058 (16.08.1959) 51 dk. (280)
Evet, yine biraz bahsederek ana hattımıza geçeceğiz. Allah (cc) bilinmesini… Bu tariflerin keyfiyeti meçhul. Müşahhas olaraktan size gösterilebilecek beşerde takat yok. Fakat bazı şeyler duyulur da anlatılmaz. Bilmem anlatabiliyor muyum? Hissedersin de hissettiğini anlatamazsın. Bu onun en başında gelir. Allah (cc), kendisinin bilinmekliğini istemiş, öyle buyuruyor: Bilinmekliğimi istedim, sevdim. Bunu anlatırken İmam-ı Ali Keremallahu Zati Hu Hazretlerine dinleyenlerden birileri
sormuşlar; “İyi ama Allah (cc) nerede?” Bir sual sormuşlar. "Nerede" yok iken Allah (cc) vardı diyor. Bir şey anlatabildim mi? "Nerede" yoktu, Allah (cc) vardı. Allah (cc) Ma’ruftur, ma’lum değildir. Hadisat ve tasavvurattan münezzehtir. Her şeyinde kayyumiyet-i zatiyesi meşhuttur. Mevcudat onunla kaim, onun aşkıyla daimdir. Vücudu ile mevcuttur. Kanaatime göre, en güzel tarifi yapıyorum. İyi dikkatle, içinden bir şey çıkarmak, bir mana tahsil etmek, yalnız kulağı verip de bir sel halinde akıtmak değil de nedir, diye duyarak dinlerseniz, bir şey anlatılabilmiş olur kanaatindeyim. Vücudu ile mevcuttur. Zaten bütün vücutlar O dur.Geçen hafta bir nebze bahsetmiştim.
Kudretin tecellisindeki ismine Halk denir. Mahlûkat yani ya... Kendindeki
ismine Hak denir. Ee bu tecellisindeki halk ile Hak arasında bir ayrılık yok
mu? Farkı da var bunun. Şöyle bir misal vermiştik. Kar. Karın vücudu nedir?
Sudur. Fakat kar karlığı zamanında su diyemezsin. Hatta dini bir mevzuyla size
tarif edeyim. Karı su yapmadan abdest alamazsın. Karın vücudu suyun vücudunu
tahakkuk ettirmiş olmaz. Kar var, su yok. Fakat karı eritebilip de suya
çevirebilmeklik içün bir şey de yok. Abdest alman lazım geldi. Karla alabilir
misin? Alamazsın. Teyemmüm edersin. Kar erir su olur, o vakit de kar
diyemezsin. İşte senin aslında Hakk’tır. Anlatabildim mi acaba? Bütün dert bu…
Beşer bunu idrak edebilmeklik içün, bunu duyabilmeklik içün, bunu bulabilmek
içün, bu ile olmak için buraya gelmiştir.
Bundan maksat nedir? İnsan geliş
ve gidişindeki gayeyi duyacak olursa, meyve olmaya çalışır. Kayısı çekirdeğini
diktik yahut şeftali çekirdeğini diktik, herhangi bir meyvenin çekirdeğini
diktik, o çekirdek de çekirdek halindeyken, bir kuvve namütenahi ağaç gizlenmiş
midir, gizlenmemiş midir? Bugün bir kayısı çekirdeği sayıya girmeyecek kadar
bir kayısıdır. Diktik, kayısı ağacı oldu. Yapraklandı, çiçeklendi kayısı oldu.
İlk diktiğimiz çekirdek o ağacın neresindedir? Toprağa diktik ya suladık
besledik nihayet ağaç oldu. O çekirdek o
ağacın neresindedir? O çekirdek bütün ağacı muhittir. Fakat hüner kayısının
kendisi olmaktır. Yoksa onun dikeni olur kurumuş dalı budağı olur, yanar,
yıkılır gider. İnsan da Kudret’in bir yemişidir amma yemişi olmak hünerdir.
Dalı budağı dikeni olup da yanmak hüner değildir. Ahlak onun yemişini meydana
getirttirir. Anlatabildim mi? O yemiş.
Bir misal daha verelim. Mevzuu
biraz ağır fakat buradan başladık. Aynaya baktık, siz aynaya baktığınız vakitte
sath-ı ayna ne oldu? Aynanın sathı ne oldu? Aynanın sathı sizde zahir oldu. Sen
meydana gelmek ile Hak sende zahir oldu. Bunlar misalsiz söylense biraz
anlaşılmaz fakat misal verildikten sonra anlatılamayacak kadar anlaşılabilir.
Üzerinde biraz işlenirse, hal edilirse anlatmak tecellisi de olur. En canlı
misal... Aynaya çıkıp baktığınız vakitte, o kocaman aynanın sathı nereye gitti?
Sizde zahir oldu. Hak da sende zahirdir. Onu idrak ettiğin dakikada her insana
kendisinin yaradılışındaki vazife eline verilir, hak ve hukuka riayet eder. Karşımdaki
mazharda[1]
Hak var der. O da benim karşımdakinde de Hak var der, dünya da ah sesi diner.
Mesele bunu dindirmektir. Yoksa ilim isterse gökyüzüne insan değil ordu
çıkarsın. Vasıtasız sinek gibi çıksın, ne faydası var, ah sesi dinmedikten
sonra? Denizin dibinde değil de denizi yutsun da gezsin. Hiçbir fayda yoktur.
Hamal yükünü mola taşına koyduğu
vakitte alnının terini siler, oh der. İnsan da yüklüdür, yükünü musalla yaşına
koyduğu vakitte, oh der. İşte musalla taşına götürmezden evvel yükünü ahlaka
yükletirsen, ondan evvel huzur etmiş olursun. Yoksa herkes yükünü bir yere
bırakacak. Öyle değil mi? Hamal yüklüdür, dört gözle bakar, “Ahh bir mola taşı gelse de dinlensem” diyerekten. Kor mola taşına
yükünü, ondan sonra biraz nefes alır, terini kurutur filan. Dinlendikten sonra
tekrar yükü alır. İnsan’da yüklü, kendi yükünü taşıyor. Hamalın yüküne de
benzemez. Bu çok ağır bir yüktür.
