299 Nolu Band (03-11-1963) 93 dk.
Mevzuu başlıca iki
esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak
tesmi’ etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın
membaı, mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, kalp, vazife,
bunlar mana-ı insaninin birer vasfı olması hasebiyle, mevzunun en büyük rüknünü
aşk…. Aşk ki insanın aslı... Demek
oluyor ki, mevzuun en büyük rüknü, insan mefhumu oluyor. İnsanı da layıkıyla
tarif edebilmek beşeri tâkatın sahasına verilmemiş.
Fakat hiç tarifsiz de
diyemezsin. Zira insanın iki veçhesi var. Bir veçhesi âlem-i kudrete
raptedilmiş, bir veçhesi de âlem-i hilkate. Âlem-i hilkatte olan veçhesinde,
kendisine rehberlik yapmak üzere Kudret tarafından cevher-i akıl denilen bir
nur ihsan edilmiş. O nur ile akıl denilen o varlıkla, hislerinin galatlarını
tashih eder. Meçhulden malumu çıkarabilir. Nihayet hilkat âleminde bazı
müşküllerini halletmeye medar olur. Fakat âlem-i kudrete gelince akıl, tıkanır
kalır. İnsanın ezeli ve ebedi istikbali ise âlem-i kudrete bağlıdır. Âlem-i
hilkatteki hissesi gayet azdır. Nihayet biz âlem-i hilkatte işte görüyorsunuz,
elli, atmış, yetmiş, seksen, nihayet sayılı mahdud nefeslerimizi bitirip
gidiyoruz. Sayısız, hesapsız, namütenahi hayatımız âlem-i kudrette başlıyor. Bu
âlem-i kudrete taalluk eden hayatımızda, bize rehberlik edebilecek, bizi
aslımıza kavuşturabilecek, bizim hakikaten hilkat içerisinde istisnai bir
varlık olduğumuzu bize tanıtabilecek, bizim ne olduğumuzu bize bildirecek şeyin
adına aşk derler. Tabi her konuşmada
tekrar ettiğim gibi buradaki aşk, romanda okunan aşk manasına değil. Romanda
okunan aşk, nefisten hâsıl olan muhabbetten meydana gelir. O muhabbete denir.
Ki o, onun adına şehvet denir. O da iki kısma ayrılır. Bir kısmı mezmumdur, bir
kısmı memduhdur.
Her vakit söylüyorum bunu anlatacağım diye henüz daha vakti
gelmedi anlatamıyoruz. Mezmumu hangisi, memduhu hangisi? Makbul olanı hangisi? Yani. Ruhta hâsıl olan muhabbete aşk deniyor. Bunu, insanlar, "Acaba bende bu muhabbet hâsıl oldu mu, olmadı mı?" aramakla
mükelleftir. Bunu arama zevki başladıktan sonra kendisinin makam-ı ademiyete
kadem bastığına kani olabilir. Çünkü insan evvel-i
emirde bir cisimdir. Hacmi vardır, sıkleti vardır, ebadı vardır.
Binaenaleyh bütün cisimlerle, essam-ı madeniye
ile müşareketi vardır. Sonra bir cisimdir, neşv ü nema[1] bulur,
nebatat ile iştiraki vardır. Güzelleşir, fersudeleşir, demek oluyor ki, nebatat
ile de şirketi var. Sonra hayvanla da iştiraki vardır. Arzu vardır, iradesi
vardır, bir yerden bir yere hareket edebilir. Ondan sonra makam-ı ademiyete
kadem basar, makam-ı ademiyette "Aslını ara!" emri gelir. Vicdanından, -varsa eğer- aradığı vakitte işte o hal, tecelli, o zevk, o muhabbet meydana gelir, o muhabbet
meydana geldikten sonra bir ünsiyet olur, ona "İnsan oldun." denir. İnsan olduktan
sonra, "Ben kimim der, nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim?" Bu
dert başlar. Bu derdin menbaını bulmaklık zevkinin adına aşk denir. Acaba
anlatabiliyor muyum?
İnsan zahirde elli
atmış kiloluk kan ve kemik et parçasından ibaret bir torba. Nihayet boyu... iki
metre uzunluğunda bir çukur istiab[2] eder
boyunu. Fakat vicdan-ı kibriyası öyle mi ya? Mana-i ihtivası da öyle mi? Bütün
mevcudat onun içerisinde meknuz[3]. Büyük bir
varlık. Bunu ki, kendisine emanet olunmuştur, burada telef edip gitti mi, çok
fena bir vaziyettir. Şu kan ve kemik torbasından ibaret olan maddi bedenini,
yani zahiri varlığını, muhit olan müesserat-ı tabiyenin hücumundan muhafaza edeceğim
diye ne kadar çırpınırız? Pencereyi kapa dersin. Ne o? Terliyim. Mevsim acayip,
rahatsız olacağım. Şu vitaminim eksik. Şu odayı şu odaya nakledelim. Mevsim
değişti, bu odada oturmamız icap eder. Hep bunlar neden ileri geliyor? Şu beden
denilen maddi varlığın, müesserat-ı tabiyenin hücumundan masun kalabilmesi içün
çare aramak. Paralar sarf ederiz, fikirler yorarız, istişareler yaparız… Yaa.
Manasını hakiki vücudunu kurtarabilecek, barındırabilecek, bir eman[4]
aradığımız var mı? Nezle olurum diye şekil şekil giyiniriz de acaba manamıza
taalluk eden manevi hislerinde temayulat-ı kalbiyesinde, fıtraten kendisinde
meknuz olunan bütün infialata[5] mahkûmiyetten
asude kalmaklık içün biçare aradığımız var mı?
Bu çare aranılmadığından dolayı
bugün beşeriyet inlemektedir. Raporu budur, başka bir şey değildir! Bundan
başka… Bir felaha, bir dar’ul emana muhtaç değil miyiz? Şu bedenin birçok şeye
ihtiyacı olduğunu idrak eder de beşer, çırpınır da, acaba manasının bir şeye
ihtiyacı olduğunun farkında değil midir? İnsan hayvan gibi midir? Yesin, içsin,
yatsın, bununla iktifa[6] etsin…
Artık, 'kaderin yarın beni ne yapacağını' diye düşünmesin. Böyle midir? Hayvanda
vardır o. İnsan demez mi ki, “Acaba kader, beni yarın öbürsü gün, müebbet
istikbalimde sayılı sayısız âlemimde ben ne olacağım niye, bir tahassürü[7] yok mudur insanın? O hasret başladı mı, aşk
başladı. Onun merdiveni imandır. İmandır. İmandır. Hasret başlamamışsa çare
ara. İman.
Hiçbir vakit maddi zevk insanı tatmin etmiyor kardeşim. Hani insanlar derler ki maddemiz şöyle olsa, böyle olsa… Olsa dahi tatmin etmez. Zira maddeden ibaret değilsin ki. Yalnız maddeden ibaret olsan belki tatmin eder, fakat yalnız maddeden ibaret değilsin. Fakat beşeriyet zavallı bir hale gelmiş. Mevzii konuşmuyorum, hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum. Ve yayılsın istiyorum da, onun içün konuşuyorum. Geçen konuşmada söyledim, daha evvelkisinde de söyledim, ondan evvelkisinde de söyledim. Ne vakit uyanacak insanlar? İlmi ilerlemiş, felsefesi terakki etmiş, fenni aklı durduracak kadar yükselmiş, ilmi fikirlere veleh verecek kadar teali etmiş. Fakat niçün insanlardaki ah sesi dinmiyor? Neden insanlar bütün vücutta bir ruh gibi yaşayamıyor? Biz hilkaten böyle değiliz ki. Kudretin verdiği sermaye nereye gitti? Ne oldu sermaye? Maddi sermaye bol, var. Beşer bugünkü kadar zengin yaşamamıştır dünya yüzünde. Bugünkü kadar da inlememiştir. Bütün dünya sekenesi üzerinde. Bugün masası olanın da huzuru yoktur, kasası olanın da yoktur, rütbesi olanın da yoktur, cahı olanın da yoktur, hiçbir şeysi olmayanın da yoktur, kül halinde bir huzursuzluk var. Kalpte huzur yok. Kalpte huzur olmayınca aza-ı cevarihte sükûnet olmaz. Boyuna iskân[8] (isyan) olur. Refah olmaz. Sonra bu manevi hastalıktır, kendi kendini muhafaza edemezsin. Maddi sari hastalıklardan bile insan şöyle korunabilir, bir yere sokmazlar, girmezsin çıkmazsın, ihtilatı[9] kaldırırlar, önleyebilirler. Fakat manevi rahatsızlıkta hattı şeyi yok, sınır yok. Geçer. Geçer. Her sermaye yerinde. Bu toprak aynı toprak, bu su aynı su, bu hava aynı hava, o güneş her günki yerinden doğar, her günki yerinden batar. Asırlar evveli mesai altı saat, beş saat, dört saat, sekiz saatken şimdi on sekiz saat çalışır. Evveli on nüfuslu bir ailenin bir adamı çalışırken şimdi onu birden çalışır. Meğer biri hasta olsun da kalsın. Yine geçinemez. Sebep ne? Orada eksiklik yok. Muhabbet sermayesi kalktı. Anlatabiliyor muyum? Kudret’in mevcudatı halk etmesindeki sünneti, kendi zatının muhabbetidir. İnsanlara da bahşetmiş olduğu en büyük sermaye o muhabbettir. Onu insanlar ziyana uğrattı.
Hiçbir vakit maddi zevk insanı tatmin etmiyor kardeşim. Hani insanlar derler ki maddemiz şöyle olsa, böyle olsa… Olsa dahi tatmin etmez. Zira maddeden ibaret değilsin ki. Yalnız maddeden ibaret olsan belki tatmin eder, fakat yalnız maddeden ibaret değilsin. Fakat beşeriyet zavallı bir hale gelmiş. Mevzii konuşmuyorum, hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum. Ve yayılsın istiyorum da, onun içün konuşuyorum. Geçen konuşmada söyledim, daha evvelkisinde de söyledim, ondan evvelkisinde de söyledim. Ne vakit uyanacak insanlar? İlmi ilerlemiş, felsefesi terakki etmiş, fenni aklı durduracak kadar yükselmiş, ilmi fikirlere veleh verecek kadar teali etmiş. Fakat niçün insanlardaki ah sesi dinmiyor? Neden insanlar bütün vücutta bir ruh gibi yaşayamıyor? Biz hilkaten böyle değiliz ki. Kudretin verdiği sermaye nereye gitti? Ne oldu sermaye? Maddi sermaye bol, var. Beşer bugünkü kadar zengin yaşamamıştır dünya yüzünde. Bugünkü kadar da inlememiştir. Bütün dünya sekenesi üzerinde. Bugün masası olanın da huzuru yoktur, kasası olanın da yoktur, rütbesi olanın da yoktur, cahı olanın da yoktur, hiçbir şeysi olmayanın da yoktur, kül halinde bir huzursuzluk var. Kalpte huzur yok. Kalpte huzur olmayınca aza-ı cevarihte sükûnet olmaz. Boyuna iskân[8] (isyan) olur. Refah olmaz. Sonra bu manevi hastalıktır, kendi kendini muhafaza edemezsin. Maddi sari hastalıklardan bile insan şöyle korunabilir, bir yere sokmazlar, girmezsin çıkmazsın, ihtilatı[9] kaldırırlar, önleyebilirler. Fakat manevi rahatsızlıkta hattı şeyi yok, sınır yok. Geçer. Geçer. Her sermaye yerinde. Bu toprak aynı toprak, bu su aynı su, bu hava aynı hava, o güneş her günki yerinden doğar, her günki yerinden batar. Asırlar evveli mesai altı saat, beş saat, dört saat, sekiz saatken şimdi on sekiz saat çalışır. Evveli on nüfuslu bir ailenin bir adamı çalışırken şimdi onu birden çalışır. Meğer biri hasta olsun da kalsın. Yine geçinemez. Sebep ne? Orada eksiklik yok. Muhabbet sermayesi kalktı. Anlatabiliyor muyum? Kudret’in mevcudatı halk etmesindeki sünneti, kendi zatının muhabbetidir. İnsanlara da bahşetmiş olduğu en büyük sermaye o muhabbettir. Onu insanlar ziyana uğrattı.
