171 ( 10.11.1963) 98 dk (304)
…mevzuu üzerinde devam
etmektedir.
Mevzuu başlıca iki esasa
ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak demiştik.
Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp.
-Tabi her konuşmada tekrar
ettiğim gibi yine tekrar ediyoruz.-
Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk manasına değildir. Nefiste hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhta hâsıl olan muhabbete aşk denir.
İnsan asude kaldığı zaman,
hadisattan bir an kendisini toplayıp, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz,
konuşan vücud-u manası ile baş başa olduğu an, kendisini arama, aslını
araştırma zevki başlar. Bakar, mesela
otuz yaşında: “Otuz beş sene evvel neredeydim?
Kimdim ben, ben kimim?” der. Bir sual tevcih eder. Kırk yaşında: “Kırk bir sene evvel beni kim tanırdı? Hangi
defterde kaydım vardı? Hangi iklimdeydim? Ben nereden geldim? Niye getirildim?
Mebdeim, mevlidim, maadım, hayatıma sebep ne?” Birçok sualler tevcih eder. Bu suallerin
içerisinde dört tanesi esas sualdir. Ve ahlak der ki; bu dört suali
kendisine tevcih etmeyen henüz makam-ı insaniyete ayak basmamıştır der.
Nereden geldim?
Niçün getirildim?
Ne yapacağım?
Ve nereye götürüleceğim? Bu
dört sual...
Bunun teferruatı uzun fakat bu
dördü esas. Ve bu suallerden cevap almasındaki zevkin adına aşk denir. Acaba
anlatabiliyor muyum? Bu suallere cevap alır, bu cevabın adına aşk denir. Bu
cevabı alanın, nefsi kendisini esir edemez. O nefsini esir eder kullanır.
Şimdi ekseriyet “Hürüm” der hani.
“Ben hür adamım” der. Nefsinin esaretinden kendisini kurtaran adama ahlak “hür
adam” der. “Kim ki, kendisini nefsinin esaretinden kurtarmıştır, o kimseye
hürriyet verilmiştir” der. Ahlaka göre tarif. Yoksa herkes hayalinin kölesidir.
Kolay bir şey mi? Hürriyet, insana Allah’tan (cc) gelir. Onun adına “emanet”
denir. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum?
İnsana hürriyet Allah’tan (cc)
gelir. Çünkü insanı kendisine muhatap tuttuğu içün esrar-ı zatiyesine layık ve
sıfat-ı ilahiyesine münasip bir tecellide yarattığından dolayı, mevcudat içerisinde -Bak konuşuyoruz, geçen konuşmada söylediğim
gibi- kim bana anlatabilir konuşmayı?
Hangi fen adamı anlatır? Hangi felsefe adamı anlatır? Hangi ilim adamı kalkar
da, “Ben anlatayım” der? Anlatamaz! Konuşuruz da “konuşmanın” ne olduğunu
bilemeyiz. Konuşturan, bir gün kendisi de konuşacak. Cabeca[1]…
Tercümansız, hicapsız, böyle… Bize o hakkı vermiş, kendisine muhatap tutmuş, “Satılmayın!” demiş. “Zulme divan durmayın. Sizin vech-i insaninizi
ben öz elimle nakşını yaptım, o nakşı bozdurtmayın. Bozulursa onu tekrar tamir
edecek nakkaş yoktur. Onu bozdurtmadan yine bana teslim edin” demiş.
Eski konuşmalarda hürriyete ait
biraz misal vermiştim, yine vereyim de… Dersin temeli, onun üzerinde mevzuyu
yürüteceğiz. Anlaşılmasında zorluk olmasın. Bir meyvenin çekirdeğini alırız,
kayısı, şeftali, kiraz, çekirdeği elimize alalım. Bu çekirdek ne vakit
hürriyetini ilan eder? Dikeriz, tutar, biter, fide olur, çiçeklenir, yapraklanır,
diktiğimiz çekirdek gibi bir kiraz verir. Yahut bir kayısı verir, hangi meyveyi
dikmişsek, ilk diktiğimiz çekirdeği o meyveden alırız. Diktiğimiz çekirdek
hürriyetini ilan etti.
Anlatabildim mi acaba? (Çok güzel efendim)
Elestü bezminde biz dikilmişiz.
Kudret bize bir emanet çekirdeği dikmiş. Yüklendirtmiş bizi. Bir şey
anlatamıyorum galiba? O emaneti noksansız bozmaksızın tekrar kendisine
verebilirsek, hürriyetimizi ilan etmiş oluruz. Yani ruhumuzu nefsimizin
esaretinden kurtarmış olursak, kurtulmuşsa, o tahakkuk etmiş olur. Yoksa, “mafevkine karşı köpek, madununa karşı kurt”
yaşadığın müddetçe, ben “hürüm” de. Kudret güler! “Ben sana bu emaneti onun içün mü verdim” der. “Zayıfı ezesin, kaviye karşı köpek olasın. Ben seni insan yaptım yahu!”
der. “Seni kendime ayine yaptım. Ne kadar
tozlanmışsın. Hiçbir şey gözükmüyor sende!” der.
Eğer sen hürriyetine sahip
olursan, ruhunu nefsinin esaretinden kurtarırsın. O vakit sende teferrüd[2]
zevki başlar. O zevk tahakkuk ettikten sonra, nefsin seni kullanmaz. Sen
nefsini kullanırsın. Nefsini hizmetçi yaparsın. Bütün hak ve hakikate karşı
nefsini uşak gibi kullanırsın. Ruhunu o adi yerlerde kullanmazsın hatta. “Onun ulvi bir makamı var” dersin. Nefse,
“git şu fenalığı önle!” nefse, “fenalığı yap” diye değil; nefsi, “fenalığı ez” diye kullanırsın.
Anlatabiliyor muyum acaba?
İlk söylediğim konuşmadır,
dikkatle dinle. Ya.. Onun o kadar kıymeti var ki, Huda ona müşteri. Ve bütün
mevcudattan onunla temeyyüz ediyorsun. Hakk-ı imtiyazın odur. Onunla, bütün
hilkatteki varın üstüne, onun sayesinde çıkıyorsun. Onu uşak yapar da
kullanabilirsen. Kalbin, Hak ve hakikatin gayrısında kendisini kullandırtmaz.
Haz duymaz. Yokla kendini, nelerden zevk alıyorsun?
Üç işareti vardır insanın,
hakiki insanın. Eğer bunlar sende varsa bil ki Kudret seni böyle tutuyor. Üç
işaret. Nefsini hizmetçi yapabildin mi, kullanabiliyor musun? Hak uğrunda
nefsini, ruhunu bırak. O âli o.
Bir, kalbin Hakk’ın
gayrısından zevk almıyor mu? -Biraz zor şeyler söylüyorsun, zor ama çok
tatlı. Tabi, zor fakat tatlı.- Ruhun Hak’tan gayrısını görmekten zevk almıyor, O’nu
müşahededen zevk alıyor. Nefsin teslim olmuş, hizmetkârlık ediyor, kalbin de
yalnız aslından haz duyuyor, başka bir şeyden haz duymuyorsa, sen muhakkak
surette bir Hazreti İnsansın. Sende emanet var. Bunlar eksikse tamamlamaya
çalış. Ahlakın emrettiği şey bunlardan ibarettir. Çünkü ruh sırf nurani bir
fıtratta olduğu içün ancak nur ile enis olabilir, nurun adına da o nurun adına
da “Ahlak” denir. Böyledir. “Filan yere nur indi” der. Ney… Neymiş o nur? “İşte böyle bir aydınlık gördüm.” Yahu
bin mumluğu var, beş yüz mumluğu var, on bin mumluğu var, ışık ararsan çok
ışık. Öyle ışıkla mı bu nuru bulacaksın? Öyle değil. O değil. Şu tarifi bir
daha yapayım. Ruh, sırf nurani bir fıtratta olduğu içün ancak nur ile enis
olabilir. O nurun adına da “Ahlak” denir. Ondan dolayı ruh-u insani madde ile
huzur ve sükûn bulamıyor. Hakiki
insanları milyarlara gark etsen yine “huzurum yok” der. Aslı ile zevk alır. Acaba
anlatabildim mi? Kandırmıyor insanı. Kanamıyor.
Onun içün ahlak der ki: “Dünya
gamı çekme!” der. Gam neden çekilir? Hırstan çekilir. İhtirasat-ı nefsaniye
hiçbir vakit tatmin olmadığından dolayı, muhteris adam daima gamlıdır. Ahlakın
tarifindedir o. Emirlerindendir. “Gam
çekme!” der. “Sayılı nefesini
canansız tüketme!” der. Bir vakit eşya piyasadan çekilir, azalır,
dehlizlerde insan arar onu. Filan hanın filan köşesinde varmış diye, arar
bulur. Fakat hiçbir gün bir insan aradın mı hayatında, ha? Hak namına bir insan aradın mı? Kudret bunu
soracak. Bir insan aradın mı hiç? “Sayılı
nefesini canansız tüketme!” der.
“Kıyl-ü kal eshabı ehl-i
taklittir” der. Hani cicili biçili konuşur. Hiçbir vakit sözü ağzından koluna
getirmez, bileğine getirmez, hep ağzında. Getir bir parça da elinde görelim şu
sözü yahu. Yok. Daima ağzında. Ne konuşuyorsun? Hep ağzında. Buraya iş
gelmiyor. Çıkmaz dışarıya bir şey. Onun adına “Kıyl-ü kal ehli” derler.
Kıyl-ü kal ehli, ehl-i
taklittir. Mukallit aşktan ne anlar? Bir şey anlamaz ki aşktan. Onların sözünün
Hak meydanında yeri yoktur. Kapılma, der ahlak. Bir tuzaktır der, merhameti de
olmaz, düşürürler aldanma, der.
