301 Nolu
Band (15-11-1964) 93 dk.
Mevzuu başlıca iki esasa ayırmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmi’ edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi
akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı, mastarı, kalp olduğunu söylemiştik.
Bunlar mana-i insaninin birer vasfı olması hasebiyle, mevzuumuzun esas rüknünü
insan mefhumu teşkil etmektedir. İnsan, zahiri görünüşü itibariyle elli atmış
kiloluk kan ve kemik çorbasından ibaret. Nihayet iki metre uzunluğunda bir
çukurun istiap edebileceği bir varlık.
Fakat enfüsü, vicdan-ı kibriyası, mana-i ihtivası itibariyle de âlemlere muhit. Bir yüzü âlem-i hilkate açılmış, bir yüzü âlem-i kudrete raptedilmiş olan bu varlık nedir? Nereden geliyor? Nereye gidiyor? Niçün getiriliyor? Görme kabiliyeti oluyor, oradan öbür tarafını göremiyor. Fakat letafete inkılap ettirecek olursa, o vakit esiri cihan olmadan yaşıyor. Suret âleminde kalmıyor. Kendini nefsinin esaretinden kurtarıyor. His nurunu, Hak nuru ile tezyin ediyor ve kâm alıyor. O vakit imanda ümit, imansızlıkta ümitsizlik olduğunu ap aşikar görüyor. İmanın karşısında ondan maada ne kadar zevk varsa ona azap geliyor. Her işi, kudretin kendisine vermiş olduğu her nimeti, her anda tatbik ediyor. Yarın demiyor, yarınların daima geçtiğini görüyor. Ziraat günleri geçtikten sonra ekimin fayda vermediğinden dolayı, asıl en büyük ziraat mahalli olan araziyi kalbiyesine marifetullah tohumlarını ekiyor. Tevhit neşesi alıyor, birlikle yaşıyor.
Fakat enfüsü, vicdan-ı kibriyası, mana-i ihtivası itibariyle de âlemlere muhit. Bir yüzü âlem-i hilkate açılmış, bir yüzü âlem-i kudrete raptedilmiş olan bu varlık nedir? Nereden geliyor? Nereye gidiyor? Niçün getiriliyor? Görme kabiliyeti oluyor, oradan öbür tarafını göremiyor. Fakat letafete inkılap ettirecek olursa, o vakit esiri cihan olmadan yaşıyor. Suret âleminde kalmıyor. Kendini nefsinin esaretinden kurtarıyor. His nurunu, Hak nuru ile tezyin ediyor ve kâm alıyor. O vakit imanda ümit, imansızlıkta ümitsizlik olduğunu ap aşikar görüyor. İmanın karşısında ondan maada ne kadar zevk varsa ona azap geliyor. Her işi, kudretin kendisine vermiş olduğu her nimeti, her anda tatbik ediyor. Yarın demiyor, yarınların daima geçtiğini görüyor. Ziraat günleri geçtikten sonra ekimin fayda vermediğinden dolayı, asıl en büyük ziraat mahalli olan araziyi kalbiyesine marifetullah tohumlarını ekiyor. Tevhit neşesi alıyor, birlikle yaşıyor.
Yükselmek içün iki şey, iki esas lazımdır. Hangi milletler
yükselebilir? Hangi camia yükselir? Evet, bir milletin yükselebilmesi içün iki
esas şart: Biri fertleri vahdete meyledecek. -Başka esas hep dedikodudan
ibarettir. Bir şey yok.- Bir kavmin yükselebilmesi içün, ancak iki şey
vardır: İki şey. İki şeyle kaimdir yükselebilmesi. Birincisi fertleri vahdete
meyledecek, diğeri mevki-i vakarından düşmemesi için, hâkimiyete karşı, bir hâkimiyete
karşı şevk olacak, şevk. O şevk, onu taklitten kurtaracak. Birlik, ölçüsü
nedir? Ne vakit bir kavim birlik içinde yaşıyor denebilir? Bir camia, bir aile…
Ufaktan alalım. Birlik, her fert faziletini, mazarratını[1],
menfaatini hissetmesiyle, her tabakada bulunan insanların, şahısların, bundan
daha leziz bir zevk olmadığını duymasıyladır. Bunun adına birlik diyorlar.
Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Hikâyeye benzer bir şey olmadığı içün o
kadar tatlı anlatılamıyor, anlaşılamıyor. Bunlar ana kaideler.
Her fert, faziletini, mazarratını, menfaatini hissedecek ve her
tabakada bulunan şahıs, fakiri, zengini, en büyük âlimi, en küçüğü, cemiyet
içerisinde bunlar birbirine muhtaç. Bizim nazarlarımıza göre, birbirine
karşı büyük küçük var, mevki itibariyle. Kudret’in nazarına göre, hiç öyle
büyük küçük yok. Allah’ın (cc), -la teşbih- güneşin en ufak bir zerreye tecellisi
ile en büyük bir varlığa tecellisi arasında fark olmadığı gibi misal diye
söyledim. Tabi bunun gibi değildir. Allah’ın da (cc) en muazzam bir
âleme tecellisi ile en fakir, en garibe bir tecellisi arasında fark yoktur. Öyle
bir fark yok. Gül demetini gül demeti yapan bir saman çöpüdür. O saman çöpü
olmazsa, o demeti yapmak istidadına sahip olan o işin mütehassısı olan kimse, o
renkli çiçekleri birbirine ahenk ettirerekten toplayıp bağlayamaz. Saman çöpü, en ufak bir çöpe muhtaçtır. Çok
kere misal getiririm; beş milyon liralık bir makine tasavvur edin; bir netice
alacaksınız fakat mini mini bir vidası kopmuş, yok, onu işlettiremezsiniz. O
muazzam makine en ufak bir vidaya muhtaçtır. Cemiyette herkes, en muazzam bir
vaziyete geçsin de en hakir gördüğü bir kimse olmasın. Faydası yoktur, o hakir
gördüğü kimseye muhtaçtır. O onu itmam[2]
edecektir. İşte ona binaen, birlik tarif edildiği vakitte, her fert
faziletini, mazarratını, menfaatini hissetmesiyle her tabakada bulunan eşhasın[3],
bundan daha leziz, fakiri zengine düşman değil, zengini fakire hor nazarla
bakmaz, aklı ermemiş, kötü bir yola sapmış, alçak demez, ah ya ben olaydım der.