Bu muhabbetin en
köklüsünü senin deden tutuyordu. Ve onun içün tarihin en eski efendisi idi
deden. Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere
imanı koyan, senin deden. Hakiki medeniyetin sahibi olan asıl deden. Bilir
misin dedeni bilmem ki? Muhali mümkün yapmış olan deden. Sen köklü bir
milletsin. Senin deden kadar dünyada hiç bir parlak millet yoktur. Tarihini çok
iyi oku. Senden daha zengin, senden daha asil, senden daha insan, dedeye malik
hiçbir camia-ı insani yoktur. Kalbi şefkatle çarpar, rikkatle çarpar, kudrete
karşı hürmetkâr, mevcudata karşı merhametkâr hangi insan vardır, senin deden.
Öyle dedenin oğlusun sen. Anlatabildim mi acaba? Merak et, tetkik et, anla.
Düşmanına dua ettirmiş; "Girdiği yerden aman çıkmasın!" diye. Var mı böyle tarihte
insan, böyle şey var mı? Daha yeni konuşuyor, insan hakları diye, insan hakları
diye. Senin nenen konuşur, köyde konuşur.
O kadar büyük cemiyetli sahalarda değil, köyde. Nenen, nenen. "Aman oğlum
kul hakkı olmasın!" der, işte insan hakkı. Beşikteyken vasiyet, nasihat eder. "Sakın ha! Allah (cc) hakkı olsun da kul hakkı olmasın" der. İşitmedin mi nenenin
emirlerini. O kadar titrer insan hakkı üzerinde. Henüz daha okumuş, yazmış,
okumuş yazmış, medeniyet, medeniyet diye tutturmuş, tutturmuş da en nihayet
insan hakları, insan hakları diye söz halinde geçer. Nerede insan hakkı? Daha
renk farkı var medeniyet âleminde. İnsan hakkını bırak renk farkı var renk.
Nenen, köyde nenen, köyde nenen, hattı zatında aman oğlum kızım yavrum kul hakkı
der. Artık onun bugünkü tabirle… Bugünkü tabire o tabiri intikal ettirirsen, insan hakkı. Hatta
o kadar ileri gider söyler ki, "Allah (cc) hakkı olursa O affeder amma sakın kul
hakkı olmasın" der. Buraya kadar ilerlemiş. Böyle medeniyetin sahibinin
çocuğusun sen.
Medeniyet demek insaniyete hizmet eden camia demek, varlık demek. Di mi medeniyetin tarifi? Ama Kudret insanları o kadar şaşırtmış ki vahşet-i musannaya medeniyet diye taptırtıyor. Her konuşmamda tekrar ettiğim gibi: Basıyorsun vidaya bir milyon adam ölüyor. Gördün mü medeniyeti, diyor. Bu mu medeniyet kardeşim? İlim buysa onun cehilden çok aşağı olduğu tahakkuk eder. Erbab-ı zihnin, aklın kafasında, eshab-ı insafın varlığında. Ama yanlış anlama. Sen yapma demek istemiyorum ha. Senin nenenin, dedenin kabul etmiş olduğu mananın varlığında der ki; sen her gün ki icabatın, hasmın maddi kudretlerinden kuvvetlerinden daha dun[10] vaziyette kalırsan, benimle nispetin yoktur, der. "Hazır ol, sana tecavüz etmeden kimseyi yakma" der. Ben işin an yerini anlatmak istiyorum. Acaba anlatabildim mi?
Yoksa hani ters anlarsın da sen yapma manasına değil. Mecbursun tabi ondan üstün olmaklığa. Elinden gelirse yap. Fakat asıl işin illeti gaiyesi[11] nedir? Medeniyet dendiği vakitte düğmeye bas da bir milyar adamı öldür demek midir? Yüzünü görmeden, sözünü işitmeden iki tane diplomat gelir, birbiri ile konuşur, infialat uyanır kendilerinde: Sen yüzünü gözünü görmeden dünya tutuşur, milyonla adam birbirini öldürür. İki insanın infialinden dolayı. Bu mudur ilmin neticesi, medeniyet bu mudur? Sen her cihetten kuvvetli ol, o ayrı bir mevzuu. Öyle dedi Beşeriyetin Fahri ebedisi; “Dünyada kendisini bana izafe edenler, dünyanın zevahir varlığında onlardan geri kalmışlarsa, sakın beni kendilerine izafe etmesinler, alakam yoktur" dedi. Yok alakası. O ayrı. Sen o varlığa sahip olacaksın, insanlığı kurtarmak için, insanlığı yakmak için değil. Hayatı almak için değil. Hayatı almak isteyenlere hayat alamazsın demek için. "Yaktırmam, ben sana insanlığı!" demek için. Anlatamıyor muyum? Ben insaniyetin hamisiyim diye yaşayacaksın. Ben mevcudatın hamisiyim. Ben naib-i hakkım. Hak bana bütün sıfatlarını vermiştir. Binaenaleyh ben arz üzerinde mutasarrıfım. Bu sahaya malik olarak yaşayacaksın. Bu varlık sende olacak. Deden böyle yaşadı. Asırlarca yaşadı. Kralın krallığını tasdik etmeden krallık yapamazdı. O dedenin çocuğusun, kendini küçük mü zannediyorsun? Fakat bunların hepsi muhabbete bağlıdır. Muhabbet de iman merdiveninden çıkılır, iman ve aşka bağlıdır. Yanlış anlamak devri geçmiştir, Kudret mazeret kabul etmez. Dikkat edin, ilk söylediğim cümledir. Ben yanlış anladım diyemezsin Kudret’e karşı. Niye? Kudret diyor ki; yanlış anlamak devrini geçirdim. Seni öyle bir asırda meydana getirdim ki, açılan berahin-i[12] hissiye bütün mazeret kapılarını kapadı. "Öyle hissi burhanlar ortaya koydum ki ben, katiyen mazeret serdedemezsin" diyor. O asırda yaşıyoruz biz şimdi. Yaa.. Binaenaleyh iman, şek ve şüpheden azade olarak orta yerdedir, talip arar. Müsteid[13] kalp arar, gideyim, oturayım, seni kurtarayım der. Ama insan sıkıldığı vakitte aciz olduğu an, bir bardak müskirattan ben sükûnet bulurum diyor da imdat istiyor, imandan istemiyor. Aşktan istemiyor, ahlaktan istemiyor. Bak ne tuhaf vaziyete gelmiş, ne kadar aciz gelmiş insan. Kendisinin huzurunu, kendisine gelmiş olan musibeti, felaketi teskin etmeklik içün aklını nara inkılap ettirecek şeyden medet umuyor da aklını nura inkılap ettirecek şeye tenezzül etmiyor. Beşer ne kadar şaşırmış. Bir şey anlatamıyor muyum? Bu kadar düştü. Aklını nara inkılap et, bedenini yık.
Medeniyet demek insaniyete hizmet eden camia demek, varlık demek. Di mi medeniyetin tarifi? Ama Kudret insanları o kadar şaşırtmış ki vahşet-i musannaya medeniyet diye taptırtıyor. Her konuşmamda tekrar ettiğim gibi: Basıyorsun vidaya bir milyon adam ölüyor. Gördün mü medeniyeti, diyor. Bu mu medeniyet kardeşim? İlim buysa onun cehilden çok aşağı olduğu tahakkuk eder. Erbab-ı zihnin, aklın kafasında, eshab-ı insafın varlığında. Ama yanlış anlama. Sen yapma demek istemiyorum ha. Senin nenenin, dedenin kabul etmiş olduğu mananın varlığında der ki; sen her gün ki icabatın, hasmın maddi kudretlerinden kuvvetlerinden daha dun[10] vaziyette kalırsan, benimle nispetin yoktur, der. "Hazır ol, sana tecavüz etmeden kimseyi yakma" der. Ben işin an yerini anlatmak istiyorum. Acaba anlatabildim mi?
Yoksa hani ters anlarsın da sen yapma manasına değil. Mecbursun tabi ondan üstün olmaklığa. Elinden gelirse yap. Fakat asıl işin illeti gaiyesi[11] nedir? Medeniyet dendiği vakitte düğmeye bas da bir milyar adamı öldür demek midir? Yüzünü görmeden, sözünü işitmeden iki tane diplomat gelir, birbiri ile konuşur, infialat uyanır kendilerinde: Sen yüzünü gözünü görmeden dünya tutuşur, milyonla adam birbirini öldürür. İki insanın infialinden dolayı. Bu mudur ilmin neticesi, medeniyet bu mudur? Sen her cihetten kuvvetli ol, o ayrı bir mevzuu. Öyle dedi Beşeriyetin Fahri ebedisi; “Dünyada kendisini bana izafe edenler, dünyanın zevahir varlığında onlardan geri kalmışlarsa, sakın beni kendilerine izafe etmesinler, alakam yoktur" dedi. Yok alakası. O ayrı. Sen o varlığa sahip olacaksın, insanlığı kurtarmak için, insanlığı yakmak için değil. Hayatı almak için değil. Hayatı almak isteyenlere hayat alamazsın demek için. "Yaktırmam, ben sana insanlığı!" demek için. Anlatamıyor muyum? Ben insaniyetin hamisiyim diye yaşayacaksın. Ben mevcudatın hamisiyim. Ben naib-i hakkım. Hak bana bütün sıfatlarını vermiştir. Binaenaleyh ben arz üzerinde mutasarrıfım. Bu sahaya malik olarak yaşayacaksın. Bu varlık sende olacak. Deden böyle yaşadı. Asırlarca yaşadı. Kralın krallığını tasdik etmeden krallık yapamazdı. O dedenin çocuğusun, kendini küçük mü zannediyorsun? Fakat bunların hepsi muhabbete bağlıdır. Muhabbet de iman merdiveninden çıkılır, iman ve aşka bağlıdır. Yanlış anlamak devri geçmiştir, Kudret mazeret kabul etmez. Dikkat edin, ilk söylediğim cümledir. Ben yanlış anladım diyemezsin Kudret’e karşı. Niye? Kudret diyor ki; yanlış anlamak devrini geçirdim. Seni öyle bir asırda meydana getirdim ki, açılan berahin-i[12] hissiye bütün mazeret kapılarını kapadı. "Öyle hissi burhanlar ortaya koydum ki ben, katiyen mazeret serdedemezsin" diyor. O asırda yaşıyoruz biz şimdi. Yaa.. Binaenaleyh iman, şek ve şüpheden azade olarak orta yerdedir, talip arar. Müsteid[13] kalp arar, gideyim, oturayım, seni kurtarayım der. Ama insan sıkıldığı vakitte aciz olduğu an, bir bardak müskirattan ben sükûnet bulurum diyor da imdat istiyor, imandan istemiyor. Aşktan istemiyor, ahlaktan istemiyor. Bak ne tuhaf vaziyete gelmiş, ne kadar aciz gelmiş insan. Kendisinin huzurunu, kendisine gelmiş olan musibeti, felaketi teskin etmeklik içün aklını nara inkılap ettirecek şeyden medet umuyor da aklını nura inkılap ettirecek şeye tenezzül etmiyor. Beşer ne kadar şaşırmış. Bir şey anlatamıyor muyum? Bu kadar düştü. Aklını nara inkılap et, bedenini yık.
Mana, bazı insan
istihza eder. Sana göre bu yasaktır dimi? Eğlenir. Herkes ef’alinde hürdür.
Hürriyeti adaletle tahdid[14] etmek
şartıyla. Başkasının hukukuna tecavüz etmemek şartı ile o hürriyet başkasına
taaddiye[15] başlamamak şartıyla
hürdür, kimse bir şey demez. Fakat o senin yasak diye eğlenmiş olduğun
müessesenin bir tek cevabı vardır, ben yasak ettiğim şeyi üç şarta bağlamışım
der. Hangi şey senin bedenine zarar vermiş, hangi şey senin edebine zarar
vermiş, hangi şey senin müebbet istikbaline zarar vermiş, ben ona yasak
demişim. Benle niye eğleniyorsun, insafın yok mu, der. Anlatamıyor muyum? Öyle der, ne diye cevap verebilirsin? Yine
gülersen, eh ne yapalım, der. O "Ne yapalım?"ın içerisinde öyle cevaplar vardır ki.
