188 (08.03.1964) 88 dk. (282)
Mevzuu iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da, memba-ı mastarı kalp olduğunu her konuşmada tekrar etmekteyiz. Gerek aşk, akıl, kalp, bunlar mana-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle; mevzuun en mühim rüknünü, insan mefhumu teşkil etmektedir.
İnsan nedir? Hilkatindeki gaye
nedir?.. Zahirde kan, kemik, et torbasından ibaret; mahdud[1]
bir sıklete malik, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura girebilecek kadar
basit, fakat mana-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı muhit. Gelmede
gitmede ihtiyarı yok. Bununla beraber, Kudret; insanı Ruh-u menfuh ile tekrim
etti, keremna tacı giydirdi. Nihayet, “Niyabet-i[2] İlahiyemi
verdim” diye ilme çıkar, beyan eder. Yani insanın kıymetini, Allah
kadar bildiren hiçbir varlık yok. İnsanların hakikatini Kudret, çok azametli
bildiriyor. Ve bu bildirişiyle, şu üç günlük hayat-ı surîde, dünya denilen
iptila âleminde dün bugün için rüya olmuş, bugün de yarın için rüya olacak! Böyle
bir geçitte, ikbalinde Hud’a, idbarında
fecia gizlenilen, dirliği kısa, pek az...
Düşün kendi kendine kaç
yaşındasın?
Otuz, kırk, yirmi beş, yirmi,
elli... Ortaya bir şey koy! Bir şey yok, koyamazsın! Bunu on misli daha büyüt,
daha daha büyüt! Yine öyle! Akşam oluyor, sabah oluyor, gündüz geceye, gece
gündüze giriyor. Başka bir değişiklik olacak mı? Hayat böyle devam etsin. Yok,
yine bu! Mana ile bir şeyle irtibatın varsa her an değişmekte, fakat biz işin
cephe-i maddisi üzerinde yürüyoruz. Mana ile değişir, o ayrı...
Kısmeti bir saman çöpü bile
değilken, hırsımız dağdan daha büyük! Belki kısmetimiz bir saman çöpü kadar da
değildir, fakat hırsımız dağlardan çok büyüktür. Ama bilinmez, rızık diye
görünen çok şeyler insana tuzak olur. O yine ayrı bir iş. İşte böyle bir âlemde
bu geliş gidiş ne? Hülâsa bunun
üzerinde, insanın kıymeti ne?
Bu sahne-i şuhutta, dünya denilen
bu âlemde iki mühim harp vardır.
(Dağıttım mevzuyu, cevap veremedik,
söyledik söyledik, ama bakalım belki veririz.)
Ruhu cismine, nefsine galip gelen
harp; nefsi, cismi ruhuna galip gelen harp. Diğer harpler falan, onlar dırıltı.
Onlar, kalabalık, söz... Esas harp; iki
büyük cenk var, biri ruhu nefsine, cismine galip gelen harp, diğeri de nefsi, ruhuna
galip gelen harp. Fakat kimse bunun farkında değil! Beşeriyet biraz
tenekecilikte ilerledi, Hak ile ünsiyetini kesti, “yaratırım sevdası” geldi... Bu
sevda, zavallı hale getirdi. Bugün mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi
yaratılışındaki gayeyi kaybetmiş, geliş ve gidişteki anı unutmuş, hiç kimsede
huzur olmamak şartı ile yaşamaktadır. Hepsi öyle... En büyük kasaya malik,
burasında iş yok! En büyük caha, masaya sahip. Garip fakir! Belki o ondan biraz
daha müreffeh olabilir. Kaybetmiş! Zira şerre mağlup olmuş! Hâlbuki ahlak der ki; şerre mağlup olma! Hayırla,
şerri hayırla mağlup et, der. Galiba anlatamadım...
Ahlak insana, şerre mağlup olma, şerri hayırla
mağlup et! Bunu kaybetmiş bugünkü beşeriyet. Kaybettiğinden dolayı da, en yüksek
kafalar toplansın, muazzam muazzam iktisatçılar, diplomatlar, bütün terbiye
tezgâhları çalışsın. Evet, bütün terbiye tezgâhları faaliyete geçsin, çalışsın.
En muazzam kanunlar dökülsün yapılsın,
beşeriyete huzur var mı? Yok! Kaybetmiş onu! Neden? “Hak’tır” diye, batılı
takdis etmeye başlamış insanlar. Ne güzel söylemişler;
“Ender bulunur cihanda ender.
Hakk’ı görecek dideveri nic-i akter.
Ender bulunur cihanda ender.” Anlıyorsunuz tabi açık. Pek az bulunur bu âlemde.
Hakk’ı görecek dideveri necb-i
akter.
Âlemde nice şahs-ı galat bin
muhyi,
“Hak’tır” diyerek batılı takdis eyler.”
Hisse esir olunmuş. Beşer bugün esiri histir, his! Hisse esir olunmuş! His gözü ise mananın, imanın ebediyetin hasmıdır!
Onun için Allah (cc) der ki; [3]
وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ
Yalnız his gözü hakkında Kudret, “kördür” diyor. Beşerin bu gözü işlemiyor.
Anlatamıyoruz galiba, di mi? İşlemiyor! His; manaya, imana, Hak ve hakikate
düşmandır, düşman! “Düşman değildir(!)”
(O halde) Neden inliyor insaniyet! Niçin?
Hak benimsemiyor. İnsanlık istifa
ettiğinden dolayı, Kudret benimsemiyor. En ufak bir zerreyi Hak eğer benimserse,
bütün eflak[4] ona baş
eğer. Ademin çamuruna, melekûtun secde etmesi gibi. Ne vardı o çamurda? Allah
(cc) benimsemişti. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunlar gözle gözükmeyen
tecellilerdir. Kudret verir, onu insan kendisinin zanneder. Hepsi ariyettir,
hiç kimsenin kendisine ait bizatihi bir şeysi yoktur. Bakarsın ki bir kumandan,
iki yüz bin kişilik bir orduya arş der; rap rap yürür, aynı adam günün birinde
çöpçüye gel dese böyle bakar... Her şeyde ibret vardır kardeşim, o yine elli
atmış kiloluk aynı kan ve kemik torbasını taşıyan adamdır. O an ne oldu?
Anlatamıyor muyum bir şey?
Hepsi ariyettir. İyi ve kötü
kimin nesi varsa sahibinindir. “Benim” der, yaşar; ihtiyarlamasana seninse, ağaran
saçını geri gönder bakalım. Gönderemiyorsun! Gönder geriye imkânı varsa. “Faniyeti
cümleden ziyade, ak saçlarım eyliyor ifade.” Onun için, başkalarına
ağlayan gözünü… Gel bir anda kendi hesabına ağla. Dal ağlayan buluttan
yeşillenir. Mum ağlarsa ışığını daha çok fazla verir. Köpek nefsi diriltmeye
çalışmamalı! O ne vakitten beri bize düşmandır? Ezeli bir düşman! Ne vakitten beri bize düşmandır?
