047 ( 31.05.1959) 53 dk. (305)
.......manası nedir?
Kesafeti, sıkleti, sureti,
boyunun alabileceği kadar iki metre uzunluğunda bir çukura girer sığar da kendi
manasına neleri alır?
İşte bu en güç mevzuyla alakadar bir müessese. İki veçhesi var insanın, bir veçhesi âlem-i hilkate nazır, bir veçhesi âlem-i Kudrete çevrilmiş. Âlem-i hikmetle âlem-i Kudrete raptedilmiş. Âlem-i hikmete taalluk eden sahasında akıl geçiyor, fakat akılda nihayet bir yere kadar geliyor, “senin durak yerin burası deniyor” oradan ileriye yol verilmiyor. Beşeri şaşırtan şey, hilkatindeki varlığı yalnız âlem-i hikmete bağlı zannıdır. Ve o âlem-i hikmete bağlı olmak zannı ile zavallı boynunu inceltir. Hâlbuki âlem-i kudrete ait olan ömre nispeten, âlem-i hikmetteki ömrü bir andır, bir dakikadır.
Dünya öyle bir maldır ki, hiç
kimseye malını vermez; Dünya öyle bir evdir ki, hiç kimseye evini vermez. Şimdi
hiç kimseye bir şeysini vermeyen bir sahada mağrur olmak demek, katiyen akla
sahip olmamak demektir. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Onun için büyük
kitap… Yani hiçbir zaman… -Kelime bulamıyorum tarif etmek için de onun için
duruyorum.- Şöyle tarif edelim; beşer ister tasdik etsin, ister etmesin, Kur’an
denilen muazzam bir kitap var. Maşukun mektubu yani Allah’ın (cc) mektubu. “Kur’an”
konmasındaki isim, ism-i… Kur’an’ın manası, “okunacak” demektir. “Okunacak”
dendiği vakitte, böyle bir adam alıp da böyle okuyacak manasına değil. “İla
maşaAllah O’nun dediği olacak!” demektir. Anlatabiliyor muyum acaba? O’nun
dediği olacak… E bu asırda da mı ? Evet! O’nun dediği olur. Her asırda O’nun
dediği olur. Hangi hadiseyi açarsan O'nun orada yerini bulursun. Mesela;
[1]
وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً
ضَنْكًا Bu O’nun ufak bir
cümlesi. Bütün mevcudat şu cümlesinin karşısında tutunamıyor. Kim ki saha-ı
maddede biraz ilerler de, madde ile manayı beraber götürmez… Sırf manada
ilerlerse yine yıkılır, sırf maddede ilerlerse yine yıkılır. Muvazene
yaparaktan gidecek, çünkü insan dendiği vakitte, madde ile mana birleşildiği
vakitte insan deniyor. Anlatabildim mi? İkisi beraber, omuz omuza yürüyecek.
Biri terk edilir, biri ibka[2]
edilirse, yine yıkım başlar. Manayı terk eder de yalnız maddede biraz ilerler
ve ona tapmaya başlarsa; “Ben huzur
içinde yaşatmam” diyor. İşte bugün de dünyanın hiçbir yerinde huzur yoktur.
İnsanlar biraz tenekecilikte ilerlediler, azıcık şöyle semaya çıkar gibi haller
gösterdiler, biraz denizin dibinde gezindiler, ondan sonra Kudret’le azamet yarışına
kalktılar; başladılar zayıfın hakkını kaviler vermemeye. Anlatamıyor muyum? “Yaratırım
sevdası” geldi! Kudret musluğu sıktı. Huzurla yaşamak; gözüyle göremediği kendi
varlığının içerisindeki, manasının merkez-i hükümeti insanisi olan kalbine
malik olmak demektir. Ona kimse şimdi sahip değil. Durur! Serveti çok, fakat
huzuru yok. Büyük masası var, en büyük kasa, en büyük rütbe, en büyük cah,
fakat o yok. İşte dediği gibi oluyor. Anlatabildik mi? Ufak bir misal. İki şey
koymuştur.
[3] وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ
“Sen çalış, ben yiyeyim” kaidesini bununla
yıkıyor Allah (cc). “Bunu dinlemezseniz haddizatında
fakirle zengini bir birine düşman yapacağım. Ben düşman yaptığım müddetçe de
siz huzura kavuşamazsınız.” Bugün, bütün dünya sahasında fakirle zengin
birbiri ile anlaşamamıştır. Muvazene yoktur, haber verdi. Anlatabiliyor muyum?
Şu ufacıcık nazmın karşısında tutunamıyor. Hah, bunları anlatmaktan maksadım,
şimdi oradan bir şey söyleyeceğim de iyi anlaşılsın içün. Ebediyete taalluk
eden yani âlem-i Kudrette açılacak olan ömrüne taalluk eden sahanın varlığına
nispeten bu sahadaki ömür bir an gibidir. Onun içün der ki Huda;
[4]
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا
Biz o kitabı inceleyerek okumuyoruz. Böyle açarız
tercümesi de olsa gelir geçer. Fakat üzerinde durmak lazım. Azıcık kafası
işleyen bir adam bir satır yazdığı vakitde, şöyle durursun, “Acaba bunda ne mana çıkarıyor?” “Bunun
zahiren tahsil edilen manası bu, ama muradı nedir?” Bu Allah’ın (cc) beyanı.
Her kelimenin üzerinde durmak lazım.
اَلَّذ۪ي
جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا
“Ben nas’a” diyor… Çünkü evet suret itibariyle hepimizin iki eli
iki ayağı şöyle gözü filan yürür gideriz fakat büyük kitabın işaratında “insanı
şundan yarattım” der, “bundan yarattım” der, her birisinde ayrı tarif eder. Beş
altı tarif geçer. Demek oluyor ki, o tarifin içerisinde gizlenmiş manalar var.
Şimdi “nas” dediği vakitte bir mana ayrılır, “insan” dediği vakitte yine bir
mana ayrılır, “iman sahasına girenlere” hitap ettiği vakitte yine bir mana
çıkar. Kur’an’da esrara vakıf olanlar vardır, esmaya vakıf olanlar vardır,
manaya vakıf olanlar vardır.
