147 (07.03.1963) 90
dk. (281)
Tabi hemen hemen her konuşmada tekrar ediyorum, ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk manasına değil. Kalpte her birimizin sadrının, göğsünün, sinesinin, ortasında mahruti bir şekil, dört odalı, kalbin deveranını bildiğiniz gibi tanzim eden, o et parçası da değil. O vücudu hayvanimizin kalbi. Ahlakın bahsetmiş olduğu kalp, manaya taalluk eden kalptir ki… Bizim Kudret’le irtibatımız olan bir vücudumuz var. Bu vücudumuzla taalluk etmiş. Bu vücudumuz ona binek olmuş. Ona kalb-i insani deniyor. Ondan bahsediyor.
İşte bu vücudumuzla, bu
vücudumuzun bir harbi var. Geçen konuşmada demiştim ki, bu âlemde asıl iki harp
vardır: O şunlar bunlar… Onlar dırıltı. Bu kadar üzerinde durulacak şeyler
değil. O harpler geçiveriyor. Galip de bir tarafta sızıyor, mağlup da bir tarafta
sızıyor. Asıl mühim, bu dünyada iki harp var. İki harp. Biri ruh-u cismine,
nefsine galip olan harp… Hani iki vücudumuz var dedim ya. -Burasını
söylememiştim o geçen konuşmada. Biraz daha açıyoruz o mevzuu.- Biri de nefsi
ruhuna galip gelen harp… Şimdi herkes kendi kendini bir, bir anda muhakeme
edebilir. Acaba ben bu harplerin hangi kısmındayım? Diğer harpler… Atomu varmış
o harbin. Kâinatta hiçbir zerre kalmazmış. Zaten kalmaz. Kalacak mı? Zaten
kalmaz. Ruhu nefsine galip gelen harp, cismine, nefsine galip olan harp, nefs-i
ruhuna galip olan harp… Fakat beşeriyet bunun farkında değildir. Neden farkında
değildir? Allah’ın (cc) insanlara üç tavsiyesi vardır. Bu tavsiyelerden
soyunduktan sonra insan, sürüklenir gider. Yuvarlanır. Üç tavsiyesi var Allah’ın
(cc). Kudret, üç tavsiyede bulunur, başlıca. Birçok tavsiyeleri var ya. Acaba
benim ruhum nefsime galip mi, cismaniyetime galip mi? Yoksa nefsim mi ruhuma
galip? Bunu araştırmadan yaşıyor maalesef ve onun içün bu gün inliyor. Tabi
benim bu konuşmam mevzii değil, bütün dünya sekenesi üzerinde. Hepsi inliyor.
İnsanın Kudret’le arasında bir
irtibat vardır. O irtibatın vidasına edep derler edep. O kopmuş, veyahut
gevşemiş, tutmuyor. Onun içün istediği kadar teali etsin, suret itibariyle
istediği kadar servete sahip olsun… Hemen hemen iki üç konuşmada tekrar ettiğim
gibi; dünya bugün ki kadar zengin olmamıştır. Kudret dünyayı bugün ki kadar
böyle zengin yapmamıştır. Çok zengin. Ne faide ki, “ahhh” sesi dinmemiştir. Di mi?
Ah sesi diniyor mu? Dinmiyor. Hatta bunu sık sık söylerim ve isterim ki bu yayılsın,
beşer bunu duysun. O kadar hareket-i fikriye insanlık âleminde durmuştur ki
vahşet-i musannaya[1]
medeniyet diye tapıyoruz, hepimiz. Dimi? Mesela “Vaoow” diyor. Ne o? “Düğmeye bastı. Bir milyon adamı öldürdü.”
Bu mu medeniyet? Medeniyet bu mudur? “Filan sahaya şunu attı, hala orada hayat
yok. İnsanlar parça parça. Arzı şu şekilde…” Bunlar medeniyet midir?
Medeniyet imhaya mı amirdir, ihyaya mı amirdir? Hayat verir, hayat almaz ki.
Hayat, almaz medeniyet; hayat verir, hayat. Felaha kavuşun diye bağırır
medeniyet. Felaha kavuşun, felaha. Sen beni boğ, ben seni boğayım. Ben seni
nasıl boğabilirim diye hile, hud’a[2]
arayayım; sen beni nasıl boğacaksın diye hile hud’a ara ve o bulunan hilelerin
adında da hürmetle eğil, “İşte bu
medeniyet de”, böyle şey mi olur?
İlim, yalvarıyor Allah’a (cc), “Kurtar beni beşeriyetin elinden” diyor. İlim,
büyük bir nimettir fakat herhangi bir iyi, herhangi bir hayır kötülüğe
kullanılırsa derhal şer meydana gelir. Su hayatın en büyük unsurudur fakat bir
insanı boğmak için boğazından aşağı, böyle ağzını tut aç, boğar. Oldu şer. Ateş
hayatın en büyük unsurudur fakat götür bir yeri yakmak içün, yakar. Oldu şer. Her
hayır öyledir. Beşer de bugün Kudret’in yaratmış olduğu nimetleri ve o
nimetlerin içerisinde bulunan… En büyüğü de ilimdir, o ilmi şerde kullanır ve o
kullanmış olduğu şerrin neticesine de, medeniyet diye tapıyor. Ne kadar zavallı
hale gelmiş? Ve bununla da sonra… Daima böyle göğsünü kabartarak semayı deler
gibi bakarak, yeri ezer gibi basarak yürüyor. Bilmiyor ki zavallı bir gün, bir
an-ı gayr-ı münkasımda[3] “Gel!”
der demez, hepsi yok.
Büyük kitabın tarif ettiği gibi;
bütün varlık bir hurma çekirdeğinin boşluğunu dolduracak kadar da değil.
Çekirdeğin orta yerinde şöyle bir boşluk olur. Kudret misal getirirken, senin
tapmış olduğun şeylerin heyet-i umumisini ben bir hurma çekirdeğinin boşluğunun
içinde toplayabilecek kudretin sahibiyim, der. Böyle toplayacağım der. Böyle
misal getiriyor. Böyle... Sahte benliğine güveniyor, o sahte benlik, o ne fena
şeydir. Kudret’in varlığının karşısında bazısı doğrudan doğruya lisanı ile
bazısı lisan-ı hali ile “Ben varım!” diyor. “Ben” diyor, “yaratırım” diyor. Hâlbuki
ağaran saçını geriye çevirmeklik kabiliyeti yok. O kadar da aciz. O kadar aciz ki
ağaran saçını… Onunla başa çıkamıyor. İnsafı yok… Gönül, boş kalmış. Gönül boş
kalınca, bir kalp manasız kalınca mel'abe[4]-i
şübehat[5]
olur. Şüphelerin oyuncağı olur. Her lahza şek ve şüphe içinde yaşayan kimse
zavallıdır. Zavallıdır. Öyle
kalır.
