2,11,59,62 dk (306)
Mevzuu başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmi etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da memba-ı kalp. Gerek akıl, vazife, aşk, kalp, bunların hepsi mana-ı insana ait olan birer vasıf olması hasebiyle, mevzuu doğrudan doğruya insan mefhumu ile meşguldür. Ve tarifi güç olan kısımda anlatılması zor olan yer de insan. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk.
İnsan asude kaldığı zaman, yani
dünya denilen bu mezahirden bir an kendisini alıkoyup, içinde sessiz sözsüz,
bizsiz sizsiz konuşan bir manası vardır. Mesela, siz dinlerken o boyuna
konuşuyor. Bir varlığı var. Onunla asude bir an bulunduğu vakit, kendi
kendisine birkaç sual sorar. “Ben kimim?”
der. “Gelmede gitmede ihtiyarım yok,
nereden geldim, nereye gidiyorum?” Bu sualleri sormaya başladığı vakit,
kendisinde bir dert de başlar. O vakit, vicdan-ı enfüsisinden, mana-ı
kibriyasından bir cevap alır. Cevabında: “Gelmede
gitmede senin ihtiyarın yok” denir. Beşer, o vakit hilkatindeki gayeyi
duymaya başlar. Bunu her konuşmada
tekrar ediyorum. Ve bugün bunu her fert bildiği dakikadan itibaren, beşer
huzura kavuşur. Bilinceye kadar da yanacaktır. Yanıyor bak bütün insanlık. Ah
sesi semavatı tutmuştur.
İlmi yükseldi, fenni yükseldi,
felsefesi yükseldi, parası çok… Para da çok… O lisan alışmış da: “Efendim şöyle sıkıntı var, böyle sıkıntı var.”
Hiç sıkıntı yok, hiç aç yok. Yamalı
pantolonlu adam bile yok. Nerede parası yok? Çok. Hepsi var. Fakat burada huzur
yok. Anlatamıyor muyuz? Gönül âleminde, burada huzur yok. Buna kavuşamıyor. -Konuşmaları
takip edenler, bunu her hafta burasını dinlerler. Burası yayılacaktır.- Binlerce iktisatçı toplanıyor dünyada, efendim
işte diplomatlar birleşiyor, konuşmalar, gelmeler, gitmeler, beşerin “ahh”
sesine faydası yoktur. Yaratılışındaki gaye bulunmadan, rahata insanlar
kavuşamaz. Zaten ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Kaç yaşındasın?
Otuz. Koy ortaya bir şey yok. Kaç yaşındasın? Elli. Koy bakalım ortaya bir şey,
yine yok. Onu on misli yükselt, yine yok. Az bir zaman içinde mühim bir şey
alınacak. Birbirini yiyor insanlık âlemi. Canavarlar utanacak kadar… Sen benden
emin değilsin, ben senden emin değilim. Öyle değil mi? Baba evladından, seni
beni bırak, baba evladından emin değil, evladı babasından emin değil. Öyle bir,
korkunç bir hal. Ve değer mi sonra bu? “Bugün
iyi olur… yarın iyi olur”la vakit geçirmek doğru bir şey değildir ki. “Efendim, bugün iyi değildir, yarın iyi.”
Bırak yarını. Bugünün peşin saadetini, yarının gelecek veresiye gamına sarf
etme. Her günün kendine göre hâli vardır. Uzun bir zamana bağlı değil ki bu
işler.
Bizi buraya getirirken sordular
mı? “Beyefendi, bir sahneyi şuhut var,
teşrif eder misiniz?” diyerekten. İçinizde var mı bir kimseye: “Dünya denilen bir âlem vardır, teşrif eder
misiniz?” diye sormadılar, giderken de sormuyorlar. O halde niçün
birbirimizi yiyoruz? Bir insanın ki gelişinde gidişinde ihtiyarı yoktur, neden
âlemin ahını almakla ömrünü tüketir bitirir gider? Sayılı nefes… Allah’ın (cc)
bize vermiş olduğu en büyük sermaye sayılı nefestir, onu da ariyet vermiştir. “Hesabını sorarım ve alırım” der. Hani
hayat yok mu, hayat; sayılı nefestir. Bu da insana Allah (cc) tarafından verilmiş, ariyet
sermayedir. “Onu ben sana kullan diye
verdim” der. “Bakalım neticede
hesabını da bana verirsin”. Bazı insan der ki: “Efendim, beni böyle fena yerde, şöyle yerde, böyle yerde, benim hiç
ihtiyarım yok.” Öyle değil. Manaya ait olan kısım oldu mu veresiye. “Niçün dükkanını açıyorsun?” madamı ki
öyle? “Nasıl verecekse o olur” diye
demiyorsun orada? Evet o doğrudur o. Allah (cc) ne demişse o olur. Nasıl verirse
öyledir, amma bize bir cüz-i ihtiyar vermiştir, bir meyil vermiştir. Biz bunu,
ebediyete taalluk eden kısmında hiç şey etmeyiz. Sözümüzle halimiz bir olmaz.
Allah (cc) ne vermişse o olacak diyerekten dükkânımızı kapalı tutmuyoruz.
İşimize gitmemezlik yapmıyoruz, sanatımızı işlememezlik yapmıyoruz. Yapıyoruz.
Manaya taalluk eden işler neden öyle değil? Anlatamıyor muyum bir şey acaba?
Bir vakit; ağaç, çıra yakar
etrafımızı aydınlatırdık, bulunduğumuz odayı, yeri, her neyse. Biraz daha
tekâmül ettik, yağ yaktık, fitilli, onunla ışığımızı yaktık. Mum, petrol, hava
gazı, nihayet elektrik. Bu da daha basittir, bundan sonra daha neler ihtira
edilecek neler? O da çıra odunun verdiği alev gibi kalacak bir gün gelecek. Güzel,
şu dört duvarı bununla aydınlattık ama içimizde bir saray var, muazzam bir
odası var, o kalbimizde hangi fener yanıyor? Oradaki ışık nedir? Ne vakit uyanacak?
Lisan kuru dava ile vaktini geçirirse, göz itibarsız bakışla ihtiyarlayıp
kör olursa, kulak insanlığa nâfi olan
sözü işitmeyip dedikodu ile vaktini geçirecek olursa, o gönül hiçbir ışıkla
aydınlanmaz. Öyle gelir gider. Öyle gelir gider! Sonra son nefese bağlıdır,
bir karar çıkacak. Değil mi?
