22,11,59, 94 dk (310)
…akıl bunların hepsi, mana-ı
insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzu daha ziyade insan mefhumu
ile alakadar. İnsan nedir? Hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme gelip gitmesinde
kendisinin bir ihtiyarı var mıdır? Bütün varlık, seması ile arzı ile encümü[1]
ile bütün mevcudat senin ismine müsahhar[2]
kılınmış. Zahirde bir cilm-i sağir[3],
nihayet elli atmış seksen yüz kiloluk bir kan ve kemik torbasından ibaret gibi
gözükür ve o gözüken varlığı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilir.
Fakat içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu, o mana-ı ihtivası,
kendisini arada sırada hesaba çeken hâkimi -ki ona vicdan-ı kibriyası derler- o
da kâinatı muhit.
Bir cephesi ile çok acz içerisinde, bir vechesi ile de bütün kudretler kendisine tevdi edilmiş bir varlık içerisinde. E bu varlığı hamil bulunan insan, nedir bu? Nereden gelmiştir? Nereye gidecektir? Kâinatta hiçbir zerrenin abes vücut bulduğu görülmüyor. Evet, belki zaman, asır asır, ilimler kendini keser, cehil meydana gelir, inkâr kapıları açılır fakat yine Hakk’ın tecellisi, o tecelliyi değiştirir. Yine netice itibariyle, ilimde hiçbir zerre abes meydana gelmemiş olduğu tahakkuk ettikten sonra, ya insan? Burada insanı tarif etmeklik, elle tutulur bir şekilde göstermelik, beşeri takatin dâhilinde değil. Elfaz yok ki, o kalıba sokasın, anlatabilesin. Bir “hal” ilmini alıyor. Anlatabiliyor muyum acaba? İlim birkaç kısma ayrılır: Mesela “kal” ilmi derler, sözle anlatılan. Çoktur ya o. Bir de “hal” ilmi vardır. İnsan o kadar her şeyi anlatır, anlatır da icabında, bal yememiş bir adama balı anlatamaz. Rap düşer, bütün ilim, ilmi bilgisi düşer. Hiç ömründe bal yememiş birisi çıktı karşınıza, balı anlatın bakayım. Anlatamaz. Bal şöyle tatlıdır... Ama ne? Eee nasıl anlaşılacak? O balı yiyecek o. Hal olacak onda. Anlatabiliyor muyum? Ondan sonra olur. Hani insanın pek o kadar bilgisine mağrur olması da Kudret’in yanında hiçtir, hiç. Böyle birisi, iki üç satır bir şey okurda kendisini semada gezer gibi vaziyet alır da sana hakaretle bakarsa, söyleyiver; “Sen daha balı bile anlatamazsın, bal yemeyen adama” de. Düşer kanatları.
Bir cephesi ile çok acz içerisinde, bir vechesi ile de bütün kudretler kendisine tevdi edilmiş bir varlık içerisinde. E bu varlığı hamil bulunan insan, nedir bu? Nereden gelmiştir? Nereye gidecektir? Kâinatta hiçbir zerrenin abes vücut bulduğu görülmüyor. Evet, belki zaman, asır asır, ilimler kendini keser, cehil meydana gelir, inkâr kapıları açılır fakat yine Hakk’ın tecellisi, o tecelliyi değiştirir. Yine netice itibariyle, ilimde hiçbir zerre abes meydana gelmemiş olduğu tahakkuk ettikten sonra, ya insan? Burada insanı tarif etmeklik, elle tutulur bir şekilde göstermelik, beşeri takatin dâhilinde değil. Elfaz yok ki, o kalıba sokasın, anlatabilesin. Bir “hal” ilmini alıyor. Anlatabiliyor muyum acaba? İlim birkaç kısma ayrılır: Mesela “kal” ilmi derler, sözle anlatılan. Çoktur ya o. Bir de “hal” ilmi vardır. İnsan o kadar her şeyi anlatır, anlatır da icabında, bal yememiş bir adama balı anlatamaz. Rap düşer, bütün ilim, ilmi bilgisi düşer. Hiç ömründe bal yememiş birisi çıktı karşınıza, balı anlatın bakayım. Anlatamaz. Bal şöyle tatlıdır... Ama ne? Eee nasıl anlaşılacak? O balı yiyecek o. Hal olacak onda. Anlatabiliyor muyum? Ondan sonra olur. Hani insanın pek o kadar bilgisine mağrur olması da Kudret’in yanında hiçtir, hiç. Böyle birisi, iki üç satır bir şey okurda kendisini semada gezer gibi vaziyet alır da sana hakaretle bakarsa, söyleyiver; “Sen daha balı bile anlatamazsın, bal yemeyen adama” de. Düşer kanatları.
Nem var ki laf edem özümden,
Mahfeyle beni benim gözümden.
Bu işi idrak edenler böyle
konuşmuşlar. Nem var ki laf edem özümden, Mahfeyle beni benim gözümden. İnsana
lazım gelen hakikati, hakikate sahip olmaklığa engel olan şeyi, kendisinin
sahte benliğidir. O da öyle bir şeydir ki, tuhaf bir hastalıktır ki öyle bir
maraz-ı manevidir ki, bir defa ona insan iptila halinde, ona müptela olursa
yakasını pek kolay kolay kurtaramaz. Hâlbuki sayılı nefes, gayet mahdud.
Tarfet-ül ayn[4] da insan
işte geliyor, bir şeyler hüüp haydi. Bu az zaman içerisinde mühim bir şey
yapacak. Faniyi baki ile değişecek. Anlatabildim mi? Biten şeyi bitmeyen şeye
değişecek. Bu âleme gelmekten gaye bu… Şimdiye kadar, yani konuşmaya başladığım
ilk cümleden şuraya kadar söyleyeceğim, çıkaracağım netice bu. Niye geldin bu
âleme? Geçici varlığımı geçmeyecek kudrete değişmeye geldim. Onun içün ahlak
mefhumunda ebediyete inanmak esastır. Buna inanmadı mı –ahlaka- insan intisap
edemez. Ebediyet… Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Ben… Madamı ki ismim
yoktu… Bunu hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum ve yayılması da lazımdır.
İşte görüyorsunuz, hamule-i[5]
irfaniye-i beşeriye taşmış. Zamanımızda az iş olmamıştır, şu son asır zarfında.
Kudret bütün kapıları açmış. Beşere kendi eliyle neler yaptırıyor? Bunlar ufak
şey değil. Bacağını kesiyorlar adamın, içerisindekini ayıklıyor, bacağı yine
varıyor, yürüyüp gidiyor. Bunlar ufak işler değil. Ölüyor, sıcak sıcak gözünü
çıkarıyor, a’manın gözüne takıyor, herif başlıyor görmeye. Ufak iş mi bu?
Bunlar neden oluyor? Allah’ın (cc) istifa kanunu ile bazı insanları seçerek
insanlar zulmetten nura çıkarmak içün ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, hiçbir
şey beklemeksizin göndermiş olduğu zatına mahsus zevat vardır. Onlara lisan-ı
manada enbiya denir. Onların eli ile bazı harikulade işler yaptırtmıştır.
Fail-i Hakiki Allah’tır(cc). Bilmem anlatabiliyor muyum? Şimdi bu meydan-ı
şuhudta onların yapmış olduğu şeylerin adına, mucize denir. Diğer bir ismine,
keramet denir. Onun fennen karşılığı olmadıkça Allah (cc) kâinata nihayet
vermeyecektir. Bu üç cümle içine soktum, söyledim ama bu kimsenin gözleri yine
bir tuhaf, zevk ile dinlemediniz şimdi. En mühim şey. “Keramet-i diniye
mukabili, keramet-i fenniye zuhur etmedikçe bu kâinata nihayet vermeyecek”
dedi, Hazreti Muhammed (sav). Bu kadar senin göğsünü kabartır. Madamı ki ilmi
manada bu tecelli etmiş, onun fen sahasında da çünkü fen, Allah’ın (cc) ism-i zahiriyle tecellisidir. O ihtiralar, biz
zanneder miyiz ki o ihtirayı yapan adam yapmış olduğu ihtiranın hüviyetini
bilir mi? Elektriği yapan adam elektriği anlatabilir mi? Niçün anlatamıyor?
Sahib-i hakikisi Allah da (cc) onun içün. Sana lazım gelen şeyi yaptırır, o
kadar. Öbür tarafını sana anlatmaz. Bir şey anlatabiliyor muyum? Ne varsa hepsi
O’nundur. [6]
وَنَحْنُ
الْوَارِثُون der.
“Mirasçı benim” diyor Allah (cc). “Herkesin varisi benim” diyor. Hiçbir şeyi
vermez. Verir alır. Hemen hemen her konuşmam da sık sık tekrar ettiğim gibi,
inanan da inanmayan da hep O’na çalışır. Hepimiz ona çalışırız. Sen kendi
kendine; “Ben kendime çalışırım” dersin. Benim bir gayem var. Hiçbir şeyin yok.
Herkes O’na çalışır. Çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır; “Hadi istikamet karşıki çukura, arş!” der. “Doldur çukuru!” Ama bunun farkında olup da bu fabrika-ı insanisini
ona teslim ederek… Kendisi öyle diyor zaten: Allah (cc) der ki; “Doğumlar, dalgasız denizden dalgalı denize
düşmek demektir”. Doğumun tarifi bu... Vahdet âleminden, kesret âlemine geçmek.