-Şimdi bunlar sizin
zihninizi bööyle bir duman halinde kaldırdı. Bir şey de anlatamadık. İlerde
açarız, yine anlaşılır. Hepsi birden olmuyor. Bir zor yere girdik. Bunları
söylemeyecektim, böyle bir yol girdi, şimdi bakalım nasıl çıkacağız altından?
Ama bu söyleyeceğim misalle çıkacağız inşaAllah.-
İnsan büyüyünce beşiğe
girer mi? İki aylık, üç aylık beş aylık, altı aylık, nihayet yaşında, bir buçuk
yaşında iken güzel bir beşikte sallanır ve onu ister. Bir beşik ister, değil
mi? Fakat kocaman oldu, yirmi-otuz yaşına girdi, ona desek ki: “Şu beşiğe gir
de yat bakalım” böyle bir bakar. Öyle değil mi? Kabul etmez di mi? Ee Allah
(cc) diyor ki:
اَلَّذ۪ي
جَعَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا
“Ben size yeryüzünü beşik yaptım” diyor. Fakat bunu hitap
ederken, bu beyanı yaparken nas’a hitap ediyor. “Nas’a, yeryüzünü beşik yaptım.”
Nasıl büyüyen bir kimse beşiğe girmezse, Hakk’a kendini kabul ettirmiş olan
insan da beşikte kalmak istemez. -Bir şey anlatamadık mı acaba? Bir şey
anlaşıldı zannederim. Cümle teşkilatı bozuk olmak şartı ile yine bir şey anlaşıldı.- “Nas, nisyandan müştaktır.”
Nisyan gaflet demektir.
Gaflette olandan nisyan olur, di mi ya? Hak’tan gafil olanlara Cenab-ı Huda bu
arzı bir beşik olarak tarif ediyor. Fakat tekâmül eder de makam-ı insaniyete
kadem basarsa, “O’nun enisi, yârı, nigârı
ben olurum” diyor. Şimdi beşeriyetin
ekserisi nas mevkiinde kaldığından dolayı hayatı cidal olaraktan… Yani bütün
sanki her iş bu âlemde tamamen takarrür[5]
edecek, işi burada tamamiyle halledecekmiş zannı ile ihtirasat-ı nefsaniye ile
bir çalışma başlıyor ve neticesinde hüsran ile herkes gelip, geçip, göçüp gidiyor. Orta yerde bir
şey yok. Günah değil mi? İşte bu incelikleri anlatan varlığın adına ahlak
deniyor.
Yalnız âlem-i hikmeti
kabul ediyor, âlem-i hikmette de akıl geçiyor, onun içün akla tapıyor. Dört konuşmadır, beş konuşmadır, aklın vazifesini terk ettiğini
anlatıyorum. Bilmem farkında mısınız? Çünkü akıl gayet keskin bir kılıçtır.
Çok işe yaradığı gibi çok kere de insanı mahveder. Beşer manadan soyunup da
yalnız maddede aklını kullanacak(konumlanacak) olursa, mahrumiyete götürür o akıl adamı. Kötülüğün çıkmasına mani
olacak neler varsa onları halletmeye başlar. İyiliği meydana çıkarmak içün
değil. Fena bir fikri meydana çıkarmaklık içün onun çıkmasına hangi şey
manidir, onu arar. Yani akıl manadan soyunduğu vakitte, ahlakı attığı vakitte
insana zarardır. Ve dikkat ederseniz tarihte, en büyük
fenalıkları ahlaktan soyunmuş olan akıllı adamlar yapmıştır. Ahlakı
atmış, manaya cephe almış, -Allah’a (cc) düşman olmuş, tek bir tabirle-
ebediyeti inkâr etmiş, bu sahada bulunan akıllan milyarlarca insanı ufak bir
keyfi için yakmıştır. Tekâmül eden bir devre-i insaniyeyi kendi keyfi içün, iki
yüz senede meydana gelebilecek bir varlığı, iki saniyelik bir keyif için yakar
atar.
Evet aklın tarifinde, akıl
hissin galatlarını tashih etmeye memurdur ama bu tarife girmez de hissin
galatlarına hizmete başlarsa… Bilmem anlatabiliyor muyum? Vazifesini yapmaz da
ters tarafında kullanırsan… Ki, tarih bize bunu çok iyi gösterir. Daimi
surette cemiyeti insaniyede en büyük kötülükler, Hak’tan uzak olan akıl
sahipleri tarafından meydana gelmiştir. Hak’la arası açık… Gider. Hâlbuki
beşer, o kadar büyük bir manaya sahip ki, o kadar büyük bir varlığa malik ki,
âlem-i hikmette ki vücudunun kıymeti yok. Bizim âlem-i hikmetteki vücudumuz
nihayet soluyor di mi ya? İşte bitmek üzere. Doğumla ölüm arasında bir fark yok
ki.
Eski konuşmalarımda
söylemişimdir, İslam ananesinde bu çok güzel anlatılmıştır ve hiçbir yerde
yoktur. Hiçbir varlıkta, hiçbir toplulukta bu fevkaladeliği göremezsiniz. Bizde
çocuk olduğu vakit, efdal olanı üç ezan sonrasında kulağına bir ezan okunur
onun, ismi konurken. -Ama belki şimdi yapılmaz, belki gülünür.- Biz, felaha
davet eden cümleler konuşulduğu vakitte güleriz, medeniyetini taklit ettiğimiz sahada
iki tahtayı böyle birbirine bağlar, karşısında boynunu büker ağlar ona karşı hiç
sesimizi çıkarmayız. Anlatamıyor muyum acaba? Felaha davet eden cümleler ki,
her birisi tahlil edildiği vakitte insanın gönlünde bir ayrı kaynama başlar, bunlar
konuşulduğu vakitte birbirimizlen güleriz, fakat medeniyetini taklit ettiğimiz,
tapındığımız sahada, iki tahtayı şöyle birbirine kor, o gider milyonerdir, o binlerce
ilim kitabı yazmıştır, münevverdir, hakikaten mevzu vermiştir ilimlere, o
sahada tekâmül etmiş şahıstır, hakikaten fen sahasında ihtiralar yapmıştır,
fakat onun karşısına gider, “o bir manayı temsil ediyor” der, hüngür hüngür
ağlar ve çoluğunlan çocuğunlan gider, “hık”
diye bir ses çıkmaz, ne öksürük vardır, ne aksırık vardır, orada fani olur,
vücut öksürmez ki. Sen diyorsun ki; “Ben ne
yapayım öksürüğüm geldiği vakitte?” Hayır,
biz o manada kendimizi yok edemediğimizden dolayı mazuruz. Öksürürüz de
hıçkırırız da bağırırız da… Fakat o öyle bir aşk ile girer ki, o putunun
karşısında boynunu eğdiği vakitte kendi yoktur. Ne öksürür ne nefes sesi gelir.