Anlatsana. Niye anlatayım? Ben zaten rahatsızım da bugün. Sıhhatim de iyi
değil. Öyle diyor. "Hangi şey senin bedenine zararı var, hangi şey senin edebine
zararı var, hangi şey senin müebbet istikbaline zararı var, ona yasak dedim"
diyor. İnsafın yok mu, diyor, neden benimle eğleniyorsun? diyor. Böyle deyince ne
diyebilirsin?
Beşeriyet muhabbet
sermayesini kaybetti. Ne vakit bulur, derhal huzura kavuşur. Öyle sözlen yok.
Adeti değil Kudret’in öyle şeyler yapmak. Hiç. Hiç adeti değil görülmemiş. Sık
sık söylediğim gibi, efendim semaya çıkılıyormuş, şuraya gidiliyormuş.
Çıkılacak, ne çıkar ondan? Ne yani? Seyyarelerde gezilecek. Bunu ön dört asır
evvel Beşeriyetin Fahri Ebedisi haber verdi. Sen daha yeni mi duyuyorsun? Üüü,
çok eski o. Olacak. Ondan ne çıkar, sana ne? Bir odadan bir odaya geçer gibi
beşeriyet o işi yapacak. Hüner kırık kalplerde gezinmek, kırık kalplerde.
Kudret’in sarayı gönüldür. Var mı böyle bir keşif? Bu keşiften haber ver bana.
Beşeriyet artık kırık kalp içerisinde seyahate başlamıştır de, bir göreyim,
ayağını öpeyim. Var mı böyle bir şey? Kırık kalplerde... Var mı böyle bir
seyahat? Mesela tababet[16] de
ilerledi. Hele o kesme biçme kısmı, daha kuvvetli. Aza-i cevarihi değiştiriyor.
Kan ve kemik torbasında birçok şeyler yapılıyor. O da yalnız insanın kendi
eliyle değildir ya o. Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde cevher-i
akılla sana mal etmiş olduğu şey babanın evinden mi geldi? Onun cereyanı
neredendir onun? Kendinden. Niye ihtiyarlıyorsun kendindense? Niye saçların
ağarıyor.
Faniyeti cümleden
ziyade, ak saçlarım eğiliyor ifade.
Konuşurken unuttum
biraz sonra gelirse söylerim dersin. Nereye gitti? Nereden geldi, nereye gitti.
Niye unuttun, niye uyuyorsun sonra? Yaratırım sevdasında bulunan adam uyur mu,
yakışır mı bir adama? Hem yaratırım desin, hem uyusun. Hem yaratırım de, hem
uyu. Ne kadar ayıp şey o. Niye uyuyorsun? Uyudun mu hepsi gitti. Ne büyük
dersidir Kudret’in. Ne büyük ders kaçırmasıdır o. Uyku, zalimle mazlumu, hâkimle mahkûmu müsavi
kılar. Zalim de bir tarafa sızar, mazlum da bir tarafa büzülür. Hakimle mahkum
ikisi bir olur. Niye uyudun ya? Efendim o kuş tüyü yatakta yattı ötekisi kuru
tahtada yattı. Uyku başkadır yatak başkadır. Kuş tüyü yatakta yatar da
sallarlar. Öbür tarafta kolunu yastık yapar şöyle bir kapar, mışıl, mışıl, üüü,
uyku başka. Anlatamıyor muyum? O ayrı iş o. Yatak başka uyku başka. O ayrı iş
o. Onu öyle yatıp da gören adam, küş tüyünde yatıp hasret çeken çok olur.
Şöyle, şöyle bir şeyim olsa der. Şöyle bir uyuyabilsem, der. Ayrı ayrı işler.
Uyuyunca, masa gideri kasa gider, rütbe gider, emirin emirliği, kumandanın
kumandanlığı, çöpçünün çöpçülüğü, kocası, karısı, çoluk çocuk, hepsi alınır,
hepsi gider. İlmi, şuuru, aklı, hissi… Niçün bilemiyor bir adam uykunun ne
olduğunu? Kim tarif edebilir bana uykuyu? Haddine mi düşmüş. Efendim işte onun
içün konferans vereceklermiş. Yok canım. Kimse tarif edemez. Konuşmayı bile
tarif edemezler, değil uykuyu. Konuşma
nedir, konuşursun da ne olduğunu bilmezsin. Rü'yeti tarif edemezsin kardeşim.
Sana verilen şeyleri tarif edemezsin. Anlatır fizik kaidelerini işte, onları
sormuyorum ben sana. Gözü filan sormuyorum. Rü'yet nedir diyorum, rü'yet. Bir
dirhem yağ parçasına taalluk eden o ruy-i rü'yet nedir? Kudret az mı ders
kaçırmıştır? Fotoğrafı bir çekersin, bir daha çekin üzerine, bir daha çek karma
karışık olur. Öyle bir tecelli ile tecelli etmiş ki namütenahi çekiyorsun da
birini birine karıştırmıyorsun yahu. Boyuna çekiyorsun, hiç birisi birisine
karışmıyor.
Radyoyu yapanın karşısında hürmetle eğilir, kulağını yapanın karşısında kafasını yukarı kaldırır. Yapmasaydı ne işe yarardı o.
Radyoyu yapanın karşısında hürmetle eğilir, kulağını yapanın karşısında kafasını yukarı kaldırır. Yapmasaydı ne işe yarardı o.
Nem var ki laf edem özümden,
Mahfeyle beni benim gözümden.
Konuşur konuşmanın ne olduğunu bilen var mı? Nedir konuşma? Uyku hepsini müsavi kılar. İlmini şuurunu aklını hepsini alır… En büyük Kudret’in dersi. Berahin-i hissiye. Kapıları kapamış, çok çok var. Bir yakaza hali verir, hepsini tekrardan buyurun der, işte masanız, işte hanımınız, işte beyiniz, işte oğlunuz, işte ilminiz, işte cehliniz, neyiniz varsa. Benimle azamet yarışına kalkmayın. Bir gün alıp, vermediğim vakitte ne yapabilirsiniz? İnsanlığa hizmet edin, sayılı nefesinizi öyle bitirin der. Sayılı nefesinizi. Yoruldunuz mu? (Hayır, hayır) Daha konuşmaya başlamadık. Yavaş yavaş, kendime geliyorum. Öyle diyor Kudret; [17] لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ Yaratırım demeli ama benim gibi uyuklamamalı ve uyumamalı diyor. Ne uyuklarım ne uyurum. Ya. İşte aciz insan, zavallı, zavallı insan…
Biraz da kendisinde bir varlık gördü mü, sahte benlik geldi mi? Evet, sahte benlik bir parça kendisinde geldi mi, yakar. Ahlaka girip, kesafetini letafete inkılap ettirmedi mi, yakar. İman ve aşka, ahlaka girmedi mi bir insan, mafevkine karşı köpek, madununa karşı kurt olur. Anladın mı? Aşk putesinde erimedi mi, ahlak elbisesini giymedi mi, mananın şerbetini içmedi mi, o zevki tatmadı mı, o kimse mafevkine karşı köpek yaşar, madununa karşı da kurt yaşar. Acizi gördü mü tepeler. Zalimi gördü mü uşak olur. Anlatamıyor muyum? Hak hakikatten soyunur. Satar kendisini. Satar. Halbuki fıtratı böyle değil. Böyle yaratılmadı. Bunu soracak Kudret. Bunu kendisinden soracak. Tabi ben sizi inanmış bir varlık diye görerekten konuşuyorum. Öyle bir camia karşısında konuşuyorum. Yoksa bu mevcudat bir tesadüfün neticesidir, insanda tekâmül etmiş bir hayvandır. İhtirasat-ı nefsaniyesini tatmin ettiği zamanda mes’uttur, edemediği zamanda mahrumdur, bu geliş bir tesadüftür, ne ebet ne nihayet filan böyle bu fikirde yaşayan insanla da konuşmasını biz biliriz ama vakit geçirmeyelim. Öyle değil. Sizi, düşünmüş, benim gibi izanlı, vicdanlı şuurlu bir varlığı, izansız, vicdansız, şuursuz bir var meydana getiremez. Hilkatte abes hiçbir zerre görmedim. Binaenaleyh ben mensi ve mühmel bir tarafa atılıp, bırakılmayacağım, elbette aslıma kavuşacağım zevkiyle ve her gün takvim-i insanisinden bir yaprak koparırken, yok oluyorum diye değil de var oluyorum diye yaşayanlar diye konuşuyorum. Yoksa o her gün takvim-i insanisinin yaprağını koparırken yok oluyorum diye yaşıyorsa, onun konuşma tarzı başka türlüdür. Anlatabildim mi acaba? O ayrı. Hilkatteki gayeyi duymuş, geliş ve gidiş de ki şeyi anlamış, belki içinizde böyle olanınız vardır. Yoksa da, belki Kudret bunu arzu edene verir. Mesela ne güzel söylemiş;
Hâcemiz aşk-ı
ezeldir bize andandır hitâb
Böyle bir varlık diye
konuşuyorum. Gönlüm öyle istiyor.
Hacemiz yani bizim
öğreticimiz, aşkı ezeldir bize andan hitap,
Dersimiz ilhamı
haktır, gönlümüz ümmül kitap.
Temenni etmek de şey
değil ya, suç değil ya. Böyle dediyse, böyle yapsın Kudret. Yaa, dimi?
Hâcemiz aşk-ı ezeldir
bize andandır hitâb
Dersimiz ilhâm-ı Hakdır gönlümüz ümm-ül-kitâb
Dersimiz ilhâm-ı Hakdır gönlümüz ümm-ül-kitâb
Bu vücudumuz kitâbı
ilm-î nâfi'dir bize
(Men arefe kad aref) dir çün kelâm-ı mütetâb
(Men arefe kad aref) dir çün kelâm-ı mütetâb
Varlığımız mülkünü
kahhâr-ı aşk etdi harâb
Bizde benlik kalmadı
diyor. Aşkın kahrı onu yıkadı geçti, gitti.
(Limenil-mülk) nüktesine biz su'âliz hem cevâb
(Limenil-mülk) nüktesine biz su'âliz hem cevâb
Berzah-ı havf u
recâdan geçmişiz....
Silinmiş orası okuyamadım. Berzah-ı havf u recâdan geçmişüz. Ben söyleyeyim orasını da.
Silinmiş orası okuyamadım. Berzah-ı havf u recâdan geçmişüz. Ben söyleyeyim orasını da.
Berzah-ı havf u
recâdan geçmişüz vahdetdeyüz biz
Âlem-i kesretdedir münkir i nekir soru hitâb
Dar-ı vahdetde dü âlem zevkini câmi' Anlatabildim mi? İki âlem.
Dar-ı vahdetde dü âlem zevkini câmi' olup
Âlem-i kesretdedir münkir i nekir soru hitâb
Dar-ı vahdetde dü âlem zevkini câmi' Anlatabildim mi? İki âlem.
Dar-ı vahdetde dü âlem zevkini câmi' olup
Dehr ile devr
eylemeziz bu bize Gaybî meâb
Anlatabiliyor muyum? İki âlemin zevkini biz
alıp, iki âlemi biz tasarruf ettikten sonra zaman sana uymuyorsa sen zamana uy
diyen oyuncak değiliz, biz diyor. Zaman bana uyacak diyor. Ben insanım insan, diyor. Kudret zamanı benim için yarattı. Beni zaman içün yaratmadı.
Anlatabildim mi acaba? Kudret bütün mevcudatı benim içün yarattı. Ben mevcudata
uymaya değil, mevcudat bana uymaya memurdur. Böylesiniz diye okudum bunu. Yoruldunuz
mu? (Hayır) Daha başlamadım. İnsan kolay iş mi insan? İnsan ne demek insan? Sende
konuşan var bende dinleyen var, bende dinleyen var, sende var konuşan var. Bu
ikisinin mecmuuna insan derler. Niye sen bana düşmansın ben sana düşmanım,
anlamıyorum. Demek ki insan olamadık.