Sizin hepinizi inanmış zannı ile
konuşuyorum, mevzuu oraya aittir. İçinizde maddenin kesafetinde boğulmuş,
kitabı paranın üzerindeki yazı olaraktan kabul etmiş, “Ben bir kör tesadüfün neticesi gelmişim” diyerekten itikat etmiş,
ona ait değildir bu konuşmalar. Ben sizi inanmış ve Hakk’a gönül vermiş,
yapamasa da yapmak isteyen insanlar diye, o şekilde mevzuyu konuşuyorum. Öbür
türlü, öbür türlü konuşmanın şeklini de biliriz, o başka. İnanmış, gönül
vermiş, “Ben yarın bir huzura çıkacağım.”
zevkiyle, kalbinde bir heyecan var, öyle bir varlık var karşımda diye konuşuyorum.
Biraz evveli dedim ki: İki
türlü ahlak var; biri vazifeden doğan ahlak, biri de aşktan doğan ahlak.
Buradaki aşk dedik, romanda okunan aşk değil. Kendi aslını, rabbisini,
mebdeini, maadını, bulmaklık heyecanına, ahlakta aşk derler. Anlatabildim
mi acaba? Bir daha tarif edeyim. Bakıyor, “Kendimi
kendim yapmadım” diyor. Kendisini yapan her şeyi yapar. “Muhitim benden aciz” diyor. “Ben ise varım” diyor. “Yirmi
beş yaşındayım” diyor, “yirmi altı
sene evvel hüviyetimi bilen yoktu” diyor. “Yirmi beş seneden beri ben bu sahne-i şuhutta, bu varlık âleminde
bilinmeye başladım fakat yirmi altı sene evveli benim ne ismim vardı, ne resmim
vardı, ne cismim vardı, suret itibariyle”.
Mana itibariyle Allah (cc) vardı, sen vardın ya. O’nun ilmindeydin fakat
şimdi maddenin kesafetinde bulunan sahada konuşuyoruz. Var mıydı yirmi beş
yaşındaki bir adamın yirmi altı sene evveli dünya hüviyeti arasında bir yerde
kaydı var mı? Kendi kendinden haberi var mı? Muhiti bilir mi? İsmi, resmi,
cismi, vesmi[1], hiçbir şeyim
yok idi. Binaenaleyh şimdi bir varlık orta yerinde duruyorum. Konuşuyorum,
konuştuğum halde, konuşmanın ne olduğunu da bilemiyorum. Kim bilir içinizde,
konuşmanın ne olduğunu? Haddine mi düşmüş? İşitir de işitmenin ne olduğunu
tarif eden var mıdır? Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyet nedir? Çıkar göz denilen şeyi,
nihayet bir dirhem yağ parçasından ibarettir. Nur-u rüyet bunun neresine
taalluk eder. Görmek nedir? Bana gözü anlatma, fiil-i görmeyi anlat. Biraz
evveli ses makinasını dinlediniz, hürmetle karşısında insan eğilir. Radyoyu
yapanın karşısında eğilirsin de kulağını yapanın karşısında niye eğilmezsin? Kulağını
yapmasaydı ne yapacaktın radyoyu?
Radyoyu yapanın karşısında
eğilirsin, ya kulağını yapanın karşısında? Niçün eğilmezsin? Konuşuyorum da “konuşmanın”
ne olduğunu bilmiyorum. Bilen düşünür, düşünen konuşur, konuşturan da bir gün
kendisiyle konuşur. Anlatabildim mi acaba? Bilen düşünür, düşünen konuşur,
konuşturan da bir gün konuşanla konuşur. Bu zevk başlayıp aslına doğru bir
muhabbet başlarsa onun adına aşk diyorlar. Bu aşktan doğan ahlak, insanda
benlik bırakmaz. Bugün beşeriyetin inlemesindeki en büyük amil, benliktir. “Benim”
der. Yok, benim değil. Ne benim ne senin, hep O’nun.
Ne bendendir ne sendendir ne çârh-i kinever[2]dedir.
Benim çektiğim hep neşe-i cam-i kaderdendir.[i]
Hilafından hazer eyle rıza-i bari-i gözle.
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel sefa eyle.[ii]
Benim, senin, onun, nihayet kibr-i
nuhvet[3]
başlıyor, beşer de inlemeye başlıyor. Ne fenni para ediyor, ne aklı para
ediyor, ne ilmi para ediyor insanlığı kurtarmaklık içün. Havas ile avamın
muvazenesi[4]
yapılamıyor. Terbiye tezgâhları çok muazzam işliyor, inzibat teşkilatı olanca
kuvvesi ile beraber çalışıyor, fakat hepsi sahanın açığında kalıyor, iç yüzüne
giremiyorki. İç yüzüne giremiyor. İnsanlıkta felah meydana gelmiyor. Allah'ın
(cc), beşere en büyük ihsanı muhabbettir. “Ben kâinatı muhabbet-i zatiyemle
yarattım” der, Allah (cc): “Bütün
hilkati, bütün varlığı, zat-i
muhabbetimin tecellisi ile meydana getirdim ve varlık içerisinde de en büyük
sermaye olarak muhabbeti koydum” der. İnsanlığa konulan bu muhabbet, Allah
(cc) tarafından kaldırıldı.
لا تزال هذه الأمة تحت يد الله ما لم
يمالئ قراؤها أمراءها، وما لم يزك صلحاؤها فجارها، وما لم يهن خيارها أشرارها،
فإذا هم فعلوا ذلك رفع الله يده عنهم، [5]
Hazreti Muhammed
(sav) ne demişse o olur. Şu söylediğim şeyin mealini ararsanız, söz Hazreti
Muhammed’in aleyhisselat-ı ves-selam’ın: “Beşer hilkatindeki gayeyi unutur
da hayat-ı ebedisini, baht-ı sermedisini adi nefsinin arzusuna satmaya başlarsa
evvela ilim adamları bozulur!” diyor. İlim adamı bozulur, ne büyük
felakettir! Cahilin bozulmasında Allah (cc) pek o kadar uzun boylu durmaz,
fakat ilim adamı bozuldu mu üzerinde durur. Çünkü o, onun ef’ali halk
tabakasına hüccettir. Bir şey anlatamıyor muyum? Onun ef’ali halk
tabakası üzerinde hüccet. “Filan böyle”
der, ayağı kayar gider. Yalnız kendisini değil, kâinatı yakar. İlk önce o
bozulur diyor işte. Bozulur da ne olur? “Zalemeye uşak olur” diyor. Hâlbuki
ben insana kendi emanetimi verdim. Seciye-i insanisini hiçbir vakit, hiçbir şey
mukabilinde vermez.
