılıyor. Bugün başlangıcı fakat bir gün olacak, çıkılacak.
Elimizdeki büyük kitap onu haber verir, aya maya. Ay filan onlar ufak istasyon
olacak. Daha bilemediğimiz avalim seyredilecek, beşeriyet oralara uzanacak.
اَللّٰهُ
الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ [3]
Bizim daima iman edenlerin ölüye
okumuş olduğu ki o kitap diri kitabıdır. Bizim en büyük kusurumuz da odur: Biz
Kur’an’ı ölü kitabı yapmışızdır. Mezarlık içün okuruz, hâlbuki diri kitabıdır
o. Mesela Ramazan gelmiş, birçok insanlar onu açar okur. Güzel. Fakat “Niçün
okursun dersen”, “Ölüme gönderiyorum” der. Ölü içün gelmedi. Dirim
meşgul olsun diyen bir tek adamı hayatımda rast gelmedim. Belki de rast
gelmeden öleceğim. Bir tek insana rast gelmedim ki, ben bunu okuyorum, ben buna
hayatımı intibak ettireceğim. Bu hali duyacağım. Bu ahlak ile olacağım.
Sordular Hazreti Aişe’ye; “Fahri
Âlemin ahlakı ne idi?” “Hazreti
Muhammed’in (sav) ahlakını tabi en yakını sizsiniz, bilirsiniz.” “Kur’an okumuyor musunuz” dedi. “Okuyoruz.”
“İşte ahlakı O idi.” Bir şey
anlatamıyor muyum? Bize okuyor. Yanlış anlaşılmasın, acaba ona bir faydası
olmaz mı? Sebebi, kitabın sebebi nüzulü, insanlara gelişi, diri içün. Bu
âlemden alakasını kesmiş olan insana da tabiatıyla ruhunu taziz[4] makamında, eğer o kimse ahlakı Kur’an ahlaklı,
hayatındayken insan incitmemiş, ah almamış, semayı deler gibi bakmamış, yeri
ezer gibi basmamış, kırık kalp alacağım diyerekten çırpınmış da Hakk’a gitmişse
elbette onun içün en büyük bir hediyeyi maneviyedir. Fakat hayatında; “Bırak
şunları” demiş, birikmiş ahlarla manevi vücudu kambur olmuş, bir milyar
defa Kur’an oku… Kur’an sana lanet eder, “Niye ona okuyorsun diye.”
[5] رُبَّ تَالٍ
يَلْعَنُهُ الْقُرْأٰنُ Acaba
anlatabiliyor muyuz? Yaa. Diri amel edecek, hayatını uyduracak, oradan zevk alacak,
o almış olduğu zevk ile o zevk onu ona sevk edecek. Oradaki insan da
hayatındayken onu baş üzerinde taşımış, gönül vermiş olan adam olacak. Diri
hissesini aldıktan sonra ona ait olan kısım da olabilecek. Fakat ilk önce kitap
diriler içün.
Buraya nereden girdik? Beşeriyet daha
başlangıçtadır, daha çok ilerleyeceğiz dedik. Ve buna ait olan bahse, büyük kitabın neresinde o hangi
ayetinde olduğunu söylerken buraya girdik.
اَللّٰهُ
الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ
Allah (cc) öyle diyor ki; “Ben
öyle bir Allah’ım ki, yer üzerinde yarattığımın bir mislini semavatta da halk
etmişimdir.” Abdullah İbn-i Abbas Hazretleri, İmam-ı Ali’den soruyorlar; “Ben
anlamadım bunun manası ne demek? Yer üzerinde yarattığımı...” “Aşikâr”
diyor, “Niye anlamıyorsunuz?” “Yine anlayamadım” deyince, “Ne
uzatıyorsunuz, senin gibi bir Abdullah İbn-i Abbas, benim gibi bir Ali İbni Ebu
Talip âlemi semada da mevcuttur.” Hayat var mıymış, yok muymuş, var aşikâr. Hayat var mı yok mu bilmem. Hayatsız bir
yer yok zaten. Allah’ın (cc) bir ismi
Hay… Binaenaleyh hayatsız gelme.
Demek
istiyorduk ki, beşer irfan yükü ile göz kamaştıracak bir sahaya çıktı. Yerin
dibinde gezer, semavata çıkar, Kudret’in sermayesinden gözle gözükmeyecek ufacık
bir maddeyi ortaya kor. İklimin havasını değiştirir. Onları yapan hep Allah’dır
(cc). Hindistan cevizi kadar mahfazanın[6]
içerisinde gözünle göremediğin, eczanede mi bulunur, kimyahane de mi görülür,
bakkalda mı satılır, idrak edemediğin cevheri akıl diyerekten güvenmiş olduğun
varlık, bizim bizatihi malımız mıdır? Yooo, hiç bir şey yok. Bizim hiçbir
şeyimiz yok. Hiçbir şey yok mu? Hiçbir şeyimiz yok. Ölümü öldürsene. Kabrin
kapısını kapasana. Beşerden aczi gidersene. Daha oraya kadar gitme... Uyumasana.
Uykudan daha büyük muazzam bir mürşit var mıdır insan içün? [7]اَللّٰهُ
يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا illa ahirihi[8].