Bütün mevcudatı, herkes de bir gaye vardır. Bir saadet , dünyevi. Söyledik ya biz onları. Netice
itibariyle örfün saadetini tarif ediyorum, birde ahlakın saadeti var. Bu âlemde
saadet... neye sahip olan geçici dimi? Ona saadet denilir mi? Ona saadet nasıl
denir yahu? Oku bakayım.
Şu feryat âleminde, bu
mihnet evinde kimi gördün ki, bir nefes rahat bulmuştur? Gösterebilir misin
birisini? Yoktur yok. Şu feryat âleminde, burası feryat âlemidir. Bu mihnet
âleminde kimi görebilirsin ki bir nefes rahat alabilmiştir? Yoktur o. Burada
verilen matah ne verilmişse zannetme ki sefa içündür. Öyle mi zannediyorsun? Bilakis
ne yapacan diye gussasını[18] çekmek
içün verilmiştir. Öyledir o. Ne yapacağım diye gussasını çekersin. Varken bir türlü, yokken bir
türlü. Varken bir türlü yokken bir türlü gussa çekilen bir âlemde saadet olur mu? O halde
saadet doğumdan sonra başlayacak. Anlatamadık mı? Doğum ne demek? Daha doğmadık
ki. Doğunca görürüz. Doğacağız. Hepimizi doğurtacaklar. Öyle bir ebe, öyle bir
doktor doğurtacak ki, "Ay efendim yanlışlık oldu, bilmem alet ters geldi, çocuk
ters geldi" bilmem hiçbir şey yok. Ters gelmek filan yok. Dip diri. Yan yatmış
da çocuk çarpık olmuş, bacağının şurasında şöyle olmuş, alçıya koyalım düzelsin
bacağı… Hiç öyle bir şey yok. Doğurur. O ebe öyle. O doktor iyi bir yerden
mezun olmuş. Hiç şaşırmıyor. Teşhisinde filan hiç terleme yok. Terlemiyor.
Bizde en kuvvetli doktor, ameliyat masasında şakır şakır terler. Yirmi dakikayı
geçirdikten sonra başlar terlemeye. Birazda kaybetti mi şeyi. Karıştı mı şeyler
başlar terlemeye, etrafını da haşlar; "Dikkat edin!" diyerekten. Etrafı da var
onun ama maiyeti filan var ama hiç haşlamaz. Böyle dipdiri çıkarır. Hepimizi
doğurtacak. Yaa, öyle bir doğuracağız ki. Esasen eğer gönlün mahzun yaşıyorsa
kardeşim, mahzunluğun da hak ve hakikat namınaysa sen mesut adamsın. Ben sana
bir müjde vereyim. Niye böyle? Onlar on dakikada yarım saatte… Yüz konferans
yapmak lazım. Anlatılmaz, bitmez. Anlatabildim mi?
Gönül Hazreti Yakup
(as) gibi mahzun olmadıkça bin tane Kamis-i Yusuf[19]
getirsen gözün açılmaz. Yusuf’un (as) gömleğini getirdiler, Yakup’un (as) gözleri açıldı. O gömlek
hakikatte nedir acaba? Okuyayım mı ister misiniz? Hakikatte o gömlek nedir? Bu
mezahir Kudret’in gömleğidir. Eğer bu mezahir de bir buy-u rahman koklamamışsan
hiçbir şey olamazsın. Anlatabildim mi? Bu görmüş olduğun varlık Hakk’ın
gömleğidir. Sen zannediyor musun ki, böyle bir gömlek kokladı da gözleri açıldı?
Öyle mi? O var ama o manaya değil o. O remiz o, o işaret. Anlatabildim mi
acaba? Neyse bu bahis uzun sürer. Şaşırırız hepimiz, bende söylemeye dudak -belki
sende dinlemeye kulak var ama bende söylemeye dudak yok.
Onun içün mana zevkini
almak lazım. Mana zevki almaya başlandığı vakit, aşk başlar. Aşk başlayınca muhabbet gelir, muhabbet gelince sende
konuşanla bende dinleyen anlaşır. Şimdi ne demiştim? Nerede kaldık buraya,
nereden girdik buraya bakayım? Hatırlatabilir misiniz bana? Ama lütfen
dinleyin. Günah dimi? Cemiyetin, beşeriyetin bugün ki saadetine göre
konuşuyorum dedim. Ahlaktaki saadet dedim, buradan mı ayrıldık? Ama ne faydası
var? Dinlemiyorsun ki. Ben gideyim söyleyeyim. Ya. Ona göre tarif ediyorum.
Buraya nereden girdim?
Sende bir dinleyen var, bende bir konuşan var yahut bende dinleyen sende konuşan, bunun ikisinin mecmuuna insan denir. İkimiz birbirimiz olmadıkça, ikimiz bir olmadıkça, insan olamayız dedim. Fakat sen bana düşmansın ben sana düşmanım, kudret nasıl bizim elimizden tutsun? Eski konuşmalarda dediğim gibi, gönül birleşmedikçe Hak elini vermez. Şurada bir Ali isminde biri geçsin, A diye bağırın, bakmaz, L diye bağırın, bakmaz, İ diye bağırın, bakmaz. ALİ ismi A,L,İ den ibaret, üç harften ibaret dört harften ibaret, neyse. Fakat Ali der demez bakıyor. Demek ki onarın heyeti umumisi birleştiği vakitte o müsemma meydana çıkıyor. Bir tanesiyle çıkmıyor. Binaenaleyh biz birleşip de Kudret’e karşı gönül vermedikçe Kudret bizim yolumuzu açmaz. Açılmaz o, birleşemiyoruz. Ne maziyi çekemiyoruz, ne atiyi tutamıyoruz. Hakiki terakki maziyi çekmek, atiyi tutmakla olur. Maziyi bırakırsan yüzü koyun kapanırsın, atiyi çekmezsen arka üstü düşersin. Anlatamadım mı acaba? Maziyi, ters bakarsan, bırakırsan, yüzükoyun kapanırsın, atiyi çekmezsen arka üstü düşersin. Muvazene böyle olacak. Terakki serveti eslafa, serveti ahlafı ilave etmekle olur. Terakki, babanın malına evladın mal koymasıyla olur. Babasının ilmine evlat ilim ilave etmekle olur. Babasının fennine evlat, fen koymakla olur. Onu tenkit edip atıp ben yürürüm dersen hiçbir yere gidemezsin ya. Böyle Kudret tezgâh açmamış ki, böyle tezgâh açılmamış.
Sende bir dinleyen var, bende bir konuşan var yahut bende dinleyen sende konuşan, bunun ikisinin mecmuuna insan denir. İkimiz birbirimiz olmadıkça, ikimiz bir olmadıkça, insan olamayız dedim. Fakat sen bana düşmansın ben sana düşmanım, kudret nasıl bizim elimizden tutsun? Eski konuşmalarda dediğim gibi, gönül birleşmedikçe Hak elini vermez. Şurada bir Ali isminde biri geçsin, A diye bağırın, bakmaz, L diye bağırın, bakmaz, İ diye bağırın, bakmaz. ALİ ismi A,L,İ den ibaret, üç harften ibaret dört harften ibaret, neyse. Fakat Ali der demez bakıyor. Demek ki onarın heyeti umumisi birleştiği vakitte o müsemma meydana çıkıyor. Bir tanesiyle çıkmıyor. Binaenaleyh biz birleşip de Kudret’e karşı gönül vermedikçe Kudret bizim yolumuzu açmaz. Açılmaz o, birleşemiyoruz. Ne maziyi çekemiyoruz, ne atiyi tutamıyoruz. Hakiki terakki maziyi çekmek, atiyi tutmakla olur. Maziyi bırakırsan yüzü koyun kapanırsın, atiyi çekmezsen arka üstü düşersin. Anlatamadım mı acaba? Maziyi, ters bakarsan, bırakırsan, yüzükoyun kapanırsın, atiyi çekmezsen arka üstü düşersin. Muvazene böyle olacak. Terakki serveti eslafa, serveti ahlafı ilave etmekle olur. Terakki, babanın malına evladın mal koymasıyla olur. Babasının ilmine evlat ilim ilave etmekle olur. Babasının fennine evlat, fen koymakla olur. Onu tenkit edip atıp ben yürürüm dersen hiçbir yere gidemezsin ya. Böyle Kudret tezgâh açmamış ki, böyle tezgâh açılmamış.
Unutmayın bu kaideyi. Hilkatte…
Bin kiloluk bir baskül, burada da bir gramlık, iki gramlık bir terazi, ben bin
kilo tartarım, o bir gram tartabilir, diyemez bu baskül. Neden? Yarın hastalanırsın, doktor ilaç verir,
yarın gramın yarısı kadar bir ilaç alacaksın der, bu baskül onu tartamaz.
Zehirlenirsin, buna muhtaçsın. Anlatamadım mı acaba? Kaba bir misal,
anlayasınız diye getirdim. Birbirine muhtaç. Mesela bazı acayip nazariyeler
vardır. Efendim herkes müsavi olsun. Olmaz. Müsavatı senin dedenin kabul ettiği
mana ne kadar yapmışsa, o kadar olur. Dedenin kabul etmiş olduğu mana o
müsavatın kabil-i taksim olan kısmını almıştır. Onun fazlasında isyan çıkar.
Tuğyan çıkar. Müsavat gönüllerde, kalplerde olur. Bütün sahada olamaz. Lağım
patladı, kim kazacak, hepiniz kazacak mısınız? Nasıl müsavat olacak? Yine bir zayıfı
gelecek, kaz diyecek. Hani yaa, nereden çıktı müsavat? Ben seksen kiloyum o
atmış kilo, nerede müsavat? Benim o yirmi kilomu ekleyecek misin ona? Müsavat
bedenlerde olacak. Şey, bedenlerde demişim, ruhlarda, manalarda, hakikatlerde,
faziletlerde… Anlatabildim mi? Zayıf kaviden serbestçe hakkını alacak. İşte
müsavatın an yeri bu. Yoksa bu görünüş itibariyle o olmaz o. Yapmamış
Kudret öyle bir şey. [21] وَتُعِزُّ مَنْ
تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ diyor. Kaide-i
külliyeyi kurdum diyor Allah (cc). Siyah gözlü çocuğu beyaz gözlü yapar mısın
ya? Hadi istediğin şekilde bir kadınla evlen de şu kadar ömrü olacak, bu kadar
müktesebatı ilmiyesi olacak, şu renkte doğacak, bir atmış sekiz boyu olacak, şu
kadar omuzunun genişi olacak, elli altı elbise giyecek, yağma mı var? [22] هُوَ الَّذ۪ي
يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ Ben
öyle bir Allah’ım ki, hayz kani ile, Kudret fırçası ile rahm-i maderde istediğim
boya ile çıkarırım. Seni suni ilahi fabrikama tezgâh yaptımsa da Allah (cc)
yapmadım ya kerata diyor.
Zayıf kaviden hakkını
alacak. Sen... Bugün ihtilalat-ı beşeriyenin iki madeni vardır. Birisi sen çalış
ben yiyeyim, ikincisi ben yaşayayım sen ne olursan ol. İşte dedenin kabul etmiş
olduğu mananın yıktığı yer budur. Bu yıkılmadıkça beşeriyet felaha kavuşmaz
der. Anlatabildim mi acaba? Bunu onun tarifi şeklinde yıkıldığı dakikada
beşeriyette haddinden fazla olmuyor. Beşer buna riayet etmediğinden dolayı
İza tecaveze şey’
haddehu inkelebe ziddeh
Derhal bu herkes sen
çalış ben yiyeyim, ben yaşayayım sen ne yaparsan yap, nazariyesi asırlardan
beri insanlar arasında hüküm ferman olduğundan dolayı beşeriyet haddini tecavüz
ediverdi, zıddı meydana çıkmaya başladı.. Anlatabildim mi acaba? Ne onda felah vardır,
ne zıddında felah vardır. Felah, hak ve hakikatin göstermiş olduğu yolda
vardır. Fakat ehl-i suret anlamaz, ehl-i suretten ne çıkar? Onunla oturup kalmanın cehennemde oturmakdan farkı yoktur, dediler büyükler. Sözler tatlı gelir
adama. Ne kadar hoşuna gelir? Fakat tatbikatı olmayan sahadır, tatbikatı olmaz.
