142(03.02.1962) 60 dk. (277)
Birine
vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmi’[1]
edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi
kalp olduğunu söylemiştik: Gerek akıl, vazife, aşk, kalp, bunlar mana-i
insaninin birer vasfı olması hasebiyle, konuşmamızın en büyük rüknünü insan
mefhumu teşkil ediyor. Her konuşmada tekrar ettiğimiz gibi; insan kadar tarifi
güç, belki layıkıyla tarif edilemeyen, bu muazzam varlık içerisinde hiçbir şey
yoktur.
Zahirde nihayet atmış, seksen kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret
gibi gözüken insan, boyunun iki metre uzunluğunda bir çukura sığabileceği
görülen insan, manası itibariyle bütün varlığı muhit. Vicdan-ı insani, kâinatı ilmen ihtiva eder. Çünkü idrak ve tefekküre muktedirdir.
Onun vicdan-ı kibriyası kudrete muhatap olmuştur. Kudrete muhatap olan,
kudretin esrarına, kudretin sıfatlarına agâh olmaklık kabiliyetini almıştır. Eee,
bu sıfatları taşıyan bir varlık da beşeri takatle tarif edilemez. Layıkıyla
tarif edilemez. Mesela hiç biriniz kendinizi hakkıyla tarif edemezsiniz.
Kendiniz, kendinizde olduğu halde kendinizi tarif edemezsiniz. Ama böyle mensî[2]
ve mühmel[3]
mi bırakılır? Başıboş mu tarif edilemez? Bir kenara mı atılır? Hayır! Bu
söylediklerimde bir tariftir. Tarif edilemez diyerekten saymış olduğum sıfatlar
da insanın bir tarifi oluyor. Bilmem anlatabiliyor muyum? Onlarda bir tarif…
Demek ki insan büyük bir kıymet…
Şimdi bu
muazzam kıymet, buraya bir geçit yaptırılmaya gönder ilmiş. Hepimiz.
Biraz evveli
aşktan doğan, dedik. Tabi, her konuşmayı muntazam takip eden bu tarifleri iyice
hafızasına almıştır. Sofranın yemeği
değişir de ekmeği değişmez. Bizim de konuşacağımız mevzuun burası ekmeğidir.
Daima tekrar ediyoruz. Buradaki aşk romanda okunan aşk manasına değil. Buradaki
kalp, vücudu hayvanimizin kalbi de değil. Vücudu insanimizin kalbi… İnsan asude
kaldığı an şöyle… Hadisattan bir an içün (bile), tamamıyla kurtulamaz ama
nispet dâhilinde. Dimi insan esasen kaç vücuda sahip? Üüü. Bakarsın ki, otururken
“Öfff, sıkılıyorum!” dersin. “Neden sıkılıyorsun?” “Sebebi malum değil.” “Yaaa…” “Bugün içimde bir sürur var” dersin. “Sebep?” Çok kere “Malum
değil” dersin. Nereden geliyor acaba bunlar? Bunlar insana nerden geliyor?
Kudret ne kadar ders kaçırmıştır ki; Eyyyy zavallı beşeriyet, ekserisi nankör
olan kütle, “Nene güvenirsin?” Cehalet, insanı malik-el mülk zannettirir.
Hâlbuki zavallı, neyin maliki? Esir-i cihandır, esiri cihan. Hayalinin
kölesidir. Âlem-i surette kalan adam, emir ve hâkim olabilir mi? Ömrünü
beyhude sarf eden insanda hürriyet bulunur mu? Hür olmayan kimsede insanlık
olur mu? Bunlar hep birbirine bağlı. Hürriyet demek, hiçbir kayda
bağlanmaksızın serbest kalmak demek değildir. Hiçbir kayda bağlanmaksızın…
Eski konuşmalarımda
söylemiştim, münasebet aldı tekrar ediyorum. Hürriyet insana, Allah’tan (cc)
gelir. Kendi nefsini bilmezken, hiçbir şeyi bilmezken, hiçbir şeyi tanımazken,
vacib-ül vücudu insanın gönlü aramıştır ve arar. Ne içün arar? Hür olmak içün
arar. Demek ki insana hürriyet ancak Allah’tan (cc) gelir. Başka bir yerden gelmez. Allah’tan
(cc) geldiği gibi mükellef olursun. Teklif olunca tam serbest değilsin. İyilik
ve kötülük mefhumu meydana gelir. Anlatabildim mi acaba? Emirler çıkar,
emirlerle oturup kalkmaklık ve o Kudret’in sana vermiş olduğu hürriyetle, o hürriyetle, seciye-i[4]
insanini, bedie-i[5] hilkat
ve mazhar-ı evsaf[6]-ı
ef’al-i[7]
mecla[8]-i
zat olduğunu tatmak. Anlatabildim mi acaba? Biraz daha şöyle açık…
Manası güzel de,
güzel zarf arıyor insan. Gayet giranbaha, çok kıymetli bir mücevher, teneke bir
kutuda durmaz kuyumcu dükkanında. Bakarsın ki mükellef, ipek kadifeden, işte en
müstesna maddeden yapılmış büyük bir muhafaza içerisinde bulunur. Senin insan
olduğunu Kudret sana tanıtırken, çok tatlı kelimelerin içine koymuş. Bende sana
kaba kelimelerle söyleyemedim bunu. Büyük kıymeti var insanın. Bütün hilkatin
güzelliği kendisinde meknuz[9].