Deden… Hamala taşı dedim de
aklıma geldi. Deden, ne kadar kibar adammış. Şu tarihin en eski efendisi olan
ecdadımız. Muazzam adamlar. Biz onları böyle layıkıyla bilmiyoruz da zavallı
zannediyoruz. Zavallı olur mu? Evinde oturuyorsun, niye tetkik etmezsin? Öyle
değil mi ya? Bir avuç insan koca kişverleri[2]
feth etmiş. Dünyanın yüzü olan yeri de zapt etmiş. “Al oğlum, burada serbest manana sahip ol. İsmet ve iffet numunesi
olarak yaşa. Kâinata ilim mevzuu ver, sanatlara model ver, kavval[3] olmaktan
ziyade faal ol. Hacet mezcetmedikce[4] bir
işin peşine koşma. Hubb-u gayr ile yaşa. Nasıl olsa günün birinde bir çukuru
dolduracaksın. Kabrin öbür tarafındaki hayata bak.” (demiş) Biz kabri görüyoruz fakat öbür taraftaki hayata bakmıyoruz.
Eğer öyle bakmış olsak, her gün gazetelerde cinayet havadisi işitilir mi? Hiç düşünmüyoruz,
nereye gidiyor? Yok anasını kesmiş, yok babasını parçalamış, yok niçün bana
baktın demiş, de öldürmüş, yok niye yan bastın demiş vurmuş. Bunlar beden-i
hud’a[5].
Bunlar apartman yangınına benzemez. Sarayın çökmesine benzemez, bunu Allah (cc) yapmış.
Köpeğin ciğerinin vakfiyesini
yapan dedenin oğlu böyle mi olacaktı? İnsan haklarını bırak, dünyada insan
hakları diyerekten şeyler yazıyor. Bırak insan haklarını, dedene dön dedene. Ne
arıyorsun başka yerde bir şey? Ne insan hakkı? Zerre hakkı diyor. İnsan hakkı
neymiş? Aç dedenin vakfiyelerini, filan mahalledeki filan semtteki köpeklere
yüz sırık ciğer, filan yerdekine seksen sırık işkembe… İnsan hakları bitmiş,
hayvan haklarını yenine getireyim diyerekten uğraşıyor. O dedenin çocuğu, iki
kuruş için adam öldürenin evladı çıkıyor. Bu hastalık nereden geldi, tedavisi
ne vakit olacak? Ne güne kadar sürecek? Allahsız kaldı mı bir camia, bunlar
olur. Kestirmesi bu bunun. Tek söz.
Ne irfandır veren ahlâka
ulviyet, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah
korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz
edilsin havfı Yezdan'ın...
Ne irfanın kalır te'sîri
kat'iyyen, ne vicdanın. [i]
Ne güzel söylemiş. Ferdi
saadetler muvakkaddır[6].
Hep bunlar ferdi saadet düşüncesiyle ortaya geliyor. Ferdin saadeti cemiyetin
saadetine bağlıdır. Tek başına saadet olmaz. Tek başına ben saadet kurarım da
yaşarım dersen aldanırsın. Çünkü saadetin zevkini veren Allah’dır (cc). Vermez
ki, her gün bir azap… Peygamber (sav) öyle dedi; “Bir zaman gelir, öldüren
niçin öldürdüğünü ölende niçin öldürüğünü bilmez. Ona herc ü mecr[7]
derler, Allah’sız kalma devresi denir” dedi. Tarifi yaptı. Gönlünü bağla da
nereye bağlarsan bağla. Taşa bağla, ağaca bağla, her nereye bağlarsan bağla.
Bir yerden sevdiği ile bir korku gelsin sana kötülükten kurtarırsın. Vazgeçtik hakikatiyle
Allah’a (cc) bağlanmayı… Bağla gönlünü bir yere. Nereye bağlarsan bağla. Çünkü Haksız
hiçbir zerre yok. Dağa bağla taşa bağla ağaca bağla, nereye bağlarsan bağla.
Bağla. Serbest… Orta yerde nefsinin eline kendini esir etme. Aklı nefise uşak
yaptığın günden itibaren yıkılırsın. Kalkmanın da imkânı yoktur.
Bazı kimseler dedene kıymet
verdirmek istemezler. Onun içün bakıyorum da… Bak sana birkaç senet vereyim.
Dedenin iman etmiş olduğu mana, ticaret ve sanat sahasında insanlara o kadar
şeref bahşetmiştir ki, o teşvik ve o tevhid ile deden fenn-i mimaride dünya üzerinde başka
bir saha yaratmıştır, diyor. Diyen almanlar. Belki ben söylersem hissine kapılmış
da söylüyorsun dersin ama bu hisse kapılınmaz ki, tarih kâinat mevcudat orta
yerde, kaybolmamış.
Her vakit söylediğim gibi, yirmi
üç yaşında cihangir olmuş, “Fatih” ünvanını almış. Öyle cihangir ki, öyle
inkılap ki… İnkılap iki türlü olur. Terakki de iki türlü olur. Herkesin ağzında
bu dolaşır, terakki, terakki, terakki… Terakki umumi bir kelimedir. Ters tarafı
da vardır, düz tarafı da vardır. Kötülük de gayene yetişmek için tekâmül ettin
mi, kötülük de terakki ettin demektir. Hilkat de ki gayeyi duyup maaliyat[8]
üzerine servet-i eslafa[9],
servet-i ahlafı[10] ilave
ederek, babanın malına bir mal daha ilave ederek, babanın ilmine bir ilim daha
zammederek, babanın fikrine bir fikir daha koyarak yürümüşsen, işte dedenin
etmiş olduğu terakki bu terakki idi. Mananın kabul ettiği terakki de budur.
Yoksa evladı annesinden ayırmak, babayı karısından boşatmak, bir evin
içerisinde huzursuzluk meydana getirerekten, herkesi kendi bildiği adaletsiz
bir, behimi[11] bir
şekilde hürriyet vererekten sert sert yürümek şeyse, terakkiyse; ona tedenni[12]
der, ahlak. Anlatabiliyor muyum acaba? Onun adına terakki demez. Onun adına
tedenni der, tedenni. Alçalmak yani ya.