İmanın zevkini bu âlemde hiçbir
vasıtayı servet, hiçbir şehvet iktisab[6]
edemez kardeşim. Gayet kaba lisanla konuşuyoruz, imandaki zevki hiçbir şey
yerine getiremez. Mümkün değil. Onun içün diyor ki Kudret, size üç şey tavsiye
ederim. Bu üç şeyi siz kaybettiğiniz gün -insanlık âlemine- ben sizi şaşırtırım.
Sizi size yediririm. Birbirinizi yersiniz. Hâlbuki siz birbirinizle tamamlanırsınız.
Birbirinizi yersiniz. Siz birbirinizle tamamlanırsınız. Tamamlanacağı halde
öyle olmuyor. Maalesef. Ufak camialardan başla, aile teşkilatından başla, soğuk.
Tabi soğuk bir yuvanın yetiştirdiği çocuk da manen soğuk olur, cemiyete hain olur. Netice alınmaz. Muhabbet
mahsulü değil. Muhabbet mahsulü olmayan evlatta şecaat[7]
bulunmaz. Bağlı bunlar birbirine. Merhamet katiyen olmaz.
Bunu ekseriyetle söylerim. Mevzuu
münasebet aldı da, hatırımda yokken uğramak mecburiyeti oldu, uğradık. Hakiki
nikâh, belediyenin kaydı değil. Bir din
adamının akdi, o dereceye kaydı olduktan sonra onun duası değil. Onlar işin
şekli zahirisi. Belediyede kaydolur, cemiyette bu bunun eşidir, çocuk olursa bu
ailenin çocuğudur, ölürse bu buna mirasçı olur. Bunun içün. Öteki kısımda
gelecek olursa mana kısmında da o da dua eder, bu yuvada bir saadet olsun.
Hakiki nikâhın cevheri nedir? Cevher ne? Cevheri muhabbettir. Onun büyük cevheri, muhabbet.
Dedelerimiz birbirlerini görmeden
evlenirlermiş. Elli sene, atmış sene… Hani örfün bir tabiri var, bir yastıkta
baş çürütmüşler deriz. Onlar bir yastıkta baş çürütmemişler, bir yastıkta baş
yapmışlar. Hakk’a çıkabilecek kafa meydana getirmişler, tabir sakat. Ama o
manayı tahsil ederler de, öyle ifade etmişler. Yani bir yastıkta kesafetlerini
gidermişler, letafete inkılap ettirmişler manasına o. Ters anlaşılmasın. Yani
birbirinizi görmeden alın manasını tahsil etmeyin. Misal olaraktan veriyorum.
Birbirini görsün alsın. Mana itibariyle de öyle. Mesela Hazreti Muhammed
Aleyhisselam öyle der; Görün birbirinizi. Birbirinizi görün, fakat hariçte
tenkit etmeyin. Bir ara deden onu kaldırmış. Yani yasak değil de onu biraz
şöyle şey etmiş. Neden? Azıcık ahlakta bir sarsıntı olmuş. Mesela görüyor bir
kızı da “Niye almadın?” “Bırak!”, diyor “Burnu
çarpıktı.” “Niye almadın?” “Sırtında kamburu vardı.” “Neydi?” “Konuşma tarzı
hoşuma gitmedi.” Bu sözler, o insanın hariçteki varlığının yıkımına sebep
olur. En güzel bir yemek, hiçbir şey olmasa “Bunun üzerinden fare atladı” de,
yiyemezsin. Anlatamıyorum galiba. Böyle ahlaka uymayan cümleleri duyar duymaz, “Başka görücü görsün” denmiş. Yoksa şimdi…
Bir mevzudan bir mevzua atladık. Bizim dedemizin kabul ettiği manada da o Hazreti
Muhammed’in (sav) getirdiği düsturda da “Görmeden almayın!” sözü yok. Gör, bak,
et fakat edebini muhafaza et. Siz gördünüz mü? “Hayır!” der. Hatta “Niçün
almadınız?” dendiği vakitte daima kız tarafını tut, “Gücüm yetmedi” de.
Anlatabiliyor muyum acaba? Ama onlar değişmiş. O yıkılmış.
Buraya nereden girdim? Şuradan
girdim. Nikâhın esası olan muhabbet o kadar kuvvetli bir şey ki görmekliği
lazım iken görmeden alıyor da o muhabbet dolayısıyla Kudret… Çünkü Hakk’ın
elindedir o. Bu onda bir varlık meydana getiriyor. Çocuklar muazzam bir halde yetişiyor.
O muhabbetle gelen çocuklar seceiyeli[8]
oluyor.
Biz bire on dövüşen dedenin
çocuğuyuz. Bire on döğüşmüş. Bu millet
daima mücahit yetiştirmiş. Cihat ile… Hayata kıymet vermiyor. Çünkü buranın bir
hayat yeri, dirlik yeri olduğunu kabul etmemiş ki. Kabul etmiyor. Ben diyor
burada bir imtihan içün gelmişim, söz vermişim o sözümün, o ahdimin vefasını
göstermeye gelmişim. Gösterip geçeceğim. Benim hayatım diyor, daha başlamadı
ki. Buna inanmış. Öyle bir yere gönül vermiş ki, -kadını da böyle erkeği de
böyle.- İsmi hafızamdan çıktı, gelirse söyleyeyim. Uhud harbinde, bak vefaya.
Geldi Sa’d Bin Rebi[9].
Yaralılara su taşıyor. Suyu verirken… Orada birçok hadise var. Bazılarını
söylemişimdir, bu ayrı bir hadise. Diyor ki; “Ey İbn-i Mesleme kirpiklerinizin hareketi devam ettiği müddetçe Hazreti
Muhammed (sav)’i yalnız bırakmayın.” Kirpiklerinizin hareketi devam ettiği
müddetçe… Bunu ne vakit diyor biliyor musun? Canı atarken söylüyor. Canına
düştüğü, şeyi yok, o hal yok. Canına düşmek yok. Daima canana düşmek var. O
kadar ihlasle sadakatte bulunun ki yarın nezd-i bari de mazur olabilesiniz. Bir
şey anlatamadım galiba.
Bunları, bu zevki beşeriyet
kaybetmiş. Neden kaybetmiş? Hakk’ın üç tavsiyesi var: Belki içinizden
diyorsunuz ki; “Beş defa Hakk’ın üç tavsiyesi var, beş defa söyledin” şimdi: “Diyorsun;
tavsiyeleri söylemiyorsun, bekliyoruz”, diyorsun dimi? Bugün söyleyeyim mi,
söylemeyeyim mi, düşün. “Söyle bugün.”
Hakk’ın üç tavsiyesi var diyorsun, söylemiyorsun diyorsun. Söyleyeceğim.
Tavsiyeler zahirde gayet kolay: birer kelime. Tatbiki zor.