Öyle ya. Hakiki insan olursa… ……
Allah’ın(cc) -nasıl
tarif edeyim?- zatından zatına -keyfiyeti bizce meçhul- muhabbetinin, o
muhabbetin manası da keyfiyeti bizce meçhul yine. Kendi beyanındaki muhabbet
neyse o. Hakk’a ait olan sıfatlarda keyfiyetler bize meçhuldür. Fakat insan onu
duyarda anlatamaz. Değil burayı, hiç
bal yemeyen bir adama, bir adam “balı” anlatabilir mi? Ömründe bal yememiş
fakat siz balı yemişsiniz. Bu adama balı anlatın bakalım, nasıl
anlatabileceksiniz? Adi bir madde yani, dimi, bal. Balı dahi bir insan, balı
yiyemeyen bir kimseye anlatamazsa, Hakk’ı nasıl anlatabilir? Allah’ın(cc) kendi
zat-ı muhabbetiyle kendisine vaki olan tecellisinde, kendi sıfatlarıyla
süslemiş olduğu insan… Biraz evveli söylediğim cümlenin azıcık anlaşılır manası
bu. Demek insan bu kadar kıymetli... Bu kadar kıymetli. E bunları söylemekten
maksat ne? Bunları bilmek içün geldik buraya da o. Maksat o.
Şöyle bir düşün. Mevcudatı karış karış
dolaş. Her sahasında didik didik malumat edin. Bir netice koy orta yere. Sonra
kendini düşün. Ne korsan, yârin de o değil mi? Tabirime, tarifime dikkat et.
Öbürsü günde yine o değil mi? Neticesi de hiç değil mi? E sen büyük bir varlıksın.
Hiçe mi tapacaksın ya? Büyük kitabin emrettiği gibi; abid de cahil, mabut da meçhul. Kudret öyle
der; Kitab-ı hitabında der ki; “Ben tenezzül edeceğim size, misal vereceğim;
Sen ya bana taparsın, ya kendi nefsine taparsın.” Geçen konuşmada da
bunu konuştuk, bunun üzerinden açtık mevzuu: İki yol var. Ya bana, ya nefsine.
Nefsine taptığın vakitte
şubeler çoğalır. Hayalinin
kölesi olursun. Evvela hayaline köle olursun. Düşün bakalım, acaba öyle mi?
Öyle ya. İcap eder bir menfaat seni bir zalime uşak yapar. O da bir
tapınmaktır. Hür değilsin. Kişinin gönlü neye bağlıysa bütün taatı da
oraya aittir denmiştir. [10] أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ En insanı
titreten bir nazm-ı celil. Öyle üzeninde durduğu vakitte, kendisini bir
muhasebeye çekecek olursa… أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ Türkçeleştir bunu.
Kişinin gönlündeki muhabbeti nereyeyse bütün taatı, ibadeti, gayesi, oraya
aittir.
Bir sual çıkar:
Ya hu! ciğerpare evladım, yavrum benim, muhabbetim olmaz mı? Kolaylığını
göstereyim sana. Hem kolaylığını göstereyim hem de bazı lüzum olacak şeyi
söyleyeyim. Bir defa bunu bilin ki: Allah Gayurdur[11].
Gayur gayet. Ama nasıl? Gayet Gayur. Bizim tahminimiz gibi değil. Şöyle bir
misal vereyim de daha iyi anla. Bu gayur kelimesinin manası sende daha iyi yer
etsin. Mesela, insan hastalansa, bazı vardır, ufak çocukları filan olur; Ya Rabbi!
Beni bu çocuklarıma bağışla dese; pek ender kurtulursun. Pek ender kurtulursun.
Derler, toparlanır gidersin. Anlatabildim mi acaba? Karışma oraya. Gayur.
Çocuğuna bizatihi vücut verip, onda Hakk’ı görmeksizin yalnız kendi mahsulüm
diyerekten, kuvvetle sinene bassan, sevsen yaşatamazsın çocuğu. Gayurdur.
Anlatamıyoruz galiba. Ama bu nakış, nakkaşındır. Bu vücut, bir vücuda
münhasırdır[12]. Bundaki
an bir yerin akıntısıdır. Ben buna müptela olmuşum. Anlatamıyor muyum? Hakk’ın
gayreti oradan kalkar. Muhabbet orayla birleşir, bir olur. Anlatabildim mi?
Ne demiştik?
Ya bana taparsın, ya nefsine taparsın. Buradan ayrıldı mevzuu. Nefsine taptın
mı? O vakit taptıkların çoğalır. Nefsin
şeyi, hududu, ölçüsü yok. Kudret şimdi buradan misal getiriyor: “Ey zavallı nankör diyor, hadi ben yine
tenezzülat-ı subhanimle tenezzül edeyim senin anlayacağın halde sana bir misal
vereyim: Senin gönlünü bağlayıp da taptığın bir sineği de halk edemez.”