İnkılap da öyle... Tarih de
olmayan bir varlığı, kendi bünyesinden meydana getirerek o varlığı, yalnız
kendi camiası değil, bütün dünya imrenerek, vicdanların, örflerin, akılların,
fikirlerin kabul etmiş olduğu yeniliğin adına inkılap derler. Anlatabildim mi
acaba? Öyle bir büyüklük, öyle bir varlık ki, tarihte yok. Yeniden bünyen
meydana getirdi. Getirdi yalnız sen beğenmeyeceksin. Kâinat beğendi. Nefsi… Nefisler
beğenmesi için değil, vicdanlar beğendi, ruhlar beğendi, akıllar kabul etti,
herkes imrendi, işte o varlığın adına inkılap derler. Deden bunu yapmış.
Kâinata kucağını açmış. Davenport namındaki İngiliz âlimi der ki; Avrupa’nın
garaz-kâr[13] ve
müverrihleri[14] Müslümanların Hristiyanları himaye etmesi, Ortodoksları
vaktiyle Ruslar himaye ederdi, Katolikleri de Fransızlar himaye ederdi de, o himaye
tahtında, onların içerisinde onlar serbest yaşadı, der. Diyorlar diyor, “Ben cevap vereyim diyor onların yerine.”
Hak daima üstün delir. Hak… “Ben cevap
vereyim. Hadi sizin dediğinizi kabul edelim. Ortodoksları eski Ruslar himaye
etti, Katolikleri de Fransızlar himaye etti, ya Yahudileri?” Anlatabiliyor
muyum acaba? Yaaa.
Onlar, manaya sahip olan
Türklerin kendi satvetlerinde[15],
safvetlerindeki[16] sefa
ile bütün insaniyet camiası… Onların bir itikadı vardır, Ennas İyalullah[17],
bütün nas Allah’ın (cc) iyalidir, Allah’da (cc) Rabb-ül Alemindir, biz de onun
vekiliyiz, bizde de sırr-ı rububiyet olacak, onun gibi kâinata merhamet elini
uzatacağız diye herkese merhamet ellerini uzatmıştır. Bazısından da zarara
görmüştür, o da Hak namına diyerekten sinesine basmıştır, der. Anlatabiliyor
muyum bir şey?
Yirmi üç yaşında cihangir olmuş.
Orta çağı son çağa tebdil etmiş. Devre açmış yani dünyada. Elli yaşında
cihangir görürsün, yirmi yaşında cihangir görürsün, şey yetmiş yaşında
görürsün, atmış da… Yirmi üç yaşında yok. Yirmi üç yaşında cihangir tarihte
yok. İyi tetkik et bak. Harp meydanına gittiği vakitte kılıcı iki tarafından
gözükmüş, ordunun gerisinde değil, en önünde cam-ı şahadeti nuş edeyim
diyerekten koşmuş. Siperde duraraktan, şöyle yapın böyle yapın, değil, en önde.
İmanın zevkine ait bahis bu… Gönlünü ebediyete vermedikçe bir şey meydana
getiremezsin. Verginin kuvvetine bağlıdır. O nispet de Kudret işi ayarlar.
Muhali mümkün yapmış: Gemi denizde yürümek için yapılır, karadan yürünmez. Karadan gemiyi yürütmüş. Zafer tahakkuk etmiş fakat zaferin vermiş
olduğu… Zafer insana sarhoşluk verir. İlk önce iş meydanda yokken gayet
insanlar kuzu gibi konuşurlar fakat iyi bir netice aldıktan sonra gerilir de
gerilir, gerilir de gerilir ve daha diyor Allah (cc) boyunu uzatabilirsin. “Niye yukarıya kaldırıyorsun kafanı” diyor.
“Dağ ile boy ölçüşebilir misin? Ne yeri
delebilirsin… Yer yer seni. Sen şu kafanı biraz eğ aşağıya. Eğ biraz kafanı
aşağıya eğ.”
Gez kâinatı seyret, Mısıra git de
firavunun mumyasına bak. Dokuz yüz bin küsur çocuğu öldüren adamın laşeşi orada
duruyor. Onun için laşeden[18]
bir medet bekleme. Kendi ruhundan bir şey bekle. Git orada firavunun çukuru
var, dağın içerisine deldirmiş, orada bir mahfil yaptırmış, laşesi hala orada durur
mumya içerisinde. İnsan şöyle bir bakarsa, “Allah
Allah zamanında, kâinatı titreten أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى[19]
diye
dava açan bu leş miydi” dersin.
Anlatabiliyor muyum acaba? Üüü. Kâinat neler yapmış, Kudret. Dokuz yüz bin
küsur masum daha anasından doğar doğmaz. Kellesini aldırtmış, orada durur. O
insana büyük bir ders verir, hayret verir. En büyük Allah’ınız, Rabbiniz benim.
diyor. أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى O dehlizlerden içeride öyle acib bir şeklin içerisinde…
Zaferin şevkiyle sarhoş olmamış. O zaferin zevkiyle kafasını semaya
kaldırıp da deler gibi bakmamış, derhal önlüğü beline takmış, orduya başlamış
eliyle karavanasını doldurmaya. “Aman
demişler, ne yapıyorsun?” “İman
ettiğim yerin efendisi, kavmimin efendisi hizmet edenidir, zaferi ben
kazanmadım, bunlar kazandı” demiş. Zaferi ben kazanmadım, bunlar kazandı,
bunlar olmasaydı ben zaferi nerede yetecektim? “Bilmiyor musun diyor, Peygamber (sav) ne dedi? Bir camia bir yerde
muzaffer olursa o muzaffer olan camianın zaferini bir şahsa yükleyip verirseniz
o şahısta firavunluk başlar sizi ezer. Zafer nispet dâhilinde hepinize taksim
edilecektir.” Anlatabildim mi acaba? Şurada bir şey meydana geldi, kaç kişi
gittiniz? Yüz kişi. Efendim iyi ama bu yüz kişinin varlığı buna aitti. Buna
verdin mi bu seni tepeler. Seciyeyi insaniyeni elinden alır. Yaa. Taksim
edersin yüz kişiye. Yüzer gram mı düşer, iki yüz er gram mı düşer, muvazene
daimi şekilde durur. Ahlak bu şekilde intizam gelir.