Azizim bir
adamın zorla malını alırlar, zorla rütbesini alırlar, zorla kasasını alırlar,
zorla masasını alırlar, fakat hiçbir vakit zorla vicdanını alamazlar. Hiçbir
vakit zorla faziletini alamazlar. Anlatabiliyor muyum acaba? Hiçbir vakit
zorla manasından soyamazlar. Yarın ikinci hayatta bir sual karşısında; “Efendim, mecbur oldum” dediği vakitte
Huda, bir daha tepeler: “Malını
alabilirlerdi, kasanı alabilirlerdi, masanı alabilirlerdi, fakat gönül âleminde
benim kurduğum muhabbetimin tahtını alamazlardı.” Konuşan var,
konuşmasa ne olur?
-Biliyorsan
içinde kalsın. Hep bu bizim konuşmalar da olur böyle şeyler. Acayip. Mevzuu
kaybederim ben, günah!-
Havas ile avam
muvazenesi olmuyor. İnsanlar bunun farkında değil. Ve hep huzuru başka yerde
araştırıyorlar. “Para olursa, şöyle
olursa…” Hayır! Bir defa beşerin eline Kudret tarafından verilen sermaye
nasıl olmuş, kaybetmiş? Onu aramak lazım. Neydi o sermaye? İşte muhabbet. İnsanlık
birbirini sevmiyor. Kestirmesi bu. Fazilet menfaate hangi an tercih edilir, o
dakika Allah (cc) kaldırır. Sen, seni kaldıramazsın. Bütün işi yapan Allah’tır
(cc). Fakat senin istidadını görecek. Sen birbirini sevdiğin gün, sabahleyin
başka türlü görürsün kâinatı. Yaa!.. Başka türlü. Senin elinde değil o, yalnız
sende görsün. Çocuk bocalar böyle “ah, ıh” filan derken bir gün birden bire “baba” dedirttirir. “Bu istidadında artık onu demek istiyor” der Allah (cc). Sen onu
hangi gün dediğinin de farkında değilsin di mi? İlk konuşmanın nasıl
konuştuğunun farkında mısın?
Niye
geriliyorsun öyle, semayı deler gibi? Niye yeri ezer gibi basıyorsun? Nasıl ilk
konuştuğun günün, nasıl konuştuğunun farkında değilsen, son nefesi verdiğin
dakikada da konuştuğunun farkında olmazsın. Onun Kudret bidayette dersini
kaçırmıştır hep. Ve hiçbir zaman şey etmesin diyerekten, aciz ile meydana
getirmiştir. Hepimiz öyle, ilk doğduğun gün yanında insanlar olmasa herhangi
bir mahlûk seni parçalar yerdi. Sineğini kovalayabilir miydin? Yine sineğini
kovalamayacağı bir ana getirir, “Gel
bakalım” der. İlk doğduğun an, sinek geldiği vakitte şöyle atabilir misin?
Yok! Yine sineğini kovamayacağın bir surete sokar, “Gel bakalım” der.
Demek oluyor
ki ahlakın kurmuş olduğu düsturlar; Ahlak der ki: “İnsanlık âleminde huzur
olabilmesi içün, havas ile avam arasında muvazene yapmak şarttır. Bu
yapılmadıkça, bütün dünya iktisatçıları, bütün dünya diplomatları toplansa yine
beşere fayda yoktur.” der. Ve yok! Havas ile avamın muvazenesi yapılacak.
Bugün havas, yani yüksek tabaka, “Ben
yaşayayım sen ne olursan ol” der. Öbürkü de: “Fırsat geçse ben seni boğarım” der.
Beşerin iki
süfli nazariyesi vardır, madeni vardır. -Ne diyeyim bilmem ki, kelimesini bulamıyorum.-
“Biri
sen çalış ben yiyeyim, ikincisi; ben yaşayayım sen ne olursan ol.” İşte bu!
Bunun için inliyor insanlık âlemi. Sonra bu ufak tabakaya geçiyor. Aile
teşkilatına giriyor. Bakıyorsun ki; bugün evlenmiş, on beş gün sonra boşanma
davası. Bir sene geçinmiş, “Ooo, onlar ne
bahtiyar insanlarmış, bir sene geçinmişler.” O hale kadar geldi. Deden elli
sene, yetmiş sene, seksen sene… İki vücutta bir ruh olarak yaşarlardı. Onun
içün tarihin efendisiydiler. Anlatabiliyor muyum? Şimdi on nüfuslu bir aile,
onunun da kafası ayrı işler. Ve birleşmez. Meğer bir eğlence olsun da
birleşsin. Bir eğlence olursa belki o dakika bir masa başında birleşme var.
Eğlence filan yok, huzur âleminde değil mi, biri bir tarafa çekilmiştir, biri
bir tarafa çekilmiştir, biri bir tarafa çekilmiştir. O onun dediğini kabul
etmez, o onun dediğini kabul etmez. Nasıl teali terakki edeceğiz? Gönül
birleşmeyince olur mu? Vermez ki Allah (cc). Allah (cc) vermez, âdeti değil.
Muhabbetsiz yere Allah (cc) zevk vermez, feyz vermez, huzur vermez. Havas
tabakada merhamet, avamda o merhamete karşı hürmet, ikisi evlenecek muhabbet
doğacak. Anlatabildim mi? İkisi evlenecek muhabbet doğacak. Muhabbet
doğduğu vakitte Allah’ın (cc) zati tecellisinin bir ihsanıdır, bir keremidir,
derhal Cenab-ı Hak işe vaziyet eder. Sen zanneder misin ki işleri insanlar
yapar? Hayır! Yaptırır insanlara O. Bu Hindistan cevizi kadar mahfazanın
içerisindeki cevher-i akıl, babamın memleketinden gelmedi. Konuşurken unuttum
dersin, biraz sonra hatırlarsın, nereye gitti, hangi, nereden gelecek? Sonra o
kadar da ders kaçırmıştır Allah (cc). “Ay
dur unuttum biraz sonra gelirse söylerim.” Nereden gelecek bu? Nereye gitti
bu? “Efendim…” Sayfa numarasını göster.” Veren de O’dur, alan da O’dur. Muhabbeti
görünce verir, bol bol verir.
