010 (22.06.1958) 75 dk. (81)
….Aşktan doğan ahlakın da mastarı, memba-ı kalp. Gerek akıl, kalp; gerek ışk, vazife, bunlar mana-î insaniyeye ait bir vasıf olması hasebiyle, ahlak mevzûu doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. İnsan; suret-i zahirede şekillenip de görüldüğü an, elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret bir mazhar.[1] Fakat mana itibariyle, hakikatine doğru bakıldığı zaman, bütün varlığı muhit[2] bir ân. Kudret ne yaratmışsa, onun iklim-i manasına bir numunesini rekzetmiş[3].
Ve mevzûunda en güç yeri
burası. Geçen konuşmamızda söylediğim gibi bedenin muarrifi[4]
ruh, değil mi? Bedenin muarrifi ruh. Mevcûdâtın da muarrifi, yani Allah (cc). Masnûâtı [5]
üzerinde öyle serair[6]
gizlemiş ki, en kalın kafalı bir insan bile, kendisinin huzurunda hiç şek,
şüphe etmeksizin “Sana teslimim Yarabbi!” diyebilsin içün.
Malum ya bu hayatta kim güzel
yaşar?
Kim huzur içinde yaşar?
Kim geliş ve gidişindeki
gayeyi duyaraktan yaşar?
Hakk’a kerhen[7]
değil de tav’an[8]
teslim olanlardır. Yoksa Allah (cc) herkesi teslim alır. Makul olanlar tav’an
teslim olurlar, enaniyyet zindanında kalanlar da kerhen teslim olurlar.İmkân
yok ona!
Acaba şurayı anlatabildim mi? Hûda,
ya insanı tav’an teslim alır… (Yanlış söyledim cümleyi.)
İnsan Hûda’ya, ya tav’an
teslim olur, veyahut O kerhen teslim alır. Makul olanlar, geliş ve gidişteki
gayeyi duyanlar; gelmekle gitmek arasındaki neticeleri bulanlar, taalluk[9]
edenler, tahalluk[10]
edenler, tahakkuk[11]
edenler, bilenler, bulanlar, olanlar… (Kaç türlü tarifi birden yapıyorum.) Tav’an teslim olanlardır. Ve kim vaktiyle
tav’an teslim olursa, o huzur içinde yaşar. Hayatını gayet güzel intizama kor.
İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücud-u manevisi onu hiçbir vakit
azarlamaz.
İki muazzam hâkim vardır. Bunun
ikisi de mahkûm etmez. Biri iklim-i vücuduna va’z edilmiş olan vicdan denilen
mana-i külli, biri de âlem-i mâadın[12],
Hakim-i Mutlakı olan Allah (cc). Ondan mâadâ “şöyleymiş, böyleymiş...” hepsi zırıltı geçer gider. Şu içinde sessiz
sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan biri var ya: Aferin, satılmadın! Birçok yüz değiştirmedin,
zararı yok inle! Her çirkinliğin altında bir güzellik gizlenmiştir. Benliğini at,
sana güzel bir zarf yaparlar! Bademin
kabuğu kırıldıktan sonra üzerine şeker geçer, badem şekeri olur. Taş gibi
kabuğu ile badem şekeri olmaz Soyun benliğinden, Hak ile vuslat et! Öyle
değil mi? Badem şekeri yapmak içün bademin kabuğunu kırıp atarlar değil mi ya?
İşte insana ahlak denilen o büyük, (Ne diyelim, kelimesini harflen, seda ile pek
ahengini veremiyorum kanaatindeyim. Konuşma tarzımdan elbette bir şey anlıyorsun.)
İşte o ahlak; insanın dalalet
kabuğunu çıkarır, Kudret tarafından kendisine bir elbise giydirir. Ve o elbiseyle
insanlık huzuruna çıkarır. Allah’ın (cc) dîdârına nail olacağına ümidi olan
kimse, muhakkak ahlaka sahip olur.
Bugün cümleleri hülâsa ederek, üç
beş dersin verilecek neticelerini vererekten konuşuyorum.
Boyuna “Ahlak, ahlak!” diyoruz. Netice ne olacak?
Netice malum ya ahlak mefhûmu; Allah(cc) mefhûmuna, Allah (cc) manasıyla alakadar. Ebediyete inanmayan
insan da “Ahlakım var!” demesi abestir. Onu kitaplar yazmış; ahlak-ı nazariye,
ahlak-ı ameliye. Hadisat içerisinde insanın güzel huyu, bir yere kendini
beğendirmesine AHLAK denir. Kim beğenecek? Allah (cc) beğenecek! Kestirmesi bu!
Kıymet hükmü Allah’dan (cc) gelecek. Durkheim’den
değil! Onun vermiş olduğu kıymet. Çünkü seni O alacak. O’ndan başka kimse
almaz. Ondan mahrum olan kimse aşksız! Aşktan mahrum demektir.
Ahlakın bir manası da aşk
hakikatte.
Hani vazifeden filan diye taksimi
yaptım, ama şimdi şimdi ben, siz biten birçok ders şeylere, konferanslara devam
ettiğinizden dolayı netice itibariyle elbette bir varlık olmuştur, iklim-i
vücudunuzda. Aşağı yukarı bir kaç senedir bu mevzûu konuşuyoruz, onun içün
acemilik çekmezsiniz diyerekten, yüksek mevzûlara, yüksek bahislere uğrayarak
konuşuyorum.
Küll halinde tarif edilecek olursa: Ahlak aşktan ibarettir.
Aşk; kabil-i tecezzi[13]
değildir, kabil-i taksim değildir, kabil-i inkisâm[14]
değildir. Ahlak da, kabil-i tecezzi, kabil-i taksim, kabil-i inkısâm değildir.
Burada ahlaklı, burada ahlaksız olmaz. Demek ahlakı yok, anlatabiliyor
muyum acaba? Aşk kabil-i tecezzi değildir, kabil-i inkısâm değildir.
Ahlakın cüzünden feragat, küll’ünden feragat hükmündedir.
Ahlak mefhûmunda bir kıymet verilmiş,
“Bu budur!” denmiş, “Ben bunun bir parçasını bugünlük feda edeceğim!” dedin mi,
kabil-i taksim değil, hepsini birden feda ettin, demektir. Bütün emeklerin
gider gürültüye. Feda olmaz! Binaenaleyh demek oluyor ki; ahlaktan mahrum olan
insan, aşktan mahrum olan insandır. Aşk ise, Allah’ın (cc) zat ismidir. O’ndan
mahrum insan demektir. Anlatabiliyor muyum? Buradaki aşk, her hafta tekrarlıyorum,
romanda okunan aşk değil! Aşk-ı
a’dali[15] değil!