Fani[6]
(Hanin[7])
olmuştur orada o. Anlatabildim mi acaba? Ya... Ee öyle
olursa ne olur? Allah (cc) verir. Netice itibariyle taş olsun, toprak olsun,
hepsi Allah’ın (cc) malı değil mi? “Yanlış
görüyor, beni orada görmek istiyor” der, “Peki al!” der. Çünkü bütün netice itibariyle varlık kendine aittir. Derle topla onu nihayet
götürür, illeti ula Allah (cc) çıkar. “Sen benim namıma mı buna boyun eğdin, di
mi? Al! Ne istiyorsan al!” der.
-Dünyadaki yaşayışımızın
anlarını anlatıyorduk di mi? Burada kaldık.-
Üç ezan sonra, doğarsa bizim
manevi ananemizde, onun ismi konurken, kulağına ezan sağ kulağına, sol kulağına
doğru da kamet yapılır. Ee onları, o vakitleri geçirmiş o vakitte, ya idrak
edememiş, yahut mani olmuş olursa zararı yok. Daha sonra da olur ama efdal
olanı o. “Kazaya kalmış namaz gibi” olur, öbür sonra olursa. İlk dersi o vakit
verir. İnsani seciyeyi o vakit, onun manasına yerleştirmeye çalışır. O nedir
bilir misiniz?
اسلام كلُّ مولودٍ يولَدُ على الفطرةِ [8] Beşeriyetin fahri ebedisi diyor ki: “Her insan selamet-i fıtriye ile bu âleme
gelir.” Anlatabildim mi? “Fıtraten
salim[9]”
o sonradan değişir, selamet-i fıtriye ile gelir. “Ey selamet-i fıtriye ile
sahne-i şuhuta, bir vakit ilm-i ilahide bulunan…” Allah (cc) çok kıymet veriyor di mi? Bizi bir
vakit ilminde tutuyor, sonra âlem-i gayba gönderiyor, sonra mana-ı küllide seyirler
yaptırtıyor, mana-ı buruc-u isna aşerde gezdiriyor, kevakib-i sab’a, seyyarat-ı
sab’a, semavat, anasır âlemi, nihayet mahalli tekvin olan rahm–ı mader, bir
vakit zahr–ı pederde, bir vakit rahm–ı maderde, ondan sonra bir imza vuruyor.
Ve o imzayı da vururken, manzume–i melekûta dahi: “Ayrılın bakalım, çekilin’” diyor. “Bununla aramızda bir rabıta–ı rububiyet, bir merbutiyyet[10]
başlayacaktır, ruh-u menfur ile kendisini tekrim edeceğim, bu sır benden
başkasına aşikâr olmayacaktır.” diye onu dahi uzaklaştırdıktan sonra “Sen insansın!” diyor. Şimdi böyle
geldikten sonra işte onun ezanını okuması; “Sakın aldanma müşterin Allah (cc)
olsun, toprak olmasın yavrum!” Bir şey anlatamıyor muyum? “Senin müşterin Allah
(cc) olsun, seni toprak satın almasın, Allah (cc) alsın. Binaenaleyh, işte
geçireceğin ömür, şimdi senin kulağına ezanını okuduk, yarın bu ezanın musalla
taşında namazı kılınacak. Cenaze namazında ezan var mı Yok. Neden? Vaktiyle
okundu. Geçireceğin ömür, şu ezanla o namazın arsındaki vakittir. Sakın zalime
satılma! Sakın kendin zalim olma! İnkâr kapısında gezinme, “ahh” alma! Çünkü
zulüm kadar Allah’ın (cc) gadabını
derhal meydana getirecek hiçbir şey yoktur.” Onun için Peygamber (sav) öyle demiştir:
“Zulüm Allah (cc) indinde küfürden çok
fenadır.” Ya, öyle mi? Evet! Zulmü, küfürle ölçmez daha fenadır İndi
İlahide. Onun içün Peygamber (sav) öyle der:
كفر مع ولا يدوم ظلم القوم
يدوم مع
Bir
millet, e yanlış konuştum.
القوم يدوم مع
الكفر ولا يدوم مع الظلم
“Bir kavim küfür ile (bir
millet küfür ile) yaşayabilir” diyor. “Kâfir olur yaşar. O bana aittir” diyor
Huda. Sonra konuşuruz. Fakat zulüm ile yaşamaz. Onun içün İmam-ı Ali (kv) de öyle
demiş:
السياسه لا تقوم الا بالعدل.
“Siyaset ancak adl
ile kaimdir.”
Bir cemiyeti… Oradaki siyaset, bizim bildiğimiz şey siyaseti değil. Diplomatlık
değil. Bir cemiyetin toplu halinde, şahsiyet-i hükmiyesindeki varlık, bir
milletin şahsiyet-i hükmiyesindeki varlık ancak ihkak-i[11]
hak yerine getirilmek şartıyladır, der. Kaideyi külliye o. Orada o kadar
titizdir ki, Ömer’e (ra) darılmıştır.
Halbuki Ömer (ra) hakkında Peygamber (sav) öyle demiştir: “Benden sonra adil
dolayısı ile peygamber gelmek icap etseydi, yani adil sıfatı nübüvvete, tecellisine
sebep olsaydı ve benden sonra da peygamber gelmeklik emr-i ilahide, irade-i
subhanide olsaydı “Ömer gelirdi” diyor. O kadar adli üzerinde titiz bir adam.
