Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

55. Kaset

055 (296) 64 dk. ( 26.07.1959)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. İtibarı ile ikiye ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei yani çıkmış olduğu yer; akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Gerek kalp olsun, gerek akıl, vazife, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması dolayısı ile mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan... İnsan nedir?  Bu âleme niye gelmiştir? Onun hilkatindeki gaye nedir? Nereden geldi, ne olacak, nereye götürülecek? Gelmede gitmede ihtiyârı yok. Sormuyorlar, bu âlem-i şuhuda bu dâr-u belvaya,  bu feryat âlemine gelirken: “Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır, bir dâr-ı iptila vardır, İkbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenmiş, dirliği az ve kısa, bazen insana yüz gösterir fakat akabinde yüzünü çevirir. Böyle bir yere gideceksiniz.” diye, hiçbirimize sormadılar. Burada da elimizdeki müfredat programı bittikten sonra “Hayattan azl oldun!” emri gelir. Hadi bakalım, derler, yine sormazlar. Netice, en zor yeri bu.

İnsanın birçok veçheleri var. Bir şekilde bakarsak cisimdir; hacimdir, sıkleti vardır, ebad-ı mahsusası vardır. Bu vasfı ile ma’denle[1] müşâreketi var. Bir cephesi ile bakarsak neşv ü nemâsı[2] vardır, hüsn-ü anı vardır, letafeti vardır. Burasını mütalaa[3] edersek, nebatat ile müşâreketi var. Bir cephesine daha bakarsak, birdenbire kendi arzusu ile hareket eder, gadap eder, vurur, kırar, ısırır, yakar, hayvan ile iştiraki var. Sonra bir cephesini de açıp bakacak olursak; kemâlatı var, rikkati var, merhameti var, şefkati var. Meçhulden malumu çıkararak tekâmül kaidesine uyarak yaşaması var. Kırık kalpleri alarak sürûr vermek suretiyle Hakk’ın sıfatları var. İşte ahlak o sıfatların tecellisine ait olan bahisleri anlatır. Anlatabildim mi acaba?

Demek oluyor ki bu fazâile[4] intisap etmedikçe ya hayvan mertebesinde kalır, ya nebat mertebesinde kalır yahut cemâd[5] mertebesinde kalır. Hâlbuki biz insan olarak gelmişiz. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Mesele bu. Bazı kimse vardır böyle, yalnız kendisini düşünür. Saadete niçün nail olamaz? İnsanlar saadete ben kavuşamadım, derler. O herkeste böyle tecelli etmekte. Kimse memnun değil. İç âlemine girmeden memnun olmanın imkânı var mıdır? Sen hariçten mi zannediyorsun ki huzuru bulacaksın? İlk söylediğim cümledir bu, dikkat edin bunu.

(Gözler sönük... Sizde bir alıcı vaziyeti olmazsa bende zevk olmaz. Bir şey alamayız, bir şey olmaz. Şimdi hava serin, uyumaya, uyuklamaya lüzum yok ki. Serin, hava iyi işte.)

Huzur bize dışardan mı gelecek, öyle mi zannedersiniz? Hariçten mi? Gelemez! Ona imkân yok. Huzur hariçten gelmez. Kimden gelecek? Nâmütenâhi kasaya sahip ol, bitmez tükenmez malikâneye malik ol, büyük büyük masalar, çifter çifter telefonlar, her günkü giydiğin elbisene uygun altında tenekeler, arabalar yani ya, hazır olsun fakat içinde gam var. Ne faydası var?

Gam adama nereden gelir? Yeis adama nereden gelir? İmansızlıktan. Tek cümle. Gönlünü bir yere bağlamamaktan. Çok bocalar insan. O keskin zekâmla, kuvvetli aklımla, ben bu kesafet denizinde yüzerim de kenara çıkarım dersen, çook zahmet çekersin. Hiç kimse yoktur çıkan.

Her vakit söylediğim gibi: İnsanların doğumu dalgasız denizden, dalgalı denize düşmeye denir. Âmiyâne tabirle, herkesin anlayacağı bir vaziyette ifade edilmek isterse. Doğmak ne demek? Dalgasız denizden dalgalı denize düşmek. Burada iki tane dalga vardır, birine Cemâl birine Celâl derler. Allah’ın sıfatlarıdır bunlar. Biri batırır biri çıkarır. Biri batırır biri çıkarır. Eğer sen kendi kulaçlarımla şöyle yüzerim de bir kenara çıkarım dersen, yok. Yaa?

Bu deryanın ortasında muazzam bir sefine-i necât[6] vardır. Kaptanı Hazreti Muhammed’dir. Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz... Öyle iltimas, filancayı filan yere koy! Öyle şey yok. Ücret yok, külfet yok, minnet yok, daha ne ararsın? Tevekkül ve ihlas, bileti bu. Tevekkül ve ihlas. Haberin olmadan sahile çıkarsın. “Yook, ben kendim yüzüp çıkacağım!” Buyurun! Bunun kenarına ya insanlar şişer çıkar veyahut tabii hâliyle çıkar. Saha-i inkârda olanlar burada boğulur, şişer yine o da kenara çıkar. Fakat ölü çıkar. Öteki dipdiri çıkar, haberi olmadan çıkar, yorgunluksuz çıkar. Huzur ile yaşar.

Şurayı tekrar edeceğim size, burayı söylerken biraz şimdi gözler canlandı. Burayı anlatırken, o kadar göz canlı değildi, çünkü. Tekrar edeyim.

İnsanın oluş tarzı ile hariçteki vaziyetlerini tahlil edersek; bir bakışımız da cisimdir, hacmi vardır, ebadı vardır, boyutları. Bu vaziyetleriyle madenlere müşâreketi vardır. Biraz daha şöyle tahlil edersek, hüsn-ü anı vardır. Neşv ü nemâsı vardır. Büyür. Bu hâli ile de nebata benzer, onunla müşâreketi vardır. Diğer bir vaziyetini tahlil edecek olursak; gadap eder, ısırır, vurur, kırar, inletir, bu cephesi ile de hayvana benzer. Bir de kendisine mahsus kemâlatı vardır. Ahlak-ı fazılası[7].  Meleklerden daha şefik, Hakk’a sarılmış, kalbini muhabbet-i İlahiye karargâhı yapmış. Nasıl anlatayım sana? Kalıbının vazifesini ayırmış, madenliğini, nebatlığını hayvanlığını kalıbında bırakmış, kalbinde insan olmuş. O kalp nazargâh-ı İlahi olmuş. Gönlünde ondan başka bir şey taşımıyor.  Beşerdir, çıkıklığı olur. O çıkıklığını Hak satın alır. Anlatabiliyor muyum acaba? Yaa! Allah çok rahimdir, çok, rakikdir. Büyük Kitap’tan size misal vereyim.