Fuzuli’nin tarif ettiği gibi:
Kad enâre'l-'ışkî li’l-'uşşâki
minhâci'l-Hûdâ
Sâlik-i râh-i hakîkat
'aşka eyler iktidâ[i]
Kelimenin aslı ışktır, ama örf-ü lisaniyi
konuşuyoruz. Işk; lügat manasında da
incelik vardır, sarmaşık otu manasına gelir, lügaten. Sarmaşık otu. Biz çok
köklü bir camiayızdır. Her hangi bir kelimeye bir mana verilmişse içerisinde
gizlenmiş büyük varlıklar vardır. Sarmaşık otu, hangi ağaca sarılırsa o
ağacı kurutur. Aşk da hangi
şecere-i insaniyeye sarılırsa onun nefsini kurutur, benliğini kurutur, hasedini
kurutur, kibrini kurutur, ücbunu kururtur, buğzunu kurutur, adavetini kurutur, “Evvela
canan sonra can!” diye yaşatır. Onun içün bizim dedelerimiz aşktan
doğan ahlaka saliktiler. İspat eder misin? Her an, her dakika, her zaman,
tarihle. Medeniyet denilen varlık, hakikisi senin dedendedir. Kökü de ondadır.
İspanya’da, cayır cayır adamları
yakarken; deden, “İnsandır, yahu candır, yanar mı, istemiyorsan bana ver!”
dedi, bağrına bastı. Senin göz kamaştırdığın, tapınmış olduğun, medeniyet de daha
siyah renkli adamla bir sofrada oturmuyor kardeşim. “Rengi siyah!” diyor. Sen kendi dedeni ne
zannediyorsun!? O dedesinin izinden
yürüyen, aynı kanı taşıyan insan, bugün yine öyledir. Aç kalsa elinde hariçten
ufacıcık bir şey almış olsa, yanında bir arkadaşı olduğu vakitte muhakkak ona bir parçasını tattırtmak ister.
O medeniyet sahasında yüzen insanlarda, alır yanında böyle şapır şupur, şapır
şupur, şapır şupur, hiç bakmaz bile. Böyle bir tuhaf! Öyle değil mi? Hiç rast
gelmedin mi?
Ama El ahlak-û sarîyetün, ve’t-tabiat-û
sarikatün. Ahlak saridir, tabiat sariktir.
Çok geniş hukuk tedarik edersen, o
huyu çalarsın! Sonra ananın nafakasını da vermemeye kalkarsın! Deden insana
kıymet verirdi, çarık postuna kıymet vermezdi. İnsana, gönle kıymet verirdi,
gönle! Çarık postuna kıymet vermezdi! Gönül! Çünkü derdi ki:
Sarây-î “lî mâallâhi”, vallahi
gönüldür.[16]
Allah’ın ulu dergahı billahi
gönüldür.
Bu aşk ile yaşardı. O öyle düstur
kurmuştu. “Sirke ne kadar keskin olursa şekerin o kadar kuvvetli olması
lazım gelir.” derdi. “Madamı ki insansın, Naib-i Hak’sın, Kudret sana
emanetini vermiştir, o emanet de insan yetiştirme hassasıdır, karşındaki adam
ne kadar şaki olursa olsun, sen onun şekavetine karşı o kadar iyi olacaksın,
arkanı dönmeyeceksin!” derdi. Misalden bir şey anlamadın mı acaba? Sirke
ne kadar keskin olursa, tatlısının o kadar çok olması lazım gelir. Deden
resmini değil, ismini bırakmaya çalışmıştır. O isim de gönül fethetmekle
bırakılabilir.
Gönül de ne ile fethedilir? Benlikten soyunmakla
fethedilir!
O, “Cihada memur olarak
yaratıldım!” der. Yaradılışında kendi hayatını hesap etmiştir, “Beni Kudret...”
çünkü Mü’min, inanan yani ya, ve istikbal inananların olduğuna inanan. Mü’minin
tarifi budur.
İman, iman, herkes konuşuyor.
İman iki türlü. Bir örfün kabul ettiği iman vardır ki; gaye doğru olsun-doğru olmasın,
neyse o kendi kafasında tutmuş olduğu şey, ona inanmak. Bir de Allah’ın (cc)
tarif ettiği iman vardır, “Bana
inan. Bana dayan. Bana itimat et!” Acaba
anlatabiliyor muyum? Öyle der kendisi de:
[17]
وَشَاوِرْهُمْ
فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ
Kendi tarif etmiştir: “Her hangi zor bir iş meydana
geldiği vakitte aklı erenlerle konuş. İvazsız garazsız görüş. Ondan sonra,
görüştükten sonra kararını ver.” Kararını verdikten sonra artık böyle böyle
böyle böyle böyle olma!
فَاِذَا عَزَمْتَ
“Azmettin mi, kat’i kararını verdin mi Bana dayan!”
فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ
“Güven!”
der. Güvendin mi nokta-i istinat; “kuvvetli”
olmaktan kalkar, “Hak” olur o vakit. Bak iyilikler nasıl tecelli ediyor. Bugün
dünyanın en yüksek diplomatları bir araya gelsin, en muazzam işleyen kafaları
bir yerde toplansın, en mükellef iktisatçıları bir yere içtima etsin, en büyük
terbiye tezgâhları olanca hızıyla çalışsın, mutantan[18]
mükellef inzibat kuvvetleri lazım gelen icraatını ortaya koysun, yine beşere
huzur veremez, yine veremez. Yine “ah” sesi dinmez. “Ah” sesini dindiremezsin.
Dinmez “ah” sesi. Neden dinmez? Çünkü beşerde öyle bir kanaat geldi ki, “Nokta-i
istinat, kuvvet” diyor. Ne demek bu? Hakk’ı kuvvette tanıyor, kuvveti Hak’ta
tanımıyor! Halbuki Allah (cc) öyle demiyor:
لاَ حَوْلَ وَلاَ
قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ
“Ben kuvvette değilim, kuvvetlerin hepsi Bende. Ben
vereceğim sana kuvveti!” Acaba anlatabiliyor muyum bir
şey? İşte buradan beşer bocalıyor.
Bugün münevver denilen tabakada, bütün dünya camiası
üzerinde konuşuyoruz, mevzii bir yer değil. Konuşmanın şekli mevzii değil yani.
Bütün dünya denilen sahada, beşere bir hâl gelmiştir; o halde der ki, “Nokta-i istinat,
kuvvet!” Nokta-i istinatı kuvvet tanıyınca, kuvvetin şe’ninin[19]
neticesi boğuşmak. Onun için beşer boğuşuyor işte. Ailesinden tut biraz daha büyük
camiasına, biraz daha büyük kütlesine, biraz daha büyük bütün muhite şümûl
ediyor, teşmil[20]
ediyor dünya sahasında. Merhamet, muhabbet, hürmet kalkıyor.
Her vakit söyledim, bunu yayın! İnsan için Kudret’in
vermiş olduğu en büyük sermaye iç sermayedir, öbürkü dış sermaye. Dış sermaye,
evet; servettir, şudur, budur, fakat iç sermaye ruha ait olan sermaye üç şeydir;
MERHAMET,HÜRMET, MUHABBET.
Havas tabakada merhamet, avam tabakasında o merhamete
karşı hürmet, onun ikisi iştirak ettikten sonra muhabbet! Bu doğmadıkça ne
teali vardır, ne terakki vardır. Dünyada da teali-terakki yoktur bugün. Yarım
saatte beş milyon adamı öldürmek teali değildir, terakki değildir! Ona haddizatında insan
hukukunu muhafaza etmek denmez. İnsan hukukunu bir anda imha etmek denir.