Yanar. Anlatamıyor muyum? Nazar-ı hakaretle bakmaz. Düşmüş der, kötü bir
yola düşmüş. Ya ben olsaydım? Kudret bana iltimas muamelesi yapmış. Nasıl
yapsam da kurtarsam diyerekten uykusu kaçar. Bunun adına birlik derler. Ne
vakit ki bir millet de bu zevk başlar, o
millet kendi kendine teali ve terakkidedir. Kudret elinden tutmuştur,
namütenahiye doğru gider. Bunu kaybettiği günde yıkılır. Bir millette, bir
ailede vahdete meyil görüldü mü, o milleti o aile bilsin ki hazinet ül gayp[4]
da senin göremediğin Allah’ın (cc) hazinesinde meknun,[5]
hakimiyet-i ülya[6]
hazırlanmıştır. O kayboldu mu, Kudret onu alır. Senin elinden alır,
başkasına verir. Tezgâh onundur, sende olsan O’nun, o da olsa O’nun, bu da olsa
O’nun. Başka kimsenin malı yok ki. Kim iyi işletirse onu ona verir.
Görüyoruz, ömrümüzün afitabı[7]
her gün cah[8] canibine[9]
gidiyor, kuyu çukura doğru gidiyor. Kendini bir afitab, sen büyük bir
afitabsın, büyük fakat her gün bir guruba[10]
doğru bir çukura doğru, bir cah canibine… Gurub karib[11]
olmuştur, hepimiz içün. O halde gel inan, inan. İnanmada ümit, inanmamakta
ümitsizlik vardır. Bir mana maddeye hâkimdir, madde manaya hâkim değildir.
Çünkü mana bakidir, madde fanidir. Ruhun bakidir, cesedin fanidir. Neden bu
kadar gafletle yaşar beşeriyet? Öyle değil mi? Mana baki. Her şey aslına
rücu eder, cesedin topraktan gelmiş, maddedir. Aslına rücu eder. Ruhun Hak’tan
gelmiş Hakk’a rücu eder. Gel bu ruhu vaktinden evvel kaybetme. Senden, seni
terk edip gitmesin. Sana senin hesabına hesap etsin de öyle çekilsin gitsin. Aşkı
duymakla vaktini geçirme, tatmaklığa çalış. Aşkı duyanla tadan arasında çok
fark vardır. Duymak başka, tatmak yine başka. Biz bunu tatmaya gelmişiz. Fakat
ki ne faide? Gaflet perdesi bizi perdelemiş. Muayeneden sonra dönmenin faydası
olmaz. Huda’nın aşkından gayrı ne ile meşgul oluyorsan bilki can çekişiyorsun.
Ne olursa olsun. İster cah olsun, her ne olursa olsun. İster servet olsun,
ister ziynet olsun. İçerisinde Huda boyası yok mu, O’nsuz mu… Bir muhabbet-i
Huda’dan mahrum olmak, can çekişmekten başka bir şey değildir.
Niye birbirimizi sevmiyoruz? Hak muhabbeti kalkarsa bir birimizi
sevebilir miyiz? Ondan sevmiyoruz işte. Biz birbirimizi sevmiyoruz. Sevmeyiz.
Mesela burada bile, senelerce dinler, şurada açık bir yer vardır. Oradan yol verip
geçirmeye kendini rahatsız edemez, ben buradan dururken görürüm. Ve kendi
kendime üzülürüm. On sene dinlemiş, on beş sene dinlemiş. Durur öyle, orada yer
var. Yahut çantasını koyar oraya o çantayı yere koymaklığa bile… Bir insan
oturmasına dahi tahammül etmez. Ne dinlersin, ne gelirsin, yazık günah değil
mi? Ömrü bedava geçirecek zaman değil. O ki faydası olmamış, niçün meşgul
oluyorsun? Olmuyor. Kudret tarafından
demek ki böyle olmuş. Hâlbuki emirlerde bu işler o kadar incelenmiştir ki;
yere birisini düşmüş görüyorsun der, ismini cinsini cibilliyetini sormadan
yardım et, olur ki hissine kapılırsın der. Emirler nerede? Haller nerede? E
netice ne olur? Netice işte evladın bile seni kabul etmez. Yok. O muhabbet yok.
Aile teşkilatı da öyle. On nüfuslu bir aile, hepsinin kafası ayrı işliyor. Kafa
birleşmedikçe, kalpler birleşmedikçe, Kudret saye[12]sini
gönderir mi? Göndermez. Hepsi aynı iş. Birbirini beğenmiyor. Kendi kendine
hayal kuruyor, şöyle olursa güzel olur diyor. O olsa yine olmaz. Olmaz. Güzel
olacak şeyi Hak güzel yapıp verecek. Sen kendin yapamazsın. Onun imkânı yok.
Onu sen kendin veremezsin ki.
Her vakit söylerim, zanneder ki servet bizatihi nimettir, yok vasıtayı
nimettir. Bizatihi nimet değildir. “Git filan yere nimet ol!” derse nimet olur.
Olmaz. Çok insan en büyük cah içerisinde kıvrım, kıvrım, kıvrana kıvrana ölür.
Çok insan en büyük servet içerisinde inim inim inleyerek ölür. Bunlar bizatihi
insanı, kurtaran şeyler değildir. O izin alacak, izin, izin. Yaaa. İnsan henüz
nefsinin mahiyeti hakkında hiçbir şey bilmezken, hayretli gözleriyle vacib-ül
vücudu aramıştır. Hiçbir şey bilmezken arıyor da bugün bu gün az bir şey bilirken
neden arkasını çeviriyor acaba? Tarihi tetkik edin. Henüz sayfası yokken,
kalemi yazmazken, ağaç kovuğunu kendisine en büyük bina yapmışken, avladığı
hayvanın etini çiğ çiğ yer, derisiyle setri avret ederken, taştan yaptığı
baltasıyla gezerken, düşünür şöyle bir düşünür. Kimim diye düşünür. İşte henüz
nefsinin mahiyeti hakkında hiçbir şey bilmiyor fakat hayretli gözlerini açmış,
arıyor. Vücud-u vacib olan, bizatihi kendi kendine olan “var”ı, arıyor. O’nu
arıyor. Neden? Zira insana hakiki hürriyet O’ndan gelmiştir. Anlatamıyor muyum
acaba? Ondan. Neden şimdi?