Cebirle tatbikatın faydası yoktur onun. O cebir işi değil. Gönülle. Böyle
gönülle, gönülle. Anlatabildim mi? Gönülle.
Bir misal vereyim size
bak; Beşeriyetin Fahri Ebedisine bir sermayedar gitti, ben işçi çalıştırıyorum
dedi. Bunlara kaç kuruş yevmiye vereceğim? O mahbub-u kulüp olan zat-ı ala
tebessüm ettiler. Öyle sual olur mu? Niçün? Kendini o mevkiye korsun, kendin
onun gibi olsan, onun kadar çalışmış olsan, kaç kuruşa razı olsan o kadar
verirsin. Anlatabildim mi acaba? Bir şey anlatamadık galiba. Şunda adamı
çalıştırdın di mi ya, "Kaç kuruş vereceğim?" diyorsun, ne vereyim? Bunun ölçüsü
olmaz diyor. Kendini korsun oraya, ben bunun gibi olsam, bunun kadar bu işi
işlesem, bana kaç kuruş verirlerse gönlüm hoş olur? Onu bilir içindeki müftü, diyor. Senin içinde bir konuşan var. Burada konuşan sessiz sözsüz bizsiz sizsiz
o bilir o bir karar verir, hah o ne vermişse odur hüküm. Ne vermişse o dur
hüküm. Onu verir. Baş üstüne demiş. Ne vakit vereyim? Teri kurumadan. Müsavata
da bir misal vereyim sana. Paye, dimi ya ? Cemiyette herkesin bir payesi olsun.
Estağfurullah. Bir misal vereyim sana. Beşeriyetin Fahri Ebedisi artık, daha
ötesi var mı? Tabi mücessemem-i ebeb ü vefa, faziletin membaı, bütün varlığın
membaı, insanlık bunu görüyor, gördüğü vakitte, içinden bir taşma olur,
muhabbet taşması. Gelip biraz fazla imla
ettikleri vakitte “meh meh ene emetun te’kulu lahmen kadim” "Yapmayın, yapmayın! Ben çömlek içinde et yiyen çocuğun oğluyum." Anlatabildim mi acaba?
Bir misal daha
vereyim. Ebu Cehil. Zanneder misiniz ki o insanı tanımazdı? Yok. Öyle muazzam
tanırdı ki fakat yok mu o benlik? O nefsi emare hepimizin iklim-i vücudumuzda
çöreklenmiş olan o yedi başlı ejderha… Ne atomla ölür, ne zehirli gaz para
eder, ne bomba parçalar. Öyle öyle bir ejderhadır o. Yedi tane başı var.
Hırs, tamah, kibir, ucup, buğz, adavet, riya. Yedi tane başı var. Belayı
mübrem[23]. Sordu
ona, Fahri Âlem sordu; “Bana inanmıyor musun, sözlerime inanmıyor musun?” dedi.
Böyle bir münasip bir zamanda, “Nasıl inanmam” dedi. “İlk önce el emin ismiyle
hitap ben ettim sana” dedi. “Bu milletin en emin insanı diye. Fakat sen öyle
bir dava açtın ki, beni kölemle beraber müsavi tuttun. Kölemle bir müsavat
verdin bana. Aynı şekilde beni bir tuttun.” “Yarın” dedi, “geleyim senin
meclisine, bana hususi bir yer ver, şöyle otur de bana hususi bir yer ver,
kölemi başka bir yerde oturt, bana hususi bir yer ver, bütün ceziet-ül arabı
senin emrine amade kılacağım” dedi. “İşte buradan yanlış anlıyorsun, orada
benim de yerim yok” dedi. Anlatabildim mi acaba? Böyle müsavat var.
Şimdi gelelim bizim
mevzuun an yerine. Dedik ki, sizde bir konuşan bende bir dinleyen yahut bende
bir konuşan sizde bir dinleyen var: Bunun ikisinin mecmuu insandır. Biz
ayıramayız bunu ikisinden. Fakat sen bana düşman, ben sana düşman. Sen bana
itimat etmezsin, ben sana itimat etmem. Kaybetmişiz çünkü. Bunu söylerken dedik
ki, bugün ki böyle umumi anlayışa göre bir saadet, umumi anlayışa göre bir
saadet. Herkes bir maddeye bir şeye sahip olsun ister, saadeti orada bilir.
Öyle biliriz. Farz edelim ki bütün dünyayı, bütün varlığı, arşını semasını,
bildiğimiz bilmediğimiz, bütün avalimi[24] Kudret
bize buyurun, dedi. Verdi. Fakat bütün insanlığı kaldırıyorum dedi. Yalnız sen
kalacaksın. Beş dakika yaşayamazsın. Beş dakika yaşayamazsın. Nasıl yaşayamaz
canım bir adamı hapse koyarlarda yirmi sene odada kalır. Muhayyelesinde hariçte
insan var diye kalır, insan kalktığını bilsin yaşayamaz. Acaba anlatabildim mi?
Tamam. İmkânı yoktur onun. Bu kadar, bu kadar muhtaçtır. Öyle olduğu halde,
neden anlaşamayız acaba? Sonra, ömr-ü dünya bir dakika, ömrü- âdem bir nefes…
Orta yerde bir şey yok. Kudret bize aşkını tattırsa gelir.
Geliş ve gidişimizdeki gayeyi duyursa, o vakit her gecemiz kadir olur. Zira aşığın her gecesi kadir gecesi olduğundan o daima o geceyi ihya ile geçirir. Resulullah (sav) der ki; Allah u Teala’nın öyle cenneti vardır ki, o cennette nimet bulunmaz der. Yaaa, o cennette nimet bulunmaz. Hiçbir nimet yokmuş o cennette. Nimet öyle kusur… Yani insanın zevahirini, böyle bizim şimdi bu âlemde gözümüze sürur verecek, ne bileyim işte tantanalar filan bunların hiç birisi bulunmazmış. Öyle bir cennet var. Orada Hak cemali ile tecelli eder. Yalnız o temaşa edilir der. Anlatabildim mi acaba? Ha, tatlı değil mi? Güzel bunlar. Güzel şeyler. Ne yapalım?
Nefis şeytanı, dermanı zor. İptilası ağır. İnsanı geçici şeye bağlıyor. Yanlış anlaşılmasın, öyle bir şey olmasın manasına değil. Fakat kalpten çıkarıp elinde tutmak manasında. Kalbinden çıkarma değil, yalnız elinde tut, kâinatı tasarruf et. Bir geminin yürüyebilmesi için denize ihtiyaç vardır. Fakat o gemi dibinden delinir de su içine girdi mi gemiyi batırır. Bir adamında her sahada teali terakki edebilmesi içün servete ihtiyacı vardır. Ama elinde bulunmak şartıyla, kalbinde bulunmak şartıyla değil. Kalbine girdi mi, seni batırır. Satılırsın. Anlatamadım mı acaba? Elinde bulunduğu müddetçe git. Büyük kitap okunursa, ibretle bakılacak olunursa, insan çok incelikler anlar. Mesela, Hazreti Süleyman’ın (as) o muazzam saltanatı, mükemmel. Görülmemiş şeyler o. Bugün yok mesela. Öyle bir şey bugün bilmem olur mu olmaz mı? Onu yine bilmem ya. Yok. Rüzgâr ile bütün âlemi tasarruf. [25] غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ Bir aylık yolu, sabahtan öğlene kadar, öğlenden akşama kadar muazzam binlerce insanı ile beraber, bütün tacı tahtı ile beraber seyrini yaptırıyor. Belkıs sarayından içeriye girerken, Onu sinemada filan oynuyorlar ama eksik onlar. Onu yapamazlar. Yapsalar, eksik. Hep eksik oynuyorlar O filmleri. Mesela Lut’un (as) filmi dediler. Nereden münasebet o? Baştan aşağı iftira. Kepazelik, öyle şey olur mu? Yoktur, film, öyle değil, iftira. Hiç olmazsa elbisesini uydur. Zahirini olmazsa hiç bir parça uydur. Hiç, hiç münasebeti yok, hiç. Belkıs’ın sarayı, şey Süleyman’ın (as) sarayı, girmiş içeriye, salondan içeriye girerken Belkıs mecbur olmuş ayaklarını çıkarmaya, çünkü bir derya görüyor ve içerisinde canlı hayvanlar var. Hazreti Süleyman (as) gülmüş, “Deniz değil o” demiş. Billurdan yapılmıştır, o şekil verilmiştir. Serbest serbest yürüyün. Anlatabildim mi acaba? Bugün o şekil yok bilmem yapılır yapılmaz başka. Hep bunlar, sonra o saltanatın azametini, rüzgârın tasarrufu ile oluyor. Erbab-ı hakikat diyor ki; “Süleyman’ın (as) rüzgâr ile hareket eden tahtındaki inceliği bilir misiniz?” diyor. “O azametin yer gibi çabuk geçiciliğine işarettir. Sende sakın öyle kapılma, aldanma” diyor. Anlatabildim mi acaba? “Öyle gidiciliğine işarettir” diyor.
Geliş ve gidişimizdeki gayeyi duyursa, o vakit her gecemiz kadir olur. Zira aşığın her gecesi kadir gecesi olduğundan o daima o geceyi ihya ile geçirir. Resulullah (sav) der ki; Allah u Teala’nın öyle cenneti vardır ki, o cennette nimet bulunmaz der. Yaaa, o cennette nimet bulunmaz. Hiçbir nimet yokmuş o cennette. Nimet öyle kusur… Yani insanın zevahirini, böyle bizim şimdi bu âlemde gözümüze sürur verecek, ne bileyim işte tantanalar filan bunların hiç birisi bulunmazmış. Öyle bir cennet var. Orada Hak cemali ile tecelli eder. Yalnız o temaşa edilir der. Anlatabildim mi acaba? Ha, tatlı değil mi? Güzel bunlar. Güzel şeyler. Ne yapalım?
Nefis şeytanı, dermanı zor. İptilası ağır. İnsanı geçici şeye bağlıyor. Yanlış anlaşılmasın, öyle bir şey olmasın manasına değil. Fakat kalpten çıkarıp elinde tutmak manasında. Kalbinden çıkarma değil, yalnız elinde tut, kâinatı tasarruf et. Bir geminin yürüyebilmesi için denize ihtiyaç vardır. Fakat o gemi dibinden delinir de su içine girdi mi gemiyi batırır. Bir adamında her sahada teali terakki edebilmesi içün servete ihtiyacı vardır. Ama elinde bulunmak şartıyla, kalbinde bulunmak şartıyla değil. Kalbine girdi mi, seni batırır. Satılırsın. Anlatamadım mı acaba? Elinde bulunduğu müddetçe git. Büyük kitap okunursa, ibretle bakılacak olunursa, insan çok incelikler anlar. Mesela, Hazreti Süleyman’ın (as) o muazzam saltanatı, mükemmel. Görülmemiş şeyler o. Bugün yok mesela. Öyle bir şey bugün bilmem olur mu olmaz mı? Onu yine bilmem ya. Yok. Rüzgâr ile bütün âlemi tasarruf. [25] غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ Bir aylık yolu, sabahtan öğlene kadar, öğlenden akşama kadar muazzam binlerce insanı ile beraber, bütün tacı tahtı ile beraber seyrini yaptırıyor. Belkıs sarayından içeriye girerken, Onu sinemada filan oynuyorlar ama eksik onlar. Onu yapamazlar. Yapsalar, eksik. Hep eksik oynuyorlar O filmleri. Mesela Lut’un (as) filmi dediler. Nereden münasebet o? Baştan aşağı iftira. Kepazelik, öyle şey olur mu? Yoktur, film, öyle değil, iftira. Hiç olmazsa elbisesini uydur. Zahirini olmazsa hiç bir parça uydur. Hiç, hiç münasebeti yok, hiç. Belkıs’ın sarayı, şey Süleyman’ın (as) sarayı, girmiş içeriye, salondan içeriye girerken Belkıs mecbur olmuş ayaklarını çıkarmaya, çünkü bir derya görüyor ve içerisinde canlı hayvanlar var. Hazreti Süleyman (as) gülmüş, “Deniz değil o” demiş. Billurdan yapılmıştır, o şekil verilmiştir. Serbest serbest yürüyün. Anlatabildim mi acaba? Bugün o şekil yok bilmem yapılır yapılmaz başka. Hep bunlar, sonra o saltanatın azametini, rüzgârın tasarrufu ile oluyor. Erbab-ı hakikat diyor ki; “Süleyman’ın (as) rüzgâr ile hareket eden tahtındaki inceliği bilir misiniz?” diyor. “O azametin yer gibi çabuk geçiciliğine işarettir. Sende sakın öyle kapılma, aldanma” diyor. Anlatabildim mi acaba? “Öyle gidiciliğine işarettir” diyor.