Dedemiz aşktan
doğan ahlaka saliktiler, tarihte efendiydiler. Çünkü aşktan doğan ahlakta zaman
yok, mekân yok, içinde kendisi yok. Ama bizi vazifeden doğan ahlakı tenkit
ediyor manasına anlamayın. Bugün hepsine biz baş üzerine deriz. Daha üstün
ahlak, aşktan doğan ahlak. Daha üstün. Kaç defa misal getirmişimdir mesela, en
canlı misali, bizim Mehmetçiktir. Frenk askeri sekiz saat harp yapar, saati dolduktan
sonra durur, “Ben vazifemi yaptım”
der. “Yetiştir arkadan kuvveti, yapsın.”
“Benim vazifem bitmiştir!” der.
Vazifeden doğan ahlakla aşktan doğan ahlaka en kuvvetli misaldir bu. Sekiz saat yapar, ondan sonra durur. “Aman, ben vazifemi yaptım, arkadan kuvveti
yetiştir.” Mehmetçik sekiz saat yapar, kırk sekiz saat yapar, ekmek
vermezsin “Allah” (cc) der doyar,
ayakkabısını yetiştirmezsin nasırından çarık yapar, “Arkamdan vurulursam
imansız giderim.” der. Bunda saat, çünkü aşkta saat, zaman, mekân yoktur
ki. Adam saati geçsin, zamanı geçsin, hiç!.. Sonra bazı insanlar onun “Allah
(cc)” demesini çok görürler. Bir tuhaf bir şey. Bedava bir sermaye, niye
elinden almak istersin? Sen inanma. fakat inanandan niye almak istersin? Di mi?
Sana kimse bir şey demez. Seninle sahibinin arasında... Zaten Allah’ta (cc)
öyle demiştir. Rasulü Ekrem çok şeydir de, haristir, insanlığı yetiştirmek içün
çok üzülür; [6] بَلِّغْ
مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ “Yahu niye üzülürsün? [7]
وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍ “Ben seni vekil-i umumi tayin etmedim, göster böyle güzel
bir şey var de geç. Üzerinde durursun” diyor. Durur. “Ben sebeb-i hilkat-i
âlemi âdem olduğum içün kimsenin yandığını istemem” der. … ister. Sen inanma
fakat inanandan niye çalmak istersin?
O iman, öyle anne
yetiştirmiştir ki, hiçbir milletin tarihinde yoktur, oğlunu meydan-ı gazaya
gönderirken: “Bu göğüslerim haram olsun
eğer şehadet vaktinde kaçarsan” diye. Hiçbir tarihte göremezsin. Yalnız
senin tarihinde var. Bire on döğüşmüş, nazım-ı dünya olmuş, o mana kuvveti ile
olmuş. Ne diye alırsın onu elinden? Almaya kalkarsın. Sonra parayla değil,
zahmet de değil, “var” derse maddesinden kaç parası eksilir? Kilosundan ne
kadarı eksilir? “Yok” derse ne kadarı artar, ne kadarı ziyadeleşir? Böyle
ahmakça hal olur mu? Var, dedi tasdik etti, bin lirası var, dokuz yüze mi iner?
Seksen kilo gelirken yetmiş beşe mi iner? Yok, dedi, bin lirası bin on lira mı
olur? Seksen kilosu seksen beş kilo mu olur? İlim tasdik-i muciptir, cehil de
inkâr-ı muciptir. İlime intisap eden kimse muhakkak “var” demekle mükelleftir.
Ama zevki olur olmaz o başka. Zevki veren Allah’tır (cc). “Allah’ı (cc) bilmekle, Allah’ın (cc) varlığını bilmek” arasında çok fark
vardır. Anlatamadım burasını. Allah’ı (cc) bilmek başkadır, Allah’ın (cc)
varlığını bilmek başkadır. Bakar mevcudata, sahipsiz olmaz “Allah (cc) var” der. …. İntikal
tarikiyle. Allah (cc). Yooo. O
kendisiyle birdir. Neyse bu mevzuu da yine uzun bir mevzuu.
E, vazifeyi tarif edelim. Çok
tarif ettik ya bugün yabancı arkadaşlar gördüğümüz içün tekrar edelim. Vazife,
vacib’ül-icra olan şeye denir. Ne demek bu? Biraz daha açıkça… Yapılması,
vicdanen, aklen, örfen, manen, kanunen, kalben, yapılması mecburi olan şeye
vazife denir. Mukaddestir diyoruz. Mukaddes olan şey kutsiyetten doğar -Kutsiyet,
annelerini tayin ediyorum- kutsiyet ahlakiyattan doğar, ahlak zat-ı bariye iman
ile olur. Binaenaleyh bir şeyin vazife olabilmesi içün, bu kanaldan geçmesi,
böyle saydığım, şekilde ahlaktan, kutsiyetten, böyle inerekten gelecek. Yoksa
birisinin keyfinden çıkmış, ahara zararı olan bir şey… Uşaklığın neticesinde
vazife olmaz. Anlatabildim mi acaba? Bir tüccara kâtip olmuşsun yahut tezgâhtar
olmuşsun, almış bunu on kuruşa, “Kaldır bu malı” diyor. “O malı kaldır, bu üç
ay sonra on liraya satılacak.” Sen kaldırdın üç ay sonra… E Sen bunu niçün
yaptın? Vazifem. Yok azizim, vazifeyi karıştırma. Vazifeyi karıştırma. Sen mis
gibi paranın uşağısın. Ne vazifesi? Vazifeyi karıştırma. Anlatabildim mi acaba?
Bir kaide söyleyeyim bari
burada, buraya, açılmışken. Malum ya ihtikâr[8]
ahlakta en kötü bir şey… İhtikâr. Bir mal ne vakit ihtikâra girer? Sonra,
ticaretin mezmum[9]
olan kısmı. Ne vakit mezmum olabilir? Bir mal kaça alınıp kaça satılabilir? Söyleyeyim
mi? İster misiniz? ( Evet) Evvela kaça alınır kaça satılırı söyler. Efendim
yüzde on, yüzde yirmi, yüzde beş filan, derler. Ahlakta böyle değildir kaide.
Ahlak böyle yüzde koymaz. Ahlak şöyle kaide koyar. Bunu aldın on kuruşa,
anlayanlar tarafından, mütehassisleri tarafından, on kuruşa aldın, sattın on
beş kuruşa. Farz edelim. O işin mütehassisleri, örfü beldede o işi anlayanlar,
sahasında bulunan insanlar alan adama “Evet
bu mal on beş kuruş eder, aldanmamışsın” derse, o beş kuruş sana helal
olur. Aldın on kuruşa sattın on iki kuruşa, onun mütehassisleri dedi ki; “Bu mal on bir kuruş ederdi, on iki kuruş
etmezdi”, O bir kuruş sana haram olur. Bak ona aldın on beşe sattın beşi helal
oldu, ona aldın on ikiye sattın, biri fazla gördü onun ehli, o biri haram oldu.