Fakat ne faide ki, gaflet şarabı
ile mestiz. Gündüzün gaflet uykusu, gecenin hilkat uykusu ile de uyumuşuz. Ne
dostumuzu biliriz, ne yarımızı biliriz, ne ağyarımızı biliriz. Sayılı nefes de
öyle süratle gidiyor ki. Dün bugün içün rüya, bugün de yarın içün rüya. Orta
yerde hiçbir şey yok.
Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav)
semavi levhalar vaz etmiştir; yeryüzünde tuzağa insan tutulmasın, diyerekten. “Mukallidin kurmuş olduğu tuzaklara yakalanıp
da hayat-ı ebedisini, baht-ı sermedisini[3],
nefs-i emmaresinin azıcık bir matahına değişmesin” diye semavi levhalar
rekz[4]
etmiştir.
Beşeriyetin Fahri Ebedisi
(sav). Öyle bir fahri ebedi ki, O’nun kalbi muhabbettir. O kalp makam-ı
muhabbettir. O’nun haddizatında ruhu, makam-ı kurbettir. Sırrı makam-ı
müşahededir. Neden sarılmazsın? Neden istemezsin? Ücret yok, külfet yok, minnet
yok! Sırf ihlas var. “Bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım” der. “Yürüyerek
gelene koşarak karşılarım” der. Düşmanına dahi merhamet elini uzatır. Neden,
neden sarılmazsın? Sonra tecrübesi yapılmış, kıyası görülmüş, yemişi
yenmiş, sofrasında oturulmuş, bunların hepsi görünmüş.
Deden, dedeni bilir misin? Her
konuşmada tekrar ediyorum, bilesin ve yayasın diyerekten. Deden tarihin efendisi!
Dünya üzerinde hiçbir millete senin deden gibi bir dede vermemiş Allah (cc). O
kadar muazzam bir dedeye sahipsin. Sarılmış O zata. O manaya gönül vermiş. Sen
zannetme ki, deden aptal bir adamdı. Körü körüne bir şeye inanır. Hayır, eşyayı
altı köşesinden görmeden kabul etmez. Deden, eşyayı altı tarafından görecek ki
ondan sonra kabul edebilsin. Burasından, burasından, burasından, burasından,
burasından, burasından. Altı tarafından görmedikçe kabul ettiremezsin. O manaya
gönül verebilmesi içün, öyle birden bire, öyle değil. Tarihin efendisi. Cehli
gördüğü yere ilmi koymuş, zulmü gördüğü yere adli vaz etmiş, inkârı gördüğü
yere imanı oturtmuş, “otur” demiş zalime, oturtmuş, kralın krallığını tasdik
etmeden krallık yaptırtmamış. Böyle adamın çocuğusun sen.
Bir zamanlar, Tulen[5]
taa Mağrib-i Aksa’dan Çin hududundaki Tonkin eyaletine kadar. Böyle durur insan
şöyle. Arzen. Şimaldeki Kazan’dan başlayıp hatt-ı istivanın altındaki Serendib’e
kadar. -Komşu mahallesi saymıyorum sana. Bin kilometre, on bin kilometre, yüz
bin kilometre de söylemiyorum. Aç tarihi, sayfalarını aç, beraber
karşılaştıralım. Bir daha tekrar edeyim.- Tulen taa Mağrib-i Aksa’dan, Çin hududundaki
Tonkin eyaletine, Arzen, Şimaldeki Kazan’dan başlayıp hatt-ı istiva[6]nın
altındaki Serendib’e kadar, himayesi altına almış. Sen, “üredi, türedi, züğürt,
tarihi kökü yok bir camianın çocuğu muyum” zannediyorsun kendini? Dünyanın her
sahasında göğsün kabararak, makam-ı iftiharda gezerek; “Ben, Hak ve hakikate
inanmış, iman etmiş, gönlünde vahdeti yerleştirmiş, o vahdeti beyan eden insanı
sertac-ı ibtihac etmiş zata, kendisini kabul ettirtmiş ve tarihte efendi olaraktan
yaşayan adamın torunuyum” diyerekten her sahada söylediğim vakit, medeniyet
karşında böyle hürmetle eğilir. Mecbur eğilmeye. Koca bir âlem-i saye[7]yi
himayesi altına almış, sanai ile bedayi[8]
ile yetiştirdiği uleması ile hükeması[9]
ile bütün dünyaya karşı ilan-ı mübahat[10]
eylemiş. İlimlere mevzuu vermiş. Halen kütüphanesi var. Muhali mümkün yapmış.
Karada gemi yürür mü? Yürütmüş. Durur akıl. Şarkda İbn-i Sina, Farabi, Razi
çapında niceler, garpda İbn-ı Bacce, İbn-i Rüşt, daha niceler. Birçok hükema
yetiştirdiği gibi, bu iki münteha arasındaki kıtalarda, hikmetler, tıplar,
heyetler, hendeseler, sair ulum, resmiye, ulum-ı nakliye… Hangisini sayayım
sana? Ulum-u akliyede tebahhur[11]
etmiş, nice, nice erbab-ı fünun[12],
erbab-ı ukul, mana ilmine gelince halkın ekserisinin gönlünde yer almış. Hatta
bunların neticesinden çıkacak olan bir netice vardır ki, insanlığa hizmettir.
Hiç okumak bilmeyen her
konuşmamda tekrar ettiğim gibi köydeki nenende bile o imtiyaz görünmüş, “Aman
evladım kul hakkı olmasın” demiş. “Kul hakkı bulunmasın” demiş. Bu ilimlerin,
bu bilgilerin neticesi, insana verilecek olan kıymettir. O kıymetin
hülasasını o nene gönlünde aşk ile yaşattırabilmiş. Çocuğuna nasihat verirken,
severken, hakkını helal etmek isterken, ahirete gitmek isterken, halet-i
ihtizarda[13] bir
gözü Allah’da (cc) iken, bir gözü seninle anlaşırken, “kul hakkı olmasın”
demiş. Bugünki medeniyetin, “insan hakkı, insan hakkı” deyip de ortaya
koyamadığı mesele… Anlatamıyoruz galiba. Daha renk farkını kaldıramamış,
nerede insan hakkını halledebilecek? “İnsan hakkı” ne demek? Nenen onu
halletmiş. “Bu sütüm haram olsun, Allah (cc) hakkı ile git ahirete, O Gafurdur,
Rahimdir, Halimdir. O’nun Gaffar isminin geçmesi ister, O’nun Settar isminin
geçmesi ister, O’nun Rahman isminin işlemesi ister, O’nun Rahim isminin
işlemesi ister. Onun için senin günahına da o âşıktır, fakat “kul hakkı ile gitme insan hakkı olmasın”
demiş. Bunu hangi ilimde okudu? Hangi sahada yetişti? Fakat o ilim
Kudret’in Mehbit-i[14]
ilham olan gönlüne Kudret tarafından vasıtasız aktı. O vasıtasız aktıran şeyin
adına da Hazreti Muhammed (sav) derler. Öyle aktı böyle. Akıverdi böyle.
İnsan tehzib-i[15]
ahlak etmedikçe, ruh-u izafi ile baki kalamaz. O bazı kimseler, insanlar, yer
içer, ölür, gider, mahvolur gider. Doğrudur, “insan olmaz”, geçer, o hakikaten o, pek yabana atılı bir söz
değildir.
İnsanı baki kılan ruh-u izafidir.
Ne demektir ruh-u izafi? Kudret diyor ki: “Ben
insanı meratib-i[16]
erbainden[17]
geçirdim.” Sen farkına varmadan bu
âleme geldin ama nerelerde geçitler, ne âlemlerde turlar, ne devirler ikmal
ettin farkında mısın? İlm-i ilahide, gayb-ı külde, buruc-u ısna aşer[18]
de, kevakib-i[19] semada,
semavat-ı seb’a[20] da,
anasırda nihayet beşer ebin[21]
zahrında, annenin rahminde, hayız kanı ve Kudret fırçası ile rahm-ı maderde
onun terkibini yaptırır, ondan sonra manzume-i kuvve-i ilahimden bulunan
kuvveye, o meleğe, onu yaptırdıktan sonra: “Açıl
bakalım, çekil. Aramızda bir, bir bağ, bir rabıta olacak. Onu ruh-u menfuh ile
tekrim edeceğim, ruhumdan ruh vereceğim. Bu veriliş keyfiyetini yalnız ben
bileceğim. Sana da bildirmeyeceğim” diyerek, وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ ُوح۪ي[22] sırrına mazhar kılarak, kendisine izafe
etmiş olduğu o ruh-i izafi ile insan bakidir. İnsan hâli ile kâli ile “insanlıktan ben istifa ettim” dedikten
sonra ruh-u izafi çekilir. Çekilince, sen de baki kalamazsın. Anlatabildim mi
acaba? Bir alay Bayrampaşa baklası, Topkapı enginarı, vita yağı, sana yağı, şu
bu toplanmış bir kalıp, ondan sonra cife olur geçer, gider. Fakat yazık günah
değil mi? Böyle mi ya?
İnsanda üç ruh vardır ki, sair hayvanat ile müşterektir, dördüncüsü ile
ayrılır.
Ruh-u tabii; yeri, beden.
Ruh-ı nebati; yeri, ciğer.
Ruh-u hayvani; yeri, bu
cesetteki kalp.
Birde bunun haricinde bir
kalp var.
-O nerede o? Yarım saatte nasıl anlatayım sana? Zaten rahatım yok.-
Bir de ruh-u insani, nefsi natıkayı kâinat denilen bir varlık. Nefsi
natıka, ki ona ruh-u izafi derler, biraz evveli söylemiş olduğum ruh ve onunla baki kalır. Anlatabildik mi
acaba? Demek insan bunlara hamil, daha nelere hamil? Üüü, insan...
