112 (20.05.1962) 46 dk (278)
Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye[1]
edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı,menşei,
kalp olduğu söylenmişti. Gerek vazife, ahlak, akıl, aşk, kalp; bunlar mânâ-i insanînin
birer vasfı olması dolayısıyla, mevzûun aslını insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan…
Ve en zor, anlatılması da en güç olan kısmı da bu. Tabi burada aşk dendiği
vakitte, her konuşmada tekrar ettiğim gibi, romanda okunan aşk mânâsı anlaşılmaz.
Ahlakın tarifinde ahlaka ait olan aşk. İnsan kendi aslını taharri[2] ederken, kendi mânâsı üzerinde dururken, hani: “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, ne olacağım? Hayat nedir, memat[3] nedir, bu mesaib[4] bana acaba neden yüklenmiştir? Benim gelmede gitmede ihtiyârım yok.” Bunlar üzerinde iç âlemiyle baş başa kaldığı vakitte, mânâ-i ihtivasından, vicdan-ı kibriyasından “ebed” sedasını duyar. O sedanın zevkinden hâsıl olan ana, aşk derler. Anlatabildim mi acaba? İyi anlatamadım!
Ruhunda hâsıl olan muhabbete aşk denir. Bir de
insanın nefsinde hâsıl olan bir muhabbet vardır ki, örf buna da aşk tesmiye
eder. Hayır, geçen konuşmamda dediğim gibi, onun adı şehvet. O gelir geçer,
husumete inkılap eder. Filan kimse filan kimseye âşık olmuş da almış. Ne o,
şimdi boşanıyorlar, yaa!
O kelimeyi kirletmeyin. Nefsiyle sevmiş, nefsin hükmü
geçmiş. Ondan sonra boşanmış. Aşk öyle değil. Aşk; Hakk’ın ismi, O’nun
mazhar-ı tamı olan varlıkta O’nun cismidir. Öyle şey olur mu? Söylerler,
örf-ü beldede: “Efendim hem onlar bir aşk ile evlendiler, birbirine âşık
oldular da aldılar.” Ne oldu sonra? Fatih’te sevdi, Şehzadebaşı’nda soğudu,
şimdi de boşandı. Olur mu o? Ayrı.
Kelime kirlenmemeli! İnsan, kendisine ait olan
cismaniyetiyle mânâsını ayırmalı. Biri cismaniyetinde hâsıl olan bir
muhabbettir, biri de mânâsında hâsıl olan bir muhabbettir. Bilmem
anlatabiliyor muyum?
İşte, ben neyim? Nereden geldim?
Nereye gidiyorum? Hayat nedir? Memat nedir? Bu musibetler benim üzerime neden
yüklenmiştir? Bu kâinat nedir? Benim bunlarla ne gibi bir münasebâtım vardır
diye, bir araştırma vardır. Bu araştırma neticesinde insan kendisini bulur. Bu
âleme herkes kendini bulmaya gelmiştir. Acayip. Kendin bu değil mi? Hayır
bu değil! Senin kendin sana etemmiyet[5]
edilmiş ama henüz daha sana gösterilmemiş. Kendini görsen kendini yerden yere vurursun.
Hilkatteki gaye insandır. İlk “kün
fekân”[6]
emrinden tecelli edende mânâ-i insandır. Vak’a suret itibariyle bütün
mükevvenat olmuş da işte tekâmül ede ede nihayet insan… Evet, o okunan mevzûat
öyledir amma zahir itibariyle öyledir. Onun bir de hakikati vardır. Hakikat
itibariyle öyle değildir.
Hakikat itibariyle mevcûdâtın
aslı mânâ-i insandır. Şöyle bir misal vereyim size daha iyi anlaşılsın. Bir
elma ağacını görün, üzerinde elması var. Bir şeftali ağacını görün, üzerinde
şeftalisi var. Dersiniz ki, bu elma bu ağaçtan olmuştur. Suret ve dış bakış
itibariyle doğrudur. O elma o ağaçtan olmuştur fakat hakikat itibariyle, o ağaç
o elmadan olmuştur. Bağ-u ban, o bahçeye
bakan, o ağacı yetiştiren insan da o ağaçtan o elmayı alayım diyerekten ona
hizmet etmiştir. Mevsimi geldiği vakitte ilaçlamıştır, mevsimi geldiği vakitte
sulamıştır. Sırf o elmayı elde edeyim diyerekten de.
Rezzak-ı erazil-ü eazim olan
Allah da bütün mevcûdâta insan hatırı içün, mânâ-i insan içün tecelli eder.
Onun içün hilkatten gaye insandır. Bizi de Kudret iltimas muamelesine tabi
kılmış, kerremna tacını giydirmiş, ruh-u
menfûh ile tekrim[7] etmiş.
Kendi ruhu... Oradan öbür tarafta kelime bulunmuyor, elfâz ile söylenmiyor işte
anlatılabilecek kadar. Benim dilim dönmüyor yahut. Bir kıymet alıyor hulâsa insan.
Şöyle bir şey okuyayım, belki oradan bir şey anlaşılır.