Huda öyle diyor ;“İyi düşünenlerinizle ben tenezzül ediyorum, bir an
konuşacağım, dikkat etsinler” diyor. Azıcık iyi düşüneniniz varsa
konuşacağım” diyor. Ben size uyku denilen bir hal veririm. Kim bana
anlatabilir uykuyu? Kimse anlatamaz. Hiç. Anlatılmaz mı? Anlatılmaz. İstersen
merak et bak, birkaç gece tecrübe et. Bulabilir misin iptidasını? Niye
anlatılmaz? Alır, ilmini alır, şuurunu alır, karını alır, kocanı alır, rütbeni
alır, masanı alır, kasanı alır, evlad-ı iyalini alır, bahr-ı ummanı ehadiyyete
atar. Fakat öyle bir haldir ki, kimseninki kimseye karışmaz. Ne benim cehlim
sizin ilminize, ne sizin ilminiz benim cehlime karışmaz. Nüfus kâğıdı altta
kaldı, arayalım bulalım filan yok. Hall-i hamur[9]
olur, yine merhameten bir yakaza hali tecelli eder, buyurun ilminiz, işte
rütbeniz, işte karınız, işte kocanız, işte çocuğunuz, şunu her gün alıp
veriyorum, bir gün vermesem. Hâkimle mahkûmu müsavi kılar, zalimle mazlumu bir
yapar. Uyku dimi ya. .
Zalim bir tarafta sızar, mazlum bir tarafta büzülür, neticede bir olur.
Vermezsem ne yapabilirsiniz? O halde niçin inletiyorsunuz? Niye insan
haklarını eziyorsunuz? Neden birbirinizle sevişip yaşamıyorsunuz? Beşer bir
cephesinde bu kadar acizdir. Kendisinde olan varlığın bir çoğunu tahlil
edemeden gider. İlmen yükseldi, irfanen gözleri kamaştırdı, fennen akla veleh
verecek kadar ilerledi fakat buraya huzur veremedi. Mevzii konuşmuyorum, bütün
dünya sekenesi üzerinde bugün huzur yoktur. Çünkü huzur kesbi değildir. İnsanın
kendi elinde değildir kalbine vereceği huzur ve istirahat. Bazı insan der ki; “Şu
kadar servetim olsa.” Hayır! Servet, bizatihi nimet değildir, vasıta-ı
nimettir. Bazen de bela olur. Kudret diyecek ki; “Ey nimet git filan yerde
nimet ol da kal.” Bizatihi nimet
değil, vasıta-ı nimet. Beşerin huzuru yok. Huzursuz yaşıyor insanlık. Kalbi
boş. Kalp âleminde bir şey yok.
Şuna benzer, bir vakit
karanlığını izale etmek için insanlar çıra yakarlardı. Hala bazı yerlerde
vardır. Çıralı odunu yakar, ışığını etrafını onunla görür. Zaman geldi mumla
izale etti, zaman geldi yağla izale etti, zaman geldi petrolle izale etti,
zaman geldi hava gazıyla izale etti, aydınlığını buldu, zaman geldi bugün
elektrikle ışığını yapıyor. Ki bu daha en basiti, bundan daha neler neler
olacak. Elektrik onun yanında çıra gibi kalacak. Taştan topraktan yapılmış olan
odasını, elektrikle aydınlattı ama candan yapılmış olan kalp odasında acaba ne
yakıyor? Hangi aydınlığı var? Bunu düşünmedi. Kanaatime göre hiçbir ışık yok
galiba. Işık olsa insanlar huzur içerisinde yaşar. Karanlıktır, huzurunu bozan.
Kimse yok. Sebebi, muvazene-i[10]
âlem olmadığından dolayı. İntizam-ı âlem, muvazene-i insan ile olur. Havas ile
avamın muvazenesi yok. Sık sık bunu konuşurum, yayasınız diyerekten. Bugün ki
beşeriyetin yıkımı bu. İnsanlık burayı idrak etmedikçe ve buraya dönmedikçe
katiyen huzura kavuşamayacaktır. İmkân yok. Bütün diplomatlar toplansın, iri
iri kafalar birleşsin, en yüksek iktisatçılar içtima etsin, büyük büyük fikir
erbabı bir arada olsun yine beşerin inleyen sesini dindiremez ve dindiremeyecektir.
Dinmez. Sebeb-i hilkat anlaşılmadıkça, insandaki bu âleme gelişteki gaye
duyulmadıkça, çare yoktur. Bulamazlar, çaresi yok.
Nokta-ı istinadı bugünkü
beşeriyet kuvvet diyerekten tanıyor, “Kuvvete taparım” diyor. Hepinizde
bu hal gelmiştir. “Bir şey yapacak mıyız? Hangi kuvvetin var arkadaş”
dersin. Hah, Kudret bakıyor, “Sen buraya kadar düştün mü” diyor,
kuvvetin şe’nin neticesi boğuşmaktır. “Boğuşun
bakalım.” Ahlakın medeniyetine, mananın sahasına girdiği vakitte, nokta-i istinat kuvvet değildir, nokta-i istinat Allah’dır (cc). Hakk’tır, anlatabildim
mi? Şu işi yapacağım ama hangi hakka istinat ediyorsun, hangi kuvvete değil.