Bas vidaya gece yarısı, yetmiş yaşında, seksen yaşında hasta, dede, hamile
başında tüyü bitmiş-bitmemiş insan ölsün,
o değil! İnsaniyet, insan hukuku o şekilde değil! İnsan hukuku, meydana
korsun dört kişiyi, dört de öbür taraftan gelir. “Gel bakalım pazılarımızı
değiştirelim, tokuşturalım” dersin, böyle olur.
Tenekecilik, teali-terakki sayılmaz. Ruhta tekâmüle teali,
terakki denir. Kalbi rikkatle merhametle çarpması ne kadar çoğalırsa o kadar medeniyet
çoğalmıştır. O çarpıntı durdu da, yalnız fizik hadisesine iş kalmışsa,
canavarları utandırtacak kadar tecelliler başlamıştır. Canavarlar utanır! Tokken de paralar, açken de
paralar. Halbuki canavar açken paralar, tokken paralamaz! Yazın dağda gezebilirsin, kurt karşına çıkar,
geçer gider. Kışın parçalar. Anlatabiliyor muyum bir şey? O kışın parçalar,
çünkü aç kaldı. Ama insan canavarlaşacak olursa, çok aşağıya düşer, tokken de
parçalar, açken de parçalar! İhtirasât-ı nefsaniyesi kabardığı vakitte
parçalar, neler yapar, neler yapar!
Nokta-i istinat; bugün bütün dünya sekenesi üzerinde “kuvvet”
diyor, “kuvvete taparım” diyor. Madde, kuvvet! Ya buna bir kuvvet denir. Şu
hareketi yapınca bir kuvvet. Bu sıfattır. Bunun mevsûfu[21]
nerede? Şunu çevirmen bir kuvvet, bu sıfat, ya mevsûfu bunun?
Beşeriyetin kuvve-i zaikası bozulmuş. Zaika-i maneviyesi.
İyiyi kabul edemiyor. Zaika-i isti’dadı bozulmuş! Nasıl insan rahatsızlanır,
mizacı bozulursa, zaikası bozulur, en güzel bir yemek pişirildiği vakitte
“Kokuyor, içim dışıma çıkacak kapıyı kapayın!” diye bağırır, yemeği getirirken
“Getirme!” der, yemekte mi suç, onda mı? Yemekte suç yok. Yemek, ekmeği
nefiseden, nimet-i ilahiden. Aç olan adama, sıhhatli olan adama, o yemek böyle şapır şupur yeniyor, fakat zaikâsı bozuk,
mizacı bozuk, “getirmeyin!” diyor.
Beşerin de ruh-i
zaikâ-i istidadı bozulduğundan dolayı, “HAK” demiyor, “Kuvvet” diyor! Dedikçe
aşağı düşüyor ve düşer!
İlm-i tıp, bedenindeki kuvve-i zaikasının bozukluğunu
tedavi edecek mütehassıslar yetiştirdi, fakat ruhunun zaikasının bozukluğuna
ait beşeriyet henüz insan yetiştirmiyor. Onun içün insanlık âlemi inim inim
inliyor! Ee ömür de ne kadar? İşte bitti
bitti, ömür bitti! Geldin, doğdun, öldün. Bir şey yok ki!
Ahlakın kemâlatına kadem basamamışsan, sûri bir şekilde
yaşıyorsan, hayat bir günden ibarettir. Onlara göre, o tarife göre yapayım size
hayatı. Bir gün gönlünü bir yere bağlarsın, öbür gün de çözersin, ondan sonra
ölürsün. Böyle değil mi? Hesap et hayatında.
Ey gönül, sana sen gelmek için az mı dolaştın, kaç bin
puta taptın bu sanemgâhta hesap et!
Onu da gelen söylemiş. Gelemeyen?
Ey dîl, sana sen gelmek için az mı dolaştın, kaç bin puta
taptın bu sanemgâhta hesap et!
Hak’tan mâadâ gönlünü
neye bağlamışsan hepsi birer puttur! Masa puttur, kasa puttur, rütbe puttur, câh
puttur! Ne bileyim ben. Onun bir sahası vardır, sahasına tecavüz ettirip de
içine girdiği dakikadan itibaren yıkılır insan! Bunların hepsi insana ait birer varlıktır, lazım olan
şeylerdir, amma kalıbına ait. Bir geminin yürüyebilmesi için denize ihtiyaç
vardır, deniz olmazsa gemi yürümez, bir insanın da teali terakki edebilmesi
içün sûri şekilde servete, şuna, buna ihtiyacı vardır. Fakat dikkat et, o geminin
ihtiyacı olan deniz, gemiden şu kadar bir yer rahne açılır da içeriye girmeye başlarsa gemi batar.
Senin de kalıbından zevahir, kalbinin içerisine doğru girecek olursa senin
insan gemini batırır ve bir daha da çıkaranı da olmaz. Enkazı da işe yaramaz,
oradaki geminin yine enkazı çıkar, bir
takım, bir çok şeyleri kullanılır. Bu geminin enkazı işe yaramaz; alanı yok,
kokmaktan başka bir şeye yaramaz.Bulamaz çare! İnsanlık âlemi bulamaz. Hakk’ı
kuvvette tanıdığı müddetçe bulunmaz. Vermez ki, açmaz ki, musluk açılmaz ki.
Öyle der büyük kitapta,
[22]
وَمَنْ
يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟
Kısa söyler, çok mana çıksın
diyerek. Mutlak konuşur, herkes hissesini alsın diyerek. Ufacık bir cümle. “Bana
sarılmadıkça” diyor: “Ben adama yol vermem!” Açık konuşuyor kendisi.
Mülkün sahibi öyle konuşuyor: “Ben
öyle bir şekilde mevcûdâtı halk etmişimdir ki, güneşli bir havada şöyle cevve[23] bir
bak! En ufak zerreler, kimi aşağı doğru gidiyor, kimi böyle gidiyor, kimi sola
gidiyor, kimi sağa gidiyor, kimi semaya doğru çıkıyor. İhtilaf-ı mizaç
içerisinde Ben, bu kâinatı Ben yoğurmuşum, bundan ibret al, istikameti Ben
vereceğim, sen kendi kendine alamazsın istikamet!” diyor. Bir şey
anlatabildim mi acaba? “Ben vereceğim istikameti!” diyor. “Bak cevve,
mini mini zerreler, kimi yukarıya doğru, kimi aşağıya doğru, kimi böyle, kimi
böyle, hep ihtilaf bir araya gelmiş, böyle yoğurmuşum, bunun içerisinde
istikameti Ben veririm, sen kendin alamazsın! Vermeklik için de Bana sarılman
lazım gelir. Sen inat ediyorsun Ben’le. Ben sana yol açmam. Açmam!”