Burada ki sinekten bizim bildiğimiz sinek manası tahsil edildiği gibi, gözle gözükmeyen
en ufak bir mevcut dahi dâhil içerisinde. Hatta o sinek ondan bir şeyi kapsa
ondan da istirdad[13]
edemez. Sineğin kendisinden kaptığını geriye dahi alamaz. Siz nasıl abid,
mabutsunuz? Sende zayıf, o da zayıf. Abid de cahil, mabud da meçhul. İkisi de
acayip. Bunu, siz aklen idrak edebilirdiniz. Sizin en büyük suçunuz, benim
kadr-i kıymetimi bilmediniz. Ben sizi inleteceğim, diyor. İnletirim ben. İşte
bugün hamule-i irfaniye-i beşeriye yani insanın bugün fen sahasındaki
yükselmesi, ilim sahasındaki terakkisi, felsefedeki bilgisi, ne bileyim
sanayideki göz kamaştırıcı varlıkları taşıyor, akıyor dimi ya? Ki faide ki, gönül
âlemi de zindan. Sen burada on binlik,
yirmi binlik, yüz binlik ışık yapmışsın lamba yakmışsın, uyandırmışsın fakat
gönlünün içerisinde bir mumluk ışığın olmamış. Duvarın aydınlığından sana bir
şey yok? İç âlemin nasıl, iç?
Eski
konuşmalarımda söylediğim gibi, beşer biraz terakki etti, evvela ağacın/çıralı
ağacın ışığıyla etrafını görürdü; mum yaptı, yağ yaktı, petrol dedi, hava gazı
dedi, nihayet elektrik ve ilerde yapacağına nispeten bu da çıradır. Daha bundan
çok Kudret’in beyanatına, Fahr-i Âlemin verdiği habere göre bu da çıra. Bunlar
hiç daha, bunlar hiç. Bütün semavat seyredilecek. Ondan sonra ne olur, bunların
ne kıymeti kalır? Fakat bugün bir iş ya.. Şu kireçten, kumdan, tahtadan
yapılmış olan sahanın ışığını bununla aydınlatıyoruz sahayı. Acaba merkez-i
hükümet-i insani olan nazargah-ı kudret-i ilahi olan nihayet kendi manamızın
arşı bulunan o beyt-i şerifimizde o mübarek odada bir ışık var mı? Orada hangi
ışık var? Karanlıktan başka bir şey yok, kendime söylüyorum. Sizinkini bilmem.
Kendi hesabıma. İrtibat yok aslımızla.
Bir parça
şöyle genişledik mi, evvela Kudret’e isyan ediyoruz, sonra muhitimizi
beğenmiyoruz, hatta annemizi babamızı beğenmiyoruz. Çocuk Anadolu’dan geliyor,
orta mektebi bir parça okumaya başladıktan sonra köylü babası yolda rast
gelirse, arkadaşına, babamın uşağı diye tarif ediyor. Ben buna rast gelmişim de,
söylüyorum. Kavl i mücerret[14]
değil. Cemiyete ne hayrı olur? Beğenmiyoruz. Yediriyor, içiriyor, giydiriyor,
yemiyor, yapıyor, yine burnunu büküyor. Babasının aldığı evde oturuyor,
pencereyi buradan niye açmış diyerekten hakaret ediyor. Yeni bir ev aldın mı
sen? Al yeni bir ev, pencereni güzel aç. Hem babanın evinde otur, hem mükellef
onun servetini ye iç, hem de hakaret et. Ne akıl kabul eder, ne vicdan kabul
eder, ne mana kabul eder, ne hayvan kabul eder. Ben okumadım, birisi anlatıyor.
Frenk âlimlerinden birisi… “Madde, Mana”
diye bir kitap yazmış. Sizin insanlarınız arasındayım, yüksek görmüş olduğunuz
şeyler, hayvanlarda çok var. İnsanlardan beklenen maali’[15]yat
bambaşkadır diyor. Nasıl görmüş adam? Elbette insan. Kim olursa olsun. Nereden
gelirse gelsin.
Mana o kadar
zengindir ki bak kim olursa olsun deyince şey ettim. Kudretten insanlara,
zulmetten… İnsanları zulmetten nura çıkarmak içün gönderilen zevat-ı aliyeye,
mananın rehberlerinde öyle incelikler vardır ki; mesela yolda birisini inlerken
görüyor: Bunu bir hayvana bindirin götürün tedavi edin diyor. Senin ismin
nedir, cismin nedir, nerelisin, nesin diye hissine kapılırsın diyerekten,
sordurtmuyor. Anlatabildim mi inceliğini? Şimdi düşmüş inliyor, sen kimsin,
nerelisin, cinsin nedir, cibilliyetin nedir? Şimdi “Bu düşmüş inliyor, ismini
cismini, cibilliyetini, hiçbir şeyini sormadan alınıl önce tedavi edin,”
diyor. Gördün mü demokrasiyi? Var mı böyle adalet acaba?
Bugün
konuşmayı dağıttık, cümleler dağınık bir vaziyette, bakalım toplayıp
verebilecek miyiz? Birçok yerlere uğradık, cümle bağlı değil. Hep dağıldı.
Toplarız, inşallah.
Bunları
söylemekten gaye, maksat; insan geliş ve gidişindeki manaya agâh olması içün.