Öyle olmakla beraber, İmam-ı Ali (kv) kendisinde bir kusur bulmuştur. Bir
Yahudi dava ediyor kendisini. Hazreti Ali’yi (kv) dava ediyor, Ömer de (ra)
kadı. Hakim yani ya. Yahudi ile beraber, bugünki tabiri kullanalım, “duruşma” duruşmada
ikisi yan yana oturuyor. Davacı Yahudi, Hazreti Ali (kv) orada, “Oturun!”
Yahudinin iddiasını dinledikten sonra, “Ya Eba'l-Hasan” diyor Hazreti Ali’ye
(kv), kaşlarını çatmış, rengi kaçmış Ali’nin (kv). Mahkeme devam etmiş. Anlamış
ki Ömer (ra), darıldı. Dargın bir tavırla çıkmış. Müteessir olmuş Hazreti Ömer (ra). Tabi ister
mi Ali’nin (kv) darıldığını. Öyle der: لولا علي لهلاك عمر [12]. “Ali olmasaydı Ömer helakta
idi.” İki sebepten dolayı. Bir çok sebepler
var ya iki tane hadise var da ondan. Bir tanesi şu. Peygamber Efedimiz
(sav) güzel bir sohbette bulunuyorlarmış; biraz saygısızca bir sail gelmiş.
Hani vardır ya böyle… işte anladın. Gönüller fethedilmiş, hak ve marifete
taalluk eden bir mevzuu o kalplere yerleştirilirken lüzumsuz bir vaziyette bir
sail geliyor, irfanı kısa. (Resulullah) Hz. Ömer‘e (ra) demiş ki: “Bunun dilini
kesiverin” demiş. “Usulcacık dilini kesin” demiş. Hazreti Ömer (ra) işaret
ediyor. Yolda giderlerken İmam-ı Ali (kv) rast gelmiş, kendilerine;
—Nereye gidiyorsun?
—“Emir aldım bunun dilini keseceğim ben” demiş.
—Nasıl, nasıl?
—Dilini keseceğim!
—Anlat bana
hadiseyi.
“İşte...” demiş peygamber
(sav) böyle emretti.
—Sakın dilini kesmeyesin, zalim olursun. “Bir şeyle bunun gözünü doyurun, bir şey
verin” demek istemişlerdir.
Anlatabildim mi acaba? “Kendisine bir şey ikram edin, bir şey verin de iz’açı[13]
kalksın.” Bulmuş kendisini... O zannediyor ki, "Beni Yahudi ile beraber oturttu.” Buna gücendi zannediyor Ömer (ra),
demiş:
—Bana kırgınsın,
darılmışsın.“Evet” diyor.
—Nedir kusurum? Yahudi ile yan yana sizi oturttum
diyerekten mi?
—“Hayır” diyor, “ Sen adaleti layıkıyla temsil edemiyorsun!”
—“Aman” demiş.
—Bana “Ya Eba’l Hasan” dedin, o makam bu hitaba beni layık
kılmaz. Adalet makamında bana tevkir[14]
tekrim edilmez.
Çünkü o günkü o halde, bir kimseyi künyesi ile hitap
etmek, mesela “Ali” diye hitap etmiyor da “Ya Eba’l Hasan” tevkiri, tekrimi tebcili[15] mucip olan cümle.
—Adalet makamında bu sarf edilmez, ondan dolayı çok canım
sıkıldı, müteessirim.
Ağlamış, sarılmış,
“Affet beni” demiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Ya, ne medeniyetler varmış
âlemde. Vicdanlara hakiki hürriyet zevkini tattıran işte onlar. Hakiki hürriyet
zevkini.
-Buraya nereden girdik?-
İnsanlar yalnız âlem-i hikmete konulmuş bir varlık
zannediyorlar kendilerini, madde ile çerçeveliyorlar ve nihayet mahrumiyetle
gelip geçip gidiyorlar. İnsanın bir veçhesi âlem-i
Kudrete bağlı olduğunu söyledik. Âlem-i kudrette de aşk geçer. “Aşk”. Çünkü
akıl bir yere kadar getirir, olmadığı vakitte başlarsın çırpınmaya. Aşka girdin
mi vücudun yok, o vakit çırpınma yok. Gam yok. Ye’is yok. Onun içün öyle diyor:
“Mümin’de ye’is olmaz diyor” Allah (cc). “Ye’is, ancak kâfirde olur” diyor
Allah’ın (cc) tarifinde. Yani bir adam, beşeriyet bereket versin devam
etmez. Bizim imanımız, iktiza-ı iman, ye’is gelirken onu def eder. Def
edemiyorsa kendinden kork. Mal zayiine benzemez bu. Kalbindeki büyük varlık
çekiliyor, demektir. Mahzun olmak başka, mahzun olabilirsin fakat mey’us
olmak, ümitsiz olmak… Allah’ın canı sağ, neden mey’us oluyorsun? Hak varken o
varlığa karşı biz de bir varlık mı var? O varlık olursa vicdanında iki kıble
olur kardeşim. Bir kendi kıblen olur, bir de Hak olur. İki kıbleli insana Mümin
denmez. Ya kendine tap ya Hakk’a tap. Ya kendine tap âlem-i nara gir, ya Hakk’a
tap âlem-i nurda müstağrak kal. İkisi olmaz. Kaç defa okuduk.
Aşıkta
keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır[i]
Tabi buradaki aşkı, romanda okunan aşk
olarak kabul etmiyorsunuz. Biz onu bahsetmiyoruz.
Ahlakın beyan etmiş olduğu aşk, aslını
bulmak sevdasına denir. Kendi aslını… Zaten hilkatteki gaye de odur.
Niçün geldin bu âleme?
“Kendimi bulmaya geldim” diyeceksin. Kaç yaşındasın? Elli kırk, buldun
mu bulamadın. Çok yazık, bitmek üzeresin, ara çabuk bul! Zaman kısa müddet az,
çok himmet. Âleme gelmeden gaye, kendini bulmak. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz
sizsiz konuşan vücuduna sarılmak ve onu görmek. O da akılla bulunmaz ha.
