Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

305. Kaset

 047 ( 31.05.1959) 53 dk. (305)

.......manası nedir?

Kesafeti, sıkleti, sureti, boyunun alabileceği kadar iki metre uzunluğunda bir çukura girer sığar da kendi manasına neleri alır?

İşte bu en güç mevzuyla alakadar bir müessese. İki veçhesi var insanın, bir veçhesi âlem-i hilkate nazır, bir veçhesi âlem-i Kudrete çevrilmiş. Âlem-i hikmetle âlem-i Kudrete raptedilmiş. Âlem-i hikmete taalluk eden sahasında akıl geçiyor, fakat akılda nihayet bir yere kadar geliyor, “senin durak yerin burası deniyor” oradan ileriye yol verilmiyor. Beşeri şaşırtan şey, hilkatindeki varlığı yalnız âlem-i hikmete bağlı zannıdır. Ve o âlem-i hikmete bağlı olmak zannı ile zavallı boynunu inceltir. Hâlbuki âlem-i kudrete ait olan ömre nispeten, âlem-i hikmetteki ömrü bir andır, bir dakikadır.

Dünya öyle bir maldır ki, hiç kimseye malını vermez; Dünya öyle bir evdir ki, hiç kimseye evini vermez. Şimdi hiç kimseye bir şeysini vermeyen bir sahada mağrur olmak demek, katiyen akla sahip olmamak demektir. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Onun için büyük kitap… Yani hiçbir zaman… -Kelime bulamıyorum tarif etmek için de onun için duruyorum.- Şöyle tarif edelim; beşer ister tasdik etsin, ister etmesin, Kur’an denilen muazzam bir kitap var. Maşukun mektubu yani Allah’ın (cc) mektubu. “Kur’an” konmasındaki isim, ism-i… Kur’an’ın manası, “okunacak” demektir. “Okunacak” dendiği vakitte, böyle bir adam alıp da böyle okuyacak manasına değil. “İla maşaAllah O’nun dediği olacak!” demektir. Anlatabiliyor muyum acaba? O’nun dediği olacak… E bu asırda da mı ? Evet! O’nun dediği olur. Her asırda O’nun dediği olur. Hangi hadiseyi açarsan O'nun orada yerini bulursun. Mesela;

[1] وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا Bu O’nun ufak bir cümlesi. Bütün mevcudat şu cümlesinin karşısında tutunamıyor. Kim ki saha-ı maddede biraz ilerler de, madde ile manayı beraber götürmez… Sırf manada ilerlerse yine yıkılır, sırf maddede ilerlerse yine yıkılır. Muvazene yaparaktan gidecek, çünkü insan dendiği vakitte, madde ile mana birleşildiği vakitte insan deniyor. Anlatabildim mi? İkisi beraber, omuz omuza yürüyecek. Biri terk edilir, biri ibka[2] edilirse, yine yıkım başlar. Manayı terk eder de yalnız maddede biraz ilerler ve ona tapmaya başlarsa; “Ben huzur içinde yaşatmam” diyor. İşte bugün de dünyanın hiçbir yerinde huzur yoktur. İnsanlar biraz tenekecilikte ilerlediler, azıcık şöyle semaya çıkar gibi haller gösterdiler, biraz denizin dibinde gezindiler, ondan sonra Kudret’le azamet yarışına kalktılar; başladılar zayıfın hakkını kaviler vermemeye. Anlatamıyor muyum? “Yaratırım sevdası” geldi! Kudret musluğu sıktı. Huzurla yaşamak; gözüyle göremediği kendi varlığının içerisindeki, manasının merkez-i hükümeti insanisi olan kalbine malik olmak demektir. Ona kimse şimdi sahip değil. Durur! Serveti çok, fakat huzuru yok. Büyük masası var, en büyük kasa, en büyük rütbe, en büyük cah, fakat o yok. İşte dediği gibi oluyor. Anlatabildik mi? Ufak bir misal. İki şey koymuştur.

 [3]  وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ

Sen çalış, ben yiyeyim” kaidesini bununla yıkıyor Allah (cc). “Bunu dinlemezseniz haddizatında fakirle zengini bir birine düşman yapacağım. Ben düşman yaptığım müddetçe de siz huzura kavuşamazsınız.” Bugün, bütün dünya sahasında fakirle zengin birbiri ile anlaşamamıştır. Muvazene yoktur, haber verdi. Anlatabiliyor muyum? Şu ufacıcık nazmın karşısında tutunamıyor. Hah, bunları anlatmaktan maksadım, şimdi oradan bir şey söyleyeceğim de iyi anlaşılsın içün. Ebediyete taalluk eden yani âlem-i Kudrette açılacak olan ömrüne taalluk eden sahanın varlığına nispeten bu sahadaki ömür bir an gibidir. Onun içün der ki Huda;

 [4] اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا

Biz o kitabı inceleyerek okumuyoruz. Böyle açarız tercümesi de olsa gelir geçer. Fakat üzerinde durmak lazım. Azıcık kafası işleyen bir adam bir satır yazdığı vakitde, şöyle durursun, “Acaba bunda ne mana çıkarıyor?” “Bunun zahiren tahsil edilen manası bu, ama muradı nedir?” Bu Allah’ın (cc) beyanı. Her kelimenin üzerinde durmak lazım. 

 اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا   

Ben nas’a” diyor…  Çünkü evet suret itibariyle hepimizin iki eli iki ayağı şöyle gözü filan yürür gideriz fakat büyük kitabın işaratında “insanı şundan yarattım” der, “bundan yarattım” der, her birisinde ayrı tarif eder. Beş altı tarif geçer. Demek oluyor ki, o tarifin içerisinde gizlenmiş manalar var. Şimdi “nas” dediği vakitte bir mana ayrılır, “insan” dediği vakitte yine bir mana ayrılır, “iman sahasına girenlere” hitap ettiği vakitte yine bir mana çıkar. Kur’an’da esrara vakıf olanlar vardır, esmaya vakıf olanlar vardır, manaya vakıf olanlar vardır.