Gelelim mevzuun an yerine, “Dedende ne vardı?” demeyesin diyerekten
söylüyorum. Bunu niçün söylüyorum? Aşka ayırdık ya ahlakı ikiye. Bir vazifeden
doğan ahlak, iki aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl,
aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Dedemiz tarihte hangisine mensup idi? Aşktan
doğan ahlakın saliki[20] miydi?
Vazifeden doğan ahlakın mı? Aşktan doğan ahlakın salikiydi. Onun için mümkünü,
muhal[21]
yapardı. Yanlış anlaşılmasın; vazifeden doğan ahlakı tenkit ediyor, manasına
değil, biz bugün hepsine razıyız. Hepsi Aler-re'si-vel-ayn [22] Göz
üzerine, baş üzerine. Aşktan doğan ahlakta vücut yoktur. Vazifeden doğan
ahlakta vücut vardır, hayra çalışmak vardır. Aralarındaki fark bu… Aşktan doğan
ahlakta saat dakika yok.
Kaç defa misal getirdim size: Mehmetcik… Bu ismi kim vermiş? Ne kadar
güzel. Mehmetçik demek, Muhammedçik demek. Onun ism-i müsakkale[23].
Harbe gider, bire on dövüşür; ekmeğini yetirmezsin “Allah” der doyurur;
ayakkabısını yetiştiremezsin, nasırından çarık yapar, “Geri dönersem imansız giderim” der; sekiz saat on saat, saat yok.
Çünkü aşk. Aşkta vücut yok ki saat olsun. Frenk öyle değildir, “Ben vazifemi yaptım der, sekiz saat der yetiştireydin.
Kusur bende değil!”. “Yahu biraz daha…”
“Yook! Ben vazifemi yaptım. Sen
arkadan yetireydin.” Hala yine öyledir. Hatta, maddi sahada bile öyledir.
Alır iki tane elma, sen ne olursan ol; çatır çutur, çatır çutur, şakır şukur,
yer. Sen ne olursan ol, aklına bile gelmez. Bir elma aldın mı, bakarsın yanında
biri var mı, bir dilimini ona bir dilimini ona, bazen sana da kalmaz. Öyle
değil mi? Bazen sana da kalmaz. Hâlbuki biz bu ahlakın kabuğuna kadar indik.
Bunun sefalı zamanı, ne kadar kuvvetli olursa o kadar varidat[24] verir.
Ağyarın tasdikiyle, deden fenni mimaride ve tezyinatta on beşinci asrın
ortalarına doğru dünyada birinci. Sanat ve ticarette mana iman ettiğimiz
müessese, çok fazla kıymet verdiğinden dolayı -Nasıl anlatayım sana fazla
kıymet verdiğini?- Bak, dini bir senet göstereyim. Peygamber (sav) Tebük
gazvesinden dönüyordu. Hazreti Muaz, sevgili dostlarından bir zat, Muaz. İstikbâline
çıktı. Musafaha [25]
ettiler. Bir birlerinin ellerini tuttular. Peygamber dedi ki; “Kefedet yedak Ya Muaz.” Ellerin nasırlanmış. “Evet,
Ya Resulullah. Gösterdiğim yol üzerinde alnımın teriyle meşru kazanıp,
çocuklarıma meşru lokma yedirerek, vücutlarında nara inkılap etmesin, nura
inkılap etsin içün, alnımın teri ile sıkı çalışıyorum, recberlik yapıyorum.
Elim onun içün nasırlandı.” Öpmüş peygamber. Yanındaki dostlarına “Gelin” demiş. Öpülecek el göstereyim
size. Öpün bu eli. Allah (cc) bu elin sahibini yakmaktan ve bunun gibi olan
kimseleri yakmaktan hayâ ederim, dedi. Bir şey anlıyorsunuz tabi dimi?
Rızıklarınızın onda dokuzu ticarete gizlenmiştir emri. O kazancın başka
bir zevki olduğuna, tabi onun da kolay değil o. Kazanan Allah’ın (cc) dostudur
diyorlar. Kazanmadan kazanmaya şekil vardır. Bugünde çok zordur. Aldın bunu
görüyorsun bunun bir yerinde özrü var ve yahut bu ondan fazla dayanır, bunu sen
biliyorsun, karşındaki bilmiyor. Sorduğu vakitte “İyidir efendim” diyorsun. İçin
iyi olmadığını söylüyor, sen “iyidir” dedi mi yandın sen. Lokma haram. İsterse
alnın secdede çürüsün. Kolay iş değil bu. Onun için teşvik, tergib[26] var.
Gayet zor. Bizde böyle olduğu halde, maalesef mi diyeyim yoksa ne diyeyim. O
tabir de sakat, insanlığa aittir bizim manamız. Kimin kalbinde istidat varsa
Huda oraya verir. İsviçre’ye gidenler öyle söylüyorlar: Bir kilo elma üzerinde
yazıyor, içinde üç tane çürük var, iki tane sakat var, dört tane de sağlam var.
Yüz elli kuruş vereceksin. Bizde öyle değil, çürük bir tarafa gizlenir. Sonra
zenginin kafası daha bu şeytanata erdiğinden dolayı çürüğü almaz. Fukara alır.