Akıl, âlem-i hilkatte geçer, âlem-i
kudrette tıkanır kalır. İnsan ise iki âleme rapt edilerek meydana gelmiştir.
Bir yüzü âlem-i hilkate bağlı, bir yüzü de âlem-i Kudrete rapt edilmiş. İnsan
tekâmül edince, hilkatteki kendisine bahşedilen âlem-i hilkatteki şeyler tatmin
etmez. Olmaz! Bak şimdi, tatmin etmediğine size misal vereyim: Çocuk mektebe
gidiyor, kendi kendine ‘Sınıfı geçsem’,
der. Bir heyecan, bir telaş, çalışmak… Geçer yahut geçmez. Neyse biz geçer diyelim.
Onun zevki birkaç gün devam eder. Şöyle…
Farkında değildir kendisi, onda o sene gaye, o sınıfı geçmekti. Lisan-ı haliyle
“Bu da değilmiş” der. Müntehi[5]
talebe olur. Örfün tabirini kullanalım, “Artık
hayata atılacağım” der. Hayat ne, o da uzun boylu tarife ihtiyaç var ya, hayat...
Hayatı, “heyecan” diye tarif ediyorlar. Hayret! Hayat tarifi örfte heyecanmış! Eski
konuşmalar da yapmıştım tarifini, şimdi tekrar yapmayayım. ’Hayat nedir?’ diye bir tarif yaptım, iki sene evvel mi üç sene
evvel mi? Hayat, heyecan olur mu hayat!? Neyse... Hayata atılır, bakarsın
şöyle, en yüksek ilim merkezinden kâğıdını alır, yine bir sevinci vardır, bir
şeysi vardır. O da şöyle birkaç günde… Aklına gelmez ağzıyla söylemez, amma
haliyle “Bu da değil.” Demek ki
âlem-i hilkatte ne verilse doyulmuyor, bir mana aranıyor. Anlatamıyor muyum?
Doymuyor adam... Yine düşer kendi kendine, bir kaç gün şöyle gözleri filan,
adım atış tarzı filan konuşuşu, öteki tebrik ederken filan filan ama o biter…
Evleneyim der; evlenir, eylenir her
neyse? ‘Şu kadar servete malik olsam’
der; belki hayalinden fazlası gelir, ondan sonra yine... Muhafaza-yı mevcudiyet
edebilmesi içün ebediyetle beraber yaşaması şarttır. Gönlünde onun zevkini
tatması esastır. Sonra ahlaksız bir insan hiçbir vakit muhafaza-yı mevcudiyet
edemez. Ahlak ise, iman ile payidardır. Ebediyete muhakkak surette şeksiz
şüphesiz, “ben takvimi insaniyemden
yaprağımı kopardığım müddetçe, aslıma kavuşuyorum” demektir. Allah (cc)’ye
kavuşmak aşkıyla ölüm, ne tatlı bir şeydir. Elbette yok olmak şekliyle ölüm çok
fena bir şeydir. Kolay bir şey mi o? Sen onun üzerinde şöyle bir dur bakalım!
Kendine şöyle bir muhit yapmışsın, bir şekil vermişsin, yavrun var, haremin
var, dostun var, bir muhitin var, bunun arasında bir ahenk yerine getirmişsin.
Bu beş sene sonra, on sene sonra, sene dediğin nedir? Bunun senesi yok ya...
Beşer kendi kendine bir ömür hayalini kurar. Kudret kurduruyor onu. Ama
bakarsın ki ben bunu söylerken tıp der giderim. Sende dinlerken tıp der
gidiverirsin... Onun saati filan yok! Fakat herkesin içinde şöyle bir hayal-i
kayıt var. Farz edelim sen o kaydı ortaya çıkar, biraz da büyüt de koy, netice;
alınıp, içerisi hasret dumanıyla dolu bir çukura, dışarısı da ibretli bir
arsaya insanı bırakıp, inmek var, çıkmak için merdiven yok! Kolay bir şey midir
o? Onun üzerinde insan acaba tam kendisinden soyunarak, bir saat duracak
olursa, bütün dünyanın işi durur. Fakat
Kudret onu öyle idare ediyor ki, “saltanatım
devam edecek, sen bana çalışacaksın” diyor. Sen zanneder misin ki kendimize
çalışıyoruz biz? Yook, hiç kimse kendisine çalışmaz. “Bana
çalışacaksınız. Bu saltanatı devam ettireceğim seninle” der. İnanan da
inanmayan da, münkiri de musaddıkkı da ona çalışır. Hepimiz ona çalışırız.
Elimize bir müfredat programı
vermiştir, git bu işi gör bitti mi, yallah çukura... İstikamet karşı ki çukur,
marş marş… Semaya deler gibi bakan da oraya gider mi? üüüü... Yeri ezen gibi de
gider. Göğsü böyle kibr-i nutfetle kabarmış olan o göğüs toprağın içerisinde
böyle yamyassı kalır. O çukurda bu göze toprak dolar, karanlığı aydınlatacak
gözün var mı? Kendi kendine sordun mu bugün? Bunlar üzerinde insan biraz
işleyecek olursa, şöyle düşün bir defa sen... Ben bu aydınlık gibi gördüğüm
şekillerden nihayet beni acayip bir yere tıkacaklar ha! Tıkacaklar ya! Bu el
ayak gidince, hayatın, hakikatin, tam canının uçması için kolun kanadın var mı?
Tedarik ettin mi? Bilir misin?..
İşte ahlak; bunları tedarik
ettiren müessesenin adıdır. Bunda değil
iş, bedenin sevinmesi ruhun perteviyledir[6].
Neden seviyoruz biz bunu? Ruhun ışığı var da onun için seviyoruz. Işığını
çektiği dakikadan itibaren iğrenirsin. Bedenin sevilmesi ruhun perteviyledir;
ruhun ışığının, şuanın[7]
oraya tecelli etmesiyledir. Çeker çekmez şey eder, aman dersin. Suyun
kaynaması, ateşin perteviyle olduğu gibi, ruhun, bedenin de sevilmesi, ruhun
perteviyledir. Fakat beşeriyet manevi kuvve-i zaikasını kaybetmiştir. Kuvve-i
zaikası fâsid olduğundan, istidadı bozulmuş, zaika-ı istidat bozulmuş, katiyen Hak
ve hakikatten hoşlanmıyor. Hiçbir yerde mana ile irtibat yok...
Anasına bakmaz, çocuğuna bakmaz,
inleyene acımaz, inletmeden zevk alır. Nasıl tahlil edersin? Neresinden
tutabilirsin? Çocuğu kilitler, gider sinemaya... Sonra okursun ki sobayı
devirmiş, yanmış... Şunu bırakmış yıkılmış... Evladının melekûti kokusunu burnu
duymuyor! Sen yavru kokusu bilir misin? O bozulmuş! Bu burun değil, başka bir burun daha var o burun bozulmuş.