Ne benliğim vardı ne bu kâinat.Ne benliğim vardı ne bu kâinat.
Bu sırra, emr-i kün fekân dediler.
Ne demek, kün fekân? Kudret’in “oluverin” emri. Bütün mevcûdât. O senin yaratırım kafasıyla gezen de, inleten de inleyen de, zalim de mazlum da, hâkim de mahkûm da, hissinle, aklınla bildiğinde, bulduğunda, gördüğünde göremediğinde, tasavvuratında olanda, tatbikatında olanda, tahteş- şuurunda bulunanda, fevkeş-şuurunda tekevvün eden ne’n varsa heyet-i umumisi o “oluverin” emrinin merkezindedir. Onun haricinde hiçbir şey yok. Onun haricine hiç kimsenin de çıkmaya takati de yok.
“Var efendim!” İhtiyarlamasana! Ağaran saçını bile döndüremezsin, nerede var! Hani deden? Nerede sütunlar üzerinde rengârenk kuş yumurtalarıyla kendisini eğlendiren şeddatlar, şedidler, firavunlar, nemrutlar. Onlar bizden çok güzel saltanat süren insanlardı. Bizim saltanata mı benzerdi onların saltanatı! Öyle mi zannedersin? Nerede? Yer, adamı yer.
Gece ile gündüz Kudret’in kaza-i İlâhi makasıdır. Bütün hadisatı çatır çatır doğrar. Taptırırlardı kendilerine, ya! “Rabb”ım, derdi. Daha ötesi var mı? Taptırırdı kendisi. Kudret de o kadar, insanın anlayamayacağı tecellilere sahip bir Zât-ı Mutlak’tır ki hayret edersin. Sabreder. Hiç…
Muazzam. Şimdi dünyanın hiçbir yerinde onların kurmuş olduğu saltanat yok. Bugünkü beşeriyetin, dünyanın neresine baksan, onların kurduğu saltanatın eserini göremezsin, yok yani. Öyle bir yaşayış tarzı yok. Fakat hiçbir şey de orta yerde yok. Hep öyle değil mi?
Hani üç beş konuşma evvelde söylediğim gibi: Kudret’in en büyük mekri,[8] yoku bize var şeklinde göstermesidir. Biz yoku var şeklinde görürüz. Nazar-ı hakikatte yok, nazar-ı mecazide var. Hakikat nazarında olmayan şeyin öyle bizâtihi var gibi gösterilmesi Kudret’in beşeriyete en büyük mekridir. Mesela ve öyle olması lazımdır. Bu pazar öyle kurulmuştur. Bunun ahkâmı da böyledir. Böyle de çalışmak icap eder. Öyle kurmuş. Yarın öleceğini bilsen bugün çalışır mısın?
İnsanın rızkı ile eceli yarışa çıkmıştır, der. Müsabakaya çıkmıştır. Rızık eceli geçmiştir, der. Öyle olduğu hâlde Kudret, bize kapamış ve en büyük nimeti de bize istikbali örtmesidir. Hakk’ın bize en büyük merhameti bize yarını gizlemesidir. Bazı insanlar eşelemek ister, ne olacak yarın? Ne arıyorsun kardeşim!?
Bugünün peşin saadetini, yarının gelecek veresiye gamına sarf eden aldanmıştır. Tabire dikkat et. Bugünün peşin saadetini, eğer bugün sen Hak’la yaşıyorsan, eğer bugün sen tamamıyla gönlünü bir maaliyata[9] sevk etmişsen, eğer bugün sen fıtratındaki varlığı idrak etmişin de bir mânâya sahip olaraktan yaşıyorsan, yarının gelecek gamına o yaşayış tarzını değiş ettin mi, magbunsun[10] yani aldanmışsın.
Bugünün peşin saadetini yarının gelecek veresiye gamına sarf etmeyeceksin. Onun içün der ki, ahlak: Ey surete tapanlar, git mânâyı ara. Çalış, surette kalma. Suretinin başına mânâdan bir kanat bul, der.
Beşerin bugün inlemesindeki illet nedir? Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi üzerinde. O kadar tekâmül etmiş olan insan icabında iki tane diplomatın nefsani bir infialiyle[11] milyarla kan dökülür. Bak beşer ne kadar tekâmül etmiş! Hamule-i[12] irfaniyesi gözü kamaştırıyor. Felsefesi fikirleri durduruyor. Akla veleh veriyor. Fakat iki tane, tesadüfen kâinatta iki tane diplomat bir adam, bir masaya oturur konuşurken birbirine karşı nefsani bir imza vurar, bir karar verir. Milyarla adam, yetimi de seksenliği de hastası da anne karnındaki de masumu da mazlumu da zalimi de bir anda mahvolur gider.
Hani senin haddizâtında ki ihtirâın[13], hani senin büyük varlığın, hani o yaratırım sevdan!? Demek ki, beşer icabında bu kadar. O Kudret, demek ki bu işlerin içerisinde hususi bir tecellisi var. Anlatamıyor muyum?