Tahkîk yolunda akl n'etsün
A‘mâ vü garîb kande gitsin[ii] demişler.
-Olmaz. Bak okuyayım sana bir şey daha
iyi anla. İster misin? (Buyurun)-
Burada insanın, ahlakın putesinde eriye
eriye nerelere kadar yükseleceğini beyan eden bir varlık vardır. Malum ya insan
bir putede erimek ister. Buna canlı misal, birinci Ömer, ikinci Ömer. Tarihte
bilirsiniz ki, Fahri Âlem (sav) Hira dağından
لا
اله الا الله davasını açtığı zaman,
-Hemen hemen
her hafta konuşuyorum bu mevzuu, yayasınız diyerekten.-
İrade-i
ilahiyenin esbaba muhtaç olmadığını, bütün esbabın irade-i ilahiyeye muhtaç
olduğunu beyan içün en canlı misaldir. Dünyayı en kesif bir zulmet perdesi
kaplamıştı. Fuhuş memduhtu, edep mahduttu. Irz şeref namına satılırdı. Alçak
insanlar iş başına getirilirdi. Zalimler tamamıyla kâinatı istila etmişti. Beşeriyetin afakı öyle kararmıştı ki, kalp
sahipleri nereden bir ışık gelecek diye boynunu büker, beklerdi. Umut edilmedik
bir yerden, insan pişirici bir iklimden bir nur peyda oldu. -Her konuşmamda
tekrar ettiğim gibi- ihkak-ı hak, zayıf kaviden hakkını alacak, aciz beşeriyete
tapılmayacak, seciye-i insaniye ayak altına salınmayacak davası açılmıştır. O
günün zalemesinin[16]
işine gelmiyor. -Şöyle üç yüz sayfa atlayarak söylüyorum.- Nihayet, büyük
müşrikler, eimme-i kefere[17]
suikastler hazırladılar. Olmadı. “Bu işi
toptan halletmek içün Hazreti Muhammed’in (sav) başını almak lazım”
dediler. “Buna el arıyoruz”, dediler.
Ömer çıktı meydana. Şimdi birinci Ömer. Düşünün bir defa, Hakk’ın dostunun vücudunu
kaldıracak. Dar’ul nedvede kılıç kuşattırıldı, büyük müşrikler kendisinin
karşısında hürmetle eğildiler, merasim yaptılar, nefsin vermiş olduğu zevk ile
Ömer gayet gerilerek, “Yaratırım sevdasıyla, semayı yıkarım bakışı ile yeri
ezerim yürüyüşü” ile yürümeye başladı. Onun o acayip tavrından yolda biri rast
geldi. Niyetinin kötü olduğunu sezdi, mahsustan sordu: “Nereye” dedi.
—“Canım başımıza bela kesildi, şu Muhammed
(sav) var ya, artık ben bu işin neticesini alacağım” dedi.
Gücü yetmez
Ömer’e bir şey yapamaz fakat bir çevirme yapayım dedi.
—“İyi ama insan ilk önce kendi yakınından
ıslaha çalışmalı. Sence bu bir ıslah
edilme şekliyse yakınından başlaman lazım.”
—“Ne o” dedi.
—“Enişten de pekâlâ kız kardeşin de elbette
bilirsin, O’na tabi olmuşlar” dedi.
—“Ha, sende bu sırra agâhsın, sende onlardansın”
dedi, bir hamle attı düştü bayıldı adam. Yürüdü gitti. Yürüdü gitti.
Taha suresi
gelmişti. Ama ne incelikler var, Taha… “Taha”nın asıl manası, “Taha” Hazreti
Muhammed’in (sav) ismi. Peygamber’in (sav) ismi. Peygamber’in (sav) çok ismi
var; Taha, Yasin… İsmin manası; en temiz, en temizleyici. Hem temiz hem
temizleyici. Hem mutahhir, hem mutahhar. Hem temizleyici, hem temizlenmiş.
Anlatamıyor muyum acaba? Bu sure. Beyanat var aşağıya doğru, gelmişti. Bedir
erkan-ı harbiye reisi Hubab Bin Münzir
(ra), bunları biraz bilmemiz lazım. Bir Fransız harbinden, yahut bir İngiliz
harbinden konuşsak, o harpte erkan-ı harbiye reisi kimdir desek, cayır cayır
bilir cevap veririz. Fakat manamıza taalluk eden, kendi varlığımızı gösteren
desek ki, “Uhud da erkanı harbiye reisi kimdir?”, bileniniz bilmem var mı
acaba? Belki var… Yani bol olması lazım. O da onu talime gitmişti. Hubab Bin
Münzir (ra). Kime? Ömer’in (ra) kardeşi ile eniştesine. Doğru süratle geldi,
kapıyı çaldı. Çalış tarzından Ömer’in kardeşi, hemşiresi, ismi güzel Fatıma Bint-i
El-Hattab (ra): “Ömer geldi” dedi.
Hemen Kur’an sayfasını yastığın arkasına gizlediler, Hubab’ı da zahire ambarına
sakladılar. Bu işler yapılıncaya kadar kapı da gecikti. Açtı.
—“Ne yapıyordunuz?” dedi.
—“Meşguldük” dedi.
—“Kapıyı geç açtınız” dedi.
—“Evet biraz geç açtık.”
—“Hayır, siz bir şeyler mırıldanıyordunuz”
dedi. “Benim işittiğime göre siz,
Muhammed (sav)’e tabi olmuşsunuz.”
Eniştesi dedi
ki: “Ömer insaf et, bulunduğumuz halden
daha güzel bir hale, vicdanımıza sefa verecek bir manaya, istikbali bize
layıkıyla gösterecek bir fikre, bir imana sahip olursak suç mu olur?”