 [8] اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ  

Cenab-ı Hak buyuruyor ki, öyle şeyler var ki, o kaideyi tahlil edersek burada çok vakit geçer, size lazım değil.  Üüüü! Ne incelikler var. Çünkü Büyük Kitap sır kutusudur, erbabına açılır. Çok tatlı. Beşer onun sadrına kulağını va’z etse içinden gelen seda ile hareket etse ah sesi diner.

Bak ilim yükseldi, her vakit söylüyoruz ama yayın diyerekten söylüyoruz. Fen gözleri kamaştırdı, artık seyyarata[9] çıkılıyor. Çıkılacak mı? Çıkılacak. Biz görürüz görmeyiz başka. Mesele seyyarata çıkmak değil, insanın kalbine bakmak. Ne var onda? Hepsi kalp şehrinde, senin bütün görmüş olduğun manzume-i kâinat nokta kadar kalır. Kudret sana o kadar büyük bir memleket-i Rabbani vermiştir ki semasını da yıldızlarını da, arşını da, türküsünü de o ufacıcık bir şems manzumesini de onun içerisine korsan hardal tanesi kadar kalmaz.

Sen Hazreti Kalbe sahipsin yahu! Kalp ne demek? Allah’ın ayinesi demek. Ondan büyük şey var mı? Ama varsa kalp. [10]لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ  Et parçasıysa ona bir şey denmez. Kalp varsa! Ya, sen o kadar kendini küçük mü zannedersin?

Neden biz şeyiz biliyor musunuz? Size harici bir misal vereyim. Su, deniz, neyse su diyelim; üzerinde kabarcıklar olur, habbe. Anlatamıyor muyum yahu? Kabarcıklar. O kabarcıklar suyun kendindendir. Onun müstakil vücudu yoktur. Fakat o habbeler o suyun yüzünü göstermeye mani olur. Senin kesafetinde senin kendi yüzünü görmene manidir. Onun içün zalime uşak olursun. Ondan dolayı küfre meyledersin. Ondan dolayı nifaka doğru yürürsün. O habbeler o kesafet kalksın, nasıl o habbeler, kabarcıklar, suyun kendisindendir fakat suyu setretmiştir, perde olmuştur. Senin de sahte benliğin sana perde olmuştur. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Öyle buyuruyor, Cenab-ı Hudâ: “Gel, diyor. Ben azamet-i sübhânimle tenezzül eder, sizinle alışveriş ederim.” Allah o kadar nazik ki, hâlbuki bize emir vardır.

 تخلقوا باخلاق الله واتصفوا بصفات الله

Niçün yaşıyorsun? Hayat mücadele değil! Eskiden söylemiştim, şimdi başka daha açıyorum size. Niçün yaşıyorsun, dendiği vakitte şimdi hepimiz: “Efendim ne yapalım, işte hayat mücadeleden ibaret kaldı!” Herkesin ağzında(!) Bizde görenek çoktur. Eh, Allah da diyor ki: “Siz mücadeleyi, cidali kabul ettikten sonra pekâlâ, o hâlde kalın bakalım!” Cidalin neticesi paylaşmak. İşte beşer birbirini paylaşacağım diyerekten böyle bu kâinat inliyor, bütün dünya.  Mevziî konuşmuyorum, sekene-i arz, aşağı yukarı iki buçuk milyar insan olduğu söyleniyor, bunun heyet-i umumisi de huzursuz. O istisnalar kaideye girmez. Allah’ın seçtiği bir takım zevat vardır ki onlar kaideye girmez, onları karıştırma sen. Hüküm eksere olduğuna göre, herkes huzursuz.

Fenni ilerlemiş, çi[11] fâide? İlmi göz kamaştırmış, ne faydası var? Ne faydası var? Şurada geldik gidiyoruz. Sonra her şey dikkatle tahlil edilecek olursa, abes yaratılmış bir zerre yok. Öyle mensi, mühmel bırakılmaz adam. Başıboş, ona imkân yok. İnsan bile elindeki üç günlük saltanatının gittiğini istemez. Allah ister mi!? Öyle hemen kapansın geçsin, yook! Doğdun tutuldun. Fayda yok. Nâmütenâhiye doğru gideceğiz.

Bazısı der ki: “Canım doğmasaydım, istiyor muydum? Bunlar, bunlar fayda vermez. Öyle diyeceğine: “Yaa, Allah beni ilm-i İlahisinde tutmuş, beni beğenmiş, seçmiş, sevmiş, kıymet vermiş. Beni bir mahlûk-u süfli olarak yapmamış.” Hani en çirkin bir mahlûk, mahlûk-u süfli olsaydık, bizi yapsaydı olmam mı diyecektin? Kime dinlettirecektin? Bir bit yapsaydı ne yapacaktın? Bir laşeyi emen bir kurt yapsaydı! Herkesin anlayacağı tabirle konuşuyorum. Olmam mı diyecektin? Kim dinletirdi? Yaa?

Düşüneceksin şöyle: “Bana bir yüz vermiş, hiçbir mahlûkta yok. İmzasını oraya va’z etmiş, kerremna tacı giydirmiş, ruh-u menfûh ile tekrim etmiş, mânâmda her tekâmül edişimde ayrı bir kapı açmış. Bir vakit akıl devresinde yaşa bakalım, demiş.  Ondan sonra, imana gel o devrede yaşa, demiş. Sonra teslim ol, demiş. Teslimiyetten ünsiyet peyda et, insan ol demiş. Makam-ı aşka çık, Bende fani ol, demiş. Konuşma hakkı vermiş, benimle konuşmaya tenezzül etmiş. Bir gün tercemansız, hicapsız, benimle konuşacak.” aşkıyla yaşamak mı iyidir, yoksa “Adam buraya gelmeyeydim ne olurdu!” Ne fena şey o. Bir şeyin mi var ki senin elinden aldılar kardeşim? Hesap görün Kudret’len, ne vardı ki elinden aldı? Hangi mertebeden aşağıya saldı?

Vücûd-i cûd-i İlâhi, hayat-bahş-ı kerîm
Nefes atiyye-i rahmet, Kelâm-ı fazlı kadîm
Beden binâ-yı Hudâ, rûh nefha-i tekrim
Kuvâ vedia-yı kudret, havas sun'-i hâkim
Bu kâr-hânede bilsem neyim, nem var benim.[i]  Ne var içinde?