[24]
وَالَّذ۪ينَ
جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ
Ufacıcık bir cümle daha: “Benim
uğrumda, Benim ismime, Benim namıma bir kimse cihat etsin de, Ben onun elinden tutmayayım
olur mu? Onun isti’dadında Benim hesabıma ayak attığı anda, Ben elinden tutar
kendim yola götürürüm. Ben kendim çıkarırım. Benim hükümet-i sûbhânimin eli
olsun da onun karşısında durulacak insan bulunsun!” o nasıl öyle diyor, “Olur
mu” diyor. Onun canlı misali de vardır. Bir er tasavvur edin. Umur haricinde
misal vereyim. Asker elbisesini giymiş, hükümet emir vermiş, filan muhiti
boşaltacaksın. Misal; o gitmiş olduğu muhitte, o erden daha üstün ilim adamı
vardır. Dikkat ediyor musun? Mühendisi vardır, mimarı vardır, tabibi vardır,
kimyageri vardır, akıl itibariyle daha üstün düşüneni vardır, fikir itibariyle
daha iyi neticeler çıkaranı vardır fakat hiç kimse, “Senin ne kıymetin var!” demez. Neden? Çünkü o, isim aldı. Bir yeri
temsil ediyor. Anlatabildim mi? Cayır cayır herkes önüne bakaraktan çantasını
alır, tıpış tıpış yürür. Kudret’in acayip tecellileri. Haa, yürür. Bir hükümete
kendisini izafe eden bir erin, almış olduğu o elbisenin verdiği bir varlıkla,
kendisinden çook üstün manaları, maddeleri taşıyan koca bir kütleyi sessiz
sedasız çıkarıp götürdüğü halde, ya hükümet-i sûbhâninin eri, “Arşı
yürüttürür!” diyor. Ama senin alakan kesilirse, izafen O'na olmazsa ne
netice alabilirsin? Netice, ne alırsın? İşte ahlak; insana buralarını açar, bu
kapılar açtıktan sonra, mana ile irtibat tedarik ettirir ve alacağını aldırttırır,
salim bir fikirle, temiz bir akılla, huzurlu bir vicdanla, Allah’ına (cc)
kavuşturur. Herkes oraya kavuşmaya gidiyor.
Ölümün yirmi sene evveli ile
yirmi sene sonrası arasında da fark yoktur. O kadar derin düşünmez deden. Onun
içün bire on dövüşmüştür. Doğduğu günden itibaren: “Can-ı şehadete nuş
edeceğim.” aşkı ile yaşamıştır. “Benim vazifem haddizatında Kudret’in
istediği yolda yürümek, netice olur olmaz o bana ait değil, mülk O’nundur fakat
ben muhakkak cihat edeceğim! Nefsimle cihat edeceğim, haksızlıkla cihat
edeceğim, zulme divan durmayacağım, manaya tecavüz ettirtmeyeceğim, ruhsara toz kondurtmayacağım, zülfe el
sürdürtmeyeceğim, serbest ‘Allah (cc)’ diyeceğim, manaya serbest dahil
olacağım, her şeyi yerli yerine kullanacağım, bunu kullanmaklık için de bu
vücudumu, O’nun namına alem-i şuhutta vakfetmişim!” diyor. Bir şey
anlatabiliyor muyum? Kadını da öyle, erkeği de öyle dedenin. Nenen de öyle.
“Ekmek kavgası, köpeklere
layıktır!” der.
Bak bir isim vereyim sana.
Bulabilirsem bakayım, bulamadım.
Meryem El-Basriye (Rabiatü'l-Adeviyye) nenen. Mevzû uzun, ben size
şöyle bir cümlesini, lazım gelen yerini söyleyeyim. Büyük hayatın çarpışmaları
filan... “Niçün bu kadar şey ediyorsun.” diyor. “Ekmek kavgası!” diyor.
Meryemu'l- Basriye: “Ee,
sizinle biz hukukumuzu kesmenin zamanı gelmiş. Bilmiyordum. Bilseydim ben
seninle hukuk tedarik etmezdim!” demiş. “Niye?” “Ben seni
insan zannettim, ekmek kavgası köpeklerde olur!” diyor.
“Siz, rızk için” diyor o adam,
“Hiçbir heyecan göstermez misiniz?” “Hayır!” “Niçün?”
“Ben büyük kitabı okumuşum” diyor.
“Ne var orada?”
“Okuduğum kitapta diyor ki:
[25]
وَفِي
السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
‘Ben neyi vaad etmişsem
senin rızkın içün ne eksilten vardır, ne arttıran vardır!’ Ben buna
inanmışım! (diyor) Sözü bugün böyle söyleyip, yarın böyle dönen yerden değil
ki, bunu bana Allah (cc) söyledi!”
وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ
“Rızkınız alem-i âlâda,
alem-i manada, alem-i semada, âlâ aleminde, irade edilmiştir, kararı
verilmiştir, ne şekilde size vaad
etmişsem…”
Bir şey anlıyor musunuz acaba?
Ben anlatabiliyor muyum daha doğrusu?
Bir kadın! Ne anneler yetiştirmişiz, görüyor musunuz? Artist modeli ile yarışa çıkan anneler değil. Anne, anne! Anne malum ya kahraman! Erkek mi
kahraman, kadın mı kahraman? Kadın kahraman. Kahraman annenin oğlu, kahraman
olur. Anlatabildim mi acaba? Kadın kahraman! Onun içün Allah (cc) ona ona çok
büyük kıymet vermiş. Öldüğün vakit babanla konuşturtmuyorlar ikinci
hayatta. Künye değişiyor künye. Burada nüfus kağıdında babası üstte anası
şurda, şu şurda, orda değil. İkinci hayatta ananla. Soyuveriyorlar adamı
babasından. Öyle mi? Öyle ya. Veli ibn-i Aişe diye bağırır, kabir çukuruna
götürüldüğü vakitte. E orada bir şey var, var da mı bağırıyor o. O saçma değil
mi ya? Sen de gidip bağırıyorsun ya? “Ölmedin sen, içimdesin sen(!)” Haa... “Vefa,
vefa. Ölmedin, taşıyoruz seni(!)” Yoksa
niye bağırıyorsun, deli misin? Varsa işte o da bağırıyor, sen de bağırıyorsun.
Öyle değil mi? Manaya ait bir edâ olursa, bir ân olursa gülüyorsun da, kendi
yaptığına niye gülmüyorsun? Hem ötekinin bağrışında bir, bir yakış vardır.
Yakar adamı o, iyi dinlersen, şöyle durursan, o sonra içerdekine değildir o
bağrış. İçerdekinin de hissesi var başka. İçerdeki zaten içerde değildir. O
bütün artık, kafesi kırılmıştır, dünya ona kabir olmuştur. Ondan başka deyiş,
size birkaç konuşma evvelleri bahsetmiştim onu. En ziyade dışarıda. Çünkü kabrin
içerisi dud-u[26] hasret,
dışarısı da asa-i ibrettir. İnmek için merdiveni var da çıkmak için yok. Zalime
o kadar nispet ver ki, çünkü zalim hiçbir vakit emeline nail olamamıştır, daha
böyle zulme ait aşk, öyle bir tuhaf
çirkin bir şeydir ki o. Nefisten geldiğinden dolayı çok hunhar bir haldir o,
“Tıkamak için ölümü öldüremiyorsun ya!” de. Patlar! En ziyade onun zulüm
damarına neşter odur. “Ohhh, ölümü öldüremiyorsun ya. Bu sene biraz daha
çökmüşsün yahu. Burnun uzamış senin simanda” de. “Hortumvari olmuş” dersin.
