Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

281. Kaset

 

 147 (07.03.1963) 90 dk. (281)

Tabi hemen hemen her konuşmada tekrar ediyorum, ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk manasına değil. Kalpte her birimizin sadrının, göğsünün, sinesinin, ortasında mahruti bir şekil, dört odalı, kalbin deveranını bildiğiniz gibi tanzim eden, o et parçası da değil. O vücudu hayvanimizin kalbi. Ahlakın bahsetmiş olduğu kalp, manaya taalluk eden kalptir ki… Bizim Kudret’le irtibatımız olan bir vücudumuz var. Bu vücudumuzla taalluk etmiş. Bu vücudumuz ona binek olmuş. Ona kalb-i insani deniyor. Ondan bahsediyor.

İşte bu vücudumuzla, bu vücudumuzun bir harbi var. Geçen konuşmada demiştim ki, bu âlemde asıl iki harp vardır: O şunlar bunlar… Onlar dırıltı. Bu kadar üzerinde durulacak şeyler değil. O harpler geçiveriyor. Galip de bir tarafta sızıyor, mağlup da bir tarafta sızıyor. Asıl mühim, bu dünyada iki harp var. İki harp. Biri ruh-u cismine, nefsine galip olan harp… Hani iki vücudumuz var dedim ya. -Burasını söylememiştim o geçen konuşmada. Biraz daha açıyoruz o mevzuu.- Biri de nefsi ruhuna galip gelen harp… Şimdi herkes kendi kendini bir, bir anda muhakeme edebilir. Acaba ben bu harplerin hangi kısmındayım? Diğer harpler… Atomu varmış o harbin. Kâinatta hiçbir zerre kalmazmış. Zaten kalmaz. Kalacak mı? Zaten kalmaz. Ruhu nefsine galip gelen harp, cismine, nefsine galip olan harp, nefs-i ruhuna galip olan harp… Fakat beşeriyet bunun farkında değildir. Neden farkında değildir? Allah’ın (cc) insanlara üç tavsiyesi vardır. Bu tavsiyelerden soyunduktan sonra insan, sürüklenir gider. Yuvarlanır. Üç tavsiyesi var Allah’ın (cc). Kudret, üç tavsiyede bulunur, başlıca. Birçok tavsiyeleri var ya. Acaba benim ruhum nefsime galip mi, cismaniyetime galip mi? Yoksa nefsim mi ruhuma galip? Bunu araştırmadan yaşıyor maalesef ve onun içün bu gün inliyor. Tabi benim bu konuşmam mevzii değil, bütün dünya sekenesi üzerinde. Hepsi inliyor.

İnsanın Kudret’le arasında bir irtibat vardır. O irtibatın vidasına edep derler edep. O kopmuş, veyahut gevşemiş, tutmuyor. Onun içün istediği kadar teali etsin, suret itibariyle istediği kadar servete sahip olsun… Hemen hemen iki üç konuşmada tekrar ettiğim gibi; dünya bugün ki kadar zengin olmamıştır. Kudret dünyayı bugün ki kadar böyle zengin yapmamıştır. Çok zengin. Ne faide ki, “ahhh” sesi dinmemiştir. Di mi? Ah sesi diniyor mu? Dinmiyor. Hatta bunu sık sık söylerim ve isterim ki bu yayılsın, beşer bunu duysun. O kadar hareket-i fikriye insanlık âleminde durmuştur ki vahşet-i musannaya[1] medeniyet diye tapıyoruz, hepimiz. Dimi? Mesela “Vaoow” diyor. Ne o? “Düğmeye bastı. Bir milyon adamı öldürdü.” Bu mu medeniyet? Medeniyet bu mudur?  “Filan sahaya şunu attı, hala orada hayat yok. İnsanlar parça parça. Arzı şu şekilde…” Bunlar medeniyet midir? Medeniyet imhaya mı amirdir, ihyaya mı amirdir? Hayat verir, hayat almaz ki. Hayat, almaz medeniyet; hayat verir, hayat. Felaha kavuşun diye bağırır medeniyet. Felaha kavuşun, felaha. Sen beni boğ, ben seni boğayım. Ben seni nasıl boğabilirim diye hile, hud’a[2] arayayım; sen beni nasıl boğacaksın diye hile hud’a ara ve o bulunan hilelerin adında da hürmetle eğil, “İşte bu medeniyet de”, böyle şey mi olur?

İlim, yalvarıyor Allah’a (cc), “Kurtar beni beşeriyetin elinden” diyor. İlim, büyük bir nimettir fakat herhangi bir iyi, herhangi bir hayır kötülüğe kullanılırsa derhal şer meydana gelir. Su hayatın en büyük unsurudur fakat bir insanı boğmak için boğazından aşağı, böyle ağzını tut aç, boğar. Oldu şer. Ateş hayatın en büyük unsurudur fakat götür bir yeri yakmak içün, yakar. Oldu şer. Her hayır öyledir. Beşer de bugün Kudret’in yaratmış olduğu nimetleri ve o nimetlerin içerisinde bulunan… En büyüğü de ilimdir, o ilmi şerde kullanır ve o kullanmış olduğu şerrin neticesine de, medeniyet diye tapıyor. Ne kadar zavallı hale gelmiş? Ve bununla da sonra… Daima böyle göğsünü kabartarak semayı deler gibi bakarak, yeri ezer gibi basarak yürüyor. Bilmiyor ki zavallı bir gün, bir an-ı gayr-ı münkasımda[3] “Gel!” der demez, hepsi yok.

Büyük kitabın tarif ettiği gibi; bütün varlık bir hurma çekirdeğinin boşluğunu dolduracak kadar da değil. Çekirdeğin orta yerinde şöyle bir boşluk olur. Kudret misal getirirken, senin tapmış olduğun şeylerin heyet-i umumisini ben bir hurma çekirdeğinin boşluğunun içinde toplayabilecek kudretin sahibiyim, der. Böyle toplayacağım der. Böyle misal getiriyor. Böyle... Sahte benliğine güveniyor, o sahte benlik, o ne fena şeydir. Kudret’in varlığının karşısında bazısı doğrudan doğruya lisanı ile bazısı lisan-ı hali ile “Ben varım!” diyor. “Ben” diyor, “yaratırım” diyor. Hâlbuki ağaran saçını geriye çevirmeklik kabiliyeti yok. O kadar da aciz. O kadar aciz ki ağaran saçını… Onunla başa çıkamıyor. İnsafı yok… Gönül, boş kalmış. Gönül boş kalınca, bir kalp manasız kalınca mel'abe[4]-i şübehat[5] olur. Şüphelerin oyuncağı olur. Her lahza şek ve şüphe içinde yaşayan kimse zavallıdır. Zavallıdır. Öyle kalır.