Ahlak olmadı mı, insan muhafaza-i
mevcudiyet edemez. Neden? Ebediyeti yok! Ebediyeti kabul etmedikten sonra
insanın… Niçün bir adam madâmı ki hayatında ebedi bir hayata kail olmamış; bir
aslını, mebdeini, maadını, mevlidini bulmak aşkına sahip olmamış, öyle bir
kimseye fırsat düştüğü vakitte ihtirasat-ı nefsaniyesini tatmin içün, icabında
milyarlarla dolu bir camiayı ufak bir keyfi içün yakar, yakar! Hiç dinlemez. Allah
(cc) korkusuna, ebediyet imanına, bağlanmayan varlıklarda gayretler talaş
alevine benzer, gözükür söner. Hiç bir şey çıkmaz! Gidinceye kadar bulamazsın
bir şey, bundan ibarettir. Hiçbir kuvvet ve metanete haiz olamazsın. İnfialat[8]
ve temâyûlât-ı [9]nefsaniyye
ile her gün renkten renge girer, şaşırır kalırsın...
İşte tarihin efendisi olan deden,
hani senin bir deden var ya... Büyük adam deden... Dünya üzerinde en zengin
tarihe malik olan, sensin! Ama biliyor musun tarihini? Bilmiyorsun! En zengin...
Safi aşk ile dolu. Rikkatle, safvetle… Ferâseti var, insanın kim olduğunu,
bakınca anlıyor. Öyleymiş deden. Beşeriyetin Fahri Ebedisi der ki; “ İtteku
feraset el mü’min, fe innehu yenziru bi nurullahi azze ve ve celle”[10] Hakiki insan-ı kâmilin, kalbi iman aşkıyla dolu insanın, ferâsetinden
kaçın. Allah (cc) onların kalbine öz eliyle bir projektör takmıştır, sıkınca
görür, anlar, bilirler. Onların aldanmaları da, bile bile olur. Aldatmaz, çünkü
fazilet aldatmaya manidir. Aldanmaz, çünkü akl-ı selim aldanmayı kaldırır.
Anlatabiliyor muyum? Buna sahip ikisini de görüyor. Bilirler ve böyle...
Bağ’ban[11]
hangi ağacın tatlı yemişi var, hangi ağacın acı yemişi var bilir. Onun ehli
olmayan… O, çeşm-i akıbetle
bakan, görür onu; şu ağaç acıdır, ekşidir, bu tatlıdır. Fakat mürebbi-i kâmil,
yani tam terbiyeci, nur-u ferâsetle, bir kimsenin akıbetini deden görürdü.
Nasıl bağ’ban, bahçenin sahibi, meyva vermeden ağaçlar çiçek halindeyken, bunun
ki ekşi, bunun ki tatlı diyemezsin. Ama o sahanın mütehassısı isen ona bir şey
demem, o ayrı... Dedende işte insanlık âleminin
mütehassısıydı. Aşktan doğan ahlaka salik, evvela canan, sonra can diye, yaşıyor.
Zor ama tatlı. Evvela canan, sonra can
diye, yaşıyor. İnsanları birbirinin azası olaraktan, uzvu olaraktan kabul
etmiş. Elin ağrırsa vücudunun her tarafı ağrır. Gözün ağrıyor yalnız gözün
ağrımaz, her tarafında sızı vardır. Kulağın ağrıyor, bütün vücutta ağrı vardır.
O insanlığı küll’ halinde görüyor ve bu şekilde muamele ediyor, öyle netice
alıyor. Zulmü gördüğü yere adli koyuyor, cehli gördüğü yere ilmi koyuyor, inkârı
gördüğü yere imanı koyuyor. Sema tavan, arz taban, ara yerdeki insan, ihvan
diyor. Yani gök sema tavan, arzda taban... Ya
hilkatte beraber yahut hakikatte biraderiz, diyor. Ya manada kardeşin,
eşin, ya hilkatte eşin, ya manada kardeşin, diyor. Böyle yaşamış. Ne demektir o?
Ya hilkatte beraber ya hakikatte birader? Bir gün aklımıza gelir mi, dedemizin
düşündüğü kaide üzerinde durabilir miyiz? O kardeş, nesebi Allah’a (cc) giden
kardeş. Aynı karında yattığın kardeşin kıymeti yok! O cismani et parçası kardeşin.
Ruhta vicdanda birleşebildin mi? O kardeş. Onu kastediyor. Yusuf’un (as) da on
bir kardeşi vardı ama haset gözüyle gördüler, nihayet kuyuya attılar. O kardeş
değil o!
"
فَاِذَا
نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُم [12] Ben toplan kumandasını verdiğim
vakitte bütün nesepler mülga olur. Herkesin amcası, dayısı, güvendiği, bana ait
olan nesepler orta yerde kalır.” O kardeş! Anlatamıyoruz galiba... Yoksa o
kandaki, bilmem etteki o kardeş, ne kıymeti var onun. O kardeş!
Kimseyi kırmıyor, gönülle oynamıyor; sahib-i hayâ, hayânın
insana yapmış olduğu büyüklüğü hiçbir şey yapamaz. Hayâ! Onun içün, İmam-ı Ali
buyurmuştur ki; “ El hayâ- u katretün iza kutire kutile. Hayâ bir damladır, düştü
mü ölür.” Deden, o hayânın sahibi. Bütün intizam-ı âlem hayâ ile daimdir.
Hayâ, imanın en büyük rüknüdür, der. Ve insan evvela kendinden hayâ etmesini
şart kılar. Kendinden hayâ etmiyorsa, onun hayâsı hayâ değildir der, “riyadır”der.
Kendisinden utanmayan hiç kimseden utanmaz. Evvela kendinden utanacakmış.
Kendinden utanmadı değil mi, o daha şeydir der. Riya diyor riya!.. O bir
hususi, Kudret’in bahşi. Dedemize çok vermiş ondan. Hayâ aşk ile beraber gider.
Hayâsı galip olanda aşk kuvvetli olur. Onun içün diyorlar ki; “İskender râ
nemi-bahşend âbi bé zûr-u zer müyesseer nîst in kâr. İskender şöhret afak-ı
cihan bir hükümdar idi, her şeye sahip idi fakat bir içim su vermediler.” Bu iş
kuvvetle altınla alınmıyor. O tutabildiğimiz bu su değil. Ab-ı hayat. Aşk mey'i.
O ayrıdır. Aşk-ı ilahi ve marifet-i subhani, kuvvet, saltanat, altınla
verilmiyor. İhlas ile hayâ ile varlıktan soyunmaklık ile veriliyor.
Anlatabiliyor muyum acaba? Zor bir iş!
Ne güzel söylemiş. Tabi...