Birincisi gayet kolay bak: İnsaf
diyor. Bak kendine insaflı adam mısın? İtidal var mı sende? Varsa elimi
uzatırım, diyor. Bütün nimetlerimi verdiğim vakitte, hiç benimle meşgul
olmadın. Düştün. Başladın yalvarmaya, “Bakmam
bile yüzüne” diyor. O bazen bakar gibi gözükür, yine onu kendisine,
kendisini anlatmaklık içün bir imtihandır, mekirdir[10]
diyor. Kudret çok nazlıdır. Çok. “Efendim
ne olur, yanar yakılır mı?” Mesele o değil. Bir nimete nail olursun, o
bakmam yüzüne demeklik, benimle bir irtibatın yok, demektir. Yoksa nimetten
müstagrak[11]
kalmışsın… Bir dostun var, hukuk tedarik etmişsin, o hukuk itibariyle, netice
itibariyle bir yere kadar gitmişsin ondan sonra onu kırmışsın. Kırdıktan sonra
o dostun sana buyurun demiş. Fakat netice itibariyle gönlüyle nevt[12]etmiş,
bakmıyor sana. Anlatabildim mi? Kudret de sana bakmam dediği vakitte tutacak da…
O’nun hududunun haricinde bir yer yok ki, yine kendi yerinde oturtacak. Bir şey
anlatamıyoruz galiba.
Yani senin gibi benim gibi
kolundan tutacak da böyle hopadak atacak değil. Atmayacak amma… hani der ki;
filanca gelecek ikram edin, i’zaz[13]
edin. İyi bir yatakta yatırın, güzel bir sofra hazırlayın, ikramda kusur
etmeyin. Fakat sende oraya giderken ben öğle yemeğinde şunu yiyeceğim, akşamda
da şunu yerim, şöyle de bir yatakta yatarım, istirahat ederim, kafasıyla giden
cinsten değilsin de; bir iştiyakın var, “o
cemali göreyim” diye gidiyorsun. Kapıyı çaldın, bakalım beni nasıl
karşılayacak diyerekten, hadimler çıktı, “Buyurun”
dediler filan. Bakınıyorsun o göreceğin kimse yok mu? “ diyorlar. İşte yemeği
yedin, içtin, yattın ama mün’im[14]
yok ki, anlatamadım mı acaba?
İnsafın diyor, var mı? Kudret’in
birinci tavsiyesi, insaf. Öyle zor şey ki o. Var gibi gözükür insan kendisini
bütün hadiselerin karşısında bir imtihan etse etse etse etse etse, boyuna sıfır
kor, boyuna sıfır kor. Çünkü ilk oradan başlıyor, insaf. İnsaftan sonra hubb-u
hak başlıyormuş. Evvela insaf sonra muhabbet başlıyor. O başladıktan sonra
ikinci tavsiyesi o, hubb-u hak. Ondan sonra diyor ki; “Eee bu muhabbet karşısında soyun bakalım” diyor. Üçüncüsü de bu.
Şimdi beşeriyet, bu üçünün hepsini kaybettiğinden dolayı bütün sekene-i dünyada
ekseriyet itibariyle insaf yok, hubb-u hak da yok. Hubb-u hakta evvela canan
gelecek, o da yok. Bunlar olmayınca artık o son bahis, o hiç olmaz. Olmayınca
ne oluyor? Birbirini yiyor. Rapor bu. Niçün insan bugün hamule-i irfaniyesi o
kadar teali terakki ettiği halde, semavata kadar çıktığı halde, yeryüzünde
yetişmeyip diplerine indiği halde, denizin nerelerinde gezindiği halde, ne
bileyim daha birçok birçok şeylere sahip olduğu halde… Bu az şey midir? Yapan
bilmez bunu. Şunu da yapan bilmez: “Ne bu?”
“Elektrik” der geçer. Bende ondan
kuvvetlisi var bugün. Tüm sirayet ediyor, hepimize, nedir ama? Ya. Bir cemad[15]
maddeye konuşur,
وَتُكَلِّمُنَا
أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ[16]
Ben seni zanneder misin ki
ağzınla konuşturacağım? Benimle yapmıştır, dedirteceğim diyor. Canım o konuşur
mu? Alelade cemadı konuşturuyorsun da Hindistan cevizi kadar muhafazanın
içerisinde kabil-i vezin midir, ne renktedir, eczanede mi satılır, deposu
neresidir? Bilmediğin bir varlıkla, sana seninle ihtira[17]
ettirir de söylediğini tekrar sana söylettirir de cemad parçasıyla, bununla
niye söyletmesin? İlim mevzuatı kapamış. O kapı kapalı.
Nereden başladık buraya? Dedik
ki; muhabbetin esasını insanlık âlemi kaybetti. Onu biz kaybettik. Böyle
diyenin kıydığı değil, bir din adamının yaptığı dua da değil. Ya, iki gönlün -asıl
olan o- birbi rine olan muhabbeti, cevher-i nikâh o. O oldu mu o irtibat o bağ…
Deden öyle idi. Cinsiyet[18]
mücerred[19]
şekille değildir. Kalplerin müşabeheti[20],
ruhların taarrufü[21],
ukulün[22]
münasebetiyledir. Bunlar da muhabbetle hamurlanır. Anlatabildim mi acaba? Belle
bunu. Biz onu şekille zannediyoruz. Şöyle giyindi, böyle giyindi, şöyle yaptı,
böyle yaptı. Cinsiyet mücerret şekille değil, Kulubun[23]
teşabühü[24],
ervahın taarrufü, ukulün münasebetiyle, bunlar bir araya gelince muhabbetle
böyle yoğurulur, o vakit müteaddit vücutta tek ruh olarak olur, yaşanır. Sen
bende kendini, ben sende kendimi görürdüm. İnsan insanın ayinesidir. Sen
olmasaydın ben kendimi nasıl görürdüm? Sen bırak şimdi bu aynayı filan kaldır
da hepsini kaldır. Ben kendimi görmekliğim için seni görmekliğim şart değil mi?
O halde sen bana ayine olduktan sonra ben niye seni kırarım? Sen niye beni
kırarsın? Netice ne oluyor? Netice ne, işte bitti. Hayat işte bitiyor. Elli
atmış yetmiş seksen… On beş yirmi senesi çocuklukla geçer, âli sabavet[25],
şebabiyet[26],
her neyse. Bunun bir kısmı gece alır götürür. Uykudur. Kırk sene. Seksen sene,
de ömüre. Yarısı gitti onun. Gece kendine sahip değilsin ki ilmin yok, şuurun
yok, varlığın yok, hiçbir şeyin yok. Bunun bir kısmı da çocukluğunla geçer. En
uzun sayılan ömrün bile, nihayet toplasan, değerli kısmı yirmi seneden ibaret
kalır. Yirmi seneyi de şöyle bir hesap et, bir tarfetü'l-ayndan[27]
ibarettir. Ne kadar gaflet kaplamış bizi, acayip bir vaziyet. O kadar gaflet
kaplamış ki…
Güzel manamızı gadabımızın
önüne kor, kaptırır yediririz onların hepsini. Bir konuşmada söylemiştim, insanın
muhabbetli zamanı kuzu gibi olan halidir, gadaplı zamanı da kurt gibi olan
halidir. Biz de, biz nüsha-i kübra[28]
olduğumuzdan dolayı bütün mevcudatın numunesini Kudret bize rekz[29] etmiştir.