-Şimdi bunlar sizin zihninizi bööyle bir duman halinde kaldırdı. Bir şey de anlatamadık. İlerde açarız, yine anlaşılır. Hepsi birden olmuyor. Bir zor yere girdik. Bunları söylemeyecektim, böyle bir yol girdi, şimdi bakalım nasıl çıkacağız altından? Ama bu söyleyeceğim misalle çıkacağız inşaAllah.-

İnsan büyüyünce beşiğe girer mi? İki aylık, üç aylık beş aylık, altı aylık, nihayet yaşında, bir buçuk yaşında iken güzel bir beşikte sallanır ve onu ister. Bir beşik ister, değil mi? Fakat kocaman oldu, yirmi-otuz yaşına girdi, ona desek ki: “Şu beşiğe gir de yat bakalım” böyle bir bakar. Öyle değil mi? Kabul etmez di mi? Ee Allah (cc) diyor ki:

 اَلَّذ۪ي جَعَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا

Ben size yeryüzünü beşik yaptım” diyor. Fakat bunu hitap ederken, bu beyanı yaparken nas’a hitap ediyor. “Nas’a, yeryüzünü beşik yaptım.” Nasıl büyüyen bir kimse beşiğe girmezse, Hakk’a kendini kabul ettirmiş olan insan da beşikte kalmak istemez. -Bir şey anlatamadık mı acaba? Bir şey anlaşıldı zannederim. Cümle teşkilatı bozuk olmak şartı ile yine  bir şey anlaşıldı.- “Nas, nisyandan müştaktır.” Nisyan gaflet demektir. Gaflette olandan nisyan olur, di mi ya? Hak’tan gafil olanlara Cenab-ı Huda bu arzı bir beşik olarak tarif ediyor. Fakat tekâmül eder de makam-ı insaniyete kadem basarsa, “O’nun enisi, yârı, nigârı ben olurum” diyor. Şimdi beşeriyetin ekserisi nas mevkiinde kaldığından dolayı hayatı cidal olaraktan… Yani bütün sanki her iş bu âlemde tamamen takarrür[5] edecek, işi burada tamamiyle halledecekmiş zannı ile ihtirasat-ı nefsaniye ile bir çalışma başlıyor ve neticesinde hüsran ile herkes  gelip, geçip, göçüp gidiyor. Orta yerde bir şey yok. Günah değil mi? İşte bu incelikleri anlatan varlığın adına ahlak deniyor.

Yalnız âlem-i hikmeti kabul ediyor, âlem-i hikmette de akıl geçiyor, onun içün akla tapıyor. Dört konuşmadır, beş konuşmadır, aklın vazifesini terk ettiğini anlatıyorum. Bilmem farkında mısınız? Çünkü akıl gayet keskin bir kılıçtır. Çok işe yaradığı gibi çok kere de insanı mahveder. Beşer manadan soyunup da yalnız maddede aklını kullanacak(konumlanacak) olursa, mahrumiyete götürür o akıl adamı. Kötülüğün çıkmasına mani olacak neler varsa onları halletmeye başlar. İyiliği meydana çıkarmak içün değil. Fena bir fikri meydana çıkarmaklık içün onun çıkmasına hangi şey manidir, onu arar. Yani akıl manadan soyunduğu vakitte, ahlakı attığı vakitte insana zarardır. Ve dikkat ederseniz tarihte, en büyük fenalıkları ahlaktan soyunmuş olan akıllı adamlar yapmıştır. Ahlakı atmış, manaya cephe almış, -Allah’a (cc) düşman olmuş, tek bir tabirle- ebediyeti inkâr etmiş, bu sahada bulunan akıllan milyarlarca insanı ufak bir keyfi için yakmıştır. Tekâmül eden bir devre-i insaniyeyi kendi keyfi içün, iki yüz senede meydana gelebilecek bir varlığı, iki saniyelik bir keyif için yakar atar.

Evet aklın tarifinde, akıl hissin galatlarını tashih etmeye memurdur ama bu tarife girmez de hissin galatlarına hizmete başlarsa… Bilmem anlatabiliyor muyum? Vazifesini yapmaz da ters tarafında kullanırsan… Ki, tarih bize bunu çok iyi gösterir. Daimi surette cemiyeti insaniyede en büyük kötülükler, Hak’tan uzak olan akıl sahipleri tarafından meydana gelmiştir. Hak’la arası açık… Gider. Hâlbuki beşer, o kadar büyük bir manaya sahip ki, o kadar büyük bir varlığa malik ki, âlem-i hikmette ki vücudunun kıymeti yok. Bizim âlem-i hikmetteki vücudumuz nihayet soluyor di mi ya? İşte bitmek üzere. Doğumla ölüm arasında bir fark yok ki.

