[22.11.1959 (310) 94.dk]
…Akıl bunların hepsi, mana-ı insaniyeye ait birer vasıf
olması hasebiyle, mevzu daha ziyade insan mefhumu ile alakadar.
İnsan nedir?
Hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme gelip gitmesinde kendisinin bir ihtiyarı var mıdır?
Bütün varlık, seması ile arzı
ile encümü[1]
ile bütün mevcudat kendisine müsahhar kılınmış. Zahirde bir cilm-i sağir[2],
nihayet elli-altmış, seksen-yüz kiloluk bir kan ve kemik torbasından ibaret
gibi gözükür ve o gözüken varlığı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura
sığabilir. Fakat içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu, o mana-ı
ihtivası, kendisini arada sırada hesaba çeken hâkimi -ki ona vicdan-ı kibriyası
derler- o da kâinat-ı muhit. Bir cephesi ile çok acz içerisinde, bir veçhesi
ile de bütün kudretler kendisine tevdi edilmiş bir varlık içerisinde. Ee bu
varlığı hamil bulunan insan, nedir bu? Nereden gelmiştir? Nereye gidecektir?
Kâinatta hiçbir zerrenin abes vücut bulduğu görülmüyor. Evet, belki zaman
zaman, asır asır, ilimler kendini keser,
cehil meydana gelir, inkâr kapıları açılır, fakat yine Hakk’ın tecellisi, o
tecelliyi değiştirir. Yine netice itibariyle, ilimde hiçbir zerre abes meydana
gelmemiş olduğu tahakkuk ettikten sonra, ya insan? Burada insanı tarif
etmeklik, elle tutulur bir şekil de göstermeklik, beşeri takatin dâhilinde
değil. Elfaz[3]
yok ki, o kalıba sokasın, anlatabilesin. Bir “hâl ilmini” alıyor. Anlatabiliyor
muyum acaba?
İlim birkaç kısma ayrılır; mesela,
“Kâl İlmi” derler, sözle anlatılan. Çoktur ya o. Bir de “Hâl
ilmi” vardır. İnsan o kadar her şeyi anlatır,
anlatır da icabında, bal yememiş bir adama balı anlatamaz. Rap düşer, bütün
ilim, ilmi bilgisi düşer. Hiç ömründe bal yememiş birisi çıktı karşınıza;“Balı
anlatın bakayım!” Anlatamazsınız! “Bal şöyle tatlıdır.” Ama ne? E nasıl
anlaşılacak? O balı yiyecek o. Hâl olacak onda! Anlatabiliyor muyum? Ondan
sonra olur. Hani insanın pek o kadar bilgisine mağrur olması da Kudret’in
yanında hiçtir, hiç! Böyle birisi iki üç satır bir şey okur da kendisini
semada gezer gibi vaziyet alır da sana hakaretle bakarsa, söyleyiver: “Sen
daha balı bile anlatamazsın, bal yemeyen adama!” de. Düşer kanatları.
Nem var ki laf edem özümden.
Mahfeyle beni benim gözümden!
Bu işi idrak edenler böyle
konuşmuşlar: “Nem var kii laf edem özümden. Mahfeyle beni benim gözümden!”*
İnsana lazım gelen hakikati, hakikate
sahip olmaklığa engel olan şeyi, kendisinin sahte benliğidir. O da öyle bir
şeydir ki, tuhaf bir hastalıktır ki öyle bir maraz-ı manevidir ki bir defa ona
insan iptila halinde, ona müptela olursa yakasını pek kolay kolay kurtaramaz.
Hâlbuki sayılı nefes, gayet mahdud. Tarfet-ül ayn[4]
da insan işte geliyor, bir şeyler hüüp haydi! Bu az zaman içerisinde mühim bir
şey yapacak. Faniyi baki ile değişecek. Anlatabildim mi? Biten şeyi bitmeyen
şeyle değişecek. Bu âleme gelmekten gaye bu!
Şimdiye kadar, yani konuşmaya
başladığım, ilk cümleden şuraya kadar söyleyeceğim, çıkaracağım netice bu!
Niye geldin bu âleme?
Geçici varlığımı geçmeyecek Kudrete
değişmeye geldim. Onun içün ahlak mefhumunda
ebediyete inanmak esastır. Buna inanmadı mı, ahlaka insan intisap edemez.
Ebediyet!.. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Ben madamı ki ismim yoktu,
bunu hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum ve yayılması da lazımdır. İşte görüyorsunuz,
hamule-i[5]
irfaniye-i beşeriye taşmış. Zamanımızda az iş olmamıştır, şu son asır zarfında.