Anasına kızıp memesini ısıran çocuk sütünü kan yapar. Sakın kısmet-i ezeliyene karşı kaşını çatma. Isırdı mı anasına kızıp çocuk, ne olur? Sütü kan olur. Kudret’in öyle şeyler hiç umurunda değildir, hiç dinlemez. Bak ne güzel söylemiştir, İbrahim İbn-i Ethem. Büyük ahlakçılardan.

Bir zindana düştüm çıkmaya kudretim yok.

Düştün bir defa buraya, kendi kendine çıkamazsın, anlatabildik mi?

Bir zindana düştüm çıkmaya kudretim yok. Adil bir kadı gördümse de davaya hüccetim yok.

Neyle dava edeceksin kardeşim? Ben size bunu okumuştum ama böyle açmamıştım. Anlatabildim mi? Neyle dava açacaksın? Hüccetin ne, burhanın ne?

Kulağıma şöyle bir ses geldi, ebedi mülk arıyorsan işe giriş. Cânana kavuşmak istiyorsan terk-i cân et. Mün’imi[12] arıyorsan âşık ol. Nimet istiyorsan hâdim ol.

Hayatın programı. Yokla kendini hangi tarafındasın? Hiçbir yerinde değilsin, bugünden itibaren başla. Bugün size bunu söylemeye çıktım. Bir daha tekrar edeyim.

Bir zindana düştüm çıkmaya kudretim yok.

Düştün bir defa, çıkamazsın. Bazıları derler ki: “Efendim, ohh işte öldü kurtuldu!” Yoo, tutuldu. Kurtulma yok. Hem kurtulma, kurtulma iyi bir şey değildir. Hudâ, elini senden kaldırmasın. Huffetil-cennetü bil-mekârih. Dârü’s-selam zor olan şeylere gizlenmiştir. Anlatabildim mi acaba? Oraya gizlenmiştir. Oraya...

Unun rengi neden beyazdır? Buğdayı değirmen taşında bööyle öğütürler, bembeyaz çıkar. Senin de Huzur-i izzet-i Bârî’ye alnının bembeyaz çıkması için bu değirmende öğütülmen lazım. Bu böyle, uzun sürmüyor ki bu. Belayı bal yap. Niçün yapamayız? Var daha benlik var. Benlikten soyunamıyor.

Nefis putuna tapmayan kimse pek azdır. Çok akıllılar ona tapar. Ben putperest değilim, der ama kendi nefsinin putuna öyle bir tapar ki. Nice akıllılar oraya tapıyor!  O öyle bir şeydir, taptırtır kendisine!

Onun ıslahı neye bağlı ise işte onu yapmaklık usulünü ahlak verir adama. Her insanda değişir. Onun bir ilacı vardır. Herkeste bir değil. Herkes aynı hastalıktan olur mu? Kimisi midesinden hastadır, kimisi efendim kalbinden hastadır, kimisi ciğerinden hastadır, kimisi şuradan hastadır, kimisi… Hepsinin ilacı ayrıdır. Herkeste ayrıdır bu. Bu nefis neresine bağlı. Zayıf neresini bulmuşsa manevi vücudunun, hani grip gelirde efendim vücutta, neresini zayıf bulursada orasına bir şey yapar, derler. Bu da öyledir. Bu nefis öyledir ki, insanın vücudunda hususi manevi âzâları vardır. Neresini zayıf bulursa orayı tepeler. Sonra bir de şey yapar, iştirak yapar. Ooh, birkaç tanesini birleştirdi mi riya kibir, ücub birleşti mi, hop aşağıya alır seni. Daha kurtaramazsın. Daha kurtaramazsın!

Bir zindana düştüm çıkmaya kudretim yok.
Adil bir kadı gördümse de davaya hüccetim yok.
Kulağıma şöyle bir ses geldi.
Ebedi mülk ararsan işe giriş.
Cânana kavuşmak istersen aşk tedarik et. 
Terk-i cân et.
Mün’imi arıyorsan âşık ol.
Nimete sahip olmak istersen hâdim ol.

Hangisi işine gelirse yaa! Ama biz, menfaat hâkim şimdi.

Hem, bu sözler inananlara ait sözlerdir. Sizi de inanmış zannıyla konuşuyorum. Yoksa mesela: “Efendim, insan kör bir tesadüfün neticesi olarak meydana gelmiştir, tekâmül etmiş bir hayvandır. Ne ebediyet ne mün’im ne nimet, bırak şimdi bunları!” İşte burada üç beş gün vurdu, kırdı, yaktı, onun içün odur. İhtirasat-ı nefsaniyesi kabardığı vakitte, fırsatını bulup bütün şehvetini teskin etti mi işte onun içün nimet ondan ibarettir diye yaşayanlar içün, bu sözler doğru değildir. Biz onlarla da konuşmasını biliriz ama şimdi sizi esas itibariyle inanmış, insanlığa kendisini vakfetmiş insanlar zannıyla konuşuyoruz. Öbürkü başka. Onun yeri gene ayrı. Onun sahası bütün dünyada kalktı ama daha bizde var. Bizden de gider inşallah. Yoksa bütün dünyadan kalktı o. Anlatamıyor muyum?

Kaç defa söyledik? Dünya değişti azizim, değişti. Dedenin kıymetini yalnız sen bilmiyorsun, âlem biliyor, yâr-ı ağyâr biliyor. Nedir o Papa’nın yazdığı yazı, Hazreti Mevlana’nın şey gününde, sene-i devriyesinde? “Hristiyanlık namına o büyük insanın huzurunda eğiliyorum.” diyor. Göğsün kabarsın. Sen de hakaret ediyorsun dedene! Papa biliyor musun ne demek? İmparatorlar, reisi cumhurlar, başbakanlar kapının dibinde durur onun yanında. El pençe divan durur, otur derse böyle, hem de ağzıyla değil şöyle kafasıyla işaret ederse oturur, eli eteği öpülür öyle çıkılır. Dedene öyle diyor. “Bütün Hristiyanlık namına hürmetle karşısında eğiliyorum.” diyor.

Ne vardı Mevlana’da? O da et ve kan kemik torbası gibi. Mânâ vardı. O mânâ neydi? Hazreti Muhammed’in aşkıydı.  Bak söz nereye gidiyor şimdi. Öyle üç sayfa okumuş, beş sayfa okumuş, bir parça şöyle böyle giyinmesini öğrenmiş de dedesine hakaret etmiş adamı bulursan şüphelen ondan.Ya cahilsin!” de, “Birisi seni kandırmış” de, “veyahut senin kanın bizden değil!” de.