Eski konuşmalarımda söylemişimdir, İslam ananesinde bu çok güzel anlatılmıştır ve hiçbir yerde yoktur. Hiçbir varlıkta, hiçbir toplulukta bu fevkaladeliği göremezsiniz. Bizde çocuk olduğu vakit, efdal olanı üç ezan sonrasında kulağına bir ezan okunur onun, ismi konurken. -Ama belki şimdi yapılmaz, belki gülünür.- Biz, felaha davet eden cümleler konuşulduğu vakitte güleriz, medeniyetini taklit ettiğimiz sahada iki tahtayı böyle birbirine bağlar, karşısında boynunu büker ağlar ona karşı hiç sesimizi çıkarmayız. Anlatamıyor muyum acaba? Felaha davet eden cümleler ki, her birisi tahlil edildiği vakitte insanın gönlünde bir ayrı kaynama başlar, bunlar konuşulduğu vakitte birbirimizlen güleriz, fakat medeniyetini taklit ettiğimiz, tapındığımız sahada, iki tahtayı şöyle birbirine kor, o gider milyonerdir, o binlerce ilim kitabı yazmıştır, münevverdir, hakikaten mevzu vermiştir ilimlere, o sahada tekâmül etmiş şahıstır, hakikaten fen sahasında ihtiralar yapmıştır, fakat onun karşısına gider, “o bir manayı temsil ediyor” der, hüngür hüngür ağlar ve çoluğunlan  çocuğunlan gider, “hık” diye bir ses çıkmaz, ne öksürük vardır, ne aksırık vardır, orada fani olur, vücut öksürmez ki. Sen diyorsun ki; “Ben ne yapayım  öksürüğüm geldiği vakitte?” Hayır, biz o manada kendimizi yok edemediğimizden dolayı mazuruz. Öksürürüz de hıçkırırız da bağırırız da… Fakat o öyle bir aşk ile girer ki, o putunun karşısında boynunu eğdiği vakitte kendi yoktur. Ne öksürür ne nefes sesi gelir. Fani[6] (Hanin[7]) olmuştur orada o. Anlatabildim mi acaba? Ya... Ee öyle olursa ne olur? Allah (cc) verir. Netice itibariyle taş olsun, toprak olsun, hepsi Allah’ın (cc) malı değil mi? “Yanlış görüyor, beni orada görmek istiyor” der, “Peki al!” der. Çünkü bütün netice itibariyle  varlık kendine aittir. Derle topla onu nihayet götürür, illeti ula Allah (cc) çıkar. “Sen benim namıma mı buna boyun eğdin, di mi? Al! Ne istiyorsan al!” der.

-Dünyadaki yaşayışımızın anlarını anlatıyorduk di mi? Burada kaldık.-

Üç ezan sonra, doğarsa bizim manevi ananemizde, onun ismi konurken, kulağına ezan sağ kulağına, sol kulağına doğru da kamet yapılır. Ee onları, o vakitleri geçirmiş o vakitte, ya idrak edememiş, yahut mani olmuş olursa zararı yok. Daha sonra da olur ama efdal olanı o. “Kazaya kalmış namaz gibi” olur, öbür sonra olursa. İlk dersi o vakit verir. İnsani seciyeyi o vakit, onun manasına yerleştirmeye çalışır. O nedir bilir misiniz?

 اسلام كلُّ مولودٍ يولَدُ على الفطرةِ [8] Beşeriyetin fahri ebedisi diyor ki: “Her insan selamet-i fıtriye ile bu âleme gelir.” Anlatabildim mi? “Fıtraten salim[9]” o sonradan değişir, selamet-i fıtriye ile gelir. “Ey selamet-i fıtriye ile sahne-i şuhuta, bir vakit ilm-i ilahide bulunan…”  Allah (cc) çok kıymet veriyor di mi? Bizi bir vakit ilminde tutuyor, sonra âlem-i gayba gönderiyor, sonra mana-ı küllide seyirler yaptırtıyor, mana-ı buruc-u isna aşerde gezdiriyor, kevakib-i sab’a, seyyarat-ı sab’a, semavat, anasır âlemi, nihayet mahalli tekvin olan rahm–ı mader, bir vakit zahr–ı pederde, bir vakit rahm–ı maderde, ondan sonra bir imza vuruyor. Ve o imzayı da vururken, manzume–i melekûta dahi: “Ayrılın bakalım, çekilin’” diyor. “Bununla aramızda bir rabıta–ı rububiyet, bir merbutiyyet[10] başlayacaktır, ruh-u menfur ile kendisini tekrim edeceğim, bu sır benden başkasına aşikâr olmayacaktır.” diye onu dahi uzaklaştırdıktan sonra “Sen insansın!” diyor. Şimdi böyle geldikten sonra işte onun ezanını okuması; “Sakın aldanma müşterin Allah (cc) olsun, toprak olmasın yavrum!” Bir şey anlatamıyor muyum? “Senin müşterin Allah (cc) olsun, seni toprak satın almasın, Allah (cc) alsın. Binaenaleyh, işte geçireceğin ömür, şimdi senin kulağına ezanını okuduk, yarın bu ezanın musalla taşında namazı kılınacak. Cenaze namazında ezan var mı Yok. Neden? Vaktiyle okundu. Geçireceğin ömür, şu ezanla o namazın arsındaki vakittir. Sakın zalime satılma! Sakın kendin zalim olma! İnkâr kapısında gezinme, “ahh” alma! Çünkü zulüm kadar Allah’ın  (cc) gadabını derhal meydana getirecek hiçbir şey yoktur.” Onun için Peygamber (sav) öyle demiştir: “Zulüm Allah (cc) indinde küfürden çok fenadır.” Ya, öyle mi? Evet! Zulmü, küfürle ölçmez daha fenadır İndi İlahide. Onun içün Peygamber (sav) öyle der:

  كفر مع ولا يدوم  ظلم القوم يدوم مع

  Bir millet, e yanlış konuştum.

 القوم يدوم مع

 الكفر ولا يدوم مع الظلم

“Bir kavim küfür ile (bir millet küfür ile) yaşayabilir” diyor. “Kâfir olur yaşar. O bana aittir” diyor Huda. Sonra konuşuruz. Fakat zulüm ile yaşamaz. Onun içün İmam-ı Ali (kv) de öyle demiş:

السياسه لا تقوم الا بالعدل.   