Bunun misalini ver hariçten; dalgasız denizden, dalgalı denize düşmek.
Şimdi manaya ait kitabı okurlar da insanlar, bazı inkâr sahasında bulunanlar
gülerler. Yunus Aleyhisselam bir balığın karnına düşmüş de… Sen düşmedin mi?
Sen şimdi balığın karnında değil misin? Sen şimdi muazzam bir karanlık denizde
değil misin? Bocalaman, kulaç atmak değil midir? Anlatamıyor muyum acaba? “Bu”
diyor, “Bu muazzam fabrikayı sen kendi
hesabına kendim işletirim de bir şey yaparım dersen, iflas edersin” diyor.
“Bunu bana sat”. “Ben kendi hesabıma almayacağım, senin
hesabına çalıştıracağım, nemasını da yani getirmiş olduğu kârını da yine sana
vereceğim, sat bunu bana sen”. “Sen işletemezsin”.
Mesela “bu fabrikanın en muazzam şeysi, akıldır”
der, –Çarkı-. Fakat sen bu aklı ben kendim işletirim dersen, o akıl senin içün
öyle müziç[7],
öyle muacciz[8], taciz
eden, iz’ac[9] eden bir
şey olur ki huzur içinde yaşayamazsın. Geçirmiş olduğun ne kadar hayatında
alam-ı[10]
akder[11]
varsa durmadan önüne diker. “Canım geçti”, hayır, o diker önüne. Şunu çektin,
bunu çektin, şöyle idin, böyle idin… Onu
diker. Bu yetişmiyormuş gibi de vukuu tahakkuk edeceği, namalum olan ne kadar
mahuf[12],
korkunç, hadiseler varsa onu da zihninde dokur, olmadan onu da önüne diker. E
sen ne vakit huzur içinde yaşayacaksın? Fakat bunu bana teslim edecek olursan,
ben onu bu kâinatın bir tılsımlı anahtarı yaparım. Meçhulleri açmaya başlarsın.
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Artık bütün aza-ı cevarihini bunun gibi
birer birer hesaba çek. Neticeyi kendin ver. Onun üzerinde vakit geçirmeyelim.
Demek oluyor ki; hülasa olarak,
beşer kendi benliğine, sahte varlığına mağrur olduğu gün Kudret onun elinden
merhamet elini kaldırıyor. O elde kalktıktan sonra ne kadar teali ederse etsin,
ne kadar terakki ederse etsin, huzursuz yaşıyor ve inleyerek gelip geçip
gidiyor. İşte mevziiyi konuşmuyoruz, şurası burası demiyoruz, bütün dünya
sekenesi üzerinde. Görüyorsunuz ki beşerin irfan hamulesi çok yüksek. Biraz
evveli dediğim gibi. Ama ıstırabı, içindeki ah sesi, huzuru, bunların hiç birisi
kalmamış. Niye buna çare bulamıyor? Bunun çaresi neden yok? Çaresi yok mu
bunun? … çok bol. Niye kullanmıyor? Kudret’le arası açıktır. İnsanlar biraz
zahirde ufak tefek ihtiralarda tekâmül ettikten sonra bir benlik geliyor. Bu hepimizde
vardır. Züğürtken yürüyüşü ile bir adamın, cebinde parası varken yürüyüşü
arasında fark vardır. Parası yok, ihtiyacı çok, mecburi kafasını yukarıya
kaldıramaz. Kendi kendine düşer kafa. Anlatamıyor muyum? O imkân yok, bu
omuzlar durmaz böyle.O kendi kendine düşer. Yolda yürürken boyuna çarpar
ayağını, takır, tıkır. Fakat biraz şöyle genişlesin, derhal gerilir. Öyle der
Allah da (cc); [13] وَلَوْ بَسَطَ
اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا Benim bazı insanı sıkmaklığım, ona merhametimden
dolayıdır, rahmetimden dolayıdır. Rızkımı böyle yayacak olursam,لَبَغَوْ ilk
işi bana isyan etmek olur. İsyan yalnız
ağızla olmaz: Hali ile olur, irtikâp ettiği fiili ile olur. Anlatabiliyor
muyum acaba? Kudret’le arası açılıyor insanların. O zannediyor ki hepsi
kendisinin. Hâlbuki hiçbir şey kendisinin değildir. Bu görünen
fevkaladeliklerde fail-i hakikinin fatır olduğunu idrak ederek ve “Ben O’na bir musluk olmuşum, bu hazineden akıyorum” hali ile yaşayacak
olursa daha başka türlü bir hale gelir. O vakit elem kalkar. Şimdi, elem kalkmıyor.
Bugün en büyük masaya sahip olan da huzur içinde değil, en muazzam kasanın
efendisi de rahat değil. En büyük rütbeye, en büyük caha malik olan da huzur
içinde değil. Neden huzur içinde değil? Çünkü cemiyetteki kaide bozulmuştur.
İnsanlığa lazım olan sıfatlar kaldırılmıştır. Allah (cc) kaldırıyor. Neden? Sen
benden emin değilsin, ben senden emin değilim. Huzur olur mu? En büyük rütbesi
var ama rütbesinden emin değil. En büyük caha sahip ama yarınından emin değil.
Anlatamıyor muyum? Emin değil. Neden emin değil? Muvazene-i beşeriye yok. O
nedir o? Havas ile avamın birbirine sarılması yok. Bunlar birbirine
sarılmadıkça merhamet, hürmet yok, bu ikisi birleşmedikçe muhabbet yok: Yıkım
muhakkak. Beşer yıkılmış. İnsani seciyesinden düşmüş. Yıkılmaktan maksat böyle
lübbedek elli kilosu düşmüş manasına değil, içi çökmüş. İçi çökük. Aşka sahip
değil. Aşk, ne ilimdedir, ne fazilettedir, ne defterdedir, ne kitaptadır, ne
sayfadadır. Yanlış anlamayın benim burada söylemiş olduğum aşkı. Romanda okunan
aşk değil. Bak yeni bir tarifini yapıyorum: Aşk, ne fazilettedir, “A, ondan da mı üstün?”, “evet”; Ne ilimdedir, “Ondan da mı üstün?”, “evet”. Ya “defterde mi, kitapta mı?” “Hayır”.
Onun içün hilkatte ona sahip olan insanların yolu ayrıdır. Aşk öyle bir
şecere-i nuranidir ki, dalları ezelde kökleri ebedde ne arşa dayanmış, ne ferşe
dokunmuş. Böyle bir manadır. Eğer içini bununla sardıracak olursan, ne elem
vardır ne keder vardır. Tam bir huzur vardır. Bir şey anlatabildik mi acaba?
İnsan hiç hür olmadıkça huzur bulabilir mi? Hür hür!
İnsanın da hür olabilmesi içün… Mesela der ki birisi; “ya ben hür değil miyim? Kimin kölesiyim? Kimin esiriyim?”. Nefsinin
yahu. Uzakta değil ki. Kötü düşüncelerinin esirisin sen. İrtikâp etmiş olduğun
zulmünün uşağısın. İnlettiğin masumun ahından yapılmış olan, Kudret tarafından
dokunan zincirle ensenden kelepçelenen esirsin. Neyin esiri değilim? Hür olmak
kolay bir şey midir? Hür olduğun gün iş bitti demektir. İnsanın bu âleme
gelmesindeki gaye kendi hürriyetini ispat etmek içündür. Kendi hürriyetini
ispat edecek. Ooo efendim ben hiç kimsenin kaydı altında yaşamadım. Böyle
büyüdüm, böyle gidiyorum. Ahrardanım ben. Yağma mı var ahrarda? Kolay iş mi o.
Hür olmak.
Bir şey okuyayım da daha iyi anla: Eski konuşmalarımda bir
misal vermiştim; yine o misali bir münasebetle verelim. Azıcık daha iyi
anlaşılsın. Bir şeftali çekirdeği alalım elimize yahut bir kayısı çekirdeği
alalım, bir kiraz çekirdeği alalım. Bu çekirdek ne vakit hürriyetini ilan eder?
Aldık şeftali çekirdeğini. Bunu dikeriz, lazım gelen hizmeti yaparız, meydana
gelir, filizlenir, büyür, bir fidan olur. Nihayet biraz daha tekâmül eder,
yapraklanır, çiçeklenir, günün birinde bakarız, bir şeftali üzerinde duruyor. O
şeftaliyi olduktan sonra koparırız, yararız, diktiğimiz çekirdeği içinde buluruz.
Diktiğimiz çekirdeğin cinsinden bir çekirdek buluruz. Bir şey anlatamadık
galiba. Acaba ilk diktiğimiz çekirdek nerede? O ağacın neresinde? O ağaç, ilk diktiğimiz çekirdekte. O
ilk diktiğimiz çekirdek o ağacın her zerresini muhit. Bir şey anlatabildim mi?
Her tarafa muhit… Bir de çekirdeğin aynını aldık, ne oldu? İlk diktiğimiz
çekirdek kendisi gibi bir çekirdek meydana getirdiğinden dolayı hürriyetini
ilan etti. Sen de Kudret’in bir meyvesisin, çekirdeğin kalptir. Burasını
söylememiştim şimdi, demliyorum. Nasıl o kalp gibi bir kalp meydana
getirebilirsen, eğer kendindeki kalp Hakk’a ayine olmuş, orada Hakk’ı müşahede
etmişse, hürriyetini ilan ettin. Yoksa sendeki kalp et parçası halinde durduğu
müddetçe sen esirsin.