“Hala
konuşuyorsun!” dedi. Ona da bir hamle yaptı o da düştü. Hemşiresi kocasını
kurtarmak maksadıyla geldi, “Ne
yapıyorsun?” derken O’na da bir tane vurdu, şuradan zülfünün şurasından
şuraya kadar yarıldı. Şöyle bir baktı… O kanının damlasında ne gördüyse… Eşyada
can var, anlatabiliyor muyum? Eşya canlı. Onda ne gördüyse ona bakar bakmaz,
pencereye koştu. Açtı, “Açık ilan ediyorum” dedi:
اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ
وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
—“Ve kulağım kadar yapsan her parçamı… Davayı
artık arş da duysun, sema da duysun.”
O onu
yaparken Ömer de (ra) yığıldı minderin
üzerine. “Bir hayli şöyle toparlamak istedim, kalkamıyordu” diyor.
Diyor ki: “Benim vurduğum tokadın cinsinden tokat
değildi kardeşimin vurduğu tokat. Çünkü ne iradem kalmıştı, ne kuvvetim
kalmıştı, ne mefkurem[18]
kalmıştı, böyle yokluyordum, kalkamıyordum. Biraz durduktan sonra gözüme ilişti.”
“Onu bana verin” dedi. “Onu bana verin!”
Bak aşk adama
neler yaptırtıyor, aşk adama neler yaptırtıyor. Hemen o aldı o sayfayı, o
Kur’an’ın o sayfasını. Böyle sinesine
basmış:
—“Beni imha edemeden alamazsın. Sevdiğimin
mektubudur.”
İşaret etti,
vermedi. Biraz, bir müddet vermedi. Sonra tekrar işaret edildi, “Bir hayır olur” manası ile. “Şartı vardır” dedi, “Başka
türlü vermem.” “Yıkan da vereyim.”
“Ben kirli miyim?” dedi. “Manen çok kirlisin ama hiç olmazsa sureten
yıkan.” Neyse uzatmayalım, bu da epeyi sürer bunu inceliklerini anlatmak.
Aldı başladı okumaya. İkinci, üçüncü ayet-i kerimeyi okurken, “Bunlar olduğu içün bizi alakoymuşlar”
diye içinden, içinden söylüyormuş. Sonra sormuşlar:
—Niye böyle söylüyordun?
“Nerde”
dedi şey, Soruyor Hazreti Fahri Âlem’i (sav). İbni Erkam’ın (ra) evinde dediler. İbni
Erkam’ın (ra) evinde derken, kocası işaret ediyor, “Söyleme” diyor. Doğru oraya
yürümeye başladı. “Çok fenalık ettin”
dedi, Hubab bin Münzir (ra), zahire ambarından çıktı.
—“Söylemeyecektin” yeri.
—“Ömer artık bir şey yapamaz. Ömer’in elinde
nesi varsa almışlardır. Bir şey yapamaz.”
—“Nereden biliyorsun almışlardır.”
—“Bana tokadı vurduğu vakitte ben düşerken,
beni birisi tuttu düşmedim. Farkında mısınız?”
— “Kimdi?” diyor.
—“Hazreti Muhammed (sav) arkamdaydı, böyle tutuyordu.”
İbn-i
Erkam’ın (ra) evine geldi, kapıyı çaldı, orada otuz dokuz… O güne kadar otuz
dokuz kişiydi, daire-i selamette bulunan. Sordular, kendi ismini verdi, Hazreti
Hamza, Peygamber’in Amcası dedi ki: “Ömer
gelmiş.”
“Açın kapıyı!” dedi Peygamber (sav).
Biraz tereddüt geçirdiler. Çünkü Ömer (ra) o zamanın öyle pazusunun karşısında
duracak pek insan yok. Sayılı adamlardan.
“Niye tereddüt ediyorsunuz, açsanıza kapıyı”
dedi.
—“Efendim bir çirkinlik olmasın.”
—“Açın kapıyı siz.”
Dışarıya
çıktılar, Hazreti Ali (kv) dedi ki: “Bir
koluna sen gir, bir koluna da ben. Eğer bir çirkinlik niyeti olursa icabına
bakarız” dediler. Açtılar kapıyı. Bir koluna biri girdi, bir koluna biri
girdi. Tam böyle huzura getirirlerken,
—“Niye Ömer’in kolundan tutuyorsunuz,
kollarını serbest bırakınız, gelsin bakayım.”
Kendi der
buradan öbür tarafını, Ömer der ki: “Şöyle
eteğimden tuttu, ‘Bu belindeki kılıçla mı beni ikiye ayıracaktın Ömer?’ dedi bir salladı. O sallanış tarzından ben
zannettim ki bütün kâinat bana saplandı. İkinci bir vaziyette beni kaldırdı,
baktım ki bir hafiflik içerisindeyim, ne şirkim kalmış, ne küfrüm kalmış.”
İşte ona pute
derler, pute. Ondan sonra ilk gelişinde Re's-i Saadet-i Ahmediyeyi ayırmaklık
için elindeki kılıcını sallıyor, ikinci gelişinde de haddizatında, “Buraya birisi bir tecavüz yapacak olursa
icabına bakacağım” diyor. Birinci Ömer, ikinci Ömer. Anlatabiliyor muyum?
Şimdi insanların da böyle devreleri vardır. Eğer bidayetinizde bir şekavet
varsa, perdeyi gaflet açılmadan “ikinci Ömer” olalım. Anlatamadık mı? Zaman var
daha. İşte ona aşk putesi denir. O putede eridikten sonra insan neler olur. Bak
ne diyor:
Aşkda bi-meselem
vahid-i bitayem ben.
-Hepsini
tahlil edemeyeceğim ki birer birer anlatmak lazım.-
Bana manend bulunmaz kime hem-tayem ben.
Vahdete sığmaz ene’l-Hak sözünü söylemezem.
Rabbi erini demezem matlab-ı[19]
Musayem ben.
Ahlakın
putesinde, mananın varlığında, marifetin sahnesinde aşkın ortasında öyle bir
hale geldim ki, Mansur evliyaullahdandır, “Ene’l-Hak” dedi, kendisinde “Ene’l-Hak/ Ben Hakk’ım” dedi… “Vahdete
sığmaz” diyor, demek ki kendini görmüş de “Ben Hakkım” demiş, ben öyle de demem
diyor. “Rabbi erini demezem Musa yandı tutuştu, Ya Rabbi göreyim dedi,
kendisine bir varlık verdi, birde Hakk’ı karşısına aldı, demek ki yine ikilik
sahasındaydı, ben öyle de demezem.”