İnsan, bir; ruh-u tabii, yeri beden, iki; ruh-u nebati, yeri ciğer, üç;
ruh-u hayvani, yeri yürek, dört; ruh-u insani, namı diğer nefsi natıka -ki ruh-u hayvaniye taalluk eder.- O ne
dâhildedir, ne hariçtedir.
-Haa öyle mi? Evet. Nasıl şey o? Başka bir konuşmada anlatalım. Hadi bir
misal vereyim de anla, biraz şüpheden kurtul. Hepsini söylemeye tâkatım yok.-
Misal; güneş tecelli eder buradan içeriye girer. Güneş odadan içeriye,
salondan içeriye girdi” deriz. Bildiğimiz dünyadan büyük olan, işte ne kadar
büyük olan güneş, oradan kalktı da bunun içine mi girdi? Ne yaptı? Buraya
tecelli etti, taakkuk etti. Ruh-u insanı de sana taalluk eder. Sen perdeni
kaparsan alakasını keser, sen karanlıkta kalırsın, ona bir şey olmaz. Pencereyi
rap kapa. Kara perdeleri tak. Güneşe bir şey, ziyan yapabildin mi? Yok o seyrinde
devam eder, tecellisini şey eder. Sen ne yapar? Sende karanlıkta kalırsın. Sen Kudret’e
istediğin kadar isyan et, cephe al, kendi kalbinin penceresini kapamışındır,
karanlıktasın. O’na bir şey eksilmez. Aç aç, yeter artık, aç! Aç da çökme.
Yazık! Aç. Yalvar!
“[23] اَن۪يبُٓو , [24]
اَتُوبُ , [25] فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ Davetiyesi
ver bana de. Ne vakit bir aşk vereceksin ki sana döneyim?
Döndükten sonra seninle baş başa kalıp itiraf edeyim. Ne vakit bana o zevki
vereceksin ki senin istemediğin şeyden sana kaçayım.” İste bunu, bu davetiyeyi
iste. Bitiyor çünkü. Bir şey yok orta yerde işte. Bak kaç yaşındasın? Elli. Koy
ortaya bir şey gözünü kapa, hiçbir şey yok. Onu on misli yapsan yine bir şey
yok. Zannetme ki, sen bu taklit sahnesi bu, -ne bileyim ne biçim iptila evi dünya-
O büyük zatın dediği gibi, Hazreti
Ali’nin Keremallahu Zâtehu’nun, o Hazreti Kerrar’ın buyurduğu gibi; “Nur-u aynım Hasan’ım, sen benim hayr’ül halefim, timsali zi-şerefimsin,”
öyle buyuruyor. “Şu vasiyetimi can kulağı
ile dinle” söyler söyler söyler de; “İşte”
der. “Şu dünya denilen şey ikbalinde Hûd’a[26]
vardır” der. “Allah (cc) sana ikbal
gösterir fakat hileler doludur. İbdarında fecia vardır” der. “İdbarı, ikbali hud’a, idbarında fecia
gizlenmiş. Zahirde bal gibi tatlı, içinde semm-ü katil vardır” der. “Hezâr aşina bir acuzeye benzer” der. “Yüzlerce binlerce aşinası olan acuze bir
kimseye benzer, seninle konuşurken diğerine işaret eder” der. “Sakın aldanma! Onun o nümayişi dilfirib[27]ine
aldanma! Ona bel bağlamak mahz-ı
delaldir” der. “Onun içün hacet mest
etmedikçe bir işin peşinden koşma. Kavval olmaktan ziyade faal ol. O kadar çok
çalış ki, çalışmaktan senin vücudundan sende eser kalmasın. Ve yarın bir huzura
çıktığın vakitte, serbest serbest, ‘verdiğini senin yolunda kullandım. Canımı
da, malımı da, zaten bir şeyim yoktu, hepsi ariyetti. Senin istediğin şekilde
kullandım’ diyebilecek bir tâkatla çık. Bunu senden beklerim” der. Kime
diyor bunu? Bunu kime diyor. Kime söylüyor bunu? Mesele orada. Mürebbi-i
Ukul’un, Mahbub-u Kulubun derin derin kokladığı, derin derin kokladığı zata
söylüyor. Artık biz, siz… Bilmem.
Demek oluyor ki, işi hülasa edelim; insan tezhib-i ahlak etmedikçe,
ruh-u izafi ile baki kalamaz. Gidiyor! Tezhib-i ahlak etmedikçe, makam-ı insaniyete
kadem basamaz. Çok zor bir şey değil. Niyet ettiğin dakikadan itibaren
Kudret elinden tutar. Kendi yapar. Görsün sendeki niyeti. Sen zannediyorsun ki “Ben
yaparım.” Hayır! Niyeti görsün. Görsün ki, “tam
bana dönmüştür” vallahi sabahleyin uyanınca başka insan olursun. Sen kendin
“olacağım” zannetme. Başka. Ama
görsün, acabasız. Bizim dönmemiz, huysuz tavuğun civciv çıkarmasına benzer.
Bazı hırçın tavuk olur, cins olmaz. Oturur, kalkar, oturur, kalkar… Koyarsın
yumurtaları hepsi cılk çıkar. Koyarsın on tane yumurta, iki gün oturur üçüncüsü
gün kalkar, üç gün oturur dördüncü gün kalkar, beş gün oturur, altıncı gün…
Bizim dönmemiz de öyle. Bazen Hakk’a
döneriz, yarım saat bir saat, öbür gün…. Yine öbür gün girer… Aynı tavuğun
misali. Cins olmayan tavuk vardır bazen böyle. Oturtturursun, “otursana ya hayvan” dersin, “berbat ettin yumurtayı” tam on üç gün
oturur, şurada beş on gün kaldı dersin, kalkar. Olduğu gibi yumurtanın hepsi
gider. Gider, çürür gider. Çürür. Cılk çıkar, cılk, cılk.
Membadan akan su ne kadar çok olursa olsun kovanın dibi delik olursa,
önce dolar gibi olur, kaldırdığın vakitte bomboş çıkar. Kalbimiz şeytanın
vesvesesiyle delik delik olmuş. Gelen söz, Hak söz tutmuyor. On dakika onbeş dakika tutuyor, dönünceye
kadar yine boşalıp geçip gidiyor. Tutmuyor! Ne ile tutturulabilir? Tutmuyor!
Beşer bir yere gönlünü vermesi…
Artık hissi burhanlar meydana çıkmıştır. Manayı inkâr etmek kapısı
çoktan kapanmıştır. Kudret öyle bir tecelli ile tecelli etmiştir ki bütün
berahin-i[28]
hissiyeyi ortaya atmıştır. Hissi burhanlarla bütün manayı ortaya açmıştır.
Bugün beşer ilmen takâmül etmiş görüyorsunuz. —Her hafta söylüyorum
konuştuğum vakitte.— Fennen göz kamaşıyor. Felsefesi fikirleri durduruyor, ilmi,
fenni, felsefesi, öyle değil mi? Sanayi… “Ah sesi” niye dinmiyor!? Neden
beşeriyetin ah sesi dinmiyor? Ona niye çare bulunamıyor? Dünya bugün ki
kadar zengin yaşamamıştır. Fakat insanlar, —Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya
sekenesi üzerinde— Bugün en büyük masaya
sahip olan da inliyor, en büyük caha malik olan da düşünüyor, en büyük rütbenin
efendisi de haddizatında huzuru yok. En
fakirinin de yok! Neden? Kudret,
Kudret’in elinde, sıkmış musluğu, “Ben vereceğim” diyor. Beşer o kadar şaşırmış
bir vaziyette ki, vahşet-i musannaya medeniyet diye tapıyor ya. Bunun daha
ötesi var mı?
Düğmeye bas da bir milyon adamı öldür. Bu medeniyet midir? İlim bunu
böyle mi meydana getirmiştir? Buna ilim mi denir? İlim hayat mı verir, hayat mı
alır?
İlmin tarifi nedir?
Basit tarifi bırak. “Hadiselerin tecrübesinden sonra hâsıl olan
yakınlık.” O artık çürümüş bir tarif. Ne o, hadiselerin tecrübesinden sonra
hâsıl olan yakınlık. Hangi hadiseyi tecrübe edeceksin. Bugün bana hakikaten şuna
“camdır” diyemezsin bana. “Tecrübe ettim de bu camdır” diyemezsin. Atom çıktı,
görünüşüne göre “camdır” dersin. Mahiyetini bilmiyor kimse. Onun için Hazreti Muhammed
(sav) أَرِنِي اَشْيَاءِ كَمَا هَى[29] dedi. “Yarabbi mahiyetini kimse bilmiyor,
bunun hakikatini bana göster” dedi. On dört asır evvel söyledi ama beşeriyet
anlayamadı. Bir şey anlatabiliyor muyum sanıyorsun? Yaaa.
للَّهُمَّ أَرِنِي اْشْيَاءِ كَمَا
هَى “Eşyanın hakikatini sen nasıl yaptınsa o
hüviyetini bana göster.” Yoksa
bu görünüş itibariyle maden, bu görünüş itibariyle tahta. Fakat bunun mahiyeti
ne? Görüşüme göre tahta, hüviyeti ne? Bilmiyorum. Ondan sonra hadiselerin tecrübesinden
sonra hâsıl olan yakınlığa ilim(!) Ondan sonra hadi bakalım bas düğmeye bir
milyon adamı öldür! On milyon adamı öldür! Bir yığınını sakat yap! İki tane
diplomat bir araya gelir konuşur, bir birine bir infial hâsıl olur. O infial
neticesinde yüzünü görmeyen milyonlarca insan birbirinin kanını içer. Bu mudur
medeniyet?