Allah’ı (cc) tanımayan, manaya, ahlaka kıymet vermeyen cemiyetlerde
hukuki insana riayet tertibi her vakit söylediğim gibi feza kadar boştur. Hayal
kadar vücutsuzdur. Vehim kadar da müşemmestir[13].
Laftır onlar. Bir şey yoktu ki orta yerde. İnsan hakkı demek hayvanlardan
bile esirgenmeyen bir hak demek değildir ki.
Ruhu mahkûm olan adam hür müdür? Ruhunu nefsinin emmaresinden
kurtaramayan bir adama hür denir mi? Cesedi muhafaza edilip ruhu mahkûm ve idam
edilen bir adama, hukuku insanisi mahfuz bir adam nazarıyla bakılır mı? Ruhuna
hürriyet nereden gelir, Allah’tan (cc) gelir. Neden? Ruh O’nun ruhudur. Bunu
idrak edip duyduğu andan itibaren, haksız hiçbir zerre olmadığını idrak eder,
her zerrenin hukukuna riayet eder. Her zerrenin hukukuna riayet ettiği
dakikadan itibaren âlemi değişir. Feleğin bize bir gün bir yudum su
vermeyeceği an vardır, bilir misin? Hepimize. Gelin biz onun suyuna muhtaç
olmazdan evvel bir ab-ı hayat içelim de kâm alalım. Öyle göçelim. Yoksa bu
felek bir gün, bir an gelir bize bir yudum suyu vermez, bir yudum. O kadar
mağrur olmak doğru bir şey değildir.
Ey gönül umma
vefa bu dehri sitemkarı deni[14]den,
Bir yudum su
diriğ[15]
eylemiştir evlad-ı nebiden.
Sen ne geziyorsun?
Ey gönül umma vefa bu dehri sitemkârı
deniden,
Bir yudum su diriğ eylemiştir
evlad-ı nebiden.
Burası âlemi ihtiba[16]dır.
İhtiba. İmtihan âlemi yani ya… Yer üzerinde zalimin bekasına dua, Kudret’e
karşı en büyük isyandır. Kim zalim? Kendinsin. Mesela bazı insanlar der ki;
“Efendim isteriz, isteriz de Huda vermez.” Masum musun sen? Öyle der; bir kimse
yer üzerinde zalimin bekası içün dua etmesi, zalimin bekasına dua eden kimse
yeryüzünde Allah’a (cc) karsı gelen kimsedir. Zira isyanın devamına muhabbeti
var. İsyanın devamına muhabbet, isyan ise haramdır. Harama muhabbet de
helaldir. Haramı helal itikad ettiğinden dolayı, doğrudan dolayı mana defterinden
kaydı telhid[17]
edilir. Haberi yokken kovar Allah(cc). İlk
söylediğim sözdür, dikkat et yalnız. O mana denilen şey öyle ufak bir şey
değildir. Zalimsen kendi bekana bile dua etme. İsyana muhabbet ettiğinden
dolayı dua ediyorsun, isyan ise hattı zatında Hakk’ın nehiy etmiş olduğu
şeydir. Hakk’ın nehiy etmiş olduğu şeyi, emretmiş olduğu şey gibi kabul,
binaenaleyh hurucu[18]
manadan, hurucu mucibdir[19].
İstihlale[20]
nazar küfre yakın bir hatadır.
Sevmiyoruz birbirimizi. Birkaç konuşma evvel, belki iki ay oldu yahut
olmadı. Demiştim ki Kudret iki şahit ister. Hüsn-ü ma’kal, hüsn-ü hal. Güzel
söz, güzel hal… Bana onunla gelin. Güzel söz… İki tane şahit. Zira güzel söz ile güzel hal, insanın Allah
ile (cc) aşinalığına dalalettir. “Sözü güzel mi bir adamın, hali güzel mi” o
adamın Hak ile aşinalığı var. Sözü güzel değil, hali güzel değil, hiçbir şeyde
aşinalığı yok. Anlatamadım mı acaba?
iitteki-n-nar velev bi kelimetin tayyibetin.
Hasret ateşinden, hicran azabından, huzur-u cemal-i sübhaniden
kovulmak sebeplerinden hiç olmazsa hiçbir şeyiniz yoksa bir kelimeyi tayyibe de
mi yok? Huda diyor; seni ben diyor esas itibariyle mucizelerle doldurdum
gönderdim. Sen öyle basit mahlûk değildin ki. Ben seni mucizelerle gönderdim.
Her halini, insan… İnsana mahsus olan konuşmak, akılları hayrete veren bir
mücize-i kübra değil midir? Nedir o konuşmak? Düşünen bilir, bilen konuşur,
konuşturan da bir gün kendisi konuşur.
Nedir o konuşmak? İnsana bir nazar-ı sahih ile bakılacak olursa, fıtratan birçok
mucizat ile meydana gelmiştir. Bunun yek nazarda henüz her tarafını tetkik
kudreti olmayan, en gabi[21]
adam bile hiç olmazsa konuşmayı duyar. Bundan daha büyük bir mucize mi vardır?
Nüçün bunu güzel bir şekilde kullanmadın diyor. Amir mevkiindesin, kudret
elinde, “Eşekoğlu eşek diyeceğine, canım
desen” ne çıkardı? Diyemez miydin? diyor. Kudret sorar bunu. Ben sana
bunu bedava verdim, hiçbir şey yapamadın, bu kelimeyi, bir tatlı bir şekilde
sevk edemez miydin? Edemedin dimi ya? Benden iyi kelime bekleme sen diyor. İyi
bir muamele yapacağıma katiyen ümit etme diyor. Ve ondan sonra da artık
konuşmam diyor. Felakette o vakit başlar. Kendisi öyle der. Tıkıldığın yerde dur,
sus ve konuşma ve konuşmayacağım. Bitti konuşmam, der kendisi. Ferman öyledir.
Konuşmam bitti, der. Külfetsiz yapılacak şeyler vardı, onu da yapamadın.