Anlatabildik mi? Kaide bu. Ne vakit ihtikâra girer? Aldın, sen o işin ehlisin,
biliyorsun. Dedin ki: “Sakla bunu, on beş
gün sonra bu yüz kuruşa aldığımızı beş yüz kuruşa satacağız.” Bozdun sen
şimdi, işi ihtikâra soktun. Heyet-i umumisi haramdır. Aldın yüz kuruşa, koydun
camekana veyahut depona geldi birisi dedi ki: “ Filan mal var mı? Bekliyorsun,
daima müşteriyi bekliyorsun. Çıkmıyor. Gün geldi o, sen ama satmak
niyetindesin… Orasını Allah (cc) bilir di mi? Serair-i[10],
zemair-i[11],
hafayaya[12],
muttalidir[13]
Allah (cc). Senin içini bilir. Vitrininde böyle duruyor, üzerinde de etiketi
duruyor, kimse gelmiyor. Bugün gelse yüz bir kuruşa satacaksın fakat gelmiyor.
Üç ay sonra birden bire beş yüz kuruş oldu. Ben bunu yüze aldım, yüz birden
fazlaya satarım dersen, o hiçbir mana ifade etmez. O gün beş yüz kuruşa
satarsan dört yüz kuruş sana haram olmaz ha. Çünkü sen onu yüz bire de
satacaktın. O yüz eğer üç ay sonra elliye indiği vakitte elliye de verecektin.
Zararı kabul ettin, kârı da kabul ettin. Seyrinde mal yükseldiği vakitte,
anlatabiliyor muyum? Seyrinde mal yükseliyor. Sen kendi elinle yükseltmiyorsun.
Seyrinde, seyrinde inse, yüze aldın yirmiye indi, … ne yapalım diyeceksin.
Ticaret ehli, “Kar, zararın ortağı”
der. Verirsin. Seyrindeyken yüze aldın beş yüze çıktı, “Ben bunu yüze aldım, yüz bire veririm” O fazilet, kimse bir şey demez.
Kimse kimsenin malını kâhyası değildir. Fakat yüze aldın, seyrinde beş yüze
çıktığı vakit de beş yüze verirsen Allah (cc) bunu niye beş yüze verdin diye
senden sormaz. Bir şey anlatabiliyor muyum? Ha, bu kaideyi kurduktan sonra bak,
Hazreti Muhammed (sav) bir kaide daha verir.
Der ki: İstefti kalbek ve
in eftake, yuftun
Herhangi bir şeyi yaptığın
vakitte yapmış olduğun şeyin fetvasının bir suretini de içinde sessiz sözsüz konuşan
hâkimden al. Her ne kadar o işi bilen adamlar sana bir karar verirlerse dahi,
içinde oturan birisi derse ki sana: “Gel
bunu sen yüz elliye sat, o hâkimin sözüyle amel et”. Anlatabildik mi? Beş
yüze gidiyor amma gel bunu yüz elliye ver sen. Yarın başka bir kapıdan bir şey
daha gelecek. Anlattık di mi şimdi? Gayet basit. Mükeyyifatta[14] da hiç hat koymamıştır. Keyfe taalluk eden şey.
Koymamış.
Buna nereden girdik? Vazifenin
tarifinden, vazifenin geldiği kanal neresi olduğunu söyledik. Ondan sonra keyfe
uşak olursa ona vazife denmez dedik. Bir ticaret mevzuu verdik, oradan buralara
girdik. Yoruldunuz mu, keseyim mi?
Aşkı da tarif ettik ahlaka
göre. Kalp, tarifi zor olan kısım. Kalpten doğan ahlaka, dedik ya kalp. Aşktan
doğan ahlakın annesi kalp dedik ya. Kalp ne? Kalp isminden de anlaşılıyor ki, daima
kaybolmakta olmakta. Her an bir şan[15]da.
Onun içün Fahri Âlem, Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) Allah’a (cc) yalvarmıştır:
“Hakikat üzerine benim kalbimi sabit kıl.” Daima döndüğü içün, hakikat
üzerine sabit kıl. Ayinedir kalp. Yani gönül. Gönül kendi âleminde “fenasız
bekaya, cefasız sefaya, şüphesiz irfana, dirilsiz cemale, nihayetsiz devlete”
nail olmak isterse… E öbür tarafını da söyleyelim mi? Gönül kendi âleminde “fenasız
bekaya, -bitmesin- cefasız sefaya, şüphesiz irfana, dirilsiz cemale -öyle, Huda
cemalini gösteriyor, esirgemiyor, böyle bir cemale- nihayetsiz devlete nail
olmak isterse”… Çok uzun boylu değil.
Şart, şeyler çok amma.. Ufak bir şey yapabilirse “Kırk gün yalan
söylemesin”. Kırk gün yalan söylenmeyecek. Ama böyle bir odaya kapanırım da
kırk günü geçiririm. Yook. Cemiyet içerisinde. Böyle bir odaya kapanırım yahut
bir dağa çıkarım. Nasıl olsa bir çadır kurarım, bir kamp yaparım. Bugünki
tabirle. Kimseyi görmem, kırk günde biter. Kırk birinci gün, öyle değiiiil.
Hem öyle bir imtihan eder ki,
tam otuz dokuzuncu günün akşamında, yarım saat kala biri karşısına musallat
olur, tık dersin düşersin. Olur, olur, olur da, tam “Ehh otuz dokuzuncu günüm bitmek üzere, kırkıncı gün bitiyor” derken
bir şey çıkar. Kırk gün. Hem burada kasem de etmiştir. Katiyen böyledir. Gönül
kendi âleminde fenasız bekaya, cefasız sefaya, şüphesiz irfana, dirilsiz cemale,
nihayetsiz devlete nail olmak isterse, tek bir şey; kırk gün yalan söylemeyesin. Malum ya, bütün fenalıklar yalan
tezgâhında dokunduktan sonra meydana çıkar. Hep öyledir. İlk önce yalan
tezgâhında dokur, ondan sonra meydana çıkar. O vakit kendi gönlünden agâh olur.
Kim ki cananından irad oldu,
işi ahh olmuş.
Nefsine arif olan arifi billah
olmuş.
Nereden nefsimize arif
olacağız? Âlemle meşgulüz. Öyle dedi böyle dedi, öyle böyle olacak.
Kalbine
eyle nazar kendini tanı kimmiş.