Halbuki hilkatten gaye marifet-i hak olduğu halde acaba ne sır var ki,
ekseriyet o hilkatteki gaye, marifet-i hak olması dolayısı ile hilkatinin
iktizası[30];
taat, inkıyat[31]
lazım iken, kavga ile gaflet ile birbirini yemek ile cehaletle, nihayet laşey
olan laşey-i dünyaya tapmakla vaktini geçiriyor.
Dedenin kabul etmiş olduğu manadaki dünya başka. Ona göre konuşuyorum. O
bu mezahire[32]
dünya demez. “Hangi şey ki seni Hak ve
hakikatten alıkoymuş, ona dünya” derler. Hangi şey anlatamıyor muyuz acaba?
Hangi bir şey var ki, seni Hak ve hakikatten alıkoyuyor, odur dünya. Yoksa bu
görmüş olduğun şeylerin hiç birisine dünya demez o. Ona cife demiştir. Eğer bu
görünen mezahire cife demiş olsaydı, buraya bu kadar enbiya, evliya gelmezdi.
Cifeye gelir mi ya? Anlatamadık mı acaba? Cifeye gelir mi? Gelmezdi. “Ed-dünya
cifetün ve talibuha kilabun" Bunu anlatanlarda yanlış anladılar,
yanlış anlattılar. Ne bileyim her tarafından bir acayip. “Dünya cifedir ona
talip olanlar da köpeklerdir.” Öyle şey olur mu? Öyle emir, ama bizim
bildiğimiz şekildeki dünya değil. Dünya bir yakınlık manasına alınır, bir de
alçaklık manasına alınır, deniden. Deniden alınırsa alçaklık manasına, seni Hak
ve hakikatten alıkoyan şeydir. Hangi şey seni Hak’tan hakikatten alıkoyuyor
o dünyadır. Yoksa görmüş olduğun bu mezahir dünya değildir. Onun içün
bizim manamızda o mana ile dünyanın arası açık değildir. Öyle mi? Evet.
Bizde mana ile dünya birdir. Bu görünen şey. Neden öyle birdir? Bir adam
ayağını yürürken, “Kudret bana şu ayağımı
şu fizik hadisesini nasıl yapmış” diye hatırladığı dakikada, Allah’ın (cc) “El-
Kavi” isminin zakiridir. Ağzıyla söylemese, bütün hücresi, bütün manası onu söylüyor.
Onu hatırladığı dakikadan itibaren boyuna o hâl onda yazılır. Anlatabiliyor
muyum acaba? Kuyudan suyu çekerken, “şu
kudret bana nasıl verilmiş” dediği dakikadan itibaren, onun aslını
düşündüğü dakikada, Hakk’ın “Kadir” isminin zakiridir o. O’nun evini alıyor.
Ama “yaratırım” derse, “yaratırım”… Uyuyorsun yahu! Neyi yaratacaksın? Uyudun
mu? Uyuyan adam bu şeyi konuşabilir mi? Uyuklayan adam, uyuyan adam. “Yaratırım”
kelimesini kullanabilir mi? Kocaman bir nazm-ı celil var karşısında. [33] لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ diyor. “Nasıl yaratırım dersin?”
diyor. Yaratırım demek içün diyor, bak bana diyor. “Ne uyurum, ne uyuklarım”
diyor. “Ne uyurum, ne uyuklarım, ben
derim onu. Hay.”
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ
اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ Ne incelikler gizlemiş. O kayyum ne? O hay ne? -Anlat, çok
sürer çok. Yorulursun, dinleyemezsin.‐ Semayı
deler gibi bakar, yeri ezer gibi basar, yer adamı yer. Yaa. Sonra onu bil ki,
inanan da inanmayan da, herkes zanneder ki kendime çalışıyorum. Hayır kardeşim.
Yağma yok, hiç kimseyi kendine çalıştırtmaz Kudret. Çalışıyorsan ağaran saçını
ağartma bakayım. İstediğin şekilde bir kadınla evlen de istediğin şekilde bir
çocuk meydana getir bakayım. “Kaşı böyle olsun, gözü şöyle olsun, boyu bu kadar
olsun, ömrü şu kadar olsun, bu kadar müktesebat-ı ilmiyeye malik olsun. Yağma mı
var? [34] هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ
فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ “Benim istediğim gibi olacak” diyor.
“Ben boyayacağım boyayı” diyor. “Seni sun-i ilahi fabrikama tezgâhtar
yaptımsa Allah’lığımı vermedim sana. Senin hakkın, “istikamet karşıki çukura,
marş, marş” bu kadar.” Çalıştırır, çalıştırır, inananı da inanmayanı da “tezgâh benimdir” der. ”Mal benimdir” der, [35]وَنَحْنُ الْوَارِثُون “Mirasçı benim” diyor kendisi. Öyle
nispet verir ki, kendi de öyle söyler. Nasıl diyor, “Ben de öyle kuvvetli imtihan edeceğim ha” der. وَنَحْنُ الْوَارِثُون
Çalıştırır, çalıştırır. Ne rububiyyet davasına çıkanlar vardı. Firavun,
üüüü. O kadar da mühlet verir ki. En nihayet, Musa’sını (as) elindeki çoban
değneğiyle o kafadan o davayı çıkarır. Parçalaya parçalaya çıkarttırır. O kadar
verir önce müsaadeyi, verir, verir verir, verir, verir, verir… Bir defa ömründe
başı ağrımamış. Hiç, hiç! Hiçbir şey. Her ne istemiş olmuş. Her ne istemiş
olmuş. Onun içün evliyaullah çok korkarlar… Böyle her istediği olduğu vakitte
hemen, kafasını secdeye kor “Yarabbi! Bende
Firavun neşesi mi başladı” der. Korkar. Çünkü bela âlemi bu. İptila ister.
Fuzuli’yi görmez misin? Elini açar; “ Ya Rab! Bin belaya müptela kıl beni.” Ama sen isteme biz tahammül edemeyiz. O
efendi işi o. Bela Allah’tan (cc) tecellisi iktiza eden bir sıfattır, onu kim
güzel karşılar, kim?
“Ya Rab, bin belaya
müptela kıl beni” böyle açar. Bela, belada. Oraya gizlenmiş.
Herkes hepimiz ona çalışırız. Mis gibi. Çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır…
Niçün mesut olmaz insanlar? “Kendime çalışıyorum… Olduydu olmadıydı” diyerekten mesut olmaz. “O’na çalışıyorum” dese, o dakikadan
itibaren mesut. Anlatamadım mı acaba? Gafletten işte bu. Sen kendine çalıştığın
dakikadan itibaren nasıl mesut olabilirsin? Fanisin. Ariyyet[36]
şeyin, saadeti olur mu? Kâinatı verseler muvakkat[37]
değil mi? Eee saadet olmaz o halde.
Demek ki saadet imanla kaimdir. İmanda ne vardır?
Ebediyet. Anlatabildim mi? Saadet imanla kaim. Çünkü neden? İmanda ebediyet
var. Sen kabul etmeyince hayat-ı saniyi kendinin böyle, “Ķâinat bir tesadüfün neticesidir, insan da tekâmül etmiş bir hayvandır”
diye bu kanaatle yaşarsan saadete nail olman imkânı var mı? Neden?
Olamazsın ki.
Namütenahi serveti verseler alacaklar günün birinde di mi? O halde saadet yok.
Geçici şeyin saadeti olmaz. Saadette beka şarttır. Onun içün her hangi bir şeyi
bekaya zamin[38]
olan teali terakkiyi temenni edin. Öyle terakkinin neticesinde bir taklit ile
mevt varsa, bekaya zamin değilse kaçın ondan kaçın. Anlatamadık galiba.
Bu âlem… Ahlak öyle der: “Gönlünü bin parça edip, her birini bir matlab[39]
peşinde koşturma” der. Hülasa edeyim: “Gönlünü, gönlünü bin parça edip, her birini bir matlab peşinde
koşturtma, vahdetten ayırma, o vakit Cemalullah’a
nail olursun” der. Gaye de o değil mi ya? İnsan merak etmez mi ya?
-Bazı şimdi buraya gelmişken, mamafih mevzuumuzun sözü
değil, ama giriverelim şöyle de, ara yerde dinlenmiş oluruz.-
Bazı nadan insanlar vardır. Zühd-ü barid[40] eshabından[41],
dondurma kutusu gibi. Kaba sofu. -İkisinin ortasını ben bulamadım. Böyle gideceğim.-
Efendim, “şöyle abidir, şöyle zahittir,
şöyle şu şu…” Böyle şey de gidersin,
bakarsın “aptaldır, salaktır, ahmaktır.”
Öbür tarafta bakarsın, efendim “şöyle
fatindir[42],
şöyle zekidir, şöyle kiyaseti[43]
vardır, şöyle şusu vardır.” Gidersin bakarsın, “zalimdir, haindir” ne bileyim ben böyle acibtir.
(Şimdi mevzuu bir
tatlı yere uğruyor, söyleyeyim mi sen zevk alıyor musun yoksa almıyor musun? Ne
bileyim ben? Bir de o var.)
Der canım: “Hak görülmez, münezzehtir” der. Acaba şöyle
bir cevap verilirse ne diyebilir? Evet, ben Hakk’ı göremem. Hak kendi kendini
gösterirse ne yapacaksın? Bir şey anlatamadık mı acaba? Ya Hak kendisini
gösterirse ne yapacaksın? O da mı gösteremez diyeceksin? Ha, hani o kendini
gösteremez mi gücü yetmez mi, kudreti taalluk etmez mi? Öyle mi diyeceksin o
vakitte?