Siyaset ancak adl ile kaimdir.” Bir cemiyeti… Oradaki siyaset, bizim bildiğimiz şey siyaseti değil. Diplomatlık değil. Bir cemiyetin toplu halinde, şahsiyet-i hükmiyesindeki varlık, bir milletin şahsiyet-i hükmiyesindeki varlık ancak ihkak-i[11] hak yerine getirilmek şartıyladır, der. Kaideyi külliye o. Orada o kadar titizdir ki, Ömer’e  (ra) darılmıştır. Halbuki Ömer (ra) hakkında Peygamber (sav) öyle demiştir: “Benden sonra adil dolayısı ile peygamber gelmek icap etseydi, yani adil sıfatı nübüvvete, tecellisine sebep olsaydı ve benden sonra da peygamber gelmeklik emr-i ilahide, irade-i subhanide olsaydı “Ömer gelirdi” diyor. O kadar adli üzerinde titiz bir adam. Öyle olmakla beraber, İmam-ı Ali (kv) kendisinde bir kusur bulmuştur. Bir Yahudi dava ediyor kendisini. Hazreti Ali’yi (kv) dava ediyor, Ömer de (ra) kadı. Hakim yani ya. Yahudi ile beraber, bugünki tabiri kullanalım, “duruşma” duruşmada ikisi yan yana oturuyor. Davacı Yahudi, Hazreti Ali (kv) orada, “Oturun!” Yahudinin iddiasını dinledikten sonra, “Ya Eba'l-Hasan” diyor Hazreti Ali’ye (kv), kaşlarını çatmış, rengi kaçmış Ali’nin (kv). Mahkeme devam etmiş. Anlamış ki Ömer (ra), darıldı. Dargın bir tavırla çıkmış.  Müteessir olmuş Hazreti Ömer (ra). Tabi ister mi Ali’nin (kv) darıldığını. Öyle der: لولا علي لهلاك عمر [12]. “Ali olmasaydı Ömer helakta idi.” İki sebepten dolayı. Bir çok sebepler  var ya iki tane hadise var da ondan. Bir tanesi şu. Peygamber Efedimiz (sav) güzel bir sohbette bulunuyorlarmış; biraz saygısızca bir sail gelmiş. Hani vardır ya böyle… işte anladın. Gönüller fethedilmiş, hak ve marifete taalluk eden bir mevzuu o kalplere yerleştirilirken lüzumsuz bir vaziyette bir sail geliyor, irfanı kısa. (Resulullah) Hz. Ömer‘e (ra) demiş ki: “Bunun dilini kesiverin” demiş. “Usulcacık dilini kesin” demiş. Hazreti Ömer (ra) işaret ediyor. Yolda giderlerken İmam-ı Ali (kv) rast gelmiş, kendilerine;

—Nereye gidiyorsun?

—“Emir aldım bunun dilini keseceğim ben” demiş.

—Nasıl, nasıl?

—Dilini keseceğim!

 —Anlat bana hadiseyi.

  “İşte...” demiş peygamber (sav) böyle emretti.

—Sakın dilini kesmeyesin, zalim olursun. “Bir şeyle bunun gözünü doyurun, bir şey verin” demek istemişlerdir.

Anlatabildim mi acaba? “Kendisine bir şey ikram edin, bir şey verin de iz’açı[13] kalksın.” Bulmuş kendisini... O zannediyor ki, "Beni Yahudi ile beraber oturttu.” Buna gücendi zannediyor Ömer (ra), demiş:

 —Bana kırgınsın, darılmışsın.“Evet” diyor.

—Nedir kusurum? Yahudi ile yan yana sizi oturttum diyerekten mi?

—“Hayır” diyor, “ Sen adaleti layıkıyla temsil edemiyorsun!”

—“Aman” demiş.

—Bana “Ya Eba’l Hasan” dedin, o makam bu hitaba beni layık kılmaz. Adalet makamında bana tevkir[14] tekrim edilmez.

Çünkü o günkü o halde, bir kimseyi künyesi ile hitap etmek, mesela “Ali” diye hitap etmiyor da “Ya Eba’l Hasan” tevkiri, tekrimi tebcili[15] mucip olan cümle.

—Adalet makamında bu sarf edilmez, ondan dolayı çok canım sıkıldı, müteessirim.

 Ağlamış, sarılmış, “Affet beni” demiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Ya, ne medeniyetler varmış âlemde. Vicdanlara hakiki hürriyet zevkini tattıran işte onlar. Hakiki hürriyet zevkini.

-Buraya nereden girdik?-

İnsanlar yalnız âlem-i hikmete konulmuş bir varlık zannediyorlar kendilerini, madde ile çerçeveliyorlar ve nihayet mahrumiyetle gelip geçip gidiyorlar. İnsanın bir veçhesi âlem-i Kudrete bağlı olduğunu söyledik. Âlem-i kudrette de aşk geçer. “Aşk”. Çünkü akıl bir yere kadar getirir, olmadığı vakitte başlarsın çırpınmaya. Aşka girdin mi vücudun yok, o vakit çırpınma yok. Gam yok. Ye’is yok. Onun içün öyle diyor: “Mümin’de ye’is olmaz diyor” Allah (cc). “Ye’is, ancak kâfirde olur” diyor Allah’ın (cc) tarifinde. Yani bir adam, beşeriyet bereket versin devam etmez. Bizim imanımız, iktiza-ı iman, ye’is gelirken onu def eder. Def edemiyorsa kendinden kork. Mal zayiine benzemez bu. Kalbindeki büyük varlık çekiliyor, demektir. Mahzun olmak başka, mahzun olabilirsin fakat mey’us olmak, ümitsiz olmak… Allah’ın canı sağ, neden mey’us oluyorsun? Hak varken o varlığa karşı biz de bir varlık mı var? O varlık olursa vicdanında iki kıble olur kardeşim. Bir kendi kıblen olur, bir de Hak olur. İki kıbleli insana Mümin denmez. Ya kendine tap ya Hakk’a tap. Ya kendine tap âlem-i nara gir, ya Hakk’a tap âlem-i nurda müstağrak kal. İkisi  olmaz. Kaç defa okuduk.

Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır[i]

 

Tabi buradaki aşkı, romanda okunan aşk olarak kabul etmiyorsunuz. Biz onu bahsetmiyoruz.

Ahlakın beyan etmiş olduğu aşk, aslını bulmak sevdasına denir. Kendi aslını… Zaten hilkatteki gaye de odur.