Güzel hal. İnsanda yek nazarda iki varlık var. Bir maddesi var, bir de
manası var. Maddesine cisim deniyor, manasına ruh deniyor. İnsanı insan eden
ruh ise de ruha da hadim olan cisimdir. Bunun ikisi terbiye halinde büyüyecek.
Ruh insanı, nasıl söyleyeyim kelimesini? O kadar yükseltir ki, muazzam bir şey
olur. Cismi de derece-i behimiyete[22]
götürür. Manayı inkâr ettiğin dakikada cisim âleminde kalıyorsun. Cisim
âleminde hayvaniyetten aşağıya indiriyor adamı. İndirdikten sonra netice
alınmıyor. Alamıyoruz. İşte dedelerimiz. Demek ki arriyet[23].
Bu âlemde her şey arriyet. Müstear alınır, her şey fani tabi biter tükenir.
Ariyet değil mi? Dünyanın dörtte üçüne sahip olan İskender de bugün nihayet bir
çukur içerisinde bir harabede yatıyor. Bunlar hepsi insanlara ibrettir. O nice
semayı bakan gibi gözler, nice Kudret’le, insanla böyle canavarca konuşan
diller, çene kemikleri arasında un ufak olmuştur. O çene kemikleri arasında un
ufak yapar. Üüü, öyle kabartır göğsünü, kabartır, kabartır, ondan sonra yere. Yere.
Kapan oraya der. Yer adamı yer. Şöyle bir insan bir parça düşünse… Biraz kolay
şey değil. Her taraf, fuhur.[24]
Geziyor konuşuyor, yiyor. Neyse cüz-i
bir tasarrufu var işte. İşte benim şu diyor, bu benim diyor. Bunların hepsi
alınmış. Acayip korkunç bir hal tecelli etmiş. Kudret-i rabbaniye, bu
tahavvulat-ı[25] azime-i
şuun[26]
içerisinde, bu vicdana mevcudiyetini gösterecek neler vaz etmiştir. Fakat gören
kim? Dünya nev’i beşerin[27]
birinin elinden diğerinin elinden geçe geçe neler olmuştur. Fakat ibret alan
kim? O halde birbirimizi yemeyelim. Ahlakın düsturu bu… Bunları haber verir.
Gün gelmezden evvel der, bir netice verin der. Bir netice verin. Gelmezden
evvel bir netice verin der.
Putperest, esnamı[28]
önünde secde etmekten bir muradı vardır. Kudret’in tecellisi ihatası olamayan
hiçbir zerre yoktur. Mevkuftu, atıldı, oradan bir şey bekler, ihlası nispetinde
de alır. Acaba münkir, fenayı mevcudiyeti hakkında birçok delail getirmekten
maksadı ne? Onu inkâra delil bulacağım diye o ne arar? O ne arıyor bilmem ki.
Öteki geçmiş saneminin önünde secde ediyor. Kudret’ten ha.. Allah (cc) her
zerreden münezzeh fakat hiçbir zerre Allah’tan (cc) münezzeh değil. Allah (cc)
zamanlardan, mekânlardan münezzehtir fakat zamanlar, mekânlar Allah’tan (cc)
münezzeh midir? Allah’sız (cc) hiçbir şey var mıdır? Binaenaleyh o, ihlası
ve gayesi itibariyle gönlünü bir yere bağlamış, bu taş demiş, bunun önünde
eğilmiş. Kudret yine ona bundan bir şey verir. Bu böyle olmakla beraber, münkir
fenayı mevcudiyeti hakkında birçok delail getirmeklik deki maksadı ne? Evet
saneme tapan, bu âlemdeki şedaid-i[29]…
nihâyetsiz musibetler, dertler, elemlerden asude
kalayım diye, ilah-i meçhulüne dehalet[30]
ediyor fakat ikincisine ne oluyor? Ona kendi görüşüne göre, bu sefa-ı hayatı
takip eden karanlığı asan gösterecek elinde nesi var? Bana bir şey gösterebilir
mi? O karanlığı aydınlık yapabilecek elinde bir hücceti var mı? Bir sefa
getirebilecek var mı? Bir itidal, hatır, bir salabet-i[31]
kalp verebilir mi? Ahlak adama sorar, hayatının der hiçbir deminde, hiçbir
anında sende bir fikir uyandı mı? Nasıl fikir uyanacak? Seni ruhuna, ruhunun
maadına, âlemin âlemine, ahvaline, şu içinde bulunduğun kâinatın muhtelif enva[32]
ve ecmasına[33]
bir baktın da duymadığın ulvi bir his sende uyansın diye vicdanından bir seda
duydun mu? der. Duymadınsa ne duruyorsun, yanıyorsun der. Elli üniversite
bitirmiş, bunu duymamış ve yanıyor zavallı. Beş tane lisan biliyormuş, bunu
duymuş mu, böyle bir şey duymuş mu? Bu öyle ulvi bir his ki; bu âlem-i şuhut da
birkaç günlük hayatını tehdit etmekte olan arızat-ı tabiyeye karşı sığınacak,
barınacak, bir ilticagah olmadığını re'y-ül ayn[34]
gördün mü diye bağırıyor. Gördüm mü farkında değilim. Ne kadar müktesebat-ı
ilmiyen varsa heyeti umumisi seni avare, biçare, bipare, yüzükare bırakır. Bir
şey yok. Kalbinin üzerine yığılan, sana o hakikati gösteremeyen perdeleri yırt
diye her gün haykırır. O perdeleri yırttığın an, nereye kaçacağını o vakit
anlarsın. O vakit Arşı Huda’ya doğru sesin başlar yükselmeye. O sese karşıda
bir cevap alırsın. O cevabı aldıktan sonra da her Âlem senin içün açılır.
İstediğini yaparsın. Sinende çarpan bir kalbe danış. Başka kimseye de sorma.
Varsa eğer.
Ömrü dünya bir dakika, ömrü âdem bir nefes. Böyle gelip
gidiyor. Acayip gelip gidiyor. Aşktan doğan ahlaka sahipti. Bunları duymuştu,
duymuş. Bunları duyup yaşayan dedenin oğlusun. Geçen konuşmada bir misal
vereyim dedim de o misali bu konuşmaya bıraktım. Belki sen farkında değilsin
dinlerken. Misali vermedim. Bak nasıl duymuş? Nasıl hubb-u gayr ile kalbi
çarparak yaşamış? Hubb-u gayr ne demek?
