Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

10. Kaset

   010 (22.06.1958) 75 dk. (81)

….Aşktan doğan ahlakın da mastarı, memba-ı kalp.  Gerek akıl, kalp; gerek ışk, vazife, bunlar mana-î insaniyeye ait bir vasıf olması hasebiyle, ahlak mevzûu doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. İnsan; suret-i zahirede şekillenip de görüldüğü an, elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret bir mazhar.[1] Fakat mana itibariyle, hakikatine doğru bakıldığı zaman, bütün varlığı muhit[2] bir ân. Kudret ne yaratmışsa, onun iklim-i manasına bir numunesini rekzetmiş[3].

Ve mevzûunda en güç yeri burası. Geçen konuşmamızda söylediğim gibi bedenin muarrifi[4] ruh, değil mi? Bedenin muarrifi ruh. Mevcûdâtın da muarrifi, yani Allah (cc). Masnûâtı [5] üzerinde öyle serair[6] gizlemiş ki, en kalın kafalı bir insan bile, kendisinin huzurunda hiç şek, şüphe etmeksizin “Sana teslimim Yarabbi!” diyebilsin içün.

Malum ya bu hayatta kim güzel yaşar?

Kim huzur içinde yaşar?

Kim geliş ve gidişindeki gayeyi duyaraktan yaşar?

Hakk’a kerhen[7] değil de tav’an[8] teslim olanlardır. Yoksa Allah (cc) herkesi teslim alır. Makul olanlar tav’an teslim olurlar, enaniyyet zindanında kalanlar da kerhen teslim olurlar.İmkân yok ona!

Acaba şurayı anlatabildim mi? Hûda, ya insanı tav’an teslim alır… (Yanlış söyledim cümleyi.)

İnsan Hûda’ya, ya tav’an teslim olur, veyahut O kerhen teslim alır. Makul olanlar, geliş ve gidişteki gayeyi duyanlar; gelmekle gitmek arasındaki neticeleri bulanlar, taalluk[9] edenler, tahalluk[10] edenler, tahakkuk[11] edenler, bilenler, bulanlar, olanlar… (Kaç türlü tarifi birden yapıyorum.)  Tav’an teslim olanlardır. Ve kim vaktiyle tav’an teslim olursa, o huzur içinde yaşar. Hayatını gayet güzel intizama kor. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücud-u manevisi onu hiçbir vakit azarlamaz.

İki muazzam hâkim vardır. Bunun ikisi de mahkûm etmez. Biri iklim-i vücuduna va’z edilmiş olan vicdan denilen mana-i külli, biri de âlem-i mâadın[12], Hakim-i Mutlakı olan Allah (cc). Ondan mâadâ “şöyleymiş, böyleymiş...”  hepsi zırıltı geçer gider. Şu içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan biri var ya:  Aferin, satılmadın! Birçok yüz değiştirmedin, zararı yok inle! Her çirkinliğin altında bir güzellik gizlenmiştir. Benliğini at, sana güzel bir zarf yaparlar!  Bademin kabuğu kırıldıktan sonra üzerine şeker geçer, badem şekeri olur. Taş gibi kabuğu ile badem şekeri olmaz Soyun benliğinden, Hak ile vuslat et!   Öyle değil mi? Badem şekeri yapmak içün bademin kabuğunu kırıp atarlar değil mi ya? İşte insana ahlak denilen o büyük,    (Ne diyelim, kelimesini harflen, seda ile pek ahengini veremiyorum kanaatindeyim. Konuşma tarzımdan elbette bir şey anlıyorsun.)

İşte o ahlak; insanın dalalet kabuğunu çıkarır, Kudret tarafından kendisine bir elbise giydirir. Ve o elbiseyle insanlık huzuruna çıkarır. Allah’ın (cc) dîdârına nail olacağına ümidi olan kimse, muhakkak ahlaka sahip olur.

Bugün cümleleri hülâsa ederek, üç beş dersin verilecek neticelerini vererekten konuşuyorum.

Boyuna “Ahlak, ahlak!” diyoruz. Netice ne olacak?

Netice malum ya ahlak mefhûmu; Allah(cc)  mefhûmuna, Allah (cc)  manasıyla alakadar. Ebediyete inanmayan insan da “Ahlakım var!” demesi abestir. Onu kitaplar yazmış; ahlak-ı nazariye, ahlak-ı ameliye. Hadisat içerisinde insanın güzel huyu, bir yere kendini beğendirmesine AHLAK denir. Kim beğenecek? Allah (cc) beğenecek! Kestirmesi bu! Kıymet  hükmü Allah’dan (cc) gelecek. Durkheim’den değil! Onun vermiş olduğu kıymet. Çünkü seni O alacak. O’ndan başka kimse almaz. Ondan mahrum olan kimse aşksız! Aşktan mahrum demektir.

Ahlakın bir manası da aşk hakikatte.

Hani vazifeden filan diye taksimi yaptım, ama şimdi şimdi ben, siz biten birçok ders şeylere, konferanslara devam ettiğinizden dolayı netice itibariyle elbette bir varlık olmuştur, iklim-i vücudunuzda. Aşağı yukarı bir kaç senedir bu mevzûu konuşuyoruz, onun içün acemilik çekmezsiniz diyerekten, yüksek mevzûlara, yüksek bahislere uğrayarak konuşuyorum.

Küll halinde tarif  edilecek olursa: Ahlak aşktan ibarettir.

Aşk; kabil-i tecezzi[13] değildir, kabil-i taksim değildir, kabil-i inkisâm[14] değildir. Ahlak da, kabil-i tecezzi, kabil-i taksim, kabil-i inkısâm değildir. Burada ahlaklı, burada ahlaksız olmaz. Demek ahlakı yok, anlatabiliyor muyum acaba? Aşk kabil-i tecezzi değildir, kabil-i inkısâm değildir.

Ahlakın cüzünden feragat, küll’ünden feragat hükmündedir.