Ey hâce
ki biz bende-i Merdân-ı Hüdâyız
Ma’nâ da
şeyhiz gerçi ki zâhirde gedayız
Anlaşılıyor mu acaba manası? Neyse, açayım biraz daha.
Bî-kayd-ı
cihânız bize hükm eylemez âlâm
Ahrârlarız
bende-i Hazreti Hudayız.
Evsâf-ı
derûn-i dili izhâra ne hâcet
Ma’lûmudur
ahvâlimiz ashâb-ı safâyız
Düştü yere her kim ki kıldı bize ‘adâvet,
Düştü yere her kim ki kıldı bize ‘adâvet,
Kim
derd-keşiz hü tîr i kazâyız hü fukarâyız.
Şimdi uzun
bu ya, şu kadar yeri bize yeter. Hürün, hür olan kimsenin, halini beyan ediyor
burada. Ey hâce ki, biz bende-i Merdân-ı Hüdâyız: Ey varına mağrur olan,
rütbesi ile cahı ile masası ile kasası ile ilmi ile zahirdeki etrafındaki
tapanları ile övünen, kendisinde varlık gören, o çalımını bize yapma. Git
nefsinin esiri olanlarla böyle konuş, orada yap onu. Niye? Biz bende-i Merdân-ı Hüdâyız; Biz Allah (cc) bendesiyiz
yahu diyor. Bizim kendimiz namına bir şey kalmamıştır. Biz zahirde garibiz,
hadisat bize lazım gelen hışmını yapar, savletini[14]
yapar fakat biz denizin dibinde bulunan aynen yalçın bir kaya gibiyiz. Çok
serseri dalga vurur, şırap, şırap, geçer gider. Biz yine dururuz. Bir şey
anlatamıyoruz galiba. Vurur, şırap vurur… Gerçi manada şeyhiz, gerçi ki zahirde
gedayız. Surette sen bize kıymet vermezsin fakat biz mana âleminin sahibiyiz
yahu. Allah (cc) ile hukukumuz var. Biz insanız, bize insan denmesindeki sebep,
biz ünsten müştakız. Sen benliğinde kaldığın içün sen nisyandan müştaksın.
Tabirime dikkat et. Nisyandan müştak, gaflet yani. Nisyandan müştak. Bir de
Hakk’ın enisi vardır; ona ünsten müştak, asıl insan ona denir. Biz insanız
diyor. Bî-kayd-ı cihanız; biz kayda gelmeyiz. Cihanla mukayyet değiliz çünkü
kayıtların hepsinin neticede cifeye inkılap ettiğini görüyoruz. Laşey olan
laşeye, biz bir şey demeyiz, gönül vermeyiz diyor. Biz kalıbımızla kalbimizin
vazifelerini ayırmışız. Kalıbımıza lazım gelen maddeyi almış, kalbimizde de
habibi tutmuşuz. Biz de misafir var. Sizinle meşgul olamayız. Bî-kayd-ı cihânız
bize hükm eylemez âlâm. Anlatabildik dimi? Alam elem yani ya. Ne arıyorsun? Ben
de elem mi arıyorsun ey düşman, bakalım sıkıntısından bahsedecek mi diyorsun?
Bize tesir etmez. Biz gönül evinde gezen peymaneyiz[15].
Bize el dokunmaz ki biz müteessir olalım. Neden? Biz Allah (cc) kadehiyiz be
yahu! Kalpten kalbe biz gezeriz. Ahrarileriz, hürüz yani demek o, hürlerdeniz.
Dedik ya, hani bir adam şöyle hür olabilirse tam bir istikamet verebilir. Neden
hürüz diyor? Ahrârlarız, bende-i hazreti Hudayız. Bunu söylemesi kolaydır,
tatbiki zordur. Biz Allah’a (cc) gönül vermiş, yalnız oradan isteyenlerdeniz.
Binaenaleyh hürüz biz, hiçbir yere bağlı değiliz, yalnız Allah’tan (cc) ister,
O’nun yardımından ister, yüzümüzü de ona çevirmişiz.
Bu öyle bir zor bir şeydir ki.
Bunu şöyle bir misal getireyim daha iyi anlaşılsın. Mana ilmi ile din mevzuu
ile getireyim burasını daha güzel anlaşılır. Kur’an-ı Mübinde en zor bir ayet
vardır. Tatbikatı zor. Zor ayet demek, ameli zor. Hani mesela bazı adam der ki;
“Efendim ben bu sene hamd olsun yedi tane hatim indirdim. Ramazanda iki tane
hatim indirdim”. Canım sen hele üç ayeti
indir, arş senin ayağına iner. Sen yedi tane ooo… hatmi ancak bir zat
indirebilir. Bir de varisi kimse, başkası indiremez? O onun malı. Ta ibtidasından[16],
intihasına[17] kadar
bir zat indirir, bir de varisi var, kimse o indirir. İşte o öyle değil ki o.
Şimdi belki zihinleriniz de karıştı. Anlatayım da o karışmış olan şekli
değişsin. Kur’an’ı okumak, hatmetmek
demek, okunan her ayetin manasını kendi haline giydirmek demektir.
Anlatabildim mi acaba? Bir ayeti okudun, onun manasını kendi üzerinde tatbik
edersin, o tatbikatını gördün mü ikinci ayete geçersin. Onu hatmettin. Bir şey
anlatamıyor muyum? O öyle kolay bir şey değildir. Ben bu ramazan iki tane indirdim,
bir sabah bir akşam. Canım sen üç ayeti eğer indir, Huda böyle tutar. Kolay şey
mi o?
Misal gelecek şimdi anlaşılacak
çok güzel: Şu; اِيَّاكَ
نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
Eğer bunu okumuş, halini giyinmişsen, baş safta, ser-ü tummar-ı[18]
nedimandasın. Bak ne kadar kati, kestirme konuşuyorum. Tabi söz benim değil,
ben nabi[19]
nihayet şuradaki makine gibiyim. Ben haddimi bilirim. Ne var onda? Harici bir
misal vereyim daha iyi anlaşılsın şimdi o: Bu bir misaldir, bunun daha bir
misalini veriyoruz. Bir vakit de verdim bunu ama şimdi şümullendi konuşma,
açıldı. Onun içün şey ediyoruz, tekrar ediyoruz. Tefsirlerden muteber bir
tefsir vardır. Hemen hemen her diyarda okunur, rağbet görmüş, Kadı Beydavi
tefsiridir. Kadı tefsiri denir. Bu zat bu tefsirini yapmış, yaptıktan sonra
hocasına götürmüş, hocası arif bir adam, sahib-i irfan. Demiş; “Efendim işte, huzur-u feyzinizde sizin
himmetinizde şunu meydana getirdim, lütfen nazar-ı akdesininizden[20]
bir geçsin”. “Koy oraya!” demiş.
Birkaç gün sonra tekrar gitmiş. “Nasıl
buldunuz?” demiş. “Eh, berhudar ol,
Allah (cc) niyetini karşılasın”. Demiş; “Efendim, sormaklığımdaki cürretimi şey etmeyiniz, eğer hoşunuza
gitmişse, bir kıymet ifade ediyorsa bunu siz daima sık sık padişahla temasınız
var, padişaha arz edin de benim sıkıntım var belki bir ihsanda bulunurlar”.
Şöyle bir bakmış, “Acayip” demiş. “Sen
bu tefsiri yaparken Sure-i Fatiha’da اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ
نَسْتَع۪ينُۜ ayetine mana vermedin mi?” Bir duraklamış, onun manası; “Yarabbi seninle sana kulluk ederim, sen beni
öyle bir hilkatte yarattın ki senden başka hiç kimsenin kapısını çalmam. Senden
başka hiçbir yere müracaat etmem. Sen yardım ettin de ben hidayet üzerinde
kaldım; ya etmeseydin, ben kim bilir kime tapardım? Mana vermedin mi?” Bir
duraklamış, “Al git yeniden yaz, tefsiri
bir daha baştan başla, ayetlere dikkat et, ondan sonra getir de okuyayım”
demiş. Daha “elime alıp okumadım”
demiş. Acaba anlatabiliyor muyum? Bu kadar da bu iş, bu anlattığım mevzuu bu kadar
da zordur. Tatlı olmakla beraber, pek de kolay değildir.
Kerim olanlar İmam-ı Ali Efendimize (kv) sormuşlar; “Alçak kime derler?” diye kendilerinden
sormuşlar. “Ya Ali, İbn-ü Ebu Talip,
alçak kime derler? Ezellün nas mu’tezillun ilâ leim. Cevap
veriyor: “İnsanın en alçağı alçak adama
gider de ona beyan-ı iltizam[21]
da bulunur, Yüz suyu döker” diyor. Alçak bir adama gider, ona beyan-ı ihtifaz[22]… “Hatta kerim olanlar, kerim olanlara dahi
yüzsuyu dökmezler, kardeşim Musa gibi”. Öyle misal getirmiş; “Kardeşim Musa
gibi” demiş. Bilirsiniz ki -hepinizin bildiği şey- firavun diye bir adam
gelmiş. Vaktiyle Mısırda yetişen hükümdarların hepsine firavun derler o bir
lakaptır fakat Musa’nın (as) firavunu diyelim daha iyi anlaşılsın. Önce o kadar
zalim bir adam değilmiş. Aynı zamanda sahası da bolmuş, cömertmiş de. Onun içün
Kur’an’da Nemrut gibi o kadar çok çirkin şekilde bahsedilmez. Zulmü, küfrü
filan söylenir ama nemrut gibi hem zalim, hem kâfir, hem hasis. Firavun öyle
değilmiş. Fakat etrafındakiler el çırpa çırpa, “sensin efendim” diye diye, nihayet firavunu öyle bir zalim
yapmışlar ki, Allah (cc) ile azamet yarışına çıkmış, en nihayet [23] اَنَا۬
رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş.