Zavallı saf kafası dolu… Zaten ekmek parasını zor kazanmış. Doktor demiş ki,
buna elma yedireceksin. Bunala bunala gelmiş, “Bana iyi elmadan ver.” diye. O çürüğü ona veririz biz. Kömürün sulu
kısmını kışın fukara yakar. Öteki yazın daha önceden almıştır. Daha ucuza
almıştır. O dört misline mal olur. Gücümüz de, gücümüzün yettiği, yetmediğine
söyleyemedim, anladın sen ne demek istediğimi. Kendinden üstünle boğuşabilsen
güzel… Düzeltiyorum şimdi. Dâima kendinden aşağısıyla. Vurulmuşun üzerine bir
daha sen vurursun. Zaten kanatları kırılmış. İradesi tayeranda[27] olan
kanatları kırılmış kuşun üzerine vurursun. Onun içün zor. Aldım bunu. Bunu
biliyorsun sen. Bunda iş yok ama bunu satacaksın ne yapayım aldım bir defa
diyorsun. Ve geldi bu daha iyi. “Bu mu
iyi ,o mu iyi?” “O da iyi o da iyi”
diyorsun. Yalnız çok zeki insan olursa konuşma tarzındaki rekâketten[28] anlar,
bakış tarzından da anlar, bunda bir iş var der. Ama herkes anlamaz ki onu.
Zavallı nereden anlayacak? Yuvarlanır geçer gider.
Bu teşvikler dolayısı ile ilk maden işletenler yine deden olmuştur. Mühim
surette. Barutu ilk kullananlar yine deden olmuştur. Edevat-ı eslihayı[29] meydana
getirenler yine deden olmuştur. O vadide o kadar ilerlemişlerdir ki arzın yüzü
başka bir yüz, hayatın şekli başka bir hayat olmuştur. Misal vereyim sana yine
de. Dedenin fabrikalarında yapılan kâğıt, on üçüncü asırda, İspanyadan Fransa’ya
İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye geçmiştir. Tarih veriyorum, adres
veriyorum. Anlatabildim mi acaba? “Deden
de ne varmış?” deme. Deden o vakit manaya sağlam idi, imanı kuvvetli idi, o
iman bu aşk ile bunu meydana getiriyor. Deden fenn-i sanayide ilerlediği zaman roma
kanunları sanat hesabını, hukuku medeniyetini iskât[30]
ediyordu. Bu söylenenler ufak birer cümledir ama biliyor musun bunlar ilimdir.
Muazzam iş. Belki içinizde işine yaramayacak kimseler vardır, banane deme. Öyle
değil.
Beşeriyetin Fahri Ebedisi bize sanatı ticareti tavsiye ederken, roma
hukukunda eshab-ı sanayi medeni hakka
malik değildi. Hukuk-u medeniyeden sakit[31]. Roma asil-zâdegânından Augoustos ovinos naminda bir kimsesi bir fabrikayı işletti,
haysiyeti kırdı diye idam edilmiştir. Senin bayıldığın medeniyet işte öyle
medeniyet... O yarım asırda bir parça tenekecilikte ilerlemiş diye bir şey mi
zannedersin? Dön dedene bak neler var? Bak adres veriyorum sana.
Abdurrahman Bin Nasır zamanında saraydan intişar[32] eden
ziyalarla on bin mil mesafeye yolcu giderdi diyor. Ne ziyası kullandı o vakit. Endülüs
de atmış bin saray iki yüz seksen bin konak olduğu tespit ediliyor. Yalnız on
bin ipek dokuma tezgâhı vardı deniliyor. Bu işle iştigal edenler daha (iyi) yekûnun
ne olduğunu anlarlar. Dört yüz bin kitap Abbas İbn-i Mansur zamanında mevcut
idi. Papa meydanlarda seksen binini yaktırdı. Bin yüz kırk sene-i miladisinde
Kahire de, yalnız ulum-i riyaziyede ve felekiye[33] de ait
olan kitabın yekûnu yüz altmış bin idi. Hepsi yandı. Bitmez bunu saymakla
bitmez. Biz mevzuumuza girelim Yani dedenin zengin olduğunu anlatmak için
söylüyorum. Onun içün hariçte ne kadar bir güzellik bulursan çekine çekine
alma. Rast bulunmuş malındır. Cayır cayır, seve seve al. Ne bulursan al –saat
kaç--.
Vazife neye derler? Vazife, vacib-ül icra olan şeye derler. Yapmış
olduğum tariflerden tekrar ediyorum tarifi. İki üç haftadır tarif edemedin.
Yabancı arkadaşlar olduğu için bu tarifleri yapıyorum. İlk gördüğüm arkadaşlar
var. Yapılması fıtratında meknuz[34] olan
bir vücub[35]
ile kendisi mükellef olduğundan dolayı o şeyin adına vazife denir. Onun içün mukaddestir.
Mukaddes olan şey kutsiyetten doğar;kutsiyet, Zat-ı Bari’ye iman ile olur;
Zat-ı Bari’ye iman yani Allah’a (cc) iman, mana ile olur. Binaenaleyh, her
hangi bir iş Allah (cc) kanalından geldiği vakitte ona vazife denir. O kanala
uğramayan şeye de vazife denmez. Anlatabildik mi acaba?
Bunun çok canlı misallerini çok sefer vermişimdir. Bir mağazaya tezgâhtar
oldun yahut hadim oldun her neyse, geldi bir mal, “Depoya koy!” dedi. Depoya
koy. İki ay sonra bu on liralık mal elli liraya satılacaktır. Peki, baş üstüne
efendim dedin. Depoya koydun. Niçün bunu böyle yaparsın? İşte efendim ben
emektarım. Sen uşaksın. İhtikâre[36] ortak
oldun. Anlatabildim mi acaba? Ya, bu kadar zor bu ahlak mevzuu, çok zor.
Bunu böyle söylemişken belki içinizde ticaret hesabından insanlar
vardır, bilmezler, onu da söyleyeyim
bari. Bir mal ne vakit ihtikârdan kurtulur yani Allah (cc) ceza vermez
satışından. Yüzde kaç nispetiyle satılırsa. Yüzdesi yoktur. Bu malı aldın, on
kuruşa aldın, on beş kuruşa sattın, yirmi beş kuruşa sattın farz edelim. Bunu anlayanlar
alan adama “aldanmamışsın” mütehassısları, o işi yapan mütehassıslar, “bu mal o
para eder” dediler mi sana on beş kuruşa helaldir. On kuruşa aldın, on bir
kuruşa sattın, bunu anlayanlar dedi ki bu on buçuk kuruş ederdi. On bir kuruşa
fazla almışsın. Satana o yarım parası haramdır. Anlatabildim mi düsturu bak?