Ahlak mefhûmunda bir kıymet verilmiş, “Bu budur!” denmiş, “Ben bunun bir parçasını bugünlük feda edeceğim!” dedin mi, kabil-i taksim değil, hepsini birden feda ettin, demektir. Bütün emeklerin gider gürültüye. Feda olmaz! Binaenaleyh demek oluyor ki; ahlaktan mahrum olan insan, aşktan mahrum olan insandır. Aşk ise, Allah’ın (cc) zat ismidir. O’ndan mahrum insan demektir. Anlatabiliyor muyum? Buradaki aşk, her hafta tekrarlıyorum, romanda okunan aşk değil! Aşk-ı a’dali[15] değil! Fuzuli’nin tarif ettiği gibi:

Kad enâre'l-'ışkî li’l-'uşşâki minhâci'l-Hûdâ

Sâlik-i râh-i hakîkat 'aşka eyler iktidâ[i]

Kelimenin aslı ışktır, ama örf-ü lisaniyi konuşuyoruz. Işk; lügat  manasında da incelik vardır, sarmaşık otu manasına gelir, lügaten. Sarmaşık otu. Biz çok köklü bir camiayızdır. Her hangi bir kelimeye bir mana verilmişse içerisinde gizlenmiş büyük varlıklar vardır. Sarmaşık otu, hangi ağaca sarılırsa o ağacı kurutur. Aşk  da hangi şecere-i  insaniyeye sarılırsa  onun nefsini kurutur, benliğini kurutur, hasedini kurutur, kibrini kurutur, ücbunu kururtur, buğzunu kurutur, adavetini kurutur, “Evvela canan sonra can!” diye yaşatır. Onun içün bizim dedelerimiz aşktan doğan ahlaka saliktiler. İspat eder misin? Her an, her dakika, her zaman, tarihle. Medeniyet denilen varlık, hakikisi senin dedendedir. Kökü de ondadır.

İspanya’da, cayır cayır adamları yakarken; deden, “İnsandır, yahu candır, yanar mı, istemiyorsan bana ver!” dedi, bağrına bastı. Senin göz kamaştırdığın, tapınmış olduğun, medeniyet de daha siyah renkli adamla bir sofrada oturmuyor kardeşim.  “Rengi siyah!” diyor. Sen kendi dedeni ne zannediyorsun!?  O dedesinin izinden yürüyen, aynı kanı taşıyan insan, bugün yine öyledir. Aç kalsa elinde hariçten ufacıcık bir şey almış olsa, yanında bir arkadaşı olduğu vakitte  muhakkak ona bir parçasını tattırtmak ister. O medeniyet sahasında yüzen insanlarda, alır yanında böyle şapır şupur, şapır şupur, şapır şupur, hiç bakmaz bile. Böyle bir tuhaf! Öyle değil mi? Hiç rast gelmedin mi?

Ama  El ahlak-û sarîyetün, ve’t-tabiat-û sarikatün. Ahlak saridir, tabiat sariktir.

Çok geniş hukuk tedarik edersen, o huyu çalarsın! Sonra ananın nafakasını da vermemeye kalkarsın! Deden insana kıymet verirdi, çarık postuna kıymet vermezdi. İnsana, gönle kıymet verirdi, gönle! Çarık postuna kıymet vermezdi! Gönül! Çünkü derdi ki:

Sarây-î “lî mâallâhi”, vallahi gönüldür.[16]

Allah’ın ulu dergahı billahi gönüldür.

Bu aşk ile yaşardı. O öyle düstur kurmuştu. “Sirke ne kadar keskin olursa şekerin o kadar kuvvetli olması lazım gelir.” derdi. “Madamı ki insansın, Naib-i Hak’sın, Kudret sana emanetini vermiştir, o emanet de insan yetiştirme hassasıdır, karşındaki adam ne kadar şaki olursa olsun, sen onun şekavetine karşı o kadar iyi olacaksın, arkanı dönmeyeceksin!” derdi. Misalden bir şey anlamadın mı acaba? Sirke ne kadar keskin olursa, tatlısının o kadar çok olması lazım gelir. Deden resmini değil, ismini bırakmaya çalışmıştır. O isim de gönül fethetmekle bırakılabilir.  

Gönül de ne ile fethedilir? Benlikten soyunmakla fethedilir!

O, “Cihada memur olarak yaratıldım!” der. Yaradılışında kendi hayatını hesap etmiştir, “Beni Kudret...” çünkü Mü’min, inanan yani ya, ve istikbal inananların olduğuna inanan. Mü’minin tarifi budur.

İman, iman, herkes konuşuyor. İman iki türlü. Bir örfün kabul ettiği iman vardır ki; gaye doğru olsun-doğru olmasın, neyse o kendi kafasında tutmuş olduğu şey, ona inanmak. Bir de Allah’ın (cc) tarif ettiği iman vardır, Bana inan. Bana dayan. Bana itimat et!  Acaba anlatabiliyor muyum? Öyle der kendisi de:

[17] وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ

Kendi tarif etmiştir: “Her hangi zor bir iş meydana geldiği vakitte aklı erenlerle konuş. İvazsız garazsız görüş. Ondan sonra, görüştükten sonra kararını ver.” Kararını verdikten sonra artık böyle böyle böyle böyle böyle olma!

 فَاِذَا عَزَمْتَ

“Azmettin mi, kat’i kararını verdin mi Bana dayan!”

 فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ

“Güven!” der. Güvendin mi nokta-i istinat;  “kuvvetli” olmaktan kalkar, “Hak” olur o vakit. Bak iyilikler nasıl tecelli ediyor. Bugün dünyanın en yüksek diplomatları bir araya gelsin, en muazzam işleyen kafaları bir yerde toplansın, en mükellef iktisatçıları bir yere içtima etsin, en büyük terbiye tezgâhları olanca hızıyla çalışsın, mutantan[18] mükellef inzibat kuvvetleri lazım gelen icraatını ortaya koysun, yine beşere huzur veremez, yine veremez. Yine “ah” sesi dinmez. “Ah” sesini dindiremezsin. Dinmez “ah” sesi. Neden dinmez? Çünkü beşerde öyle bir kanaat geldi ki, “Nokta-i istinat, kuvvet” diyor. Ne demek bu? Hakk’ı kuvvette tanıyor, kuvveti Hak’ta tanımıyor! Halbuki Allah (cc) öyle demiyor:

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ  

“Ben kuvvette değilim, kuvvetlerin hepsi Bende. Ben vereceğim sana  kuvveti!” Acaba anlatabiliyor muyum bir şey? İşte buradan beşer bocalıyor.

Bugün münevver denilen tabakada, bütün dünya camiası üzerinde konuşuyoruz, mevzii bir yer değil. Konuşmanın şekli mevzii değil yani. Bütün dünya denilen sahada, beşere bir hâl gelmiştir; o halde der ki, “Nokta-i istinat, kuvvet!” Nokta-i istinatı kuvvet tanıyınca, kuvvetin şe’ninin[19] neticesi boğuşmak. Onun için beşer boğuşuyor işte. Ailesinden tut biraz daha büyük camiasına, biraz daha büyük kütlesine, biraz daha büyük bütün muhite şümûl ediyor, teşmil[20] ediyor dünya sahasında. Merhamet, muhabbet, hürmet kalkıyor.

Her vakit söyledim, bunu yayın! İnsan için Kudret’in vermiş olduğu en büyük sermaye iç sermayedir, öbürkü dış sermaye. Dış sermaye, evet; servettir, şudur, budur, fakat iç sermaye ruha ait olan sermaye üç şeydir; MERHAMET,HÜRMET, MUHABBET.         