“Ne sazend
lenterani çün kelim-i estur nevmidem
Nemed
perverde-i ışkam zebani naz midanem”
Gayet güzel. “Ne sazend lenterani çün kelim-i estur
nevmidem. Nemed perverde-i ışkam zebani naz midanem. Ben aşk sahrasının
çocuğuyum. Oranın tuzunu ekmeğini yemişim. Maşukun göremezsin sözünde görürsün manasını
anlayanlardanım. Kelim gibi, -Musa Kelim gibi- ümitsizliğe düşmem.”
Vaka, Hazreti Musa’ya (as) Cenab-ı Hak [44] لَنْ تَرٰين۪ي dedi amma “sen kendinde olduğun müddetçe göremezsin” dedi. “Sen kendini bıraktıktan sonra [45] اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ
طُوًىۜ Çıkar
ayakkabılarını, vadi-i kutsiyi lahutta ayakkabıyla gezilmez.” Hangi
ayakkabı, benim sokaktaki ayakkabım mı? Hayır, söyleriz bile. Ne yaparsın? Ayak
bağlarsın dersin. Oradaki “Ayakkabını çıkar!” da işaret vardır. Bütün
alayık-ı kevniyeden soyunmadıkça bu kapı açılmaz. Anlatabildik mi acaba?
“Bikatrı taalluk abeses inheme taat serta neburi dest ez o secde
ravanis. Ya. Bikatrı taalluk abeses inheme taat.” Alayık-ı
kevniyeden soyunmadıkça, kelle kesilip ortaya atılmadıkça, henüz secde
yapmamışsındır diyor ehli hakikat. Sen böyle “yalnız kafanı yere koymaklıkla” oldu, iş bitti mi zannediyorsun? ? Bikatrı taalluk
abeses inheme taat serta neburi dest ez o secde ravanis. “Kelle kesilip
ortaya atılmadıkça henüz ehl-i secde değilsin” diyor. Ya, kolay iş değil ki
bu iş. Bu da işin zevki. Bu iş de aşka girmekle olur. Rabia Adeviye der ki: -Allah (cc) şefi ahiret etsin, ne büyük kadın- “Allah’ın
tokatlarından zevk almayan henüz adam olamamıştır” der. Rabia bu. Ya, zevk.
Öyle diyor. Onun içün kalbindeki gizli hazinelerde bulunan inci tanelerini kirpiğinin
ucuna diz de Kudret onları satın almaya başlasın, bak ne tatlar çıkar. Ama
kendin içün ağla, kendin içün ağlamazsın sen. “Şu işim niçün olmadı?” diye ağlarsın. “Filanca bana hakaret etti” diye ağlarsın. Ömründe bir defa kendin
için ağlamış olsaydın, sema senin ayağına inerdi. Çok ağladın, kendin içün
ağlamadın. “Tam işim oluyor da birisi
geldi engel oldu, hain adam, işim elinden kaçtı” dedin ağladın. “Lüzumsuz yere geldi bana birisi azarladı,
hakaret etti” diye ağladın. “Terzi
kumaşı yanlış kesti” diyerekten ağladın. “Kısmetime mani oldu” diye ağladın.
Ağladın çok ağladın. Kendin için ağlamadın. Kendin için bir defa ağlamış
olsaydın, “İhden immid dua inder rikka” Bu sözün sahibi Hazreti
Muhammed’dir (sav). “Hiç imkânsızdır, onu
fırsat bilin” der, “çal kapıyı, lebbeyk, emret kulum, emrine muntazırım
efendim diyor” Allah (cc).
Ağlamadın kendin için. O senin kendi hazinenden, o gizli mücevherlerin
içerisinde inciler vardır, onlardan bu kirpiklerinin ucuna dizebiliyor musun?
Çok dizdin ama faydasını görmedin. Bedava dizdin, kendine dizmedin ki. Kendi
hesabına… Onu dizdiğin dakikada kapıyı çal. Çal ne yap biliyor musun? Ben sana
kolayını söyleyeyim. “Beni sev” de. Bak
kısa yollarını göstereyim sana. “Ne olur
beni sev” derse? Allah (cc) birisini sevdi mi “günahını sormam” diyor. Öyle diyor. Birini sevdim mi günahını
sormam. Günahı ona zarar vermez diyor. Ama sen kendi kendini aldatır da; “beni sevmiş, ben istediğim günahı yaparım”
dersen, neticeyi çok güzel alırsın. İblis ile beraber. Öyle değil o, çok zor o.
O bir defa sevdi mi seni bir defa sıkar. Çok severse şehit eder. Şehit ettikten
sonra da günahını sorar mı ya. Belki senin için hoşuna gitmiştir, söyler
söylemez aman ne hoş demişindir. Yok. Öyle değil ki o. Ölçülü o işler. “Sevdim mi” diyor, “sıkarım, sıkarım, daha çok sevdim mi şehit ederim. Kendimi diyet veririm.”
Kendini diyet verdikten sonra orta yerde ne günah kalır, ne sevap kalır, hiçbir
şey kalmaz. Bir şey anlatamadık galiba? Ama sen yalvar yine. Öyle bir inci
dizdin mi, “Beni sev” de.
Konuşmaya başlarken ilk önce demiştik ki; üç esas göstermiştim, işte o
üç esasın bir tanesi, evvela nefsini teslim al. İkincisi, Merad-ı[46]
Huda’dan dost bul. Ara, filan yerde filan kumaş varmış diyerekten dehlizlerden
geçiyordu insanlar. Öyle karanlıklarda, ben rast geliyordum. Üç kuruş aşağı,
beş kuruş aşağı diyerekten. Hak dostluğundan daha zor yerde değildir ya. Sonra,
yüksek gönüllü ol. Nefsini teslim al, yırt o perdeleri, kalp kadehi ortaya çıksın.
Oradan bir, o kadeh ortaya çıktıktan sonra o iş mesela, kolaylaşır, kestirme yolu
bulursun. Öyle bir hal gelir ki sana, asrın padişahı saltanatına, servetine
mağrur, meftun olur. Seni tanımasa, sen ne kadar fakir olsan, ona iltifat
edemezsin. Bir bina yıkar pahasına olur. Senin gönlünün tacı ondan çok yüksek
olur. Sen dersin ki, “Çürüyecek bir tahtta
oturuyorsun. Ben gönül tahtında sultanım” dersin. “Sen benimle boy mu ölçüşüyorsun yahu” dersin. “Sen bir defa esirsin” dersin. “Ben
hürüm” dersin. “Nasıl esirim” der
o. “Sen nefsinin uşağısın” dersin. “Ben nefsimi esir aldım, kullanıyorum”
dersin. “Binaenaleyh, benim tahtım arşın
üstündedir. Senin tahtın yer üzerindedir. Nihayet, çürür, kokar ezilir, cife
olur, geçer gider. Benimki daima münezzeh.” Gözün başka türlü görür. Ahlak
insanın gözlüğünü değiştirir. Ayıpları görmezsin. Ayıpları gören, gaybları
göreni göremez. Anlatabildim mi? Levha yap.
Ayıpları gören, gaybları göreni vallahi göremez. Göremez, imkânı yok.
Ayıpları gören, gaybları bileni, gaybları göreni göremez.
Mecnun, yani Kays. Mecnun’un ismi Kays’tır. (Yoruldunuz mu, keseyim mi?)
Bir gün Leyli’nin yani Leyla’nın köyünden gelen bir köpeği görmüş, öpmüş,
koklamaya başlamış. Ukaladan birisi onun böyle Leyli’nin köyünde dolaşan bir
köpeği öptüğünü görünce, hakaret etmiş. “İnsansın
sen!” demiş. “Bir adi köpeğe.” Ee
Mecnun bu, vuhuş u tuyur[47] ünsiyet
ediyor. Neden? İnsan, tam insan olursa, bütün mevcudat insana aşıktır, onun
için gelip ondan ünsiyet eder. Anlatabildim mi acaba? İnsana müştak bütün
varlık. Fuzuli’de ne muazzam adamdır. Mecnun saha-nişin[48] olduğu
vakit, öyle kuşlar muşlar gelmiş, başının üzerinde filan oturmuşlar. “Olur mu?” deme, daha yirmi otuz sene
oldu, Hafız Sami Efendi vardı, Allah rahmet eylesin. Sami Efendi meşhur. O
vaktiyle Karaköy tarafında bir caminin minaresinde ezan okurken, imkânı yok
köprüden geçen, hangi mezhebe, hangi akideye sahip olursa olsun, ister imanda,
ister inkârda, ister sair edyan[49] da
muhakkak duracak. Köprü böyle ikiye duracak, ayrılacak. İrade gidiyor. Öyle bir
ses ki, tutuyor insanı. -Bu müşahede edilmiş, görülmüş, yaşanılmış. Anlatamıyoruz galiba?- Kağıthane’nin, işte o
eğlence zamanlarının sürdüğü zamanlarda bir sandalda sesinin perdesini
yükselttiği vakitte iradesini kaybedip de diğer sandallardan kendisini atan
nice kumandanlar, nice akıl sahibi insanlar tespit edilmiş. -O sesi alıyor, ayrı
bir iş- Fakat ömrünün son zamanlarında,
hatta evsatından[50]
nihayetine kadar, yirmi otuz sene de Kudret O’nu böyle istediği vakitte
okutturtmamış. Okuyamamış. Okuyamazdı. Nısf-ül leylden[51] sonra,
Edirnekapı mezarlıkları oraları ihya olmuş. Oraya gidermiş, giderdi, orada
okumaya başladığı vakitte, böyle tuyur gelir tavaf eder, bazısı da gelir
başının üzerine konar. Yalnız ben bir şeysine şahit oldum, benim yanımda oldu,
söyleyeyim size. Ki bize bir ders-i ibret olur. Bir gün oturuyorduk, bir efendi
geldi gençten, gençten, Kur’an’ı güzel okuyor. “Güzel Kur’an okuyor” denmez,
tabirime dikkat et. “Kur’an’ı güzel okuyor” dedim. “Güzel Kur’an okuyor!” O
ayıp. Kur’an’ı güzel okuyor. Bir şey anlatabiliyor muyum? (Güzel efendim) O
gençten olan efendiye, ben rica ettim, okumaya başladı, Sami Efendi de ağlamaya
başladı. Bitirdi, bitirdikten sonra genci önüne aldı. Dedi: “Oğlum, bu Hakk’ın
sana hususi bir ihsanıdır. Benden ibret al. Ben okuduğum vakitte benim gibi
okuyan yoktur, diye bir hata ettim, otuz senedir okutmuyor bana” dedi. “Otuz senedir istediğim vakit okuyamıyorum,
okutmuyor bana” dedi. “Benden ibret
al, yanmayasın” dedi. “Ver sahibine,
okurken boynunu bük, sen veriyorsun de de böyle ila nihai yaşa” dedi. Hiç
unutmam. Acaba anlatabildim mi bir şey? Orada da bize çok işler var ahlaken. Muazzam
işler.