Kudret bütün kapıları açmış. Beşere kendi eliyle neler yaptırıyor? Bunlar ufak
şey değil. Bacağını kesiyorlar adamın, içerisindekini ayıklıyor, bacağı yine
varıyor, yürüyüp gidiyor. Bunlar ufak işler değil! Ölüyor; sıcak sıcak gözünü
çıkarıyor, âmânın gözüne takıyor, herif başlıyor görmeye. Ufak iş mi bu? Bunlar
neden oluyor? Allah’ın (cc) ıstîfa
kanunu ile bazı insanlar seçerek, insanları zulmetten nura çıkarmak içün; ücretsiz,
külfetsiz, minnetsiz, hiçbir şey beklemeksizin göndermiş olduğu zatına mahsus
zevat vardır. Onlara lisan-ı manada Enbiya denir. Onların eli ile bazı
harikulade işler yaptırtmıştır. Fail-i Hakiki Allah’tır (cc). Bilmem
anlatabiliyor muyum? Şimdi bu meydan-ı şuhutta onların yapmış olduğu şeylerin
adına, mucize denir. Diğer bir ismine, keramet denir. Onun fen ile karşılığı
olmadıkça Allah (cc) kâinata nihayet vermeyecektir.
Bu üç cümle içine soktum, söyledim
amma bu kimsenin gözleri yine bir tuhaf, zevk ile dinlemediniz şimdi. En mühim
şey.
“Keramet-i diniye
mukabili, keramet-i fenniye zuhur etmedikçe bu kâinata nihayet vermeyecek!”
dedi Hazreti Muhammed (sav). Bu kadar senin göğsünü kabartır. Madamı ki ilm-i
manada bu tecelli etmiş, onun fen sahasında da. Çünkü fen, Allah’ın (cc) ism-i
zahiriyle tecellisidir. O ihtiralar, biz zanneder miyiz ki o ihtirayı yapan
adam, yapmış olduğu ihtiranın hüviyetini bilir mi? Elektriği yapan adam
elektriği anlatabilir mi? Niçün anlatamıyor? Sahib-i Hakikisi Allah da (cc)
onun içün. Sana lazım gelen şeyi yaptırır, o kadar! Öbür tarafını sana anlatmaz.
Bir şey anlatabiliyor muyum?
Ne varsa hepsi O’nundur.
[6]
وَنَحْنُ الْوَارِثُون der.
“Mirasçı benim!”
diyor. “Herkesin varisi Benim!” diyor. Hiçbir şeyi vermez. Verir alır.
Hemen hemen her konuşmamda sık sık tekrar ettiğim gibi, inanan da inanmayan da
hep O’na çalışır. Hepimiz ona çalışırız. Sen kendi kendine: “Ben kendime çalışırım.” dersin. “Benim bir gayem var!” Hiçbir şeyin yok!
Herkes O’na çalışır. Çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır, “Hadi istikamet karşıki çukura, arş!” der.
Doldur çukuru! Ama bunun farkında olup da bu fabrika-ı insanisini ona teslim
ederek, kendisi öyle diyor zaten, Allah (cc) der ki: “Doğumlar, dalgasız denizden
dalgalı denize düşmek demektir!” Doğumun tarifi bu...
Vahdet âleminden, kesret
âlemine geçmek.
Bunun misalini ver hariçten; dalgasız
denizden, dalgalı denize düşmek. Şimdi
manaya ait kitabı okurlar da insanlar, bazı inkâr sahasında bulunanlar
gülerler. “Yunus Aleyhisselam bir balığın karnına düşmüş de…” Sen düşmedin mi?
Sen şimdi balığın karnında değil misin? Sen şimdi muazzam bir karanlık denizde
değil misin? Bocalaman, kulaç atmak değil midir? Anlatamıyor muyum acaba? “Bu” diyor. “Bu muazzam fabrikayı sen kendi hesabına, kendim işletirim de bir şey
yaparım dersen, iflas edersin!” diyor. “Bunu bana sat! Ben kendi
hesabıma almayacağım, senin hesabına çalıştıracağım, nemasını da yani getirmiş
olduğu kârını da yine sana vereceğim, sat bunu bana sen. Sen işletemezsin!” Mesela, “Bu fabrikanın en muazzam şeysi akıldır!” der.