Havas tabakada merhamet, avam tabakasında o merhamete karşı hürmet, onun ikisi iştirak ettikten sonra muhabbet! Bu doğmadıkça ne teali vardır, ne terakki vardır. Dünyada da teali-terakki yoktur bugün. Yarım saatte beş milyon adamı öldürmek teali değildir, terakki değildir! Ona haddizatında insan hukukunu muhafaza etmek denmez. İnsan hukukunu bir anda imha etmek denir. Bas vidaya gece yarısı, yetmiş yaşında, seksen yaşında hasta, dede, hamile başında tüyü bitmiş-bitmemiş insan ölsün,  o değil! İnsaniyet, insan hukuku o şekilde değil! İnsan hukuku, meydana korsun dört kişiyi, dört de öbür taraftan gelir. “Gel bakalım pazılarımızı değiştirelim, tokuşturalım” dersin, böyle olur.

Tenekecilik, teali-terakki sayılmaz. Ruhta tekâmüle teali, terakki denir. Kalbi rikkatle merhametle çarpması ne kadar çoğalırsa o kadar medeniyet çoğalmıştır. O çarpıntı durdu da, yalnız fizik hadisesine iş kalmışsa, canavarları utandırtacak kadar tecelliler başlamıştır. Canavarlar utanır! Tokken de paralar, açken de paralar. Halbuki canavar açken paralar, tokken paralamaz!  Yazın dağda gezebilirsin, kurt karşına çıkar, geçer gider. Kışın parçalar. Anlatabiliyor muyum bir şey? O kışın parçalar, çünkü aç kaldı. Ama insan canavarlaşacak olursa, çok aşağıya düşer, tokken de parçalar, açken de parçalar! İhtirasât-ı nefsaniyesi kabardığı vakitte parçalar, neler yapar, neler yapar!

Nokta-i istinat; bugün bütün dünya sekenesi üzerinde “kuvvet” diyor, “kuvvete taparım” diyor. Madde, kuvvet! Ya buna bir kuvvet denir. Şu hareketi yapınca bir kuvvet. Bu sıfattır. Bunun mevsûfu[21] nerede? Şunu çevirmen bir kuvvet, bu sıfat, ya mevsûfu bunun?

Beşeriyetin kuvve-i zaikası bozulmuş. Zaika-i maneviyesi. İyiyi kabul edemiyor. Zaika-i isti’dadı bozulmuş! Nasıl insan rahatsızlanır, mizacı bozulursa, zaikası bozulur, en güzel bir yemek pişirildiği vakitte “Kokuyor, içim dışıma çıkacak kapıyı kapayın!” diye bağırır, yemeği getirirken “Getirme!” der, yemekte mi suç, onda mı? Yemekte suç yok. Yemek, ekmeği nefiseden, nimet-i ilahiden. Aç olan adama, sıhhatli olan adama, o yemek böyle  şapır şupur yeniyor, fakat zaikâsı bozuk, mizacı bozuk, “getirmeyin!” diyor.

Beşerin de  ruh-i zaikâ-i istidadı bozulduğundan dolayı, “HAK” demiyor, “Kuvvet” diyor! Dedikçe aşağı düşüyor ve düşer!

İlm-i tıp, bedenindeki kuvve-i zaikasının bozukluğunu tedavi edecek mütehassıslar yetiştirdi, fakat ruhunun zaikasının bozukluğuna ait beşeriyet henüz insan yetiştirmiyor. Onun içün insanlık âlemi inim inim inliyor!  Ee ömür de ne kadar? İşte bitti bitti, ömür bitti! Geldin, doğdun, öldün. Bir şey yok ki!

Ahlakın kemâlatına kadem basamamışsan, sûri bir şekilde yaşıyorsan, hayat bir günden ibarettir. Onlara göre, o tarife göre yapayım size hayatı. Bir gün gönlünü bir yere bağlarsın, öbür gün de çözersin, ondan sonra ölürsün. Böyle değil mi? Hesap et hayatında.

Ey gönül, sana sen gelmek için az mı dolaştın, kaç bin puta taptın bu sanemgâhta hesap et!

Onu da gelen söylemiş. Gelemeyen?

Ey dîl, sana sen gelmek için az mı dolaştın, kaç bin puta taptın bu sanemgâhta hesap et!

Hak’tan mâadâ gönlünü neye bağlamışsan hepsi birer puttur! Masa puttur, kasa puttur, rütbe puttur, câh puttur! Ne bileyim ben. Onun bir sahası vardır, sahasına tecavüz ettirip de içine girdiği dakikadan itibaren yıkılır insan! Bunların hepsi insana ait birer varlıktır, lazım olan şeylerdir, amma kalıbına ait. Bir geminin yürüyebilmesi için denize ihtiyaç vardır, deniz olmazsa gemi yürümez, bir insanın da teali terakki edebilmesi içün sûri şekilde servete, şuna, buna ihtiyacı vardır. Fakat dikkat et, o geminin ihtiyacı olan deniz, gemiden şu kadar bir yer rahne  açılır da içeriye girmeye başlarsa gemi batar. Senin de kalıbından zevahir, kalbinin içerisine doğru girecek olursa senin insan gemini batırır ve bir daha da çıkaranı da olmaz. Enkazı da işe yaramaz, oradaki geminin  yine enkazı çıkar, bir takım, bir çok şeyleri kullanılır. Bu geminin enkazı işe yaramaz; alanı yok, kokmaktan başka bir şeye yaramaz.Bulamaz çare! İnsanlık âlemi bulamaz. Hakk’ı kuvvette tanıdığı müddetçe bulunmaz. Vermez ki, açmaz ki, musluk açılmaz ki. Öyle der büyük kitapta, 

[22] وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟

Kısa söyler, çok mana çıksın diyerek. Mutlak konuşur, herkes hissesini alsın diyerek. Ufacık bir cümle. “Bana sarılmadıkça” diyor: “Ben adama yol vermem!” Açık konuşuyor kendisi. Mülkün sahibi öyle konuşuyor:  “Ben öyle bir şekilde mevcûdâtı halk etmişimdir ki, güneşli bir havada şöyle cevve[23] bir bak! En ufak zerreler, kimi aşağı doğru gidiyor, kimi böyle gidiyor, kimi sola gidiyor, kimi sağa gidiyor, kimi semaya doğru çıkıyor. İhtilaf-ı mizaç içerisinde Ben, bu kâinatı Ben yoğurmuşum, bundan ibret al, istikameti Ben vereceğim, sen kendi kendine alamazsın istikamet!” diyor. Bir şey anlatabildim mi acaba? “Ben vereceğim istikameti!” diyor. “Bak cevve, mini mini zerreler, kimi yukarıya doğru, kimi aşağıya doğru, kimi böyle, kimi böyle, hep ihtilaf bir araya gelmiş, böyle yoğurmuşum, bunun içerisinde istikameti Ben veririm, sen kendin alamazsın! Vermeklik için de Bana sarılman lazım gelir. Sen inat ediyorsun Ben’le. Ben sana yol açmam. Açmam!”