Ey, şarab-ı aşkı ilahi ile mest olan aşık! Sakın esir-i
nefis olup; perdeyi gafletle mahkûm olan zavallıya, gönlünü Hak ve hakikatten
uzaklaştırmış, yok varlığına aldanmış, yalnız mevcudat dünyadan ibaret
zannetmiş, buna esir olana, esrar-ı aşkı katiyen söyleme. Zira canında aşkı
olmayan bir nakış, duvardan ibarettir, duvardan. Anlatamıyorum galiba, gözler
canlı bakmıyor ya. Duvar nakşından can haberini sorma.
(Hafızamdan kaçtı, güzel bir şey size okuyacaktım da onun
için düşünüyorum. Gelmiyor bir türlü de... Neyse gelirse söyleriz. Netice
itibariyle bugün biraz konuşmayı zevke doğru sürükledik. Biraz zevk üzerinde
devam ediyor.)
Hakikate talip olalım. Ahlak ilk dersi böyle verir; taklitten
kurtulun, der. Taklit hangi cemiyete girerse, o cemiyette tetebbu[13]
ve tefekkürü kaldırır der. Bir cemiyette tetebbu ve tefekkür kalkarsa muhakkak
yıkılır der. Acaba anlatamadık mı? Taklit iyi bir şey değildir, der. Taklitten
kurtulun, der ahlak. Taklit hangi cemiyete girerse, yorulmuyor çünkü tetebbu
etmiyor ve düşünmüyor, taklit ediyor iyi veya kötü. Nefiste kendisine galip
gelmişse harpte, anlattık ya, iki mühim harp var diyerekten. Hep kötülükleri
alır, çabucağından yıkılıverir. Taklit ile olan kar-ı amelden bab-ı manevi
açılmaz. Kestirme budur. Hem maddisi de öyledir, manevisi de öyledir. Babadan
kalma bir imana sahipsin, hayır göremezsin. İçine dal onun aşkını tat.
Mirasyedi şeklinde olur mu? Dünyevi meslek bile öyledir. Baban beynel-minel bir
mimar olsun. Sende onunla övün, ondan sonra bende mimarım de. Yok azizim, kürek
bile vermezler eline! En büyük doktor olsun, beyaz gömleği giy, babam doktordu
bende... Yok, mirasyedi şeklinde olmaz der. Taklit ile olan kar-ı amelden bab-ı
manevi, maneviyat kapısı açılmaz. Dar-ı gururda yuvarlanır gidersin. Bu âleme
dar-ı gurur derler değil mi? Bir defa niye derler hiç farkına vardın mı?
Efendim, dünya dar-ı gururdur. Buradan göçüp giderken derd-i
gamdan bir şey eksiltmez senden. Kendide böyle ayrılır, onun içün dar-ı gurur
denmiştir. Buradan giderken, gamından derdinden senin hiçbir şey eksiltmez.
Hepsini yükler beraber, göçer gidersin. Onun içün taklitten, -taklit- taklit
yıkar, yıkar! Hem gurur-u insaniyen olsun. Kendinden bul, var bizde hazine çok
geniş, çalışmayız! Birde ne bileyim, misal vereyim anla, ne tuhafız biz...
Evvela kabahatimiz odur. Biri bir şey alır, ilerletir, yürütür, yürütür, şuraya
getirir. Çünkü hadisat-ı namütenahiye götürebilmek hiçbir insanın ömrünün
dâhiline Kudret sokmamış. Yok öyle bir şey! Buraya kadar. Biri gelir, onu
tenkit eder, beğenmez. Akl-ı selimiyle değil, buğzuyla, adâvetiyle, hasediyle,
bu olmamış der. Bunu yıkar yine buradan başlar. Bu da gelir buraya kadar. O
gider, ömrü vefa eder etmez, yine birisi gelir, yine buradan başlar. Boyuna
dön, yol kat ediyorum diyerekten... Gözünden bezi atsınlar, aynı yerde
dönüyorsun. Olmaz o! Feragat lazımdır! O da ne ile oluyor? Muhabbetle oluyor.
Muhabbet ne ile oluyor? İmanla oluyor.
“Sen yoksun o
benlikler vehm ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır”
Var mıyız biz ya hu? Nerede deden?
Kâinat bütün ibretle dolu. On sene sonra, yirmi sene sonra
neredesin? Ne geldiğin belli, ne gittiğin belli! Geçti gitti bir şey yok orta
yerde.
“Tedbirini terk eyle,
takdir Huda’nındır.
Sen yoksun o
benlikler vehm -ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı, bu tuhfe[14]
bulanındır.”
Eğer bulmuşsan varsın, bulamamışsan yoksun, yok! Kâinatta bekâ yalnız aşkta vardır, ondan maadası hepsi fanidir. Tabi anlıyorsunuz bu aşk, romanda okunan aşk değil. Bunu size çok okudum, fakat bu manayı vermemiştim. Daha ne kadar mana var?
“Tedbirini terk eyle, takdir
Huda’nındır. Sen yoksun o benlikler vehm-ü gümânındır.” Tedbirini terk eyle
dediği vakitte, bir iş yapma tedbir etme manasına değil. Aşağı -ki cümle onu
bağlıyor- “Sen yoksun o benlikler vehm-ü
gümânındır”diyor. Sen, “ben varım, yaratırım sevdası” ile orta yere bir şey
koyma demek istiyor. Anlatabildim mi acaba? Yoksa her şeyi at, yak manasına
değil...
Sen yoksun o
benlikler vehm -ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı,
bu tuhfe bulanındır.
Devran olalı devran
erbab-ı safânındır.
Aşıkta keder neyler,
gam halk-ı cihanındır.
Koyma kadehi elden,
söz pir-i mugânındır.”
Kadeh... Hayatta gönül tutarak yaşa. Var mı elinde bir kırık kalp kadehi? Sahip olabildin mi? Onu diyor. O kadehin sakisi Allah’dır (cc). Onunla doldurur, doldurur verir.
“Mahzun idi bir gün
dil meyhane-i ma'nâda.
İnkara döşenmiştim
efkar düşüp yâda
Bir pir gelip nagâh
pend etti ale'l-ade
Al destine bir bade
derd-ü gamı ver bâda
Koyma kadehi elden
söz pir-i mugânındır.”
Öyle... İnsan bu âlemde, Kudret’in saltanatını aklıyla ölçemez! Tıkanır akıl! Hakk’ı, tamamıyla kendisini verir, bulur, fakat onun saltanatı, zihin durur. Niçün akıl işe yaramaz. Akıl mahlûktur, mahlûk Halık’ın işini yapabilir mi? Bilir mi? Bilirse o vakit Allah (cc) olmaz ya. Bazı insanlar var, kendi kendine derler ki; “öyle olsaydı, şöyle olsaydı, bu böyle olacaktı, şöyle olacaktı.” Senin bu böyle olacak şöyle olacak şeyini nereden çıkarıyorsun sen? Aklından değil mi... Haa, bu aklın senin mahlûktur. Mahlûk, Halık’ı bilmez. İhata edemez. Bilmezden maksadım böyle… Tamamıyla künh’ hakikatine… Çünkü mahlûk, gayrı mahlûku, olabilir mi bu? İlmen de muhal, fikren de muhal, her cihetten muhal!