Çarkı! Fakat sen bu aklı ben kendim işletirim dersen, o akıl senin içün öyle
müziç[7],
öyle muacciz[8],
taciz eden, iz’ac[9]
eden bir şey olur ki huzur içinde
yaşayamazsın. Geçirmiş olduğun ne kadar hayatında alam-ı[10]
ekder[11] (ebter)
varsa durmadan önüne diker. “Canım geçti!” Hayır, o diker önüne! “Şunu
çektin, bunu çektin, şöyle idin, böyle idin...”
onu diker. Bu yetişmiyormuş gibi de vuku-u tahakkuk edeceği, nâmâlum
olan ne kadar mahuf,[12]
korkunç, hadiseler varsa onu da zihninde dokur, olmadan onu da önüne diker. Ee
sen ne vakit huzur içinde yaşayacaksın!? “Fakat bunu bana teslim edecek olursan,
ben onu bu kâinatın bir tılsımlı anahtarı yaparım. Meçhulleri açmaya başlarsınız.”
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Artık bütün aza-ı cevahirini bunun gibi
birer birer hesaba çek, neticeyi kendin ver. Onun üzerinde vakit geçirmeyelim.
Demek oluyor ki; hülasa
olarak, beşer kendi benliğine, sahte varlığına mağrur olduğu gün, Kudret onun
elinden merhamet elini kaldırıyor. O elde kalktıktan sonra ne kadar teali
ederse etsin, ne kadar terakki ederse etsin, huzursuz yaşıyor ve inleyerek
gelip geçip gidiyor.
İşte mevziiyi konuşmuyoruz,
şurası burası demiyoruz, bütün dünya sekenesi üzerinde. Görüyorsunuz ki beşerin
irfan hamulesi çok yüksek. -Biraz evveli dediğim gibi- Ama ıstırabı, içindeki ah sesi, huzuru,
bunların hiç birisi kalmamış. Niye buna çare bulamıyor? Bunun çaresi neden yok?
Çaresi yok mu bunun, ilacı? Çook bol!
Niye kullanmıyor?
Kudret’le arası açıktır. (Çünkü) İnsanlar
biraz zahirde, ufak tefek ihtiralarda tekâmül ettikten sonra bir benlik
geliyor. Bu hepimizde vardır. Züğürtken yürüyüşü ile bir
adamın, cebinde parası varken yürüyüşü arasında fark vardır. Parası yok,
ihtiyacı çok, mecburi kafasını yukarıya kaldıramaz. Kendi kendine düşer kafa.
Anlatamıyor muyum? O imkân yok, bu omuzlar durmaz böyle. O kendi kendine düşer.
Yolda yürürken boyuna çarpar ayağını, takır, tıkır. Fakat biraz şöyle
genişlesin, derhal gerilir. Öyle der Allah da (cc):
[13]
وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪
لَبَغَوْا
Benim bazı insanı sıkmaklığım, ona merhametimden dolayıdır.
Rahmetimden dolayıdır, rızkını böyle yayacak olursam, لَبَغَوْ ilk
işi bana isyan etmek olur.
İsyan yalnız ağızla olmaz, hâli
ile olur, irtikâp ettiği fiili ile olur.
Anlatabiliyor muyum acaba?
Kudret’le arası açılıyor
insanların. O zannediyor ki hepsi kendisinin. Hâlbuki hiç birşey kendisinin
değildir. Bu görünen fevkaladeliklerde Fail-i Hakikinin, Fatır olduğunu
idrak ederek ve “Ben O’na bir musluk olmuşum, bu hazineden akıyorum” hâli ile yaşayacak
olursa daha başka türlü bir hâle gelir. O vakit elem kalkar. Şimdi, elem
kalkmıyor.
Bugün en büyük masaya sahip
olan da huzur içinde değil, en muazzam kasanın efendisi de rahat değil, en
büyük rütbeye, en büyük caha malik olan da huzur içinde değil!
Neden huzur içinde değil? Çünkü
cemiyetteki kaide bozulmuştur. İnsanlığa lazım olan sıfatlar kaldırılmıştır.
Allah (cc) kaldırıyor. Neden?
Sen benden emin değilsin, ben
senden emin değilim! Huzur olur mu?
En büyük rütbesi var, ama
rütbesinden emin değil! En büyük caha sahip, ama yarınından emin değil! Anlatamıyor muyum?
Emin değil! Neden emin değil?
Muvazene-i beşeriye yok!
O nedir o? Havas ile avamın
birbirine sarılması yok! Bunlar birbirine sarılmadıkça merhamet, hürmet yok, bu
ikisi birleşmedikçe muhabbet yok, yıkım muhakkak! Beşer yıkılmış. İnsani
seciyesinden düşmüş! Yıkılmaktan maksat, böyle lübbedek elli
kilosu düşmüş manasına değil, içi çökmüş. İçi çökük. Aşka sahip değil!