Rabbi erini demezem matlab-ı Musa’yem ben.
“Musa’nın (as) aradığı benim” diyor. Bir
şey anlatamıyor muyum acaba?
İhtiyarımla değil böyle makalat, beli.
Yar söyler bu sözü şecere-i sinayem ben?
Ne demek secere-i
sina? Cenabı Hakk’a, Musa: “Göreyim” dedi.
İki incelik
anlatacağım size, eğer anlatabilirsem ben bahtiyarım. İnsanlar Hakk’ı çok
bunaldıkları vakitte mülakat yapabilirler. İnsanlar Hakk’a kurbiyetlerini zevki
sefalarında değil, inledikleri zaman yaparlar. Anlatamıyor muyum?
Hazreti Musa
(as): [20] اَرِن۪ٓي diyor daima. اَرِن۪ٓي
Yani manası ne bunun? “Göreyim Ya Rabbi seni.” Cenab-ı Huda da
diyor ki: لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ “Katiyen beni göremezsin!”
Şimdi bunun arasında bir şey daha gizli. Gönlüme geldi,
onu da söyleyeyim.
“… Didem, nemek-perverde-i aşkam. Zebani naz mi-danem.
Ben Musa Kelimullah gibi mahbubun, maşukun لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ sözünden,
“Katiyen göremezsin” sözünden
ümitsizliğe düşmem. O göremezsin sözünde, “görürsün” manası vardır.
Nemek-perverde-i
aşkam,
“Ben aşk sahrasının
çocuğuyum. Oranın tuzunu ekmeğini yemişim, maşukun makam-ı nazdan konuşmasını
çok iyi anlarım.” Bir şey anlatamadık mı acaba burada? Bu da güzel.
Şimdi biz gelelim asıl anlatacağımız yere. لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ böyle
katiyen.
“Lem le” demiyor da
Huda, لَنْ kelimesi tamamıyla şey eder, reddeder. “Göremez!”
Neden?
[21] فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ
بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ
Bir kurbiyet
makamı tecelli etti, işte işaretler var orada. “Ayakkabılarını çıkar, bu
saye-i kutside ayakkabı ile gezilmez!” dedi Allah (cc) . فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ Biz onu, şöyle Türkçe tercümelerine
bakarsak, böyle “Ayakkabılarını çıkar!” O ayakkabı değil. Hani deriz ya, “bu
ayak bağı var” deriz. Yani bir sıkıntılı iş olduğu vakitte “şuraya gidelim”. “Gidemem”
Niçin?
“Çoluk çocuk var.” Ha, hatta Türkçemizde de bu darbı meseldir; “Ayak
bağı var, köstek var” deriz. فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ
طُوًىۜ
Cenab-ı Huda diyor
ki: “Bu kuts-i lahutta, tecelliye mazhar
olabilmeklik içün sen bütün varlığını atmadıkça olmaz. Soyun bir defa” diyor. فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ
بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ
(Şöyle bir yüz sahifeyi
ayıralım, bugün vakit yok. Sıhhatim de o kadar iyi değil hepsini anlatamayacağım,
sırası gelirse anlatırız, size lazım gelen yeri söyleyeyim.)
Nihayet Huda dedi ki: “Bak bakalım şu cebele” dedi.
Tecelliyat-ı ilahiye de cebel (dağ) parçalandı. O bir zahirde cebel var, bir de batında cebel
var. Kendi Musa, Musa’nın(as) kendi varlığı parçalandı. Anlatamıyor muyum
acaba? Nihayet “İnnî en'Allâh” narasını yanar bir ateşten işitti.
Mevlana der ki: “Kur’an’ın beyanatından açık anlaşıldığına göre, bir ağacın ‘İnnî
en'Allâh’ narasına iman eder de bir kimse, bir Hazreti insanın ‘İnnî ene’l-Hak’
narasına niye iman etmez.” Bir şey anlatamıyor muyum? Mühim nokta bu.
İncelik bu, Musa (as) bu hitabı, çok bunalmıştı, ateş
arıyordu. Çok kuvvetli aradığı şey üzerinden Huda tecelli etti. Anlatabildim
mi, insanlar çok bunaldığı zamanda, bunalmış olduğu sıkılmış olduğu haletle,
Allah (cc) ile mülakat yapar. Yine iyi anlatamadım ama. Bir incelik bu, ikinci
incelik: Niçün ağaçtan o hitabı aldı? Huda: “Beni kayıtlama” diyor, “Her
varlık Bendedir. Mevcudatın hiçbir zerresine nazar-ı hakaretle bakma, her şeyi
muhit olan benim.” Anlatabildim mi acaba? Biraz zor.
Aşkda bi-meselem vahid-i bitayem ben.
Bana manend bulunmaz kime hem-tayem ben.
Vahdete sığmaz “ene'l-Hak” sözünü söylemezem.
Rabbi erini demezem matlab-ı Musa’yem ben.
İhtiyarımla değil böyle makalat beli.
Yar
söyler bu sözü şecere-i sinayem ben?
Her ne güftare gelür, talimi dildar iledir.
Arifem ilm-i ledün ile cüdayem ben.
Saye-i mihride perverde-i şahbaz-ı cemal
Kaf-ı aşk üzere karar eylemiş ankayem ben.
Ne görür zahide ama vu ne bilir bi-haberan.
Âlem-i gaybi denem, heyet-i kübrayem ben.
Demek ki
insan, âlem-i gaybda varlığın heyet-i umumisini taşıyan bir manadır. Şimdi bu
geniş manaya Cenab-ı Hak insana ihsan ettiği halde, insan nasıl olur da makam-ı
süfliyata düşer? Nasıl olur da insana bu ağırlık gelir? Allah (cc) merhamet
etsin.
Aşık-i kuşe nişinem neysem… Orada bir yerde mana çıkmıyor.
Yanlış yapmışım. Haftaya tashih ederim neyse. Hah, çıktı.)
Aşık-i kuşe nisinem, ne işim vaizlen.