“Tahkîk yolunda akl n’etsün
A’mâ vü garîb kande getsün” [i]diyor.
Akıl umur-ı adiyede. Avam için.
Aşkta öyledir...
Akıl ne kadar kâmil olsa aşkın zevkini katiyen bilemez. Akıl boşanmadan
aşk alınmaz. Akıl ne kadar kâmil olursa olsun, aşkın zevkini bilemez. Çünkü
akılda vücut varlığı vardır. Aşkta vücut yoktur. Varlık vücudu, vücut varlığı
ile olmayan bir şeyi nasıl bulacaksın sen. Aşkın vücudu Hakk! Anlatamadık mı
acaba? Zira akıl ile bilinen şey, kaide-i külliye, mahlûk olur. Aradığın şey
Halık ise, akılla bilemezsin! Akılla bilinen şey, muhakkak mahlûk olması
şarttır. Oraya, onun sahası o. Ona verilmiş.
Fakat işte o içecek bir şey, aklını nura inkılap ettirecek…
“Mahzun idi bir gün dil meyhane-i ma'nâda
İnkara döşenmişti efkâra düşüp yâda
Bir pir gelip nagâh pend etti ale'l-ade
Al destine bir bâde derd ü gamı ver bâda
Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır.
Koyma kadehi elden söz pir-i mugânındır.”
Kudret’in saltanatını, gayri ihtiyâri beşer, hepimiz şey ederiz, şaşarız. Bakarsın ki mücessem-i[15] edeb-i vefa, mahz-ı fazilet, zahirde inim inim inler. Öbür tarafta şakidir, bütün rezaletle doludur, nan[16] içinde müstağrak[17]. Durdu akıl, akılla halledemezsin. Tıkandı! Bu hüzünle meşgul iken, böyle zavallı akılla halletmeklik gamında yüzerken, “bir pir gelip nagâh pend etti ale'l-ade…” Bırak şimdi onları, sen onunla mı bunu halledeceksin? Al bakayım sana bir bade vereyim ben. İç şimdi şu şarab-ı ilahiyi, gözün değişsin, bak neden böyle olmuş.
Anladın mı? Hahh...
O halde âşıkta keder neyler? Çık bakalım makam-ı aşka kederi at! Anlatamadık
galiba...
“Ey dil sen o dildare layık mı değilsin ya
Da'va-yı muhabbette sadık mı değilsin ya
Bu gam ne gezer sende aşık mı değilsin ya
Özrü ne ola Azranın Vâmık mı değilsin ya
Aşıkta keder neyler, gam halk-ı cihanındır.
Koyma kadehi elden söz pir-i mugânındır.”
(Zevk edinelim diye söyledim, yoruldunuz mu? Keseyim mi?)
Olamasak da özenmek… Tabi bunlar devre devre insanlar imtihanını
verdikçe, şeye benzer… Dünyadaki tahsile benzer. Bitirirsin ilki, ortayı verir,
yine verirsin, bilmem şunu verirler, yine verirsin. Sonra ihtisas yaparsın.
Bitti mi zannedersin? Yoook! Hiç bitmez o. Metruk[18]
derler, terk ederse. Hani bir adam ben ihtisasımı yaptım. İşte artık or. profesör
de oldum. Ben, ya yook, oldukça cahil oldum. İlim kapısı öyledir. Her gün
şaşırırsın. Ne kadar? Durmaz o. Durdu. Efendim onu yutmuş. Ne yutmuş, ne
yutacak?
Hap mı bu? Metruk! Ki eski bildiğini de unutur. Makbul değil! Şeye gelince, aşka gelince, o daha bambaşka bir şey. Böyle daima burada…
Onu her an sil temizle der. Gönül temizlenecek. “Fikr eyle ki, şeyh cuşe-i külhana gelir mi?” Kalp, gönül kirli bir halde, külhan gibi. Çünkü Allah (cc) diyor ki; “Ben aşığımın kalbine nıfs-ül leylde[19] muhakkak gelirim.” Tenezzül ediyor. “Muhakkak gelirim. Bir kalp ki benimle yansın, beni çağırsın da ben ona gitmeyeyim, hiç olur mu” diyor O. Ama belki deriz ki, beni de çağırır. Yook! Bizimkinde ivaz var, garaz var, şu şöyle olsun, bu böyle olsun var. Mesela Rabiya-ı Adeviye, söylemişler; “Hiç ivazın garazın yok mudur?” “Hayır”. “Farz edelim seni âlem-i nara tahr[20] etse, yine bu aşkın devam eder mi?” “Onsuz bir yer yok ki bu aşkım olmasın” diyor. Acayip, ne anneler yetişmiş. Onsuz bir yer yok ki!
“Ser menzili dilber mi olur olmasa dil pak.
Pes cihan kaydı ile olsa gönül
mükedder,
Bi faidedir eldeki tesbih-i
mücevher.”
Fakr-ı tam istiyorlar hülasa. Fakr-ı tam deyince dilencilik manasına değil. “Fe izâ Temm-el Fakr ü fe hüve-Allah.” Hadi biraz daha zevke doğru gidelim bakalım. Bu sizin mi, bizim mi bunlar? Haa... Benim ya. Biraz evveli söylediğim gibi. Benim demen, senin aslına bir perde olmuştur. Sen kendine bir varlık vererekten, velev ki o varlık ki kibr-i nutfetle olmasında tevazuyla dahi olsa. Mesela şöyle bir misal vereyim de, daha güzel anlaşılsın. Hasenat-ul ebrar, seyyiât-ul mukarrebin. Ahlakta, (onun içün bu misalleri veriyorum.) Ahlâkta son ders, kendi namına bir şeyin kalmamaktır. Hülasa bu. Ahlakta en son ders, vücut şaibesinden çıkmak… Çıkınca ne olur? Ne zulüm olur, ne rezalet olur, ne cinayet olur ne şu olur, ne bu olur, olmaz! Tabi bu derecelere göre en son budur. Kestirmesi... Hasenat-ul ebrar, seyyiât-ul mukarrebin. İnsanları Kudret sınıf sınıf ayırmış; esrara vakıf olanlar, esmaya vakıf olanlar, bunun haricinde kalanlar…
Esrara vakıf olanlar, Hazreti
İnsan. Esmaya vakıf olanlar, Hazreti Âdem. Bunun haricinde kalanlar, hayvan-ı
natık. Onun daha harici var, daha harici var, bunların şubeleri çok. Şimdi,
لَيْسَ الْبِرَّ
اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ
اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ Büyük Kitapta böyle bir ferman var. Allah diyor ki; “Siz
yüzünüzü mağribe, meşrike döndürüp, hayırlı bir insan oldum, ebrardan oldum, sanmayın.”