(Burada nereye uğradımdı? Nerede kaldım bakayım? İyi söyleyemiyorum da
sizin hafızanızda kalmıyor, siz de kusur yok, ben iyi anlatamıyorum. Nirengi
noktalarını iyi veremiyorum, kalmıyor sizde. “Bu Fuzuli de ne yaman adam”
dedim. Değil mi? Burada kaldık.)
“Olsaydı bendeki gam Ferhâd-i
mübtelâde
Verseydi âh-i Mecnun feryâdımın sadâsın
Yani Mecnun’un başında kuş yuva yapmış diyorlar ya, ne
güzel yerinden bulmuş. Şimdi başını baca yapıyor. “AH” kalbini ocak yapıyor. O
kalbinde yanan aşk ateşinin o bacadan sıcaklığı çıkarken, o sıcaklığa orada kuş
dayanabilir miydi? Kaçardı diyor.
“Verseydi âh-ı Mecnun feryâdımın sadâsın
Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvade
Ferhâd’a
zevk-i sûret Mecnûn’a seyr-i sahrâ
O da belayı istiyor ya. Verilen
belayı bulduğunu işaret ediyor Mecnun. Köpeğe …
Bir Ebu’l fazıl, bir ukala, görmüş, ayıplamış... -Ne demiştik? Oradan
misal getirdik, “ayıpları gören,
gayıpları göreni/ gayıpları bileni göremez” dedik. Şimdi ona misal
veriyoruz.- Mecnun cevap vermiş: “Sen
yalnız nakış ve tensin, yazık!” demiş. “Ben
ise canım. Sen benden pek anlamazsın, Sen yalnız nakış ve tensin. Nasıl bu
elbise, bu tenin libası ise… Şu gömlek bu teni örtmüşse… Bunun bundan haberi
yoktur. Bu ten de canın libasıdır. Bu gömleğin bu tenden haberi olmadığı gibi,
bu tenin de candan haberi yoktur. Senin benden ne haberin olacak? Ben can diye
yaşayan bir insanım. Sen ten diye yaşayan bir insansın. Ne olur içeriye gel,
gel benim gözümle şu köpeğe bak!”
-Şimdi beş on konuşma evvel
konuştuğum konuşmanın tefsirini yapıyorum burada. Neydi o konuşmada?-
İnsan-ı kamil eşyaya, -hilkatte
var olmuş olan mevcudata- hakaret nazarı ile bakmaz.
“Cüz’ü kül yek diğerinden
eyler istimdat-ı dad[i].”
Hakaret nazarı ile bakmaz. Daima
her var olan şeyin üzerinde Kudret’in bir hikmeti olduğunu idrak eder. Buna bir
misal verelim. Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) bir gün eshab-ı ba-safası ile beraber,
teşrif-i şevket-i risalet buyururlarken, bir köpek laşesine rast gelmişler.
Tabi etrafındaki yaran köpek laşesi görünce, mukteza-ı beşeriyet, kimi çin-i
cebinini[52]
göstermiş, kimisi dudaklarını kısmış, kimisi burnunu şey etmiş. Fahri Âlem
(sav) mütebessim bir çehre ile: “Ne de
güzel dişleri varmış.” Anlatamıyor muyum acaba? “Ne de güzel dişleri varmış.” Tabi o kendisine mahsus bir eda ile bir üslup
ile talim ediyor, terbiye ediyor. Yani demek istiyor ki: “Siz eşyanın
kemaline nazar edin.” Öyle değil mi ya. Mesela Kudret ders kaçırmıştır.
Bizim şimdi şu seksen kiloluk vücudumuzda, ne kadar çirkin kilomuz vardır. Bir
yığın idrar, daha daha neler neler? Fakat hiç biz onunla alakadar değiliz. O
mesturdur, vech-i kemaliyemizle meşgulüzdür. Binaenaleyh, her insanda insanın
kemal olan ef’ali ile meşgul olması lazımdır. Kudret, yoksa her şeyimizi böyle meydana
koysaydı, sen benden kaçardın, ben senden kaçardım. Böyle.
Şimdi Mecnun da ona orayı
anlatıyor. “İçeriye gel içeriye”
diyor. “Benim gözümle bak. Evvela bu
köpek diye tahkir ettiğin Mevla’nın yedi kudreti ile olan bir tılsım. Sonra bu
köpek, benim Leyli’min köyünde, O’nun mahallesinde mukim. Bu öyle nâdan değil.
Ey nâdan insan” diyor. “Sen onun
suretini görme, gel iç tarafına bak. Bir defa ne kıymetli bir can ki, benim
cananımın mahallesini seçmiş. Orada ikamet ediyor. Ben onun bir tüyünü bir
aslana değişmem.” Şimdi burada bir incelik var. Burasını şöyle böyle insan
açık açık anlar. İncelik neresinde? İncelik şu: “O benim
Leyli’min köyünde ikamet eden köpeğimin bir tüyünü, köpeğin bir tüyünü, bir
aslana dahi değişmem” demesindeki asıl incelik buraya toplanmıştır. İncelik
şu: Ehl-i hakikat, Hak ve hakikate gönül verenler ne kadar zahirde zayıf da
olsalar, ne kadar zahirde düşkün de olsalar, ehl-i dünyanın fevkinde tutarlar
kendilerini. Onlara tapmazlar. Anlatabildik mi acaba? Şıklık burasında
bunun. (Bir şey anlatamadık. Sönük. Ben
yoruldum, sen zevk alamadın, ben veremedim, ne yapalım bilmem? Ne yapalım?)
Mecnun ki “la ilahe illa!” der
idi -Çok güzel, çok eskiden
söylemiştim. Tekrar ediyorum, ama çok zevkime gider. Zevk et, sen de edebilirsen.-
Mecnûn ki
"lâ-ilâhe illâ" der idi
Teklîf-i
şu'ûr eyleseler "lâ" der idi
Ol
mertebe meşgul idi Leylâ ile kim
Bu herkesin ayinede kendisini görmeye
benzer… Bir daha söyleyeyim.
Mecnûn ki "lâ-ilâhe illâ" der idi. Teklîf-i
şu'ûr eyleseler "lâ" der idi, Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim. “Mevlâ”
diyecek yerde "Leylâ" der idi.
Ne demek bu? Bu, bu küfür değil mi? Ağıza göre değişir.
Bazı yerde küfür iman olur. Firavun “Ene’l-Hak” dedi kâfir oldu, [53]
اَنَا۬
رَبُّكُمُ الْاَعْلٰى
dedi, Mansur “Ene’l-
Hak” dedi mümin oldu. Kendin içinde olduğun müddetçe kâfir olursun. Teni posttan
ayırmak lazımdır. Her meyvanın içi kabuğundan lezzetlidir. Her meyvenin içi kabuğundan
lezzetlidir. Teni, teni post bil post. Suret
itibariyle görünen kişiyi post bil post. Bir adam ki yalnız suretten ibaret, o,
posttur o. Onun içün postu bırak, hakiki insan ara. Sonra ömr-ü insani bir
demden ibaret. Kendi özünden lezzet alan kışrından uzaklaşır, kabuğundan
uzaklaşır. Kendi özünden lezzet almaya başladın mı, almadınsa yazık. Ahlak insana
kendi özünden lezzet verdiren şeye derler. Güzellik huzurunda ayine hoş renklidir.
Ayna içerde görünen neyse onu gösterir. Herkesin kendi rengine göre gösterir.
Binaenaleyh bu sözde herkesin kendi rengine göredir. Sen eğer kendi renginde
putperestsen küfürdür, hakperestsen imandır. Anlatabildim mi acaba? Ben
sana onu nasıl anlatayım? Bunlar zannetme ki ahkâmı kaldırır. Kalktı mı o vakit
işin şekli değişir. Evet, her şey, hangi doğru şey vardır ki; hangi iyilik
vardır ki, onu kötülük üzerine kullanırsan kötü olmaz! Kullan işte, hangi iyi
şey vardır ki onu kötülük diye kullanınca kötü olmasın. Nefisten gelen hüküm
başkadır, ruhtan gelen hüküm başkadır. Bu ahkâmı, mananın vermiş olduğu
esaslara atmak şartı olursa, o çok fena, o işte rezalettir o. Yoksa Hakk’ın
verdiği esaslar, onlar yerli yerinde kullanacak. Mesela, Seyyid Nigari var, öyle
rindane sözleri var ki, bir tanesini söyleyeyim sana.