Marifet-i nefs hâsıl olsun içün. Onun içün şimdi -cümlenin birini topluyorum- dedim
ki, insan asude kalınca, hadisattan biraz şöyle uzaklaşır, bir an’ı olur ya,
kendi kendisine sualler sorar: Bu sualleri sormaktaki maksat imandır.
Anlatabildim mi acaba? İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücuduna bir
hakikati kabul ettirip huzura kavuşmaklıktır, felaha. Felah. Herkesde de felah
ayrılır. Mesela deden azizim; nasıl ki bir insanın bedeninin, maddesinin,
havaya, suya, gıdaya ihtiyacı varsa manasının, nefsi natıkasının, canının,
ruhunun Allah’a (cc) ihtiyacı vardır. Nasıl ki bu kalıp havasız, susuz, gıdasız
yaşayamazsa, bu kalıbın anını teşkil eden o manada Allah’sız (cc) yaşayamaz.
Yaşar ama “insan” olarak yaşayamaz. Anlatabildim mi? Zaten O’ndan ayrıldığı
vakitte insanlıktan resmen kendisi istifa ediyor. Nihayet veriyor. Yaşayamaz.
Tam insan olabilmez.
Size birkaç
konuşma yapmıştım. Bir yerini eksik söylemiştim. Bugün tamamlıyorum.
Tamamlamıyorum da, bugün de bir nokta ilave ediyorum. Tamamlanır mı hiç? Dedim
ki, insanda fıtraten, yaratılışı itibariyle, Kudret tarafından kendisine
bahşedilmiş tecelliler vardır. Mesela bir şeye malik olmaklık, mülkiyet, malik
olmak -cüz-ü tasarruf deriz biz manada- bütün tasarruf Allah’a (cc) aittir.
Beşer, memlük bizatihi, malik bi’l
arazdır tarifte. Araz itibariyle şusu vardır, busu vardır; zatı itibariyle
Kudret’in memluküdür. Hiçbir şeysi yoktur. Fakat böyle birbirimize karşı
şunumuz var bunumuz var. Anlatamıyor muyum? Bunun ilm-i tarifi malik bi’l araz,
memlük bizatihi denir. Şimdi bu malik bi’l araz oluşumuz Kudret tarafından bize
ihsan olunmuş bir tecelli. Mini mini çocuk, altı aylık, bir yaşında, eline bir
şey verin, almak isteyin tepinir, ağlar, saatlerce ağlar. Henüz onun ne
olduğunu bilmezken ağlar. Neye yarayacağını bilmezken ağlar. Zararı mı var,
faydası mı var tanımazken ağlar. Neden? Onu kabzasına aldı, benim dedi. Şimdi
bazı insanlar derler ki, “Efendim, bu benim olmasın.” Bunu Allah (cc) vermiş
insana. Bunu kaldırmak demek, Kudret’le harp etmek demektir. Fıtratla mücadeledir,
neticesi insanlıktan istifadır.
Mesela
zürriyet: Allah’ın (cc) bahşetmiş olduğu bir nimet. Bir ameliyat yaptırırsın
kadın olur, zürriyetten mahrum olur. O da insandır. O da çok işler görebilir,
çok neticeler verebilir. Birçok maddeler meydana getirebilir. Fakat sen ne hak
ile onun zürriyetini aldın. Nasıl onun zürriyetini sen, o… Haksız bir şekilde
zulmederek aldınsa, onun Kudret tarafından sana bahşetmiş olduğu fıtratın
vermiş olduğu malikiyet zevkini almaklıkta aynen onun gibidir. Yalnız bunun
zararları birer birer serdedildiği halde beşeriyet o kadar sükût etmiştir ki
ahlaka, bunu idrak eder, evet der. Tabi bak ahlakın düşmesi ne büyük zararlar
açar. -Burasını söylememiştim. Şimdi bu noktayı söylüyorum- Ahlak insandan
kalkarsa kısmet-i ezeliye mevzuunda insan isyan eder. İsyan eder de, ne yapar? Anasına kızan çocuk, memesini ısırırsa sütünü kan yapar. Bir
faydası yoksa, zararı var.
Bilenler
macera i meclis i nahnu kasemnayı,
Humar ı
neşve i idbarda asla melul olmaz.
Zaruridir
bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı
kazada şart ı icab ı kabul olmaz.
Manası ne?
Allah’ın (cc) bir matbahı vardır. Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı… O
mutfakta, o matbahta Allah cc) bizzat öz eliyle kendi taksim eder. Böyle. O eli
değiştirmenin imkânı yok. Bu el değişmez. Bunu bilenlerce… Bunu bildi mi bir
adam… İman-ı yakini ile bildiği bir vakitte… İman-ı yakini ile bildi mi? Der ki;
dünyanın her kişverinde[16]
her köşesinde, her ikliminde, her sahasında bir pazar kurulur. Her pazarda bir
pazarlık vardır. Kor üzerine bir etiket bir şey, bakarsın işine gelirse
alırsın, işine gelmezse almazsın. Allah (cc) pazarında pazarlık yok, ne verirse
onu alırsın. Anlatamadım galiba.