Onun içün der, ahlak: Ruhuna hitap et, der. Ey ruhum, hesabın yapılmadan evvel kendi hesabını yap. Tabi mensi ve mühmel bırakılmayacak mevcûdâtta. Mânâ mücevheratını topla. Hakk’ı tanıyan, Hakk’a tapan, Hakk’da boşanan, gönül yapan, gönül alan, vücûd-u insanî, mânâ-i insanın yani. İnsanın insaniyeti yalnız cisminden teninden ibaret olmayıp, kaimiyyeti, ebediyeti, ruhu ile daim olduğuna inanandan bir camia yap. Ve onunla düş kalk ki insanlık âlemi kurtulsun, der. Yalnız sen nefsin itibariyle…
Hayvanda yer içer tenasül eder, insanda yer içer tenasül eder. Bunu ayıracak bir sıfat-ı mümeyyize[14] yok mu? İşte insanda yiyip içip tenasül ettiği gibi, hayvanda yiyip içip tenasül ettiği gibi, bu bakımdan bir farkı olmadığı hâlde, bunların farkını yapan şeyin adına ne derler? Ahlak derler. Ahlakın bugünkü tarifi.
Sonra musibetler geldiği vakitte insanlar ekseriyetle… Mesela kimisi diyor ki: “Efendim, ben dayanamadım. Bu işi unutmak içün. Ne yapayım, içkiye müptela oldum. Onunla uyuşturuyorum.” Devresi geçtikten sonra sen neye kafan tutulmuşsa o devre geçince kat kat tekrar gene senin üzerine iade edilir. Sen ondan istimdat edeceğine imandan istimdat etsene! Beşere en kuvvetli imdadı ne sen verebilirsin, ne ben verebilirim, ne o verebilir, ne peymane[15] verebilir. Yalnız imdat insana, imandan gelir.
Öyle ya, ciğerpare evladı. Bin ihtimam ile büyütmüş, gözünün içine bakmış. İcabında baktığı vakitte yüzünü gidermiş, anına endamına, neyse herhangi meziyetleriyle iftihar ettiği vakitte elinden almış, eğer kendisinden daha merhametli bir yere gittiğine inanmazsa o mader-i mihriban acaba nasıl yaşayabilir? İnandı da niye ağladı? Onun o güzelliğini ben göremiyorum, diye ağladı. Eğer ismini koymuyorsa çok yazıktır ona. Onu kaybettiğine değil. İmandan gelen istimdat budur. Bilmem ki anlatamıyor muyum?
Gözünün önüne getir bir defa. Aslan gibi yavrusu, itina ile bakmış filan. Kudret elinden almış. O anneyi getir gözünün önüne. Onu hangi şey acaba, ona bir şey verebilir? Ne verebilir onu? Hakikatten bir şefkat yuvasıysa o anne. Ama bilmem kapıyı kilitlemiş, daha iki yaşındayken sinemaya gitmiş. Süt verirken geberemedin, diye kafasına vurmuş, o değil de… Bir de şöyle, kucağına aldığı vakitte bunu bana Allah nasıl hediye etti? Anlatamıyor muyum? Bir de baş belası diyerekten. Ona bir şey demiyoruz zaten. Konuşmanın onunla alakası da yok, o değil de...
Kudret, bir vakit ilminde tuttu, bir vakit âlem-i gayb da gezdirdi, bir vakit buruc-i isnâ aşer’de gezdirdi, bir vakit rahm-ı maderde yedi defa tur yaptırdı. Ondan sonra bu tecelliyle benim kucağıma koydu. Bunu bana layık gördü, zevkiyle titreyen bir annenin elinden, bu alındığı vakitte nereden istimdat ederse kendi gönlünü itminan ettirebilir. Hangi şey onun gönlünde bir ferahlık verebilir.
O yavruda böyle olduğu gibi; annede, babada, kardeşte de böyledir. Fakat orası biraz daha incedir. Çünkü annenin sadr-ı mahalli, çocuk yaratılırken hisse-i unsuriyetini, varlığını babasının zahrından, annesinin sadrından alır. Sadır, mahall-i şefkattir, mahall-i merhamettir. Onun içün herhangi bir çocuğu, böyle mini mini bir yavruyu babasının kucağına ver, soğuk durur, kaba kaba durur. Fakat annesinin kucağına verince en katı adamda bile bir rikkat meydana gelir. Anlatamıyor muyum? O mahall-i sadır o, mahall-i şefkat anne. Orada Kudret incelikler gizlemiştir.
Hatta buna bir mânâ ananesiyle bir misal verelim. İnsanlar öldüğü vakitte bir telkin yaparlar. Mâmâfih o zahiridir ya. Bazı insan da inkâr edenlerde güler. “O, orada işitiyor da mı telkin yapıyorsun!?” Sen işitiyorsun ya canım! Sen ona niye gidiyorsun? Kendin yapmıyor musun haddizâtında? Götürüyorsun bir adamı gömüyorsun. “Sen yaşıyorsun benim kalbimde!” diyorsun. Eğer yoksa hakikatte bir vücûdu deli misin sen? Hakikatte bir mânâ kabul etmiyorsan boşa mı hitap ediyorsun? Ademe[16] mi, ademle mi konuşuyorsun? Ademle konuşana deli derler. Onun içün Kudret hiç kimseye aslı inkâr ettirtmez. Fakat seni inkâr yolunda gezdirir gezdirir. Tepelemek içün. Neyse...