Senin deden, şehit.  Senin deden, ilme mevzû vermiş. Senin deden sanata model vermiş. Senin deden, karadan gemi yürütmüş. Senin deden, bire on döğüşmüş, cephede ekmeği yetişmediği vakitte Allah demiş, doymuş.  Ayakkabısı verilmediği vakitte nasırından çarık yapmış. Arkamdan vurulursam imansız giderim, demiş. Oğlum serbest Allah desin, kızım da ismet ve iffet numunesi olarak burada yaşasın diye can vergisi vermiş. Onun aleyhinde bulunan adam, nasıl adam o? Ondan şüphelenirim. Anlattım mı acaba?

Sen, öyle üredi türedi bir camia değilsin ki. Kökü büyük, çok büyük. Otağsız yaşamayan bir ecdadın çocuğusun. Senin o medeniyet diye taklit ettiğin sahada iyilik bir şey görürsen iyi olan kısımları hep senin dedenin malıdır. Şeklini değiştirmiş, ismini değiştirmiş sana vermiş. Napolyon’un sarayında yüznumara yoktu. Medeniyetin beşiğidir orası. Bak sana misaller vereyim. Napolyon’un sarayında müsterah[13] yoktu. Abdesthane yoktu. Hangi kelime ile ifade edeyim? Fıçıya pisler, çöpçü alır götürür. On dört asırdan beri nezafetle, taharetle, haddizatında yaşayan bir ecdadın çocuğusun sen.

Bundan beş on sene evveli belki daha on beş filan sene evveli hafızamda kalmamış. Burada burada burada, İstanbul’da yüksek mühendis mektebinde, defterimde ismi yazılıdır. Gelip bize ders okutan Alman profesörleri: “Sizin nezafet, taharet ve mânâya karşı olan irtibatınıza, her köşe başındaki vakıf çeşmeler, sebiller, sular, sizin ne nezih insan olduğunuzu dedenizin göstermiştir.” dedi. Anlatabildim mi? Sen de dedenden bahsedildiği vakit de başka şeyler karıştır. Hayret! Yoruldunuz mu, keseyim mi?  Nerede kaldık bakayım? İşte öyle... Onları çok geçtik. Ben, bıraktığım… Bir hamlede çıkmadı bir daha çıkmaz. Hepsi güzel.

 اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ

Cenab-ı Hudâ: “Ben tenezzül ediyorum, sizinle alışveriş edeceğim.” 

Burada kaldık kardeşim. Nokta bu. Bunun üzerinde yürüyoruz. Hudâ öyle diyor, siz diyor. Bunun mânâsı ne biliyor musunuz? Açık mânâsı, herkesin anlayabileceği şekilde. Misal getiriyorum, misalli konuşuyorum.

Bu vücudunuzu bir fabrika tasavvur edin, bunu kendi elinizle kendi hesabınıza çalıştırırsanız, iflas edersiniz. “Bunu, Ben sizin hesabınıza çalıştırayım, varidatını da yine size vereyim. Mesela akıl, sen bu aklı bana teslim etmeden, bunu asar-ı hakikat yapmazsan, su’bana inkılap eder, yılan olur o akıl sana. Bu varlığın yürüyebilmesi için size bir akıl verdim ya onu sen kendi kendine çalıştırayım dersen, o öyle bir müz’iç[14], öyle muacciz[15] bir alet olur ki mazide ne kadar geçirmiş olduğun çirkinlikler varsa önüne getirir diker. İstikbalde de daha vukuu tahakkuk etmemiş ne kadar korkunç hâller varsa onu da hayal âlemine vurur, getirir diker. Sen bunun ikisinin arasında bunalır, geçer gidersin. Fakat bunu bana teslim edersen, ben senin namına çalıştırırsam, bu kâinatın tılsımlı bir anahtarı olur.” Bir şey anladık, değil mi şu misalden?

Onun için diyor ki: “Gelin diyor, şu nefsinizi bana satın.”  Size köstek ya bu. Bak ruhu istemiyor ruh mevkûftur[16]. Ruhunuzu verin demiyor. “Size, teâliyi terakkinize, insan olmanıza mani olan şu nefsi bana satın yahu. Sat bana. Mukabilinde ben size dâru’s-selamı vereyim. Saadet-i ebediyi vereyim. Cennet-i zâtı vereyim.”

Bu ne vakit oluyor? İşte bu insan şekillerini saydıktan sonra bir kemalat devremiz var ya o devreye geldiği vakitte bu hitap her hakiki insana tecelli eder. Bu tecelli neticesinde eğer dinlerse kâm alır, dinlemezse ne yapalım böyle gelir gider. Avare biçare bir şey yok. O bazen bize bir sahte bir benlik gelir; şöyle semayı deler gibi bakarız, yeri ezer gibi basarız, bütün mahlûkata hakaret nazarıyla bakarız. Uyuyorsun yahu! Uyku kâfi değil mi? Bin defa söyledim bunu. Uyku yok mu ya? Eğer düşündüğün dakikadan itibaren derhal istikamet verebilirsin kendine. Bir uykuyu düşün, zalimsen hemen mazlum olursun. Düşün bir defa uykuyu. O hâl geldiği vakitte; debdebe, tantana, akıl, ilim, büyük rütbe, küçük rütbe, hamallık, şuur, muur hepsini alıyor Kudret. Sıyırır böyle. Karı koca, çoluk çocuk hepsi gider.

Kim bilir uykunun ne olduğunu? Hiç kimse bilemez. En büyük âlim, en büyük feylezof, en büyük mütefennin uykuyu bana anlatabilir mi? Haddine mi düşmüş! Anlatamaz. Niye? Alıyor, Allah. Havası alınıyor. Havas alınınca uyku tarif edilebilir mi? Senin onu tarif edeceğin neyin varsa ilk önce alıyor, ondan sonra onu veriyor sana. Anlatabildim mi acaba? Alıyor onu aldıktan sonra, sonra bir yakaza[17] hâli veriyor. “Hadi bakalım buyurun, diyor. İşte ilmin, işte masan, işte evladın, işte zevcin, işte zevcen… Şunu Ben her gün alıp veriyorum, bir gün vermezsem ne yaparsınız?” Kudret dersi kaçırmıştır. “Ben, bunu senden her gün alıp veriyorum, bir gün vermezsem ne yaparsın? Yalnız her günkü alış gibi olmaz son alışım. Biraz acıtırım biraz şöyle dokunur. Öyle her günkü aldığım gibi olmaz. Eğer adam olmazsan.”