Mananın, bizim iman ettiğimiz müessesenin, kurmuş olduğu düstur hiçbir yerde
yok. Ne vakit ihtikâre girer? Bu malı aldın, koydun tezgâha, on kuruşa aldın,
on iki kuruşa satıyorsun. Bugün müşterisi gelse on iki kuruşa vereceksin,
saklamıyorsun. Yarın gelse yine vereceksin. Her gün on iki kuruş üzerinde durur,
kimse bakmıyor yüzüne. Altı ay sonra
birden bire o mal on iki liraya çıktı, ben bunu on kuruşa aldım on iki kuruşa
satayım dersen ahmak derler. Neden senin zamirinde[37] onu
gizlemek yok. Kudret sana öyle bir sefa vermiş. Anlatabildim mi acaba? Ne
aldanmak var ne aldatmak var. Senden on iki kuruşa alacakları vakit verecektin
ya. Onu Allah’da (cc) biliyor. Serair-i[38] zemair-i[39]
hafayayı[40]
bilir. Müşteri çıkmadı, durdu durdu, o birden
bire durup çürüyüp de atsan. Kimse sana on para verir miydi? Vermezdi. Ters
tarafını da düşün. Yahut durdu on iki kuruşa etmedi etmedi de, birden bire bir
kuruşa indi. “Hayır! Ben bunu on bir kuruşa aldım vermem.” diyemezsin ki. Ya
vereceksin ya atacaksın. Böyle bir kast-ı mahsus ile tutmaksızın, kendi kendine mal fiyatını arttıracak olursa,
günün revacı ne ise o fiyata satılır, dedi Peygamber (sav). Böyle bir kayıt
koydu şimdi. Hesab-ı kemal içün. Bu kayıtta şu… Bu müsaadeyi verdik. Müsaadeyi
verdik çünkü. Ondan sonra diyor ki; İstefti kelbek beyne tahtel müşkül[41]
Bir defada içinde oturan, oturan, gizli konuşan müftüden fetvasını al. İçinde
birisi oturuyor ya. Evet bu on
iki liraya çıktı ama içindeki canım ben bunu on iki kuruşa da verecektim. On
iki liraya çıkmış ama beş liraya versen ne lazım gelir, o içindekine de sor
diyor. Anlatabildik mi? Kaide bundan ibaret. Usul bu. Bunun haricine çıktın mı,
ihtikâr olur. Bir yere tutulmuşsan, o vazife olmaz. Vazifeye misal getiriyorum.
Hülasa tekrar edelim. Vazife, vacib-ül icra olan işe denir. Vacib-ül
icra olan iş mukaddestir, mukaddes olan şey kutsiyetten doğar; kutsiyet,
ahlakiyattan doğar. Ahlak kanalından geçecek, emir. Keyfi içün değil, zevk içün
değil. Akıl neye derler? Hissin galatlarını tashih eden kuvveye derler. Aklında
tarifini yaptık. Hissin galatlarını tashih ediyor. Güneşi bu kadar görürüz,
güneşin bu kadar olmadığını bize tavsiye eden şey nedir? Akıldır. Meçhulden
malumu çıkarırız, aklın tarifine göre.
İnsan, buradan başlamıştık. İnsan
ünsten müştaktır. Enisi, munisi, yârı, nigârı, Allah (cc)
olan kimseye insan denir. Kestirmesi bu. Ben insan mıyım değil miyim? Kendi
kendine sorarsın. Eğer senin kalbin her an ağız ile değil, geçme şekilde de
değil -malum ya sevgi tatbikat ister- bizde mana vicdani derler. Evet
vicdanidir ama o vicdana ait olan muhabbeti tatbikatıdır, amelidir. Anlatabildim
mi acaba? İman ile amel beraber gider bizde. “Efendim! Sen benim kalbime bak, ben seviyorum ya.” Sevmişsen burhanın nerede? Sevdiğine ait işaret nerede?
Sevmek, sevdiğinin dediğiyle oturup kalkmaktır. Sevdiğinin dediğiyle oturup
kalkmadıkça…
Buna dini bir misal vereyim size. Mesela, Allah (cc) der ki; ramazan
ayında size bir ay orucu farz kıldım[42], dini
misal. Birisi diyor ki, “Ben Allah’ı (cc)
severim.” Pek güzel. Sevdiği de böyle söylüyor. Şart da koyuyor. Zayıfsa,
kansızlık varsa, o kansızlık dolayısıyla zafiyet ilerleyecekse…Ye!.. Öyle diyor
Allah (cc). Hamileyse. Ye! Emzikliyse. Ye! Bitabi[43] bazı
rahatsızlıklar vardır bazı insanlarda, ben onun ismini bilmem, doktor değilim
ki, size söyleyeyim sana. O bir an geçtiği vakitte bayılıverir. Öyle bir
hallerin varsa: Ye! Düşman cephesindesin, harp edeceksin, şey bekliyorsun,
nöbet bekliyorsun: Ye! Hastabakıcısın: Ye! Paran varsa bir günlük nafakanı bir
fakire ver, yemene bedel olsun. Kaç paradan vereyim? Vasati günde kaç kuruştan
oluyorsan o kadardan ver. Fitrede dönemi mesela şimdi şimdi. Fitreye şimdi… Hala
arpadan mı verelim, üzümden mi verelim. Bırak şimdi… Arpa mı yiyoruz üzüm mü
yiyoruz biz şimdi? Bizim iman ettiğimiz müessese, emzice-i[44] nasa bırakmıştır
birçok işleri. Mizaç, insanların mizacı… Bugün emzice-i nasta bir adamın
nafakasını üstleni verir günde. Vasatı
herkes bilir. Bazı adam günde üç bin lira ile olur, hesap etmiştir vasatı
olarak. Bazısı iki bin lira olur, bazı adam bin lira olur, on bin ile olur. On
kuruştan olursan, on kuruştan verirsin. On bin olan cinstense ondan verirsin,
yüz liradan olan cinstense yüz liradan verirsin. Anlatabildik mi bunu?