O merasimde, insanı babasının ismiyle, babasına izafe etmezler. Mesela Ali’nin oğlu Nuri, Tahir’in kızı Zeynep… Babasına izafe etmiyor. Annesine izafe eder. Ey Zeyneb’in oğlu Ali, ey Sema’nın kızı Fatıma. Neyse ismi, babasına söylemiyor. İzafe etmiyor. Neden acaba? Gurbet başladı da ondan. Ne gurbeti başladı? Öyle ya, en ziyade sevdiğin, götürürsün oraya kadar, vefan oraya kadardır. Giriyor musun beraber içeriye? Ne yapalım buraya kadar der, dönersin.
Bu sözüm inananlara aittir. Sizin hepinizi de inanmış olarak, öyle tanıyorum, öyle kabul ediyorum. Sen dönersin, o da bakar sana. Öyle çabuk bırakma biraz meşgul ol. Hani her şeyin bir nezaketi vardır ya. O hayatın da bir nezaketi vardır. Kabalıktır o. Ama şimdi öyle değil, maalesef hemen götürürler kedi gömer gibi, tık tık tık tık tık olur o. Beş dakikanın içerisinde olur biter.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle diyor. “O tam (diyor) âlem-i gurbete atılmıştır, ve bir gözü de sizdedir. Yani sizden bir medet umar. Azıcık ünsiyet edinceye kadar, biraz orada durun.” der. Ama ekseriyet işte gitmesem ayıplarlar, sırası mıydı, bugünde yağmur, işimde vardı fakat ne yapalım ki bizi görmezlerse… Zaten böyle şeyler geçti mi oraya da sıkıntı verir, gitmemesi hayırlıdır. İki tane kırık kalpli insan getirsin gizlesin, yetiyor.
Annesine izafe edilmesindeki illet, Kudret’e hitaben: “Bunun artık her şeysi bitti. Ne benliği kaldı, ne kendisi kaldı. Teslim edildi. Babasından da soyduk, annesine izafe ediyoruz. Annesi mahall-i şefkattir, onun sadrından almıştır hissesini. Orası mahall-i rikkattir, mahall-i merhamettir. Sen merhamet edenlerin en büyük merhamet edicisi değil misin ya? Onunla, ona izafe ediyoruz ki, Senin rahmetin tecelli etsin.” diyerekten. Anlatabildim mi acaba? Ha demek oluyor ki, tabi annede daha başka tesirler yapar.
Ne benliğim vardı ne bu kâinat.
Bu sırra emr-i kün fekân dediler.
Ne hayât vardı ne havf-i memât,
Buna da sabit-i ayân dediler.[i]
Bunların hepsi izaha muhtaç. Her kelime bir konferans teşkil eder. Sabit-i ayân ne demek? Ayân-ı sabite. Neyse, biz zevkini alalım geçelim.
Bize göre olmuş olacak ne var?
Bir zerre kalmadan oldu âşikâr
Sakladı bu sırrı sâni-î perverdigâr
Bilenler o âne bir an dediler
Görünen âlemler o sırdan çıktı
Onun bir yüzü halk, bir yüzü Hak’dı
Ne varsa görünen ilm-i Mutlak’tı
Açılan sırlara imkân dediler
İsimden isimler, sıfattan sıfât
Ne varsa bilindi, bilinmezdi zât
Şu insanı tarif edeyim diye okudum buraya kadar. Demek ki sebeb-i hilkat-i âlem-i âdem, Hazreti İnsan. Hulâsa bu.
İsimden isimler, sıfattan sıfât
Ne varsa bilindi, bilinmezdi zât
Mim-i Ahmed idi bâisi nevzât
O sırrın adına insan dediler
İnsanla bilindi o ilm-i kadîm
Kudret, senin kıymetin neden artırıyor biliyor musun? Halık'ı sen bildiriyorsun. Biraz kendini şöyle ağır sat. Sakın zalime uşak olma. Sakın ah ettirenlerle oturup kalkma. Niye? Sen insansın, sen Allah’ı beyana geldin. Senin büyük bir kıymetin var. Eğer o kıymeti taşıyabilirsen.
İnsanla bilindi o ilm-i kadîm
O ilim olmasa idi her şeydi adîm
O ilmin mebde-i maâdı bir mim
Bilenlere ehl-i irfân dediler
O ilmin bâtını nûr-i Muhammed
O nurun zuhuru aşk u muhabbet
O sırra girenler ölmez müebbed
O aşkla kuruldu ekvân dediler
Acaba anlatamadık mı? Biraz zevkim varda, böyle... Bir tane daha okuyayım mı? Dinler misiniz?
Dost bağının gülü oldu küşâde.
Bilenler o güle figâne geldi. Yanlış
okudum..