Çünkü kuvvet Allah’tadır (cc). [11]
لاحَولَ وَ لا قُوَّةَ إِلّا بِاللّ
Kuvvet bir sıfattır, mevsulsüz[12]
orta yerde tutulmaz. Haksız kuvvete taptın mı zalim olursun ona yapışırsın,
insanlığı inletirsin. Her konuşmamda dediğim gibi, bir düğmeye basıp da bir
milyon insanı öldürmek medeniyet değildir. On milyon adamın nefesini
aldırtmamak medeniyet midir? Ne medeniyeti? Huda vahşete medeniyet diye taptırttırıyor.
Allah’ın (cc) cilvesine bak, acısın beşeriyete. Bas düğmeye on milyon adam
gitsin. Sesi çıkmayan, kundakta olan, hasta olan, seksenlik pir, yetmişlik
ihtiyar… Ne bileyim ben? Medeniyet mi bu?
Acıma hissini zaaf diye tabir
ediyor bugün ki beşeriyet. “Nedir” diyor “acımak?” “Âsab
bozukluğu” diyor, “zafiyeti var adamın.” Acıma hissine zaaf, oraya
kadar düşmüştür. Ki dünyada en acıyan millet senin dedendi. Bizde malum ya
merhamet, çok düşkün. Onun içün Huda bize hususi muameleye tabi tutmuş.
İnsanlığın da en büyük ölçüsü merhamettir. Kimin merhameti bol, korkmasın. Muhakkak Allah (cc) ona sahip olacaktır.
Merhameti kimin bol, imkânı yok, muhakkak tutar onu. Merhamet kimde fazla, o, muhakkak
tutulur.
Vakfiyeleri açarsanız, görürsünüz
medeniyet neredeymiş. Deden gibi medeni adam gelmemiştir kâinata, hem gelemez
de. İnsanı bırak hayvana, o vakıfnameleri karıştırın, filan semtin köpeklerine
şu kadar sırık ciğer, servetimden ayırdım. Filan yerin mahlûkatına şu kadar şey
servetimden ayırdım. Daha daha hayret olunacak şeyler. Semtinde gadr ile bir
hizmetçi bir tabak kırmış diye dayak yediğini duyan adam, servetinin bir
kısmını vakfediyor, “Kimin hizmetçisi bir şey zayi
ederse, tahkir[13]
etmesin gelsin buradan tedarik etsin” diyor. Bu dedenin evladı bugün kendi
evladının nafakasını vermiyor, annesine bakmıyor. Nereden geldi bu manevi zehirli
gaz da zehirledi? Kediye köpeğe kadar rikkatle kalbi çarpan insanın çocuğu,
kendi annesine bakmıyor. Kendi evladına bakmıyor. Nereden geldi bu? Medeniyetini
taklit ettiğimiz sahada deliyi cin çarpmıştır diyerekten yakıyorlardı.
Bayıldığımız, ağzımızın suyunun aktığı saha. Deliyi yakardı, cin çarpmış
diyerekten. Batıl bir itikattır. Bunu cin çarpmıştır, vücudu şeydir, der, yakar.
Dedene bak, musiki heyeti tayin etmiştir tımarhaneye. Parasını çıkarmış koymuş,
“Deli musiki ile nispeten tedavi olur” demiş. Ve bugün fennin de en son
bulduğu çare o. En son bulduğu çare o. Göğsün kabarsın diye söylüyorum.
Ara yerdeki fark ne? Nokta-ı
istinat ne vakit ki kuvvet olur, bir mataha tapar da bir hukuk tedarik edersen
yıkılırsın. Mesela o kadar incedir ki, Hazreti Muhammed (sav) öyle demiştir; “Bir
kimse bir kadını alacağı vakit, servetine tamah eder de alırsa, maddeten zelil
olmasa da ruhen muhakkak ona zillet verecektir Allah (cc)” der. Gaye o olmayacak. O olur başka. Fakat; “Sırf gayesi ben şuradan
şu matah-ı dünyaya sahip olacağım diye hukukunu tedarik ettin mi, muhakkak
zilletle mahkûm olacaktır diyor.” Maddeten olmazsa daha fena manen olacaktır. Ruh fakiri olacaktır. Ruh
fakiri ne demek? İmansız geberir demek. Ama o hukukun içerisinde o servet de
çıkmış başka. Gaye onu ittihaz etmemiş. Gaye, ben Hakk’ın saltanatına, Hakk’ın
azametine, hizmet edeceğim o uğurda, bu memlekete dine hadim olacak, manaya
hadim olacak, ahlaka hadim olacak, insaniyete hadim olacak, benden bir yavru zahir
olacak, onun sesiyle ben ikinci hayatta da hayat alacağım. Bu aşk ile bağlamış
hukukunu. Anlatabildim mi acaba? Onun biz tarihte şeyini de görmüşüzdür. Deden
öyle idi. Dimi? O ihlas ile olduğu içün, alacağı kadının yüzünü görmeden
alırdı. Hayret. Elli sene, yetmiş sene bir yastıkta başını çürütür ve kendi hislerinin birbirine ait olan o ülfet, o muhabbet,
bereket ile o feyz ile o sızısızlıkla -ne bileyim kelimesi yok ki ben tarif
edeyim- o aşk ile yaşar ve neticede her bir ev sekiz tane, on tane memlekete
evlat verir. Omuzları bu kadar, boyları bir yetmişten yukarı,… Bir saha. Öyle
bugün evlendi, bir hafta sonra boşandı, on beş gün sonra sulh teklifi yapıldı, yirmi
bir gün sonra ikinci teklifi filan. Böyle şeyler, bizim azametimizde, bizim
satfetimizde, bizim saffetimizde, bizim şevketimizde, yok idi. Anlatabildim mi
acaba?