İnsan öleceğine yakın burnu uzar burnu. Hangi burnu ama. Bir gün söylerim, orası
kalsın. İnsanda kaç tane burun var. Burnu çok, çok burnu olur insanın. Çok
burnu olduğuna bir misal ver, bakayım. Vereyim: Hani ibadetten vereyim, dini
bir misal vereyim, daha çabuk anlaşılsın.
Dini misalde namaz kılarken, erkân-ı ibadette, o erkanda, secdede “buruna
bak!” derler. Böyle secdeye koyduğun vakitte, burnunun ucuna bak. Onu zavallı
insanlar, bu kafasındaki burnu zannetmiş. Öyle bakınca şaşı olursun. Burnunun
ucuna bak yine gözlerin bulanır, safran
bulanır. O değil! Kudret’e karşı
kafanı, makam-ı tevazûda yere koydun, “Taayyûn-ü[27] âlâdan
da münezzehsin Yarabbi!” dedin. Teslim olduğunu hâlinle beyan ettin. Acaba
bu bir görenek midir? Bir adet midir? Yoksa duyarak mıdır? Burnuna bak da bu
belli olsun. Benliğin kaldı mı, kalmadı mı? Anlatabildim mi?
Burnu büyük adam, deriz. Ne
demek o? Benliği çok. Ahmak adam yani ya. Benliği çok olan ne demek? Ahmak! O
da iki kısma ayrılır. Düz ahmak, inatçı ahmak. Kötüsü hangisi? İnatçı ahmak.
İki cinstir, ahmak iki. Biri düz ahmak, biri de inatçı ahmak.
Cehil de öyledir, cehil de üç
sınıftır: Cehl-i basit, cehl-i mürekkep, cehl-i mükâab. Cehl-i basit
bilmez. Cehl-i mürekkep bilmez,
bilmediğini bilmez. O cehl-i mükâab nedir? Haa, bilmez, bilmediğini bilmez,
bilenin bildiğini de kabul etmez. İşte bela bu! Bilmez, bilmediğini bilmez,
bilenin bildiği, ona ne diyorlar? Ahmak inatçı. Ahmak inatçının işte tarifi de
bu. Ahlak putesine girdin mi, bu kesafetlerin hepsi erir çeker gider.
Girebilirse.
Ahlak insanı ekmek kavgası
gibi filan böyle şeylere sokmaz. Ufak bir terbiyedir, diyor. İnsanda o iş yok.
Elzem ile kanaati birleştirdin mi, hayatta minnetsiz yaşarsın. İnsanı yıkan
minnettir. Kanaatle elzemi birleştirdin mi, minnetsiz yaşarsın. Beşer rızka
razı değildir. İşte onun içün sıkıntı çeker.
“Kûn ğaniyye'l-kalbi vagna’
bi'l-kalil
Mût ve lâ tatlûb meâşen min
leîm.
Lâ tekun li'l ayşi mecrûhe'l-fuâd.
İnneme'l-rızku alellahi'l
kerîm''
Koca Ali’nin (kv) sözüdür. Gönlünde neylen
nakşedebilirsen, bir şey bul yapıştırt, gönlünde her an dursun o.
''Kûn ğaniyye'l-kalbi vagna’
bi'l-kalil. Mût ve lâ tatlûb meâşen min leîm. Lâ tekun li'l ayşi mecrûhe'l-fuâd.
İnneme'l-rızku alellahi'l kerîm''
“Zengin kalpli ol, diyor.” Bir adamı sana methederler, çok zengin,
diyerekten. Nesi var, dersin. Onu sorma, kalbini sor, nasıl bir kalbi var. Öbür
zenginliğinden sana ne faydası var onun? Sahada dikkat edersen daima garip
insanlar birbirlerine yardım ederler. Zengin insan etmez. Pek enderdir o.
İstisna da kaideye girmez. Anlatabiliyor muyum bir şey acaba?
Zengin kalpli ol. Aza
kanaat et!
Mut ve la tatlûb meâşen min leîm.
Geber de geçineceğini alçak adamdan
isteme!
Lâ tekun li'l ayşi
mecrûhe'l-fuâd. Nazargâh-ı ilahi olan, muhabbet, merhamet, rikkat,
şefkat mahzeni olan, memba-ı
olan gönlünü, umuru adi-i maişe ile yaralama!
İnneme'l-rızku alellahi'l
kerîm. Kerim olan Allah’ın (cc) o rızkının mütekefilidir. Ekmeğini
kesmek için dişini yapan, ekmeğini önce yaptı kardeşim. Bu dişlerini yapan,
gıdanı yapmadan yaptı. Anlatabiliyor muyum acaba?
Cenin rahm-ı maderde cümbüşe
geldikten sonra, ona havas verilir. Çocuk anne karnında şöyle harekete geldi
mi, Kudret onun havasını verir. En büyük anne karnı da bu dünya, yaşadığımız
şeydir. Biz şimdi bunun içinde ceniniz. Biraz harekete gelelim de Kudret bize
de havasımızı versin. Mesele bu. Harekete gelip de böyle, bazen içeride ölür
çocuk değil mi? “Ses geliyordu” filan derler, sonra, hareket vardı, bir de
muayeneye giderler, ne oldu “düştü mü” filan, bir sıkıştı mı, bir tazyik mi
oldu filan, “ölmüş içeride” derler. Biz de şurada ölmeden, diri gidelim
Allah’a (cc). Anlatamıyor muyum? (Çok güzel
efendim) Mevt-i ihtiyari ile. Bu niye bağlı? Konuşmaya başladığım
vakitte ilk söylediğim cümleye. Bütün mevcûdâta karşı kalbi rikkatle çarpmak.
Bu hâl gelmişse katiyen korkma. Elini kolunu salla, Kudret kendisi cevap
veriyor, büyük levh-i mahfûzunda, ilm-i sûbhânisinde, manası duran büyük kitaba
da sormaz, hiçbir şey sormadan elini kolunu sallar, rahat edersin. Burada da
rahat edersin, böyle bir gönlüne bir şeyler gelir ki. Sonra burada insan, ben
size söyleyeyim.
Bu âlem, alem-i iptiladır. Ben
şunu yaparsam, muhakkak tamamıyla zevkime sahip olurum. Öyle şey yok.
Belanın gelmesinin akabinde, manevi bir hil’at hazırdır. Büyük bir manevi
elbise hazırdır, evinde otur. Çıkma evinden dışarıya. Gelir gider. Bilki bir
sıkıntıya müptela olmuşsun, bir inlemen var, daralmışsın burnun sızlıyor, gözünde
sıcak yaş hâsıl oldu, muhakkak Kudret sana bir hil’at, yani kendi öz eliyle
dikmiş olduğu muazzam bir elbiseyi hazırlamış, gönderir, getirir. Fakat
evinde otur. Akabinde; yanlış anlama sakın, yirmi yedi numaralı evde, otuz bir
numaralı katta, filan yerde, üçüncü dairede(!) Öyle değil, kalbinin evinde.