Kendini
dilde gören ehl-i dil agâh olmuş.
Gel
Süleyman isen incitme eğer mur[16]
olsa.
Kim
ki kamu zerreden ol şemse nihan rah olur.
Eğer diyor kâinatta Süleyman isen… Tabi bu Süleyman malum. Ama demişler ki; Süleyman var Süleyman’dan içerü. Bu da yine ayrı. Cenab-ı Hak istifa kanunuyla bazı kullarına ayrı hususiyetler veriyor. Mesela; Süleyman’ı da hem manen hem maddeten yükseltmiş, burada onu misal olaraktan getiriyor. Onun kadar teali de etsen, bir karıncanın hukukuna dahi riayet eyle. Değil insan haklarına, bir karıncanın hukukuna dahi riayet eyle, zira hiçbir zerre yoktur ki, o zerreden giden Allah’a (cc) gizli bir yol olmasın. Bir şey anlatamadık galiba? Ufak bir karınca da olsa, hukukuna riayet eyle diyor. Zira hilkatte hiçbir zerre yoktur ki, onun içinde Allah’a (cc) giden gizli bir yol bulunmasın. …
Cihân bağında ey âkil budur makbûl-i ins ü
cin
Ne
kimse senden incinsin ne sen kimseden incin.[17]
Bu avama ait sözdür, havas bunla meşgul değildir. Sen herkesden incineceksin, kimseyi incitmeyeceksin. Kendini siper yapacaksın kâinata. Herkes seni incitecek fakat sen incinmeyeceksin. Anlatabildim mi acaba? Böyledir. Bela Allah‘tan (cc) tecellisi, muktedi[18] bir sıfat. Çok sevdiğine verir. El belâ âlel enbiya sümmel evliya sümmel emsel fel emsel”. İnleyeceksin bu âlemde. Ama biraz evveli söylediğim şekildeki inilti değil o. O maddi iniltidir. Bir tatlı inilti vardır. Anlatamıyor muyum acaba? Hiç hayatta zevkli bir ağlamadın mı? Ağla ağla da açılırsın derler. Şöyle gizli kendi kendine kalıp da bir tatlı ağlamadın mı hayatta? Hava kararır, kararır… Ağlar, yağmuru döker yani, bembeyaz aydınlanır. İnsan da kesafeti ile şekaveti ile rezaleti ile habaseti[19] ile gönlünü… Ağlamada büyük nimet vardır. Şöyle insanın bir burnu sızlayarak bir ağlaması vardır. Kalp suyu o gözyaşı.
Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.[iii]
Hiç yeryüzü, toprak güler mi insana lazım gelen varidatını verir mi sema
ağlamadan?
Zemin handan olur mu girye-perdaz olmadan eflak.
Gam-ı âlem kibar-ı âlemin gamsızlığındandır.
Âlemde gam
var, neden? Büyük tabakada gam olmadığı içün. Zevkinde sefasında yaşar, ufak
tabaka inim inim inler, onun için âlemi gam doldurur. Anlatamıyor muyuz?
Biraz da
eşk lazım, göz mismir olmaya zira.
Tinin tohumu
nabud[20]
etmesi nemsizliğindendir. İnsan biraz feyziyap
olabilmesi içün gözünde yaş olması şart, diyor. Yaş lazım çünkü yaş olmazsa
diyor, misal getiriyor, zemine tohumu ektin de sulamadın mı, tohum orada kurur
gideri bulamazsın bir şey. Öyle der, Öbür taraftan Fahri Âlem (Sav) yine bunu anlattığı gibi diğer taraftan ikaz
eder: “Dikkat edin yalnız” der; “Münafık gözünün yaşına sahiptir, istediği
dakikada ağlar, aldanmayasın”. Bu kaideyi de sana vereyim de. Çarpılırsın,
marpılırsın, ben ne bileyim, öyle dedi dersin. Münafık öyleymiş, şöyle yapınca
gözü yaşlanırmış. Bir göz kapağını böyle yaparmış, şıpır şıpır ağlarmış. Kırık
kalplinin ağlaması, kestirmesi bu. Kırık kalp, kırık… Hadisat vurmuş,
kırmış. İşte asıl gönül odur diyor zaten.
Tecrid-i
tecerrüd reh-i kâşane-i dildir.
Anlatacağım
size sonra. Tefrid[21],
tevhid, tecrid[22]. Ama
bugün değil. Üç esas var: Tefrid, tecrid, tevhid. Anlatırım bir gün, sağ
kalırsam.
Tecrid-i tecerrüd reh-i kâşane-i dildir.
Her hane ki viranedir, ol hane-i dildir.
Anlatamadık galiba. Bir daha.
Tecrid-i tecerrüd reh-i kaşane-i dildir.
Her hane ki viranedir, ol hane-i dildir.
Ene inde min kesiretül kulub. Allah (cc) öyle der. “Gafiller beni göklerde arar, arifler gönüllerde. Ben kırılmış olan kalplerdeyim.” Kalktığı vakitte sahibi düşüyor, düşünce malını bırakır mı Allah (cc)? Senin muazzam üzerinde durduğun bir şeyin olsa, içerisine koyduğun bekçi çekilse, onu öyle bırakmazsın di mi? Derhal sahip olursun. Sen senin değilsin ki, kırıldığı vakit. Onun içün derler ki; eğer bir adam bir zalimin zulmünde sesini çıkaramazsa o zalim mahvoldu gitti. Ben eski konuşmalarımda söylemiştim, bir misal vereyim de… Acayip tesadüf, misali de okuduğum şeyin sahibidir. Hiç hafızamda yoktu.
İbrahim Hakkı
vardır, Almanlar kitabını tercüme etmişler, birinci kısmını, fen kısmını.
Nerede bırakmışsa daha hala o günden bu güne kadar biz bir adım ilerleyememişiz,
derler. Ama biz bilmeyiz di mi? Ne biliriz? Bu zat Fakirullah-ı Türbi’den talim-i
terbiye görmüş. Fakirullah isminde bir zat-ı aliden. Babası vefat etmiş, mini
mini yanında kalmış. Babasını yıkarlarken, Fakirullah kendisi meşgul oluyormuş
cenazesinde, yıkarken yani. Kendi de duruyor başında, ağlıyormuş. Sekiz
yaşındaymış, babasının cenazesinde… Şöyle bir bakmış, “Hadi git yukardan elbiselerini giy” demiş, baktıktan sonra. Gülerek
çıkmış. Yanındakiler demişler ki: “Çocuk
ne de olsa” demişler, “İşte bayramlık
elbiselerini giydirin de sevindirin”… “Elbiseden sevilmez demiş, gözlerinden
sevilir”. Yani sekiz yaşında bütün insanlığı talim edecek bir kabiliyet vermiş.