[24] وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ

Ufacıcık bir cümle daha: “Benim uğrumda, Benim ismime, Benim namıma bir kimse cihat etsin de, Ben onun elinden tutmayayım olur mu? Onun isti’dadında Benim hesabıma ayak attığı anda, Ben elinden tutar kendim yola götürürüm. Ben kendim çıkarırım. Benim hükümet-i sûbhânimin eli olsun da onun karşısında durulacak insan bulunsun!” o nasıl öyle diyor, “Olur mu” diyor. Onun canlı misali de vardır. Bir er tasavvur edin. Umur haricinde misal vereyim. Asker elbisesini giymiş, hükümet emir vermiş, filan muhiti boşaltacaksın. Misal; o gitmiş olduğu muhitte, o erden daha üstün ilim adamı vardır. Dikkat ediyor musun? Mühendisi vardır, mimarı vardır, tabibi vardır, kimyageri vardır, akıl itibariyle daha üstün düşüneni vardır, fikir itibariyle daha iyi neticeler çıkaranı vardır fakat hiç kimse, “Senin ne kıymetin var!”  demez. Neden? Çünkü o, isim aldı. Bir yeri temsil ediyor. Anlatabildim mi? Cayır cayır herkes önüne bakaraktan çantasını alır, tıpış tıpış yürür. Kudret’in acayip tecellileri. Haa, yürür. Bir hükümete kendisini izafe eden bir erin, almış olduğu o elbisenin verdiği bir varlıkla, kendisinden çook üstün manaları, maddeleri taşıyan koca bir kütleyi sessiz sedasız çıkarıp götürdüğü halde, ya hükümet-i sûbhâninin eri, “Arşı yürüttürür!” diyor. Ama senin alakan kesilirse, izafen O'na olmazsa ne netice alabilirsin? Netice, ne alırsın? İşte ahlak; insana buralarını açar, bu kapılar açtıktan sonra, mana ile irtibat tedarik ettirir ve alacağını aldırttırır, salim bir fikirle, temiz bir akılla, huzurlu bir vicdanla, Allah’ına (cc) kavuşturur. Herkes oraya kavuşmaya gidiyor.

Ölümün yirmi sene evveli ile yirmi sene sonrası arasında da fark yoktur. O kadar derin düşünmez deden. Onun içün bire on dövüşmüştür. Doğduğu günden itibaren: “Can-ı şehadete nuş edeceğim.” aşkı ile yaşamıştır. “Benim vazifem haddizatında Kudret’in istediği yolda yürümek, netice olur olmaz o bana ait değil, mülk O’nundur fakat ben muhakkak cihat edeceğim! Nefsimle cihat edeceğim, haksızlıkla cihat edeceğim, zulme divan durmayacağım, manaya tecavüz ettirtmeyeceğim,  ruhsara toz kondurtmayacağım, zülfe el sürdürtmeyeceğim, serbest ‘Allah (cc)’ diyeceğim, manaya serbest dahil olacağım, her şeyi yerli yerine kullanacağım, bunu kullanmaklık için de bu vücudumu, O’nun namına alem-i şuhutta vakfetmişim!” diyor. Bir şey anlatabiliyor muyum? Kadını da öyle, erkeği de öyle dedenin. Nenen de öyle.

“Ekmek kavgası, köpeklere layıktır!” der.

Bak bir isim vereyim sana. Bulabilirsem bakayım, bulamadım.

Meryem El-Basriye (Rabiatü'l-Adeviyye) nenen. Mevzû uzun, ben size şöyle bir cümlesini, lazım gelen yerini söyleyeyim. Büyük hayatın çarpışmaları filan... “Niçün bu kadar şey ediyorsun.” diyor. “Ekmek kavgası!” diyor.

Meryemu'l- Basriye: “Ee, sizinle biz hukukumuzu kesmenin zamanı gelmiş. Bilmiyordum. Bilseydim ben seninle hukuk tedarik etmezdim!” demiş. “Niye?”Ben seni insan zannettim, ekmek kavgası köpeklerde olur! diyor.

“Siz, rızk için” diyor o adam, “Hiçbir heyecan göstermez misiniz?” “Hayır!” “Niçün?”

“Ben büyük kitabı okumuşum” diyor. “Ne var orada?”

“Okuduğum kitapta diyor ki:

 [25] وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ

‘Ben neyi vaad etmişsem senin rızkın içün ne eksilten vardır, ne arttıran vardır!’ Ben buna inanmışım! (diyor) Sözü bugün böyle söyleyip, yarın böyle dönen yerden değil ki, bunu bana Allah (cc) söyledi!”

وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ

“Rızkınız alem-i âlâda, alem-i manada, alem-i semada, âlâ aleminde, irade edilmiştir, kararı verilmiştir, ne şekilde  size vaad etmişsem…”

Bir şey anlıyor musunuz acaba? Ben anlatabiliyor muyum daha doğrusu?

Bir kadın!  Ne anneler yetiştirmişiz,  görüyor musunuz?  Artist modeli ile yarışa çıkan anneler değil.  Anne, anne! Anne malum ya kahraman! Erkek mi kahraman, kadın mı kahraman? Kadın kahraman. Kahraman annenin oğlu, kahraman olur. Anlatabildim mi acaba? Kadın kahraman! Onun içün Allah (cc) ona ona çok büyük kıymet vermiş. Öldüğün vakit babanla konuşturtmuyorlar ikinci hayatta. Künye değişiyor künye. Burada nüfus kağıdında babası üstte anası şurda, şu şurda, orda değil. İkinci hayatta ananla. Soyuveriyorlar adamı babasından. Öyle mi? Öyle ya. Veli ibn-i Aişe diye bağırır, kabir çukuruna götürüldüğü vakitte. E orada bir şey var, var da mı bağırıyor o. O saçma değil mi ya? Sen de gidip bağırıyorsun ya? “Ölmedin sen, içimdesin sen(!)” Haa... “Vefa, vefa.  Ölmedin, taşıyoruz seni(!)” Yoksa niye bağırıyorsun, deli misin? Varsa işte o da bağırıyor, sen de bağırıyorsun. Öyle değil mi? Manaya ait bir edâ olursa, bir ân olursa gülüyorsun da, kendi yaptığına niye gülmüyorsun? Hem ötekinin bağrışında bir, bir yakış vardır. Yakar adamı o, iyi dinlersen, şöyle durursan, o sonra içerdekine değildir o bağrış. İçerdekinin de hissesi var başka. İçerdeki zaten içerde değildir. O bütün artık, kafesi kırılmıştır, dünya ona kabir olmuştur. Ondan başka deyiş, size birkaç konuşma evvelleri bahsetmiştim onu. En ziyade dışarıda. Çünkü kabrin içerisi dud-u[26] hasret, dışarısı da asa-i ibrettir. İnmek için merdiveni var da çıkmak için yok. Zalime o kadar nispet ver ki, çünkü zalim hiçbir vakit emeline nail olamamıştır, daha böyle  zulme ait aşk, öyle bir tuhaf çirkin bir şeydir ki o. Nefisten geldiğinden dolayı çok hunhar bir haldir o, “Tıkamak için ölümü öldüremiyorsun ya!” de. Patlar! En ziyade onun zulüm damarına neşter odur. “Ohhh, ölümü öldüremiyorsun ya. Bu sene biraz daha çökmüşsün yahu. Burnun uzamış senin simanda” de. “Hortumvari olmuş” dersin. İnsan öleceğine yakın burnu uzar burnu. Hangi burnu ama. Bir gün söylerim, orası kalsın. İnsanda kaç tane burun var. Burnu çok, çok burnu olur insanın. Çok burnu olduğuna bir misal ver, bakayım. Vereyim: Hani ibadetten vereyim, dini bir misal vereyim, daha çabuk anlaşılsın.