İmanın zevkini bu âlemde hiçbir vasıtayı servet, hiçbir şehvet iktisab[6] edemez kardeşim. Gayet kaba lisanla konuşuyoruz, imandaki zevki hiçbir şey yerine getiremez. Mümkün değil. Onun içün diyor ki Kudret, size üç şey tavsiye ederim. Bu üç şeyi siz kaybettiğiniz gün -insanlık âlemine- ben sizi şaşırtırım. Sizi size yediririm. Birbirinizi yersiniz. Hâlbuki siz birbirinizle tamamlanırsınız. Birbirinizi yersiniz. Siz birbirinizle tamamlanırsınız. Tamamlanacağı halde öyle olmuyor. Maalesef. Ufak camialardan başla, aile teşkilatından başla, soğuk. Tabi soğuk bir yuvanın yetiştirdiği çocuk da manen soğuk olur,  cemiyete hain olur. Netice alınmaz. Muhabbet mahsulü değil. Muhabbet mahsulü olmayan evlatta şecaat[7] bulunmaz. Bağlı bunlar birbirine. Merhamet katiyen olmaz.

Bunu ekseriyetle söylerim. Mevzuu münasebet aldı da, hatırımda yokken uğramak mecburiyeti oldu, uğradık. Hakiki nikâh, belediyenin kaydı değil.  Bir din adamının akdi, o dereceye kaydı olduktan sonra onun duası değil. Onlar işin şekli zahirisi. Belediyede kaydolur, cemiyette bu bunun eşidir, çocuk olursa bu ailenin çocuğudur, ölürse bu buna mirasçı olur. Bunun içün. Öteki kısımda gelecek olursa mana kısmında da o da dua eder, bu yuvada bir saadet olsun. Hakiki nikâhın cevheri nedir? Cevher ne? Cevheri muhabbettir. Onun büyük cevheri, muhabbet.

Dedelerimiz birbirlerini görmeden evlenirlermiş. Elli sene, atmış sene… Hani örfün bir tabiri var, bir yastıkta baş çürütmüşler deriz. Onlar bir yastıkta baş çürütmemişler, bir yastıkta baş yapmışlar. Hakk’a çıkabilecek kafa meydana getirmişler, tabir sakat. Ama o manayı tahsil ederler de, öyle ifade etmişler. Yani bir yastıkta kesafetlerini gidermişler, letafete inkılap ettirmişler manasına o. Ters anlaşılmasın. Yani birbirinizi görmeden alın manasını tahsil etmeyin. Misal olaraktan veriyorum. Birbirini görsün alsın. Mana itibariyle de öyle. Mesela Hazreti Muhammed Aleyhisselam öyle der; Görün birbirinizi. Birbirinizi görün, fakat hariçte tenkit etmeyin. Bir ara deden onu kaldırmış. Yani yasak değil de onu biraz şöyle şey etmiş. Neden? Azıcık ahlakta bir sarsıntı olmuş. Mesela görüyor bir kızı da “Niye almadın?” “Bırak!”, diyor “Burnu çarpıktı.” “Niye almadın?” “Sırtında kamburu vardı.” “Neydi?” “Konuşma tarzı hoşuma gitmedi.” Bu sözler, o insanın hariçteki varlığının yıkımına sebep olur. En güzel bir yemek, hiçbir şey olmasa “Bunun üzerinden fare atladı” de, yiyemezsin. Anlatamıyorum galiba. Böyle ahlaka uymayan cümleleri duyar duymaz, “Başka görücü görsün” denmiş. Yoksa şimdi… Bir mevzudan bir mevzua atladık. Bizim dedemizin kabul ettiği manada da o Hazreti Muhammed’in (sav) getirdiği düsturda da “Görmeden almayın!” sözü yok. Gör, bak, et fakat edebini muhafaza et. Siz gördünüz mü? “Hayır!” der. Hatta “Niçün almadınız?” dendiği vakitte daima kız tarafını tut, “Gücüm yetmedi” de. Anlatabiliyor muyum acaba? Ama onlar değişmiş. O yıkılmış.

Buraya nereden girdim? Şuradan girdim. Nikâhın esası olan muhabbet o kadar kuvvetli bir şey ki görmekliği lazım iken görmeden alıyor da o muhabbet dolayısıyla Kudret… Çünkü Hakk’ın elindedir o. Bu onda bir varlık meydana getiriyor. Çocuklar muazzam bir halde yetişiyor. O muhabbetle gelen çocuklar seceiyeli[8] oluyor.

Biz bire on dövüşen dedenin çocuğuyuz.  Bire on döğüşmüş. Bu millet daima mücahit yetiştirmiş. Cihat ile… Hayata kıymet vermiyor. Çünkü buranın bir hayat yeri, dirlik yeri olduğunu kabul etmemiş ki. Kabul etmiyor. Ben diyor burada bir imtihan içün gelmişim, söz vermişim o sözümün, o ahdimin vefasını göstermeye gelmişim. Gösterip geçeceğim. Benim hayatım diyor, daha başlamadı ki. Buna inanmış. Öyle bir yere gönül vermiş ki, -kadını da böyle erkeği de böyle.- İsmi hafızamdan çıktı, gelirse söyleyeyim. Uhud harbinde, bak vefaya. Geldi Sa’d Bin Rebi[9]. Yaralılara su taşıyor. Suyu verirken… Orada birçok hadise var. Bazılarını söylemişimdir, bu ayrı bir hadise. Diyor ki; “Ey İbn-i Mesleme kirpiklerinizin hareketi devam ettiği müddetçe Hazreti Muhammed (sav)’i yalnız bırakmayın.” Kirpiklerinizin hareketi devam ettiği müddetçe… Bunu ne vakit diyor biliyor musun? Canı atarken söylüyor. Canına düştüğü, şeyi yok, o hal yok. Canına düşmek yok. Daima canana düşmek var. O kadar ihlasle sadakatte bulunun ki yarın nezd-i bari de mazur olabilesiniz. Bir şey anlatamadım galiba.

Bunları, bu zevki beşeriyet kaybetmiş. Neden kaybetmiş? Hakk’ın üç tavsiyesi var: Belki içinizden diyorsunuz ki; “Beş defa Hakk’ın üç tavsiyesi var, beş defa söyledin” şimdi: “Diyorsun; tavsiyeleri söylemiyorsun, bekliyoruz”, diyorsun dimi? Bugün söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi, düşün. “Söyle bugün.” Hakk’ın üç tavsiyesi var diyorsun, söylemiyorsun diyorsun. Söyleyeceğim. Tavsiyeler zahirde gayet kolay: birer kelime. Tatbiki zor.