“Tanımazam
mezhep bilmezem âyin
Fakat bir yerde hattı zatında bir
namaz kılınacak, bütün ehli hakikat toplanmış, bu namazı kıldıracak imamın, ömründe
ikindi namazının sünnet–i gayrı müekkedesini terk etmemiş adam lazım diyorlar,
Seyyid Nigari çıkıyor. Anlatabildim mi? Ömründe bir ikindinin sünnet-i gayri
müekkedesini terk etmemiş olan adam. Sormuşlar kendisine ne demek: “Tanımazam
mezhep bilmezem ayin?” “Siz
anlamazsınız” demiş. Sonra bir sevdiğine diyor ki: “Nasıl söyleyeyim ben onlara” diyor. “Benim mezhebimde” diyor. “Sünnetler
de kaza edilir. Hani namazların farzı kaza edilir ya. Sünnetler de kaza edilir.
Sünnetin ne olduğunu bilmezler de” diyor. “Onun
kazası lazım gelmez derler” diyor. Yani O rindane konuşuyor ama o
konuşmasının içerisinde onda başka naz var naz. Böyle şeyler vardır, erbabının
ağzına göredir o. Mesela Kur’an da vardır. Musa (as): [54]
اِنْ هِيَ
اِلَّا فِتْنَتُكَۜ
diyor. Sen, de,
yuvarlanır gidersin. O Musa’nın (as) ağzından söylüyor. Onun manasını biliyor
musun? “Bu fitne sendendir Yarabbi.” “Bende
derim.” Diyemezsin! Musa (as) gibi
olursan dersin. Onun uğramış olduğu belalara sen uğra bakalım. O narda yan, yan,
yan, yan, yan, yan, yan, yan, yan, hiçbir şey kalmasın. Nihayet o yolda öyle ta’vidi[55]
alabilirsin. Sen oraya gelirsen ne diyebilirsin? “İn hiye illa hikmetük”, “bu
hikmet sendendir ilahi.” Musa (as) der. Ben sana kaba bir misalini
vereyim bunun. Bir adamın ismet ve iffet numunesi, gayet her cihetten tekâmül
etmiş bir hanımı olur. Manen, maddeten, fazileten, ahlaken, her cihetten… Size
söyler, “akşama şu şeyi alır mısınız” der. “Şu şeyi alın gelin” der. Bir
sipariş verir. Vaziyetiniz müsaitse, dediğini yaparsınız, müsait değilse
Allah’ın (cc) emri ile “hayır” diyemezsin. Allah (cc) öyle emrediyor, “özür
dile” diyor. Hani cehennem gibi,
[56] اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۙ ثُمَّ ذَهَبَ اِلٰٓى
اَهْلِه۪ يَتَمَطّٰىۜ Allah (cc) diyor ki; “Ben
seni bilirim” diyor. Evvela daima yalan söyler bu. Doğruluk namına sende bir
şey yoktu. Saniyen,[57]
Hariç de böyle herkese kuyruğunu sallayaraktan konuşurdun, evinde bir ifrittin.
Karına karşı bir cehennem. Vurursun, kırarsın, hakaret edersin, lüzumsuz yere
ezerdim dersin, ağzınla söylemesen burnunun deliklerinden solursun. Bir şeysin
sen.
[58] ثُمَّ اَوْلٰى لَكَ
فَاَوْلٰىۜ اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۙ
ثُمَّ ذَهَبَ اِلٰٓى اَهْلِه۪
يَتَمَطّٰىۜ
“Ah yok
olasın” diyor Allah (cc). Allah (cc) inkisar[59]
ediyor. “Yok ol be!” diyor. “Yok ol, yazıklar olsun sana!” İnkisar ediyor, Allah (cc) işte, ölçüsü var mı? Çok fena şey!
Deden böyle manayı kabul etmişti. Dedenin kabul etmiş
olduğu manada bak, “kadın hakkı” nasıl? Adamı hırslandığı vakitte bile evde fazla
soluk aldırtmıyor. Bu kadar kadın hakkına riayet ediyor. Böyle bir medeniyet
var mı? “Hırsını dışarıda getir (dışarıda bırak), evin içerisine girerken kaşın
çatık girme. Rengin solmuşsa dışarda rengini ne yaparsan yap, kan mı alacaksın,
kan mı vereceksin, sıkıştıracak mısın bir şeyle, ne yapacaksan yap rengini
topla öyle gir.” Resmen, nazm-ı kerim böyle. “Olmaz!” diyor Huda. Ekseriyetle
öyledir. Dışarıda gayet naziktir,
nazenin, içeriye girdiği vakitte, firavunluk vadisine ihram diker. Firavun.
اَوْلٰى لَكَ ثُمَّ ذَهَبَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ يَتَمَطّٰىۜ Allah (cc)’ da, bir defa
demiyor.
ثُمَّ اَوْلٰى لَكَ
فَاَوْلٰىۜ اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۙ Duramadan,
yani “kahrol kahrol… Yok ol, yok ol” böyle, bir biri ardına, kızmış. “Veyl!” diyor. Veyl! Veyl demek, yani “Nihayetsiz kahra müptela ol.” Manası bu,
nihayetsiz.
Nereden girdim buraya? Müsaitse getirir, müsait değilse
özür diler. “Hayır, şimdi onun sırası mı”
diyemezsin. “Öyle değil” diyemezsin
diyor. “Özür dilersin” diyor. Kabul
ettirirsin özürünü. Tuhaf tuhaf tabirler vardır. Canım öyle olursa ne bileyim, becerebilecek
miyim acaba, sakat mı söyleyeceğim, kulağımda kalma… Lügat manasını bilmem ben
onun. “Kılıbık.” Lügat manası ne demek, onu
bilmiyorum ben ya. Nereden kalma, müştakı, iştiyakı nedir? “Kılıbık”
derler, kılıbık neymiş? Kılıbık ne? Senlik benlik olursa, olur o.
Cenab-ı Fahri Âlem, kızı Fatıma’yı İmam-ı Ali’ye verirken
öyle verdi. “Ben bu kızımı sana”… Çok
ileri gelen ashabın gönlünden geçiyordu. Tabi istiyorlar, Hazreti Fatıma,
kevser. Ahirette büyük bir makamın sahibi. Alem-i arşta kürsüsü var. Yani büyük
bir şefaat mazharı. Cenab-ı Hakk’a bize ait dedi mi artık büyüklüğünü oradan
anla. Günde yüz defa girmiş, yüz defa ayağa kalkmış. İcabı çıkmış girmiş. Şimdi
çıktı, şimdi girdi, yine kalkmış. Çıkmış girmiş. Her girişinde bizzat Cenab-ı
Peygamber kıyam etmiş. Ne vardı da öyle idi? Ya, hepsini beş dakikada nasıl
söyleyeyim? Vahiy geldi, Hazreti Ali’ye Cenab-ı Hak: “Ben akdini yaptım,
dünyada da akdini yapsınlar, ilan etsinler.” Çağırdı Fahri Âlem; Hazreti
Ali’yi, “kızım Fatıma’yı sizinle nikâhlıyorum, onu sana cariye olarak
veriyorum, sen de ona köle olacaksın.” Artık bu cümleleri iyi bilen bir adam, “kılıbık olurmuş, bilmem şu
olurmuş, bu olurmuş” bu manaya gönül veren insanların ağzında yakışmaz. Bu
manaya… Efendim o öyle olursa işte… Kimisi der ki, her tarafı bozuk…
Kadın der: “Erkeği avucunun içine al.” Erkek der: “Kadını ilk günü kafasından ez.” Nedir bu, bu
şekavet nedir, anlamıyorum ki. Neresinden tutasın da neresini anlatasın? Nasıl
çıkasın içinden? Yüz tane burada şey yutsam yine anlatmaya takatim kalmaz. Yok!
Bu niyetler olduktan sonra neden evlenirler anlamam, onu da anlamam. Niyet böyle gezdikten sonra gönüllerde, neden
evlenir? “Olursa olur, olmazsa olmaz”
geçse dahi caiz değildir evlenmek. Olacak diye evlenecek. “Efendim olursa olur, olmazsa ne yapalım?” Bu geçti mi yine akit
sahih değildir. Şehirlerde böyle, geç köylere… Ben gezmişim, evde çamaşır
yıkatmaz ya. Çayda yıkayacak der. Yarım saat. Ne vakit? Yaz değil, kar kıyamet.
Kar içerisinde kadın yüklenir, o çaya gider, çayda ayağıyla yıkar. Çatlar bir
vaziyette, ondan sonra karanlıkta onu sırtına alır. Öteki de onun kahvesinde,
odasında kumarını oynar. Böyle yatar. Karı öyle oradan geçecek gidecek, ona
yardım etse kılıbık derler. Kılıbık deseler iyi ama Allah (cc): “Kahrolsun!” diyor be. “Meluna
bak!” diyor Allah (cc), meluna. “Huzur-u izzet-i varimden ila nihayet kovduğum iblis
bunun yanında efendidir” diyor Allah (cc).
İblis var ya, İblis hattı zatında Allah’a (cc) bir şey
yapmadı ki. İblis, iblis numune olaraktan zikredilmiştir. Sen zanneder misin ki
iblisten daha aşağıda şey olacak yoktur, daha aşağı mahlûk yoktur. Üüüü, neler
var iblisten aşağı. Oooo, iblis o kadar yüksek ki ondan daha ne aşağılar var.
İblis yalnız vesveseyi ilka eder, fiili senin nefsin yapar. İblisten aşağı.
İblis yalnız vesveseyi verir. Fiilin tatbikatı, malum ya kuvveden fiile
çıktıktan sonradır ceza. O kuvveye götürebilir. “Kuvveden fiile çıkartmaklık”
senin nefsindedir, ondan çok aşağıdır. İblis, üüü, iblis. Kırk bin senelik bir
secdesi var, elli bin senelik bir secdesi var. Hiçbir vakit Allah (cc) “Sen
yoksun” dememiş. Bir defa Adem’e (as): “Beni
ondan âli yaptın, nasıl ben ona secde edeyim” demiş. Başka bir suçu yok ki.