Evvela canan sonra can demek? Ahlakta en büyük düstur hubb-u gayr ve kıyas-ı
nefistir. Herhangi bir şeyi nefsine kıyas edeceksin, kıyas-ı nefis ile
yaşayacaksın, bir de hubb-u gayr. Misal basit ama manası düşünülecek olursa bir
milletin varlığının tealisi içün o kadar muazzam bir varlık ki, ağlar adam
ağlar. Benim dedem de böyle adamlar yetişmiş der, ağlar. O günün en yüksek,
ismini getiremedim de onu düşünüyorum. O günün giyilen elbiselerinin isimlerini
getiremedim. Her zamanın elbiseleri var ya bir isimleri acayip acayip.
Getiremedim. Onunda zevki çıkmaz getiremeyince. Neyse, kadife bir şey, senin
aklındaysa hatırlat teşekkür edeyim. Neyse bırakalım şimdi. Zengin adam, çok
zengin, geniş servete malik… Yani taksitle diktirmiyor. Hani vardır ya bir de
taksitle. Taksit de bizi perişan eder, taksit. Öyle alışmışız ki,
kefen satsalar taksitle, hah öldüm dersin, kefeni alırsın. Taksit ya, hemen
gider karşısına… Hastalık halinde… Hanımına, zengin adam, çok zengin. Bugünün
en giranbaha elbisesi ne ise sizler bilirsiniz, ben ne bileyim. Onu gözünün
önüne getir. O günün de öyle kadifeden, altın sırma işlemeli, altın sırma.
Gümüş sırmalı olur, altın sırmalı olur. Taklidi olur, bununkisi tahkiki. Altın
sırma işlemeli bir elbise, göz kamaştırıcı. Yapmış. Ara yerden şöyle bir ay mı
iki ay mı geçmiş, “Bir düğün var”
demiş; “Bir elbise istiyorum.” “Niye” demiş, “O elbise, fena mı oldu? Neden yenisini yapmak istiyorsun?” “Daha ona benzerde birçok elbise var. O
elbisenin aynını filanca yaptı, o düğünden sonraki düğünde gördüm. Onun benim
giydiğim elbisenin aynını onda olduğu içün ben o elbiseyi giymem demiş.”
Vardır böyle kafalar. “Kim dedin?”
demiş. İşte muhitinde bir insanın ismini zikrediyor. “Aynını mı yapmış? Ona
benzer mi? Biçimi mi öyle? Kumaşı filan”… Yoook demiş. Aynı malzemesi filan hep
aynı demiş. “Sen bana getirsene senin
diktiğin elbiseyi” demiş. Almış makası, o kaç altına çıktıysa da cart,
cart, lokma, lokma, lokma… Aman. Şimdi bugünün en ucuz şeysi, pazen midir,
basma mıdır, neyse sen bundan hep ondan giyineceksin demiş. Başka elbise
giyemezsin. Ben sebep olacaktım bu muhitte ahlaksızlığa. Ben bu muhitte demek
ki Kudret bana acıdı, sana bunu söyletti. Ben ahlaksızlığa sebep olacaktım. “Bu böyle önüne gelen bunu taklit ederse, bu
ne ile alınır? Bunun bir geliri olacak. O gelir bunu karşılamaz.
Karşılamayınca, tabiatıyla bir çirkinlik olacak. Memursa rüşvet alacak,
herhangi sahadaysa muhakkak, bir ahlaksız sahaya geçilecek. Ben buna sebep
olacaktım, bundan sonra giyemezsin.” Cart, cart, cart, gidiyor.
Anlatabildim mi acaba? Yaa. Ama işte, beşeriyet.
Bunu söyleyince söz sözü meydana getiriyor. Çok eski konuşmada
söylemiştim size. Onu da hatırlayın. O da bir başka mana ifade eder. Şirin’e demişler ki, Şirin, Şirin… Onu yalnız
böyle bir hikâye diyerekten dinleme, ibret alınacak yerleri vardır. Şirin. Bir
emirin kızı. Fuzuli bile bahsediyor ondan.
Ferhâd’a zevk-i
sûret Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre
herkes ancak benim belâde
Olsaydı bendeki
gam Ferhâd-i mübtelâde
Bir âh ile
verirdi bin Bisütûn’ı bâde
Verseydi âh-i
Mecnun feryâdımın sadâsın
Kuş mu karâr
ederdi başındaki yuvade [i]
Mesela Seyyid Nigari, O da bahseder.
Leylinindir Mecnun, Şirinin
Ferhat,
Ben de Şeyh
Nigar’ın mübtelasıyem.[ii]
Büyük adam Seyyid Nigari.
Ateşim ışkım sinem kebabım.
Ahengim ahım, nalem rubabım.
Hicran azabım, yanmak sevabım.
Hak ile o kadar ünsiyet peyda etmiş ki benim hesabım yok diyor ikinci
âlemde. Neyse bu da yine ayrı bir bahis.
Nedir neyin nesidir? Onları şimdi bunları tahlil edersek çok konferans
saatlerini alır. Bu Şirin’e ne demişler ki; Bunu niye söylüyorum biliyor musun?
Çorap için boşanma davası açıyorlar, onlara söylüyorum. Allah (cc) bizim
ruhumuzda birleşmek hakkını ihsan etsin. Hani böyle belki aklına gelir, “Şirin’in ne lüzumu vardı?” Lüzumu vardı
da söylüyorum. Lüzumu var. Herhalde var ki söylettiriyor. Çünkü ben buraya
gelirken Şirin’i söyleyeceğim diye hiç aklıma bir şey gelmedi. Söz şimdi geldi,
geliyor soruya. Demişler, “Efendim,
Ferhat isminde biri var, size müptela.” “Acayip” demiş. “Bana mı müptela?” “Evet, acınacak halde.” “Pekala”,
demiş “Madamı ki siz bu adayı, samimi
bulmuşsanız ihlas ileyse davet ediyorum” demiş. Filan günü getirin. O gün gayet
muazzam giyinmiş. Ne kadar giranbaha mücevheratı varsa. O vakit şey değil yalnız çul da rekabet değil mücevher. O eski
insanların akılları çok üstün. İki konuşma, üç konuşma evveli söylemiştim.