Dost bağın gülü oldu
küşâde
Bülbülüz o güle figâne geldik[ii]
Şimdi dikkat et. Hakikaten yaşarken o güle figan mı
ediyorsun? Yoksa şu işim olmadı bu iş böyle gitti, şunu kandıramadım, bunu
yakamadım diye mi figan ediyorsun? Figanının cinsini bir ara. Eğer bu figana
uyduysa ooo şöyle bir nefes al. Böylesin, böyle tutar seni Kudret. Nazlı, nâzenin,
niyazdâr...
Dost bağın gülü oldu
küşâde
Bülbülüz o güle figâne geldik
Yâr elinden içmişiz bâde
Anın çün bunda mestâne geldik
Dostun illerin
ederken seyrân
Bunda uğrayıp olmuşuz mihmân
Misafir değil misin ya? Hani böyle ufacık bir şeyle kalma.
Cenin anne karnında harekete
geçince kendisine, Kudret havasını bahşeder. Cenin var ya cenin. Hani yavru
anne karnında, kadın hamile kaldığı vakit, çocuk karnında harekete başladığı
vakitte oynamaya başladı mı, havasını ona Kudret bahşeder. Görmek içün gözünü,
tutmak içün elini, koklamak içün burnunu, tatmak içün ağzını, işitmek içün
kulağını ihsan eder. Fakat bunların hiçbirini kullanamaz. Ve bunların kendisine
ihsan edildiğinin de farkında değildir.
Burayı dikkatle dinleyelim.
Burada bir incelik var. Tekrar edeyim. Cenin, yani anne karnındaki yavru,
harekete başladı mı anne karnında, Fatır[17]
ona havasını ihsan eder. Beş hissi verir. Beş hissin ne olduğunu saydık.
Gözünü, kulağını, ağzını, zaikasını yani tatmasını, koklamasını, tutmasını
bunları verir. Fakat bunların hiçbirinden haberdar değildir. Neden haberdar
değildir? Zira anne karnı denilen o muhit, onları kullanmaya müsait değildir.
Orada verildi burada kullanması içün. Doğar ilk önce zaikasını başlar
kullanmaya. Hemen annesinin memesine yapışır. Öyle değil mi? Yavaş yavaş diğer kuvvetler başlar işlemeye.
Şimdi dünya denilen bu dâr-ı belvâ[18],
o âlem, o da bir dâr-ı anne karnıdır. Hepimiz doğuracağız. Herkes
hamile. Herkes doğuracak. Onu doğurtan doktor ebe, hiç sakatsız çıkarır.
Şöyleydi böyleydi yok.
Nasıl anne karnında cenin
harekete gelip de havası verildiyse, burası da bir anne karnıdır, burada
da Hak ve hakikat namına harekete gelmeyene Kudret havas vermez. İkinci
hayata doğduğu vakitte gözsüz, elsiz, kulaksız, o hislerden mahrum olaraktan
doğar. Anne karnında almış olduğu hareketlen hassaları var ya, burasıda bir
anne karnıdır, burada da harekete gelecek ki, beşeriyet zindanından harekete
geçmedikçe Kudret ebediyet âlemi içün lazım gelecek olan hassaları vermez. İşte
biz onları almaya gelmişiz.
Dostun illerin ederken seyrân
Bunda uğrayıp olmuşuz mihmân. (Misafir yani ya)
Sanma sen bizi gezeriz hayvân
Özümüz bilip irfâna geldik
Öyle demişler ya.
Birbirini sevmeyenin,
Kendi özün bilmeyenin,
İsmini şeytan okuruz. İnsanlar
evvela birbirini sevecek. Sonra kendi hakikatini bilecek. Kendi hakikatini
bildikten sonra işin şekli değişecek.
Aslımız bilmişiz nûr-u ezelî
Ayrılmayız andan sırrı sezeli
Canla sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Dert ile dâim yanmakta bu dil
Aşk-ı nârına olmuş fitil
Pervâne sıfat olmağa vâsıl
Şem-i cemâle sûzana geldik
Ama lafla değil bunlar. Bunun okuması da güzel, dinlemesi de hoş, tatbikata geldi mi cııııss! O Hazreti İnsana ait şeyler.
Cismimiz bunda canımız anda
Gevherimiz aslı ol kânda
Sezaî şimdi sen bu dükkânda
Biraz eğlenip seyrâna geldik
Neyse şimdi gelelim bizim mevzûa. Demek oluyor ki insan içün en büyük imdat, iman. Oradan istimdat edecek. Başka hiçbir şey yok. Çürük hepsi.
Bugünkü söylediğim şeylerin en mühim iki noktası var. Biri bu istimdat meselesi, biri de yeni yaptığım ahlakın tarifi. Hayvanda yer içer tenasül eder, insanda yer içer tenasül eder. Bunları ayıran sıfat-ı mümeyyizenin adına, o farkı gösteren varlığın adına ahlak derler. Bunlarda gönül gıdasıyla olur.
Bir adam gönlünün gıdasını veremezse ahlak sahibi olamaz. Yalnız tenini besleyen kimse evvela ben yaşayayım sen ne olursan ol, der. Kendine tapıyor çünkü. Ondan sonra sen çalış ben yiyeyim, der. Bu beşerin gönlünde yer ettiği günden itibaren Kudret musluğu sıkar. Huzur kalkar.