Birincisi gayet kolay bak: İnsaf diyor. Bak kendine insaflı adam mısın? İtidal var mı sende? Varsa elimi uzatırım, diyor. Bütün nimetlerimi verdiğim vakitte, hiç benimle meşgul olmadın. Düştün. Başladın yalvarmaya, “Bakmam bile yüzüne” diyor. O bazen bakar gibi gözükür, yine onu kendisine, kendisini anlatmaklık içün bir imtihandır, mekirdir[10] diyor. Kudret çok nazlıdır. Çok. “Efendim ne olur, yanar yakılır mı?” Mesele o değil. Bir nimete nail olursun, o bakmam yüzüne demeklik, benimle bir irtibatın yok, demektir. Yoksa nimetten müstagrak[11] kalmışsın… Bir dostun var, hukuk tedarik etmişsin, o hukuk itibariyle, netice itibariyle bir yere kadar gitmişsin ondan sonra onu kırmışsın. Kırdıktan sonra o dostun sana buyurun demiş. Fakat netice itibariyle gönlüyle nevt[12]etmiş, bakmıyor sana. Anlatabildim mi? Kudret de sana bakmam dediği vakitte tutacak da… O’nun hududunun haricinde bir yer yok ki, yine kendi yerinde oturtacak. Bir şey anlatamıyoruz galiba.

Yani senin gibi benim gibi kolundan tutacak da böyle hopadak atacak değil. Atmayacak amma… hani der ki; filanca gelecek ikram edin, i’zaz[13] edin. İyi bir yatakta yatırın, güzel bir sofra hazırlayın, ikramda kusur etmeyin. Fakat sende oraya giderken ben öğle yemeğinde şunu yiyeceğim, akşamda da şunu yerim, şöyle de bir yatakta yatarım, istirahat ederim, kafasıyla giden cinsten değilsin de; bir iştiyakın var, “o cemali göreyim” diye gidiyorsun. Kapıyı çaldın, bakalım beni nasıl karşılayacak diyerekten, hadimler çıktı, “Buyurun” dediler filan. Bakınıyorsun o göreceğin kimse yok mu? “ diyorlar. İşte yemeği yedin, içtin, yattın ama mün’im[14] yok ki, anlatamadım mı acaba?

İnsafın diyor, var mı? Kudret’in birinci tavsiyesi, insaf. Öyle zor şey ki o. Var gibi gözükür insan kendisini bütün hadiselerin karşısında bir imtihan etse etse etse etse etse, boyuna sıfır kor, boyuna sıfır kor. Çünkü ilk oradan başlıyor, insaf. İnsaftan sonra hubb-u hak başlıyormuş. Evvela insaf sonra muhabbet başlıyor. O başladıktan sonra ikinci tavsiyesi o, hubb-u hak. Ondan sonra diyor ki; “Eee bu muhabbet karşısında soyun bakalım” diyor. Üçüncüsü de bu. Şimdi beşeriyet, bu üçünün hepsini kaybettiğinden dolayı bütün sekene-i dünyada ekseriyet itibariyle insaf yok, hubb-u hak da yok. Hubb-u hakta evvela canan gelecek, o da yok. Bunlar olmayınca artık o son bahis, o hiç olmaz. Olmayınca ne oluyor? Birbirini yiyor. Rapor bu. Niçün insan bugün hamule-i irfaniyesi o kadar teali terakki ettiği halde, semavata kadar çıktığı halde, yeryüzünde yetişmeyip diplerine indiği halde, denizin nerelerinde gezindiği halde, ne bileyim daha birçok birçok şeylere sahip olduğu halde… Bu az şey midir? Yapan bilmez bunu. Şunu da yapan bilmez: “Ne bu?” “Elektrik” der geçer. Bende ondan kuvvetlisi var bugün. Tüm sirayet ediyor, hepimize, nedir ama? Ya. Bir cemad[15] maddeye konuşur,

وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ[16] 

Ben seni zanneder misin ki ağzınla konuşturacağım? Benimle yapmıştır, dedirteceğim diyor. Canım o konuşur mu? Alelade cemadı konuşturuyorsun da Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde kabil-i vezin midir, ne renktedir, eczanede mi satılır, deposu neresidir? Bilmediğin bir varlıkla, sana seninle ihtira[17] ettirir de söylediğini tekrar sana söylettirir de cemad parçasıyla, bununla niye söyletmesin? İlim mevzuatı kapamış. O kapı kapalı.

Nereden başladık buraya? Dedik ki; muhabbetin esasını insanlık âlemi kaybetti. Onu biz kaybettik. Böyle diyenin kıydığı değil, bir din adamının yaptığı dua da değil. Ya, iki gönlün -asıl olan o- birbi rine olan muhabbeti, cevher-i nikâh o. O oldu mu o irtibat o bağ… Deden öyle idi. Cinsiyet[18] mücerred[19] şekille değildir. Kalplerin müşabeheti[20], ruhların taarrufü[21], ukulün[22] münasebetiyledir. Bunlar da muhabbetle hamurlanır. Anlatabildim mi acaba? Belle bunu. Biz onu şekille zannediyoruz. Şöyle giyindi, böyle giyindi, şöyle yaptı, böyle yaptı. Cinsiyet mücerret şekille değil, Kulubun[23] teşabühü[24], ervahın taarrufü, ukulün münasebetiyle, bunlar bir araya gelince muhabbetle böyle yoğurulur, o vakit müteaddit vücutta tek ruh olarak olur, yaşanır. Sen bende kendini, ben sende kendimi görürdüm. İnsan insanın ayinesidir. Sen olmasaydın ben kendimi nasıl görürdüm? Sen bırak şimdi bu aynayı filan kaldır da hepsini kaldır. Ben kendimi görmekliğim için seni görmekliğim şart değil mi? O halde sen bana ayine olduktan sonra ben niye seni kırarım? Sen niye beni kırarsın? Netice ne oluyor? Netice ne, işte bitti. Hayat işte bitiyor. Elli atmış yetmiş seksen… On beş yirmi senesi çocuklukla geçer, âli sabavet[25], şebabiyet[26], her neyse. Bunun bir kısmı gece alır götürür. Uykudur. Kırk sene. Seksen sene, de ömüre. Yarısı gitti onun. Gece kendine sahip değilsin ki ilmin yok, şuurun yok, varlığın yok, hiçbir şeyin yok. Bunun bir kısmı da çocukluğunla geçer. En uzun sayılan ömrün bile, nihayet toplasan, değerli kısmı yirmi seneden ibaret kalır. Yirmi seneyi de şöyle bir hesap et, bir tarfetü'l-ayndan[27] ibarettir. Ne kadar gaflet kaplamış bizi, acayip bir vaziyet. O kadar gaflet kaplamış ki…

Güzel manamızı gadabımızın önüne kor, kaptırır yediririz onların  hepsini. Bir konuşmada söylemiştim, insanın muhabbetli zamanı kuzu gibi olan halidir, gadaplı zamanı da kurt gibi olan halidir. Biz  de, biz nüsha-i kübra[28] olduğumuzdan dolayı bütün mevcudatın numunesini Kudret bize rekz[29] etmiştir. Meknuzdur[30] bizde, hatta meknundur[31] bizde. Biz hazine-i kâinatız. Bütün varlık bizim vücudumuzda mevcuttur. Fakat acaba gel emrini aldığı vakitte Kudret’e hangi vücutla gideceğiz. Kurt mu olarak gideceğiz? İnsan mı olarak gideceğiz?