Konuşmayı toplayalım
keselim. Mamafih çokta olmamış ya. Vazife dedik, hak dedik, aşk dedik, akıl
dedik, insan dedik. Bunlardan bahsettik. Bir netice çıkaralım. Bir cemiyetin
devam-u bekası içün iki şart vardır. Hulasa çıkarıyorum, buraları iyi anlatabilirsem benim içün
hayırdır. Biri her şahsın kendi hissesine isabet eden hak, diğeri hemcinslerine, ben-i nev’ine[26],vatandaşlarına
karşı medyun[27] olduğu vazife. Anlatabildik
mi acaba? Şimdi hak ile vazife arasında olan nispeti, düşünmüş. Düşündüğümüz
tetkik ettiğimiz zaman, her bir hakkın karşısında bir vazife. Ve her bir vazifenin
karşısında bir hak çıkar. Anlatabildim mi acaba?
Sırat-ı müstakim, hak ile o vazifeden ibarettir. Doğru yol, teali ve terakki yolu, o yoldur. Her halde muhakkak, hak ile vazifeden teşekkül eden adalet caddesi, hiçbir şekilde inhiraf[28] etmemesi, esas tutulmuştur. İnhiraf etti mi, o cemiyetin o varlığın devam-ı bekası muhaldir. Tutmaz. Gölge gibidir. Şimdi bunu muhafaza edebilmek içün, bu vazifeyi, bu hakkı nasıl muhafaza edebilir insan? Sözü kolay bunun. Çünkü insanda öyle acayip kuvvetler var ki, sürükler götürür. Aklı yıkar. Yalnız iman ve aşkı yıkamaz. Akıl, satın alır da... Yok mu böyle, şerde uşak gibi kullanır. Eşek gibi kullanır. Evet, kullanır. Onun birisine kuvve-i şeheviye derler, birine kuvve-i gadabiye derler. Anlatabildim mi acaba?
Öyle bir alır ki, üüü… Cayır, cayır alır. Öyle. İnsan bu iki kuvvetin arasında mahsurdur. Hele o kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiyyenin teklif ettiği, o cicili bicili o müşteheyat[29], o intikam hisleri, o ihtirasat-ı nefsaniye kabartmaları… Sayıya girmez canım. Söyleme tarzından da anlıyorsunuz. Öyledir bu. Ne yapmalı insanı? Nasıl yapmalı şimdi. Madamı ki bir cemiyetin devam-ı bekası içün, cemiyet dendiği vakitte aileden başlıyor. Bir evli ailenin devamı bekası içün ne lazım? Birisinde hak, o hakkı gören insanın karşısında bulunan insan içün vazife. Bu vazife ile hak birbirinin karşısında karşılaşıyor, öyle bir yol meydana geliyor. Bunun muhafazası içün ne yapmak lazım? Devam-ı bekası. Hiçbir yere inhiraf etmemesi içün bir götüren lazım. Hangi kuvvetin eline tevdi etmeli bunu ki muhafızlık yapabilsin. Vehle i ula[30] da insan ilk önce denir ki; kuvve-i cebriye, bu vahşiyane diyor şimdi. İntizamı muhafaza edeceğim derken asayişi ihlal eder. İyi bir şey değil. Bununla beraber, hak, kuvvet erbabında kalırsa vazife hakkıyla yapılamaz, zayıf inler. Birinci akla gelen o kadar işe yaramaz. İkincisi hükümet-i muntazama. Öyle gayet hikmetle vücuda gelmiş bir hüküm. Gayet muntazam. O da olmuyor. Hükümet-i muntazama ne kadar muntazam ve muhkem kanun yaparsa yapın insanın amak-ı kalbiyesine o kanun giremiyor. Kapısının içerisine kadar giriyor, odasının içerisine kadar giriyor, elbisesinin ceketine kadar araştırıyor, fakat şuraları açıp da şunun içerisindeki konuşanının yanına sokamıyor. Anlatamıyor muyum? Giremiyor.
Hükümetin vazifesi, vakanın tatbiki yalnız ahval-i zahireden ileriye geçemiyor. O kadar oluyor. İnsan yalnız zahiri ile değil ki. İnsanın dışına verdiği içindekinin binde biridir. Binde birini tutabilecek, dokuz yüz doksan dokuzu içinde. Dokuz yüz doksan dokuzu tutacak şeyi bulmak lazım. Anlatamadık mı acaba? Hiç kimsenin hiçbir i’tila[31] edemeyeceği şey vardır insanın içinde. Hah onu yakalayacak. İkinciden de bu kadar hayır göremedik. Madamı ki hak ve vazife bir sırat el müstakim oluyor, bundan da o kadar mühim bir hayır göremedik. Eski konuşmalarımda hatırlatmıştım, hatırlatayım, hatırlatmıştım diyorum, bahsetmiştim. Üçüncü konuşma. Şey, muhafız. Efendim, biz bu işi şeref-i nefse bırakalım. O insanı gider. Şeref-i nefse. Yani namus dediğimiz.
Bir namus var, mananın tarif ettiği, bir namus var cemiyetin tarif ettiği. Mananın tarif ettiği namus, Kudret’in isimlerinden bir isimdir. Tabi onu şimdi burada o mevzuya girmiyorum, girmiyoruz, sokmuyoruz. O ayrı. Ki onun tam Türkçesi şimdi şeref-i nefistir o. Bunu hak ve adaletin yegâne hamisi gibi telakki edebilir miyiz edemez miyiz? Buranın üzerinde durmak lazım. İnsanlar, yine bu bugün bu zevahirin konuştuğu saadeti konuşuyorum. Yaşayışlarında bir saadete bağlıyız derler. İşte herkes, mektepten mezun olacağım derler. Mektepten mezun olacağım der, tüccar olacağım der, öteki doktor olacağım der, beriki şu olacağım der, ondan bir saadet bulacağım der. Binaenaleyh saadetler mütefarik[32]. Bir değil. Herkese göre saadet değişiyor. O halde bu şeref meselesi de bunu kurtaramıyor. Anlatamadım mı acaba? Bu olmuyor. Ve buna canlı bir misal getirmiştim ben. Mevzuu uzamasın.
Yani saadet, illet-i gaiye oluyor. Bu saadetin devamı içün şeref-i nefis şart oluşu konulursa, burada o kadar işe yaramıyor. Neden yaramıyor? Herkese göre saadet değişiktir. O halde herkese göre şeref-i namus değişiktir. Ya o kadar… Evet. Mesela Bismark. Muazzam bir adam. Fakat, sahasında mesleğinde gayet yalancı bir adam. Nasıl tutacağız şimdi biz bunu şerefle? Tutamazsınız işte. Dünya çapında bir adamdan misal verdim sana. O halde bu insanın kuvve-i şeheviye ile kuvve-i gadabiye arasında mahsur kaldığı halde, insanında teali terakkisi içün, hakiki bir saadete nail olabilmesi içün, bir cemiyetin bekası içün, madamı ki iki büyük esas duruyor, bir şahısta hak onun karşısında diğerinde vazife tahakkuk ediyor. Bunun ikisi içtima ettiği vakitte, sırat el müstakim çıkıyor. Bundan başka yol yoktur. Saydığım düsturlarda bunu götüremiyor. Ne yapmak lazım gelir. Mana. Anlatamadık mı acaba? İman. O olunca derhal adalet tahakkuk ediyor. O oldu mu? Allah (cc) korkusu giriyor. O korku yalnız evden içeri girmez. Ama sen diyeceksin ki bana, ben nice mümin tanırım ki camiden dışarıya çıkmaz, fakat ne de canlar yakar. O mümin değil kardeşim. Benim tarif ettiğim iman o iman değil. Onun için ben burada anlatırken çoook üzülürüm. Benim tarif ettiğim iman. Yani benim Cenab-ı Muhammed’den (sav) öğrendiğim iman, o iman değil. Benim tarif ettiğim deyince kendimden anlama. Öyle iman değil. Anlatamadık mı acaba? Yoksa, tezgâh yapmış, belki, şeytan adamı kaç türlü aldatır bilir misiniz? Kendini de aldatmıştır onun. Kendi kendisine der ki; bak sen ne kadar abitsin, ne kadar zahitsin, eğer kendinde o his varsa iblisin uşağıdır. Ona o yoldan girmiş. Ötekine başka yoldan girmiş. O ayrı ayrı iştir. O iman değil benim anlattığım. Öyle değil. O değil. Ya nasıl iman? Yoruldum, nasıl söyleyeyim? Bugün dursun, bugün dursun. Söylerim. O iman değil. Efendim, beş defa hacca gitti geldi de yakmadığı can kalmadı. Canım bizim söylemek isteğimiz o iman.
Sırat-ı müstakim, hak ile o vazifeden ibarettir. Doğru yol, teali ve terakki yolu, o yoldur. Her halde muhakkak, hak ile vazifeden teşekkül eden adalet caddesi, hiçbir şekilde inhiraf[28] etmemesi, esas tutulmuştur. İnhiraf etti mi, o cemiyetin o varlığın devam-ı bekası muhaldir. Tutmaz. Gölge gibidir. Şimdi bunu muhafaza edebilmek içün, bu vazifeyi, bu hakkı nasıl muhafaza edebilir insan? Sözü kolay bunun. Çünkü insanda öyle acayip kuvvetler var ki, sürükler götürür. Aklı yıkar. Yalnız iman ve aşkı yıkamaz. Akıl, satın alır da... Yok mu böyle, şerde uşak gibi kullanır. Eşek gibi kullanır. Evet, kullanır. Onun birisine kuvve-i şeheviye derler, birine kuvve-i gadabiye derler. Anlatabildim mi acaba?
Öyle bir alır ki, üüü… Cayır, cayır alır. Öyle. İnsan bu iki kuvvetin arasında mahsurdur. Hele o kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiyyenin teklif ettiği, o cicili bicili o müşteheyat[29], o intikam hisleri, o ihtirasat-ı nefsaniye kabartmaları… Sayıya girmez canım. Söyleme tarzından da anlıyorsunuz. Öyledir bu. Ne yapmalı insanı? Nasıl yapmalı şimdi. Madamı ki bir cemiyetin devam-ı bekası içün, cemiyet dendiği vakitte aileden başlıyor. Bir evli ailenin devamı bekası içün ne lazım? Birisinde hak, o hakkı gören insanın karşısında bulunan insan içün vazife. Bu vazife ile hak birbirinin karşısında karşılaşıyor, öyle bir yol meydana geliyor. Bunun muhafazası içün ne yapmak lazım? Devam-ı bekası. Hiçbir yere inhiraf etmemesi içün bir götüren lazım. Hangi kuvvetin eline tevdi etmeli bunu ki muhafızlık yapabilsin. Vehle i ula[30] da insan ilk önce denir ki; kuvve-i cebriye, bu vahşiyane diyor şimdi. İntizamı muhafaza edeceğim derken asayişi ihlal eder. İyi bir şey değil. Bununla beraber, hak, kuvvet erbabında kalırsa vazife hakkıyla yapılamaz, zayıf inler. Birinci akla gelen o kadar işe yaramaz. İkincisi hükümet-i muntazama. Öyle gayet hikmetle vücuda gelmiş bir hüküm. Gayet muntazam. O da olmuyor. Hükümet-i muntazama ne kadar muntazam ve muhkem kanun yaparsa yapın insanın amak-ı kalbiyesine o kanun giremiyor. Kapısının içerisine kadar giriyor, odasının içerisine kadar giriyor, elbisesinin ceketine kadar araştırıyor, fakat şuraları açıp da şunun içerisindeki konuşanının yanına sokamıyor. Anlatamıyor muyum? Giremiyor.