İsmi hafızama gelmedi, meşhur bir insandır. Vaktiyle bir adam varmış. Malının dört defa vergisini veriyor. Buğday olurmuş, büyük ziraat hesabından, buğdayından çıkarıp veriyor. Samanı oluyor, samanından veriyor. Buğday ekmek oluyor; verdin ya, diyorlar. “Ekmek oldu ya bir nimet oldu ya diyor, ondanda vermek lazım.” Hulâsa, hafızamda kaldığına göre şekilleri var dört...
Hâlet-i ihtizâra gelmiş, yani artık bu âlemden gidiyor. Çocuklarını çağırmış. Bu aşktan doğan ahlakta olur. Ona misal veriyorum. Diyor ki... Öyle derlermiş ona. Bu adamın evi, gariplerin Kâbe’sidir. Böyle şöhret almış. Ne kadar güzel değil mi? O garip, gönlü kırık bir adam, toplu bir vaziyette böyle bir isim verirse, Kudret derhal imzalar, evet der. Hayatında bunu dedirtebilmek… Onun evi, gariplerin Kâbe’sidir. Böyle isim almış.
Hazreti Mevlana’nın güzel bir şeysi vardır. Bir adam varmış, her sene Beytullah’ın örtüsünü yaptırıyor. Mükellef. Altın sırmalı, o yeşil gayet kıymetdar çuha. Yirmi tane garip, yetim, donsuz çocuk çıkarmış. “O Beytullah, bu çocukların remzidir. Bunlara ne yaptın, surette kalan adam?” Anlatamıyor muyum acaba? Bunlara ne yaptın?
Çocuklarını çağırıyor, diyor ki: “Benden sonra sakın hırs ve şehvetiniz düşmüşlerin hakkını vermekten sizi alıkoymasın. Ben gidiyorum, diyor. Ve bol bol gidiyorum. Benim bu hâlim size ibret olsun. Herkes böyle benim gibi gidemez. Ben ne ekmişsem, hepsi gözümün önüne geldi. Teslim edildi gidiyorum. Ve gitmekliğim içün de tamamen emrimi almış gitmek üzerindeydim yalvardım, çocuğuma bir söz söyleyeyim, dedim. Bir istisnai muameleye tabi kılındım ben. Size bunu söylüyorum. Sonra sanmayın ki diyor, o bizim geniş mahsulümüz yalnız bizim say’imizdir.[19] Yalnız o su ve toprağın vergisidir. Yalnız onu öyle sananlar, papağana benzerler.” diyor.
Ne demek papağana benzerler? Papağana konuşmayı öğretirlerken aynanın önünde öğretirler. Bilir misiniz? Papağan yok mu papağan. Aynayı böyle kor, papağanı da buraya kor. Şimdi papağan aynada kendisini görür. Konuşmayı öğreten kimse kendini göstermeden aynanın arkasından konuşur. O konuşunca papağan zanneder ki kendisinden bir papağan konuşuyor. Ondan öğrenmeye çalışır. Fakat asıl öğreteni görmez. Yalnız toprağına, suyuna, kendi pazusuna güvenen, aynanın arkasındakini, konuşturanı görmeyip de aynadaki papağan konuşuyor zanneder. Yine bir şey anlatamadık. Öyledir.
Bereket bir feyz-i manevidir; gözle gözükmez, asarından anlaşılır. Hüner belaya sabretmek değil, nimete sabretmektir. Acayip, evet. Nimet verildikten sonra azmamaktır. Onun adına asıl sabır deniyor. Züğürtken gayet mütevâzı. Hiçbir masası yok, bir câhı yok, parası yok; konuş, melek zannedersin. Orada sabır kolay. Nimet verildikten sonra sabır, efendinin kârı. Kudret’in beklediği o. Azmamak. Çûşu[20] arıyor. Zekâya sahip olmuş, aklı ermeyenin işini meydana çıkarıyor. Zor olan yerler bunlar.
Vakit epey geç oldu. Söyleyeceğimiz sözlere giremeden, konuşmayı burada keseceğim.
[1] Tesmiye: İsimlendirme, adlandırma.
[2] Taharri: (Hary. dan) Aramak. Araştırmak.
İncelemek. Araştırılmak.
[3] Memat: Ölüm. Ahirete göç etmek.
[4] Mesaib: Musibetler. Güçlükler
[5] Etem-Etemmiyet: Tam, en mükemmel, kusursuz, noksansız
[6] كُن فَيَكُونُ Kün fekân lafzıyla iktibas etmişler. Ol (dedi) ve oluverdi, “O, gökleri ve yeri
örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen
oluverir.” (2. Bakara, 117); “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz
sadece, ona, “ol”dememizdir. O da hemen oluverir.” (16. Nahl, 40). (Diğerleri
için bkz. 3. Âl-i İmrân 47, 59, 6. En‘âm 73, 19. Meryem 35, 36. Yâsin 82, 40.
Mü‘min 68.)
[7] Tekrim: Hürmet ve tazim göstermek ve görmek.
Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
[8] Mekir: (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen.
(Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da
gayesinden alıkoymak için yapılır.)
[9] Maaliyat: İnsan aklının yetişemediği veya zor
yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
[10] Magbun: (Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan.
Şaşkın. Şaşırmış.
[11] İnfiâl/İnfiâlât: Aksi te'sirler. Teessürler. Kırgınlık,
öfke, kızma ve taşkınlıklar.
İnfiâlât-ı
nefsâniyye: Nefse
âit her türlü teessürler, tahavvülât, değişimler
[12] Hamule: Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının
yükü.
[13] İhtira': Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir
şeyi keşfetmek. İcad etmek.
[14] Mümeyyiz(e): Temyiz eden, ayıran, iyiyi
kötüyü farkeden. İmtihandaki talebenin bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse.
Gr: Tırnak işareti.
[15] Peymane: Büyük
kadeh. Ölçek, kile. Şarap bardağı
[16] Adem: Yokluk, olmama, bulunmama.
[17] Fâtır: Benzeri bulunmayan şeyi yaratan. Hârika üstün san'atiyle yaratan. Halkedici
Allah (C.C.)
[18] Dâr-ı
belvâ: Belâ, dert diyarı. Dünya
[19] Sa'y: Çalışma,
Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden
geleni yapma.
[20] Cûş: Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek
Osman Kemali Baba Divanı
23.
Ne benliğim vardı ne de
bu kâinât
Bu sırra “emr-i kûn-fekân”dediler
Ne hayat vardı ne havf-i
memât
Buna da “sâbit-i a’yan
dediler
Bize göre olmuş olacak
ne var
Bir zerre kalmadan oldu
âşikâr
Sakladı bu sırrı sani’î
tekrar
Bilginler o âne bir an
dediler
Görünen âlemler o sırdan
çıktı
Onun bir yüzü Hak, bir
yüzü halkdı
Ne varsa görünen ilm-i
mutlaktı
Açılan sırlara imkân
dediler
İsimden isimler,
sıfattan sıfât
Ne varsa bilindi,
bilinmezdi zât
Mim-i Ahmed idi bâisi
nevzât
O sırrın adına insan
dediler
İnsanla bilindi o ilm-i
kadîm
O ilim olmasa her şeydi
adîm
O ilmin bedbei meadı bir
mim
Bilenlere ehl-i irfân dediler
O ilmin bâtını nûr-i
Muhammed
O nurun zuhuru aşk u
mehabbet
O sırra girenler ölmez
müebbed
O aşkla kuruldu ekvan
dediler
Felekler melekler cennet
ü Tûbâ
O aşktan doğdular Âdemle
Havvâ
Onları sarmıştı Nur-i
Mustafâ
Onları aşk etti hayrân
dediler
Cennet bahçesinde
gezerken Âdem
Havvâ’nın aşkına tutuldu
oldem
Onlarla beraber
olmuştu hemdem
Vâhîme adına şeytan
dediler
Hilelerle iblis cennete
girmiş
Gören bilen de yok aceb
kim görmüş
Âdem mehabbeti Havvâ’ya
sormuş
Tatmışlar olmuşlar
giryân dediler
Âdem’in iç yüzü dış yüzü
vardı
Mevcudun sırrını vücutta
gördü
Nevbet-e vücudu İdris’e
verdi
Nuh gelince oldu Tûfân
dediler
On sekiz bin âlem
olmuştu zâhir
Ne varsa bilindi gâib u hâzir
Ayrıldı kalmadı fâsık u
fâcir
İnanana ehl-i imân
dediler
Âdem’le keşfoldu her
sırr-ı muğlak
Hak ile bâtılı o mim
etti fark
Kimi yelde kimi
deryalara gark
İnâd edenlere isyân
dediler
Yirmi sekiz harf o kadar
nebi
Bunca harfin bir
noktadır sebebi
Nokta Muhammed
Kureşiyyü-arabî
Onun her sözüne Furkan
dediler
Dâvut, Mûsa, İsâ kitap
getirdi
Cümlesi ümmetin Hakk’a
yetirdi
Ümmet-i Muhammed sonun
bitirdi
Zamanına âhir-zaman
dediler
O ümetten idi anamla
babam
Onlar da dünyada
istediler kâm
Felekten feleğe gezdim
bir eyyâm
Yeni rahme düştü bir can
dediler
Rahme düştüm yedi
mertebe aldım
Her bir mertebede kırkar
gün kaldım
Müddet temam oldu şuhuda
geldim
Nevzâda okunsun ezân
dediler
Başıma toplandı ahbab u
yârân
Anam babam güldü sevindi
ol an
İsmim düşünüldü tekbirle
heman
Adıma cümlesi Osman
dediler
Yaş temam olmadan gözüm
kör oldu
Anama babama bile zor
oldu
Onlar da benimle hayli
yoruldu
Okutun kalmasın nadan
dediler
Kimi ölsün dedi kimisi
kalsın