Meknuzdur[30]
bizde, hatta meknundur[31]
bizde. Biz hazine-i kâinatız. Bütün varlık bizim vücudumuzda mevcuttur. Fakat
acaba gel emrini aldığı vakitte Kudret’e hangi vücutla gideceğiz. Kurt mu
olarak gideceğiz? İnsan mı olarak gideceğiz?
Bu vücutta melekût-i âlem var,
insan-i âlem var, şeytan-i âlem var, hariçte arama iblisi. Hepsi bu vücudun
içerisinde. Hangi sıfat galipse sen osun. Hasedin varsa iblissin. Celal ile
cemale cami isen Hazreti İnsansın. Yalnız letaifte[32]
kalmışsan meleksin. O, o kadar makbul sayılmaz. İkisini beraber tutuyorsan en makbul kimsesin. Ama yok hasud[33]
isen, gazub[34]
isen, hilkatteki tecelliyatın taksimatında kendine göre fikirlerin varsa,
doğrudan doğruya nari’sin, binaenaleyh iblis olaraktan geçer gidersin. Hariçte
bir şey arama. Hepsi bunda. Nasıl gidecek? O sohbetli muhabbetli vücudunu bir
an gelir, birden bire bir gazuba (o vücudun)
meydana gelir, kurt olur; onu hemen hüüüp yer, mahveder geçer gider. Elli sene
emek verirsin bir dakikada gider. Her şeyin de “gidimi” kolaydır. Bir bina bir
senede yapılır, yıktığın an bir günde yıkılır. O kadar dikkat lazımdır. Yap
binayı, bir senede zorla yaparsın. “Yık!” de: Getir on beş tane amele, bir
günde akşamdan başlasın sabaha kadar temeline iner. Yapması içün öyle değil. Esir-i
heva-i heves olursun, kendini akıl hocası zannedersin, bu dünyada benden daha
başka akıllı kimse yok dersin: Olur iblis sıfat, geçer gidersin. İnsanı kapan
yerleri çoktur. Ama Kudret adamı çok imtihan eder. Hem yükseldikçe imtihan
eder. Burası öyle ya, bu pazar öyle açılmış.
Hazreti Eyüp (as)… o mana
varlığında büyük büyük bahsedilen kudret numunelerinde… Öyle hikâye midir? Hikâye
gibi mi dinlenilir? Bu sahne-i şuhudun neler geçirdiğini Kudret neden bahseder?
İnsanlar ibret alsınlar diyerekten. Kuvvetli bir yıkım geldiği vakitte
kaşlarını çatma: Öyle olacaktı dersin. Ne yapalım, öyle olacak. Uzun boylu da
bir şey ikbal, sana tecelli ettiği vakitte kulaklarına kadar gülme. Ne onda ne
onda beka yoktur. Hiç birisinde beka yoktur. İkbalinde hud’a idbarında fecia
vardır. İlk sedeme[35]
de sarsılmayan, tebrike şayandır diyor. Ağır imtihana tabi tutmasın Kudret.
Öyledir biraz.
Çok zengindi, çok zengin.
Servetçe zengin, radden[36] zengin,
mülken zengin, malen zengin, ehli beyti itibariyle zengin, gayet güzel şekil çocuklara malik, birçok ezvac-ı tahiratı var.
Kudret methetti, iblis dedi ki; “Elbette” dedi; “Ne güzel insan, ne güzel kul olabilir, neler vermişsin? Onun bir
tanesini elinden alalım bakalım, kendisinde o tecelli olabilecek mi?” O
yine öyledir. Evvela bütün serveti bir anda gitti. Haber verdiler. “Bu âleme zuhurumda sineğimi kovamıyordum”
dedi. “Benim nem var ki laf edem özümden?
Hayatta iflas denilen bir şey var mıdır? Öyle bir yere iman etmişim ki: Evvela
kadir, sonra aziz, hâkim, sonra beni benden iyi bilir, sonra bana ne layıksa
onu yapar. Benim bir veçhelik imanım yok.” Kudret’in bütün sıfatlarını
saydı. Evvela beni benden iyi bilir, bana ne layıksa onu yapar, bana benden
fazla acır, sonra her emrine galip, her işinde hikmeti var ve aynı zamanda ben
vardım da… “Bende vardı da almadı ki; Verdi
de aldı.” “Ne dersin?” dedi. “İyi ama ona tahammül edebilir. Evlat dedi şeydir,
candan parçadır.” “Öyledir amma o
senin bildiğin gibi değil.” Bir zelzelede bütün çocukları gitti. Haber
verdiler. “Yabancı yere gitmedi”
dedi. Hak’tan başka bir yer yok ki.
Biz böyle olamayız başka fakat
bu kubbe böyle insan göstermiş. Yani insanlar içerisinde ben sabırlıyım, ben böyle
afifim[37],
böyle şeyim filan, Kudret, bunu zikretmesin de “Bak böyle bir imtihan yaparım ha, aklını başına al. Sakın böyle bir
davaya kalkma! Yaparım böyle bir imtihan.” (Kudret Şaytan’a) “Ne dersin?”
dedi. “Kendi vücudunda olmalı o”,
dedi. Kendisinde. Oldu kendisinde. Öyle
bir ıstırap ki sema yıkılıyor gibi. O bazıları yanlış bilirler. Kurtlanmış da
böyle kurt düşermiş, böyle konmuş… Onlar yalan, uydurma şeyler. Büyük
insanlarda istifa kanununa, Kudret’in istifa kanununa tabi olan insanlarda iğrenç
hastalık olmaz. Tahammülfersa[38]
bir sancı. Bu sefer kavmi, “Senden bize
uğursuzluk gelecek, sen gadaba müstehak olmuş bir insan olmuşsun, seni hudut
harici edelim” dediler. On para yok, hiçbir şey yok, muazzam bir saltanat
içerisinden kaldırmış. Birçok zevceleri var. Dedi “Beni görüyorsunuz, belki benim bu halime tahammül edemezsiniz. Benim
şimdi servetim yok, zamanım yok, bilmem artık inanır mısınız, inanmaz mısınız?
O da ayrı bir mevzu. Yalnız bir nübüvvetim var. Bana bakmaklık size ağır
gelirse, beni bırakın.” “Hepsi teşekkür ederiz” dediler, bıraktılar. Yaa,
insanoğlu öyledir. Bir tek hanımı kaldı. Bir tek. Bir tek hanımı…
İş işliyor; nakış. Akşamüstü
pazara götürüyor, satıyor. Onunla ölmeyecek kadar nafaka tedarik ediyor
getiriyor. Hazreti Eyüp’ü (as) bakıyor. Bir gün… Mevzuu değiştireyim mi
dinliyor musunuz? Yani bu sahne-i şuhudun öyle bir… Ne bileyim muazzam bir sefa
âlemi olmadığını anlatmak kastı ile bir de hakiki insan nelere tahammül eder
maksadıyla… O tahammül edenlerin her birisinin insanlar üzerinde bir ölçü, bir
ayar olmak meramı ile buraya girdik. Kudretin cilveleri... O gün satılmadı.