Hükümetin vazifesi, vakanın tatbiki yalnız ahval-i zahireden ileriye geçemiyor. O kadar oluyor. İnsan yalnız zahiri ile değil ki. İnsanın dışına verdiği içindekinin binde biridir. Binde birini tutabilecek, dokuz yüz doksan dokuzu içinde. Dokuz yüz doksan dokuzu tutacak şeyi bulmak lazım. Anlatamadık mı acaba? Hiç kimsenin hiçbir i’tila[31] edemeyeceği şey vardır insanın içinde. Hah onu yakalayacak. İkinciden de bu kadar hayır göremedik. Madamı ki hak ve vazife bir sırat el müstakim oluyor, bundan da o kadar mühim bir hayır göremedik. Eski konuşmalarımda hatırlatmıştım, hatırlatayım, hatırlatmıştım diyorum, bahsetmiştim. Üçüncü konuşma. Şey, muhafız. Efendim, biz bu işi şeref-i nefse bırakalım. O insanı gider. Şeref-i nefse. Yani namus dediğimiz.
Bir namus var, mananın tarif ettiği, bir namus var cemiyetin tarif ettiği. Mananın tarif ettiği namus, Kudret’in isimlerinden bir isimdir. Tabi onu şimdi burada o mevzuya girmiyorum, girmiyoruz, sokmuyoruz. O ayrı. Ki onun tam Türkçesi şimdi şeref-i nefistir o. Bunu hak ve adaletin yegâne hamisi gibi telakki edebilir miyiz edemez miyiz? Buranın üzerinde durmak lazım. İnsanlar, yine bu bugün bu zevahirin konuştuğu saadeti konuşuyorum. Yaşayışlarında bir saadete bağlıyız derler. İşte herkes, mektepten mezun olacağım derler. Mektepten mezun olacağım der, tüccar olacağım der, öteki doktor olacağım der, beriki şu olacağım der, ondan bir saadet bulacağım der. Binaenaleyh saadetler mütefarik[32]. Bir değil. Herkese göre saadet değişiyor. O halde bu şeref meselesi de bunu kurtaramıyor. Anlatamadım mı acaba? Bu olmuyor. Ve buna canlı bir misal getirmiştim ben. Mevzuu uzamasın.
Yani saadet, illet-i gaiye oluyor. Bu saadetin devamı içün şeref-i nefis şart oluşu konulursa, burada o kadar işe yaramıyor. Neden yaramıyor? Herkese göre saadet değişiktir. O halde herkese göre şeref-i namus değişiktir. Ya o kadar… Evet. Mesela Bismark. Muazzam bir adam. Fakat, sahasında mesleğinde gayet yalancı bir adam. Nasıl tutacağız şimdi biz bunu şerefle? Tutamazsınız işte. Dünya çapında bir adamdan misal verdim sana. O halde bu insanın kuvve-i şeheviye ile kuvve-i gadabiye arasında mahsur kaldığı halde, insanında teali terakkisi içün, hakiki bir saadete nail olabilmesi içün, bir cemiyetin bekası içün, madamı ki iki büyük esas duruyor, bir şahısta hak onun karşısında diğerinde vazife tahakkuk ediyor. Bunun ikisi içtima ettiği vakitte, sırat el müstakim çıkıyor. Bundan başka yol yoktur. Saydığım düsturlarda bunu götüremiyor. Ne yapmak lazım gelir. Mana. Anlatamadık mı acaba? İman. O olunca derhal adalet tahakkuk ediyor. O oldu mu? Allah (cc) korkusu giriyor. O korku yalnız evden içeri girmez. Ama sen diyeceksin ki bana, ben nice mümin tanırım ki camiden dışarıya çıkmaz, fakat ne de canlar yakar. O mümin değil kardeşim. Benim tarif ettiğim iman o iman değil. Onun için ben burada anlatırken çoook üzülürüm. Benim tarif ettiğim iman. Yani benim Cenab-ı Muhammed’den (sav) öğrendiğim iman, o iman değil. Benim tarif ettiğim deyince kendimden anlama. Öyle iman değil. Anlatamadık mı acaba? Yoksa, tezgâh yapmış, belki, şeytan adamı kaç türlü aldatır bilir misiniz? Kendini de aldatmıştır onun. Kendi kendisine der ki; bak sen ne kadar abitsin, ne kadar zahitsin, eğer kendinde o his varsa iblisin uşağıdır. Ona o yoldan girmiş. Ötekine başka yoldan girmiş. O ayrı ayrı iştir. O iman değil benim anlattığım. Öyle değil. O değil. Ya nasıl iman? Yoruldum, nasıl söyleyeyim? Bugün dursun, bugün dursun. Söylerim. O iman değil. Efendim, beş defa hacca gitti geldi de yakmadığı can kalmadı. Canım bizim söylemek isteğimiz o iman.
Ben sana bir misal
vereyim bak. Ahmet baba namında büyük insanlardan birisi, bir yerde konuşurken,
bir genç demiş ki; “Efendi siz kaç defa hacca gittiniz?”. Adet hafızamı aldatmasın, ya beş demiş ya
yedi. “Ahh” demiş, ahh. Onun o sıcak ahını duyar duymaz o insan, o sıcak ahı
duyar, “Evlat“ demiş, “o ah ile ben sana yedi haccı değişirim amma bilmem ki
Kudret o ahı bana verir mi?” Anlatabildim mi acaba? “Sen o ahını bana versen …
değişmek imkanı olsa, ı ahının sıcaklığı, ben sana yedisini de birden veririm.” Anlatabildim mi? Benlik, benlikli
iman değil o. Kendisini görerekten yapılan iman değil. Benlikten bir şey
çıkmaz.
Vaktiyle Şeyh San’an
isminde birisi vardı. Evliyaullahtan, evliyaullahtan, Cenab-ı Abdulkadir-i
Geylani, nasıl tarif edeyim ben? … haddim değil. Mesela bazısı der ki; canım ne
var der. Aaa, kardeşim ne var ama, beş yüz….. Sekiz dokuz asır olmuş bu âlemden
gideli, milyonla insanın gönlünde yer etmiş ve her sene hiç olmazsa üç yüz beş
yüz kişi gider, onun bulunmuş olduğu adresinde yani kabr-i saadetinde boynunu büker,
gönlünü hoş eder. Kendisinin. Sen daha babanın mezarına gitmezsin. Para mı
veriyor kimseye? Beş kuruş mu veriyor? Gönül fethi ne demektir o? Maddi bir şey
mi veriyor? Bir şey mi var? O nediman? Başka
insanlar, ayrı bir şey. Çok üzenir ama
insan olamaz. O ayrı iş. Kolay mı o. Fahri Âlem âlem-i miraca teşrif edeceği
zaman, vücud-u ruhisi ile Hazreti Abdulkadir i Geylani, şimdi konuşmamızın
anlatacağım yerler, haklar vazifeler bitti de bir zevke taalluk eden yeri ile
bir de benliğe taalluk eden yerini konuşuyoruz. İsterseniz keseyim. (Hayır)
Belki yoruldunuz. (Hayır) Çünkü burası zevk olduğu içün maddenin kesafetinde olan pek bu zevki tadamaz. Zevk, zevke taalluk eden bir şey. Manevi buluğa ermek lazım. Mesela on yaşında, dokuz yaşında bir insana bir kitap verilse, bir roman verilse içinde cima kelimesi geçse, ona gelse dese ki cima yazıyor bunun manası nedir dese, anlatabilir misin sen ona? Anlatamazsın. Buluğa erer, kendisinde o fiilin halatı tahakkuk eder, haa cima buymuş der. Mana zevkininde böyle buluğa erme sinnleri[33] vardır. Anlatamadık mı? Şimdi mesela vücudu ruhisi ile mürebbi-i ukul âlem-i miraca teşrif ederken mübarek rida-i saadetlerini eğmişler, Fahri Âlem (sav) burasına basmış. E Fahri Âlem (sav) Onun burasına gelmezden evvel, beş asır evvel miracını yapıyor, miraç-ı suri. Beş asır sonra. Haa, onlar ayrı iş. Kün emrinde bütün hepimiz mevcuduz. Sevkiyatımız sonradır. Kün emrinin merkezi dairesinde sen ile benden evvel, sen daha sonra ben daha sonra değil. Hepimiz o anda mevcuduz. Sevkiyat dairesinde sen evvel geldin, ben evvel geldim. Allah’ın (cc) ağası değilim ya. Sevkiyat ayrı. Kün emrinde bütün mevcudat, Kün’ün merkezi dairesinde hazır. O vakitte Gavs’a, Hazreti Abdulkadir i Geylani’ye Cenab-ı Hak sırrına bir iltifatta bulunmuş. Senin de o manevi tacın, iradesi benden tahakkuk ettiği vakitte o emir geldiği ile sende bütün mevcudat üzerinde bana nedim olanların gerdanına, gerdanına kadem basacaksın. Gelmiş, Hazreti Abdulkadir i Geylani, o makama sahip, zaten sahip olarak gelmiş ama o makamın sahip olduğunun resmen ilanı zamanında. Nasıl anlatayım? Kudret emretmiş. Bütün nedimana. Eshab-ı velaya, boyun kesin. Şeyh San’an bende bir veliyim diyor. Dedik ya hani bir veli, bir benlik, bir iman mevzuu geçiriyordum, misal getiriyorum. Yani biraz, hani nasıl diyeyim? Sen anlıyorsun benim ne demek istediğimi. Dimi?
Küçümsemiş, yani bende de bir hal var. Ben niye boynumu eğeyim de oraya boynuma ayak bassınlar? Eğmemiş. Zaman gelmiş, San’an bütün talebeleriyle beraber seyahat ederek, Bizans’a uğrayarak buralardan gezerek, o vakit Bizans buraları, devr-i âlem ediyorlar. Buraya gelmişler, Kayser’in kızını pencereden görmüş. Kudret nereden vurur, nereden çıkarır? Kudret bu. Görmüş, mıhlanmış. Bir çok insan yetiştirmiş. Muazzam. Çok insan yetiştirmiş. Mücessem-i edebi vefa bir çok insan yetiştirmiş. Pervane gibi hepsi etrafında. …. Demişler “Efendim bizi adam ettin, biz hepimiz şakiydik, said olduk.” “Alakanızı kesin” demiş. Kayser’in kızı bu hale agâh olmuş. “Günde bir defa perdeden gözükürüm, an şartım zünnar bağlayacaksın. Şarap içeceksin, domuzlarıma çobanlık edeceksin, buna karşılık bir defa perdeyi böyle açarım.” “Baş üstüne” demiş. Alıyor sabahleyin çobanlığı, şey domuzları…. Ne, ne neyine güvenirsin? Israr etmişler, “Efendi, kesin alakanızı”. “Benimle nispetinizi kesin”. Bakmışlar ki olacak gibi değil. Kesmişler. Doğru, şeyleri ikmal ettikten sonra şeyleri, “Şeye uğrayalım” demişler. Hazreti Abdulkadir i Geylani’ye. Uğramışlar. İçeri girer girmez, “Hocanız nerede?” demiş, “Efendiniz nerede?” “San’an nerede” demiş. “Efendim” demişler, “O acip bir tecelliye mazhar oldu, bizi adam etti, biz şöyle idik, böyle idik, fakat bir hal geldi, işte Bizans’tan geçiyorduk, Kayser’in sarayının önünde, nasılsa, nedir, ne haldir, orada onun kızı mıymış, neymiş, bir anda bir alaka peyda etti mıhlandı. Oraya şimdi domuz çobanlığı, ehli zünnar şöyle böyle, yapma etme dedik, en nihayet olmadı bıraktı, geldik” “Yazık size” demiş. “Öyle mi söz vermiştiniz?” “Söz buna mı?” denir. Öyle mi söz vermiştiniz? “İnsan terk edebilir mi?” “Nasıl terk ettiniz?” daha orada muazzam sözler var ama şimdi onları söylemek, ne söylenir, ne yazılır. O Hazreti Gavs’ın kendi neşesine ait. Hepsi böyle mahcup, ağlar bir vaziyette. “Dönün, çağırın” demiş. Biri demiş ki “Efendim gelmez ki.” “Abdulkadir çağırıyor deyin, selamımı söyleyin” Gitmişler, gelmişler. Yine aynı vaziyette, Efendim Hazreti Abdulkadir i Geylani’nin size selamı derken birden bire değişmiş. Derhal. Hepsini götürüyor kıza buyurun diyor iş buraya kadardır. Hah, bir an gelmiş, “O domuz doğurdu” demiş, “Yere bastırmayacaksın, yavrusunu ensende gezdireceksin.” Ensesinde gezdirip götürüyor. Ensesinde. Domuzun yavrusu domuzların filan, o hal kızda başlamış. “Aman”, “Yok” demiş “Buraya kadar.” Fakat sen dayanamazsın, ben gidiyorum, sen dayanamazsın” demiş. Tabi, onda ki, ne bileyim ben, dayanamazsın ne demek? Şöyle bir on sayfa şöyle geçelim. Konuşacağım yere girelim. Dönmüş, gelmiş Cenab-ı Abdulkadir i Geylani’ye. Gayet mütebessim, gayet hoş bir istikbal ile karşılamış. Bir münasebet aldırmış. Tabi ikaz edecek, irşat edecek. Bu iptilanın nereden geldiğini anlatmak lazım. Demiş “Ne olurdu Şeyh San’an, benim ayağım domuz yavrusundan da kötü değildi ya.” Benim ayağım domuz yavrusundan da kötü değil ya… O vakit uyanmış tabi. Bu ceza nereden geldi. “Gel seni öpeyim kucaklayayım da eski halin yine senin olsun” demiş. Büyük insanlar acayip. Konuşma bu kadar yeter.