Bilenler
macera i meclis i nahnu kasemnayı,
Humar ı
neşve i idbarda asla melul olmaz. İdbar zamanı, iş ters döndüğü vakitte
kaşlarını çatmaz. Niçün? Zaruridir bütün bey ü şira kişver i icad. Bu bazar ı
kazada şart ı icab ı kabul olmaz. Burayı tamamlamadım ama eski misallerden bir
misal verip tamamlayacağım orayı. Daha iyi anlaşılsın. Vermiştim size bu misali
ama yeniden vereyim. Hadise yani, misalde hadise.
Abdülhamid zamanında evkaf nazırı Galip Paşa. O
vakit böyle bir mevki sahibi olmak içün; işte şöyle bir diploması olacak, böyle
bir şeysi olacak filan değil de, o gün ki tabirle alaydan yetişmeli derler.
Yani böyle hiçbir tahsili olmadan da tecrübesiyle şusuylan busuylan büyük büyük
mevkilere gelebiliyorlar. Evkaf nazırı. Bu adamda öyleymiş. O günün muazzam
şairlerinden Adanalı Ziya Bey. Kıymetli adam. Mesela bir şiirini söyleyeyim
kıymetini anla.
Bilmem niye âşıkan utansın,
Bîgâne-i âşk olan utansın.
Sevmekle seni utan diyorsun,
Sevmekse suçum cihan utansın
Bir hâsılı yok zemine düştüm,
Elden ne gelir zamân utansın. [i]
Aklımda kalan,
atlaya atlaya okudum. Anlatabildim mi acaba? Bir hâsılı yok zemine düştüm,
Elden ne gelir
zamân utansın.
Olunca söz evet belî
Olursun Cihâna a'kali
Olursun Cihâna a'kali
Ziya bu hale baş mı eğmeli?
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var.
Hayât içinse bunca hem
Bakidir asl-ı mültezem
Huda’ya eylerim kasem
Hayâta minnet eylemem
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var.[ii]
Bazı yerlerini
sakatlayarak söyledim. Hafızamdan kaymış. Söze bak; Hayat içinse bunca hem,
Bakidir asl-ı mültezem, Hayata minnet eylemem, Hayatımın zevali var. Ne olmak
ihtimâli var. Böyle binlerce şey var.
Şimdi… birkaç
lisan biliyor. Lisan elinde hamur gibi böyle… Oturup da böyle düşüne düşüne
kelimeyi kaldıraraktan değil, böyle yaparmış bir defa, şöyle bir yaparmış, bir de
gözünü açarmış, “Yazın!” dermiş yirmi beyit. O ayrı insanlar. Fakat bir suçu
var, bir suçu var; Kudret’in saltanatını mütalaa edemiyor. Mütalaa edemeyince,
hazmedemiyor, tabiri yanlış söyledim. Bakıyor diyor öbür tarafta sefit[17]
bir adam. Şaki, rezil, sefil nam içinde
müstağrak. Beriki tarafta da bakıyor ki, esbab-ı faziletten, erbab-ı namustan,
eshab-ı hilkatten, erbab-ı ilimden ekmek parasına muhtaç. “Bu nedir?” diyor. “Aman
Kudret’e karşı geleceğim!” diyor, içki içiyor. İçki içenler üçe ayrılır: Bir
sınıfı şaki olur şekavetini meydana çıkarmak içün. Bir kısmı Kudret’ten çok
çekinir, “İsyan edersem daha büyük suç olacak! Bu kadarlıkla, bu suçumla
kalayım” der. Anlatabiliyor muyum acaba? Yanlış anlama sakın? Hoş görüyor
manası verme. O manaya değil. Konuşmaya da korkarım. Yoksa…
Meyhane imiş,
bir adı da, dar-ı şifanın!
Son menzilidir dar-ı şifa, bezm-i vefanın
Son menzilidir dar-ı şifa, bezm-i vefanın
Bilmem ne
çıkar, serveti beyhude şerefden!
Dilhun oluyor aile! Bu hale eseften!
Dilhun oluyor aile! Bu hale eseften!
Gençler siz
bari koşup kurtarın, nesli teleften!
Evlad-ı iyal
zulm ile abad edilir mi?
Ekmek parası! meyhaneye irad edilir mi?
Ekmek parası! meyhaneye irad edilir mi?
Anın, hiçbir neşesi yoktur! Mayesi şerdir.
Bezmin de geçen ömüre yazıktır! Çünkü hederdir.
Oğlum! Bu sözüm
sana ait nusl-u pederdir
Kanun-i Hikmet anı, men etse sedadır.
Kanun-i Hikmet anı, men etse sedadır.
Mani-i irefa,
ervahı cinayet.
İğrenç kokusundan tanınır, vasfa ne hacet!
İğrenç kokusundan tanınır, vasfa ne hacet!
Onun sahası
yine ayrı.Bir üçüncüsü….
Ziya beyde işte
böyle bir parça içki de almış. Bakmış ki Galip Paşa, Galip Paşa o saltanat
arabasına binmiş, muazzam böyle, yaldızlı araba, takır takır gidiyor nezarete.