Götürdüğü işlediği şey ama hava karardı. Hiçbir şey yok. Müteessir. Kendi
hesabına değil. “Hazreti Eyüp’e(as) ben
ne yapacağım bugün?”. Müteessir. İblis de temesül[39]
etti. Beşeriyetin Fahri Ebedisinin zaman-ı saadetine kadar, bu sahne-i şuhudda,
iblis istediği halde istediği tecellide temessül ederdi. Mürebbi-i ukul Efendimiz
Kudret’e niyaz etti. Benim devri… Çünkü Devr-i Ahmedi ayrı bir devir, olmasın
dedi. Huda’da onu kaldırdı. Hususi bir ikram olmak üzere. “Nedir bu?” dedi. “Elimin
emeğiyle işledim satıyorum. İhtiyacımız var, bununla nafakamı”…. “Eee dedi, sizin ihtiyacınız var amma..”
Hazreti Eyüp’ün (as) zevcesinin saçları uzun. “İhtiyacı olanda bu kadar saça ne lüzum var? O saçları kes sat! Bu nakşa
vereceğim paradan daha fazla para veririm” demiş. “Niçün” diyor? “Sorma!”
diyor. “Bundan bir şey lazım gelmez.” Kesti
verdi. Ondan önce iblis… Bir sual varit olur. “Eee Eyüp’te (as) da nübüvvet kuvveti
var. Bunları görmüyor mu?” Bir an içün kapar Kudret. Mesela Yakup’un (as)
oğlu Yusuf (as) burunun dibinde kuyuda idi, göstermedi. “Mısır yolundan kokusu geliyor” dedi. Şimdi o ayrı bir, bir
tecelli o. Oraya da aynen temessül etti, bir insan haliyle. Dedi ki, “Senin
refikan ahlakını değiştirmiştir, çirkin bir ahlaka girmiştir. İşte inanmazsan
saçları” dedi, attı ortaya. Çok müteessir oldu. Çok müteessir. Cihar[40]
ses ile bekliyor. Bir yandan sancı kıvrandırtıyor, bir yandan bekliyor. Girdi. Baktı
ki, saçları yok. “Bunlar ne” dedi.
Perdeyi de Kudret kapamış, sıkıyor, gördütmüyor. “Bir şey yok.” “Allah (cc)
sıhhat verirse vallahi yüz değnek vuracağım.” Öyle bir yemin etti. O da
geçti, sancı kalbiyle dilini sardı, dumuru sarıldıktan
sonra. O vakte kadar Kudret’e, o bizim yapacağımız iş değil. “Beni iyi et” demiyor, şikâyet etmiyor.
Boynunu büküyor yalnızca. Oraya kalbiyle lisanı sarınca, “Ya Rabbi! Hem kalbimle hem lisanımla seni anar zikrederim, bu aşkımı
ta’til[41]
etme.” Ondan sonra uzun bahis… Orada bir su mevzuu var, onun izahı da çok
zor. Mevzuu da harice çıkılacak, bize lazım gelen orası değil. Neyse netice
şifayab[42]
oldu. Eski azametini Kudret kat kat verdi. O ölmüş çocuklarını… Acayip, öyle
mi? Evet. Allah (cc) bu, ağası mısın? Bütün tamamıyla eskisinden daha muazzam
bir vaziyette verdi. Sonra Hakk’ın da ayriyeten ayrıca bir ihsanı var. Yüz tane
ince fideyi al, bağla. Yemininde hanis[43]
olmayasın, yemin etmişsin, onu bağlı olduğu halde, yüzü bir arada şöyle bir
defa dokun hanımına dedi. Ahkem[44]
ta’tile uğramasın. Anlatamıyor muyum acaba? Ahkem ta’tile uğramasın. Yüz tane
böyle ince fide al bağla şöyle dokun.
Buraya neden girdik? Buraya
girmemizdeki hikmet, biz bu âlemde “darılmaya
değil dayanmaya gelmişiz. Seciye-i insani-i ayak altına almamak içün hiçbir
zalime boyun kesmemeye gelmişiz.” Değil adile, âlime… O kadar devreler
geçiriyor, sabrın manası bu. Nerelerden geçiyor? Ve beşeriyete numune oluyor.
Bu, dünya denilen sahne dalgalı bir denizdir. Doğum da bu dalgalı denize düşmek
demektir. İleriye doğru bakacak olursan eğer, perden açılacak olursa, ilerde
bir idam sehpası var. Geriye doğru bakacak olursan kükremiş bir aslan üzerine
koşup gidiyor. Başka bir yer yok. Buradan kaçanı da orada asıyorlar. Pazar
bundan ibaret… Yalnız o sehpanın önünde bir zat-ı âli durur. Seciye-i
insaniyeni ayak altına salmamışsan der, tam tekmil zuhur
etmişsen ve tamamıyla bir yere gönlünü bağlanmışsan, o idam sehpası sana bir
mesirenin salıncağı olur, der. Hayat, öyle değil mi? Dün baban gitti işte.
Hayattan gitmek ne demektir? Adem[45]
değil mi? İdamda ademden. Hayatta kim vardır ki, Adem’e gitmesin? Gidiyor
boyuna değil mi? Bundan ibaret. Fakat hüner, orada ona nail olabilmek. Ona nail
olabilmesi içün de bir gönlün Hak ile irtibatı olabilmek.
Buraya nereden girdik?
Konuşurken dedik ki, insanın iki vücudu var: -Topluyorum konuşmayı.- Biri
Kudretle olan irtibatı; o irtibatının vidası muhabbet dedik. Beşer, bu vidayı
kaybetti. Anlatamadık mı acaba? Bunu kaybetti beşer. Bunu bulup orayı
vidalamadıkça, Huda bizim yüzümüze bakmaz. Ve neye sahip olsan da, hayatın
huzurunu bulamazsın. Çünkü geçen konuşmada söylediğim gibi, huzur kisb-i değildir, vehbidir. Huzur kisbi değildir. Yani,
beşerin kendi elinde değil. O huzur geldiği vakitte, cemiyetin devam-ı bekası
hangi şartlara ait olduğu anlaşılır. Şimdi herkes kendi nefsini düşünüyor.
Kendi nefsini düşünen adam, mensup olduğu cemiyetin devam-ı bekası, Hak ile
devam-ı bekası, nefsani değil de böyle tamamıyla saadet içerisinde, insanlık
içerisinde devam-ı bekasını düşünebilir mi? Düşünse (bir düğmeye) basar da,
milyarla adamı öldürmek ister mi? Neden istemez? Her şahsın kendi hissesine
isabet eden bir şey var. Bunu biz düşünmüyoruz. Her…
Dikkat edilecek olursa, bir
cemiyetin devam-ı bekası için iki şart var: Bunun biri, her şahsın kendi
hissesine düşen, isabet eden bir hak var, hak. Hiç düşündün mü kendi kendine?