Onun içün konuşmaya başlarken ne demiştik? Lezzet yolunu, huzur yolunu, hakiki zevk yolunu, dışarıdan bekleme. Dışarıda yok o. Biz hep öyle yaparız. Bunu söylerken bir cümle söylemiştim, bilmem hatırlayabilecek misiniz? Yine ben hatırlayayım, hadi sizi yormayayım. İnsanlar hep saadetinden şikâyetçi. Demedim mi? Neden şikâyetçi? Hayatı için çalışıyor da onun içün. Saadete kavuşamıyor. Hâlbuki hayatı, Allah verir adama. Hayy kimse o verir. Anlatabildim mi?

Binaenaleyh insan, Hak namına çalışacak olursa saadet kendi kendine gelir. Kendimiz ara yerden çıkamıyoruz, saadet gelmiyor. Burayı belleyin, en mühim nokta bu. Bunun söylemesi kolay. Bunun tatbikatı zordur. Söylemek gayet kolay, dinlemesi de kolay. Fakat asıl en mühim nokta: Kendi hesabına çalıştı mı, saadet yok. Neden? Hayatı biz vermedik ki kendimize. Bize hayatı kim vermişse hah, verenin namına çalış, saadet kendi kendine gelir. En kestirme yol bu. Onun içün bilmeyiz biz saadeti.

Bakarsın ki bir viranenin bir köşesinde büzülmüş oturuyor fakat kaşları çatık değil, daima mütebessim çehre ile oturuyor. Öbür tarafta bakıyorsun ki muazzam bir sarayda oturuyor, yanından geçerken hırlıyor, böyle kaşları çatık bir vaziyette. Hangisinde saadet var? Dış bakımından baktığın vakitte, hallet bakayım. Saadet hangisinde? Biri oturmuş bir viranede, köşesinde öyle mütebessim huzur içerisinde, öbürü de büyük bir kasırda, mükellef bir kasırda, kuş tüyünden döşenmiş bir varlıkta fakat kaşları çatık, nefes alış tarzında böyle bir buğz, bir kin, bir adavet, ne yapacağını şaşırmış, o mu mesut, o mu mesut? 

Ahlak insanın nefsinin, dizginlerinin çekme yollarını gösterir. İmam-ı Ali, öyle diyor. Malik İbn-i Eşter’e, Mısır valisine. Tayin etmiş.

“Seni öyle bir yere tayin ettim ki, diyor. Sen vaktiyle orada iş yapanları tenkit ederdin. Şimdi seni de tenkit edenler vardır, dikkat et. Etrafındakiler seni şımartır. Zalimi mazlum yetiştirir. Senin nefsine hoş giden şeyleri, sana hoş göstermeklik içün  ‘Evet efendim!’ demeye başlarlarsa yıkıldığını bil. Derhal nefsinin dizginlerini çek!” Anlatabiliyor muyum acaba? Dünya nâmütenâhi yaşasın, kaidesini bozamazsın.

“Şimdi senin etrafında birçok kimseler vardır, diyor.  Bunlar senin nefsine hoş giden, yapmış olduğun, nefsinden tecelli eden yaptığın varlıkları, başlarlar: ‘Evet efendim!’ demeye, ‘Daima yerindedir!’ demeye... Fakat senin içinde diyor, bir sessiz sözsüz konuşan vardır. O şey der diyor. Onlar evet diyorlar ama bozuktur, der. Sen o ‘evettir’ diyenlerin evetine kapılırsan, nefsinin dizginlerini bırakmış sayılırsın. Akibetin tepelenmen, makam-ı zillete dikilmen, Huzur-u Bârî'ye siyah yüzle çıkman tahakkuk etmiş demektir. Onun içün senin üstünde birisi, onun üstünde birisi, üstün üstünde birisi, daha daha Allah olduğunu bil, dizginlerini çek!” Öyle değil mi yaa!

Züğürtlük, insanı maneviyata sevk eder. Uzun misaline de lüzum yok. Züğürtlük var ya hani züğürtlük? Mal züğürtlüğü, rütbe züğürtlüğü masa züğürtlüğü, para züğürtlüğü… Neyse o, insanı maneviyata sevk eder. Varidât gelmeye başladı mı, derhal adım atışı değişir, konuşma tarzı değişir.  Yolda yürürken kafasını döndürmez böyle dik tutar. Yanındakine kafasını şöyle sorar, telefondaki konuşuşu bile değişir. “İvet, vet!”  Evet desene, ivet ne!

Değişir o. O anlar değişir hepsi.

Züğürtlük, insanı maneviyata sevk eder. Onun içün hangi cihetten varlığın artarsa Kudret’e karşı tevâzun o kadar artmalı. Ölçü bu. İlmin arttı, daha mütevâzı ol. Servetin arttı, daha mütevâzı ol. Rütben arttı, daha mütevâzı ol. Etrafındakiler sensin demeye başladı. Hayır, ben değilim, sensin, de. Anlatabildim mi? O vakit kapılar açılır.

Bizde üç sayfa bir şey okuyor, yanına gidemiyorsun. Gidin Garb’ın bakın büyük büyük ilim adamlarına bir çocukla konuşur gibi konuşur. Çocuk olur, çocukla konuşuyor zannedersin. Çünkü o Kudret’in hangi tarafına bakmışsa aklının orada hiç olduğunu öğrenmiş. O ne kadar içeriye girmişse “Bende bir şey yok!” diyerekten şaşırmış. Şaşırınca aciz tahakkuk etmiş, birisi bir şey konuştuğu vakitte: “Ben niçün bileceğim, ben Kudret’e nazaran neyim! Hiç, hiçbir şey değilim.” Biz de öyle değil. Zavallı iki tane kâğıt okur, okuduktan sonra konuşamazsın. “Bugün git yarın gel, öbür gün git, öbür gün gel!” Bilmez ki: Yer, yer adamı. Yer, adamı yer!

Dünyada hangi satv-ı[18]  âli[19] vardır ki yere düşmemiştir? Kaç bin defa söyledim.  Hangi bir satv-ı âli vardır ki, Kudret onu yere düşürmemiştir. Büyük Kitab’da öyle der. “Ben çok milletlerin altını üstüne getirmişim, her gün harabelerini gezersiniz, der. Yol üzerlerinde durur onlar.” der. Kendisi söyler, resmen Allah öyle söyler. “Nee yapıyorsun, der. Bak seyret, der. Ben nece milletleri,  nece akvâmın[20] altını üstüne getirmemişim, yere yedirmemişim!” Yer, yer adamı! Onun içün perde-i gaflet açılmadan, kudret elden gitmeden, “Hayattan azl oldun!” emri gelmeden, ne yapıp yapmalı, kâm almalı. Yazık günah değil mi! İlm-i İlahi’de âlem-i gaybda buruc-u isna aşerde…

Niçün yaşıyorsun cidal değil, orayı söylüyorduk. Bak, hiç biriniz hatırlatmadınız. Değişik bir tarif yapacağız, bunları hatırlatacak.