Kalp evinde, nefsine çıkma. Otur o Beyt-i İlahide. Kalbin haricinde gezinme. Ne
büyük yerdir o kalp. Üüüü. Ucu bucağı yok. Her yerin sınırı vardır. Semanın, arşın,
mevcudatın, hepsinin ölçüsü… İnsanın kalbi, bidayeti de yok, nihayeti de yok.
Ucu bucağı yok. Sınırsız. Neydi o ara sıra okurum size.
Mihen geçer dedik ammâ hakîkât öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mîhnet öyle değil
Olur mu hiç gîrân ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet öyle değil
Onun haricine çıkmaz. O vakit
insan kalbine sahip olursa ve oradan harice çıkmazsa, ufak tefek zelleleri
hataları da olsa, Kudret siler. Kerim
padişah, “silerim” diyor, siler! Mevlana ne güzel misal getirmiştir onun
içün.
Ver yekî aybî büved bâ-Sad hayât,
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât
Her-durâ der-terâzû yek-sân keşend
Her dü çu cismi can hoşend. [28]
Makam-ı aşka çıkmış, Hakk’ın
muhabbetini, mevcudatın muhabbetine tercih etmiş. Hak muhabbetini, böyle bir
kimse, hayatında, Ver yekî aybî büved, bazı bir iki hatası da olsa, onu
sevap diye Hûda satın alır. Görmez misin, diyor. Umur-u haricinde misal
getiriyor, şekerciye gidersiniz, nöbet şekeri alırsınız. Nöbet. Nöbet şekerini
saman çöpüne korlar, dizerler. Şekerci o şekeri samanı ile beraber tartar. Ve
samanını da şeker parasına alır. Nöbet
şekerini teraziye koyduğu vakitte, o samanın içinde beraberdir. Şeker fiyatına satar müşteriye.
Şeker kıymetini alır saman. “Sende” diyor, “Hakikat aşkı tecelli
etmişse, senin seyyiatını da Kudret hasenat diye tartar alır. Elverir ki o aşkı
elde et.” Anlatamıyor muyum acaba? Gayet güzel.
Seyyiat dedim de, buraya uğramaz
amma ne büyük insanlar yetişmiş ona bir misal olsun diye aklıma geldi,
söyleyeyim.
Hariciler vardır. Bunların
itikatlarında “Günah-ı kebâir insanı imandan çıkarır!” der. Öyle! Geliyorlar
İmam-ı Azam’a sell-i seyfetmişler, kılıcı çekmiş, bir güruh. Bir sirkat, bir de
diğer yine bir günah-ı kebâirden bir mevzûu, bunu soruyorlar: “Bunlar, (Büyük günah işleyenler, dinden) çıkar
mı çıkmaz mı?” diye diyorlar ki:
—Cevabı ona göre ver, yoksa senin
kelleni alacağız.
Ebu Hanife demiş ki:
—Evvela şu kılıçlarınızı
kınınıza koyun!
—Yok kılıçlar kınına konmaz, çünkü
cevabın neticesinde icraat olacak!
—Kılıçlar kınına konmazsa
benim o gözüm o kılıçlarla meşgul olur, size cevabı layıkı ile vermem. Bu suali
sorduğunuz insanlar, (diyor) bu fiili irtikâp eden kimseler, Hristiyan mı?
—Hayır!
—Yahudi mi?
—Hayır!
—Yıldızlara tapanlardan mı?
—Hayır!
—Mecusi mi?
—Hayır!
—Putperest mi?
—Hayır!
—Ya ne?
—MÜSLÜMAN!!!
—Cevabını kendiniz verdiniz!
(diyor.) Bir şey anlatamadım mı acaba? “Cevabını kendiniz verdiniz!”
İnsan, Hakk’ın bütün sıfatlarına
mazhar. Kendi suret-i cemiye-i ilahisi üzerine halk edildiğinden dolayı,
kendisinde Nefes-i Rahmanî vardır. Bu zayi edilmemeli. Konuşmamın hülâsası
bundan ibaret. Bunu anlatabilmek. “Hak insanı kendi sureti üzerine halk etti.”
demek, cismani bir suret getirmiyor. Aldanıyor da insan. Bazı kimseler
mesela,
“İnnellahe haleka Âdeme ala
suretihî”
“Allah (cc) Adem’i (as) kendi
sureti üzerine halk etti!” Haşa, sümmü haşa! Allah böyle kaşları, gözleri, burnu,
o manaya değil! İnsanın bir kendi mana hüviyeti var. O mana hüviyetine Cenab-ı Hûda işte sûriyet, Suret-i Cemiye-i İlahisi üzerine halk eyledi.
O, o vakit ne oluyor? Bütün Hakk’ın sıfatlarına mazhar oluyor. O sıfatlara
mazhar olunca, Hak kendi muhabbetini Adem’e (as) veriyor, kendi sıfatlarını
orada görüyor. Buna bir tecelli olarak, Adem’den de İmrieyi halk ediyor, yani
Havva’yı. İmree, yani, Adem’den tecelli eden insanın sureti, Havva’da tahakkuk
ediyor, o vakit Adem’de kendi suretini Havva’da görüyor. Ondan dolayı ta’bid[29]
ediliyor. Bunu iki konuşma evvel söyledim. Adem İmreeye ilm-i müştak oluyor. Bu
bahisler anlaşılacak olursa, aile teşkilatı daha başka türlü olur. Bu işin
yalnız… Cenab-ı Hak, mevcûdâtı halk etmesinden gaye insan. O halkın
içerisindeki tecellide Hakk’ın yaratmasındaki mananın hüviyeti,
-Madde desem korkuyorum olmaz.
Kelimesi de gelmez, manaya tabi, umur-u hissiyeden değil ki hisse ait
cümlelerle söyleyeyim, söyleyemiyorum. Benim ifade tarzımdan sizin anlamanızı
rica ederim.-
Netice itibariyle, Cenab-ı Hak
muhabbetini Adem’e rekz[30]
ediyor. Ve o Adem de bulunan, rekz olunan muhabbetten, Adem’in tecellisinde, Cemal-i
Sûbhânisini Adem de temaşa ediyor. Anlatabildim mi? Hepimiz Ademiz yani şimdi.
Adem dendiği vakitte doğrudan doğruya git, taaa ilk Adem’e gitme. Binaenaleyh,
Adem’e muhabbeti, kendi tecellisinin mazharı olduğundan dolayı, Ademden de haddizatında
Hûda’ya olan muhabbeti, kendi aslına olan şevkinden dolayıdır. Kudret, Adem bu
işin inceliğini anlasın, diyerekten; Adem’in kendinden, İmreeyi yani kadını
halk ediyor ve kadına karşı muhabbetini tecelli ettiriyor, o muhabbet onda
tecelli edince ta’bid ediliyor. Adem kime muhabbet ediyor? Kendine ediyor,
İmreeye değil. Anlatamıyorum galiba. Hûda seni severken kendini seviyor. Sende
imree sana ta'bid (veya tahbir*
tahbie*) edildiği vakitte, için içindeki serairde kendini
seviyorsun. Çünkü neden? Senin tecellin oraya aksetti. Bu sefer İmreenin de sen
aslı olduğundan dolayı, o senden tecelli eden kadın, sana olan
muhabbeti, kendinedir. Anlatabildim mi acaba? Bu şekilde Kudret’in inceliği
anlaşılarak, bir aile yuvası kurulacak olursa, oradan tecelli eden evlat,
yavru, hadim-i mana olur. Hadim-i Hak olur. Hadim-i insaniyet olur. Artık
daha neler olur, neler olur, onu sen de idrak edersin. Hak, recül[31],
mer’e.[32]
Hülâsayı söylememiştim. Burayı söyleyeyim diyerekten zaten şimdi buraya geçtim.