Dini misalde namaz kılarken,  erkân-ı ibadette, o erkanda, secdede “buruna bak!” derler. Böyle secdeye koyduğun vakitte, burnunun ucuna bak. Onu zavallı insanlar, bu kafasındaki burnu zannetmiş. Öyle bakınca şaşı olursun. Burnunun ucuna bak yine gözlerin bulanır,  safran bulanır. O değil!  Kudret’e karşı kafanı, makam-ı tevazûda yere koydun, “Taayyûn-ü[27] âlâdan da münezzehsin Yarabbi!” dedin. Teslim olduğunu hâlinle beyan ettin. Acaba bu bir görenek midir? Bir adet midir? Yoksa duyarak mıdır? Burnuna bak da bu belli olsun. Benliğin kaldı mı, kalmadı mı? Anlatabildim mi?

Burnu büyük adam, deriz. Ne demek o? Benliği çok. Ahmak adam yani ya. Benliği çok olan ne demek? Ahmak! O da iki kısma ayrılır. Düz ahmak, inatçı ahmak. Kötüsü hangisi? İnatçı ahmak. İki cinstir, ahmak iki. Biri düz ahmak, biri de inatçı ahmak.

Cehil de öyledir, cehil de üç sınıftır: Cehl-i basit, cehl-i mürekkep, cehl-i mükâab. Cehl-i basit bilmez.  Cehl-i mürekkep bilmez, bilmediğini bilmez. O cehl-i mükâab nedir? Haa, bilmez, bilmediğini bilmez, bilenin bildiğini de kabul etmez. İşte bela bu! Bilmez, bilmediğini bilmez, bilenin bildiği, ona ne diyorlar? Ahmak inatçı. Ahmak inatçının işte tarifi de bu. Ahlak putesine girdin mi, bu kesafetlerin hepsi erir çeker gider. Girebilirse.

Ahlak insanı ekmek kavgası gibi filan böyle şeylere sokmaz. Ufak bir terbiyedir, diyor. İnsanda o iş yok. Elzem ile kanaati birleştirdin mi, hayatta minnetsiz yaşarsın. İnsanı yıkan minnettir. Kanaatle elzemi birleştirdin mi, minnetsiz yaşarsın. Beşer rızka razı değildir. İşte onun içün sıkıntı çeker.

“Kûn ğaniyye'l-kalbi vagna’ bi'l-kalil
Mût ve lâ tatlûb meâşen min leîm.
Lâ tekun li'l ayşi mecrûhe'l-fuâd.
İnneme'l-rızku alellahi'l kerîm''

Koca Ali’nin  (kv) sözüdür. Gönlünde neylen nakşedebilirsen, bir şey bul yapıştırt, gönlünde her an dursun o.

''Kûn ğaniyye'l-kalbi vagna’ bi'l-kalil. Mût ve lâ tatlûb meâşen min leîm. Lâ tekun li'l ayşi mecrûhe'l-fuâd. İnneme'l-rızku alellahi'l kerîm''

 “Zengin kalpli ol, diyor.”   Bir adamı sana methederler, çok zengin, diyerekten. Nesi var, dersin. Onu sorma, kalbini sor, nasıl bir kalbi var. Öbür zenginliğinden sana ne faydası var onun? Sahada dikkat edersen daima garip insanlar birbirlerine yardım ederler. Zengin insan etmez. Pek enderdir o. İstisna da kaideye girmez. Anlatabiliyor muyum bir şey acaba?

Zengin kalpli ol. Aza kanaat et!

Mut ve la tatlûb meâşen min leîm.  Geber de geçineceğini alçak adamdan isteme! 

Lâ tekun li'l ayşi mecrûhe'l-fuâd. Nazargâh-ı ilahi olan, muhabbet, merhamet, rikkat, şefkat mahzeni olan, memba-ı olan gönlünü, umuru adi-i maişe ile yaralama!

İnneme'l-rızku alellahi'l kerîm. Kerim olan Allah’ın (cc) o rızkının mütekefilidir. Ekmeğini kesmek için dişini yapan, ekmeğini önce yaptı kardeşim. Bu dişlerini yapan, gıdanı yapmadan yaptı. Anlatabiliyor muyum acaba?

Cenin rahm-ı maderde cümbüşe geldikten sonra, ona havas verilir. Çocuk anne karnında şöyle harekete geldi mi, Kudret onun havasını verir. En büyük anne karnı da bu dünya, yaşadığımız şeydir. Biz şimdi bunun içinde ceniniz. Biraz harekete gelelim de Kudret bize de havasımızı versin. Mesele bu. Harekete gelip de böyle, bazen içeride ölür çocuk değil mi? “Ses geliyordu” filan derler, sonra, hareket vardı, bir de muayeneye giderler, ne oldu “düştü mü” filan, bir sıkıştı mı, bir tazyik mi oldu filan, “ölmüş içeride” derler. Biz de şurada ölmeden, diri gidelim Allah’a (cc). Anlatamıyor muyum? (Çok güzel efendim) Mevt-i ihtiyari ile. Bu niye bağlı? Konuşmaya başladığım vakitte ilk söylediğim cümleye. Bütün mevcûdâta karşı kalbi rikkatle çarpmak. Bu hâl gelmişse katiyen korkma. Elini kolunu salla, Kudret kendisi cevap veriyor, büyük levh-i mahfûzunda, ilm-i sûbhânisinde, manası duran büyük kitaba da sormaz, hiçbir şey sormadan elini kolunu sallar, rahat edersin. Burada da rahat edersin, böyle bir gönlüne bir şeyler gelir ki. Sonra burada insan, ben size söyleyeyim.