Bana kıymet vermiş, bana isim vermiş, kendisine muhatap tutmuş, aslıma sevgisini üzerimden kaldırtmamak için yaşıyorum. Anlatabildim mi acaba? Öbürkü maddi tarifidir. Niçün yaşıyorum? Düşmüşü kaldırmak içün. Şimdiye kadar yaptığım tariflerde: Hayat teâvündür, düşmüşü kaldırmak.

Bunun enfüs mânâsına girdiğimiz vakitte:  Niye yaşıyorsun?

Nasıl yaşamam? Bir gayem var. Beni, Kudret kendisine muhatap tutmuş, sıfatlarını bana vermiş. Binaenaleyh,

 تخلقوا باخلاق الله واتصفوا بصفات الله. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın, Allah’ın sıfatı ile sıfatlanın, diyor Hazreti Muhammed. Niye yaşıyorsun, dendiği vakitte: Elimden geldiği kadar, bütün gayretimi sarf ediyorum, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaya, Allah'ın sıfatı ile sıfatlanmaya, onun içün yaşıyorum. Eksik olduğumdan dolayı da ölmesini istemiyorum, tamamlayayım şu sıfatları, diyor. Anlatabildim mi acaba? Kendin yoksun o vakit ara yerde.

Ahlakçılardan, evliyaullahın da sertac-ı ibtihâcı olan bir zât vardır. Hazreti Abdulkadir. Ahdetmiş...

İlaç dedim de, ama sen öyle yap mânâsında anlama. Hariçte bir misal veriyorum. Bazı şeyi insan konuşurken iyi anlatamazsa, büyükler derler ki: “Bir insan bir şeye itikat etmiş, o bozuk. Onu düzeltmek istiyorsun, dikkat et. Senin kabiliyetin onun bozukluğunu düzeltebilecekse, onu idare edebilecekse o şekilde konuş. Yook, sen onu anlatırken bozuğundan daha bozuğunu koyacaksan yerinde bırak.” derler. Anlatabildim mi acaba? Bozuk, daha bozuğunu koyacaksan bırak, beceremeyeceksen.

Şimdi bu dinde de biraz zor yeri bunun, yalnız şurasını söylersem insan anlar.

Bazı kimse, en büyük insanın son devresinde yapmış olduğu şeyi taklide kalkar. Yapamaz, bu sefer inkâra döner. Daha büyük fenalık yaptı kendisine. Yelkenli kayıkla Amerika’ya gidilmez. O deniz, büyük deniz. Onunla işte buralarda gezilir. Ufak denizlerde. Sandalla gidilir mi Amerika’ya? Gidilmez. Dehşetli bir şey olur, köpek balığı sandalla beraber yutar. Oraya sefine lazım, muazzam. İnsanların hâlleri de öyledir. Sen en yüksek bir insanın hâlini bir günde yapayım dersen, olmaz o. Şimdi söyleyeceğim misal de öyle. Yoksa söylemesek mi?

Nefsinin ıslahı içün söz vermişler. “Aç bırakacağım bunu!” demiş. Malum ya Kudret’in de en büyük gazabı açlıktır. Kalmayan bilmez onun şeysini. O yalnız kuru ekmek yemek, o açlık filan değildir. Ekmek, ism-i azam vardır, sırrına mazhar olmuştur, bütün zevkler vardır ekmekte. O biz bazen şöyle böyle yaparız, yok bütün zevk ekmekte vardır. Hele iki saat sonra ye de bak anlar mısın var mı yok mu? Sonra bütün ekmekte bütün gıdalar toplanmıştır. Anlatabiliyor muyum? Beş mühim madde vardır, beşi de vardır ekmekte. Şimdi bana saydırtmayın, hepsini. Beşi de mevcut.

Çook eski konuşmalarımda yapmıştım size bir tarif yapmıştım. Biliyor musunuz? Yine getireyim, yabancı arkadaşlar görüyorum bugün. Vaktiyle hükümdarın birisi bir vezaret, vezir-i azam imtihanı açmış. Üç sual soruyor. Sualin birisi: “Dünyada en kıymetli taş hangi taş?” Bir. “En güzel koku, hangi koku?” Üçüncüsü unutturuldu bana gelmez. Eski anlattığım vakitte de gelmemişti, yine gelmedi, bulamadım. Çıkmış hafızamdan. Kırk gün müsaade etmiş, herkes hazırlık yapıyor.

Eski pir-i fani olmuş bir vezir de tekâüd[21] olmuş, köşesinde oturuyor. Damadı var o da hazırlanmış, imtihana girecek. Kitaplar, kütüphaneler yazmış yüzlerce sayfa. Şu taşın hassası şudur, bu tasın hassası budur, şudur şöyledir işte, şu koku şudur, bu budur. Bir iki gün sofrada görememiş damadını.

“Nerede bizim damat kızım?” demiş.
“Efendim o vezaret[22] imtihanına hazırlık yapıyor, onun içün pek böyle saati saatine yemek filan yiyemiyor.” 
Ne vezareti,  demiş. İşte hükümdarlığa.
Çağırın bakayım şunu, demiş. “Vezaret imtihana mı gireceksin?”  “Evet efendim.” 
“Hazırlık yaptın mı?” “Yaptım”
Bir de getirmiş, bir tomar yazı.

Oku bakalım, diyor. İşte, pırlatın hassasını söylüyor, zümrütün hassasını söylüyor filan. Kokulardan işte, çiçeklerin her birisinden, neyse uzatmayalım mevzûu, güzel şeyler bahsediyor.

Gülmüş, demiş: “Evladım, hükümdar kuyumcu çarşısında kuyumcu dükkânı açmayacak. Bir mücevherci dükkânı açmayacak. Bir ıtriyat mağazası da açmayacak, esanscılık da yapmayacak. Bu demiş, vezaret imtihanı. Şimdi demiş ben bunun cevabını sana vereceğim. An şartım şunların hepsini topla sobanın içine at!”  Bir duraklamış. “Durma durma, demiş.  Hepsini derle ben vermem, demiş. Derle topla at.”

Korka korka, otuz küsur gün emek vermiş, titreye titreye ööyle solarak, içi canı içinde atmış. “Otur buraya, demiş. Hükümdar vezaret imtihanı açmış, milletin derdine ihtiyacına ait, kabiliyyet arıyor. En makbul taş demiş, değirmen taşıdır. Onun üstünde taş yoktur. O ne yakuta benzer, ne zümrüte benzer, ne pırlanta benzer. En güzel koku da aç bir adamın bir fırının önünden ekmek çıkarken geçmesidir. Onun bir kokusu vardır, işte…  Ama aç olacak. Sen o aç adama en yüksek bir esansı koklasan baygınlık veriyor, der. Aç, bayılır. Tıkanır. Ekmek kokusu.” demiş. Bir şey anlatabildim mi? Onun üzerine.