Aşk, ne ilimdedir, ne
fazilettedir, ne defterdedir, ne kitaptadır, ne sayfadadır. Yanlış anlamayın benim
burada söylemiş olduğum aşkı. Romanda okunan aşk değil!
Bak yeni bir tarifini yapıyorum:
Aşk, ne fazilettedir, “A,
ondan da mı üstün?” Evet!
Ne ilimdedir, “Ondan da mı
üstün?” Evet!
Ya defterde mi, kitapta mı?
Hayır! Onun içün hilkatte ona sahip olan insanların yolu ayrıdır.
Aşk öyle bir şecere-i
nuranidir ki, dalları ezelde kökleri ebedde ne arşa dayanmış, ne ferşe
dokunmuş. Böyle bir manadır. Eğer içini bununla sardıracak olursan, ne elem
vardır ne keder vardır. Tam bir huzur vardır. Bir şey anlatabildik mi acaba?
İnsan hiç hür olmadıkça huzur
bulabilir mi? Hür hür! İnsanın da hür
olabilmesi içün, mesela der ki birisi: “Ya ben hür değil miyim, kimin kölesiyim, kimin esiriyim?” Nefsinin yahu! Uzakta değil ki. Kötü
düşüncelerinin esirisin sen! İrtikâp etmiş olduğun zulmünün uşağısın!
İnlettiğin masumun ahından yapılmış olan, Kudret tarafından dokunan zincirle
ensenden kelepçelenen esirsin! Neyin esiri değilim(?)
Hür olmak kolay bir şey
midir? Hür olduğun gün iş bitti, demektir. İnsanın bu âleme
gelmesindeki gaye kendi hürriyetini ispat etmek içündür. Kendi hürriyetini
ispat edecek. “Ooo efendim ben hiç kimsenin kaydı altında yaşamadım! Böyle
büyüdüm, böyle gidiyorum. Ahrardanım ben!”
Yağma mı var ahrardan? Kolay iş mi o!.. Hür olmak!
Bir şey okuyayım da daha iyi
anla: Eski konuşmalarımda bir misal vermiştim. Yine o misali bir münasebetle
verelim. Azıcık daha iyi anlaşılsın. Bir şeftali çekirdeği alalım elimize yahut
bir kayısı çekirdeği alalım, bir kiraz çekirdeği alalım. Bu çekirdek ne vakit
hürriyetini ilan eder? Aldık şeftali çekirdeğini. Bunu dikeriz, lazım gelen
hizmeti yaparız, meydana gelir, filizlenir, büyür, bir fidan olur. Nihayet
biraz daha tekâmül eder, yapraklanır, çiçeklenir, günün birinde bakarız, bir
şeftali üzerinde duruyor. O şeftaliyi olduktan sonra koparırız, yararız,
diktiğimiz çekirdeği içinde buluruz. Diktiğimiz çekirdeğin cinsinden bir
çekirdek buluruz. Bir şey anlatamadık galiba. Acaba ilk diktiğimiz çekirdek
nerede? O ağacın neresinde? O ağaç, ilk diktiğimiz çekirdekte. O ilk diktiğimiz
çekirdek o ağacın her zerresini muhit. Bir şey anlatabildim mi? Her tarafını
muhit. Bir de çekirdeğin aynını aldık, ne oldu? İlk diktiğimiz çekirdek kendisi
gibi bir çekirdek meydana getirdiğinden dolayı hürriyetini ilan etti. Sen de
Kudret’in bir meyvesisin, çekirdeğin kalptir. Burasını söylememiştim şimdi,
demliyorum. Nasıl o kalp gibi bir kalp meydana getirebilirsen, eğer
kendindeki kalp Hakk’a ayine olmuş, orada Hakk’ı müşahede etmişse hürriyetini
ilan ettin! Yoksa sendeki kalp et parçası halinde durduğu müddetçe sen
esirsin!
Ey
hâce ki biz bende-i Merdân-ı Hûdayız
Ma’nâ
da şeyhiz gerçi ki zâhirde gedayız.
Anlaşılıyor
mu acaba manası? Neyse, açayım birazdan.
Bî-kayd-ı
cihânız bize hükm eylemez âlâm
Ahrârlarız
bende-i Hazreti Hûdayız.
Evsâf-ı
derûn-i dili izhâra ne hâcet
Ma’lûmudur
ahvâlimiz ashâb-ı safâyız
Düştü yere her kim ki kıldı bize adâvet
Kim derd-keşiz hü tîr i kazâyız hü fukarâyız.