“İşte Rab mab Allah filan benim” demiş. Önce böyle değil, abid, zahid bir adam.
Fakat o etrafındaki toplanan insanlar, “Senden
başka yok, sen yaratırsın, sen halk edersin, senin kafan gibi kafa yok”
filan derken, biraz daha seneler geçtikçe kalınlaşmış, kışırlaşmış,[24] kışırlaşmış,
nihayet “Sen Rabsin” demişler, “biz sana iman ettik”, o da en
nihayet اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş. Onun içün öyle der Cenab-ı Peygamber; “Firavuna iman edenler, firavundan çoook sene
evvel âlem-i nara giderler. Firavunu onlar firavun yapmıştır” derler.
Mesela Nemrut öyle demiyor. Firavun Musa’ya (as) diyor ki
en nihayet, “Sana tabi olanlar sana, bana
tabi olanlar bana” . Anlatabiliyor muyum inceliklerini? Yani nemrut gibi
bazı öyle zalim insanlar var ki, hiç göz açtırmıyor. “Atın ateşe İbrahim’i” (as) diyor.
Firavun, Musa’yı (as) ateşe atın demiyor. “Pekâlâ” diyor, “Sen madamı ki bu davayı açtın, sana inanan
sana bana inanan bana”. Neyse, görmüş olduğu rüyayı da bilirsiniz. Bir acib
rüya gördü. Rüya, hayatın programıdır. Bazı insanlar rüya yok. Rüya hayatın
programı. Yalnız rüya ile adgâs-u ahlâm[25] ikisi
birbirine benzer. Size onu da anlatayım. Hani midenin şusundan busundan,
buharından, ona adgâs-u ahlâm denir. O ayrı. Rüya levh-ü mahfuzdan kulun kendi
kaderine ait olan bir bahsin ders kaçırılmasıdır. Anlatabildim mi? Fakat onu
erbabı olacak, o da ayriyeten bir ilim o sahayı bilecek. Ve onun için der ki Resul-ü
Ekrem (sav); “Rüyayı kıymetsiz görmeyin ve çok emin dostunuz olduğuna iman
etmediğiniz insana da söylemeyin. Bileceksin ki bu adam beni benden çok sever, bir.
Bir de gönlünüze çöker, der, hoşunuza gitmez. İçinizden, “Bu rüya benim hakkımda hayırlı değil”, böyle bir acı hissedersiniz,
onu ağzınıza dahi getirmeyin, derhal kalkın, iki rekât namaz kılın, Allah’a(cc)
sil bunu deyin, siler” der. Bir şey anlatabildim mi?
Mevzuumuzun haricinde ama hayatta hepimiz yaşıyoruz, birçok
hadiselerle, gönlüm istedi ki sizi de inanmış sınıf diyerekten kabul ettiğimden…
Yoksa mevzuumuzun haricinde. Fakat en mühim yeridir. En doğru rüya, en doğru
söyleyen adamlarınkidir derler. Bunu da anlatabildik mi acaba? En doğru sıhhati
meydana çıkacak olan rüya… Sonra kırk senelik de olurmuş. Yani kırk sene sonra
tahakkuk edeni de olur. Onun öyle ehilleri var ki, mesela; Şeyh-i Ekber
Hazretlerine biri gitmiş, bir rüya söylemiş. Rüyasında zeytine zeytinyağı
doldurmaya çalışıyor. Rüya bu ya, zeytini açmış zeytinyağı dolduracağım diyor
zeytine. Diyor, “Böyle bir rüya gördüm”.
“Şimdi git, refikanı boşa” diyor, “Derhal boşa”. Bu, neymiş o? Hiçbir sebep
yok. “Sorma sebebini boşa” diyor. “Boşa ve hürmet et.” Israr edince “Annen” demiş. “Annen”. “Nasıl
olur” diyor. Tetkik ediyorlar. Babası bir diyarda evleniyor, o altı
aylıkken çocuğu alıyor, anasını bırakıyor, başka bir diyara gidiyor.
Anlatabiliyor muyum acaba? Zaman geliyor seneler geçiyor, biri şarkta biri
garpta tesadüfen bir yerde nihayet yabancı zannedilerekten nikâh yapılıyor,
evleniliyor, annesi olduğu tahakkuk ediliyor. Bak, rüya, rüya da böyle.
Sonra şey de vardır, Osmanlı İmparatorluğu zamanında,
tekkeler kapanmış, Mevlevi dergâhları kapanmış, zannederim Murad-ı Rabia[26]
ve yahut herhangisi ise hafızamdan çıktı isim. Rüyasında diyorlar ki, Hazreti
Mevlana (ks) geliyor. Hemen istikbaline çıkmış. Böyle karşılaşırlarken, Mevlana
(ks) şöyle yapmış. Merak ile uyanmış. O günün muabbiri[27]
de bir, arif bir zatmış. Çağırmışlar. O Mevlevi tekkesinde yapılan ayinin adına
mukabele denilir. Istılahı[28].
O kadar kibar bir tabir yapıyor ki, bayılır insan irfanına. Padişahım Pirimiz,
men-i mukabelenize[29],
men-i muvacehe[30]
buyurmuşlar. Yani siz onun o adabınızı men etmenize karşı, onlar da yüzlerinizi
sizden men etmişler. Bir şey anlatamadım mı? Rüya, rüya ama öyle rüya. Tabiri.
Yoruldunuz mu, keseyim mi? Men-i mukabelenize, men-i muvacehe buyurmuşlar. O
arif insanlar kalmamış.
Zahirde kaba insanlarla, ilm-i zahirisi var da birçok
bilgisi var fakat irfanı olmayan, böyle benlikle gezen bir kısım halkı hükümdar
davet ediyor. Bir de bunları davet ediyor. Sofra kurulmuş, bu kadar, seksen
santimlik kaşık, sofrada herkesin önüne konmuş. Şimdi yalnız satır ilmini biliyor,
bunun gururunda yaşayanlardan toplanmış olanlar, yemek yenecek başlamış kaşık
birbirine vururken “Şöyle dursana yahu,
böyle dursana yahu” diyerekten birbirine hakaret etmekliğe… Onlar sofradan
kalkmış, kalktıktan sonra ahlak terbiyesi görmüş
olan insanlar oturmuşlar. Oturduktan sonra bakmışlar kaşıklar seksen santim.
Şüphelenmiş. Hani bir hissi kablel vuku olur ya.…(46:05) Acaba maddenin
kesafetinde bulunanlar bu hissi kablel vuku diye söylenen söze ne derler,
manasına? O hissi kablel vuku mu nedir
o? Ben onu size bir gün anlatayım. O mühim bir iş o. Mesela şöyle durusun da; “Zannedersem filanca bugün geliyor galiba,
yolda mı nedir” dersin, tırrrt kapıyı çalar gelir. Nedir o, nereden geldi
sana o haber? Nereden geldi o haber? Onun şeyi var mı? Var ya. Var. Soyun,
soyun, soyunduktan sonra Huda insana neler ihsan eder neler?
Bademin kabuğunu
kırdıktan sonra şekerden kabuk yaparlar. Acaba anlatabildim mi? Bademin dışında bir tahta kabuğu
vardır. Onu kırdıktan sonra ona şekerden kabuk yaparlar. Biraz da ince yaparlar
azıcık da fazla kavururlarsa, onun yemesine doyum olmaz. Maalesef ki Türk
şekerini biz kaybettik. Şimdi Türk şekeri yoktur orta yerde. Mevzuu nereden
nereye uğrattı. İçim yanaraktan söylüyorum. Türk şekeri yoktur. O Türk şekeri o
bir harika o. Öldü o sanat. Taklit, taklit, taklit, sıhhatimize en nafi olan,
en büyük ilaç olan o şekeri kaybettik biz. Yok. Nişanlarda verirler, düğünlerde
verirler, kutunun içerisinde, altı bakır, üstü teneke bilmem şu bu filan, bu
kadar bu kadar şeker. O yenir mi o. Çakıl taşı gibi yenir mi? Dişini kırar.