Bu âlem, alem-i iptiladır. Ben şunu yaparsam, muhakkak tamamıyla zevkime sahip olurum. Öyle şey yok. Belanın gelmesinin akabinde, manevi bir hil’at hazırdır. Büyük bir manevi elbise hazırdır, evinde otur. Çıkma evinden dışarıya. Gelir gider. Bilki bir sıkıntıya müptela olmuşsun, bir inlemen var, daralmışsın burnun sızlıyor, gözünde sıcak yaş hâsıl oldu, muhakkak Kudret sana bir hil’at, yani kendi öz eliyle dikmiş olduğu muazzam bir elbiseyi hazırlamış, gönderir, getirir. Fakat evinde otur. Akabinde; yanlış anlama sakın, yirmi yedi numaralı evde, otuz bir numaralı katta, filan yerde, üçüncü dairede(!) Öyle değil, kalbinin evinde. Kalp evinde, nefsine çıkma. Otur o Beyt-i İlahide. Kalbin haricinde gezinme. Ne büyük yerdir o kalp. Üüüü. Ucu bucağı yok. Her yerin sınırı vardır. Semanın, arşın, mevcudatın, hepsinin ölçüsü… İnsanın kalbi, bidayeti de yok, nihayeti de yok. Ucu bucağı yok. Sınırsız. Neydi o ara sıra okurum size.

Mihen geçer dedik ammâ hakîkât öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mîhnet öyle değil

Olur mu hiç gîrân ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet öyle değil

Onun haricine çıkmaz. O vakit insan kalbine sahip olursa ve oradan harice çıkmazsa, ufak tefek zelleleri hataları da olsa, Kudret siler. Kerim padişah, “silerim” diyor, siler! Mevlana ne güzel misal getirmiştir onun içün.

Ver yekî aybî büved bâ-Sad hayât,
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât

Her-durâ der-terâzû yek-sân keşend
Her dü çu cismi can hoşend
. [28]

Makam-ı aşka çıkmış, Hakk’ın muhabbetini, mevcudatın muhabbetine tercih etmiş. Hak muhabbetini, böyle bir kimse, hayatında, Ver yekî aybî büved, bazı bir iki hatası da olsa, onu sevap diye Hûda satın alır. Görmez misin, diyor. Umur-u haricinde misal getiriyor, şekerciye gidersiniz, nöbet şekeri alırsınız. Nöbet. Nöbet şekerini saman çöpüne korlar, dizerler. Şekerci o şekeri samanı ile beraber tartar. Ve samanını da şeker parasına alır.  Nöbet şekerini teraziye koyduğu vakitte, o samanın içinde beraberdir. Şeker fiyatına satar müşteriye. Şeker kıymetini alır saman. “Sende” diyor, “Hakikat aşkı tecelli etmişse, senin seyyiatını da Kudret hasenat diye tartar alır. Elverir ki o aşkı elde et.” Anlatamıyor muyum acaba? Gayet güzel.

Seyyiat dedim de, buraya uğramaz amma ne büyük insanlar yetişmiş ona bir misal olsun diye aklıma geldi, söyleyeyim.

Hariciler vardır. Bunların itikatlarında “Günah-ı kebâir insanı imandan çıkarır!” der. Öyle! Geliyorlar İmam-ı Azam’a sell-i seyfetmişler, kılıcı çekmiş, bir güruh. Bir sirkat, bir de diğer yine bir günah-ı kebâirden bir mevzûu, bunu soruyorlar: “Bunlar, (Büyük günah işleyenler, dinden)    çıkar mı çıkmaz mı?” diye diyorlar ki:

—Cevabı ona göre ver, yoksa senin kelleni alacağız.

Ebu Hanife demiş ki:

—Evvela şu kılıçlarınızı kınınıza koyun!

—Yok kılıçlar kınına konmaz, çünkü cevabın neticesinde icraat olacak!

—Kılıçlar kınına konmazsa benim o gözüm o kılıçlarla meşgul olur, size cevabı layıkı ile vermem. Bu suali sorduğunuz insanlar, (diyor) bu fiili irtikâp eden kimseler, Hristiyan mı?

 —Hayır!

—Yahudi mi?

—Hayır!

—Yıldızlara tapanlardan mı?

—Hayır!

—Mecusi mi?

—Hayır!

—Putperest mi?

—Hayır!

 —Ya ne?

MÜSLÜMAN!!!

—Cevabını kendiniz verdiniz! (diyor.) Bir şey anlatamadım mı acaba? “Cevabını kendiniz verdiniz!”

İnsan, Hakk’ın bütün sıfatlarına mazhar. Kendi suret-i cemiye-i ilahisi üzerine halk edildiğinden dolayı, kendisinde Nefes-i Rahmanî vardır. Bu zayi edilmemeli. Konuşmamın hülâsası bundan ibaret. Bunu anlatabilmek. “Hak insanı kendi sureti üzerine halk etti.” demek, cismani bir suret getirmiyor. Aldanıyor da insan. Bazı kimseler mesela,

“İnnellahe haleka Âdeme ala suretihî”

“Allah (cc) Adem’i (as) kendi sureti üzerine halk etti!” Haşa, sümmü haşa! Allah böyle kaşları, gözleri, burnu, o manaya değil! İnsanın bir kendi mana hüviyeti var. O mana hüviyetine  Cenab-ı Hûda işte sûriyet,  Suret-i Cemiye-i İlahisi üzerine halk eyledi. O, o vakit ne oluyor? Bütün Hakk’ın sıfatlarına mazhar oluyor. O sıfatlara mazhar olunca, Hak kendi muhabbetini Adem’e (as) veriyor, kendi sıfatlarını orada görüyor. Buna bir tecelli olarak, Adem’den de İmrieyi halk ediyor, yani Havva’yı. İmree, yani, Adem’den tecelli eden insanın sureti, Havva’da tahakkuk ediyor, o vakit Adem’de kendi suretini Havva’da görüyor. Ondan dolayı ta’bid[29] ediliyor. Bunu iki konuşma evvel söyledim. Adem İmreeye ilm-i müştak oluyor. Bu bahisler anlaşılacak olursa, aile teşkilatı daha başka türlü olur. Bu işin yalnız… Cenab-ı Hak, mevcûdâtı halk etmesinden gaye insan. O halkın içerisindeki tecellide Hakk’ın yaratmasındaki mananın hüviyeti,

-Madde desem korkuyorum olmaz. Kelimesi de gelmez, manaya tabi, umur-u hissiyeden değil ki hisse ait cümlelerle söyleyeyim, söyleyemiyorum. Benim ifade tarzımdan sizin anlamanızı rica ederim.-