Yani, o tarafa namaz kılmış, bu tarafa namaz kılmış kıbleteyne secde edenler
var. Kıbleteyne secde demek, iki kıbleye... Nasıl o? Fahri Âlem (sav) ilk davayı tevhidi
ilan ettiği vakit namaz, Mescid-i Aksaya doğru kılınırmış. Mübarek
gönüllerinden geçmiş, ma’kad[21]
el isim olan Beytullah’a doğru olsa. Namaz kılarken Cibril gelmiş. Her tarafı
kıbleye bakıyor, istediği tarafa dönsün. Buradayken namazın içindeyken bu
tarafa dönmüşler. İlk rekâtta onunla beraber kılanlar bu tarafa secde etmiş,
dönünce bu tarafa secde etmişler. Onlara bir kıymet veriyorlar, kıbleteyne
secde etmiş. O zamanda gönlünü vermiş. Anlatamıyor muyum? Böyle olduğu halde,
böyle olduğu halde, siz diyor, böyle böyle olmakla ebrardan, ehl-i birr’den
kendinizi addetmeyin. Yaa... Evvela bana inanmalısınız! Sayıyor işte... Şimdi
uzatmayalım, uzun sürer onu anlatması. Yalnız şurasını şey edeyim. Eee inanmasa
o taatı yapar mı? Öyle değil işte. İçine gir o taaatın diyor. Biraz evveli
dedim ya size, içine gir. Öyle bir iman istiyor Allah (cc).
Şimdi farz edelim ki ebrardan yani Allah’ın (cc) o tarif
ettiği kimselerden olur. Olduktan sonra onun üstünde bir sınıf daha var. Ona
mukarrabin diyor Allah (cc); “Benimle
kurbiyeti var.” Şimdi bu ebrarın yapmış olduğu hasenat iyilikleri
mukarrebin yaparsa seyyiattır onlar için diyor. Dolaştırdım zihinleri, nereden
girdim ben buraya? Çok zor, iyi anlatamazsam mesul olurum ben, kendim mesul
olurum. Kendim mesul olurum. Şöyle misal vereyim. Böyle bir sınıf var. Huda’nın
methetmiş olduğu, kendi kitabında ebrar tesmiye etmiş olduğu, mahz-ı hayır ile
meşgul olan insanlar, âlem-i insaniyet elinden dilinden memnun, Kudret kendi
ef’alini kabul etmiş, Hak ondan razı, o Hak’tan razı, öyle bir sınıf. Birde
böyle bir sınıf var. Bu da bu ebrar ismini almış, bu mukarrebin ismini almış.
Mukerrebin. Kurbiyyet-i Hak var. Şimdi bu bir iyilik yapıyor, hasenat… Bunun
defterine hasenat diye yazılır. Bu ebrarın yapmış olduğu hasenatı, bu
mukarrebin yaparsa seyyiat diye yazılır. Nasıl şey ya? Haa, neden biliyor
musun? Bu ebrarda henüz kendisi var. Vücut mevcut, kendi vücudu mevcut,
anlatabildim mi acaba? Bu kendi vücudunu görerek ve vücudunun aczini takdir
ederek, acziyle beraber Hakk’a ikrar ederek, kâinatta ef’alini meydana koymak,
iyi şeyleri. Bu mukarreb, mukarrebinden olduktan sonra vücut şaibesinden eser
kalmamış, vücut yok. Bu vücut ne oldu o halde? Hak’ta yok oldu. Eğer bu Hak da
ki vücuduna, yine beşeriyete tenezzül ederekten bir vücut verirse, bu
mukarrebinden olduğu halde yapmış olduğu ef’al, madâmı ki kendisine vücut
verdi, vücut verdi mi, seyyiat oldu.
(Anlatamadık galiba? Dilim, biraz da sıhhatim müsait değil
işte, yoruldum. Bunu niye misal getirmiştim? Kim hatırlatabilir? Epeyi daldık,
hatırlatamazsınız, ben söyleyeyim; Fe izâ Temm-el Fakr ü fe hüv’Allah dedim.
Daha derin bir yerlere gidiyoruz dedim. Burada kaldık di mi? Onun üzerine dedik
ki bu senin mi dedik. Benim. Hayır! Bunu iyi tetkik edersek, günlerce konuştuk
bunun üzerinde.)
Anlaşılıyor ki bu bizde ariyet bir nimet. Biz de, biz de… Bizde
ariyet bir nimetiz. Sen orta yerden çıkarsan bunun bir sahibi var mı? Var tabi
dimi? Var. Var ki ben olmuşum. Malını orta yere bırakır mı? Bırakmaz! Sen bir
malını orta yerde bırakır mısın? Kıymet verdiğin, senin ismini taşıyan, senin
etiketini taşıyan bir şeyi, orta yerde bırakmak, sende hak sahibi olursun. İşte
insanların bir sınıfı var ki ahlaken tekâmül ediyor, ediyor, ediyor, ediyor,
bir vücuda inhisar ediyor. Vücut şaibesinden geçiyor.
(Bir misal daha vereyim, zevkim arttı. Nasıl dayanabilecek
misiniz? Saat üç. Bu saat durmuş. Durmuş galiba... Hep bakıyorum orada. Yirmi
mi var? Hep bakıyorum, hep orada. Neyse...)
Büyük kitapta bir ferman vardır; لِيَغْفِرَ لَكَ
اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّر[22] َ Bunu
çok iyi dinleyin, böyle kitabı açarsan bulamazsın. Bulamazsın, çok zevklidir.
Eğer, biraz meşgul isen bu işlerle çok zevk alırsın, çok zevklidir. Bunun açık
manası şu: “Ey Peygamber-i Hak, Allah
(cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret ediyor.” İlim ve mana
noktayı nazarında üzerinde durmak lazım. Bir de okur böyle, tercüme alır geçer
gider. Çok üzerinde durmak lazım onun... Neden? Beşeriyetin Fahri Ebedisinin
hususiyeti var. Bir defa istifa kanununa tabi. Allah’ın (cc)’nün (Bırak dursun
bırak) Allah’ın (cc) istifa kanununa tabi. Sonra masum... Sıfatından bir tanesi
ismet. Ne demek o? Kudret diyor ki Huda; “Herhangi bir suç yapmaklık
fiilini yaratmadım onun için.” Allah’ın (cc) ağası mısın? Ee böyle olduğu
halde, gelmiş ve gelecek günahlarını, -bir defa ismet şartı var- nasıl ki sonra
gelmiş ve gelecek günahların tabiri var. Şimdi bu söylediğim yeri, bu misal çok
iyi bir şekilde anlatacak kanaatindeyim. Makam-ı hakikatte, ahlakın en yüksek
sınıfında, en büyük suç, varlık suçudur. Vücudüke zenbun la yukasu aleyhi
zenbun ahar. Senin kendine vücut vermekliğin öyle bir suçtur ki, vahid-i
kıyasisi[23]
yoktur.