İsrafı da yerinde. Ya altına ya mücevhere tebdil eder, servetini. Sen yaparsın
bir kat elbise, bin liraya çıkar, sekiz yüz yüz liraya bir ay sonra sat elli kağıt verir. O vakitte yaparsın bir
şey, on sene sonra sat, bin liraya bir mücevher yapmışsan ya bin iki yüz lira
ederi yahut dokuz yüz yetmiş beş lira eder. Sıkıldığın vakitte yine elinde bir
sermaye. Kudretin işi idare ediş tarzları var. Anlatamıyor muyum acaba. O güneş
kırması yapan pırlantlar, bilmem kolera mikrobunu def eden yakutlar, acayip.
Öyle def eder mi? Evet. Öyle hasası olan mücevher vardır. Her mücevherin bir
hassası vardır. Sarı yakut, kolera mikrobunu def eder. Gelmez, manidir. Neden?
Ne bileyim ben? Buraya korsun demiri, mıknatısı böyle korsun çeker. Neden o.
Mıknatıs. Ne demekmiş mıknatıs? Neden çekiyor? Onun cevabını veremez sana.
Mıtnatıs çekiyor, der. O kadar. Neden çekiyor. Neyse işte, en giranbaha
mücevheratını, tezyinatını, tamamıyla üstünde tertiplemiş. Ferhat o büyük
sarayın salonundan içeriye girerken, Ferhat içeriye girerken, tabi göz
kamaştırıcı vaziyette şöyle yukardan aşağıya bakmış, çık dışarı demiş… Çık.
Neye uğradığının farkına varmış. Yanındaki söyleyenler demişler ki; “Efendim böyle büsbütün tahrip ettiniz, ne
lüzumu vardı?” “Ben ihlas ile bana
iptilası vardı zannettim de çağırdım.” “Efendim öyle kul.” “Yoook!” demiş. “Bana kuvvetli ihlas ile iptilası olsaydı,
içeriye girer girmez, gözü gözümde fani olurdu. Benim mücevheratım gözünü
çarptı, şöyle bir baktı bana demiş. Çıksın dışarıya.” Bir şey anlatabildim
mi acaba? Anlayana çok şey var. Anlamayana ben ne yapayım? Öyle.
Gönlünde Hak muhabbeti olanlara ait görüşmelerdir. Gönlünde Hak ve hakikat muhabbeti olmayan ölü gibidir. Zira canından haberi yoktur. Canından haberi olan, Hakk’a muhabbeti olan kimsedir. Kimin Hakk’a karşı muhabbeti yoktur? Kendi canından haberi olmayan kimsedir. Çok acınır dimi? Acımak lazım gelir. Hâlbuki insanın canı kuvvetli olmalı, bedeni kuvvetli olması para etmez. Eder ama yani asıl mesele. Asıl canı kuvvetli olmalı. Bedeni kuvveti olmak hüner değildir. Canını, canını. Canı kuvvetli olursa aşk tedarik eder. O vakit mananın en büyük kahramanı olur. Mananın hak yolunda kahramanlık olduğunu anlar. Birbirine bağlı. Hakkı siyanet[35] hususunda harpten korkmaz. Bugün ki insanlık âlemi hakkı siyanet edemiyor. Neden, halktan korkuyor. Öyle bir hal gelmiştir. Allah (cc) tarafından gelmiş. Hak bana ne diyor. Ya altından şu çıkarsa diyor. Hah, Hakkı siyanet hususunda halktan korkmak. Hakk’a muhabbeti olan, o bilir ki o vakit Halktan uzaklaşmış olurum der. Haktan yani Allah’tan (cc). O vakit hüsrana düşeceğini anlar, zulme divan durur. Kestirmesi bu. Eski konuşmalarımda dediğim gibi. Eski konuşmalarımda dediğim gibi cemiyeti idarede hükümet adil ve zulüm meselesinde efradın[36] mesleğine tabidir. Öyledir bu. Halk adil olursa hâkim adilhane hükmeder. Oraya bağlı bu, ayrılmıyor. Beşeriyetin Fahri Ebedisi öyle demiştir; كما تكون يولى عليكم [37] Olduğunuz gibi, idare olunursunuz.
Gönlünde Hak muhabbeti olanlara ait görüşmelerdir. Gönlünde Hak ve hakikat muhabbeti olmayan ölü gibidir. Zira canından haberi yoktur. Canından haberi olan, Hakk’a muhabbeti olan kimsedir. Kimin Hakk’a karşı muhabbeti yoktur? Kendi canından haberi olmayan kimsedir. Çok acınır dimi? Acımak lazım gelir. Hâlbuki insanın canı kuvvetli olmalı, bedeni kuvvetli olması para etmez. Eder ama yani asıl mesele. Asıl canı kuvvetli olmalı. Bedeni kuvveti olmak hüner değildir. Canını, canını. Canı kuvvetli olursa aşk tedarik eder. O vakit mananın en büyük kahramanı olur. Mananın hak yolunda kahramanlık olduğunu anlar. Birbirine bağlı. Hakkı siyanet[35] hususunda harpten korkmaz. Bugün ki insanlık âlemi hakkı siyanet edemiyor. Neden, halktan korkuyor. Öyle bir hal gelmiştir. Allah (cc) tarafından gelmiş. Hak bana ne diyor. Ya altından şu çıkarsa diyor. Hah, Hakkı siyanet hususunda halktan korkmak. Hakk’a muhabbeti olan, o bilir ki o vakit Halktan uzaklaşmış olurum der. Haktan yani Allah’tan (cc). O vakit hüsrana düşeceğini anlar, zulme divan durur. Kestirmesi bu. Eski konuşmalarımda dediğim gibi. Eski konuşmalarımda dediğim gibi cemiyeti idarede hükümet adil ve zulüm meselesinde efradın[36] mesleğine tabidir. Öyledir bu. Halk adil olursa hâkim adilhane hükmeder. Oraya bağlı bu, ayrılmıyor. Beşeriyetin Fahri Ebedisi öyle demiştir; كما تكون يولى عليكم [37] Olduğunuz gibi, idare olunursunuz.