Kestirmesi bu. Böyle ver. Buna da kudretin yok. Meccani[45] diyor Allah (cc). “Ben öderim” ne yapayım? Ya meccani. “Ben öderim” diyor.
Bazı insan vardır. “Hayır, ben
bayılacağım öleceğim, tutacağım.” Öyle şey istemiyor Allah (cc). Öyle şey
yok. Ona haraç derler. Hareç[46], hareç…
O yok, istemez. Böyle ukala insanlar da var. Söylesen de faydası olmaz. Bu neye
benzer? Gayet güzel, ipek tüller olur. O duruyor işte, perde. Fakat mürur-u zamanla o el dokunmaya gelmez, zinet[47] olarak
dursun. Bir çamaşırcı getirirsin, çamaşırları yığarsın, “Şunları yıka!” dersin. Bir yere gidersin, hoşuna gider, “Şu perdeleri de yıkayayım” der. Haberin
yokken perdeleri indirir, suya vurur vurmaz suyun içinde kalır perde. Gelir “Ne oldu perdeler?”. ”Yıkayayım dedim de böyle oldu?” “Sana kim dedi ya hu?” Huda da sana “Kim dedi tut?” diyor ya. Senin ciğerinde
yara var, sana kim….
Allah (cc) bu asırda insanları, tercih imtihanına tabi tutmuş. Bu asırda
Allah (cc) insanları tercih imtihanına… İbadeti, taatı, şusu, busu, pek sona
kalıyor. Yanlış anlamama sakın, sözümü bazen sakat anlar da… Yapma manasına
değil, tercih. Benim emrimi, beni ve benim Muhammedimi kim başkasına tercih
ediyor? Buna bakıyor çok. Her zaman bir imtihan suali açar. Bu zamanda bunu
açmıştır. Bunun canlı misalini vereyim sana. Hiç oruçlu değilsin. Fakat oruca
geri kafalılık diye izafe edilen bir müesseseye tesadüf ettin. Allah’a (cc) da Peygambere
de (sav) düşman. İnsanlığa da düşman. Ferdi saadetini meydana getirmeklük için
zevk edinmiş bir camia. Beşer inlesin, “Banane
ben, diyor, sigaramı yakıyorum ya”. Hiç başka bir şey düşünmüyor. Hâlbuki
bilmiyor ki kabrin öbür tarafında toplanacak bir şey var. Hep boş kalacaksın. Hayat böyle üç günden
ibaret olsa… Bir şey değil. Doğum var doğum. Herkes, hepimiz doğuracağız.
Hepimiz gebeyiz. Herkesin ceketi ruhuna hamiledir. Bizi doğurtacak doktor sakat
çıkarmaz. Bozmadan çıkarır. Adına Hazreti Mevt derler. Hiç bozmaz böyle. Olduğu
gibi çıkarır. Yok içerde boğuldu, yok kolunu alalım, ya başını… Ya anayı ya babayı
ya çocuğu kurtaralım. Öyle şey yok. Temiz temiz herkesi kurtarır. Sakatlama
yok.
Oruçlu da değilsin. Fakat orada oruç tutanlara hakaret eden bir camiaya
tesadüf ettin. “Buyurun” dediler. “Hakaret etme bana. Ben oruçluyum.” Acaba
bir milyon sene oruç tutsaydın, o ecri alabilir miydin? Bayıldım der Allah
(cc). Benim emrimi öyle bir yerde, öyle bir eda ile öyle bir tonla söyledi ki
arşa tespit edin bu kulu bundan sual sormam ben. Öyle değil de oruçlusun. Bak
orada oruçlu değilken böyle dedin. Oruçlusun. Tesadüf etti yine, “Efendim! Müsaade buyurun. Doktorun bana bu
hususta izni yok. Ben biraz perhiz yapıyorum.” Yaa, diyor Allah (cc). Benim
emrimi kırk paralık adamın karşısında gizlemek hissini gösterdi, beni ondan
aşağı tuttu. Mel’unun[48] bütün
oruçlarını yakın. Anlatabiliyorum dimi?
Tercih istiyor. Tercih. İman alın ki… Niye gizliyorsun? Kir mi yani ya? Allah’ın (cc) aradığı bu. Bu izinleri verdim diyor.
Verdikten sonra, alenen yedi mi gücüne gidiyor. Hani bazı insanlar der ki;
efendim Allah’ın (cc) bildiğini kuldan ne saklıyorsun? Yook, Allah’ın (cc)
bildiği kuldan saklanmasa hiç birimiz burada oturamayız. Hiç kimse buraya gelip
birbirimizin yanında oturamayız. Allah’ın (cc) en büyük nimeti seni benden,
beni senden, settar ismiyle gizlemiştir. Bizim serairimiz zemairimiz orta yere
çıkmış olsa berbad-ı müvedded[49] olur.
Anlatabildim mi acaba? Allah’ın (cc) bildiği kuldan saklanır. Onu saklamak da
bir ibadettir. Onu saklamakta bir taattır. Hayâ, ibadetlerin en üstündedir,
ahlakında en son sınıfındadır. Bugün ki konuşma bu kadar yeter.
[1] Mazhar: Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. Bir şeyin
göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
[2] Kişver Memleket ülke.
[3] Kavval (Kavl.
den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.
[4] Mezcetmek Katmak.
Karıştırmak.
[5] Hud'a Hile,
oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere aldanmak. Herkese aldanan. Safdil.
[6] Muvakkat Vakitli.
Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[7] Herc Ü Merc Darmadağınık.
Karmakarışık. Allak bullak.
[8] Maaliyat: İnsan aklının yetişemediği veya zor
yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
[9] Eslâf: (Selef. C.) Selefler, evvelkiler, geçmişler.
[10] Ahlaf: Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler.
Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.
[11] Behimî: Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik.
Hayvanlık.
[12] Tedenni: Aşağı düşme. Aşağı inme. Daha kötü bir
derekeye düşme. Tenezzül etme. Maddi ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı.
[13] Garaz-kâr: Düşmanlıkla, eden, hased eden, kin güden.
[14] Müverrih: Tarihci
[15] Satvet: Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak.
Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek.Zorluluk.
[16] Safvet: Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
[17] İyaullah : İslam yönetim felsefesinde halk,
“iyaullah”tır. Yani “Allah'ın ailesi”dir.
[18] Laşe: Cife.
Kokmuş et parçası. Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife
uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat
edilmemiş) derileri. Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan. Zayıf ve cılız
hayvan.
[19] Nazirat Suresi 24. Ayet-i Kerime فَقَالَ
أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Meali: Benim en büyük Rabbiniz! dedi.
[20] Salik: Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden.
[21] Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz.
[22] Aler-re'si-vel-ayn: Baş ve göz üstüne. (Gelen
misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine karşı hürmet ve memnuniyetle
kabul ettiğini ifâde için söylenir.)
[23] Müsakkal: Ağırlaştırılmış.
Sakilleştirilmiş..
[24] Varidat: Kaynaklar,
gelirler.
[25] Musafaha: El sıkışmak. Tokalaşmak. Muhabbetini,
arkadaşlığını, sevgisini izhar etmek.
[26] Tergib: Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme.
İsteklendirme
[27] Tayeran: (Tayrân) Uçuş. Uçma.
[28] Rekaket: Kekeleme, dil tutukluğu. Sözün kusurlu
oluşu. Belagattan mahrum olmak. Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. El ile cismin
hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.
[29] Esliha:
Silâhlar.
Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı.
[30] İskât: Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle
getirmek. Susturmak.
Kandırmak, râzı etmek.
[31] Sakit(e): Susan, ses çıkarmayan
[32] İntişar: Dağılmak. Yayılmak. Üremek. Tıb:
Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek
[33] Felekî: (Felekiyye) Feleğe mensub. Felekle ilgili.
Astronomik.
[34] Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş,
mahfuz.
[35] Vücub: Vâcib ve lâzım olmak. Sâbit olmak. Sukut ve
vuku. Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak.
ırakılması mümkün olmamak. Güneşin batması. Muztarib olmak.
[36] İhtikâr: Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. Ist:
İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri
yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. Vurgunculuk,
bozgunculuk.
[37] Zamir :
Bir şeyi gizlemek. İç. Huk: Bir şeyin iç yüzü. Niyet. Vicdan. Kalb. Gaye.
[38] Serair: Gizli şeyler.
[39] Zamair: (Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
İsim yerine kullanılan kelimeler.
[40] Hafaya: (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
[41] Hadis-i Şerif:
(Dârimî, "Buyû`", 2; Müsned, IV, 228)
[42] Bakara Suresi 185. Ayet-i Kerimeyi Tefsir ediyor
Şemseddin Yeşil Efendi. شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ
الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى
وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا
أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ
الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ
اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Meali: O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak
ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân
onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de
hasta, yahut yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık diler zorluk
dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.
[43] Bitab /
bîtâb / بيتاب
: Yorgun, takatsiz. (Farsça - Arapça)
[44] Emzice: (Mezc. den) Karakterler, mizaclar, tabiatlar,
huylar, meşrebler.
[45] Meccanen: Ücretsiz, parasız.
[46] Harec: Darlık,
zorluk, sıkıntı.
[47] Zinet:
Takı, süs eşyası.
[48] Mel'un
Lânetlenmiş. Lânete lâyık. Kovulmuş, tard olunmuş.
1. [49]
Müvedded: Arkadaşlık, dostluk.
[i] Ne
irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan'ın...
Ne irfanın kalır te'sîri kat'iyyen, ne vicdanın.
Hayat artık behîmîdir... Hayır ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Behâim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan,
Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ'dan tehâşî hissi yer tutsun...
O yer tutmazsa hiç ma'nâsı yoktur kayd-ı namusun.
Hem efradın, hem akvamın bu histir, varsa, vicdanı;
Onun ta'tîli: İnsâniyyetin tevkî- i hüsran !
Budur hilkatte carî en büyük kanûnu Hallâk'ın:
O yüzden baslar izmihlali milletlerde ahlakın.
Fakat, ahlâkın izmihlali en müdhiş bir izmihlal;
Ne millet kurtulur, zîrâ, ne milliyyet. ne istiklâl.
Oyuncak sanmayın! Ahlâk-İ millî, ruh-i millîdir;
Onun iflâsı en korkunç Ölümdür: Mevt-i küllidir.
Olur cem'iyyet artık çaresiz pâmâl-i istîla;
Meğer kaldırmış olsun, rûh-i sânî indirip, Mevlâ.
Evet bir ba'sü ba'de'l-mevte imkân vardır elbette...
Bunun te'mîni, lâkin, bir yığın edvara vabeste!
O cem 'iyyet ki vicdanında hâkim havf-ı Yezdan 'dır;
Bütün dünyaya sahiptir, bütün akvama sultandır.
Fakat, efradı Allah korkusundan bî-haber millet,
Çeker, milletlerin menfuru, kıbtîler kadar zillet;
Mealî meylî hiç kalmaz, şehâmet büsbütün kalkar;
Ne hâkimlik tanır artık, ne mahkûm olmadan korkar.
Şeref hırsıyle istihkaar-ı mevt etmişken ecdadı,
Bırakmaz öyle bir pâkîze neslin şimdi ahfadı,
Hayat uğrunda istihfafa sayan görmedik hüsran!
Gebersin tekmeler altında razı. .. Çıkmasın, tek can!
Yürekler en mülevves, en sefil amal için çarpar;
Sinirler en muhal endişeden titrer durur par par!
Olur cem'iyyet efrâdınca şahsî menfa'at
"ma'bûd!"
Sorarsan kimse bilmez var mı "hak" nâmında
bir mevcud.
O, doymak bilmeyen ma'bûda kurbandır haya hissi,
Hamiyyet, âdem iyyet hissi, ulvî hislerin hepsi!
Bu hissizlikle cem 'iyyet yasar derlerse pek yanlış:
Bir Ümmet göster, Ölmüş ma'neviyyatıyle, sağ kalmış?
M. Akif ERSOY
20 Ağustos 1330 (2 Eylül 1914)
0 yorum:
Yorum Gönder