Şimdi bunu belledik di mi? Allah (cc), Resul-ü Ekremini beyan ederken, urafâya[24] burasını takdim ediyor. لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّر َ “Habibim Muhammedim, sen ne ezelde, ne ebedde; ne bidayette, ne nihayette, kendine vücut vermedin. Benlik denilen o vücut, vermeyince -mağfiret örtü demektir- Senin o varlık vücudunu ben örttüm, sen lazım idin âlem-i şuhutta.” Anlatabiliyor muyum acaba?.. “Vazife-i nübüvvetim vardı. Ben örttüm senin varlık vücudunu yani zatiyetini.” Onun içün Fahri Âlem buyurmuştur ki; “Ene eftahiru bi fakri.” “Ben fakrım ile iftihar ederim.” Bunun manasını, yalnız lugatını bilmekle olmaz, burayı bilmeyenler, zavallı bunu bizim bildiğimiz yoksulluk manasına almışlar. Hayır haşa, o manaya değil! Ben kendime hiçbir vücut vermemeklik fakrı ile “Fe izâ Temm-el Fakr ü fe hüve-Allah. Sende her şey biterse fakirlik bitmez. Her biterse ne oluyor? Orada Hak tahakkuk ediyor. Bırakmıyor O, kendisi O. Mesela İhden im mid dua inder rikka.
Rikkat zamanındaki
ağlamaklığını ganimet bil, iste diyor. Neden acaba rikkat zamanında? Rikkat
zamanında benliğin yoktur. O burnunun sızlayıp da kendinden geçip ağladığın
vakitte, ne kibrin vardır, ne hasedin vardır, ne... Ama o bir andır, rııp, uğrar geçer. Anlatamadım mı acaba? O
kendin olmadığından dolayı kapıyı çalarsa cevap alırsın, diyor. O, öyle bir
burnu sızlar adamın. Ya. işte ona işaret ediyor arif,
"Fakrı dilâ fahr bil
Fahrı derin fakr bil
İnne ma‘a'l-‘usr bil
Belli oluyor dimi sözün sahibinde, acayip. Bir
fermanı tefsir ediyor.
[25] اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ Sıkıldın
bunaldın
di mi? İnliyorsun. Huda öyle diyor. Ben bir sıkıntıya, bir zorluğa, iki
kolaylık veririm.
اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ
(Şimdi o kaideye biner, ilme biner ben şimdi onu, ben anlatayım da geçeyim. Tahlil yapmayalım.)
“Fakrı dilâ fahr bil
Fahrı derin
fakr bil
İnne
ma‘a'l-‘usr bil
Çekme
elem yüsr bil
Kendini
bâ-kesr bil
Nefsini bî-kadr bil
Tâatını
vizr bil”
Yapmış olduğun taati, taat diye kabul etmede suç diye kabul et ki, netice alasın. Çünkü taat dedin mi o kadar ince bir iştir ki, bu ahlak mevzuları. Mesela der ki; “Niyetü'l mümini hayrun min amelihi. Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” Biri kocaman bir şey yaptırmış, biri niyet etmiş. Yaptıranınkinden öbürkünün niyeti hayırlı diyor. Yahut nasıl ki insan, halledemez birden ama içine girerse halleder. Nasıl? Mesela; Hiçbir şeyin yok, kendi kendine dersin ki, “Ya Rabbi ver bana şu kadar bir servet, hiç kimsenin yüzüne bakmadığı, her yerden kovduğu elli adamı, hayatlarının nihayetine kadar orada barındırtayım” Hiçbir şeyin yokken bunu isterken, boynun büküktür, eğer rikkate sahipsen, bu gayet samimi bir eda ise… Niyazın çok zevklidir ve aşklıdır. Bu bir niyet, niyet ediyorsun. Birde böyle bir şey yapar; yaptıktan sonra, onun yatakları matakları konur filan, elini cebine kor “Orayı temizlesene... Onu yaptın mı?” Ummuların[26] edası başka türlü. Orada kendini görür , “onu ben yaptım” der. Bu benim eserim. Ahlaken bu mezmumdur[27]. İlk önceki hali, boynu büküktür makbuldür. Onun için niyeti amelinden daha hayırlıydı. Anlatamadık galiba değil mi? Ama niyeti gibi ameli de olursa, nur-ul ala nur. Onun içün diyor ki.
“Tâatını vizr bil
Bu sözi bî-‘özr bil
Her geçeni Hızr bil
Her geceni Kadr bil
Söyleyelim ey püser
Dinle bu pend-i peder
Anla nedir kim haber
Böyle diyor râhu-ber
Var bu yolda hatar
Kibrden eyle hazer
Kendini gör bî-basar
Eyleme gaybe ‘ayba nazar”
Hâlbuki biz ararız dimi ya. Kendini gör bî-basar. Gözsüz gör kendini.
“Eyleme gaybe ‘ayba nazar.
Her geçeni Hızr
bil
Her geceni Kadr
bil”
(Bunları bilebilmek içün gönlü
bir yere bağlamak; riyazet ve taat ile gevher-i cismaniyi parçalamak... Size
bir vakit bir misal getirmiştim. O misalin enfüsi manasını da vereyim de
konuşmayı keseyim. Ama yoruldunuzsa keseyim.)
Tarihen bilirsiniz, Mahmud-u
Gaznevi namında bir hükümdar vardır. Muazzam bir adam, Sultan Mahmud-u Gaznevi.
Bununda bir kölesi var, fakat köle nasıl bir köle ise, Mahmud-u Gaznevi ona
köle. Benimsemiş çok. Fakat daima dünyada, böyle büyük insanlara yakın
olanların, rakipleri olur, hasidleri olur, çekemeyenleri olur. Çekemez... Köleyi
de çekemiyorlar... Vezir-i azam çekemiyor mesela; “Köle ama diyor benden nüfuzlu” diyor. “Ben bir şey söyleyeyim, Mahmud-u Gaznevi ya yapar ya yapmaz, fakat köle
söyledi mi derhal olur” diyor. Böyle... Boyuna Mahmud-u Gaznevi’ye zem
ediyorlar. Münasebet aldıkça, efendim işte şöyledir, böyledir, haindir,
müraîdir[28] . O da
zevahiri idare ediyor işte. Bir tebessüm ediyor filan. Yetişir diyor, düzelir
diyor. Bir türlü yaa filan demiyor. Onlar, ya şunu bir attıralım, olmuyor. Bir
gün Mahmud-u Gaznevi canı sıkılmış, otururlarken, bir büyük inci, hazinesinden…
Eski tıpta var, böyle bazı, mualece[29]
yapıyorlar. Şimdi pek, şimdi onların izi kayboldu. O vakit oluyor, onlar bazı
şeylerden bahusus[30]
incinin tozundan mualece yapıyorlar. “Şunu
diyor, kırın iyice böyle undan daha ince toz haline getirin, ilaç yaptıracağım”
diyor. Hangi yakınına, hangi rütbeli adamına dese, “Bu nihayet ilaç olacak, herhangi bir inciden olabilir, bu dünyada
yalnız sizin hazinenizde var. Bu büyüklükte, bu giren-baha[31] da
hiçbir şey yok”… Kimse elini sürmüyor. “Çağırın
köleyi!” diyor. Köle geliyor. “Bunu
kır!” diyor. “Un haline getir,
mualece olacak, ilaç olacak.” Getiriyor, mükemmel, mükemmel… Şimdi herkes
seviniyor. Zem yerini bulacak... Daha kuvvet kazanacak... “Efendim biz her vakit bahsederiz, bu köleden... İşte bu bir ölçüdür.