Eski konuşmalarımda getirdiğim
canlı misali söyleyeyim, konuşmayı keseyim. Haccac-ı Zalim. Doksan bin kişinin
kellesinden bir kale yapmıştır. Yığmış böyle. Doksan bin adam kellesi alıyor.
Kolay iş değil bu. Sayılı teksir makamında söylenmiş, bir cümle değil. Bizzat
sayılmış, doksan bin tane kafa. İnsan kafası bu. Öyle adam. Üüü, neler gelmiş
bu kâinata? Bir gün oturuyormuş, anası bir köşede kendi bir köşede. Annesi
bakmış, bakmış, bakmış, birden bire ağlamaya başlamış: “Ne ağlıyorsun anne?” demiş. “Nasıl
ağlamam!” demiş. “Ne kadar alçaksın,
ne büyük zalimsin, ne kadar can yaktın,? Elbette sen bir belaya gifirtar[38]
olacaksın? Hakkın. Fakat ne yapayım ki benden doğdun, cibilli olarak bir analık
hissi var, göreceğin netice gözümün önüne gelir de onun içün de ağlarım.”
Gülmüş. Pencereden şöyle bakmış, biri geçiyor. “Çevirin bu adamı” demiş. Annesi,
“aman yine ben sebep olacağım.” “Yooo demiş, bir şey yapmayacağım.” Çünkü
öyle çevirtir adamı, bir şey sorar, çık der, bulunduğu yerde iki kapı var,
kendi işlediği[39]
kapıdan çıkarsa ilişmezler. Şaşırır da öbür kapıdan çıkarsa cellat kafasını
alır. Çipil[40] bir
adam. Adamda renk atmış çıkmış, böyle kül gibi sararmış, korkudan titriyor. Demiş;
“Korkma anama söz verdim, hayatın
emniyettedir, serbest ol. Ne iş yaparsın sen?” demiş. “Zeytinyağı tüccarıyım demiş. .. okka zeytinden ne kadar yağ çıkar”
demiş. Demiş “Efendim zeytinler kısım
kısımdır, şu cins olursa şu kadar, bu cins olursa bu kadar.” Düşünmüş,
belki demiş bu arada bir vahid-i kıyasidir. Bir küsurlu rakam söylemiş. Ondan
ne kadar çıkar demiş. Yapayım hesabını demiş. Yine çıkarmış. Uzatmayalım
mevzuu, bir zeytinden ne kadar çıkar demiş. Filan cins olursa şu kadar damla,
filan, bazısında demiş yağ olmaz, yalnız el nemlenir. “Çok hoşuma gittin” diyor. “Mesleğinde
çok bahir[41],
mahir bir adamsın. Tebrik ederim seni.” (Sonra) müebbet istikbaline ait,
mana vücuduna dair, yirmi bir sual sormuş. Bir tanesine cevap vermemiş.
Verememiş. Soruyor duruyor bakıyor. Soruyor duruyor bakıyor. Demiş “Yahu insan, şurada yaşayacağın müddet sayılı
günler, sayılı saatler, şu muvakkat istikbaline taalluk eden mesleğinde, bir
taneden bin okkaya kadar, gramla, damla ile cevap verdin. Ebedi hayatına ait
olan yirmi bir sual sordum, ne olur bir tanesi de olsun cevap verseydin. Dua et
demiş anneme söz verdim. Senin de icabına bakardım, hadi demiş git bakalım.”
Dönmüş annesine demiş ki; “Ben
minterafillah[42]
memurum anne demiş. Getir Ömer’in kavmini Ömer olayım. Getir Ömer’in kavmini
Ömer olayım. Beni Kudret bu işe memur etmiştir. Kudret tarafından ben
vazifeliyim.”
Evet. Hakikate taalluk eden
âlemde bir varlığımız yok. Hakk’ın sevgisiyle, onun zatının nuruna ait bir
yakınlaşma aşkı yok. O bazıları var zanneder. Nefsinedir o. Öyle olmaz o.
Nefsinedir. İblis adama kaç türlü tecelli eder bilir misin? Abit zahit olana
tecelli eder, bak der, sen ne abitsin, ne zahitsin, âlem ne kadar fasık, facir,
görüyor musun der. Oradan yakalar, oradan bağlar adamı. Ondan sonra bir varlık
gelir. Öbür taraf da kendi kendine, bir parça sahası olana görüyorsun ya der,
herkes zerresini feda etmiyor, işte sen böyle hak yolunda şöylesin böylesin
böylesin der. O da o vergisinin
şöhretine müptela olur. Bakar bana verdim dediğimi, verdiğimi bilsin
diyerekten, onu da oradan bağlar. İblisin bağlayış tarzları çok kuvvetlidir. Öyle yolarını bilir ki adama. Anladın mı? Bazısını,
bazısını, evliyaullah menakibi okutturur. O menakibe kendi hayatının böyle
tatlı gelen yerlerini intibak ettirtmeye başlar. Menakıbı okumak mahz-ı
fayda olamaz. O hali giyinmek lazım gelir. O hali giy. Onun bir yerine
dokunduğun vakitte onda vücut yok. O senin ayakkabına bassan, böyle gözlerini
acarsın, putun patlar birden bire. Safi put kesilirsin. Onu da iblis
aldatmıştır yine. Hep böyledir o. O Hakk’ın zatının nurunda bir nefes
müstağrak olmak içün, bütün, bütün ne varsa her şeyin sevdası onun nazarında
azap kesilir. O duasını bilir misin? Mahbubunun yolunda bırakır da geçer, elini
ile açamaz. Üüüü, kolay iş mi onlar? O ayrı iş. Açamaz. Nerden girdim buraya,
hatırlatabilir misin?
Zira hakikat-i mahza[43]’ya
müptela olmuştur, hakikat-i mahza’da her şey muzmahildir[44].
Vahdet-i mutlaka iştirak kabul etmez ki. Şöyle olsun, böyle olsun. İlim, âlim,
amel, amil, hepsi bir olur. Anlatamadım mı acaba? Gönülde olan şeyler derse
sığmaz ki. Derse sığan şeyler, gönüllerde
olmaz ki. Buralara kadar yürür, kâm alır. O yine ayrı. Onun içün bunlar
kuvvetle satın alınmaz. Altınla ele geçmez. Bunlar ayrı şeylerdir. Aşk-ı
ilahi, marifet-i subhani, kuvvet, saltanat ve altınla fethedilen şeyler
değildir. İhlas ile kalbi oraya me’va[45]
yapabilmek suretiyle olur. Bugün ki konuşma da bu kadar yeter.