Bu vücutta melekût-i âlem var, insan-i âlem var, şeytan-i âlem var, hariçte arama iblisi. Hepsi bu vücudun içerisinde. Hangi sıfat galipse sen osun. Hasedin varsa iblissin. Celal ile cemale cami isen Hazreti İnsansın. Yalnız letaifte[32] kalmışsan meleksin. O, o kadar makbul sayılmaz. İkisini beraber tutuyorsan  en makbul kimsesin. Ama yok hasud[33] isen, gazub[34] isen, hilkatteki tecelliyatın taksimatında kendine göre fikirlerin varsa, doğrudan doğruya nari’sin, binaenaleyh iblis olaraktan geçer gidersin. Hariçte bir şey arama. Hepsi bunda. Nasıl gidecek? O sohbetli muhabbetli vücudunu bir an gelir, birden bire bir gazuba (o vücudun) meydana gelir, kurt olur; onu hemen hüüüp yer, mahveder geçer gider. Elli sene emek verirsin bir dakikada gider. Her şeyin de “gidimi” kolaydır. Bir bina bir senede yapılır, yıktığın an bir günde yıkılır. O kadar dikkat lazımdır. Yap binayı, bir senede zorla yaparsın. “Yık!” de: Getir on beş tane amele, bir günde akşamdan başlasın sabaha kadar temeline iner. Yapması içün öyle değil. Esir-i heva-i heves olursun, kendini akıl hocası zannedersin, bu dünyada benden daha başka akıllı kimse yok dersin: Olur iblis sıfat, geçer gidersin. İnsanı kapan yerleri çoktur. Ama Kudret adamı çok imtihan eder. Hem yükseldikçe imtihan eder. Burası öyle ya, bu pazar öyle açılmış.

Hazreti Eyüp (as)… o mana varlığında büyük büyük bahsedilen kudret numunelerinde… Öyle hikâye midir? Hikâye gibi mi dinlenilir? Bu sahne-i şuhudun neler geçirdiğini Kudret neden bahseder? İnsanlar ibret alsınlar diyerekten. Kuvvetli bir yıkım geldiği vakitte kaşlarını çatma: Öyle olacaktı dersin. Ne yapalım, öyle olacak. Uzun boylu da bir şey ikbal, sana tecelli ettiği vakitte kulaklarına kadar gülme. Ne onda ne onda beka yoktur. Hiç birisinde beka yoktur. İkbalinde hud’a idbarında fecia vardır. İlk sedeme[35] de sarsılmayan, tebrike şayandır diyor. Ağır imtihana tabi tutmasın Kudret. Öyledir biraz.

Çok zengindi, çok zengin. Servetçe zengin, radden[36] zengin, mülken zengin, malen zengin, ehli beyti itibariyle zengin, gayet güzel şekil çocuklara malik, birçok ezvac-ı tahiratı var. Kudret methetti, iblis dedi ki; “Elbette” dedi; “Ne güzel insan, ne güzel kul olabilir, neler vermişsin? Onun bir tanesini elinden alalım bakalım, kendisinde o tecelli olabilecek mi?” O yine öyledir. Evvela bütün serveti bir anda gitti. Haber verdiler. “Bu âleme zuhurumda sineğimi kovamıyordum” dedi. “Benim nem var ki laf edem özümden? Hayatta iflas denilen bir şey var mıdır? Öyle bir yere iman etmişim ki: Evvela kadir, sonra aziz, hâkim, sonra beni benden iyi bilir, sonra bana ne layıksa onu yapar. Benim bir veçhelik imanım yok.” Kudret’in bütün sıfatlarını saydı. Evvela beni benden iyi bilir, bana ne layıksa onu yapar, bana benden fazla acır, sonra her emrine galip, her işinde hikmeti var ve aynı zamanda ben vardım da… “Bende vardı da almadı ki; Verdi de aldı.” “Ne dersin?” dedi. “İyi ama ona tahammül edebilir. Evlat dedi şeydir, candan parçadır.”Öyledir amma o senin bildiğin gibi değil.” Bir zelzelede bütün çocukları gitti. Haber verdiler. “Yabancı yere gitmedi” dedi. Hak’tan başka bir yer yok ki.

Biz böyle olamayız başka fakat bu kubbe böyle insan göstermiş. Yani insanlar içerisinde ben sabırlıyım, ben böyle afifim[37], böyle şeyim filan, Kudret, bunu zikretmesin de “Bak böyle bir imtihan yaparım ha, aklını başına al. Sakın böyle bir davaya kalkma! Yaparım böyle bir imtihan.” (Kudret Şaytan’a) “Ne dersin?” dedi. “Kendi vücudunda olmalı o”, dedi. Kendisinde.  Oldu kendisinde. Öyle bir ıstırap ki sema yıkılıyor gibi. O bazıları yanlış bilirler. Kurtlanmış da böyle kurt düşermiş, böyle konmuş… Onlar yalan, uydurma şeyler. Büyük insanlarda istifa kanununa, Kudret’in istifa kanununa tabi olan insanlarda iğrenç hastalık olmaz. Tahammülfersa[38] bir sancı. Bu sefer kavmi, “Senden bize uğursuzluk gelecek, sen gadaba müstehak olmuş bir insan olmuşsun, seni hudut harici edelim” dediler. On para yok, hiçbir şey yok, muazzam bir saltanat içerisinden kaldırmış. Birçok zevceleri var. Dedi “Beni görüyorsunuz, belki benim bu halime tahammül edemezsiniz. Benim şimdi servetim yok, zamanım yok, bilmem artık inanır mısınız, inanmaz mısınız? O da ayrı bir mevzu. Yalnız bir nübüvvetim var. Bana bakmaklık size ağır gelirse, beni bırakın.” “Hepsi teşekkür ederiz” dediler, bıraktılar. Yaa, insanoğlu öyledir. Bir tek hanımı kaldı. Bir tek. Bir tek hanımı…