Hak, recül mer’e. Üç. Bu üç ferdiyedir. Neş’et-i[33]
insaniyede bu ferdiyetin naziri, nasıl anlatayım sana? Ruh, kalp, nefis. Nasıl
bu vücutta ruh kalp nefis birlik ifade ederse, tecelliyat-ı uzmada da[34]
bu muazzam Hakk’ın tecellisinde de; Hak, Adem, Mer’e o tecelliyi beyan eder.
Anlatabildik mi acaba? Bunun birisinden gafil oldun mu kemale eremezsin.
Bir daha söylesem mi acaba?
Faydası… Anlatamayacak kadar anlattım.
Bir şey iki-üç türlü
anlatılır. Bir anlatırsın, karşındaki de anlar ve anlatır. Bir anlatırsın
muhatap anlar, anlatamaz. Bir anlatırsın muhatap zevk alır, zevk aldığının sebebini
kendi de bilmez. “İyi bir şeydi” der. O kadarcık söyler o. Buraya kadarı
söylendi bunun. Bakalım, sonra daha yavaş, yavaş, yavaş, yavaş, inşaallah
söyleriz. Zor biraz da zor yeri tabi… Ahhh, zor yeri.
İnsan ya nefsi teslim
almalı, ya nefsi orta yerden kaldırmalı! Çünkü, nefis çok kimsenin kanına
girer. Öyledir, öyle! Evvela kendisine girer. Hakk’a insanı yaklaştırtmaz.
İstiğfarsız yaşamamalı insan, kestirme bu. İstiğfarsız yaşamamalı. Çünkü gayât[35] ve
terakkiyat[36],
kurb-u[37]
vahdete nihayet olmadığından dolayı, her tecelli daima değişip yeni tecelli
geldiğinden dolayı, bir tecelliden bir tecelliye insan geçerken istiğfara
mucibdir.[38]
Anlatamadım mı acaba? Onun için Fahr-i Âlem (sav): “Günde yetmiş defa istiğfar ederim.”
demiştir. Gayat ve terakkiyyat, kurb-u
vahdete, Hakk’ın birliğine nihayet
olmadığından her tecelli gelecek tecelliye nispetle, istiğfar-ı mucibtir.
İstiğfar, muhasebe-i nefsi mucibtir. Birbirine bağlı bak. Bugün ne gördün? Bir
muhasebe-i nefis yaparsın. Ne kadar tatlıdır o. İnsan ziyan bile etse, hesabını
deftere çekip de şöyle muntazam bir defteri görüp de ziyan da etse, muntazam
deftersiz ziyanından daha tatlıdır, anlatamadım mı acaba? Biz.. İnsan bilir ki
ziyan etmiş. Müteesssirdir. Bir de şöyle deftere çeker. Haa, bu kadar ziyan
etmişim, şöyle intizamını gördü mü, zarar üzüntüsü azalır. Zarar üzüntüsü
azalır. Azalmaz mı? Azalır, benim bildiğim azalır. Ondan sonra başlar
derlenmeye toplanmaya, çare aramaya. Çare arar. Çare aramalı! Gidiyoruz ne
olacak. Bugün yarın için rüya, yarın da öbürsü gün içün rüya. Elde bir şey yok.
Gönül birleşmesine ait olduğu
içün bir şey okuyacağım. Üç ay evveli okumuştum zannederim, ama şimdi bu bunu
bağlar da onun için tekrar edeceğim. Hani dedim ya: Hak, Adem, Mer’e. Bu üç.
Yani birisi birisi ile evlendiği vakitte, “biz ikimiziz” zannetmesin. Hak
olduğunu idrak etmezse orada manada bir şey yoktur, boşluktur o boşluk. Bunu
anlatmak istiyoruz. Deden belki bunu bilmiyordu, bu ince tarifini. Fakat bunu
hâl edinmişti. Neden hâl edinmişti, nasıl ispat edebilirsin? Yüzünü görmeden
alıyor, elli sene yaşıyor. Ne var, ne serair var ya. Onlar âşık olmuşlar,
almışlar diyorlar. E ne oldu? Bari o kelimeyi kirletmeyin. Aşk. Kelimesi
kirleniyor, her yerde kullanılır mı? Ya nasıl? Şimdi boşanma davası açıldı. Niçün.
Yok canım bunlar Fatih’te sevdi, Şehzadebaşı’nda soğudu, Beyazıt’da boşandı.
Aşk kelimesini ne koyuyorsun oraya. Aşk üüü.
Kad enâr el-aşkı
li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat
aşka eyler iktidâ
Ehl-i hakikatin aşk imamıdır
diyor. Ehl-i hakikati Allah’a götüren aşktır, diyor kocaman Fuzuli.
Sâlik-i râh-i hakikat
aşka eyler iktidâ
Neş’e-i kâmil kim
andandır müdâm
Meyde teşvîr-i
harâret neyde te’sîr-i sadâ
Kim müşahhas olmaz ol
vâdide sultândan gedâ
Aşk meydanı öyle bir meydandır
ki, orada padişahmış, sultanmış, gedaymış, bende öyle bir şey yoktur orada.
Onların hepsi mülga. Onların hepsi mülga, öyle bir yer.
Senin bâğ-ı cemâlin
rengini gülşende görmüşler
Dihânın tenin resmin
gonce-i nev-hande görmüşler
Benim sûz-ı derûnum
şeklini külhanda görmüşler
Senin envâr-ı hüsnün
seyr edenler bende görmüşler
Getiriyor muyuz şimdi, aynı anlaşılıyor di mi?
Benim esrâr-ı ‘aşkım
isteyenler sende görmüşler
Seni bende beni sende
bakıp bir tende görmüşler
Beni ‘irfân eden
lezzât-ı hüsnündür hakikatte
Seni sultân eden
‘aşkımdır erkân-ı marifetde
İki tenlik bir rûh-ı
revânız cism ü sûretde
Habîbim ikilik olmaz
sarây-ı bezm-i vahdetde
Bu esrâra olup mahrem
görüp çeşm-i basîretde
Seni bende beni sende
bakıp bir tende görmüşler
Anlaşılmıyor mu yoksa? Sıhhatim
iyi değil, hem yoruluyorum, bir de anlaşılmıyorsa yazık!
Serâpâ mest ü hayrân
gezdiren sensin beni her sû
Niçün insâf edip bir
gün demezsin tende cândır bu
Dü tâ[39]
kıldın büküp ‘aşkınla kadim ey kemân-ebrû
Senin vaslın
hayâlidir gözüm gönlüm kılan memlû
Sana ben demedim mi
ya değil sen ayru ben ayru
Seni bende beni sende
bakup bir tende görmüşler [ii]
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Mazhar: Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. Bir şeyin
göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
[2] Muhit: İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. Etraf.