Emsen lezzeti yok. Üzeri boya. Şu kadar şeye kafası aramıyor da dedemin yaptığı
şeker nerede diye arayanını bulamadım. Bu kadar da taklit olmaz ki. Hangi şey
yaldızın içerisindedir, kakaoludur onda bir şey vardır, dikkat et sen. Evet,
onun ambalajı mambalajı güzel ama karaciğerini berbat eder. Hakiki akide şekeri
de veremi tedavi eder. Hilal-i Ahmer
Reisi Ali Paşa vardı, üç
hükümdara doktorluk etmiş bir adam, doksan yaşında. Doksan iki yaşında vefat
etti. Bizzat o söylemiştir bir gün. Ben, fakir, vereceğim gıdaları almaklıktan
aciz insan geldi mi, onu gözünden halinden anlarım. Ona günde iki yüz gram, yüz
elli gram, yirmi dört saat zarfında emerek, peynir şekeri yahut esansı bozuk olmayan
bir akide şekeri bulup da yiyebilir misin derim ve onu veririm, Allah’ın da (cc) şafi ismi tecelli eder,
dipdiri altı ay…. Tabaka, nişasta ile
şeker karışmış, emsen çiğ nişasta kokar. Kırayım desen dişin kırılır. Fakat o
dedenin yapmış olduğu, bademi kavurur öyle bir milim üzerinde şekeri böyle
sarar, onu yediğin vakitte birisinin yanında konuşursan o bademin kavrulmuş
kokusundan o adamın ağzı sulanır. Nerede o sakızlı lokum? Beni ta’yib[31]
etmeyin. Mevzuunun içerisinde makam-ı ekl[32] de
konuşuyor demeyin. Türk sanatını anlatmak istiyorum. Türk değil misin? Yani
dedenin kibarlığını söylemek istiyorum. Mide rahatsızlığı yoktu. Yok ya.
Yemesini biliyor. Sabahleyin yatağından kalkar kalkmaz daha otururken,
akşamdan hazırlanmış, ufak tabağın içerisinde iki tane rahat-i hulkum[33],
yani lâtif lokum dediğimiz hilesiz şekerden yapılmış, temiz sakızdan, üzeri
sedef gibi böyle pullanmış, üüüüü içeriye bir karakulak bardağı suyuyla onu aldı
mı, midede rahatsızlık filan öyle bir
şey yok. O öldü o, kalktı. Lokum şekeri de almış olsan lastik gibidir. Çek dur
böyle, ne tadı olur onun? Öyle demişti o, Hilal-i Ahmer reisi idi. Ondan evvel
üç hükümdara doktorluk etmiş adam. “Doktorun imanı olmadıkça hasta üzerinde
tesiri olmaz”[34]
derdi. Ne mühim şey. “Şahsımda tecrübe etmişim diyor, şahsımda”. Hala nadim
olurum, bir istida yazmıştı, onun suretini ben almadım diyerekten, hala içimde
bir nedamet vardır, gaflet ettim derim. Hem hekim, hem hâkim, ne bileyim ben?
Hem arif, hem zarif, öyle bir adam. “Ben
kırk yaşında” dedi “verem olmuşum.
Arkadaşlarımı çağırdım, birbirimizden gizleyecek bir şeyimiz yok dedim. Ben
veremin had devrine girdim.” O vakit de böyle daha şimdiki gibi değil,
şimdi nispeten verem nezle gibi diyorlar. Kesiyorlarmış, biçiyorlarmış, bir şeyler
yapıyorlarmış. Yani eski, eskiden daha korkunçmuş. Şimdi o kadar korkunç değil.
Deniyor. Benim saham değil, işittiğimi söylüyorum. “Günden güne gidiyorum, çağırdım arkadaşlarımı, beni bir iyi muayene edin. Bizim bildiğimiz mevzuuda ben
azami bu âlemde daha ne kadar kalabilirim?” “Bizim bildiğimiz mevzuuda…” Canım işte… “Bırakın teselliyi filan demiş, kendimi biliyorum”. “Vallahi” demişler, “Azami dokuz ay bu ciğer seni taşıtır, ondan sonra kadere boyun kesmek
lazım”. “Siz iki ay benden daha fazla
tahmin ettiniz, ben yedi ay diyordum siz dokuz ay dediniz. Ama benim dediğim
daha isabetlidir.” “Metinim”
diyor, “imanlı adamım, müteessir değilim,
Allah’a (cc) gideceğim diyorum. Biraz da beşeriyetim geldiği vakitte azıcık da
bir korku geçiriyorum.” “Korkum”
diyor, “Gençliğim bedava geçmiş, o. Yoksa
başka bir şeyden de korktuğum da yok o kadar” diyor. “Bütün servetimi topladım, adada köşküme çekildim, dokuz ay zarfında
bunu bitireceğim, benim de işim bitecek”. Kafaya baksana, bendeki kafaya
değil. Bendeki kafaya bak, diyor. Söyleyeyim mi, ister misiniz yoksa? Amcam, diyor,
Vefa’da oturur, bir gün adaya geldi. Dedi ki; “Ali, ben Medine-i Münevvere’ye gidiyorum. Huzur-u Peygamberi’de
bulunacağım, senin bir arzun var mı? Bir şey ister misin, bir arzun var mı, arz
edeyim?” “Bana diyor öyle bir şeyle söyledi ki, sanki o sözü Cibril
söylüyor, amcam değil. Öyle yatağın içerisinde diyor, bir bir hal geldi bana,
bir tuhaf bir, hiçbir şeyim varmış, yokmuş. “Müsaade et amca!” dedim diyor. İşte o gaflet ettiğim o. “Bir kâğıt kalem istedim”, diyor. Eskiden
böyle bir nezaket ananesi vardı, itikat, inanma mevzuu. Anlatabildim mi? “Zatı Cenab-ı Risalet Penah[35]a
bir isti’da yazdım” diyor. Yazmış…
İsti’danın içerisinde yalnız şu cümle kırık olaraktan hafızamda kalan, gayet
güzel cümleler. Cümlenin bir tanesi bu; “Ey
Şah-ı Resul, ne istedin de olmadı. ümmet misafiri
beni kabul et. Hayat istiyorum senden.” Böyle. İçinde geçen cümleler
bunlar. Yazdım bunu huzur-u risalet de penahiye verirsin dedi. Ben yine
yatıyorum diyor. O usul neyse o usule devam ediyoruz. On beş gün sonra içimden
bir ses: “Alçak”. Kendim diyor. “Sıkılmaz herif, imanın vardı niye yatakta
yatıyorsun? İsti’dayı gönderdin yataktasın. İmanın yoktu orası eğlence mi, niye
yazdın?” Bir tekme vurdum yorgana… Bana o vakit onu hikâye ettiği vakitte seksen
beş yaşındaydı, “Kırk beş sene oldu,
Allah (cc) yeniden ciğer verdi bana ciğer”. Bir şey anlatabildim mi acaba? Allah
(cc) bana ciğer verdi yeniden, ciğer” derdi. Demek ki, insan bende-i Huda
olursa;
Ey hâce ki biz bende-i Merdân-ı
Hüdâyız.
Ma’nâ da şeyhiz gerçi ki zâhirde gedayız.
Bî-kayd-ı cihânız bize gelmez,
hükm eylemez âlâm.
Ahrârileriz bende-i Hazreti
Hudayız.
Buraya nereden girdik?
Hatırlatabilecek misiniz acaba? Ooo çok çok geçtik onları çok. Tamam, kim
söyledi? Hah, oradayız. O nirengi noktası oraları da biraz geçtik ya, asıl kaldığımız nokta şuydu.
Ben size hatırlatayım, mahsus soruyorum, iyi dinliyor musunuz diyerekten.
Firavunun rüyası gönlüne çökmüştü. Dimi? Tam buradayız işte muhabirleri
çağırdı. Çağırdı muhabirleri…
… üzmesin diyerekten hafif yollu mana vermeye başladırlar, hafif.
“Hayır dedi, bana hakikati söyleyin, sizin dediğiniz gibi değil ve hiç mesul
etmeyeceğim sizi.” Biri dedi ki; Beni
İsrail’den bir zat gelecek, senin altını üstüne getirecek”. Firavun da karar
verdi. Beni İsrail’den gelen erkek çocuk imha edilecek. Karısı Hazreti Asiye, o
büyük kadın…. E işte böyle Allah’ın (cc) işi. Karısı en büyük bir veliye -muazzam
bir hüviyeti var indi ilahide- kocası firavun da en ileri gelen bir kâfir.
Önlemek istedi, önlenmez ki, nihayet biraz ta’tif[36]
etmek üzere dedi ki; “Senin tahtın,
saltanatın, azametin, Beni İsrail’in omuzunda değil mi? Kim çekiyor bunları?”
“Evet.” “Sen bunların kökünü kazarsan zaten kendi kendine yıkılacaksın. Biraz
kadere tabi ol yahu” dedi. “Biraz
tabi ol, Kudretle bu kadar yarışa kalkma, hiç olmazsa bir sene geleni bırak bir
sene geleni imha et.” Bu biraz mülayim geldi. Bir sene geleni bırakıyor,
bir sene geleni imha ediyor. İşin azametine bakın ki, Musa (as) imha edilen
senede dünya geldi. Bir senede bırakılandan gelmedi de, imha edilen senede
dünyaya geldi. Acaba neden? Ben size bunu birkaç sefer anlatmışımdır fakat
bugün mevzuda münasebet aldı da tekrar ediyorum. Hür mevzuuna getiriyorum bunu.
Bu anlattığım şeyi buraya getirmekteki maksadım, bugünkü mevzuda insan
hürriyetine sahip olmazsa, hürriyet demek -anlattık bidayette tekrar etmeyelim-
hiçbir şeye malik olamaz hayatta, ona imkân yoktur.
İki tane aslan tasavvur edin. Biri sahra-ı beyaban[37]
da bir kilometreden kükrese kaçacak delik ararız. Diğer bir aslan da sahnede.
Elinde değnek dürtüyor, filan. Yanına gidip bakıyorsun. O da aslan, o da aslan.