“Bir evde ki huzur yoktur, huzur
olmayan evde yetişen çocuk ahlaksız olur” dedi Hazreti Muhammed (sav). Onun
raporu ne ise o olur, başka bir şey de olmaz. Hiç. Güzel çocuk, iyi geçinen
evde çıkar. Güzel ahlaklı çocuk, temiz yuvada, birbiri ile merbut[14]
iki vücutta bir ruh olarak yaşayan ailede çıkar. Ve o gaye de evladıydı. Kapıyı
kitlesin, çocuk içeride yansın, onlar sinemada otursun. Ne anne baba, nasıl
yuva? Kedi bile bırakmıyor yavrusunu.
Ağzında gezdiriyor oradan oraya. Gabi[15]
diye tarif ettiğimiz tavuk bile bırakmaz. Gıd, gıd, gıd , gıd, diyerekten
içerisinde tutar etrafında böyle tutar. Taa kendisi gibi oluncaya kadar.
Kimsenin zayi edemeyeceği bir kanaat gelirse o
vakit yavruyu bırakır. Sen üç yaşındayken kitleyip gidiyorsun. Bir yaşındayken
kitleyip gidiyorsun. Üç tane çocuğu bir, iki, üç dört yaşındayken kitleyip
gidiyorsun. Bu yavrunun yüzünden bir
zevk alamadınsa hiçbir sahadan zevk alamazsın kardeşim. Demek ki insan
değilsin.
Bir kısmı öyle, bir kısmı başka
türlü övünür. Ben çocuğumu der Frenk mürebbiyesinin kucağında büyüttüm, terbiyeyi
aldı. Ne oldu, ne aldı, ne var yani ya? Bir Türk kızı kendi evladını
büyütemeyecek kadar küçüldü mü? Bu kadar aşağı mı? Üç kıtada hükümdarlık etmiş,
altı asır medeniyetini taklit ettiğin sahayı adli ile hakimiyetinde tutmuş olan
dedenin evladı, kendi yavrusunu büyütemeyecek kadar küçüldü mü? İntibak kaidesi
vardır. Bu yuvada büyüyen oraya merbut olur. Çaldırdın
çocuğu, nedir yani ya? Dört tane Frenk kelimesini bellemek mi? Marifet o
mudur? O mu marifet? Sebeb-i hilkat marifet diye tarif eder ahlak. Allah da (cc) öyle tarif eder,
[16]وَمَا خَلَقْتُ
الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben hilkati bahusus hilkat içerisinde
emri maşeyi, niyabetimi, bırakmış olduğum sınıfı insanı, ancak marifet içün
meydana getirdim. Hilkat-i sebebi budur” der. O marifette dört tane Frenk
şekili öğrenmek midir? O sana tenezzül etmiyor, bir tek kelimeni bile
kullanmaz. Ey tarihin efendisinin çocuğu…
Ahlaka göre tarif öyle değildir.
Marifet. Sebeb-i hilkat marifet. Hayat sayılı nefes. Hayatın sermayesi o. Şimdi
şu iki tarifi ortaya alacak olursak, bak ne çıkıyor? Hilkatten sebep, bizim yani yaratılışımızdan bu âleme gelmemizdeki
sebep, marifet. “Dünü bugünü ile müsavi olan kimse aldanmıştır” der. Men
istevâ yevmâhu fe-hüve mağbûnun[17].
Bunu ezberle, daima hafızanda bulunsun, hayatta hiçbir vakit sarsıntıya
uğramazsın. İki üç şeyi ezberle. Ahlakçıların başı olan Hazreti Muhammed’den
(sav) iki üç cümle öğren. Bir tanesi Men tealleka şey'en vükile ileyhi. Kişi
güvendiğine terk olunur. Hayatta çok
dövünürüz. Dikkat et bak, güvenmişindir birisine, seni tepelemiştir. Allah’a
(cc) güven. İnsan güvendiğine terk olunur diyor. Kime güvendin? Seni muhakkak
Kudret döndürecek döndürecek, o güvendiğine bırakacak. O vakit çirkin çıktığı
vakitte “Ne yapalım ona güvendin” diyor. Ya Hakk’a güven ya Hak da
kendisini yok edene güven ki yine o da Hakk’dır. Bir defa zulme hiç divan
durma. Hiç. Değmez. O kadar süratle kumanda verilmiş ki istikamet karşıki
çukura marş marş denmiş, veren kumandan Allah’dır (cc), ölmez. Hepimiz
koşuyoruz. Süratinden koşuşumuzun şeklini tayin edemiyoruz. Bu kadar süratli…
Ne satılıyorsun? Satılma. Kişi güvendiğine terk olunur. Belle bunu. İkinci
cümle-i ahlakiye. Men ayyebe akhahu
len yemut hatta ye'melehu Bir kimse
bir kimseyi nazar-ı hakaretle ta’yib[18]
etse, üzülerekten değil de hakaret ediyor. Hakaretle ayıplasa, o ayıpladığı
şeyi kendi yapmadan gebermez. Ne yapacan yapacan kendin onu irtikâp edeceksin.