Belki yoruldunuz. (Hayır) Çünkü burası zevk olduğu içün maddenin kesafetinde olan pek bu zevki tadamaz. Zevk, zevke taalluk eden bir şey. Manevi buluğa ermek lazım. Mesela on yaşında, dokuz yaşında bir insana bir kitap verilse, bir roman verilse içinde cima kelimesi geçse, ona gelse dese ki cima yazıyor bunun manası nedir dese, anlatabilir misin sen ona? Anlatamazsın. Buluğa erer, kendisinde o fiilin halatı tahakkuk eder, haa cima buymuş der. Mana zevkininde böyle buluğa erme sinnleri[33] vardır. Anlatamadık mı? Şimdi mesela vücudu ruhisi ile mürebbi-i ukul âlem-i miraca teşrif ederken mübarek rida-i saadetlerini eğmişler, Fahri Âlem (sav) burasına basmış. E Fahri Âlem (sav) Onun burasına gelmezden evvel, beş asır evvel miracını yapıyor, miraç-ı suri. Beş asır sonra. Haa, onlar ayrı iş. Kün emrinde bütün hepimiz mevcuduz. Sevkiyatımız sonradır. Kün emrinin merkezi dairesinde sen ile benden evvel, sen daha sonra ben daha sonra değil. Hepimiz o anda mevcuduz. Sevkiyat dairesinde sen evvel geldin, ben evvel geldim. Allah’ın (cc) ağası değilim ya. Sevkiyat ayrı. Kün emrinde bütün mevcudat, Kün’ün merkezi dairesinde hazır. O vakitte Gavs’a, Hazreti Abdulkadir i Geylani’ye Cenab-ı Hak sırrına bir iltifatta bulunmuş. Senin de o manevi tacın, iradesi benden tahakkuk ettiği vakitte o emir geldiği ile sende bütün mevcudat üzerinde bana nedim olanların gerdanına, gerdanına kadem basacaksın. Gelmiş, Hazreti Abdulkadir i Geylani, o makama sahip, zaten sahip olarak gelmiş ama o makamın sahip olduğunun resmen ilanı zamanında. Nasıl anlatayım? Kudret emretmiş. Bütün nedimana. Eshab-ı velaya, boyun kesin. Şeyh San’an bende bir veliyim diyor. Dedik ya hani bir veli, bir benlik, bir iman mevzuu geçiriyordum, misal getiriyorum. Yani biraz, hani nasıl diyeyim? Sen anlıyorsun benim ne demek istediğimi. Dimi?
Küçümsemiş, yani bende de bir hal var. Ben niye boynumu eğeyim de oraya boynuma ayak bassınlar? Eğmemiş. Zaman gelmiş, San’an bütün talebeleriyle beraber seyahat ederek, Bizans’a uğrayarak buralardan gezerek, o vakit Bizans buraları, devr-i âlem ediyorlar. Buraya gelmişler, Kayser’in kızını pencereden görmüş. Kudret nereden vurur, nereden çıkarır? Kudret bu. Görmüş, mıhlanmış. Bir çok insan yetiştirmiş. Muazzam. Çok insan yetiştirmiş. Mücessem-i edebi vefa bir çok insan yetiştirmiş. Pervane gibi hepsi etrafında. …. Demişler “Efendim bizi adam ettin, biz hepimiz şakiydik, said olduk.” “Alakanızı kesin” demiş. Kayser’in kızı bu hale agâh olmuş. “Günde bir defa perdeden gözükürüm, an şartım zünnar bağlayacaksın. Şarap içeceksin, domuzlarıma çobanlık edeceksin, buna karşılık bir defa perdeyi böyle açarım.” “Baş üstüne” demiş. Alıyor sabahleyin çobanlığı, şey domuzları…. Ne, ne neyine güvenirsin? Israr etmişler, “Efendi, kesin alakanızı”. “Benimle nispetinizi kesin”. Bakmışlar ki olacak gibi değil. Kesmişler. Doğru, şeyleri ikmal ettikten sonra şeyleri, “Şeye uğrayalım” demişler. Hazreti Abdulkadir i Geylani’ye. Uğramışlar. İçeri girer girmez, “Hocanız nerede?” demiş, “Efendiniz nerede?” “San’an nerede” demiş. “Efendim” demişler, “O acip bir tecelliye mazhar oldu, bizi adam etti, biz şöyle idik, böyle idik, fakat bir hal geldi, işte Bizans’tan geçiyorduk, Kayser’in sarayının önünde, nasılsa, nedir, ne haldir, orada onun kızı mıymış, neymiş, bir anda bir alaka peyda etti mıhlandı. Oraya şimdi domuz çobanlığı, ehli zünnar şöyle böyle, yapma etme dedik, en nihayet olmadı bıraktı, geldik” “Yazık size” demiş. “Öyle mi söz vermiştiniz?” “Söz buna mı?” denir. Öyle mi söz vermiştiniz? “İnsan terk edebilir mi?” “Nasıl terk ettiniz?” daha orada muazzam sözler var ama şimdi onları söylemek, ne söylenir, ne yazılır. O Hazreti Gavs’ın kendi neşesine ait. Hepsi böyle mahcup, ağlar bir vaziyette. “Dönün, çağırın” demiş. Biri demiş ki “Efendim gelmez ki.” “Abdulkadir çağırıyor deyin, selamımı söyleyin” Gitmişler, gelmişler. Yine aynı vaziyette, Efendim Hazreti Abdulkadir i Geylani’nin size selamı derken birden bire değişmiş. Derhal. Hepsini götürüyor kıza buyurun diyor iş buraya kadardır. Hah, bir an gelmiş, “O domuz doğurdu” demiş, “Yere bastırmayacaksın, yavrusunu ensende gezdireceksin.” Ensesinde gezdirip götürüyor. Ensesinde. Domuzun yavrusu domuzların filan, o hal kızda başlamış. “Aman”, “Yok” demiş “Buraya kadar.” Fakat sen dayanamazsın, ben gidiyorum, sen dayanamazsın” demiş. Tabi, onda ki, ne bileyim ben, dayanamazsın ne demek? Şöyle bir on sayfa şöyle geçelim. Konuşacağım yere girelim. Dönmüş, gelmiş Cenab-ı Abdulkadir i Geylani’ye. Gayet mütebessim, gayet hoş bir istikbal ile karşılamış. Bir münasebet aldırmış. Tabi ikaz edecek, irşat edecek. Bu iptilanın nereden geldiğini anlatmak lazım. Demiş “Ne olurdu Şeyh San’an, benim ayağım domuz yavrusundan da kötü değildi ya.” Benim ayağım domuz yavrusundan da kötü değil ya… O vakit uyanmış tabi. Bu ceza nereden geldi. “Gel seni öpeyim kucaklayayım da eski halin yine senin olsun” demiş. Büyük insanlar acayip. Konuşma bu kadar yeter.
[1] Neşv ü nema: Büyümek, gelişmek.
[2] İstiab: İçine almak, kaplamak, tamam etmek, Tutmak,
zapteylemek
[3] Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfz edilmiş,
mahfuz.
[4] Eman: Af dileme, eminlik (aman)
[5] İnfialat: (İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler.
Hareketlenmeler. Teessür
ve hareketler.
[6] İktifa: Fazla istemeyiş, Yeter bulmak,Kafi görmek, Var
olanı yeter saymak.
[7] Tahassür: Hasret çekmek, Elde edilmesi istenilen ve ele
geçirilemeyen şeye üzülmek.
[8] İskân: Yerleştirmek.
Bir yeri mesken yapıp oturmak
[9] İhtilat: Karışmak,
karışıp görüşmek.
[10] Dun: aşağı, alçak, zayıf
[11] Gaiye: Maksat ve gayeye ait. Son ile alakalı.
[12] Berahin:
Deliller şahitler burhanlar
[13] Müsteid: Bir şeyi yapmaya ehil olan
[14] Tahdid: Hududlandırmak sınırlamak, Sınırı belli etmek.
Tarif etmek
[15] Taaddi: Saldırma düşmanlık
[16] Tababet: Hekimlik, doktorluk.
[17] Bakara Suresi 255’inci Ayet-i Kerime اَللّٰهُ
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا
تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي
الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا
بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ
اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا
يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.
Meali: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.
[18] Gussa: Keder.
Tasa. Gam. Boğaza takılan yemek. Ağaç, diken.
[19] Kamis-i Yusuf: Yusuf’un gömleği
[20] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü
var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete
muhtaçtır. “Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden
her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç
halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı
hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük
her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela;
hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında
kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir. Hücre dokudan,
doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre
Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre,
tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de
daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve
mahkum kılınmıştır.
Tam manayı veremedik.
Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[21] Al-i İmran Syresi 26’ıncı Ayet-i Kerime قُلِ
اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ
الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ
وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ
قَد۪يرٌ
Meali: De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kâdirsin.
Meali: De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kâdirsin.
[22] Al-i İmran Suresi 6’ıcı Ayet-i Kerime هُوَ
الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا
اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Meali: Sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. Kendisinden başka tanrı olmayan, şan, şeref ve hikmet sahibi olan O'dur.
Meali: Sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. Kendisinden başka tanrı olmayan, şan, şeref ve hikmet sahibi olan O'dur.
[24] Avalim: Alemler
[25] Sebe Suresi
12’nci Ayet-i Kerime: وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ
رَبِّه۪ۜ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ
Meali: Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona sel gibi akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından tattırırdık.
Meali: Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona sel gibi akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından tattırırdık.
[26] Ben-i nev’ine: Ademoğlu, insan oğlu, İnsanlar, insanlık
türü
[27] Medyun: Borçlu, vereceği bulunan.
[28] İnhiraf: Doğru yoldan sapma dönme * dönme , bozulma
değişme, kırıklık.
[29] Müşteheyat: Lezzetli şeyler, Nefsin hoşuna giden ve
iştah için yenen şeyler.
[30] Vehle i ula: İlk başlangıç
[31] İ’tila: Yükselmek, yukarı çıkmak yüksek rütbelere
çıkmak
[32] Mütefarik: Ayrı ayrı Birbirinden farklı olan.
[33] Sinn: Yaş, yaşanmış olan zaman.
1 yorum:
Radyoyu yapanın karşısında hürmetle eğilir, kulağını yapanın karşısında kafasını yukarı kaldırır. Yapmasaydı ne işe yarardı o. !!!
Yorum Gönder