İyi ama sıfatları değişti. Ya nasıl değişti? Sahnedeki aslana iğne vurula
vurula, dişi söküle söküle, kafasına vurula vurula aslanlık sıfatı kalmadı.
Eğer Musa (as) kesilmeyecek senede dünyaya gelmiş olsaydı; Firavunun yumruğunu yiye yiye, kafası ezile ezile, insanlık hakları
tepelene tepelene, hakiki insan hüviyeti kalıp da firavunla boy ölçüşemezdi.
Acaba anlatabildim mi? Allah (cc) Onu firavunun kucağında büyütüyor, kesilecek
senede getiriyor işte cilveler döndükten sonra tam bir şehzade gibi, tam bir
hürriyetle, e icabı geldiği vakitte gel bakalım diye hesap soruyor. Acaba
anlatabildik mi inceliğini? Onda muazzam incelikler var. Sonra Allah (cc) öyle
diyor;
Hilâfından hazer eyle Rızâ-yı Bârî'yi gözle
Mukadderde hatâ olmaz hemân yan gel safâ eyle. Ben takdir ettim
mi adamı düşmanının kucağında büyütürüm. Ona, onu uşak yaparım ben.
Ger şeved zerrat-ı âlem hile-i peyç.
Bi kaza-i asumani heysendu hiç. Hazreti Mevlana’nın (ks)
sözüdür.
Ger şeved zerratı âlem; bütün âlemin zerreleri ittifak etseler bir adama
hile dokumaklık içün, kaza-ı asumandan hükmü verilmedikçe hiçtir, hiçbir şey
olmaz. Gene bütün zerratı âlem ittifak etseler adama bir iyilik meydana getirmeklik
içün, kaza-ı asumandan hüküm verilmedikçe, tarih de tahakkuk etmez. Olmaz o,
nafile satılma. Nafile seciye-i insaniyeni ayakaltına salma, gölge avına çıkma.
Değmez. Zülfe toz kondurma, ruhsara el suürdürme, zulme divan durma.
Neyse yüz sayfasını atlayalım,
konuşacağımız yerin. Musa bir gün firavunun kucağında oturuyordu. Allah’ın (cc)
gayret sıfatına ait bir bahsi anlatıyorum. Allah (cc) çok gayyurdur. Kendisinin
kendi sevdiğinin tercihine bakar. Ve bu asırda da tercih imtihanı açmıştır. Hiç
kimsenin başka bir şeysine bakmaz kestirmesi budur. Kim tercih edebiliyor?
Ettin mi bütün noksanınla en yüksek niyetini kabul eder. En ağır yeri bu. Beni
ve benim Muhammedimi mevcudata kim tercih edebiliyor? Serbest tercih. Efendim
ben onu içimde… Dinlemez o. Etmiş. Kusuru var, muayyebat[38]ı
var filan. Sormaz bile. Tercih, oraya bakıyor.
Ver yekî aybî büved bâ-Sad hayât,
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât
Der-terâzû her-durâ yek-sân
keşend…. İla ahiri.
Onu Mevlana gayet güzel derlemiş
toplamış, Koca adam. Ver yekî aybî büved bâ-Sad hayât, Ber-misâl-î çûb bâşed
der-nebât. Hakk’ın kendisini sevdiğini tercih edebilmeklik aşkı ile yaşamış
olan bir kimsenin seyyiatı da olsa yarın adalet mizanında o seyyiatı Allah (cc),
hasenat diye alırım diyor. Kötülükten vazgeçtik, hasenat diye. Görmez misin
diyor, şekerciden nöbet şekeri alındığı vakitte, o nöbet şekeri saman çöpüne
takılıdır. Samana dizilidir. Tartarken onu samanı ile beraber tartarlar. Ve “Ne
aldın?” dendiği vakitte, nöbet şekeri ile saman çöpü aldım demez, hiçbir o şekeri
alan, doğrudan doğruya nöbet şekeri aldım der. Allah da (cc) o kulun o
tercihini alırken o ismi verir. Tercih ama çok zor. Öyle ağır ki onun imtihanı.
Evet. Öyle ağır ki.
Misal verebilir misin? Vereyim
sana. İster misiniz? Biraz uzadı ama. Dini bir mevzudan misal vereyim daha çabuk
anlaşılsın: Bir gün orucunu terk etmemiş, kendisi mükellef olduktan sonra, bir
şahıs tasavvur edin. Fakat günün birinde öyle bir topluluğa tesadüf etmiş ki,
bu mefhumda bu mevzuuda yaşayan insanlara hakaret ediyorlar. Dünya bu ya, öyle
bir yere tesadüf etmiş ki,…. hud’a. Oruç, alay mevzuu olacak. Bu adam öyle bir
mevzuda, mecliste bulunmuş. Ama ömründe (oruçsuz) bir
günü yok. Hepsini Huda’nın emri demiş, emr-i taabüdü[39]
demiş, ifa etmiş. “Bugün, şimdi bunlar
benim öyle bir mümin olduğumu, Hakk’ın bu emrine gönül verdiğimi hissederlerse
bana geri kafalı derler. Ama şimdi bir kahve gelecek yahut bir limonata gelecek,
ben bunu bir bahane ile diyeyim ki, mazurum ben, perhizim diyeyim atlatayım.” İkram
ediyorlar bir şey; “Af buyurun, ben
perhizim. Bunlar benim sıhhatim ile alakadar onun içün teşekkür ederim”
dedi. Atlattı. Onlar da onun farkına varmadılar. Zavallı adam yandı. Hakk’ı
tercih edemedi. Anlatabiliyor muyum işin inceliğini. Buraya bakıyor şimdi,
senin tuttuğuna tutmadığına bakmıyor Huda. “Yaaa, benim hatırımı kırk paralık,
yarın leş olacak olan bir camiadan aşağı tuttu”. İyi ama bunun bütün ömrünce
kırk beş senelik şeyi var, otuzar günden şeyi var, “Hepsi yerin dibine batsın!” Bir şey anlatabiliyor muyum? Bir, bu.
Şimdi öyle de bir adam var ki; bu hususta nefsine mağlup. Hayâsı da galip.
İmanı da var, tutmuyor, tutamıyor. Fakat kimsede onun tutmadığını bilmiyor.
Ömründe bir gün tutmamış, olur ya hayatında bir gün olsun. Yok, öyle bir hesabı
yok. Yine böyle bir mecliste o da bulunuyor, ona da bir şey şey ederlerken
birden bire, celale geçiyor. “Benim bugün büyük bir yere gönül vererek, emre
itaat ettiğimi bilirsiniz, bu bana hakarettir, bana hakaret Allah’a (cc)
hakarettir, tepelerim sizi” diyor. Anlatabildim mi? Öyle bir tercih ki; “ Bir
milyar sene ömrü olsa da hepsini her gününü de oruç tutsa, onlardan çok yüksek.
Bir şey anlatamadık galiba. Tercih, bunu istiyor. Kim benim hatırımı sayabilir?
Bu gibi insanlara ehl-i hal der ki; “Bunlar mirasyedi şeklinde manaya sahip oluverenlerdir”
der. Nasıl insanın hiç kimseden haberi yokken taaaa bir cihanın bir köşesinde
amcası olur yüzünü görmez, milyonları kalır, ararlar ararlar; “Gel burada elli
milyon lira var” derler. Emeksiz ona sahip olduğu gibi, böyle bir takım
insanlar da vardır ki, böyle ufacık bir hukuku müdafaadan bakarsın ki Allah
(cc) bir mana tacı giydirir; “Al!”. Ama zordur bunlar tabi. Bunlar zor. Ma’hud[40]
kıptinin… Biz şimdi hepsini anlatmayalım uzun sürdü bu konuşma.
Daha da konuşacağımız bahsedemedik,
giremeden ineriz zararı yok. Mevzuunun zevkinden hasta çıktım, şimdi çok
sağlamım. Belki farkındasınızdır. Çıktığımda hastaydım hakikaten. Atlanmıyor ki,
atlanırsa, tadı kalmayacak. Nihayet bir gün… Buraya nereden girdik? Ne
diyordum? Allah (cc) gayyurdur dimi? Kaybetmeyin yerlerini, gayyurdur. Çok
durur üzerinde. Beş sual sorarım diyor kendisi. Ben beş sual sorarım insana. O
sualler ne? Onlar dursun, başka bir konuşmada söyleriz. Ahlaksızlık çok sâri
oldu mu, beşini birden sorarım. Devr-i saadet olursa, emn ü eman[41] olursa,
insanlık hâkim olursa, bir tanesini sorarım, geç geç derim. Bir tanesini
sorarım geç. Hani vardır ya böyle yaramaz ahlaksız talebe, imtihana girer,
tesadüfen suali bilse, bildiği hoşuna gitmez. Bir talebe bildikçe hocanın göğsü
kabarır, ah bildi bildi diyerekten. Bir tanesi de bildikçe canı sıkılır, bir
daha sorar, tek bilmesin diyerekten. Allah da (cc) öyle. Baş tane birden
sorarım diyor.
Musa (as) biraz büyümüş şöyle
kucakta bir vaziyette. Firavunun uzun sakalı var. Kucağında okşarken sallamış,
Hazreti Asiye de karşı böyle karşıda oturuyor. “İşte” demiş “Çıktı.” “Ne çıktı?” “Benim altımı üstüme getirecek bu”. “Keratadaki hassasiyete bak.” “Bu,
masum ya hu!” demiş. “Sen bilmiyorsun!”
demiş, “Elinin sallanış tarzındaki manayı.