Görmüş cebini karıştırmış Ziya Bey. Bir şey yok, kendi cebinde. Şöyle bir
bakmış. He ya… Bu adam, hiçbir şey de okumadı bu adam. Ama işte eksik yerleri
olur insanların. Neyse, iç âleminde döğüşe döğüşe karar vermiş. Doğru
nezaretten içeriye girmiş. Galip Paşa’nın makamına çıkmış. O adamlar arif
adamlar. Kapıyı açınca, “Oooo Ziya Bey
oğlum hoş geldiniz, buyurun bakalım” diyerekten gayet güzel iltifat etmiş. “Hayır, Paşa oturmayacağım!” demiş. “Senin azıcık asabın gergin, gel sana ben
soğuk bir şey ısmarlayacağım. Otur bakalım” demiş. “Hayır,
hayır oturmayacağım!” demiş. “Hangi
mektepten aldığın diplomayla o iskemlede oturuyorsun?” demiş. Der demez, Eh
Galip Paşa’da nihayet nebi değil ya! O ikram-ı iltifatı arifhane bir celal ile
amiyane değil. Arifhane bir celal ile. “Otur da diplomayı göstereyim sana!”
demiş. Hiddetle Ziya Bey şap demiş oturmuş,
“Bakalım ne gösterecek?” diyerekten,
oturmuş. “Oğlum Ziya öyle bir mektepten
aldığım diplomayla bu iskemlede oturuyorum ki, bana bu iskemle yalnız
Türkiye’de değil, bütün dünyanın her tarafında hazırlanmış beni bekler, bu
diplomanın imzasını Allah (cc) koymuştur” demiş. “Kader mektebinden aldığım diplomayla oturuyorum, o mektepten, kader
mektebinden aldığım diplomanın imzasını da Allah (cc) koymuştur” demiş. “Her yer beni bekliyor böyle” demiş. Tabi Ziyanın da irfanı var. O hangi
boyayı vurunca çıktıysa, ayaklarına kapanmış, “Paşa beni af et!” demiş. Anlatamadık galiba dimi? Bunu neye misal
verdik ti?
Bilenler macera i meclis i nahn-u kasemnayı,
Humar ı neşve i idbarda asla melul olmaz.
Zaruridir bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz
Yok, hiç kaşlarını çatma, daima gül yapabilirsen. Tebessüm et. Ahlak
kalkarsa mana kalkar. Mana kalkınca, ne kadar çirkin sıfatlar varsa insanda
başlar kaynamaya. Evvela haset. Öyle zor çıkar ki insandan, o kadar zor yıkılır
ki o. Çok abidden bile gitmez. Çok zahitten bile gitmez. Çoook mütevaziyim
diyen adamdan dahi yıkılıp gitmez. Haset. Şimdi, ahlak tamamıyla çekildi mi
cemiyet-i beşeriye de, o beşerin fıtrat tarafından verilmiş olan kendisine
bahşedilmiş olan malikiyyet zevkini kaldırmaklık nazariyesi va’z edildiği
vakitte -anlatırsın sende dersin ki; kardeşim, bu fıtratla mücadeledir- mana
bunun taksimini yapmıştır, müsavat vicdanlarda olur, müsavat kalplerde olur.
Maddelerde tam müsavatın olmaya imkânı yoktur. Sen yüz kilosun ben atmış
kiloyum. Nasıl müsavi olabileceksin? Sen tabipsin, ben habibim. Nasıl müsavi
olabileceksin? Sen reçbersin, öteki lağımcı. Herkesi müsavi yapabilecek misin?
Herkesi müsavi yaparsan, Cüz ü kül
yekdiğerinden eyler istimdat ı dad.[19]
O vakit imkânı yoktur ki, kâinatın intizamı devam edebilsin. İntizam etmez. Sen
o müsavat kelimesi altında kendine bir dalavera hazırlıyorsun; beni uşak gibi
kullanacaksın. Tutmaz o. Yüz gram ekmek verdin, ben elli gram yiyorum sen yüz
gram yiyorsun; bana verdiğin yüz gramın elli gramı ne olacak? Olmaz. Binaenaleyh
Kudret bunu ahenklemiş. Fıtrat bunu intizamına koymuş. Bu netice itibariyle sen
bana muhtaç, ben sana muhtaç olacağım. Müsavat kalplerde, vicdanlarda, manada,
tamamıyla Hakk’ın huzurundaki müsavattır. Orada, manamda, hürriyetimde müsavat
olacak. İnsanlığımda müsavat olacak. Fakat maddeme geldiği vakitte nasıl
müsavat yapabileceksin sen? Sen elli kilo ben atmış kilo. Öteki yetmiş kilo,
öteki seksen kilo. Biri mühendis, biri doktor, biri asker, biri zabit, biri şu…
Olmaz onunla. Şimdi bunu aynen anlat…
Ahlak bozuldu mu? Der ki öteki, ahlak bozuldu ya… Bozulunca ne geliyor? En
birinci sıfat hased işliyor ya. İyi ama bunun şu defteri var mı? Var. Ben aç
kalayım, beni uşak gibi kullansın, bunun defterini yırtacak mı, yırtacak. Varsın
olsun. Bak belaya şimdi. Anlatabildim mi? Onun içün ahlak, gönüllerde yer
etmedikçe beşeriyet katiyen hiçbir çirkin halden kendisini kurtaramaz. İmkân
yok. Kurtulmaz. Kati rapor sana. Ne
kuvve-i cebriye kurtarabilir, ne o beşerin uydurmuş olduğu şeref-i nefs denilen
şey kurtarabilir, ne efendime söyleyeyim… Çünkü şerefi nefis… İki konuşma evvel
söyledim, herkes de ayrılabilir. Tüccarda şeref-i nefis başkadır, esnafta
şerefi nefis başkadır, diplomatta şerefi nefis başkadır. O ayrı ayrı şeyler o. Tabiat
...dir. Ama o şeref-i nefis denilen
Hakk’ın biraz evveli söylediğim, gayur sıfatından gelen bir mevzu ise o vakit zaten
Hakk ve iman mevzuu giriyor, mesele hal olunmuştur. Onu attıktan sonra maddenin
şerefi, şerefi nefs-i celb-i[20]
menfaattır.