Benim acaba… Bana ne gibi şey düşer?
Evvela insan… Bu âlemde bir
defa iki vatan var: Bir vatanı, bu âleme gelmezden evveli vatanıdır. Ve yine o
vatanına dönecektir. Diğer vatanı da bu âlemde manasını, ahlakını, ananesini,
faziletini, gönlünde vicdanında Kudret’le yapmış olduğu ahdinin muhafazası
hususundaki kaidesini muhafaza eden toprak. Öyle dimi ya? Mesela der ki mana; Hubb’ül vatan, minel iman. Vatanı sevmek imandandır. Biz
toprak niçün severiz biz? Putperest miyiz? Yook. Mananın, ahlakın, bulunduğumuz
kanın, o kanın ecdada doğru gittiği vakitte mensup olduğu vicdanının bağlandığı
Allah’ın (cc) kendisine vermiş olduğu o büyük varlığın muhafazası olduğundan
dolayı. O, ona muhafaza oluyor. Zarfı olduğundan dolayı... Binaenaleyh, şimdi
orada birçok kardeşleri var. O kardeşlerine medyun[46]
olduğu vazife-i idrak. Hak ile vazifeleniyor. Onun arasında tetkik ettiğimiz
vakitte, her zaman bir hakkın karşısında bir vazife meydana geliyor. Her
vazifenin karşısında da bir hak meydana geliyor. İşte bir vazifenin karşısında
bir hak, her hakkın karşısında bir vazife meydana geldiği vakitte, doğru yol
meydana çıkıyor. Bunun ikisi bir araya gelmeyince sırat el müstakim meydana
gelmez. Ne yapsan teali edemezsin. Çırpın! Çırpındıkça çamurdan aşağıya
gidersin. Gitmez, imkânı yok. Ondan başka imkan yok. Behemahal[47]
hak ile vazifeden teşekkül eden yoldan ilk çıkacak sokak adalettir. Bunlar
birbirine bağlı. Efendim adalet, adalet… Boyuna konuşur. Hürriyet, hürriyet…
Hürriyet, adama Allah’tan (cc) gelir ya hu. Bizi hür olarak Allah (cc) kabul
etmiştir. İrade ve hürriyet insana Allah’tan (cc) geliyor ki, bize emanet-i
ilahisini vermiş. Hür olamasam, iradem olmasa bende
[48] اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ Ben seni yer üzerinde kendi namıma naib
kıldım der mi? Her insanda naib-i hak olmaklık kuvveti vardır. Ama, olur olmaz
başka. Bu kuvve madamı ki vardır; o, onun hakkıdır. İnsan olduğundan dolayı
Allah’a (cc) muhatap olmuştur. Hakk’a muhatap olan adamın muhakkak, HÜRR olması
şarttır. Onun için Allah’ın (cc) bu hakkını hiçbir kimse ödeyemez. İnsana irade
ve hürriyet doğrudan doğruya Allah’tan (cc) gelir. İnsan, henüz nefsinin
mahiyeti hakkında hiçbir şey bilmezken, hayretli gözleri vacib’ül vücudu ararken,
Hak ona hakiki hürriyetini bahşetmiştir. Onun içün hukuk-u insaniyeye riayet,
insan hakları filan diye bir takım sözler vardır. Allah (cc) tanımayan
cemiyetlerde insan haklarından bahsetmek, bomboş abes sözden ibarettir… Çıkmaz
bir şey oradan. Hava. Hayal kadar bir vücut… Vehim kadar boş. Hiç bir şey yok.
Cesedi muhafaza edilip de ruhu muhafaza edilmeyen bir adamda hukuk-u insaniyelikten
bahsetmek hakkı yoktur. Cesedi muhafaza ediliyor ama ruhu muhafaza edilmiyor.
Ruhu mahkûm. O adamın hukuk-u insaniyeti mahfuzdur. Hürriyeti vardır, denmez.
Çünkü insana Kudret, hürriyetini ruhuna vermiştir, vicdanına vermiştir. Cesedine vermemiştir. Ceset de ki hürriyet
hayvanda benden çoktur. Beni rappadak vurur devirir gider. Hürr olduğundan
dolayı. Anlatamıyor muyum ya? Beşeriyet bunun farkında değil de; cesed-i
hürriyeti, hürriyet zannediyor vurayım, kırayım, ezeyim. Ona hürriyet denmez.
Ona şekavet[49]
denir.
İnsanın manaya olan ihtiyacı,
maddeye olan ihtiyacı gibi değildir. Maddeye olan ihtiyacından yirmi senelik hayatını
öldürürsün. Manaya ait olan ihtiyacını yapamazsan, namütenahi hayatını
öldürürsün. Ona benzer mi o? Aç kaldın, öldün. Muvakkat hayatının bir kaç
senesi gitti. Fakat ruhunun gıdasını vermedin, Hak ve hakikatsiz nefesini
tükettin, öyle öldürdün: Ne oldu? Bütün hayat gitti. Mana ölümü, madde ölümüne
benzemez. Her doğan çocuk bu cihana, her türlü şekli kabule, her rengi
giyinebilmeklik istidadına, fıtratına sahip olaraktan gelir. Kemal-i faziletini
doğrudan doğruya babasından ecdadından almaz. O nereden aldı? Arayalım bakalım:
Babasından aldı. Babası nereden aldı? Eğer varsa fazileti. Membaını bulmak
bulmak lazım... Onlarda öyle doğdular çünkü. Onun anası babası da öyle doğdu. O
halde bir rehber lazım. O rehberin adına Allah (cc) denir. Dimi? Her bu âleme
gelen çocuk, her türlü şekli kabule, her türlü rengi televvüne[50],
renklenmeye müsteid[51]
bir fıtratla gelir. O fazileti âbâ vü ecdadından aldı diyelim. Yook…
Ya âbâ vü ecdadı nereden aldı? Bir yerden alması lazım. O halde bir
rehbere ihtiyaç var. İşte onun içün müşterek faziletlerle fertler birleşir.
Şimdi müşterek faziletler kalkıp, yalnız müşterek menfaatler meydana geldiği
içün, menfaatin de neticesi insanları birbirine boğuşturmak olduğundan dolayı,
insanlar bir türlü birleşemiyor. Bir şey anlatamıyor muyum? İyi dikkat et.
Fertler müşterek faziletlerle birleşebilir.
Şimdi fazilet acayip mevki
aldı. Cemiyet o kadar zavallı hale geldi ki, fazilet acayip. Filan adam filan
adama acımış: “Asabı zayıflamıştır.”
Acımaklığı hastalık kabul ediyor. Nasıl halledeceksin? Hastalık kabul ediyor.
Eh, bir gün hepimiz doğuracağız. Herkes hamile. Herkes ruhuna hamile… Bir
doktor gelecek doğurtacak bizi. Doğuracağız. Hem öyle ki, hiç sakat çıkarmaz.