Çare yok. Şimdi söylediğim cümle, onu da
ezberle, tut gönlünde, Men istevâ yevmâhu fe-hüve mağbûnun. “İki
gününü birbirine müsavi kılan aldanmıştır” der. Maddeten de manen de. Dün
on kuruş kazandın, bugün de on kuruş kazanmışsan aldanmışsındır. Dün mana
ahlakındaki teali ile bugün ki teali arasında hiçbir fark yoksa yine aldanmışsın.
İkisi beraber gider. Mebsuten mütenasip.[19]
Neden? Zira sebeb-i hilkat marifet. Hayatın sermayesi de sayılı nefes. O halde,
dedikoduyu kes. Biz ömrü, dedikodu ile geçiriyoruz. Öyle değil mi? İnsaf ile
bak kendine. Filancaya gidelim biraz konuşalım. Ne konuşacaksın? Hak sohbeti
mi? Bir marifet mi? İnsaniyete hizmet edecek bir şey mi? O sana birkaç dedi
kodu yapacak, o sana birkaç dedi kodu yapacak. Zaten ilme ait bir sohbet olsa
uyuklarsın. O dedi kodu olacak ki gözlerin böyle açılsın. Daha nesi var
gıdıkla, biraz daha gıdıkla.
Şimdi hilkatin sebebi marifet
olunca, insanın hayatının sermayesi de sayılı nefes olunca, ilk emir “Dedikoduyu
bırak” diyor. İkinci emir, “Bu iş yani dünya sahnesindeki hayat sözle
biterse yanarsın, işle bitir” diyor. Anlatabildim mi acaba? Nenemiz öyle
idi. Nenemiz. Onların ördüğü kumaşı hala bugün yapacak belki makine bile yok.
İçinizde biraz ihtiyar ninesine sahip olandan
birkaç parça eşyası kalan varsa baksın. Bir burumcu[20]
gömlek yaparlar, bugün öyle bir makine yok örebilecek. Onu ibadet diye yapar.
Ahlakım bozulmasın diye yapar. Boynunu büker, gergefini[21]
eline alır, tığını parmağına geçirir, o el hattı zatında hiçbir vakit bozulmaz.
Nurdan yapılmış gibidir. Seksen yaşında kadın, pembe beyaz yüzü, kendine mahsus
bir anı, bir dumanı, seksen türlü yağ, doksan türlü boya, yetmiş türlü şey,
bıçakla kazısan belki zor çıkacak, fakat yine o an yok, yine o an yok. Niye?
Anı Allah (cc) verir.
Dilberde meram ân olur endam değildir
Keyfiyyet olur meyde garaz câm değildir
Bedava söylenmemiş bunlar.
Fantezi hayatındaki rekabette de bir ibret var. Onda da bir ibret var. Orada da
bir marifet var. Herkes cemiyetteki sahasına göre bir müsabakaya çıkar, birbirine
rekabet yapar fakat çul üzerinde yapmaz. Filanda şu kadar boynunda altın vardır,
filanın şu kadar karatta küpesinin
elması vardı, o sahada çıkar. Nihayet bir sıkıntı günü geldiği vakitte,
herkesin sandığının içerisi bir emniyet sandığı olur. Sıkıntılı zamanında
çıkarır. Şimdi de çula inkılap eder. Bine, bin beş yüze, iki bine mal
olur, sıkıldığın vakitte on beş kâğıda
satarsın. Netice yok. Netice yok.
Cahil bir camia, mütemeddin[22]
bir camiayı taklide başladığı gün ilk önce sefahatini alır, sefahatinden
kurtulup da lazım olan şeyi alıncaya kadar kendisi mahvolur gider.
Tutunamaz. Kudret’in emrine boyun
kesmiş, hilkati marifet tanımış, sermayeyi hayatı sayılı nefes demiş, o halde
bunun teker teker ilerlemek olmadığını anlamış, binaenaleyh herkes kün
emrinin merkezinin haricine çıkmaya
imkân bulunmadığını duymuş. O halde teali terakki ancak birleşmekle olacağını
anlamış. Birleşin emrine boyun kesmiş. Zaten hakikate boyun kesmeyenler,
muhakkak zillet yumruğu ile ezilir giderler. Hilkat-i Âlem böyle doğmuştur.
Allah (cc) ilk önce bir hakikati meydana getirir, “Gel bunun karşısında
boyun kes” der. Kesmem. Bir zillet yumruğu gelir, tav’an[23]
kesmeyeni kerhen kestirir ama kendi orta yerde kalmaz. Çöker geçer gider. Bak
tarihi seyret, hep öyledir. Birleşin diyor, çalışın, çalışmak için birleşin,
birleşin çalışın. Birbirini bağlıyor, anlatabiliyor muyum? Bu birleşip
çalışırsanız, fakr-i iktisadiden, fakr-i ahlakiden kurtulursunuz. Birleşemeyen
milletler daima iki fakra müptela olurlar.