Güft-ü gu eylemezem enis-i manayem ben.
Dedikodu şöyle idi böyle idi, ne işim var benim
onlan.
Bende-i ali aba hü, manzarı sıdkı baha,
Mazharı lütfu huda, saye-i mevlayem ben.
Hasid ey nur-i nigari Nice inkar eyler,
Eyler ikrar, kamu şemsi hüveydayem ben.
Bugünki
konuşma bu kadar yeter.
[1] Taha Suresi 124. Ayet-i Kerime وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ
اَعْمٰى
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse,
(bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak
haşrederiz.
[2] İbka: Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip
yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek.
Tayinleri her sene, bir
sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri
beğenilenlerin yeniden bir sene için yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi. Mc:
Sınıfta bırakmak.
[3] Bakara Suresi 275. Ayet-i Kerime: اَلَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا لَا
يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ
الْمَسِّۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُٓوا اِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰواۢ وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ
فَمَنْ جَٓاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه۪ فَانْتَهٰى فَلَهُ مَا سَلَفَۜ
وَاَمْرُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ وَمَنْ عَادَ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ
ف۪يهَا خَالِدُونَ
Meali Riba (faiz) yiyen
kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara,
"alışveriş de faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır.
Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son
verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah'a kalmıştır.
Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada
süresiz kalacaklardır.
[4] Tâhâ Suresi 53. Ayet-i Kerime اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ
الْاَرْضَ مَهْدًا
وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا
بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى
Meali: O ki sizin Arzı bir beşik
yaptı ve
onda size yollar açtı ve Semadan bir su indirdi de bu sebeble muhtelif nebattan
çiftler çıkarmaktayız
[5] Takarrür : Yerleşme, karar kılma.
[6] Fani: Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı
olmayan, misâfir.
[7] Hanin: Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli
ağlayış, Şevk ve arzu.
[8] Hadfis-i Şerif Buharî. Cenaiz. 80., Kader, 22,23,24;
İbn Hanbel, II, 315, 346.
[9] Sâlim(e): Sağlam. Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz.
Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
Gr: Kelimelerdeki
harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât,
sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler. İçinde harf-i illet bulunmayan kelime.
[10] Merbutiyyet: Bağlılık.
Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik.
[11] İhkak Mazlumun hakkını
zâlimden almak. Hakkı yerine getirmek. Hak ile hasmına galib olmak.
[12] Menakıb-i İbn-i Şehr Aşub, c. 1, s. 496; Bihar c. 40,
s. 332
[13] İz’aç: Rahatsız etme, can sıkma, baş ağrıtma.
[14] Tevkir: Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.
[15] Tebcil: Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek.
Hürmetle hareket etmek.
[16] Zaleme: (Tekili: Zâlim) Zâlimler.
[17] Eimme-i kefere:
Kafirlerin en büyükleri.
[18] Mefkure: (Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur
hâlindeki gâye. İdeâl.
[19] Matlab: İstek, istenilen şey.
[20] Araf
Suresi 143’nci Ayet-i Kerime وَلَمَّا
جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ
فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ
لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ
سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
Meali: Ne zaman ki,
Musa, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. "Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana". dedi.
Rabbi ona buyurdu ki; "Beni katiyyen
göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de
beni göreceksin". Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir
ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, "Sen
sübhansın", "tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların
ilkiyim," dedi.
[21] Taha Suresi 12’nci Ayet-i Kerime اِنّ۪ٓي اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ
طُوًىۜ
Meali: "Ben
şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal bir vadi
olan Tuvâ'dasın."
[i] Müseddes
Tedbiri terk eyle takdir
Hudanındır
Sen yoksun o benlikler
hep vehm ü gümanındır
Birden bire bul aşkı bu
tuhfe bulanındır
Devran olalı devran
erbab-ı safanındır
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz
pir-i muganındır
Meyhaneyi seyrettim
uşşak a mataf olmuş
Teklif ü tekellüften
sükkan-ı mu'af olmuş
Bir neş'e gelip meclisbi-havf
u hilaf olmuş
Gam sohbeti yad olmaz
meşrepleri saf olmuş
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz
pir-i muganındır
Ey dil sen o dildare
layık mı değilsin ya
Da'va-yı muhabbete sadık
mı değilsin ya
Özrü nedir Azranın Vamık
mı değilsin ya
Bu gam ne gezer sende
aşık mı değilsin ya
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz
pir-i muganındır
Mahzun idi bir gün dil
meyhane-i ma'nada
İnkara döşenmiştim efkar
düşüp yada
Bir pir gelip nagah pend
etti ale'l-ade
Al destine bir bade derd
ü gamı ver bada
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz
pir-i muganındır
Bir bade çek kap
mecliste zeber-dest ol
Atma ayağın taşra
meyhanede pa-best ol
Alçağa akar sular pay-ı
huma düş mest ol
Pür-cuş olayım dersen
Galib gibi sermest ol
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz
pir-i muganındır
Şeyh Galib
[ii] Leyla vü Mecnun / Fuzuli
Bu arsada her eser ki
gördüm
Sensen dedüm ol eser
yögürdüm
Çün verdi hayâl ana ham
ü pîç
Men münfa‘il oldum ol
eser hîç
Men akldan isterem
delâlet
Aklum mana gösterür
dalâlet
Tahkîk yolında akl
n’etsün
A‘mâ vü garîb handa
getsün
Tevfîk edesen meğer
refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i
tarîkum
Gör hırsumı istegünce
ver kâm
Senden ikbâl ü menden
ikdâm
îlmünde ıyândur
i‘tikâdum
Sensen senden hemîn
murâdum
Dünyâ nedür ü
ta‘allukâtı
Endîşe-i mevtdür hayâtı
Ammâ demezem yamandur ol
hem
Ser-menzil-i imtihândur
ol hem
Bi’llâh ki bu dil-fîrîb
menzil
Eyle mana verdi râhat-i
dil
Kim eski makâmumı
unutdum
Sandum vatanum makâm
dutdum
Müşkil gelür imdi terkin
etmek
Bir özge makâma dahi
getmek
0 yorum:
Yorum Gönder