Böyle takıldı, vasıta kullanalım, dehalet[52]
yapalım, bilmem şu bu. Hiç acımaz o vakit. “Bende
hastalık yok!” der. Sen bana biraz acı filan dedin mi? Yook. “Sende cımaklığa hastalık manası veriliyor,
ben hasta değilim” der. Acımaz. Hepimiz doğuracağız. Acı, acı, deden gibi
merhametli ol. Acı. Merhamet, büyük iş yapar. Çok yol kat ettirir adama. Çok
yol... Hem böyle…
Canının sıkıldığı vakitte
merhametli ol. Öyle keyfin olduğu vakitte değil. Onlar makbul değil. Çünkü Kudret
öyle imtihan eder adamı. Canın şöyle burnuna gelir. Her işin ters gider. Bütün…
Senin tabirini kullanayım, “asabım bozuk
dersin” öyle bozuk bir zamanı gelir. Tam acınacak bir hadise karşına
çıkarır; “şimdi sırası değil” dersin.
O vakit… Öbür ki nefsanidir, ölçülüdür. Dinledin de, tatbik ediyorsundur. Bir
su var, kaynıyor membaından, güldür
güldür akıyor. Bir su da var; kovayla koydun yarım tenekelik bir şeyin
içerisine. Açtın musluğu, şıkır şıkır akıyor. Oradan kullanılan suyla, o güldür
güldür akan suyun zevki başka türlü olur. Birisi tarafından konulmuş üç beş
cümle ile akan suyun gibi olmasın. Kendi iklimi vücudunda kaynasın. Kendinde
kaynasın o. O memba sende vardır. Madem ki insansın, vardır. Patlat kaynar. Fışkırsın.
Binaenaleyh cemiyet-i insaniyeye nispetle fezail[53],
kâinata nispetle cazibe-i umumiye gibidir. Nasıl bu kâinat cazibe-i umumiyeyle
seyyaresi, meyyaresi Kudret’in istediği güne kadar böyle bir intizam dahilinde
duruyorsa; insanların da böyle muntazam bir şekilde insan olarak yaşamaları
faziletlerin cazibesine bağlıdır. Faziletlerin cazibesi çözüldü mü işte böyle
olur bütün dünya. Masası olanda da rahat yok, kasası olanda da rahat yok,
rütbesi olanda da rahat yok, cahı olanda da rahat yok. Yoook. Böyle olur.
Neden? Zira faziletler, kâinata nispetle cazibe-i umumiye gibidir. Onunla
bağlı. O kalkmış. Merhamet.
Eski konuşmalarda size bir
misal vermiştim: O misali vereyim de, konuşmayı keseyim yorulmadınızsa. Epeyi
oldu ya. Bak merhametin ne işler yaptığına. Beşeriyetin Fahri Ebedisi âlem-i
miraçta… Tabi benim bu sözlerimin bir kısmı, iman ve irfana hitap eder. O zevki
duymuş. Ben sizi öyle zannederek konuşuyorum. Bir de inkâr sahasında olur, onun
konuşma tarzı da ayrıdır. Şimdi öyle değil de, geliş ve gidişteki gayeyi duymuş;
benim gibi şuurlu, izanlı, vicdanlı bir varlığı, şuursuz, izansız, vicdansız
bir varlık meydana getiremez, demiş. Hiç bir vakit, bir matbaanın harfleri
yıkılarak, mevzuu, gayesi, şusu busu muntazam kitap bir araya gelemez. Hiçbir
vakit bir eczanenin ilaçları yıkılıp, kırılarak şişeler hâsıl olan terkibinden
bir deva-i küll hâsıl olamaz. Hiçbir vakit bu kâinat fail olamaz, kabildir[54], fail değildir. Mastar[55]
değildir, mıstardır[56].
Muhasebedir, muhasib[57]
değildir. Bu şekli kabul etmiş olan bir var, diyerekten bu şekilde konuşuyoruz.
Yoksa “Ben kör bir tecavüzün neticesiyim. İnsan da tekâmül etmiş bir hayvandır.”
Onun konuşma tarzı başka. Onlan vakit geçirdik. Beşeriyetin
fahri ebedisi, dar’us selamı ebediyet âleminde temaşa ettiriyorlar. Bir bagiyye[58]
kadın görmüş. İnnem'reeten bağiyyen... böyle başlıyor. Halk arasında -yani bagiyye
ne demek, dedikoduya gelmiş.-
Oradan muazzam bir mevki vermişler. Sormuş. Yani bu nasıl böyle? Bir insan-ı kâmilin layık
olabileceği bir makam-ı mahsusa teali’[59]
etmiş. Evet diyor bagiyye bir kadın. Fakat günlerden bir gün innem'reeten
bağyyen reet … Gördü bir gün bir köpeği, Yutifu bi bi'rin bir kuyunun etrafında tavaf ediyor köpek, böööyle. Bir sahrayı
beyabanda[60],
sıcak bir günde, dönüyor. Dili dışarıya çıkmış, parça parça olmuş. Bakmış
kadın, bakmış, hiçbir sükna[61]
, bir yer, bir şey yok. Yalnız bir kuyu ama ne ev var ne kulübe var, ne bir kap
var. Köpek onu görmüş, hemen ayaklarına yani iltica ediyor. O gün yiyinmiş. Bugünkü
tabiri kullanalım. En lüks yerden üç yüz liraya yaptırmış olan iskarpini rap
çıkarmış. Beş yüz liraya diktirdiği elbisenin kumaşını da hesap et. Onun şeyini
çıkarmış. Hani kirli çorabı değil. Vardır ya
hani: Adam yaz mevsimidir, çoraplı da olur çorapsız da olur, şu
kirli çorabı… Çıkarmış içirmiş, çıkarmış içirmiş, çıkarmış içirmiş. İskarpinden
hayır kalmamış. Zaten elbise de parçalanmış. Nihayet köpeğin susuzluğu gitmiş.
Kudret, “Çekin bunun filmini” demiş.
Sayılı nefes bitmiş, intikal etmiş, adamdan ifade alırlar. Öyle, usul öyle…
Oranın memuru ifadesini alırken Kudret diyor ki; “Sormayın hesap, setr etsin. Benim aciz bir köpeğime bu kadar geniş bir merhametle tecelli eden bu kulumdan elbette daha ben merhametliyim. O merhamete karşı ben daha
büyük merhametle ona tecelli etmeklikle kendi sıfat-ı subhaniyemde bir sıfat
görüyorum. Böyle tecelli edeceğim. Onu setr ettim. Kendime aldım. Makam-ı
mahsusu verdim. Görüyor musun merhameti?
Ama sen artık başka türlü
merhametler tedarik et. Hani bunu ben işittim. Ben de böyle yaparım aynen
dersen, böyle olur musun? Olmazsın. İşitmeden evvel olaydı, bu hal olsa olur. Şimdi
bunu ivazlı garazlı olur o, o olmaz. O hal gelir de hepimize, talimsiz bir
vaziyette, o içten doğar, öyle bir hal gelir. Nerdeee? Biz daha evimize gelen
misafirin derecelerini ayırıyoruz. Dimi? Sınıfına göre yeri vardır misafirin.