Netice itibariyle, Cenab-ı Hak muhabbetini Adem’e rekz[30] ediyor. Ve o Adem de bulunan, rekz olunan muhabbetten, Adem’in tecellisinde, Cemal-i Sûbhânisini Adem de temaşa ediyor. Anlatabildim mi? Hepimiz Ademiz yani şimdi. Adem dendiği vakitte doğrudan doğruya git, taaa ilk Adem’e gitme. Binaenaleyh, Adem’e muhabbeti, kendi tecellisinin mazharı olduğundan dolayı, Ademden de haddizatında Hûda’ya olan muhabbeti, kendi aslına olan şevkinden dolayıdır. Kudret, Adem bu işin inceliğini anlasın, diyerekten; Adem’in kendinden, İmreeyi yani kadını halk ediyor ve kadına karşı muhabbetini tecelli ettiriyor, o muhabbet onda tecelli edince ta’bid ediliyor. Adem kime muhabbet ediyor? Kendine ediyor, İmreeye değil. Anlatamıyorum galiba. Hûda seni severken kendini seviyor. Sende imree sana ta'bid (veya tahbir* tahbie*) edildiği vakitte, için içindeki serairde kendini seviyorsun. Çünkü neden? Senin tecellin oraya aksetti. Bu sefer İmreenin  de sen  aslı olduğundan dolayı, o senden tecelli eden kadın, sana olan muhabbeti, kendinedir. Anlatabildim mi acaba? Bu şekilde Kudret’in inceliği anlaşılarak, bir aile yuvası kurulacak olursa, oradan tecelli eden evlat, yavru, hadim-i mana olur. Hadim-i Hak olur. Hadim-i insaniyet olur. Artık daha neler olur, neler olur, onu sen de idrak edersin. Hak, recül[31], mer’e.[32] Hülâsayı söylememiştim. Burayı söyleyeyim diyerekten zaten şimdi buraya geçtim. Hak, recül mer’e. Üç. Bu üç ferdiyedir. Neş’et-i[33] insaniyede bu ferdiyetin naziri, nasıl anlatayım sana? Ruh, kalp, nefis. Nasıl bu vücutta ruh kalp nefis birlik ifade ederse, tecelliyat-ı uzmada da[34] bu muazzam Hakk’ın tecellisinde de; Hak, Adem, Mer’e o tecelliyi beyan eder. Anlatabildik mi acaba? Bunun birisinden gafil oldun mu kemale eremezsin.

Bir daha söylesem mi acaba? Faydası… Anlatamayacak kadar anlattım.

Bir şey iki-üç türlü anlatılır. Bir anlatırsın, karşındaki de anlar ve anlatır. Bir anlatırsın muhatap anlar, anlatamaz. Bir anlatırsın muhatap zevk alır, zevk aldığının sebebini kendi de bilmez. “İyi bir şeydi” der. O kadarcık söyler o. Buraya kadarı söylendi bunun. Bakalım, sonra daha yavaş, yavaş, yavaş, yavaş, inşaallah söyleriz. Zor biraz da zor yeri tabi… Ahhh, zor yeri.

İnsan ya nefsi teslim almalı, ya nefsi orta yerden kaldırmalı! Çünkü, nefis çok kimsenin kanına girer. Öyledir, öyle! Evvela kendisine girer. Hakk’a insanı yaklaştırtmaz. İstiğfarsız yaşamamalı insan, kestirme bu. İstiğfarsız yaşamamalı. Çünkü gayât[35] ve terakkiyat[36], kurb-u[37] vahdete nihayet olmadığından dolayı, her tecelli daima değişip yeni tecelli geldiğinden dolayı, bir tecelliden bir tecelliye insan geçerken istiğfara mucibdir.[38] Anlatamadım mı acaba? Onun için Fahr-i Âlem (sav):  “Günde yetmiş defa istiğfar ederim.” demiştir.  Gayat ve terakkiyyat, kurb-u vahdete,  Hakk’ın birliğine nihayet olmadığından her tecelli gelecek tecelliye nispetle, istiğfar-ı mucibtir. İstiğfar, muhasebe-i nefsi mucibtir. Birbirine bağlı bak. Bugün ne gördün? Bir muhasebe-i nefis yaparsın. Ne kadar tatlıdır o. İnsan ziyan bile etse, hesabını deftere çekip de şöyle muntazam bir defteri görüp de ziyan da etse, muntazam deftersiz ziyanından daha tatlıdır, anlatamadım mı acaba? Biz.. İnsan bilir ki ziyan etmiş. Müteesssirdir. Bir de şöyle deftere çeker. Haa, bu kadar ziyan etmişim, şöyle intizamını gördü mü, zarar üzüntüsü azalır. Zarar üzüntüsü azalır. Azalmaz mı? Azalır, benim bildiğim azalır. Ondan sonra başlar derlenmeye toplanmaya, çare aramaya. Çare arar. Çare aramalı! Gidiyoruz ne olacak. Bugün yarın için rüya, yarın da öbürsü gün içün rüya. Elde bir şey yok.

Gönül birleşmesine ait olduğu içün bir şey okuyacağım. Üç ay evveli okumuştum zannederim, ama şimdi bu bunu bağlar da onun için tekrar edeceğim. Hani dedim ya: Hak, Adem, Mer’e. Bu üç. Yani birisi birisi ile evlendiği vakitte, “biz ikimiziz” zannetmesin. Hak olduğunu idrak etmezse orada manada bir şey yoktur, boşluktur o boşluk. Bunu anlatmak istiyoruz. Deden belki bunu bilmiyordu, bu ince tarifini. Fakat bunu hâl edinmişti. Neden hâl edinmişti, nasıl ispat edebilirsin? Yüzünü görmeden alıyor, elli sene yaşıyor. Ne var, ne serair var ya. Onlar âşık olmuşlar, almışlar diyorlar. E ne oldu? Bari o kelimeyi kirletmeyin. Aşk. Kelimesi kirleniyor, her yerde kullanılır mı? Ya nasıl? Şimdi boşanma davası açıldı. Niçün. Yok canım bunlar Fatih’te sevdi, Şehzadebaşı’nda soğudu, Beyazıt’da boşandı. Aşk kelimesini ne koyuyorsun oraya. Aşk üüü.

Kad enâr el-aşkı li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ

Ehl-i hakikatin aşk imamıdır diyor. Ehl-i hakikati Allah’a götüren aşktır, diyor kocaman Fuzuli.

Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ
Neş’e-i kâmil kim andandır müdâm

Meyde teşvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ 

Aşk meydanı öyle bir meydandır ki, orada padişahmış, sultanmış, gedaymış, bende öyle bir şey yoktur orada. Onların hepsi mülga. Onların hepsi mülga, öyle bir yer.