Niçün geldin bu âleme?

“Kendimi bulmaya geldim”  diyeceksin. Kaç yaşındasın? Elli kırk, buldun mu bulamadın. Çok yazık, bitmek üzeresin, ara çabuk bul! Zaman kısa müddet az, çok himmet. Âleme gelmeden gaye, kendini bulmak. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücuduna sarılmak ve onu görmek. O da akılla bulunmaz ha.

Tahkîk yolunda akl n'etsün

A‘mâ vü garîb kande gitsin[ii] demişler.

 

-Olmaz. Bak okuyayım sana bir şey daha iyi anla. İster misin? (Buyurun)-

Burada insanın, ahlakın putesinde eriye eriye nerelere kadar yükseleceğini beyan eden bir varlık vardır. Malum ya insan bir putede erimek ister. Buna canlı misal, birinci Ömer, ikinci Ömer. Tarihte bilirsiniz ki, Fahri Âlem (sav) Hira dağından  لا اله الا الله davasını açtığı zaman,

-Hemen hemen her hafta konuşuyorum bu mevzuu, yayasınız diyerekten.-

İrade-i ilahiyenin esbaba muhtaç olmadığını, bütün esbabın irade-i ilahiyeye muhtaç olduğunu beyan içün en canlı misaldir. Dünyayı en kesif bir zulmet perdesi kaplamıştı. Fuhuş memduhtu, edep mahduttu. Irz şeref namına satılırdı. Alçak insanlar iş başına getirilirdi. Zalimler tamamıyla kâinatı istila etmişti.  Beşeriyetin afakı öyle kararmıştı ki, kalp sahipleri nereden bir ışık gelecek diye boynunu büker, beklerdi. Umut edilmedik bir yerden, insan pişirici bir iklimden bir nur peyda oldu. -Her konuşmamda tekrar ettiğim gibi- ihkak-ı hak, zayıf kaviden hakkını alacak, aciz beşeriyete tapılmayacak, seciye-i insaniye ayak altına salınmayacak davası açılmıştır. O günün zalemesinin[16] işine gelmiyor. -Şöyle üç yüz sayfa atlayarak söylüyorum.- Nihayet, büyük müşrikler, eimme-i kefere[17] suikastler hazırladılar. Olmadı. “Bu işi toptan halletmek içün Hazreti Muhammed’in (sav) başını almak lazım” dediler. “Buna el arıyoruz”, dediler. Ömer çıktı meydana. Şimdi birinci Ömer. Düşünün bir defa, Hakk’ın dostunun vücudunu kaldıracak. Dar’ul nedvede kılıç kuşattırıldı, büyük müşrikler kendisinin karşısında hürmetle eğildiler, merasim yaptılar, nefsin vermiş olduğu zevk ile Ömer gayet gerilerek, “Yaratırım sevdasıyla, semayı yıkarım bakışı ile yeri ezerim yürüyüşü” ile yürümeye başladı. Onun o acayip tavrından yolda biri rast geldi. Niyetinin kötü olduğunu sezdi, mahsustan sordu: “Nereye” dedi.

—“Canım başımıza bela kesildi, şu Muhammed (sav) var ya, artık ben bu işin neticesini alacağım” dedi.

Gücü yetmez Ömer’e bir şey yapamaz fakat bir çevirme yapayım dedi.

—“İyi ama insan ilk önce kendi yakınından ıslaha çalışmalı.  Sence bu bir ıslah edilme şekliyse yakınından başlaman lazım.”

—“Ne o” dedi.

—“Enişten de pekâlâ kız kardeşin de elbette bilirsin, O’na tabi olmuşlar” dedi.

—“Ha, sende bu sırra agâhsın, sende onlardansın” dedi, bir hamle attı düştü bayıldı adam. Yürüdü gitti. Yürüdü gitti.

Taha suresi gelmişti. Ama ne incelikler var, Taha… “Taha”nın asıl manası, “Taha” Hazreti Muhammed’in (sav) ismi. Peygamber’in (sav) ismi. Peygamber’in (sav) çok ismi var; Taha, Yasin… İsmin manası; en temiz, en temizleyici. Hem temiz hem temizleyici. Hem mutahhir, hem mutahhar. Hem temizleyici, hem temizlenmiş. Anlatamıyor muyum acaba? Bu sure. Beyanat var aşağıya doğru, gelmişti. Bedir erkan-ı harbiye reisi Hubab  Bin Münzir (ra), bunları biraz bilmemiz lazım. Bir Fransız harbinden, yahut bir İngiliz harbinden konuşsak, o harpte erkan-ı harbiye reisi kimdir desek, cayır cayır bilir cevap veririz. Fakat manamıza taalluk eden, kendi varlığımızı gösteren desek ki, “Uhud da erkanı harbiye reisi kimdir?”, bileniniz bilmem var mı acaba? Belki var… Yani bol olması lazım. O da onu talime gitmişti. Hubab Bin Münzir (ra). Kime? Ömer’in (ra) kardeşi ile eniştesine. Doğru süratle geldi, kapıyı çaldı. Çalış tarzından Ömer’in kardeşi, hemşiresi, ismi güzel Fatıma Bint-i El-Hattab (ra): “Ömer geldi” dedi. Hemen Kur’an sayfasını yastığın arkasına gizlediler, Hubab’ı da zahire ambarına sakladılar. Bu işler yapılıncaya kadar kapı da gecikti. Açtı.

—“Ne yapıyordunuz?” dedi.

—“Meşguldük” dedi.

—“Kapıyı geç açtınız” dedi.

—“Evet biraz geç açtık.”

—“Hayır, siz bir şeyler mırıldanıyordunuz” dedi. “Benim işittiğime göre siz, Muhammed (sav)’e  tabi olmuşsunuz.