İş işliyor; nakış. Akşamüstü pazara götürüyor, satıyor. Onunla ölmeyecek kadar nafaka tedarik ediyor getiriyor. Hazreti Eyüp’ü (as) bakıyor. Bir gün… Mevzuu değiştireyim mi dinliyor musunuz? Yani bu sahne-i şuhudun öyle bir… Ne bileyim muazzam bir sefa âlemi olmadığını anlatmak kastı ile bir de hakiki insan nelere tahammül eder maksadıyla… O tahammül edenlerin her birisinin insanlar üzerinde bir ölçü, bir ayar olmak meramı ile buraya girdik. Kudretin cilveleri... O gün satılmadı. Götürdüğü işlediği şey ama hava karardı. Hiçbir şey yok. Müteessir. Kendi hesabına değil. “Hazreti Eyüp’e(as) ben ne yapacağım bugün?”. Müteessir. İblis de temesül[39] etti. Beşeriyetin Fahri Ebedisinin zaman-ı saadetine kadar, bu sahne-i şuhudda, iblis istediği halde istediği tecellide temessül ederdi. Mürebbi-i ukul Efendimiz Kudret’e niyaz etti. Benim devri… Çünkü Devr-i Ahmedi ayrı bir devir, olmasın dedi. Huda’da onu kaldırdı. Hususi bir ikram olmak üzere. “Nedir bu?” dedi. “Elimin emeğiyle işledim satıyorum. İhtiyacımız var, bununla nafakamı”…. “Eee dedi, sizin ihtiyacınız var amma..” Hazreti Eyüp’ün (as) zevcesinin saçları uzun. “İhtiyacı olanda bu kadar saça ne lüzum var? O saçları kes sat! Bu nakşa vereceğim paradan daha fazla para veririm” demiş. “Niçün” diyor? “Sorma!” diyor. “Bundan bir şey lazım gelmez.” Kesti verdi. Ondan önce iblis… Bir sual varit olur. “Eee  Eyüp’te (as) da nübüvvet kuvveti var. Bunları görmüyor mu?” Bir an içün kapar Kudret. Mesela Yakup’un (as) oğlu Yusuf (as) burunun dibinde kuyuda idi, göstermedi.  Mısır yolundan kokusu geliyor” dedi. Şimdi o ayrı bir, bir tecelli o. Oraya da aynen temessül etti, bir insan haliyle. Dedi ki, “Senin refikan ahlakını değiştirmiştir, çirkin bir ahlaka girmiştir. İşte inanmazsan saçları” dedi, attı ortaya. Çok müteessir oldu. Çok müteessir. Cihar[40] ses ile bekliyor. Bir yandan sancı kıvrandırtıyor, bir yandan bekliyor. Girdi. Baktı ki, saçları yok. “Bunlar ne” dedi. Perdeyi de Kudret kapamış, sıkıyor, gördütmüyor. “Bir şey yok.” “Allah (cc) sıhhat verirse vallahi yüz değnek vuracağım.” Öyle bir yemin etti. O da geçti, sancı kalbiyle dilini sardı, dumuru sarıldıktan sonra. O vakte kadar Kudret’e, o bizim yapacağımız iş değil. “Beni iyi et” demiyor, şikâyet etmiyor. Boynunu büküyor yalnızca. Oraya kalbiyle lisanı sarınca, “Ya Rabbi! Hem kalbimle hem lisanımla seni anar zikrederim, bu aşkımı ta’til[41] etme.” Ondan sonra uzun bahis… Orada bir su mevzuu var, onun izahı da çok zor. Mevzuu da harice çıkılacak, bize lazım gelen orası değil. Neyse netice şifayab[42] oldu. Eski azametini Kudret kat kat verdi. O ölmüş çocuklarını… Acayip, öyle mi? Evet. Allah (cc) bu, ağası mısın? Bütün tamamıyla eskisinden daha muazzam bir vaziyette verdi. Sonra Hakk’ın da ayriyeten ayrıca bir ihsanı var. Yüz tane ince fideyi al, bağla. Yemininde hanis[43] olmayasın, yemin etmişsin, onu bağlı olduğu halde, yüzü bir arada şöyle bir defa dokun hanımına dedi. Ahkem[44] ta’tile uğramasın. Anlatamıyor muyum acaba? Ahkem ta’tile uğramasın. Yüz tane böyle ince fide al bağla şöyle dokun.

Buraya neden girdik? Buraya girmemizdeki hikmet, biz bu âlemde “darılmaya değil dayanmaya gelmişiz. Seciye-i insani-i ayak altına almamak içün hiçbir zalime boyun kesmemeye gelmişiz.” Değil adile, âlime… O kadar devreler geçiriyor, sabrın manası bu. Nerelerden geçiyor? Ve beşeriyete numune oluyor. Bu, dünya denilen sahne dalgalı bir denizdir. Doğum da bu dalgalı denize düşmek demektir. İleriye doğru bakacak olursan eğer, perden açılacak olursa, ilerde bir idam sehpası var. Geriye doğru bakacak olursan kükremiş bir aslan üzerine koşup gidiyor. Başka bir yer yok. Buradan kaçanı da orada asıyorlar. Pazar bundan ibaret… Yalnız o sehpanın önünde bir zat-ı âli durur. Seciye-i insaniyeni ayak altına salmamışsan der, tam tekmil zuhur etmişsen ve tamamıyla bir yere gönlünü bağlanmışsan, o idam sehpası sana bir mesirenin salıncağı olur, der. Hayat, öyle değil mi? Dün baban gitti işte. Hayattan gitmek ne demektir? Adem[45] değil mi? İdamda ademden. Hayatta kim vardır ki, Adem’e gitmesin? Gidiyor boyuna değil mi? Bundan ibaret. Fakat hüner, orada ona nail olabilmek. Ona nail olabilmesi içün de bir gönlün Hak ile irtibatı olabilmek.

Buraya nereden girdik? Konuşurken dedik ki, insanın iki vücudu var: -Topluyorum konuşmayı.- Biri Kudretle olan irtibatı; o irtibatının vidası muhabbet dedik. Beşer, bu vidayı kaybetti. Anlatamadık mı acaba? Bunu kaybetti beşer. Bunu bulup orayı vidalamadıkça, Huda bizim yüzümüze bakmaz. Ve neye sahip olsan da, hayatın huzurunu bulamazsın. Çünkü geçen konuşmada söylediğim gibi, huzur kisb-i  değildir, vehbidir. Huzur kisbi değildir. Yani, beşerin kendi elinde değil. O huzur geldiği vakitte, cemiyetin devam-ı bekası hangi şartlara ait olduğu anlaşılır. Şimdi herkes kendi nefsini düşünüyor. Kendi nefsini düşünen adam, mensup olduğu cemiyetin devam-ı bekası, Hak ile devam-ı bekası, nefsani değil de böyle tamamıyla saadet içerisinde, insanlık içerisinde devam-ı bekasını düşünebilir mi? Düşünse (bir düğmeye) basar da, milyarla adamı öldürmek ister mi? Neden istemez? Her şahsın kendi hissesine isabet eden bir şey var. Bunu biz düşünmüyoruz. Her…

Dikkat edilecek olursa, bir cemiyetin devam-ı bekası için iki şart var: Bunun biri, her şahsın kendi hissesine düşen, isabet eden bir hak var, hak. Hiç düşündün mü kendi kendine? Benim acaba… Bana ne gibi şey düşer?