Göz görmez iş yapmaz
sonu ne olsun
Okusun dediler yahut saz
çalsın
Acısın haline Rahman
dediler
Gözlerim kapalı gönlüm
açıktı
Önüme her türlü dostlar
da çıktı
Kur’an öğrettiler okutan
Hak’tı
Bitirdim Hâfız-ı Kur’an
dediler
Dersim büyüdükçe büyüdü
derdim
Gönlümün içinde bir perî
gördüm
İn misin cin misin yâ
nesin sordum
Benim adım aşktır inân
dediler
Artık o aşk ile yandım
yakıldım
Her şeyin peşine gözsüz
takıldım
Her bakan gözlerle başka
bakıldım
Kimi insan kimi hayvan
dediler
Hem o perî oldu pîr-i
muhterem
Bana ders verirdi
sanardım dedem
Meğer o aşk imiş görsem
de bilmem
Benden murâd alan aldı
dediler
Meğer murâd almak
muradsızlıkmış
Umduğum nâm u şân tek
adsızlıkmış
Aradığım rahat
rahatsızlıkmış
Artık gülmek olsun
giryân dediler
Evimde mekânsiz yurtta
vatansız
Artık hep dediler
beyinsiz densiz
Ölsem de gömerler beni
kefensiz
Aşka uy olma peşiman
dediler
Kârûban-ı aşka cansız
katıldım
Köle olup bir sâile
satıldım
Koğuldum dünyadan zorla
atıldım
Burda sensin sana düşman
dediler
Düştüm gurbet ele âvâre
giryân
Rahat bulamadım bir
yerde bir ân
Belâkeşler idi refikim
hemân
Sensin seni derde salan
dediler
Irak yollarda yürüdüm
yayan
Hak idi ağzıma bir lokma
koyan
Katırcı peşinde gezdim
bir zaman
Biz gece yürürüz uyan
dediler
Allah saklamıştı paradan
puldan
Bir şey beklemedim
gezdiğim yoldan
Gâh dağlardan geçtim
gâhi de çölden
Bu yollarda çoktur çiyan
dediler
İnsan bulamadım nere
vardımsa
Ben beni görürdüm kimi
gördümse
Benden dertli buldum
kime sordumsa
Senin içindedir derman
dediler
Ağlaya ağlaya Necef’e
vardım
Günlerce yüzümü yerlere
sürdüm
O Kân-ı vefâ’da çok vefâ
gördüm
Her müşkülün olur âsân
dediler
Gözle bakanlara görünür
mezâr
Meğer kalb-i âlem
Haydar-ı Kerrâr
Herkes murâd alır gizli
âşikâr
Yoktur bu kapıda yalan
dediler
Kerbelâ’ya vardım
belâlar arttı
İçimde benliğim en büyük
dertti
Şiddetli belâlar gayette
sertti
Aşıka belâdır ihsân
dediler
Bilirdim onları sevenler
ölmez
Mehabbet bir güldür
açılır solmaz
Mahzun giden gönül gamla
reddolmaz
Olmaz bu kapıda nâlân
dediler
Gezdiğim her adım,
yazdığım her söz
Çektiğim her mihnet
vurduğum her yüz
Duyduğum her sedâ, kör
ve sağ her göz
Sayısınca selâm her an
dediler
Yetmiş iki sadık çok
mihnet çekti
Dünyaya mehabbet tohmunu
ekti
Belâlar çekmekte Ehl-i
Beyt tekti
Hâdimleri olsun Rıdvân
dediler
Hâsılı çok gezdim gurbet
illerde
Söyledim her yerde türlü
dillerde
Şimdi de sözlerim
toplayıp yapmışlar kitâb
Bir şey kazanmayı
etmedim hesâb
Bütün gazellerim aczime
cevab
Yayan; Bahaeddin, Sinân
dediler
Oğlum Selâhâddin kızım
Sekîne
Nureddin’le, küçük
Bahaeddin’e
Hizmet eylesinlen dîn-i
mübîne
Dâmâdım adına Burhân
dediler
Bir dedem var idi
kardeşten azîz
Gecemiz geçerdi
gündüzden lezîz
Yıllarca yaşadık ne siz
var ne biz
Muhammed’di derdim yazan
dediler
Ozan oğulları Enver,
Muhammed
Onlar da bir oğlum
oldular elbet
Saçdığım mehabbet ölmez
müebbed
Bana da KEMÂLÎ OZAN
dediler
Dost bağın gülü oldu
küşâde
Bülbülüz güle figâne geldik
Yârin elinden içmişiz bâde
Anınçün bunda mestâne geldik
Dostun illerin ederken
seyrân
Bunda uğrayıp olmuşuz pinhân
Sanma sen bizi gezeriz hayvân
Özümüz bilip irfâne geldik
Aslımız bildik nûr-u
ezelî
Ayrılmayız ol sırrı sezeli
Can ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el’an kurbana geldik
Dert ile dâim yanmakta
bu dil
Aşk-ı nârına olmuşuz fitil
Pervâne sıfat olmağa vâsıl
Şem-i cemâle sûzana geldik
Cismimiz bunda canımız
anda
Gevherimiz aslı ol kânda
Sezaî şimdi biz bu dükkanda
Biraz eğlenip seyrâna geldik
0 yorum:
Yorum Gönder