Senin bâğ-ı cemâlin rengini gülşende görmüşler
Dihânın tenin resmin gonce-i nev-hande görmüşler

Benim sûz-ı derûnum şeklini külhanda görmüşler
Senin envâr-ı hüsnün seyr edenler bende görmüşler

Getiriyor muyuz şimdi, aynı anlaşılıyor di mi?

Benim esrâr-ı ‘aşkım isteyenler sende görmüşler
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler

Beni ‘irfân eden lezzât-ı hüsnündür hakikatte
Seni sultân eden ‘aşkımdır erkân-ı marifetde

İki tenlik bir rûh-ı revânız cism ü sûretde
Habîbim ikilik olmaz sarây-ı  bezm-i vahdetde

Bu esrâra olup mahrem görüp çeşm-i basîretde
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler 

Anlaşılmıyor mu yoksa? Sıhhatim iyi değil, hem yoruluyorum, bir de anlaşılmıyorsa yazık!

Serâpâ mest ü hayrân gezdiren sensin beni her sû
Niçün insâf edip bir gün demezsin tende cândır bu

Dü tâ[39] kıldın büküp ‘aşkınla kadim ey kemân-ebrû
Senin vaslın hayâlidir gözüm gönlüm kılan memlû

Sana ben demedim mi ya değil sen ayru ben ayru
Seni bende beni sende bakup bir tende görmüşler  [ii] 

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Mazhar: Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
[2] Muhit: İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. Etraf. Çevre. Büyük deniz. Okyanus. Mc: Büyük âlim.
[3] Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[4] Muarrif: Tarif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman
▪Maarif : Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. Meharet. Üstadlık. Hüner. Marifetler. Mâruflar. Kültürler. Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri. Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.
[5] Masnuât: San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
Maslahat: İş, mes'ele. Sulh yolu. Fayda, maksad, keyfiyet.
[6] Serair (Sır. C.): Gizli şeyler, sırlar.
[7] Kerhen: İstemeyerek, istemeye istemeye, hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek, iğrenerek.
[8] Tav'an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[9] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. Dünya alâkası. Sevme.
[10] Tahalluk: Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.
[11] Tahakkuk: Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
[12] Maad: ahiret
[13] Tecezzi: Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma.
[14] İnkısam: Kısımlara ayrılma. Bölünme. Taksim olunma
[15] A'dal (İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler.
[16] Üstad, Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin beytine atıf yapıyor
Sarây-ı “lî maallâhi” gönüldür
Tecellîhâne vallahi gönüldür
Ne istersen yürü var O’ndan iste
Hüdâ’nın ulu dergâhı gönüldür

[17] Ali İmran Suresi  159’cu Ayet-i Kerime  فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
Meali Sen (o zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah'dan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.
[18] Mutantan: Debdebeli. Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli ve şatafatlı.
[19] Şe'ni: İş, yeni olan hal. Şan. Tavır. Hâdise. Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.
[20] Teşmil: Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak
[21] Mevsuf: Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
[22] Ali İmran Suresi 101’nci Ayet-i Kerime وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟  
Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[23] Cevv: Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. Ev veya odanın içi.
[24] Ankebut Suresi 69’ncu ayet-i Kerime وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[25] Zariyat Suresi 22’nci Ayet-i Kerime وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
Meali: Sizin rızkınız da size vaad edilen sevap ve ceza da göktedir.
[26] Dud: Duman, sis. Tütün. Elem, gam, keder, tasa.
[27] Taayyün: Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
[28] Mesnevi 1 cilt 1998-1999 beyitler.
[29] Ta’bid: Mükerrem etmek.
*Tahbir: Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek. ◊ (Haber. den) Haber etme. Haber verme.
*Tahbie: Gizlemek, saklamak. Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek.
[30] Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[31] Recül: Yetişkin erkek, er kişi, ehil kişi, Adam.
[32] Mer’e: Kadın, Zen.
[33] Neş'et: Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. Çıkmak. Kaynak olmak.
[34] Uzma: (Müe.) Büyük. İri. En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam)
[35] Gayat: Gayeler,
[36] Terakkiyyat: Terakkiler, yükselişler, ilerlemeler
[37] Kurb: Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.)
[38] Mucib: İcap eden uyan
[39] Du ta:  İki pare



[i]

Fuzuli Gazel 1

Kad enâr el-aşkı li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ

Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm
Meyde teşvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ

Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i aşktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ

Eylemez halvet-sarây-i sırr-i vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ

Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ

Aşk kilki çekti hat levh-i vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hak isbâtında neyf- mâ’adâ

Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun aşktan
Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ 

[ii]  Erzurumlu Emrah (Semai-i Emrahi 6’ncı gazel) 

Senin bâğ-ı cemâlin rengini gülşende görmüşler
Dehânın tenin resmin gonce-i nev-hande görmüşler

Benim sûz-ı derûnum şavkını külhanda görmüşler
Senin envâr-ı hüsnün seyr edenler bende görmüşler

Benim esrâr-ı ‘aşkım isteyenler sende görmüşler
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler 

Senin hüsnün ziyâ mıdır benim çeşmimdeki bînâ
Benim ‘aşkım cilâ mıdır senin hüsnündeki zîbâ

Senin cân-ı hayâtındır benim cismimdeki ihyâ
Benim rûh-ı revânımdır senin dilindeki gûyâ

Bu ma‘nâya olanlar âşinâ ey serv-i müstesnâ
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler 

Beni ‘irfân eden lezzât-ı hüsnündür tarîkatde
Seni sultân eden ‘aşkımda erkân-ı hakîkatde

İki tenlik bir rûh-ı revânız bu cism ü sûretde
Habîbim ikilik olmaz sarây-ı bezm-i vahdetde

Bu esrâra olup mahrem görüp çeşm-i basîretde
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler 

Serâpâ mest ü hayrân gezdiren sensin beni her sû
Niçün insâf edip bir gün demezsin tende cândır bu

Dü tâ kıldın büküp ‘aşkınla kadim ey kemân-ebrû
Senin vaslın hayâlidir gözüm gönlüm kılan memlû

Sana ben demedim mi ya değil sen ayru ben ayru
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler 

Hevâ-yı vaslın aldı hamdülillâh benliğim beden
Velî çıkmak ne mümkün tâb-ı ‘aşkın haşre dek tenden

Koma hasret-keşîde hüsnüne [Emrâh] efgenden
Nedir bu kaçmalar bu göçmeler ey dil-rübâ benden

Görenler hiç de fark etmez seni benden beni senden
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler

 https://acikerisim.cumhuriyet.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12418/12330/Ay%C5%9Feg%C3%BCl%20k%C3%BC%C3%A7%C3%BCkk%C4%B1l%C4%B1%C3%A7%2010101417%20T%C3%9CRK%20D%C4%B0L%C4%B0%20VE%20EDEB%C4%B0YATI.pdf?sequence=1&isAllowed=y

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017