Evvela insan… Bu âlemde bir defa iki vatan var: Bir vatanı, bu âleme gelmezden evveli vatanıdır. Ve yine o vatanına dönecektir. Diğer vatanı da bu âlemde manasını, ahlakını, ananesini, faziletini, gönlünde vicdanında Kudret’le yapmış olduğu ahdinin muhafazası hususundaki kaidesini muhafaza eden toprak. Öyle dimi ya? Mesela der ki mana; Hubb’ül vatan, minel iman. Vatanı sevmek imandandır. Biz toprak niçün severiz biz? Putperest miyiz? Yook. Mananın, ahlakın, bulunduğumuz kanın, o kanın ecdada doğru gittiği vakitte mensup olduğu vicdanının bağlandığı Allah’ın (cc) kendisine vermiş olduğu o büyük varlığın muhafazası olduğundan dolayı. O, ona muhafaza oluyor. Zarfı olduğundan dolayı... Binaenaleyh, şimdi orada birçok kardeşleri var. O kardeşlerine medyun[46] olduğu vazife-i idrak. Hak ile vazifeleniyor. Onun arasında tetkik ettiğimiz vakitte, her zaman bir hakkın karşısında bir vazife meydana geliyor. Her vazifenin karşısında da bir hak meydana geliyor. İşte bir vazifenin karşısında bir hak, her hakkın karşısında bir vazife meydana geldiği vakitte, doğru yol meydana çıkıyor. Bunun ikisi bir araya gelmeyince sırat el müstakim meydana gelmez. Ne yapsan teali edemezsin. Çırpın! Çırpındıkça çamurdan aşağıya gidersin. Gitmez, imkânı yok. Ondan başka imkan yok.  Behemahal[47] hak ile vazifeden teşekkül eden yoldan ilk çıkacak sokak adalettir. Bunlar birbirine bağlı. Efendim adalet, adalet… Boyuna konuşur. Hürriyet, hürriyet… Hürriyet, adama Allah’tan (cc) gelir ya hu. Bizi hür olarak Allah (cc) kabul etmiştir. İrade ve hürriyet insana Allah’tan (cc) geliyor ki, bize emanet-i ilahisini vermiş. Hür olamasam, iradem olmasa bende  

  [48] اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ     Ben seni yer üzerinde kendi namıma naib kıldım der mi? Her insanda naib-i hak olmaklık kuvveti vardır. Ama, olur olmaz başka. Bu kuvve madamı ki vardır; o, onun hakkıdır. İnsan olduğundan dolayı Allah’a (cc) muhatap olmuştur. Hakk’a muhatap olan adamın muhakkak, HÜRR olması şarttır. Onun için Allah’ın (cc) bu hakkını hiçbir kimse ödeyemez. İnsana irade ve hürriyet doğrudan doğruya Allah’tan (cc) gelir. İnsan, henüz nefsinin mahiyeti hakkında hiçbir şey bilmezken, hayretli gözleri vacib’ül vücudu ararken, Hak ona hakiki hürriyetini bahşetmiştir. Onun içün hukuk-u insaniyeye riayet, insan hakları filan diye bir takım sözler vardır. Allah (cc) tanımayan cemiyetlerde insan haklarından bahsetmek, bomboş abes sözden ibarettir… Çıkmaz bir şey oradan. Hava. Hayal kadar bir vücut… Vehim kadar boş. Hiç bir şey yok. Cesedi muhafaza edilip de ruhu muhafaza edilmeyen bir adamda hukuk-u insaniyelikten bahsetmek hakkı yoktur. Cesedi muhafaza ediliyor ama ruhu muhafaza edilmiyor. Ruhu mahkûm. O adamın hukuk-u insaniyeti mahfuzdur. Hürriyeti vardır, denmez. Çünkü insana Kudret, hürriyetini ruhuna vermiştir, vicdanına vermiştir.  Cesedine vermemiştir. Ceset de ki hürriyet hayvanda benden çoktur. Beni rappadak vurur devirir gider. Hürr olduğundan dolayı. Anlatamıyor muyum ya? Beşeriyet bunun farkında değil de; cesed-i hürriyeti, hürriyet zannediyor vurayım, kırayım, ezeyim. Ona hürriyet denmez. Ona şekavet[49] denir.

İnsanın manaya olan ihtiyacı, maddeye olan ihtiyacı gibi değildir. Maddeye olan ihtiyacından yirmi senelik hayatını öldürürsün. Manaya ait olan ihtiyacını yapamazsan, namütenahi hayatını öldürürsün. Ona benzer mi o? Aç kaldın, öldün. Muvakkat hayatının bir kaç senesi gitti. Fakat ruhunun gıdasını vermedin, Hak ve hakikatsiz nefesini tükettin, öyle öldürdün: Ne oldu? Bütün hayat gitti. Mana ölümü, madde ölümüne benzemez. Her doğan çocuk bu cihana, her türlü şekli kabule, her rengi giyinebilmeklik istidadına, fıtratına sahip olaraktan gelir. Kemal-i faziletini doğrudan doğruya babasından ecdadından almaz. O nereden aldı? Arayalım bakalım: Babasından aldı. Babası nereden aldı? Eğer varsa fazileti. Membaını bulmak bulmak lazım... Onlarda öyle doğdular çünkü. Onun anası babası da öyle doğdu. O halde bir rehber lazım. O rehberin adına Allah (cc) denir. Dimi? Her bu âleme gelen çocuk, her türlü şekli kabule, her türlü rengi televvüne[50], renklenmeye müsteid[51] bir fıtratla gelir. O fazileti âbâ vü ecdadından aldı diyelim. Yook… Ya âbâ vü ecdadı nereden aldı? Bir yerden alması lazım. O halde bir rehbere ihtiyaç var. İşte onun içün müşterek faziletlerle fertler birleşir. Şimdi müşterek faziletler kalkıp, yalnız müşterek menfaatler meydana geldiği içün, menfaatin de neticesi insanları birbirine boğuşturmak olduğundan dolayı, insanlar bir türlü birleşemiyor. Bir şey anlatamıyor muyum? İyi dikkat et. Fertler müşterek faziletlerle birleşebilir.