Bir fakr-i iktisadi, bir de fakr-i ahlaki. Fakr-i iktisadi de bir belayı
mübremdir[24], fakr-i
ahlaki zaten muhakkak surette bir hüsran-ı ebedi gayyasına[25]
yuvarlanmaktır ki kârı yok, dibi yok, çıkamaz. Çünkü insanın istiklal-i maddisi
elinden alınırsa, istidadı nispetinde daima meydana getirebilir. Elli senede
yüz senede muhakkak o istiklal-i maddisine sahip olur. Fakat istiklal-i manevisini
kaybederse bir daha ele geçmez. Çünkü o Allah’ın (cc) bir vergisidir, ikinci
sefer vermez. Anlatabildim mi acaba? Adeti öyle vermiyor. İşte onun içündür ki,
Kadel fakru küfren denmiştir.
Hazreti Muhammed (sav) öyle diyor. Fakirlik
az kaldı küfür oluyordu. Biz bunu da ters anlarız. Fakirlik ne güzel şeydir.
Kim demiş sana? Güzel olur mu fakirlik?
Canın sıkılır öf dersin Allah’a (cc) isyan edersin. Güzel olur mu? Nereden
çıkardın bu güzelliği? Ama ya Peygamber’in
(sav) bir emri var. Ene eftahiru bi fakri diyor. Ben fakirlikle ihtiyar
ederim. Bu bizim bildiğimiz dilencilik manasına fakirlik değil. Hiçbir gün
Hakk’a karşı ben varım diye gönlümden geçmedi. Bu fakrımla iftihar ederim.
Anlatabildim mi acaba? Benim hiçbir an öyle bir şey mübarek gönlüme gelmedi ki
bende varım bu hilkatin içerisinde diye bir şey hissetmedim. Bu yokluğumla
iftihar ederim. Bu ayrı, bizim fakirlik ayrı. Öyle bir şeyse iftihar et.
... yerlerini söylüyordum. Yoruldunuz mu? (hayır) Dayandığın yer kuvvet olunca böyle
oluyor dedik. Hak olunca Hakk’ın şe’ninin[26]
neticesi sarışmak. Beşerin inleme sebeplerini söylüyorum. Üç sebepten dolayı
inliyor. Nokta-ı istinadı kuvvet tanıyor. Burada yanıldı. İkinci sebep, hedefi
menfaat diye kabul etmiştir bugün ki insanlık. Şu işi yapacağız, ne menfaati
var deriz. Menfaati ne? Hah İhtirasat-ı nefsaniye hiçbir vakit beşerde tatmin
olmaz kardeşim. Bu bazı insanlar istisnai kaideye girmez. Hüküm eksere göredir.
Bugün hiç vaziyeti bozuk bir adam, “On bin liram olsa” der, “Şöyle
bir iş, şöyle bir şey” der, olur “Yüz bin” der, yüz bin olur “Milyon”
der, milyon olur Milyar” der, milyar olur, nüvilyonlar olur yine o
ihtirasat var, cibilli. Demek ki menfaat hedef olduğu vakitte, insanın
ihtirasatını durduramıyorsun. O durmayınca inlemek başlıyor. O halde hedef
fazilet olacak. Anlatabildim mi acaba? Dedende hedef faziletti. Faziletin
neticesi, ben bu işi yapacağım ama Kudret ve içimdeki vicdanım bu işten ne
dereceye kadar razı? Menfaatte nefis önde gider. Gelir adamın önüne bir milyon,
o onun ona ait olmadığı, gayri meşru, gayri vicdani olduğunu idrak eder. Fakat
nefis der ki, sen mi kaldın doğru? Al. Bu fırsat eline geçmez. Daima önde
durur. Onu geriye çekip de fazilet, değer mi yahu bundan bu kadar insan zarar
görecek. Sonra akıbet ne netice ne? Değer mi? Tutar. Derhal beşerde o vakit
sema ayağına iner. İşi yapan Allah’dır (cc). Sendeki niyeti görecek, ona göre
halk edecek.
Hayat cidal diye tarif ediliyor
bugün beşeriyette. Hepimiz bunu konuşuyoruz. Hayat mücadeleden ibaret diyoruz. “Cidalin
neticesi paylaşmak diyor” Allah (cc). Paylaşın bakalım. İşte beşeriyette
birbirimizi paylaşacağız diye herkes böyle tetikte,
senin bana emniyetin yok, benim sana itimadım yok. İtimat olmayınca huzur olur
mu? Bir evde on nüfus var hepsinin kafası ayrı işler. Hepsinin. Çocuğunun
kafası sana tabi olmaz. Cebine parasını verirsin, ihtiyacını giderirsin, iki
arkadaşı geldiği vakitte böyle yapar. “Yapacağımızı biz biliyoruz” der,
aldırış etmeden. Peşinden gelmez.