Hülasası bu. “Ee ne varmış da nazında ölmemişin?” Sen
bunun çirkin tarafını kabul edersin de iyi tarafını niye kabul etmiyorsun? Bazı
nazar vardır ki; “Hiii ne biçim hayvan”
der, yürürken düşer ölür o dakika. Vardır öyle bed[23] nazar
hayatta.
Öylesi olduğu gibi
ihya edeni de var. Neyse O’nun yanındayken, “Git” demiş, “Şu pınardan bir
su getir, testiyi doldur da getir” demiş. Altı yaşında mıymış, neymiş? Bir
yeniçeri sipahisi suyu testiye kol vermiş, fırlatmış “Çekil oradan” diyerekten, testinin kulpunun neyse işte bir şeysi
kırılmış. Su doldurulan yerine ne dersiniz? Ağlaya ağlaya gelmiş. “Ne ağlıyorsun” demiş. “Bir yeniçeri sipahisi attı testimin ucu
kırıldı” demiş. “Hiçbir şey
söylemedin mi?” “Hayır”. “Koş demiş git oraya koş. Uzaktan bir küfür
et de gel” demiş. O vakte kadar hiç işitmemişler bir insan-ı kâmil,
mücessem-i edebi vefa, ahlakı talim eden bir zat-ı ali, kibar, nezih… “Böyle küfür et!”… Herkes birbirine bakıyor.
“Koş çabuk söylüyorum” demiş. Koşmuş.
Yutkunmuş, yutkunmuş, dönmüş. Alışmamış, muhit filan müsait değil. Duymamış. “Ettin mi?” demiş. “Hayır yapamadım efendim” demiş. “Git yahu sana söyledim” Bu sefer gitmiş, yeniçeri sipahisinin beyni
patlamış, yerde serilmiş. Gelmiş, “Nedir
o, söyledin mi?” “Söylemeye hacet
kalmadı, patlamış kafası, beyni patlamış çıkmış”. “Ey Hakkı” demiş, “Koca bir
adamı bir testiye yedin, bir testinin kulpuna koca bir adamı yedin. Eğer sen
ona o dakika ağzını açmış olsaydın, o yakasını kurtarmıştı. O sıcak gözyaşını
içine akıttın, kalbin parça parça oldu, derhal sahibi çıktı yakaladı, tepeledi.”
Öyledir o. Bugün ki konuşmanın an yerini burası teşkil eder. Hayatta çektiğin
bazı sıkıntılar varsa bil ki; ya dilinin tokadıyla birisini inletmişsindir,
kırmışındır, haberin olmaz senin. O dakikada kalbi kırılır, sahibi Allah (cc)
öyle vaziyet eder, yakar seni. Acayip iştir.
Öyle haller var ki, bir misal
geldi aklıma, iki tane misal, ikisini de getireyim. Herkes bilir ki Ebu
Bekir’in (ra) Kur’an’ da hususi bir imtiyazı vardır. [24]
ثَانِيَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا İkiden biri Kur’an’da
sıddıkiyyet rütbesini almış. Böyle olduğu halde, Hazreti Bilal (ra) bir şey
konuşuyormuş, Kureyş’in ileri gelenlerinden bazılarının, nezaketsizliğinden,
vaktiyle hamiyetsizliğinden, bir dostuna anlatıyormuş. O esnada Ebu Bekir (ra)
geçiyormuş, durmuş. “Bilal” demiş, “Kimse hakkında bir şey söyleme.” “Onlar benim bu sözümün layıkıdırlar Ya Ebu
Bekir”. “Söyleme diyorum” demiş.
Gelmiş aynen Hazreti Fahri Âlem’e hikâye etmiş. Ebu Bekir’e (ra) ne diyor,
biliyor musun? “Onu bilmem diyor Ya Ebu
Bekir, Bilal gücenmişse yanmışındır. Eğer senin bu sözünden Bilal kırılmışsa,
sen yanmışındır.” Koşarak gelmiş Bilal’e (ra), “Gücenmedin
di mi?” diye, defaat ile sözle, halle, şekille, teminat almadan ayrılmamış.
Biri de Ebu Zer-i Gıffari’dir (ra). Ebu
Zer-i Gıffari… Öyle bir imtiyazı var ki; tek başına iman ettiriyor Peygamber
(sav), tek başına Ahirete gidecek, tek başına Allah’ın (cc) yanına çıkacak. Tek
başına orduya yetişti. Tek başına huzur-u sübhaniye girmek demek, o istifa
kanununa sahip olan insanlarda var o. Böyle olduğu halde, bir gün hizmetçisi
siyahi bir insanmış, siyahi. Bir mevzuuda işte canı sıkılmış, haklı Ebu Zer-i
Gıffari. Fakat cümlenin çıkış tarzı acayip. Acayip de ne yani? Bizim öyle
nazarımızda pek büyüyecek bir şekilde değil. “Gidi zencinin oğlu” Yani siyahi kadının çocuğu.
Sertçe söylüyor. Geçiyormuş, tesadüf… Yine Rasulü Kibriya (sav), biraz sonra
gelmişler yanına, “ Gel buraya”
demiş. “Herkes kün emrinin daire-i
merkezinde tecelli etmiştir. O kün emrinin haricinde hiçbir kimse yoktur. Nüçün
“Gidi zencinin oğlu” dedin, gücendiyse yandın ” demiş. Gidiyor. O Ebu Zer-i
Gıffari ki; O’nun yüzü başka türlü bir yüzdür. Koyuyor yere, o siyahi şeye,
hadimine, “Bas ayağını!” diyor. “Aman efendim!” “Yok, yok, başka türlü kanaat gelmeyecek. Beni Affet ve itminan-ı kalple
şunu Kudret çeksin, sana ait olan bir şeyle ben seni rencide etmişsem, Ya Rabbi
götürdüm de yüzümü ayağının altına koydumdu, hala silmedin mi?”
diyeyim. Anlatabiliyor muyum acaba? Hala
silmedin mi?
İttekin-nar
bi temmetin velev bi kelimetin tayyibetin. En yüksek ahlakçının sözüdür.