Belki sizde bir imtihan kastıyla yaptınız. Belki hepimizi imtihan ettiniz.
Görüyorsunuz ki dünyada yalnız sizde bulunan ve bunun yerine başka bir inci
taneleriyle de bu ilacın yapılması mümkün iken, bu hain adam bunu böyle imha
etti.” “Bir de kendisine soralım, dur
bakalım. Siz böyle diyorsunuz ama kendi ne diyor?” Çağırıyorlar... (Gayet
güzel cevap ama... Burasını söylememiştim...) Evvela diyor ki, “Valla benim içün inci, zat-ı seniyyenizin[32]
fem-i[33]
saadetinizden çıkan sözlerdir. İnci onlardır. Ben onu kırmayayım da böyle neler
kırarım. Siz bana kır, onu kır dediniz, ben size hayır dersem, o inci kırılmış
olurdu, bu inci onun yanında ne eder. Sonra ben şahtan yüzümü döndürmem, müşrik
gibi mücevhere tapmam!..” Böyle acayip adamlar var dünyada...
Bir de bunun enfüs manasını
verelim mi, ister misiniz?..
Kölenin kırdığı mücevher, gevher
sıfat-ı nefsaniyeye işarettir. Gevher-i cismani. Riyazet ve taat taşları ile o
sıfat-ı nefsanisini toz gibi yapmıştır, kaldırmıştır. Anlatabildik mi?
Ahlakında insanlardan en son derste beklediği budur. Maamafih biz daha ilk
dersteyiz amma bazen ilk dersle son ders karışır, zevk olur. İşte konuştuk...
Ben plak vazifesini yaptım. Bunları söyledim sen sakın bende bir şey ummayasın.
Bende bir şey yok! Ben yokken nasıl bu söyler? Bende böyle...
Kudret, hepimize insan-ı kâmil
olmak zevkini tattırsın. Yoksa bedava gelip gidiyoruz. Rüzgârdan daha süratli
bir şekilde… Hiçbir şey yok orta yerde. Kendime söylerim ki ne yazık, ömür
tükenmek üzere, fakat orta yerde bir şey yok! Ve hiçbir şey yok!
Altı ciheti olan, altı köşesi
olan tabiat kuyusundan henüz çıkamadım. Ya... Arif ona derler ki; altı ciheti
olan, altı köşeli olan tabiat kuyusundan harice çıkmaktır. Yusuf’un (as)
kuyudan çıkması o demektir. Aşk kovası serbesttir, diğer kovalar bağlıdır, ama
o kovaya bir türlü ip bulup da saldıran, beni çıkartan olmadı.
Bu gün ki konuşma bu kadar yeter.
[1] Mahdud: Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı.
Hududlanmış.
[2] Niyabet: Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
[3] A’raf
Suresi 179. Ayet-i Kerime: وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَبِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَكَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Meali : Andolsun
ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri
vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri
vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla
işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar
da gafillerin ta kendileridir.
[4] Eflâk: (Felek. C.) Felekler, gökler. Dünyalar,
âlemler. Asumanlar.
[5] Müntehi: Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten.
[6] Pertev (Pertav):
f. Ziya, ışık. Atılma, sıçrama, hız.
[7] Şua': Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
[8] İnfialat: (İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi
te'sirler. Teessürler. Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
[9] Temayülât: (Temayül. C.) Meyiller, sevgiler,
muhabbetler.
[10] 11 T3127 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 15 Taberânî,
el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII اتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ
فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّ
[11] Bag-ban: Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi.
[12] Mü’minun Suresi 101. Ayet: فَاِذَا نُفِخَ فِي
الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلَا يَتَسَٓاءَلُونَ
Meali: Sûr'a üflendiği zaman aralarında artık ne soysop
(çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır.
[13] Tetebbu': Araştırıp tetkik etme. Derinliğine
inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma
[14] Tuhfe: Görülmemiş
yeni çıkan. Yeni. Turfanda
[15] Mücessem(e):
Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey.
Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve
kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.
[16] Nan:
Ekmek
[17]
Müstağrak: Kendini bilmiyecek derecede dalgın olan. Bir şeye
dalmış veya daldırılmış olan.
[18] Metruk: Terk edilmiş, bırakılmış
[19] Nıfs-ül leyl: Gece yarısı.
[20] Tahr Atmak
[21] Ma’kad.
Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer.
[22] Fetih suresi 2. Ayet-i kerime : لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَوَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًا
Meali: Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar.
Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.
[23] Vahid-i Kıyas: Mukayese unsuru, ölçek
[24] Urefa:(Ârif.
C.): İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
[25]
İnşirah Suresi 5. Ayet-i Kerime: اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ
Meali: Demek ki, zorlukla beraber bir
kolaylık vardır.
[26] Ummal: Âmil. C.) İdare
âmirleri. Valiler. Tahsildarlar.
[27] Mezmum:
Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[28] Müraî: İki yüzlü kimse, dalkavuk, riyakâr, münafık.
[29] Mualece: Bir hususa çalışıp devam etmek. Hastaya
bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
[30] Bahusus: Hususiyle. En çok. Hele
[31] Giran-baha: Kıymet ve pahası çok olan.
[32] Seniyye: (Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli
olan. Ön dişlerden birisi.
[33] Fem: Ağız. Dihen. (Kelimenin aslı: "Feveh"
veya "Fâh" dır.)
[i] FUZULİ
Men akldan isterem delâlet
Aklum mana gösterür dalâlet
Tahkik yolıda akl n’etsün
A’mâ vü garîb handa getsün
Tevfik edesen meğer refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i tarîkum
Gör hırsumı istegünce ver kâm
Senden ikbâl ü menden ikdâm
İlintinde ıyândur i'tikâdum
Sensen senden hemîn murâdum
Dünya nedür ü ta’allukâtı
Endîşe-i mevtdür hayâtı
0 yorum:
Yorum Gönder