Onun
içün Kudret beşeri günde beş defa felaha davet eder. Resmi davet, beş defa. “Vicdanının
sesi ile uyan” der. “Gafletten uyan yakalanıyorsun” der. “Batıl
insanın emelinin gayesine satılma” der. “Hürriyet ararsan Allah’tan (cc)
gelir” der. Acaba anlatabildim mi? İrade ve hürriyet yalnız Allah'tan (cc) gelir. Allahsız ne irade vardır, ne hürriyet vardır. Allahsız oldu mu, sen beni
yakarsın, ben seni yakarım, ona hürriyet denmez ki. Hürriyet adalet-i mutlakayla
kayıtlandığı vakitte hürriyet olur. Tabirime dikkat et. Bir adamın hür
olabilmesi içün, nefsinin ahkâmına tabi olmaktan kurtulması şarttır. O vakit
sana hür denir. Yoksa şekavetini irtikab etmeklik içün ortaya atılmışsın, sana
hür adam denmez ki. Kopkoyu nefsinin esiri, böyle adi bir vaziyette esir,
zelil, hakir… Onun içün tam bir şekilde nefsinin ve infialatının[27]
ahkamına tabi olmaklıktan kendisini geriye çeken adama, asude kalan insana hür
adam der ahlak. Hürriyet o vakit gelir. O halde
ne oluyor? Hürriyet demek ki insana Allah’tan (cc) geliyor. Allah’tan (cc)
irade ve hürriyet oradan geliyor. Esas hatlar koydum bu hafta, bunları açmaklık,
sağ kalırsak haftaya başlarız.
Birleşmek, ittihat güç, ayrılmak
kolay. Meydan boş. Dolu, meydanı doldurmak sözle olmaz. Yalnız tasavvurla iş
görülmez. “Kudret’i ağzından bileğine çek” diyor Allah (cc). Konuş
boyuna ne faydası var, koluna gelmedikçe. İrade. Hürriyet. Eski konuşmalarımda
bir misal vermiştim, yine o misali vereyim size. Bir meyvenin çekirdeğini alın,
kiraz, vişne, şeftali, kayısı, her neyse bir çekirdek alın, Farz edelim ki bir
şeftali, çekirdeğini aldık, bu çekirdek ne vakit hürriyetini ilan eder?
Çekirdeği dikeriz, lazım gelen hizmeti yapıldıktan sonra çekirdek ilk önce bir
filiz, böyle ipekten narin bir vaziyette
ki, -maddecilere bir tokat vuruyor- kazmanın, baltanın, yaramayacağı bir
sahadan, Kudret’in kendi lisanıyla ismini anarak beni muhafaza et, çekil
bakalım diyerekten böyle bir çıkar. Güneşe de Hazreti İbrahim’e (as) emir
olunduğu gibi; “Ey nar ne yak ne dondur.” Beni de o Kudret Ona vermiş
olduğu tesbihatıyla; “Beni yakmadan barındır.” Her saha bir mucizedir
ama gözümüzün önünde daima dolaştığı içün kıymet vermeyiz. Ne mucize arıyorsun?
Kendinsin… Gözünü çıkar bir dirhem yağ parçası, nur-u rü'yet beyefendi neresine
taalluk etti? Nedir görmek, kim tarif edebilir? Efendim gözün şebekesi… Ben
gözü sormuyorum sana. Fiil-i rü'yeti soruyorum. Konuşursun da konuşmanın ne
olduğunu bilmezsin. O halde niye âlemi inletirsin? Neyine güvenirsin? Saydığın
bilgilerin sahibine ver bakalım. Bankanın veznedarına benzer, birçok ilim
adamıyım diye geçinenlerde. Veznenin önünde paralar durur, böyle sarar,
kırmızı kalemle işaret eder böööyle
fakat onun o bakış para tarzından oturuşunda bir eda vardır, sanki onunmuş gibi.
Sayar sayar da bir binlik ara yerden
eksik olursa buradan damarı fırlar. Para
nerede, bir müfettiş gelirse ne yaparım diye. Zavallının değil ki, kendinin
değil ki o. Bizim de bildiğimiz konuştuğumuz şeyler sorsalar, deseler ki ver
sahibine, orta yerde bir şey yok. O onun. Neyine güveniyorsun o halde?
Herkes verdi, seninki nerede? Nerdesin?
Acz-i mutlak içerisindeyiz. Bir
cephemiz çok kavi. Evet, Kudret bizi eşyaya, eşyayı bize musahhar kılmış, her
şey emrimize amade. Fakat bir anda gelir, gözüyle göremediğimiz, mevcudiyetini
sezemediğimiz ufak bir mahlûkun pençe-i kahriyesinde mahkûm olur, zelil olur,
geçer, gider. Bir şey yok orta yerde. Herkes birisine çalışır. [28]
وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ diyor. O kadar güzel
söyler ki. Söyler söyler de; “Mirasçı benim” der Allah(cc). “Bana çalışıyor.” İnanan da
inanmayan da. Hani bazı adamlara derler ki; “Azizim nedir bu kadar, bu kadar
çalışırsın, kime bırakacaksın?” Yahu aptal olma, cevap ver. “Kime
çalışacağım? Mal onun, ona çalışıyorum. Niçün çalışmadın diye tepeleyecek.”