Bir sallama vardır, bir de içinde gizlenmiş mana vardır: Bunu duyuyorum ben”
demiş. “Derhal imha edeceğim”.
Başlamış ağlamaya Hazreti Asiye, “Yapma!”
demiş. “Şimdiye kadar dinledim kırmadım fakat
şimdi yapacağım”. “Temyiz kudreti yok
bunun” demiş… “Şimdi getir bir tepsi
mücevher” demiş, “bir tepsi ateş
göreceksin kendini ateşe atacak”. “Mücevhere
atmaz, ateşe atar”. “Artık mücevher
dururken elini ateşe atan kimse imha edilir mi, insaf eyle” demiş. “Tecrübe edelim, bak elini ateşe mi atar,
mücevhere mi atar”. “Bir tecrübe daha
yapayım senin içün”. “Fakat elini
mücevhere atacak, göreceksin, attığı vakitte de imha edeceğim”. “Yap tecrübeni de, ondan sonra ne yaparsan
yap” demiş. Getirmişler, öyle der Hazreti Asiye; “Hayatımda bir yalvarışım vardır, içim çırpınıyordu, kalbinim çırpındığını
kalıbım duyuyordu. Aman Yarabbi ne olur ateşe attır elini. Şu el ateşe atılsın,
ne olur”. Böyle. Gelmiş. “Bakıyorum”
diyor, “Çocuğun eline, daha uzaktan
gelirken eli mücevhere dönüyor” diyor. “Ben
de orada biteceğim, belki de bitecektim, nefesim bitecekti” diyor. “Artık hangi el ona elini vurduysa”
diyor, “ Birden bire ateşe yapıştı, tak
ateşi ağzına attı.” “Ağzı yanmış, onun için rekaketli[42]
konuşurdu. Musa (as) rekaketli konuşurdu. Eli de yanmamış, bu da tuhaf bir iş. İnsan
eline alınca yanmaz mı? İlk önce eli yanar, sonra ağzı yanar. Yanmamış. Manzume-i kuvve-i ilahinin reisi olan
kuvveye, “ O eli yakma, zalimin sakalını
salla” der. “Ağzını yak, ilk önce o
zalime baba” dedi. Anlatabildim mi? İlk konuşurken firavunun kucağında
büyüyor ya, baba demiş ona, Allah’ın (cc) gücüne gitmiş. Hani gayyur dedim ya.
Bir şey anlatamadık mı? Hâlbuki o şey değil, mükellef değil: bir sual vaki olmaz,
ama gayret. Allah’ın (cc) işleri acayip. Gayret. Sonra ufak bir şeyden Huda
kırılır. Çoook.
Bir misal vereyim de daha iyi
anlayın: Bir gün Hazreti Muhammed (sav), Hazreti Ayşe’nin odasına giriyor.
Girmiş, cariyelerden birisi namaz kılıyor. -Buharidedir bu, Kütüb-ü Esasiyede-
Sormuş, “Nedir bu?”. Yatsı değil,
genç çünkü. Sinnen tekâmül etse şey etmez, müdahale etmez. Yani maktu[43]
olan, mefruz[44] olan değil.
Nevafil[45],
biz şimdi burada diyelim “sevap namazı” diyelim, nevafili ben nasıl diyeyim
karşılığını? Anlayıver sen benim diyeceğimi. Omuzuna vuruyor. “Meh meh, bırak bırak! Sen bunu bir niyet ile
bir zevk ile yaptın, yapıyorsun; buna Allah (cc) alışır, sen sonra yarın
yapmadın mı, gayretine dokunur, yıkılırsın o vakit. Ne emretmişse onu yap!”
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? O da mühim bir inceliktir. Gayet mühim bir
yeri… O bana gelir bazen derler ki; ”Efendim
bizim çocuk maşallah, gece şunu yapıyor, bunu yapıyor” “Kaç yaşında?” derim. “İşte on beş on altı”. O eğer hakikaten
ihlası varsa, ona farz olan kısımları yaptırın, nevafili yaptırmayın. Bu
emirden alırım bunu da… Hem şimdi güvenilmez, yirmi beşinden sonrasına bak. Yirmi
beşinden sonrasına bak. O ilk önce bir velinin menkıbesini okumuştur,
duymuştur, ona üzenmiştir; ”Ben de öyle
olayım” demiştir. O öyle senin “ben de
olayım” demenle değil ki, o bir mevhibe-i subhanidir. Sonra o hali tamamen ben
alayım, yelkenli gemi ile kayıkla… yelkenli kayıkla Amerika’ya gidilmez. Gemi
lazım. Anlatabildim mi?
Mesela insan-ı kâmilin bir
kıssasını anlatırlar. O kıssayı anlatırlarken, onun şeyini de anlatmak
lazımdır. Onun halini de ki o adamın ayağı kaymasın. Bizde en mühim nokta böyledir.
Herife dersin ki; “kırk sene kıldın da ne
hayrını gördün” der kâfir edersin adamı. Anlatamıyor muyum acaba? Hooop,
kâfir edersin adamı. Öyle değil. Şimdi mesela bir misal, besmelesiz iş sonsuz
iştir. Herhangi bir işe ki besmele ile başlanır, muhakkak hayır, emanet
tahakkuk eder. Muhakkak. Ama bunu söylerken, bunun oluş tarzını da anlat, o
adamın ayağı kaymasın. Şimdi mesela der ki; “Güzel, kocaman bir boy aynası,
kaldırıyorduk, bende Bismillahirrrahmanirrahim diyerekten kaldırırken ayağım
takıldı, şırakkadak düştü kırıldı. Hani bizim besmelenin faydası? Der bunu. Ama
sen bunun hikmetini anlatırsan bunu diyemez o. O nedir o? Söyleyeyim mi orasını
da. Hadi bugün zevkim var söyleyeyim bari. Cenab-ı Hak büyük kitabında: [46]
وَعَلَّمَ
اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا Buyuruyor
ki; “Ben Adem’e bütün isimlerimi talim ettim, bildirdim, öğrettim. Adem bütün
Hakk’ın isimlerine, böyle keyfiyeti bizce meçhul, Cenab-ı Huda, Allah (cc),
muallim, nasıl talim etmişe, mest-i müstağrak bir şekilde talim etmiş, Huda
birden bire sormuş;’ ”Senin adın ne?”,
“Unuttum Yarabbi”, “Ha, demek ki kendini unuttun, o halde ben
sende tahakkuk ettim, seni de halife yaptım”. Sen şimdi o besmeleyi
çektiğin vakitte, Allah’ın (cc) bütün isimlerini talim edilmiş bir şekilde
kendini unutabildin mi? Kendin ara yerden çıkabildin mi? Bu tamamen haline
geldi mi? Ne cam kırılır, ne ev yanar, ne şu olur, ne bu olur fakat kendinde
bulunduğun müddetçe ayna da parçalanır ev de yanar. Anlatabildik mi acaba?
Bunun ikisini birden söyleyerekten anlatacaksın ki, bir netice meydana gelsin.
Buraya nereden girdik? Nereden girdik buraya? İyi dinlemiyorsunuz. Nereden
girdiğimi söyleyin bakalım.
Onu yakmasında da bir merhamet var. Mevlana (ks) der ki; “Musa (as) Allah (cc) ile serbest konuşmak
hakkını aldı ama sen o belaya giriftar oldun mu? O’nun uğrunda ağzı yandı”
der. “O azabın cinsinden Allah (cc) ona
ikram eyledi” der. Onun uğrunda o ağız yandı, yandı ama Allah (cc)serbest
konuşma hakkını aldı. Burasını da anlatabildik mi? Sen eğer hayatta masum
olaraktan bir iniltiye bir sıkıntıya düşmüşsen, bil ki ebediyete inanmışsan
eğer, ikinci hayat ki asıl yaşama hayatıdır, “Ahh ne olurdu biraz daha fazla olsaydı, biraz daha inleseydim.”
Kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmez, buraya
geliyoruz şimdi. “Kardeşim Musa (as) gibi”
dedi. Bir gün sarayda bahçede dolaşırken, firavunun adamlarından birisi masum
olarak Beni İsrail’den birisini tokatlıyor, öldüresiye. Gelmiş, “Niye
vuruyorsun” demiş. “Keyfim öyle istiyor” demiş. Var öyle canavar ruhlu adamlar.
Var, zevk alır öyle. Ama Kudret isterse değiştir insanı da. Öyle iken başka
türlü de olabilir.