Fahri Âlem (sav). Malum ya, ahlakçıların en başında o zat gelir. Kendisini de
beşeriyete öyle takdim etmiştir. “İnnema bu istu li utemmime li mekalim
el-ahlak.” “Ben mekarim-i ahlakı
itmama gönderildim.” Bazıları der ki: “Efendim
o kadar büyük zatmış da niye bir tayyare yapmamış!” “Tenekeci ustasıyım” diye kendini takdim etmedi: “Ben mekarim-i
ahlakı itmama gönderildim”. Ben bir tenekeci ustasıyım, demirci çavuşuyum” filan
diye öyle göstermedi kendisini. Mana tekamül ederse madde mebsuten mütenasip[25]
tekamül eder. İş manadan doğar. Onların da vazihi[26]
odur. Anlatabildim mi acaba? Mana tekamül ederse maddeye intikal eder. Madde
mananın tekasüf[27] eden
kısmıdır. Bir şey anlatamadık mı acaba? En mühim yer o. Ufacık bir cümledir ama
binlerce sayfalık şerhi yapılabilir. Madde mananın tekasüf eden kısmına
denir. Beden ruhun mütekasif[28]
olan kısmıdır. Hangi tarafını anlatayım sana?
[1] Vesm: Damga.
İşaret.
[2] Kinever: Kin besleyen, hased eden, kinci.
[3] Nahvet: Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme,
böbürlenme.
[4] Muvazene(t): Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için
tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
[5]Hadis-i
Şerif’in devamı لا تزال
هذه الأمة تحت يد الله وفي كنفه ما لم يمالئ قراؤها أمراءها، وما لم يزك صلحاؤها
فجارها، وما لم يهن خيارها أشرارها، فإذا هم فعلوا ذلك رفع الله يده عنهم، ثم سلط
عليهم جبابرتهم فساموهم سوء العذاب، ثم ضربهم الله بالفاقة والفقر»
[6] Maide
Suresi 67’nci Ayet-i Kerime يَٓا
اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ
مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ
يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
Meali: Ey şanlı Resul!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun peygamberlik
görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah,
kâfirler toplumunu doğru yola iletmez.
[7] Yunus Suresi 108’nci Ayet-i Kerime قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ
جَٓاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي
لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۚ وَمَٓا
اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍۜ
Meali: De ki: "Ey insanlar!
İşte size Rabbinizden hak geldi. Artık kim hidayeti kabul ederse kendi canı
için kabul etmiş olur. Kim sapıklık ederse kendi zararına sapıklık etmiş olur. Ve ben sizin üzerinize vekil değilim."
[8] İhtikar: 1) Kıymetlenmesi için bir şeyi saklamak. 2)
Vurgunculuk
[9] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmayarak ayıplanmış.
Kötü.
[10] Serair: (Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
[11] Zamair: (Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
İsim yerine kullanılan kelimeler.
[12] Hafaya: (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
[13] Muttali': Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden
bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.
[14] Mükeyyifât: Keyfe göre
[15] Şan: 1) Durum, hal, vaziyet 2)Mahiyet 3) Nam, şöhret, şan, ün.
[16] Mur: Karınca
[17] Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz
[18] Muktedi: Tâbi olan, uyan. İmama uyan.
[19] Habaset: (Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
[20] Nabud: İflas etmiş. Perişan olmuş.
[21] Tefrid: Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp,
ibâdet ve tâatle meşgul olma.
[22] Tecrid: Açıkta bırakmak. Yalnız başına bırakmak. Tek
başına hapsetmek. Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona
hitabetmesi. Soyma, soyulma.
[23] Bed: Farsça Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
[24] Tevbe Suresi 40’ncı Ayet-i Kerime اِلَّا
تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّٰهُ اِذْ اَخْرَجَهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ثَانِيَ
اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا فِي الْغَارِ اِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِه۪ لَا تَحْزَنْ اِنَّ
اللّٰهَ مَعَنَاۚ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلَيْهِ وَاَيَّدَهُ بِجُنُودٍ
لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا السُّفْلٰىۜ وَكَلِمَةُ
اللّٰهِ هِيَ الْعُلْيَاۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Meali: Eğer siz ona
(Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu
Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden
biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına
"Üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Allah onun kalbine sükûnet
ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin
sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet
sahibidir.
[25] Mebsuten: Mütenasip Doğru orantı; birbirine bağlı
olan ve biri arttığında öteki de artan iki büyüklük arasındaki nispet.
[26] Vazîh(a): (Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.
[27] Tekâsüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir
noktada toplanma. Birbirinden ayrılan kimyevi
maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
[28] Mütekâsif (Kesafet.
den) Sıklaşmış, koyulaşmış, yoğunlaşmış. Sıklaşan, yoğunlaşan, koyulaşan,
tekâsüf eden
[i] Ne Sendendir Ne Bendendir
Ne sendendir ne
bendendir ne çârh-i kineverdedir
Be derd-i ser humar-i
neşve-i cam-i kederdendir
Dehan âlûde olmaz-i
elvan-i âlemde
Dimağ-i dilde lezzet
han-i yağma-yi seherdendir
Düşen sana tegafüldür
bana ah-i tegafülsuz
Değil senden şikayet
şekve ah-i bîeserdendir
Sana isbat-i taksir
eylemek bîvechdir ey dil
Bu taksir-i eser senden
değildir çeşm-i terdendir
Bu ta’birat vüs’unda
değildir kuvvet-i tab’ın
Bu feyz-i ma’nevî Nabîye
mecra-yi diğerdendir.
Urfalı Şair Nâbi.
[ii] Zâhirî hâle bakıp etme dahîl bir ferdi
Çekilir çile değil
çille-i germ ü serdi
Kendi hâlince olur her
kişinin bir derdi
Tükenir mi feleğin
sille-i nerm ü serdi
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle
gelir böyle gider
Gelir elbet zuhûra ne
ise hükm ü kader,
Hakk’a tefvîz-i umûr et
ne elem çek ne keder
Hilafından hazer eyle
huzuri bariyi gözle
Mukadderde hata olmaz
hemen yan gel sefa eyle
Enderunlu Vâsıf
[iii]
Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.
Gam-ı âlem kibâr-ı âlemün gamsızlığındandur ***
Yenişehirli Avnî
1 yorum:
Rasulü Ekrem çok şeydir de, haristir, insanlığı yetiştirmek içün çok üzülür; [6] بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ “Yahu niye üzülürsün? [7] وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍ “Ben seni vekil-i umumi tayin etmedim, göster böyle güzel bir şey var de geç. Üzerinde durursun” diyor. Durur. “Ben sebeb-i hilkat-i âlemi âdem olduğum içün kimsenin yandığını istemem” der. … ister.
Yorum Gönder