Ne kadar güzel çalışırsan o kadar ağır karşılayacak. Anlatamadık galiba. Hani
der ki bazı insan; “Canım sen de şu işi yaparsın, bu işi yaparsın, kime
çalışıyorsun, ne olacak bunun sonu?” “Kime çalışıyorum? Aptal mıyım?Ona
çalışıyorum.” Ne olacak? Tezgâh böyle kurulmuş, Pazar böyle açılmış,
çalışacaksınız diyor. Ama kimisi hakperest çalışır, kimisi hodperest çalışır. Yine
ona çalışır. Kimisi güzel bir meyve olur, kimisi o meyvenin etrafında kimse
girmesin diyerekten dikenden bir koruluk olur. İster meyve ol, ister dikenden
koruluk ol. Anlatamadık mı misali? İkisi de o bahçenin. Biri bahçede güzel bir meyve olayım, Hazreti İnsana
kavuşayım, mmm diye yesinler; biri de bir diken olayım, köpek möpek içeri
girmesin diyerekten etrafını … Sen ya diken ol, çalılık, çırpılık, yahut bir
meyve ol. Yine oranın. Hep ona çalışılır, başka yer yok. İnanan inanmayan,
çünkü öyle diyor; وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Mirasçı benim. Çalıştırır, çalıştırır, yalnız almadığı bir malı vardır.
İyi muhafaza edebilirse. İman. Ona ilişmem, o seninle gitsin. Onunla çık benim
huzuruma da sana kendimi vereyim.
Vereyim kendimi sana.
Şeftali
cekirdeği, oldu filiz, büyüdü, ağaçlandı, yapraklandı, çiçeklendi, nihayet
şeftali çiçeği çıktı ay tohum çıktı filan. Nihayet şeftali meydana çıktı. Oldu
kopardın, ilk diktiğin çekirdeği şeftalinin içinde buldun. O dikmiş olduğun
çekirdek hürriyetini ilan etti. Anlatabildim mi acaba? Onun aslını onda buldun.
Senin de arazi-i kalbiyene Kudret bir tohum ekmiştir, o meyve verip de eğer
Hakk’ı orada bulmuşsan hürsün. Ve illa
nefsinin karanlığında kalmış, mahkûm kötü bir esirsin. Bilmem anlatabildim mi
acaba? İradeye hürriyete Kudret misal vermek içün ve kâinata ilan etmeklik içün
şimdi burada bir dini misal verirsem daha iyi anlaşılır. İnsanda irade var mı
yok mu onu gösteren bir imtihan. Birçok hikmetleri var ya, hikmetlerinden bir
tanesi de o. Kolay değil insan.
[1] Tevcih: Döndürmek, yöneltmek. Tefsir etmek. Birisini bir tarafa göndermek. Rütbe
vermek. Bir kimseye söz atmak. Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin
zıddı mânada söz kullanmak.
[3] Talak 12 للّٰهُ
الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ
يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ
شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Meali. Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarını
yarattı. Emir bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu
ve Allah'ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz.
[4] Ta'ziz: Bir
adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek.
[5] Hadis-i
Şerif.
[6] Mahfaza: (Hıfz.
dan) Küçük kutu, kap. Zarf
[7] Zümer Suresi 42. Ayet-i Kerime اَللّٰهُ يَتَوَفَّى
الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي
مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى
اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Meali: Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri
de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor,
diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda
düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır
[8] İlla ahirihi: "Aynı şekilde devam eder"
mânâsına gelen bir ifade; sonuna kadar.
[9] Hall-i hamur: İçinde bulunulan koşullara uymak
[10] Muvazene(t): Ölçmek.
Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki şeyin vezince
birbirine denk olması. Uygunluk.
وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ
قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا
بِاللّٰهِۚ اِنْ تَرَنِ اَنَا۬ اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًاۚ
[12] Mevsul: Erişen.
Vasıl olan.
[14] Merbut: Bağlı.
Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
[15] Gabî: Anlayışsız,
ahmak, bön.
Meali: Ben cinleri ve
insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
[17] Keşfü'I-Hafa, 11,323.
[18] Ta'yib: Ayıplamak.
Kötülüğünü söylemek.
[19] Mebsuten: Mütenasip Doğru orantı; birbirine bağlı olan
ve biri arttığında öteki de artan iki büyüklük arasındaki nispet.
[20] Burum: Eğirilmek üzere bükülmüş yün
[21] Gergef : Genellikle dikdörtgen biçiminde, üzerine nakış
işlenecek kumaşın gerildiği, iç içe geçebilen iki çerçeveden oluşan araç.
[22] Mütemeddin: Medeni,
görgülü, terakki etmiş. Şehirleşmiş olan. Bedeviliği, göçebeliği bırakıp
medenileşmiş olan
[23] Tav'an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[24] Mübrem: Kaçınılmaz
olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
[25] Gayya: Cehennemin
beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay
kurtulamayacağı korkunç yer.
[26] Şe'n: İş, yeni
olan hal. Şan. Tavır. Hâdise. Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.
[27] İnfialat: (İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi
te'sirler. Teessürler. Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
Meali. Elbette biz
diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri
de biziz
0 yorum:
Yorum Gönder