Şimdi fazilet acayip mevki aldı. Cemiyet o kadar zavallı hale geldi ki, fazilet acayip. Filan adam filan adama acımış: “Asabı zayıflamıştır.” Acımaklığı hastalık kabul ediyor. Nasıl halledeceksin? Hastalık kabul ediyor. Eh, bir gün hepimiz doğuracağız. Herkes hamile. Herkes ruhuna hamile… Bir doktor gelecek doğurtacak bizi. Doğuracağız. Hem öyle ki, hiç sakat çıkarmaz. Böyle takıldı, vasıta kullanalım, dehalet[52] yapalım, bilmem şu bu. Hiç acımaz o vakit. “Bende hastalık yok!” der. Sen bana biraz acı filan dedin mi? Yook. “Sende cımaklığa hastalık manası veriliyor, ben hasta değilim” der. Acımaz. Hepimiz doğuracağız. Acı, acı, deden gibi merhametli ol. Acı. Merhamet, büyük iş yapar. Çok yol kat ettirir adama. Çok yol... Hem böyle…

Canının sıkıldığı vakitte merhametli ol. Öyle keyfin olduğu vakitte değil. Onlar makbul değil. Çünkü Kudret öyle imtihan eder adamı. Canın şöyle burnuna gelir. Her işin ters gider. Bütün… Senin tabirini kullanayım, “asabım bozuk dersin” öyle bozuk bir zamanı gelir. Tam acınacak bir hadise karşına çıkarır; “şimdi sırası değil” dersin. O vakit… Öbür ki nefsanidir, ölçülüdür. Dinledin de, tatbik ediyorsundur. Bir su var, kaynıyor membaından,  güldür güldür akıyor. Bir su da var; kovayla koydun yarım tenekelik bir şeyin içerisine. Açtın musluğu, şıkır şıkır akıyor. Oradan kullanılan suyla, o güldür güldür akan suyun zevki başka türlü olur. Birisi tarafından konulmuş üç beş cümle ile akan suyun gibi olmasın. Kendi iklimi vücudunda kaynasın. Kendinde kaynasın o. O memba sende vardır. Madem ki insansın, vardır. Patlat kaynar. Fışkırsın. Binaenaleyh cemiyet-i insaniyeye nispetle fezail[53], kâinata nispetle cazibe-i umumiye gibidir. Nasıl bu kâinat cazibe-i umumiyeyle seyyaresi, meyyaresi Kudret’in istediği güne kadar böyle bir intizam dahilinde duruyorsa; insanların da böyle muntazam bir şekilde insan olarak yaşamaları faziletlerin cazibesine bağlıdır. Faziletlerin cazibesi çözüldü mü işte böyle olur bütün dünya. Masası olanda da rahat yok, kasası olanda da rahat yok, rütbesi olanda da rahat yok, cahı olanda da rahat yok. Yoook. Böyle olur. Neden? Zira faziletler, kâinata nispetle cazibe-i umumiye gibidir. Onunla bağlı. O kalkmış. Merhamet.

Eski konuşmalarda size bir misal vermiştim: O misali vereyim de, konuşmayı keseyim yorulmadınızsa. Epeyi oldu ya. Bak merhametin ne işler yaptığına. Beşeriyetin Fahri Ebedisi âlem-i miraçta… Tabi benim bu sözlerimin bir kısmı, iman ve irfana hitap eder. O zevki duymuş. Ben sizi öyle zannederek konuşuyorum. Bir de inkâr sahasında olur, onun konuşma tarzı da ayrıdır. Şimdi öyle değil de, geliş ve gidişteki gayeyi duymuş; benim gibi şuurlu, izanlı, vicdanlı bir varlığı, şuursuz, izansız, vicdansız bir varlık meydana getiremez, demiş. Hiç bir vakit, bir matbaanın harfleri yıkılarak, mevzuu, gayesi, şusu busu muntazam kitap bir araya gelemez. Hiçbir vakit bir eczanenin ilaçları yıkılıp, kırılarak şişeler hâsıl olan terkibinden bir deva-i küll hâsıl olamaz. Hiçbir vakit bu kâinat fail olamaz, kabildir[54],  fail değildir. Mastar[55] değildir, mıstardır[56]. Muhasebedir, muhasib[57] değildir. Bu şekli kabul etmiş olan bir var, diyerekten bu şekilde konuşuyoruz. Yoksa “Ben kör bir tecavüzün neticesiyim. İnsan da tekâmül etmiş bir hayvandır.” Onun konuşma tarzı başka. Onlan vakit geçirdik. Beşeriyetin fahri ebedisi, dar’us selamı ebediyet âleminde temaşa ettiriyorlar. Bir bagiyye[58] kadın görmüş. İnnem'reeten bağiyyen... böyle başlıyor. Halk arasında -yani bagiyye ne demek, dedikoduya gelmiş.- Oradan muazzam bir mevki vermişler. Sormuş.  Yani bu nasıl böyle? Bir insan-ı kâmilin layık olabileceği bir makam-ı mahsusa teali’[59] etmiş. Evet diyor bagiyye bir kadın. Fakat günlerden bir gün innem'reeten bağyyen reet … Gördü bir gün bir köpeği, Yutifu bi bi'rin bir kuyunun etrafında tavaf ediyor köpek, böööyle. Bir sahrayı beyabanda[60], sıcak bir günde, dönüyor. Dili dışarıya çıkmış, parça parça olmuş. Bakmış kadın, bakmış, hiçbir sükna[61] , bir yer, bir şey yok. Yalnız bir kuyu ama ne ev var ne kulübe var, ne bir kap var. Köpek onu görmüş, hemen ayaklarına yani iltica ediyor.  O gün yiyinmiş. Bugünkü tabiri kullanalım. En lüks yerden üç yüz liraya yaptırmış olan iskarpini rap çıkarmış. Beş yüz liraya diktirdiği elbisenin kumaşını da hesap et. Onun şeyini çıkarmış. Hani kirli çorabı değil. Vardır ya hani:  Adam yaz mevsimidir, çoraplı da olur çorapsız da olur, şu kirli çorabı… Çıkarmış içirmiş, çıkarmış içirmiş, çıkarmış içirmiş. İskarpinden hayır kalmamış. Zaten elbise de parçalanmış. Nihayet köpeğin susuzluğu gitmiş. Kudret, “Çekin bunun filmini” demiş. Sayılı nefes bitmiş, intikal etmiş, adamdan ifade alırlar. Öyle, usul öyle… Oranın memuru ifadesini alırken Kudret diyor ki; “Sormayın hesap, setr etsin. Benim aciz bir köpeğime bu kadar geniş bir merhametle tecelli  eden bu kulumdan elbette daha ben  merhametliyim. O merhamete karşı ben daha büyük merhametle ona tecelli etmeklikle kendi sıfat-ı subhaniyemde bir sıfat görüyorum. Böyle tecelli edeceğim. Onu setr ettim. Kendime aldım. Makam-ı mahsusu verdim. Görüyor musun merhameti?