Men ekreme li ginaihi fe kad zehebe sülusa dinüh. Bir kimse bir kimseye rütbesinden dolayı,
masasından dolayı, zenginliğinden dolayı, cicisinden bicisinden dolayı,
konuşmasından edasından dolayı, ona hususi ikram edecek olursa, dininin üçte
ikisi gitmiştir, diyor. Benimle hiçbir nispeti yoktur, diyor. Bi’se taamü
yüd’al eğniya ve yütrekül fukara. Kudret ne kadar kötülemiştir: O cemiyet,
o ziyafet, o davet ne kötü bir davettir ki, sınıf farkı yapar da zenginini
getirir, fukarasını dışarıda bırakır. Biz ramazanda iftar veririz, sofralara
ayrı ayrı koruz. Ben bunları görmüşümde söylüyorum. Hatta kapıda biri durur;
siz şu odaya, siz şu odaya, der. Bir adam da çıkıp da o eve demiyor ki; “Sen o
odanın içerisinde geber be.” Git geriye, gitmiyor. Sümkür sümkür o odaya gidiyor. Hepsi
berbat. Siz şu odaya, şu odaya, der. Orada çatallar kaşıklar daha başka türlü,
tabaklar başka türlü. Öbür taraftaki başka türlü. Beri tarafta da… Beşeriyetin
Fahri Ebedisi telin[62]
ediyor. Allah lanet etsin diyor.
Bunlar dikkat edilmiş olsaydı, cemiyet içerisinde çirkin çirkin
nazariyeler çıkar mıydı? Fakir, zengine düşman olur muydu? Fakir, zengine
düşman olabilmeklik içün ona yapılan propagandadan insanların ayağı kayar
mıydı? Kaymazdı tabi, bakıyor ayağı kayıyor. Çünkü onu önlemiş Beşeriyetin
Fahri Ebedisi. Zenginle fakiri ayırarak, zenginine başka türlü muamele,
fakirine başka türlü muamele eden, benden değildir demiş. Bu bilinerekten amel
edilmiş olsa idi olur muydu? Bugün ki konuşma bu kadar yeter.
[1] Vahşet-i
musanna: İncelikli, sanatkarane vahşet.
[2] Hud’a;
Hile, tuzak
[3] Münkasım (Kısım.
dan): Bölünen, kısım kısım ayrılan, taksim edilen.
[4] Mel’abe: Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.
[5] Şübehat: Şüpheler, tereddütler.
[6] İktisab : Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
[7] Şecaat: Yiğitlik,
cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i
gadabiyenin vasat mertebesidir. (Şecaatli bir kimse hak için canını fedâ eder.
Vazifesi olmayan işe karışmaz. İ.İ.)
[8] Seciye: Yaratılış, tabiat, tıynet, karakter
[9] SA’D BİN REBÎ’: Akabe’de Resullullah’a
biat eden ilk Müslüman Medinelilerdendir. Uhud’da şehid olmuştur.
[10] Me kir:
Hile, oyun, düzen.
[11]
Müstagrak: Garkolmuş, dalmış, batmış. Mânevi bir vaziyete dalmış.
[12] Nevt: (C.:
Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.
[13] İ'zaz: Hürmet
etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.
[14] Mün'im: Nimet
veren, yedirip içiren.
[15] Cemad: Cansız
ve kurumuş olmak. Yağmur yağmayan yer. Donmuş, katı cisim.
[16] Yasin
Suresi 65. Ayet-i Kerime الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا
كَانُوا يَكْسِبُونَ
Meali: Bugün ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize
elleri söyler, ayaklar şahitlik eder.
[17] İhtira: Evvelce
keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek
[18] Cinsiyet:
Bir kavim ve kabileye mensub olma. Bir cins ile alâkalı olma.
[19] Mücerred:
Tek. Hâlis, saf, katışıksız, karışık
olmayan. Tek başına.
[20] Müşabehet:
Benzeme, benzeyiş.
[21] Taarrüf: Karşılıklı
anlaşma, tanışma. Bir şeyi herkesin bilmesi. Kendini hünerleriyle tanıttırma.
[22] Ukul: Akıllar
[23] Kulüp: Kalpler,
gönüller.
[24] Teşabüh: Benzeşme.
Birbirine benzeme.
[25] Sabavet: Çocukluk ..
[26] Şebabiyet:
Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık.
[27] Tarfet’ül-ayn:
Göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa zaman. Bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an.
[28] Nüsha-i
kübra: Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem.
En büyük kopya
[29] Rekz (Rekz. den): Dikmek. Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[30] Meknuz: Gömülü
define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
[31] Meknun: Örtülü,
gizli. Saklı. Dizilmiş. Dizili. Manzum
[32] Letaif: Latif
duygular
[33] Hasud: Çok
hased eden.
[34] Gazub: 1) Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş. 2)
Yılan
[35] Sedeme: Hüzün, keder, tasa.
[36] Rad: Cömert,
eli açık, faziletli, üstün, değerli.
[37] Afif: Temiz.
Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. Müstakim.
[38]
Tahammülfersa: Dayanılmaz, katlanılmaz, çekilmez.
[39] Temessül:
Benzeşmek. Cisimlenmek. Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir
şekil ve surete girmek
[40] Cihar: Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve
okuma
[41] Ta'til: Çalışmağa
ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak. Kesmek. Muattal bırakmak.
[42] Şifayab: Şifa
bulma, iyileşme.
[43] Hanîs: Yeminini
bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen
[44] Ahkem: En
sağlam. En kuvvetli. En çok hükmeden. En hakim ve akıllı.
[45] Adem: Yokluk,
olmama, bulunmama.
[46] Medyun: Borçlu.
Vereceği bulunan.
[47]
Behemahal: Her durumda, ne olursa
olsun, ne yapıp yapıp, kesin olarak, kesin bir biçimde.
[48] Bakara
Suresi 30. Ayet-i Kerime وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ
لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ
خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ
وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا
تَعْلَمُونَ
Meali : Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini
mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi
bilirim." dedi.
[49] Şekavet:
1)Haydutluk, eşkıyalık 2) er çeşit
kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
[50] Televvün:
Renkten renge girme. Renk
değiştirme.
[51] Müstaid: İstidadı
olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
[52] Dehalet: 1)
Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş. 2) Dâhil olma, içine girme.
[53] Fezail: Fazilet
[54] Kabil: Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün
olan, önde ve ileride olan.
[55] Mastar: Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.
[56] Mıstar: 1-Cetvel 2- Yazının güzelliğine,
düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için
lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet.
[57] Muhasib: Muhasebeci.
Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan.
Muhasib.
[58] Bagiyy: (C.:
Begâyâ) Haddini tecavüz eden. Zina edici, zâni.
[59] Teali: Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.
[60] Beyaban: Çöl. Sahra. (Farsça)
[61] Sükna: Oturacak
yer. Mesken.
[62] Tel'in: Lânetlemek.
Lânet etmek.
0 yorum:
Yorum Gönder