Sen kaç defa dedin Allah’a iblisten çok aşağı. “Bana bunu mu layık gördün? Gördün gördün de beni bunu mu gördün?”
İblis böyle bir şey söylemedi, bu kadar terbiyesizliği yok iblisin. İblisin bu
kadar terbiye…. İblis böyle terbiyesizlik yapmadı bu kadar. Yok. Hayır, yok. Zu’mirre[60] ya,
ne isimleri var onun. Zu’mire… İblis. Öyle, bakarsın ki o, ondan sonra gelir,
geldikten sonra çamaşır yorgunluğu, kar tahribatı, sızı tahribatı, geldikten
sonra da keyif içün bir dayak atar. Konu komşu duyacak, “burada erkek var!”
diyecek. Kafaya bak kafaya! Konu komşu duyacak, “Burda erkek var!” diyecek. Zavallıya
karşı işte şey, kurt. Sonra icabında aciz bir mahlûk gelir, karşısında köpek
gibi susta durur. Köpekten aşağı durur ama. Köpek yine hırr yapar. Hiç. Hırr
yok hiç. Köpekten çok aşağıdır. “Köpek gibi” dedim, affetsin beni köpek. Yarın
dava açsa ne yaparım ben huzur-u ilahide? “Benden ne istedi Yarabbi? Bunu bana
benzetti, senin kovduğun bu melunu bana benzetti” derse ben köpeğe cevap
veremem. “Affet beni ya köpek.” Yaa. Bunlar
bizim büyük yaralarımız. Büyük dertlerimiz. Sonra bunlar tabi... Mazlum “ah”
ediyor, mana semasında o ahın bulutları birikiyor, o bulutlar haddizatında
tekasüf[61]
ede ede ede ede bir camianın üzerine yıkılıyor. İnsanlık inim inim inliyor. Bugünkü
konuşma bu kadar yeter.
[1] Cabeca: Yer, yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı
yerlerde.
[2] Teferrüd: Tek ve yalnız kalma. Herkes tenayrılma.
Kendi başına kalma
[3] Sermedi: Daimi sürekli ebedi.
[4] Rekz: Dikme, saplayıp sabit kılma.
[5] Tulen: Uzunlukça.
Uzunluk cihetinden. Boyca.
[6] Hatt-ı İstiva: Ekvator çizgisi
[7] Alem-i saye: Alemi koruma
[8] Bedayi': (Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş,
görülmedik şeyler. Bedi'alar.
[9] Hükemâ: (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler.
[10] Mübahat: Güzellik ve buna benzer hususlarda tefâhür
etmek, öğünmek.
[11] Tebahhur: (Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine
varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma.
[12] Fünun: (Fen. C.) Fenler, ilimler. (Bak: Fenn)
[13] İhtizar: (İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. Can
çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması.
[14] Mehbit: Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan
aşağı inilecek yer. Düşülen yer.
[15] Tehzib: Islâh etme. Temizleme. Fazlalığını, pisliğini
giderme.
[16] Meratib: Mertebeler. Basamaklar. Kademeler.
Dereceler.
[17] Erbain: Kırk. Kırk gün devam eden kara kış
[18] Isna aşer: On iki
[19] Kevakib: Yıldızlar
[20] Seb': (Seb'a) Yedi. (7)
[21] Eb: (Ebâ, Ebu, Ebi) Baba, peder. Ced.
[22] Sad Suresi 72’nci Ayet-i Kerime فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ
سَاجِد۪ينَ
Meali: "Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan
ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın."
[23] Zümer Suresi 54’ncü Ayet-i Kerime وَاَن۪يبُٓوا
اِلٰى رَبِّكُمْ وَاَسْلِمُوا لَهُ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَكُمُ
الْعَذَابُ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
Meali: Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile
Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.
[24] Bakara Suresi 160’ncı Ayet-i Kerime اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا
وَبَيَّنُوا فَاُو۬لٰٓئِكَ اَتُوبُ
عَلَيْهِمْۚ وَاَنَا التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ
Meali: Ancak tevbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler
başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça
kabul ederim.
[25] Zariyat Suresi 50’nci Ayet-i Kerime فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ اِنّ۪ي لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۚ
Meali: Ey Muhammed! De ki: "Öyleyse
Allah'a koşun, gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık
bir uyarıcıyım.
[26] Hud’a: Hile,
oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
[27] Dilfirib: Gönül aldatan, sevgili. (Farsça)
[28] Berahin: (Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
[29] Hadis-i Şerif bazı kaynaklarda bu şekilde geçiyor اَللَّهُمَّ أَرِنِي
حَقَائِقَ اْشْيَاءِ كَمَا هَى (Cami, Levaih, s.2)
[30] İktizası: Gerektirmesi, gereği.
[31] İnkıyat: Boyun eğme, itaat etme.
[32] Mezahir: Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen
tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.
[33] Bakara Suresi 255’nci Ayet-i Kerime اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ
اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا
نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي
يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا
خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah'tan başka
hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten
(kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek
olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar.
O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de
görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.
[34] Ali İmran Suresi 6’ncı Ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Meali: Sizi, rahimlerde dilediği gibi
şekillendiren O'dur. Kendisinden başka tanrı olmayan, şan, şeref ve
hikmet sahibi olan O'dur.
[35] Hicr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve
hepsinin varisleri de biziz.
[36] Ariyyet: Ödünç verip almak.
[37] Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[38] Zamin: Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan.
[39] Matlab: İstek, istenilen şey. Hallolunacak mesele.
Mebhas. Kaziye.
[40] Barid: Soğuk, hoş olmayan.
[41] Eshab: Halk, ahalİ
[42] Fatin(e): (Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki,
uyanık.
[43] Kiyaset: Zeki. Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
[44] Araf Suresi 143’ncü Ayet-i Kerime وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا
وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ
فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ
لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ
سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
Meali: Ne zaman ki,
Musa, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. "Ey Rabbim,
göster bana kendini de bakayım sana" dedi. Rabbi ona buyurdu ki;
"Beni katiyyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse,
sonra sen de beni göreceksin". Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu
yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, "Sen
sübhansın", "tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların
ilkiyim," dedi.
[45] Taha Suresi 12’nci ayet-i Kerime اِنّ۪ٓي
اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ
Meali: “Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen
ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal bir vadi olan Tuvâ'dasın."
[46] Merad: Talep mevzii, isteme yeri.
[47] Vuhuş u tuyur: Yabani kuşlar
[48] Sahra-nişin: Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren
[49] Edyan: (Din. C.) Dinler.
[50] Evsat: Ortada olmak. Vasatta olan. Orta. Orta hâlli.
[51] Nısf-ül Leyl: Gece yarısı.
[52] Çin-i Cebin Alın
buruşuğu. Alın kırışığı.
[53] Nazirat Suresi 24’ncü Ayet-i Kerime فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Meali: "Ben sizin en yüce
Rabbinizim" dedi.
[54] Araf Suresi 155’nci Ayet-i Kerime وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ
رَجُلًا لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ
شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ
السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ
تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا
فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ
Meali: Bir de Musa,
mîkatımız için (tayin ettiğimiz vakitte tevbe için) kavminden yetmiş erkek
seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Musa:
"Rabbim! dedi, dileseydin bunları da, beni de daha önce helâk ederdin.
Şimdi bizi, içimizdekio beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helâk mi edeceksin? O iş de senin imtihanından başka bir şey değildi.
Sen bu imtihanla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete
erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Artık bizi bağışla, merhamet et, sen
bağışlayanların en hayırlısısın."
[55] Ta'vid: Âdet edinmek. Alıştırmak, âdet ettirmek.
[56] Kıyamet Suresi 33 ve 34’ncü Ayet-i Kerimeler. اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۙ ثُمَّ ذَهَبَ اِلٰٓى اَهْلِه۪ يَتَمَطّٰىۜ
Meali: Sonra da çalım
sata sata ailesine gitti. Gerektir o bela sana, gerek
[57] Saniyen: İkinci olarak. İkinci derecede.
[58] Kıyamet Suresi 35’inci Ayet-i Kerime ثُمَّ اَوْلٰى لَكَ فَاَوْلٰىۜ
Meali: Evet, gerektir o
bela sana gerek.
[59] İnkisar: Beddua ve lânet okuma.
[60] Zu’m: (Zuum) Bâtıl zan.
Şübhe. Yanlış zan.
Zu’mire: Zan, şüphe veren.
[61] Tekasüf:
Yoğunlaşma, sıklaşma, kesifleşme.
[i] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü
var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete
muhtaçtır. “Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı
Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe,
büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın
takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki,
büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet
eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri
çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan
çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan
ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne
daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için
diğerine muhtaç ve mahkum kılınmıştır.
Tam
manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
Mecbul
Nice Ağlamayım
Nice ağlamayım etmeyim
feryâd
Giriftâr-ı aşkın
bînevâsıyem
Leyli'nindir Mecnun,
Şirin’in Ferhad
Ben de Şeyh Saferin
mübtelâsıyem
Neylerem dünyayı
neylerem malı
Neylerem keşmiri
neylerem şalı
Ben divâne oldum aşkın
pâmâli
Serveri Hüdâ’nın bir
gedâsıyem
Halka-ı rindanın çalarım
nâyın
Giriftâr-ı aşk’ın
çekerim yayın
Tanımazam mezhep
bilmezem âyin
Kilisa-i aşkın
mesihasıyem
Ey Seyyid Nigâri ey
aşk-ı tuyan
Ey âşık-ı şeydâ ey kâr-ı
efgan
Keruban-ı aşka benim
saruban
Ferhad'ın Mecnun'un
rehnumasıyım.
0 yorum:
Yorum Gönder