Dağıtmış olduğum cümleleri topluyorum, konuşmayı keseceğim. Vakit nasıl
bakalım, söyleyin bana da. Haa. Ooo daha çok var, yediye kadar, sekize kadar.
Ne o birbirinize bakıyorsunuz? Merak etme on beş dakika daha. Azıcık daha
açlığa dayananımız yok. Bakıyor birbirine. Baktı mı? … Söylediğim şeylerin hiç
biri tutmadı. Haklısın sen, bende o kuvvet yok, tutturabilmek için. Dinleyende
değil hüner, söyleyendedir. Dinleyende değil, söyleyende. Felah dedim, bak bir,
dimi? Unuttun sen belki. Ve onun üzerine dedim ki; deden bir mana kabul etmiş.
Aptalcasına mı kabul etmiş acaba? Bakmış, bakmış, bakmış. Felah.
Ama biz farkında değiliz. Minare günde beş defa felaha davet eder. Bak
dedenin kabul ettiği manaya bak. Hem öyle vakitler tayin edilmiştir ki, insan
günde beş defa manen makam-ı tefahura[21]
çıkarmış. Tefahur tekebbüre[22]
götürür, tekebbür zulme çıkarır. Ehl-i
mana onu biliyorlar keşfen. İnsanın günde beş devresi varmış, o devrelere onlar
taksim edilmiş, o beş devreden insan makam-ı tefahura çıkarmış. O anda derhal
felaha davet ediyor. Anlatamıyor muyuz kavl-i felahı? E sen günde beş defa
felaha davet edildiğin halde geri kalmışsan, senin mananın sana ne kötülüğü var
kardeşim? Yok ki hiçbir manayı ilan eden bir sahada günde beş defa felaha davet
eden… Mesela sair edyan[23]da
davet, çanla, çıngırakla şunla bununladır. İnsan, insan sedasıyla davet olunur
diyerekten, deden, insan sedasıyla davet olunan manayı kabul ediyor.
Anlatamıyoruz galiba?
Sonra o kadar incelik var ki mesela herkese göre felah değişir. Öyle mi? Herkese
göre değişir. Çok günahkâr bir adam içün felah, Kudret’e karşı boynunu büker,
acaba beni bundan sıyıracak mı, der. O günahtan af olunması onun felahıdır. O onu
ister o. Böyle bir hali olmayan bir kimse, felah dendiği vakitte dar-üs selamı
ister. Ben gel emrini aldığım vakitte
bir yüz göreyim de gideyim, der. Benim felahım odur der. Biraz daha ilerlemiş
bir kimse, mülimin[24]
nimetinden müstağrak[25]
kalmak ister. Daha makam-ı aşka çıkan kimse lika[26]
ister. Bak felah ayrılıyor, kısım kısım. Öyle bir manayı seçmiş ki deden, [27]
كلكم راعٍ
وكلكم مسئولٌ عن عيّته İşte dedenin seçmiş olduğu mana bu kanunuyla
diktatörlüğü yıkar. Her biriniz baştan aşağı çobansınız, her çoban kendisine
verildiği şeyden mesuldür. Mesul olmayan kimse yoktur, diyor Kudret. Emir olsun,
reis olsun, bay olsun, geda olsun, şah
olsun, kul olsun, kim olursa olsun herkes mesuldür.
Yalnız ben ben sual vermem, herkes sual verecek mesul. Mesuldür. Yok. كلكم راعٍ وكلكم مسئولٌ عن رعيّته Her biriniz çobansınız,
mananın bu kanunu ile diktatörlük yıkılır. Deden bu manayı seçmiş, seçerken. Daha
daha لا طاعة لمخلوق في معصية الخالق [28] Mananın bu kanunu ile de neyi seçmiştir?
Hürriyeti seçmiş işte. Mahlûka itaat olunmaz o itaatten Allah’a (cc) isyan
çıkarsa. Hürriyet. Anlatabildim mi acaba? Mahlûka itaat olunmaz diyor, o
itaatten Allah’a (cc) isyan başlarsa. Nerelerini aramış, nasıl bulmuş? Senin
eline de bedava gelmiş, kıymetini bilmezsin. Buyurunuz, bu gün ki konuşma bu
kadar yeter.
[1] Tesmi':
(C.: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma.
[2] Mensî: (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan
çıkmış.
[3] Mühmel: İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş.
Bakılmamış. Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış.