Eniştesi dedi ki: “Ömer insaf et, bulunduğumuz halden daha güzel bir hale, vicdanımıza sefa verecek bir manaya, istikbali bize layıkıyla gösterecek bir fikre, bir imana sahip olursak suç mu olur?”

 Hala konuşuyorsun!” dedi. Ona da bir hamle yaptı o da düştü. Hemşiresi kocasını kurtarmak maksadıyla geldi, “Ne yapıyorsun?” derken O’na da bir tane vurdu, şuradan zülfünün şurasından şuraya kadar yarıldı. Şöyle bir baktı… O kanının damlasında ne gördüyse… Eşyada can var, anlatabiliyor muyum? Eşya canlı. Onda ne gördüyse ona bakar bakmaz, pencereye koştu. Açtı, “Açık ilan ediyorum” dedi:

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

—“Ve kulağım kadar yapsan her parçamı… Davayı artık arş da duysun, sema da duysun.”

O onu yaparken Ömer de (ra)  yığıldı minderin üzerine. “Bir hayli şöyle toparlamak istedim, kalkamıyordu” diyor.

Diyor ki: “Benim vurduğum tokadın cinsinden tokat değildi kardeşimin vurduğu tokat. Çünkü ne iradem kalmıştı, ne kuvvetim kalmıştı, ne mefkurem[18] kalmıştı, böyle yokluyordum, kalkamıyordum. Biraz durduktan sonra gözüme ilişti.” “Onu bana verin” dedi.  “Onu bana verin!”

Bak aşk adama neler yaptırtıyor, aşk adama neler yaptırtıyor. Hemen o aldı o sayfayı, o Kur’an’ın o sayfasını.  Böyle sinesine basmış:

—“Beni imha edemeden alamazsın. Sevdiğimin mektubudur.”

İşaret etti, vermedi. Biraz, bir müddet vermedi. Sonra tekrar işaret edildi, “Bir hayır olur manası ile. “Şartı vardır” dedi, “Başka türlü vermem.” “Yıkan da vereyim.” “Ben kirli miyim?” dedi. “Manen çok kirlisin ama hiç olmazsa sureten yıkan.” Neyse uzatmayalım, bu da epeyi sürer bunu inceliklerini anlatmak. Aldı başladı okumaya. İkinci, üçüncü ayet-i kerimeyi okurken, “Bunlar olduğu içün bizi alakoymuşlar” diye içinden, içinden söylüyormuş. Sonra sormuşlar:

 —Niye böyle söylüyordun?

 Nerde” dedi şey, Soruyor Hazreti Fahri Âlem’i (sav).  İbni Erkam’ın (ra) evinde dediler. İbni Erkam’ın (ra) evinde derken, kocası işaret ediyor, “Söyleme” diyor. Doğru oraya yürümeye başladı. “Çok fenalık ettin” dedi, Hubab bin Münzir (ra), zahire ambarından çıktı.

—“Söylemeyecektin” yeri.

—“Ömer artık bir şey yapamaz. Ömer’in elinde nesi varsa almışlardır. Bir şey yapamaz.”

—“Nereden biliyorsun almışlardır.”

—“Bana tokadı vurduğu vakitte ben düşerken, beni birisi tuttu düşmedim. Farkında mısınız?”

— “Kimdi?” diyor.

—“Hazreti Muhammed (sav) arkamdaydı, böyle tutuyordu.”

İbn-i Erkam’ın (ra) evine geldi, kapıyı çaldı, orada otuz dokuz… O güne kadar otuz dokuz kişiydi, daire-i selamette bulunan. Sordular, kendi ismini verdi, Hazreti Hamza, Peygamber’in Amcası dedi ki: “Ömer gelmiş. 

Açın kapıyı!” dedi Peygamber (sav). Biraz tereddüt geçirdiler. Çünkü Ömer (ra) o zamanın öyle pazusunun karşısında duracak pek insan yok. Sayılı adamlardan.

Niye tereddüt ediyorsunuz, açsanıza kapıyı” dedi.

—“Efendim bir çirkinlik olmasın.”

—“Açın kapıyı siz.”

Dışarıya çıktılar, Hazreti Ali (kv) dedi ki: “Bir koluna sen gir, bir koluna da ben. Eğer bir çirkinlik niyeti olursa icabına bakarız” dediler. Açtılar kapıyı. Bir koluna biri girdi, bir koluna biri girdi. Tam böyle huzura getirirlerken,

—“Niye Ömer’in kolundan tutuyorsunuz, kollarını serbest bırakınız, gelsin bakayım.”

Kendi der buradan öbür tarafını, Ömer der ki: “Şöyle eteğimden tuttu, ‘Bu belindeki kılıçla mı beni ikiye ayıracaktın Ömer?dedi bir salladı. O sallanış tarzından ben zannettim ki bütün kâinat bana saplandı. İkinci bir vaziyette beni kaldırdı, baktım ki bir hafiflik içerisindeyim, ne şirkim kalmış, ne küfrüm kalmış.”

İşte ona pute derler, pute. Ondan sonra ilk gelişinde Re's-i Saadet-i Ahmediyeyi ayırmaklık için elindeki kılıcını sallıyor, ikinci gelişinde de haddizatında, “Buraya birisi bir tecavüz yapacak olursa icabına bakacağım” diyor. Birinci Ömer, ikinci Ömer. Anlatabiliyor muyum? Şimdi insanların da böyle devreleri vardır. Eğer bidayetinizde bir şekavet varsa, perdeyi gaflet açılmadan “ikinci Ömer” olalım. Anlatamadık mı? Zaman var daha. İşte ona aşk putesi denir. O putede eridikten sonra insan neler olur. Bak ne diyor:

Aşkda bi-meselem vahid-i bitayem ben.

-Hepsini tahlil edemeyeceğim ki birer birer anlatmak lazım.-

Bana manend bulunmaz kime hem-tayem ben.

Vahdete sığmaz ene’l-Hak sözünü söylemezem.