(Bu kasetin 01:04:30
dakikadan itibaren ki kısmı, (299) kasetin 01:05:12. dakikadan itibaren ki
kısmıyla aynıdır.)
[1] Mazarrat: Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
[2] İtmam: Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil
etmek
[3] Eşhas: (Şehs.
C.) Şahıslar. Kişiler.
[4] Hazinet-ül-gayb: Gayb hazinesi
[5] Meknun: Örtülü, gizli. Saklı. Dizilmiş. Dizili.
Manzum.
[6] Ulya: (Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok
yüksek olan.
[7] Afitab: Güneş. Mecazi: Pek güzel. Çok güzel yüz.
[8] Cah: (Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar.
[9] Canib: Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
[10] Gurub: Batma, batış. Batıda görünmez olma. Gözden
kaybolmak. Uzaklaşmak. Irak olmak.
[11] Karib: Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan.
Yakın hısım.
[13] Müşemmes (şems.
den) Güneşlemiş, güneş görmüş. Çok güneşli.
[15] Diriğ: Mani
olmak, direnmek, engel olmak
[16] İhtibar: Yoklama. Deneme. Sınama. Tecrübe.
[17] Telhid: (Lahd. dan) Gömme. Mezar çukuru kazma. Kabire
lâhid yapma.
[18] Huruc: Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. Ayaklanma, isyan
etmek.
[19] Mucib: (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. Bir şeyin
peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
[21] Gabi Gabî: Anlayışsız, ahmak, bön.
[22] Behimi: Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik.
Hayvanlık.
[24] Fuhur (fahur ): Çok övünen, çok iftihar eden.
Mütekebbir. Tekebbür ve taazzum edici.
[25] Tahavvülât: (Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler.
[26] Şuun: (Şe'n.
C.) İşler, fiiller. Havadis.
[27] Nev'-i Beşer: İnsanlar, beşer nev'i.
[28] Esnam: (Sanem. C.) Putlar. Tapılan heykeller.
Suretler. Sanemler.
[29] Şedaid: (Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli
musibetler.
[30] Dehalet: Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım
isteyiş.
[31] Salabet: Metanet, katılık, sulbiyet. Peklik, dayanma.
Sağlamlık. Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi
sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ)
[32] Enva': (Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler.
[33] Ecma': En toplu. Birikmiş. Ziyade birleşmiş.
[35] Siyanet:
Koruma, muhafaza, hıfz.
[37] Hadis-i
Şerif. el Acluni, Keşful Hafa II.166
[38]
Giriftar: Tutulmuş. Yakalanmış.
[39] Giş: Kalp
yürek
[40] Çipil: Gözleri
ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse. Çepel.
[42]Minterafillah: Allah
tarafından.
[43]
Hakikat-i Mahza: Mutlak/katıksız/tam/tek hakikat
[44]
Müzmahil: Çökmüş, Perişan olmuş, Yıkılmış, yok olmuş
[i] Fuzuli Gazel 246
Olsaydı bendeki gam
Ferhâd-i mübtelâde
Bir âh ile verirdi bin
Bisütûn’ı bâde
Verseydi âh-i Mecnun
feryâdımın sadâsın
Kuş mu karâr ederdi
başındaki yuvade
Ferhâd’a zevk-i sûret
Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre her kim
ancak benim belâde
Eşk-i revânıma il
cem’oldu var ümîdim
Kim ola vara vara
cem’iyyettim ziyâde
Geh gamzen içmek ister
kanımı gâh çeşmin
Korkum budur ki nâ-geh
kanlar ola arade
Ser-verlik ister isen
üftâdelik şi’âr et
Kim düşmeden ayağa
çıkmadı başa bâde
Ger görmemek dilersen
resm-i cefâ Fuzûlî
Olma vefaya tâlib
dünyâ-yi bi-vefâde
|
[i] Seyyid Nigari
Nice ağlamayem,
etmeyem feryat,
Giriftar-ı aşkın
binevasıyem
Leylinindir Mecnun,
Şirinin Ferhat,
Ben de Şeyh Nigar’ın
mübtelasıyem.
Neylerem dünyayı,
neylerem malı
Neylerem keşmiri,
neylerem şalı,
Ben divane oldum,
aşkın pamali,
Server-i hubanın bir
gedasıyem.
Ey Seyyid Nigari, ey
aşk-ı tuğyan,
Ey âşık-ı şeyda, ey
kâr-ı efgan,
Karûban-ı aşka benim
sarûban,
Leylinin Mecnunun
rehnumasiyem.
|
[iii] Seyyid Nigârî'nin "Menâkıb-ı Seyyid Nigârî"
başlıklı müzdeviç 20'lik manzumesidir. Söz konusu şiirin biri eski harfli
(Nigârî 1326: 389- 398), ikisi yeni harfli (Bilgin 2003: 339-344; Altunbaş
2004:534-560) üç baskısı mevcuttur.
Âteşim aşkım sîne
kebâbım
Hûndur şarâbım cândır
hûnâbım
Âhengim âhım nâle
rebâbım
Ne disem anlar ehl-i
hitâbım
Hicrân azâbım yanık
sevâbım
Ser-mest-i yârım olmaz
hesâbım
Sâye-i mihrim hükm-i
meâbım
Bîdâr-ı mihrim şemme-i
hâbım
Yohdur gözümde elimde
tâbım
Hadden ziyâde tâb
ender-tâbım
|
Açık meyhânem
bî-bend-i bâbım
Çeşme-i cândır la'l-i
müzâbım
Meyhânem deryâ bî-had
şarâbım
Gülüm şarâbım mülüm
gülâbım
Şîşe-i câmım ol
mâhitâbım
Gülgûn şarâbım ol
âfitâbım
Defterim sînem sînem
kitâbım
La'l-i nâ-yâbım gülgûn
şarâbım
Puhtedür gülgûn şarâb-ı
nâbım
Hamrem ne hâmest
el-hamdü lillâh
|
0 yorum:
Yorum Gönder