Ama sen artık  başka türlü merhametler tedarik et. Hani bunu ben işittim. Ben de böyle yaparım aynen dersen, böyle olur musun? Olmazsın. İşitmeden evvel olaydı, bu hal olsa olur. Şimdi bunu ivazlı garazlı olur o, o olmaz. O hal gelir de hepimize, talimsiz bir vaziyette, o içten doğar, öyle bir hal gelir. Nerdeee? Biz daha evimize gelen misafirin derecelerini ayırıyoruz. Dimi? Sınıfına göre yeri vardır misafirin. Men ekreme li ginaihi fe kad zehebe sülusa dinüh. Bir  kimse bir kimseye rütbesinden dolayı, masasından dolayı, zenginliğinden dolayı, cicisinden bicisinden dolayı, konuşmasından edasından dolayı, ona hususi ikram edecek olursa, dininin üçte ikisi gitmiştir, diyor. Benimle hiçbir nispeti yoktur, diyor. Bi’se taamü yüd’al eğniya ve yütrekül fukara. Kudret ne kadar kötülemiştir: O cemiyet, o ziyafet, o davet ne kötü bir davettir ki, sınıf farkı yapar da zenginini getirir, fukarasını dışarıda bırakır. Biz ramazanda iftar veririz, sofralara ayrı ayrı koruz. Ben bunları görmüşümde söylüyorum. Hatta kapıda biri durur; siz şu odaya, siz şu odaya, der. Bir adam da çıkıp da o eve demiyor ki; “Sen o odanın içerisinde geber be.” Git geriye, gitmiyor. Sümkür sümkür o odaya gidiyor. Hepsi berbat. Siz şu odaya, şu odaya, der. Orada çatallar kaşıklar daha başka türlü, tabaklar başka türlü. Öbür taraftaki başka türlü. Beri tarafta da… Beşeriyetin Fahri Ebedisi telin[62] ediyor. Allah lanet etsin diyor.

Bunlar dikkat edilmiş olsaydı, cemiyet içerisinde çirkin çirkin nazariyeler çıkar mıydı? Fakir, zengine düşman olur muydu? Fakir, zengine düşman olabilmeklik içün ona yapılan propagandadan insanların ayağı kayar mıydı? Kaymazdı tabi, bakıyor ayağı kayıyor. Çünkü onu önlemiş Beşeriyetin Fahri Ebedisi. Zenginle fakiri ayırarak, zenginine başka türlü muamele, fakirine başka türlü muamele eden, benden değildir demiş. Bu bilinerekten amel edilmiş olsa idi olur muydu? Bugün ki konuşma bu kadar yeter.



[1] Vahşet-i musanna: İncelikli, sanatkarane vahşet.

[2] Hud’a; Hile, tuzak

[3] Münkasım (Kısım. dan): Bölünen, kısım kısım ayrılan, taksim edilen.

[4] Mel’abe: Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.

[5] Şübehat: Şüpheler, tereddütler.

[6] İktisab  : Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.

[7] Şecaat: Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir. (Şecaatli bir kimse hak için canını fedâ eder. Vazifesi olmayan işe karışmaz. İ.İ.)

[8] Seciye: Yaratılış, tabiat, tıynet, karakter

[9] SA’D BİN REBÎ’: Akabe’de Resullullah’a biat eden ilk Müslüman Medinelilerdendir. Uhud’da şehid olmuştur. 

[10] Me kir: Hile, oyun, düzen.

[11] Müstagrak: Garkolmuş, dalmış, batmış. Mânevi bir vaziyete dalmış. 

[12] Nevt: (C.: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.

[13] İ'zaz: Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.

[14] Mün'im: Nimet veren, yedirip içiren.

[15] Cemad: Cansız ve kurumuş olmak. Yağmur yağmayan yer. Donmuş, katı cisim.

[16] Yasin Suresi 65. Ayet-i Kerime الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ 

Meali: Bugün ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayaklar şahitlik eder.

[17] İhtira: Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek

[18] Cinsiyet: Bir kavim ve kabileye mensub olma. Bir cins ile alâkalı olma.

[19] Mücerred: Tek. Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına.

[20] Müşabehet: Benzeme, benzeyiş.

[21] Taarrüf: Karşılıklı anlaşma, tanışma. Bir şeyi herkesin bilmesi. Kendini hünerleriyle tanıttırma.

[22] Ukul: Akıllar

[23] Kulüp: Kalpler, gönüller.

[24] Teşabüh: Benzeşme. Birbirine benzeme.

[25]  Sabavet: Çocukluk ..

[26] Şebabiyet: Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık.

[27] Tarfet’ül-ayn: Göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa zaman.  Bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an.

[28] Nüsha-i kübra: Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem.

 En büyük kopya

[29] Rekz    (Rekz. den): Dikmek. Dikme, yere saplayıp sabit kılma.

[30] Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.

[31] Meknun: Örtülü, gizli. Saklı. Dizilmiş. Dizili. Manzum

[32] Letaif: Latif duygular

[33] Hasud: Çok hased eden.

[34] Gazub: 1) Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş. 2) Yılan

[35] Sedeme: Hüzün, keder, tasa.

[36] Rad: Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli.

[37] Afif: Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. Müstakim.

[38] Tahammülfersa: Dayanılmaz, katlanılmaz, çekilmez.

[39] Temessül: Benzeşmek. Cisimlenmek. Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek

[40] Cihar: Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma

[41] Ta'til: Çalışmağa ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak. Kesmek. Muattal bırakmak.

[42] Şifayab: Şifa bulma, iyileşme.

[43] Hanîs: Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen

[44] Ahkem: En sağlam. En kuvvetli. En çok hükmeden. En hakim ve akıllı.

[45] Adem: Yokluk, olmama, bulunmama.

[46] Medyun: Borçlu. Vereceği bulunan.

[47] Behemahal: Her durumda, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp, kesin olarak, kesin bir biçimde.

[48] Bakara Suresi 30. Ayet-i Kerime وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

Meali : Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.

[49] Şekavet: 1)Haydutluk, eşkıyalık 2) er çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.

[50] Televvün:  Renkten renge girme. Renk değiştirme.

[51] Müstaid: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.

[52] Dehalet: 1) Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş. 2) Dâhil olma, içine girme.

[53] Fezail: Fazilet

[54] Kabil: Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan.

[55] Mastar: Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba.

[56] Mıstar: 1-Cetvel 2- Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet.

[57] Muhasib: Muhasebeci. Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.

[58] Bagiyy: (C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. Zina edici, zâni.

[59] Teali: Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.

[60] Beyaban: Çöl. Sahra. (Farsça)

[61] Sükna: Oturacak yer. Mesken.

[62] Tel'in: Lânetlemek. Lânet etmek.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017