Rabbi erini demezem matlab-ı[19] Musayem ben.

 

Ahlakın putesinde, mananın varlığında, marifetin sahnesinde aşkın ortasında öyle bir hale geldim ki, Mansur evliyaullahdandır, “Ene’l-Hak” dedi, kendisinde  “Ene’l-Hak/ Ben Hakk’ım” dedi… “Vahdete sığmaz” diyor, demek ki kendini görmüş de “Ben Hakkım” demiş, ben öyle de demem diyor. “Rabbi erini demezem Musa yandı tutuştu, Ya Rabbi göreyim dedi, kendisine bir varlık verdi, birde Hakk’ı karşısına aldı, demek ki yine ikilik sahasındaydı, ben öyle de demezem.”

Rabbi erini demezem matlab-ı Musa’yem ben.

Musa’nın (as) aradığı benim” diyor. Bir şey anlatamıyor muyum acaba?

İhtiyarımla değil böyle makalat, beli.

Yar söyler bu sözü şecere-i sinayem ben?

 

Ne demek secere-i sina?  Cenabı Hakk’a, Musa: “Göreyim” dedi.

İki incelik anlatacağım size, eğer anlatabilirsem ben bahtiyarım. İnsanlar Hakk’ı çok bunaldıkları vakitte mülakat yapabilirler. İnsanlar Hakk’a kurbiyetlerini zevki sefalarında değil, inledikleri zaman yaparlar. Anlatamıyor muyum?

Hazreti Musa (as):  [20] اَرِن۪ٓي diyor daima. اَرِن۪ٓي  Yani manası ne bunun?  Göreyim Ya Rabbi seni.” Cenab-ı Huda da diyor ki:  لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ Katiyen beni göremezsin!”

Şimdi bunun arasında bir şey daha gizli. Gönlüme geldi, onu da söyleyeyim.

“… Didem, nemek-perverde-i aşkam. Zebani naz mi-danem.

Ben Musa Kelimullah gibi mahbubun, maşukun لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ sözünden, “Katiyen göremezsin” sözünden ümitsizliğe düşmem. O göremezsin sözünde, “görürsün” manası vardır.

Nemek-perverde-i aşkam,

Ben aşk sahrasının çocuğuyum. Oranın tuzunu ekmeğini yemişim, maşukun makam-ı nazdan konuşmasını çok iyi anlarım.” Bir şey anlatamadık mı acaba burada? Bu da güzel.

Şimdi biz gelelim asıl anlatacağımız yere. لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ böyle katiyen.

 “Lem le” demiyor da Huda, لَنْ  kelimesi tamamıyla şey eder, reddeder. “Göremez!” Neden?

 [21] فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ Bir kurbiyet makamı tecelli etti, işte işaretler var orada. “Ayakkabılarını çıkar, bu saye-i kutside ayakkabı ile gezilmez!” dedi Allah (cc) . فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ Biz onu, şöyle Türkçe tercümelerine bakarsak, böyle “Ayakkabılarını çıkar!” O ayakkabı değil. Hani deriz ya, “bu ayak bağı var” deriz. Yani bir sıkıntılı iş olduğu vakitte “şuraya gidelim”. “Gidemem”  Niçin?  “Çoluk çocuk var.” Ha, hatta Türkçemizde de bu darbı meseldir; “Ayak bağı var, köstek var” deriz. فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ Cenab-ı Huda diyor ki: “Bu kuts-i lahutta, tecelliye mazhar olabilmeklik içün sen bütün varlığını atmadıkça olmaz. Soyun bir defa” diyor.  فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ

 (Şöyle bir yüz sahifeyi ayıralım, bugün vakit yok. Sıhhatim de o kadar iyi değil hepsini anlatamayacağım, sırası gelirse anlatırız, size lazım gelen yeri söyleyeyim.)

Nihayet Huda dedi ki: “Bak bakalım şu cebele” dedi. Tecelliyat-ı ilahiye de cebel (dağ) parçalandı.  O bir zahirde cebel var, bir de batında cebel var. Kendi Musa, Musa’nın(as) kendi varlığı parçalandı. Anlatamıyor muyum acaba? Nihayet “İnnî en'Allâh” narasını yanar bir ateşten işitti. Mevlana  der ki: “Kur’an’ın beyanatından açık anlaşıldığına göre, bir ağacın ‘İnnî en'Allâh’ narasına iman eder de bir kimse, bir Hazreti insanın ‘İnnî ene’l-Hak’ narasına niye iman etmez.” Bir şey anlatamıyor muyum? Mühim nokta bu.

İncelik bu, Musa (as) bu hitabı, çok bunalmıştı, ateş arıyordu. Çok kuvvetli aradığı şey üzerinden Huda tecelli etti. Anlatabildim mi, insanlar çok bunaldığı zamanda, bunalmış olduğu sıkılmış olduğu haletle, Allah (cc) ile mülakat yapar. Yine iyi anlatamadım ama. Bir incelik bu, ikinci incelik: Niçün ağaçtan o hitabı aldı? Huda: “Beni kayıtlama” diyor, “Her varlık Bendedir. Mevcudatın hiçbir zerresine nazar-ı hakaretle bakma, her şeyi muhit olan benim.” Anlatabildim mi acaba? Biraz zor.

Aşkda bi-meselem vahid-i bitayem ben.

Bana manend bulunmaz kime hem-tayem ben.

Vahdete sığmaz “ene'l-Hak” sözünü söylemezem.

Rabbi erini demezem matlab-ı Musa’yem ben.

İhtiyarımla değil böyle makalat beli.

 Yar söyler bu sözü şecere-i sinayem ben?

Her ne güftare gelür, talimi dildar iledir.

 Arifem ilm-i ledün ile cüdayem ben.

Saye-i mihride perverde-i şahbaz-ı cemal

Kaf-ı aşk üzere karar eylemiş ankayem ben.