Çevre. Büyük deniz. Okyanus. Mc: Büyük âlim.
[3] Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[4] Muarrif: Tarif
edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman
▪Maarif : Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi.
Meharet. Üstadlık. Hüner. Marifetler. Mâruflar. Kültürler. Çehrenin manzarada
zâhir olan yerleri. Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve
te'mine çalışan bakanlık.
[5] Masnuât: San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
Maslahat: İş, mes'ele. Sulh yolu. Fayda, maksad, keyfiyet.
[6] Serair (Sır. C.):
Gizli şeyler, sırlar.
[7] Kerhen: İstemeyerek, istemeye istemeye,
hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek, iğrenerek.
[8] Tav'an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[9] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.
Dünya alâkası. Sevme.
[10] Tahalluk: Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi
ahlâkla ahlâklanmak.
[11] Tahakkuk: Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması.
Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
[12] Maad: ahiret
[13] Tecezzi: Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma.
[14] İnkısam: Kısımlara ayrılma. Bölünme. Taksim olunma
[15] A'dal (İdl. C.)
Eşitler, denkler, müsaviler.
[16] Üstad, Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin beytine
atıf yapıyor
Sarây-ı “lî maallâhi”
gönüldür
Tecellîhâne vallahi
gönüldür
Ne istersen yürü var
O’ndan iste
Hüdâ’nın ulu dergâhı
gönüldür
[17] Ali
İmran Suresi 159’cu Ayet-i Kerime فَبِمَا
رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ
لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ
عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
Meali Sen (o zaman), sırf Allah'ın
rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın,
onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için
Allah'dan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara
da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki
Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.
[18] Mutantan: Debdebeli. Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli
ve şatafatlı.
[19] Şe'ni: İş, yeni olan hal. Şan. Tavır. Hâdise. Vâkıa.
Kasdetmek. Emr ü hal.
[20] Teşmil: Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak
[21] Mevsuf: Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen.
Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
[22] Ali İmran Suresi 101’nci Ayet-i Kerime وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ
تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve
Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola
iletilmiştir.
[23] Cevv: Yer
ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. Ev veya odanın içi.
[24] Ankebut Suresi 69’ncu ayet-i Kerime وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali:
Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[25] Zariyat
Suresi 22’nci Ayet-i Kerime وَفِي
السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
Meali: Sizin rızkınız da size vaad edilen sevap ve ceza da
göktedir.
[26] Dud: Duman, sis. Tütün. Elem, gam, keder, tasa.
[27] Taayyün: Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve
itibarlı görünen insanlardan olmak.
[28] Mesnevi
1 cilt 1998-1999 beyitler.
[29] Ta’bid: Mükerrem etmek.
*Tahbir: Tahsin
etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek. ◊ (Haber. den) Haber etme. Haber
verme.
*Tahbie: Gizlemek,
saklamak. Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek.
[30] Rekz: Dikme,
yere saplayıp sabit kılma.
[31] Recül: Yetişkin erkek, er kişi, ehil kişi, Adam.
[32] Mer’e: Kadın, Zen.
[33] Neş'et: Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve
kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. Çıkmak. Kaynak olmak.
[34] Uzma: (Müe.) Büyük. İri. En büyük. Çok büyük. (Müz:
A'zam)
[35] Gayat: Gayeler,
[36] Terakkiyyat: Terakkiler, yükselişler, ilerlemeler
[37] Kurb: Yakınlık.
Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette,
hatvede ve kuvvette kullanılır.)
[38] Mucib: İcap eden uyan
[39] Du
ta: İki pare
Fuzuli Gazel 1
Kad enâr el-aşkı
li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat
aşka eyler iktidâ
Aşktır ol neş’e-i kâmil
kim andandır müdâm
Meyde teşvîr-i harâret
neyde te’sîr-i sadâ
Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i
aşktır
Kim müşahhas olmaz ol
vâdide sultândan gedâ
Eylemez halvet-sarây-i
sırr-i vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku
âşıktan cüdâ
Ey ki ehl-i aşka
söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir
tağyîr-i takdîr-i Hudâ
Aşk kilki çekti hat levh-i
vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hak
isbâtında neyf- mâ’adâ
Ey Fuzûlî intihâsız zevk
buldun aşktan
Böyledir her iş ki Hak
adiyle kılsan ibtidâ
[ii] Erzurumlu Emrah (Semai-i Emrahi 6’ncı gazel)
Senin bâğ-ı cemâlin
rengini gülşende görmüşler
Dehânın tenin resmin
gonce-i nev-hande görmüşler
Benim sûz-ı derûnum
şavkını külhanda görmüşler
Senin envâr-ı hüsnün
seyr edenler bende görmüşler
Benim esrâr-ı ‘aşkım
isteyenler sende görmüşler
Seni bende beni sende
bakıp bir tende görmüşler
Senin hüsnün ziyâ mıdır
benim çeşmimdeki bînâ
Benim ‘aşkım cilâ mıdır
senin hüsnündeki zîbâ
Senin cân-ı hayâtındır
benim cismimdeki ihyâ
Benim rûh-ı revânımdır
senin dilindeki gûyâ
Bu ma‘nâya olanlar âşinâ
ey serv-i müstesnâ
Seni bende beni sende
bakıp bir tende görmüşler
Beni ‘irfân eden
lezzât-ı hüsnündür tarîkatde
Seni sultân eden
‘aşkımda erkân-ı hakîkatde
İki tenlik bir rûh-ı
revânız bu cism ü sûretde
Habîbim ikilik olmaz
sarây-ı bezm-i vahdetde
Bu esrâra olup mahrem
görüp çeşm-i basîretde
Seni bende beni sende
bakıp bir tende görmüşler
Serâpâ mest ü hayrân
gezdiren sensin beni her sû
Niçün insâf edip bir gün
demezsin tende cândır bu
Dü tâ kıldın büküp
‘aşkınla kadim ey kemân-ebrû
Senin vaslın hayâlidir
gözüm gönlüm kılan memlû
Sana ben demedim mi ya
değil sen ayru ben ayru
Seni bende beni sende
bakıp bir tende görmüşler
Hevâ-yı vaslın aldı
hamdülillâh benliğim beden
Velî çıkmak ne mümkün
tâb-ı ‘aşkın haşre dek tenden
Koma hasret-keşîde
hüsnüne [Emrâh] efgenden
Nedir bu kaçmalar bu
göçmeler ey dil-rübâ benden
Görenler hiç de fark
etmez seni benden beni senden
Seni bende beni sende
bakıp bir tende görmüşler
https://acikerisim.cumhuriyet.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12418/12330/Ay%C5%9Feg%C3%BCl%20k%C3%BC%C3%A7%C3%BCkk%C4%B1l%C4%B1%C3%A7%2010101417%20T%C3%9CRK%20D%C4%B0L%C4%B0%20VE%20EDEB%C4%B0YATI.pdf?sequence=1&isAllowed=y
0 yorum:
Yorum Gönder