Seyyid Nizam da, otururlarken, birkaç arif zat, sohbet
ederlerken, birden bire bir asker çıkagelmiş. “Selamun Aleyküm” demiş. Girmiş içeriye. On, on beş kişi zurefadan[47]
insanlar, muhabbet sohbet esnasında, “Aleyküm
Selam” demişler. Oturmuş er. Gayrı ihtiyari bir sükût kaplamış. Kimse
konuşmuyor. Birden bire birisi demiş ki; “Evlat
nereden gelirsin sen” demiş. “Nereye
gidersin?” “Mısır’dan geliyorum
Balıkesir’e gidiyorum”. “Neler gördün, bu kadar uzun yolculuğunda
anlat bakalım”. “Vallahi hiçbir şey
görmedim” demiş. “Yalnız” demiş,
“Bir halimi anlatayım size” demiş. “Ben” demiş, “Asker olmazdan evvel Balıkesir’deyken, ceketimi omzuma kordum,
sabahleyin evimden çıkardım, şöyle etrafıma bir bakardım, birisi bana şöyle yan
baksa da kafasını şöyle şöyle, şöyle, şöyle, şöyle… Yahut birisi bir parça
dokunsa da…” elleri iriymiş adamın, “Şöyle
şırak diye bir vursam, iki gün dursa böyle. Hep bu neşe ile yaşardım, her gün
böyleydim”. “Şimdi” demiş, “Yine aynen gideceğim, sabahleyin kalkacağım, bu
sefer ceketimi giyeceğim, kollarımın üzerinde değil, böyle önümü ilikleyeceğim
ve niyet edeceğim, gördüm ki yolda birisi birisini ezmek istiyor, hırpalamak
istiyor, pazılarım da çok kuvvetli”
demiş. Onu tutacağım “Gel arkadaş, bu
adam zayıftır, seni tatmin etmez, sen bu işin zevkini bunu dövmekle alamazsın, bak
bir geniş surat, büyük bir surat, vur elinle”. Anlatabiliyor muyum acaba? “İşte
ben” demiş, “Bunu gördüm bunu biliyorum şimdilik”. Burada bulunan zat derdi
ki; “Hazreti İsa’nın (as) bir tarafına
bir tokat vururlarsa, bir tarafını çevir sözünü, o asker o halini anlattığı
vakit anladım”. Bir şey anlatamadık galiba. Yok. Lazım gelen yerini yine
söylemedik ama başka bir zaman. Onun bir hikmeti var. Nasıl olmuş o iş?
“Zevkim içün
dövüyorum” deyince, (Hz Musa) “Bir daha elini kaldırma” demiş, ”tepelerim seni”. ”Eee ben vurayım da sen bakalım ne yapacaksın?” demiş. Yine Beni
İsrail’e vururken, o garip adama her neyse, Musa (as) “Bu el senin Yarabbi” demiş. Şak! Düşmüş ölmüş. Onun içün yed-i
beyza derler. O sözünden dolayı Cenab-ı Huda diyor ki O’na -bir gün size o
hikmeti anlatırım- “Elini koltuğunun
altına koy da çıkar bakayım” diyor. Biraz şöyle koy. Ondan sonra çıkardığı
vakitte eli başka gözükür. Şiirlerde filan geçer, yed-i beyza, yed-i beyza.
Neyse, bunlar ilmi zevk.
Firavun da rüyasında bu hadiseyi görmüş. Musa da (as) sarayda
söylene söylene onu duymuş. Bu rüya hakikat benim üzerimde tahakkuk ediyor
diyerekten taa Diyar-ı Medyen’e... Firavuna haber gitmiş ki yaverlerinden
birisini Musa (as) bir tokatla öldürdü. “Hah,
işte bu adam demiş, görüyorsunuz, çıktı rüya, takip edin!” Hududu geçmiş.
Geçmiş ama bitmiş. Karanlıkta basmış, bir su dibinde oturuyor, aç, yorgun,
yersiz, yurtsuz, ma’hud kıptinin takibine maruz bir vaziyette. Üç tane… Herkes
hayvanlarını suluyor. Üç tane ismet, iffet numunesi… Belli olur, erkeğin de ehl-i
hali belli olur, kadının da ehl-i hali belli olur. Allah (cc) hususi bir hal
verir. Anlatabiliyor muyum acaba? Erbabı bilir. Böyle, mücessem-i edeb-i vefa.
Herkes gelip suyunu dolduruyor gidiyor, hayvanını yokluyor filan, onlar kenarda
bekliyorlar. Çok gücüne gitmiş Musa’nın (as). Hemen kalkmış, bitap bir
vaziyette ama ne de olsa Musa (as). Yaklaşmış, ”Sıkılmaz mısınız?” demiş, “Vak’a
ben bu diyarın garibiyim, Allah’ın (cc)
karibiyim” demiş, “Bunlar
sizin hemşireleriniz, kendi ırkdaşınız, kendi vatandaşınız. Ne bileyim her
şeyiniz, hepiniz gider, bak hava karardı” demiş, “Bunlar ne vakit gidecekler?”. Bir iki kişi bir şey yani, “Ne müdahale ediyorsun?” gibi filan
derken, Musa’nın Musa’ca gözlerini açmasından titremeye başlamışlar… Kızların
hayvanlarını almış, sularını sulamış, …
Susuzdur ve had derecesinde açtır. Kemal-i hürmetle davet
ettiler. Davet etmişler, aynen babalarının söylediklerini de kendilerine
söylemişler, o gelinceye kadar da Hazreti Şuayb (as) sofrayı kurdurmuş. “Vakit geçmeden buyurun efendim” demiş.
Had derecesinde açmış, Hazreti Musa (as). “Bu
sofraya elimi sürmekten Allah’ıma sığınırım”. “Nüçün” demiş. “Zira bu sofra zannedersem kızlarınıza yapmış
olduğum hizmet mukabilinde kurulmuştur. O göz önüne getirilerek bu hazırlanmıştır, ben hizmeti Allah ‘a (cc)
yapmışımdır.” “İşte ödüyor, o sofra da Allah’ın sofrasıdır”. Şuayb’ın (as)
sofrası, Allah’ın (cc) Nebisi. O, O’nun. Hülasa, teminat almadıkça elini
sürmemiş. Onun üzerine İmam-ı Ali (kv) diyor ki; “Kerim
olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmezler, kardeşim Musa (as) gibi,
Şuayb’ın (as) sofrasına teminat almadan elini sürmedi” diyor. Fakat bunlar
ahlak mefhumu ile mana mefhumu ile olur. O mefhumdan soyunduktan sonra değil
kerimin sofrasına, zalimin adi sofrasına bütün insanlık hislerini satarlar.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Encüm: (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
[3] Cilm-i sağir: Cilmi kadar yer yakar deniyor ya)
küçücük cüsse
[4] Tarfet-ül Ayn: Göz
kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.
[5] Hamule: Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
[6] Hicr
Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime: وَاِنَّا لَنَحْنُ
نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ Meali: Elbette biz
diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri
de biziz.
[7] Müz'ic: İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden,
bunaltan.
[8] Muacciz: Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici.
Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
[9] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak. Yerinden koparıp
ayırmak
[10] Alam: (Elem. C.) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
[11] Akder: En kudretli
[12] Mahuf: Korkulu. Tehlikeli.
[13] Şura Suresi 42’nci Ayet-i kerime: وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا فِي
الْاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرٌ
بَص۪يرٌ Meali: Eğer Allah rızkı
kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat
O dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından
haberdardır, onları hakkıyla görür.
[14] Savlet Bütün gücüyle saldırma, şiddetli hücum,
saldırı
[15] Peymane Büyük
kadeh. Ölçek, kile. Şarap bardağ
[16] İbtida Baş
taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
[17] İntiha Son,
nihayet,.
[18] ser-û-tummar diye teleffuz edilir-- Allah'ın yakın
hizmetinde olanların baş yaveri manasına (Fuad Durgun)
[19] Nabi Haber
veren, haberci.
[20] Akdes En
kudsi. En mübarek
[21] İltizam: Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği
şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma.Tarafgirlik etme,
birinin tarafını tutma
[22]
İhtifaz: Kendini alçaltma, bastırma. Darılma küsme.
[23] Nazirat Suresi 24’ncü Ayet-i Kerime: فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ
الْاَعْلٰىۘ Meali: Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[24] Kışır: Kabuk,
dış, verimsiz.
[25] Adgâsu Ahlâm: Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen
rüyâlar.
[26] Murad-ı rabia: Dördüncü Murad
[27] Muabbir: (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen
rüyalardan mânâ çıkaran.
[28] Istılah: Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir
lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları.
Bir ilim veya mesleğe
âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.
Muvafakat. uygunluk. Barışmak. İttifak.
[29] Mukabil: Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel,
karşılığı.
[30] Muvacehe: Karşı, ön. Yüzyüze gelme. Yüzleşmek. Huzurunda
olmak.
[31] Ta’yib: Ayıplamak, kötülemek.
[32] Âkil: (ekl den) ekl eden yiyen yiyici
[34] (Hasta
doktora tam olarak güvenmedikçe)
[35] Risalet
Penah: Risaletin kendine istinad ettiği Hazret-i Muhammed (A.S.M.).
(Risalet-meab da denir)
[37] Beyaban: Çöl. Sahra. İmar olunmamış arazi. Kır.
[39] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek.
[40] Ma'hud(e) Vaad
edilen. Söz verilen. Belli olan. Mezkur, sözü geçen.
[41] Emn Ü Emân Korkusuzluk
ve emniyet hâli.
[42] RekaketKekeleme, dil tutukluğu.
[44] Mefruz Farz
olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş.
Var sayılan.
[45] Nevafil Farz
ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya
tutulan oruçlar.
[46] Bakara
Suresi 31’nci ayet-i Kerime وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ
اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Meali:
Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra
onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
[47] Zurafa (Zarif.
C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden
kimseler.
1 yorum:
Böyle birisi, iki üç satır bir şey okurda kendisini semada gezer gibi vaziyet alır da sana hakaretle bakarsa, söyleyiver; “Sen daha balı bile anlatamazsın, bal yemeyen adama” de. Düşer kanatları.
Yorum Gönder