Ne görür zahide ama vu ne bilir bi-haberan.

Âlem-i gaybi denem,  heyet-i kübrayem ben.

 

Demek ki insan, âlem-i gaybda varlığın heyet-i umumisini taşıyan bir manadır. Şimdi bu geniş manaya Cenab-ı Hak insana ihsan ettiği halde, insan nasıl olur da makam-ı süfliyata düşer? Nasıl olur da insana bu ağırlık gelir? Allah (cc) merhamet etsin. 

Aşık-i kuşe nişinem neysem… Orada bir yerde  mana çıkmıyor. Yanlış yapmışım. Haftaya tashih ederim neyse. Hah, çıktı.)

Aşık-i kuşe nisinem, ne işim vaizlen.

Güft-ü gu eylemezem enis-i manayem ben.

 

Dedikodu şöyle idi böyle idi, ne işim var benim onlan.

 

Bende-i ali aba hü, manzarı sıdkı baha,

Mazharı lütfu huda, saye-i mevlayem ben.

Hasid ey nur-i nigari Nice inkar eyler,

Eyler ikrar, kamu şemsi hüveydayem ben.

 

Bugünki konuşma bu kadar yeter.



[1] Taha Suresi 124. Ayet-i Kerime  وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى

Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.

[2] İbka: Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek.

Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri beğenilenlerin yeniden bir sene için yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi. Mc: Sınıfta bırakmak.

[3] Bakara Suresi 275. Ayet-i Kerime: اَلَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُٓوا اِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰواۢ وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ فَمَنْ جَٓاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه۪ فَانْتَهٰى فَلَهُ مَا سَلَفَۜ وَاَمْرُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ وَمَنْ عَادَ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ

Meali Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, "alışveriş de faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah'a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır.

[4] Tâhâ Suresi 53. Ayet-i Kerime اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى

Meali: O ki sizin Arzı bir beşik yaptı ve onda size yollar açtı ve Semadan bir su indirdi de bu sebeble muhtelif nebattan çiftler çıkarmaktayız

 

 

[5] Takarrür : Yerleşme, karar kılma.

[6] Fani: Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir.

[7] Hanin: Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış, Şevk ve arzu.

[8] Hadfis-i Şerif Buharî. Cenaiz. 80., Kader, 22,23,24; İbn Hanbel, II, 315, 346.

[9] Sâlim(e): Sağlam. Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.

Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler. İçinde harf-i illet bulunmayan kelime.

[10] Merbutiyyet:                Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik.

[11] İhkak Mazlumun hakkını zâlimden almak. Hakkı yerine getirmek. Hak ile hasmına galib olmak.

[12] Menakıb-i İbn-i Şehr Aşub, c. 1, s. 496; Bihar c. 40, s. 332

[13] İz’aç: Rahatsız etme, can sıkma, baş ağrıtma.

[14] Tevkir: Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.

[15] Tebcil: Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.

[16] Zaleme: (Tekili: Zâlim) Zâlimler.

[17] Eimme-i kefere:  Kafirlerin en büyükleri.

[18] Mefkure: (Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl.

[19] Matlab: İstek, istenilen şey.

[20] Araf Suresi 143’nci Ayet-i Kerime وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ

Meali: Ne zaman ki, Musa, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. "Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana". dedi. Rabbi ona buyurdu ki; "Beni katiyyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin". Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, "Sen sübhansın", "tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim," dedi.

[21] Taha Suresi 12’nci Ayet-i Kerime اِنّ۪ٓي اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ

Meali: "Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal bir vadi olan Tuvâ'dasın."



[i] Müseddes

Tedbiri terk eyle takdir Hudanındır

Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır

Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır

Devran olalı devran erbab-ı safanındır

 

Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

 

Meyhaneyi seyrettim uşşak a mataf olmuş

Teklif ü tekellüften sükkan-ı mu'af olmuş

Bir neş'e gelip meclisbi-havf u hilaf olmuş

Gam sohbeti yad olmaz meşrepleri saf olmuş

 

Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

 

Ey dil sen o dildare layık mı değilsin ya

Da'va-yı muhabbete sadık mı değilsin ya

Özrü nedir Azranın Vamık mı değilsin ya

Bu gam ne gezer sende aşık mı değilsin ya

 

Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

 

Mahzun idi bir gün dil meyhane-i ma'nada

İnkara döşenmiştim efkar düşüp yada

Bir pir gelip nagah pend etti ale'l-ade

Al destine bir bade derd ü gamı ver bada

 

Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

 

Bir bade çek kap mecliste zeber-dest ol

Atma ayağın taşra meyhanede pa-best ol

Alçağa akar sular pay-ı huma düş mest ol

Pür-cuş olayım dersen Galib gibi sermest ol

 

Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

 

Şeyh Galib

[ii] Leyla vü Mecnun / Fuzuli

 

Bu arsada her eser ki gördüm

Sensen dedüm ol eser yögürdüm

Çün verdi hayâl ana ham ü pîç

Men münfa‘il oldum ol eser hîç

Men akldan isterem delâlet

Aklum mana gösterür dalâlet

Tahkîk yolında akl n’etsün

A‘mâ vü garîb handa getsün

Tevfîk edesen meğer refîkum

Tâ sehl ola şiddet-i tarîkum

Gör hırsumı istegünce ver kâm

Senden ikbâl ü menden ikdâm

îlmünde ıyândur i‘tikâdum

Sensen senden hemîn murâdum

Dünyâ nedür ü ta‘allukâtı

Endîşe-i mevtdür hayâtı

Ammâ demezem yamandur ol hem

Ser-menzil-i imtihândur ol hem

Bi’llâh ki bu dil-fîrîb menzil

Eyle mana verdi râhat-i dil

Kim eski makâmumı unutdum

Sandum vatanum makâm dutdum

Müşkil gelür imdi terkin etmek

Bir özge makâma dahi getmek

 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017