Şimdi Kudret’in de öyledir, terbiye etti mi açlık verir, açlık.  Cenab-ı Abdulkadir’de: “Nefsimi ıslah edeceğim.” Aç! Ne demiş? “Öyle bir şekilde ahdediyorum ki birisi beni doyurmadan da yani bana benim yemeğimi bana hazırlamadan da elimi sürmeyeceğim.” Öyle bir neşe. Zaman geçmiş...

Onlar, kesafetlerini letafete inkılap ettiren insanlar. İşte onun için korkuyorum söylemeye dedim.  Şimdi içinizde maddenin kesafetinde bulunan bir kimse varsa, nasıl şey bu der. Ama ben o nasılın cevabını vereyim. Hadi o da kalksın. Amerika’ya giderseniz, beş kişi bir masanın üzerine oturuyor, üç metre yerden yukarıya kalkıyor. Cazibe kanunu altüst oldu. Bir gün gelecek kimyagerin muadeleleri de altüst olacak. Beş tane adam, yüzer kilo, seksener kilodan üç yüz kilo, dört yüz kilo. Kalkıyor. Telkin yaptın, makinaya da mı telkin yaptın? Cemâda da mı yaptın? Bunun ne olduğunu bana anlat, ben sana ötekinin de ne olduğunu anlatacağım. Sen ilk önce bunun ne olduğunu anlat. Bir şey anlatabildim mi? Ben de sana ötekinin ne olduğunu anlatacağım. Böyle bir misal verelim, ondan sonra başlayalım konuşmaya.

Bir an geliyor, başlıyor enfüsünde “aç, aç, aç…” Onun lisanına göre جوع ال , ال جوع  . ال جوع   … O gün, o âlemde bulunan insanlar, onun ayarında olan insanlar, o telefonu alabilen insanlar… Buna telefon da misal olabilir. Burada açıyorsun konuşuyorsun. Taa orada dinliyorsun, nedir o ses?

Keramet-i maneviye mukabili, keramet-i fenniye zuhur etmedikçe kâinata nihayet yoktur, dedi. Son asırda Kudret’i inkâr etme kapısı kapalıdır.

Hazreti Ömer, İran’a göndermiş olduğu kumanda, ordu. Kisra ordusu muhasara ediyor. Tesadüfen Ömer’de hutbedeydi. İran nerede, Medine nerede? Döndü böyle bu tarafa doğru: “Ya Sâriye’l-cebel cebel!” diye başladı kumanda vermeye. Huzurunda insanlar vardı, herkes şaşırdılar. Zaman geldi, ordu muzaffer oldu, genaimle[23] döndü. Sordular kumandana, filan vakit böyle bir şey oldu mu? “Evet, hem işittim hem gördüm.” dedi. Bugün bugün bunun fennisi de hâl olmuştur. Kudret bunları bizim hindistancevizi kadar muhafazanın içerisine va’z ettiği akıl ile bize elimizle meydana getirttiriyor, kafamıza vurmak için. İnkâr edemezsin.

Onu duyanlar geldiler, geldi, keyfiyeti sordular. “Onun ıslahı içün bu terbiyeyi yaptım buna, dedi. Şimdi bu nefsimde zikre başladı, dedi. Onun zikri de bu!” dedi. Bunun öbür tarafı, yirmi otuz konferans vermek lazım. Buraya kadarı kâfi. Sonra ne oldu, ne oldu, neler oldu, neler oldu? Zor iş!

Yunus Emre’nin güzel bir sözü vardır.  Hani, Yunus Emre. Onu Hak şairi derler. Doğru Hak şairi fakat hakikatte maneviyat âleminin ricâlinde. Fakat o kadar büyük bir adam ki kendisini Hak şairi hâlinde her yerde kabul ettirmiş. Ehl-i mânâ derler ki: “Türklerden dört büyük mânâ insanı gelmiştir, biri de Yunus’tur.” derler.  Çok mühim bir zât. Mevlana’ya öyle dedirtmiş. O koca Mevlana var ya hani ya. Biraz evveli söylediğim gibi, akıl durur. O kadar büyük bir adam olduğu hâlde Yunus’un bir cümlesini görmüş, kendisine bir tokat vurmuş.

Yunus der ki:
Etle kana büründüm, Yunus diye göründüm.
Etle kana büründüm, Yunus diye göründüm.

Mevlana bir tokat vurmuş: “Koca adam, benim bütün varlığımı demiş, bir cümleye sokmuş. Bunu göreydim utanırdım kitap yazmaya demiş. Görmedim de yazdım.” demiş. Anlatabildim mi? Tabi o daha başka türlü anlıyor ya.  

Malum ya: Seyyidü'l-âlemdir Âdem, gayrıdan sevdayı kes.

Bütün iş insanlık âleminde hâllolacak. Hülasa bu. Bütün iş. Bazı insanlar Allah’ı arıyorum derler. Allah kayıp mı hâşâ! Allah!  Sen varsın, Allah var. O öyle diyor?

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ [24]  Ben sana senin can damarından daha yakınım.

Bâyazıd-i Bestâmi de öyle der.  “Bu insanın hatt-ı harekâtını tespit eder, Allah'ın bu kendi ifadesidir, der. Ben sana senden daha yakınım dedikten sonra neden başka kapıyı çaldın!” der. Ama biz perdeli olduğumuz içün Kudret bizi affediyor. Bu tecelliyatımı orada görüyor, öyle şey ediyor, diyor. O Kerîm çünkü, Allah Kerîm.

 يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَر۪يمِۙ [25]

Ayeti nazil olduğu vakitte bütün Ashab ağladı. “Ey insan, Kerîm olan Rabbine karşı nasıl gururlandın! Neyine güvendin de gururlandın!” Ağlayanların içerisinde sevdikleri de vardı. O, herkesi kurtarır. Onları çağırdı, okşayarak dedi ki: “Böyle bir hitap karşısında kalırsanız, şöyle cevap verirsiniz. Keremine gururlandık Ya Rabbi! Anlatabildim mi? Zaten Kendisi de söylerken dersi kaçırıyor.

 يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَر۪يمِۙ

“Kerim olan Rabbinin, Rabbine karşı nasıl gururlandın?” Keremine gururlandım dersen iş biter, dedi Anlatabildim mi acaba?

Âdem olmak istersen Âdem ara.
Âdemi bul Âdem ile Âdem ol, demiş. İnsan meselesi.