[5] Bedi (Bedia): (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte
olan. Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok
yeni şey.
[10] Casiye Suresi 23. Ayet-i Kerime: أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ
اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ
غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
Meali : Tanrısını hevesi
edinen ve Allah'ın durumunu bilerek kendisini şaşırttığı, kulağını ve
kalbini mühürleyip gözüne de perde çektiği kimseye şimdi bir baksana! Artık onu
Allah'tan sonra kim yola getirebilir. Hala düşünmez misiniz?
[11] Gayur: 1) Kıskanç. 2) Hamiyetli. Çok çalışkan.
Dayanıklı. Çok gayretli.
[12] Münhasır: (Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice
tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili. Yalnız bir kimseye veya bir
şeye mahsus olan.
[13] İstirdad: Geri almak. Geri almayı istemek.
[14] Kavl-i
Mücerred: Delilsiz söz.
[16] Kişver: Memleket, ülke. İklim.
[18]
Zehr-abe Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. Mc: Acı, acılık.
[19] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı
dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine
yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi
Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi
yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her
zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye
yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri
sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de
gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan,
vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden... ve
nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak
diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça
var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkum kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de
ancak bu kadar yetti.
[20] Celb: Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
[21] Tefahur: Hirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp,
kusurdan gaflet etmek.
[22] Tekebbür: Kibirlenmek. Kendini büyük saymak. Nefsini
büyük görmek.
[23] Edyan:
Dinler
[24] Mülîm: Kendini levm etmek. Melâmette olmak. Kusurunu
anlayıp kendisini kötülemek.
[25] Müstagrak: (Gark. dan) Garkolmuş, dalmış,
batmış.Mânevi bir vaziyete dalmış. Kendini bilmiyecek derecede dalgın olan. Bir
şeye dalmış veya daldırılmış olan.
[26] Lika: Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız
görüşmek. Yüz, sima, çehre.
[27] Hadis-i Şerif: (İbn-i Ömer radyallahu anhüma’dan:
Şöyle demiştir: Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem’den işittim, buyurdu ki:
her biriniz çobansınız ve her biriniz elinin altındakilerden mesuldür
(sorumludur). (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40)
GAZEL
Bilmem niye âşıkan
utansın,
Bîgâne-i âşk olan
utansın.
Bir hâsılı yok zemine
düştüm,
Elden ne gelir zamân
utansın.
Hâk üzre kalış ziyâ-yı
mihre ,
Bir zül ise âsuman
utansın.
Râz-ı dili kim ederdi
ifşâ,
Ey mihr-i emel figân
utansın.
Sevmekle seni utan
diyorsun,
Sevmekse suçum cihan
utansın.
Dildâdene levm eder şu
bi'dil,
Gel şöyle görün eman
utansın
Ruhsar-ı Ziya, ne gül
gül oldu,
Sen söyle o meh heman
utansın.
Adanalı Ziya Bey.
[ii] Şiirin tamamı
NE OLMAK İHTİMÂLİ VAR
Dilin yine melâli var
Melâlinin kemâli var
Cihâna infiâli var
Ne mâhı var ne sâli var
Güzîde bir hayâli var
Gelen gider meâli var
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Melâlinin kemâli var
Cihâna infiâli var
Ne mâhı var ne sâli var
Güzîde bir hayâli var
Gelen gider meâli var
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Dök ehl-i necle âb-ı rû
Ricâle eyle ser-fürû
Bak imdi hâle sû-be-sû
Değer mi bir hayâta bû
Abes bu şiddet-i guluvv
Baş eğmem ölsem ey adû
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Ricâle eyle ser-fürû
Bak imdi hâle sû-be-sû
Değer mi bir hayâta bû
Abes bu şiddet-i guluvv
Baş eğmem ölsem ey adû
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Bugün vücûd isem ne gam
Değil mi âkıbet adem.
Hayât içinse bunca hem
İlâha eylerim kasem
Hayâta minnet eylemem
Bekadır asl-ı mültezem
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Değil mi âkıbet adem.
Hayât içinse bunca hem
İlâha eylerim kasem
Hayâta minnet eylemem
Bekadır asl-ı mültezem
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Bozuldu gülşenim gülüm
Daha nedir tezellülüm
Çok oldun ey teemmülüm
Sükûta yok tahammülüm
Kemâle mi tevaggulüm
Ademdedir tekemmülüm
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Daha nedir tezellülüm
Çok oldun ey teemmülüm
Sükûta yok tahammülüm
Kemâle mi tevaggulüm
Ademdedir tekemmülüm
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Olunca söz evet belî
Cihânın oldun a'kali
Şu hâlde baş mı eğmeli
Ziyâ ben olmadım deli
Edip bir iş ki mücmeli
Hâyâta bâri değmeli
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Cihânın oldun a'kali
Şu hâlde baş mı eğmeli
Ziyâ ben olmadım deli
Edip bir iş ki mücmeli
Hâyâta bâri değmeli
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var
Adanalı Ziyâ
Bey (1859-1932)
Kaynak: erbaa.gov.tr/şiir dünyamızdan
Abdullah Galip Paşa ‘2. Abdulhamid Dönemi Evkaf Nazırı. (1828-1903)
0 yorum:
Yorum Gönder