Bu feryat âleminde zevahirinde hiçbir haz olmayacağını işareten, Yunus Emre şurada bir şey söylüyor ama ta yukarısından okuyayım size. Öyle mi okuyayım böylemi yapayım? Kısa mı?

[ii]Şeyhimin elleri, yani kendisinin gönlünde tutmuş olduğu bir insan.
Uzaktan yolları
Açılmış gülleri
Dermeye kim gelir? Anlatabiliyor muyum?

Şeyhimin özünü
Severim sözünü
Mübarek yüzünü
Görmeye kim gelir?

Belli oluyor değil mi? Dolgunluk var.

Ahd ile vefalar
Zevk ile sefalar
Bu yolda ile cefalar
Çekmeye kim gelir?

Dikeninden sakınan ellere gül vermezler.

Hak yolunda nâr da vardır, nur da vardır. Nârında yanacan nurunu alacan. Nâr yokkk, vermez nuru. Doğrudan doğruya yok. Anlatabildik mi acaba? Nârında yanacan nurunu alacan.

Ah ile gözyaşı
Yunus’un hâldaşı
Zehirle pişen aşı
Yemeye kim gelir?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.



[1] Ma'den: Maden. Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.
[2] Neşv ü Nemâ: Büyümek ve gelişmek.
[3] Mütalaa: Bir işi etraflıca düşünmek, okumak, tetkik etmek.
[4] Fazâil:  Fazl, faziletler
[5] Cemâd: Cansız ve kurumuş olmak. Yağmur yağmayan yer. Sütü olmayan deve. Donmuş, katı cisim.
[6] Sefine-i Necât: Kurtuluş gemisi, selamet gemisi
[7] Ahlâk-ı Fâzıla:  İyi ahlâk, faziletli huylar.
[8] Tevbe Suresi 111. Ayet-i Kerime اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'dan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alışveriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
[9] Seyyarat: (Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler.
[10] Kaf suresi 37. Ayet-i Kerime. اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[11] Çi:  (ﭼﻪedat. (Farsça, Kürtçe) “Ne” anlamına gelen kelime, daha çok aşağıdaki söyleyişlerde geçer:
Çi fâide? – Çi sûd?: Ne fayda? Çi hâcet?: Ne gerek var? Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır.
[12] Mün'im: (İn'am, nimet'den) İn'âm eden, nimet veren, yedirip içiren. Velinimet.Yarattıklarına sayısız nîmetler veren, ikram ve ihsânı bol  olan Allah.
[13] Müsterah: (Rahat. dan) Dinlenme yeri. Rahat edecek yer. Abdesthane, ayakyolu, helâ
[14] Müziç: bunaltıcı, sıkıcı
[15] Muacciz: Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan.
[16] Mevkuf: Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. Ait, bağlı.
[17] Yakaza  (Yakza): Uyanıklık. Dikkatte olma.
[18] Satv: (Satvet):  Karşı konulmaz derecede zorlu ve ezici kuvvet, sindirici, boyun eğdirici güç, kuvve-i kāhire
[19] Âli/ Âlî: Üstün. Yüce. Ulu. Çok büyük.
[20] Akvâm: (Kavim. C.) Kavimler. Milletler. Toplumlar.
[21] Tekaüd: Oturma. Fârig olma. Karşılıklı oturma. Emeklilik.
[22] Vezaret: (Vizaret) Vezirlik. Başvekillik.
[23] Ganaim: (Ganimet. C.) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.
[24] Kaf Suresi 16. Ayet-i Kerime وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
[25] İnfitar Suresi 6. Ayet-i Kerime: Ey insan! İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?

[i] 1.

Vücûd-i cûd-i İlâhi, hayat-bahş-ı kerîm.
Nefes atiyye-i rahmet, Kelâm-ı fazlı kadîm,
Beden binâ-yı Hüdâ, rûh nefha-i tekrim,
Kuvâ vedia-yı kudret, havas sun'-i hâkim.
Bu kâr-hânede bilsem neyim, benim nem var.

2.

Bu kâr-hânede bir başka kâr ü bârım yok.
Ne varsa cümle onundur, bir özge varım yok;
Cihâna gelmede gitmekde ihtiyarım yok,
Benim neyim diyecek elde bir medarım yok.
Bu kâr-hânede bilsem neyim, benim nem var.

3.

Âdemden etti beni kudreti berâverde.
Gıdamı eyledi âmâde rahmi maderde
Nevâl-i zahir ü bâtınla etti perverde.
Benimle çekti zuhûr-i cemâline perde,
Bu kâr-hânede bilsem neyim, benim nem var.

                        Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.

 

1. İlâhi cömertliğin var oluşu keremiyle varlıklara hayat bağış­lar. Rahmetinden onlara nefes alıp verme özelliği verir. Bu da ezelî fazlının kelâmındandır. İnsandaki beden, Allah'ın bir binası, rûh ise yüceltilmiş bir soluk. Bu dünyada bilsem, neyim ben, nem var.

2. Bu meşgalelerle dolu dünyada başka bir iş ve uğraşım yok. Ne varsa hepsi O'nundur, Kendime has bir varlığım yok. Dünyaya gelmek ve gitmek konusunda da bir seçeneğim yok. «Bu benimdir! » diyecek elde bir Övünç vesilem yok. Bu dünyada bilsem, neyim ben, nem var.

3. Onun kudreti beni yokluktan hayat sahnesine çıkardı. Anne karnında benim gıdamı da hazır etti. Gizli ve açıktan verdiği azık­larla beni besledi ve cemâlinin zuhuruna benimle bir perde çekti. Bu dünyada bilsem, neyim ben, nem var. 

 

 

[i] Şeyhimin illeri
Uzaktır yolları
Açılmış gülleri
Dermeğe kim gelir

Şeyhimin özünü
Severim sözünü
Mübarek yüzünü
Görmeğe kim gelir

Şeyhimin şemine
Bu canım pervane
Salâdır âşıklar
Yammağa kim gelir

Şeyhimin ilinde
Asası elinde
Şeyhimin yolunda
Ölmeğe kim gelir

Hak için malını
Hep vere vârını
Aşk için kanını
Dökmeğe kim gelir

Şeyhimin ilinde
Bir kadeh elinde
Susamış âşıklar
Kanmağa kim gelir

Ahd ile vefalar
Zevk ile safalar
Bu yolda cefalar
Çekmeğe kim gelir

Ah ile gözyaşı
Yunus'un haldaşı
Zehr ile şol aşı
Yemeğe kim gelir

Yanmağa kim gelir

 Yunus Emre Hz.

 

 


0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017