Şimdi uzun bu ya, şu kadar yeri bize yeter. Hürrün, hür olan
kimsenin, hâlini beyan ediyor burada.
Ey hâce ki biz Bende-i
Merdân-ı Hûdayız: Ey varına mağrur olan, rütbesi ile
cahı ile masası ile kasası ile ilmi ile zahirdeki etrafındaki tapanları ile övünen,
kendisinde varlık gören… O çalımını bize yapma! Git nefsinin esiri olanlarla
böyle konuş, orada yap onu. Niye? Biz, Bende-i Merdân-ı Hûdayız. Biz Allah
(cc) bendesiyiz yahu, diyor. Bizim kendimiz namına bir şey kalmamıştır. Biz
zahirde garibiz, hadisat bize lazım gelen hışmını yapar, salvetini[14]
yapar fakat biz denizin dibinde bulunan aynen yalçın bir kaya gibiyiz. Çok
serseri dalga vurur, şırap, şırap, geçer gider, biz yine dururuz. Bir şey anlatamıyoruz
galiba. Vurur, şırap vurur…
Gerçi manada şeyhiz, gerçi ki
zahirde gedayız. Surette sen bize kıymet vermezsin fakat
biz mana âleminin sahibiyiz yahu. Allah (cc) ile hukukumuz var. Biz insanız,
bize insan denmesindeki sebep, biz ünsten müştakız. Sen benliğinde kaldığın içün, sen nisyandan müştaksın. Tabire dikkat et!
Nisyandan müştak, gaflet yani, nisyandan müştak. Bir de Hakk’ın enisi vardır;
ona ünsten müştak, ona asıl insan ona denir. Biz insanız diyor.
Bî-kayd-ı cihanız;
biz kayda gelmeyiz, cihanla mukayyet değiliz, çünkü kayıtların hepsinin
neticede cifeye inkılap ettiğini görüyoruz. Laşey olan laşeye biz bir şey
demeyiz. Gönül vermeyiz, diyor. Biz kalıbımızla kalbimizin vazifelerini
ayırmışız. Kalıbımıza lazım gelen maddeyi almış, kalbimizde de habibi tutmuşuz.
Bizde misafir var. Sizinle meşgul olamayız. Bî-kayd-ı cihânız bize hükm eylemez âlâm. Anlatabildik di mi? Alam,
elem yani ya. Ne arıyorsun? Ben de elem mi arıyorsun ey düşman, “Bakalım sıkıntısından bahsedecek mi”
diyorsun? Bize tesir etmez. Biz gönül evinde gezen peymaneyiz[15].
Bize el dokunmaz ki, biz müteessir olalım. Neden? Biz Allah (cc) kadehiyiz be
yahu. Kalpten kalbe biz gezeriz. Ahrarileriz, hürüz yani demek o, hürlerdeniz. Hani
dedik ya hani bir adam şöyle hür olabilirse tam bir istikamet verebilir. Neden
hürüz diyor? Ahrârileriz Bende-i
Hazreti Hûdayız. Bunu söylemesi kolaydır, tatbiki zordur. Biz Allah’a (cc)
gönül vermiş, yalnız oradan isteyenlerdeniz. Binaenaleyh hürüz biz. Hiçbir yere
bağlı değiliz, yalnız Allah’tan (cc) ister, O’nun yardımından ister, yüzümüzü
de ona çevirmişiz.
Bu öyle bir zor bir şeydir ki,
bunu şöyle bir misal getireyim daha iyi anlaşılsın. Mana ilmi ile din mevzuu
ile getireyim burasını daha güzel anlaşılır.
Kur’an-ı Mübin’de en zor bir
ayet vardır. Tatbikatı zor. Zor ayet demek, ameli zor. Hani mesela bazı adam
der ki: “Efendim ben bu sene hamd olsun yedi
tane hatim indirdim. Ramazanda iki tane hatim indirdim!” Canım sen hele üç ayeti indir, arş senin
ayağına iner! Sen o yedi tane, bir
tane işte ooo... Hatmi ancak bir zat indirebilir. Bir de varisi kimse, başkası
indiremez? “O" O'nun malı. Onu taa ibtidasından[16],
intihasına[17]
kadar bir Zat indirir, bir de varisi var, kimse o, o indirir. İşte o öyle değil
ki o. Şimdi belki zihinleriniz de karıştı. Anlatayım da o karışmış olan şekli
değişsin.
Kur’an’ı okumak, hatmetmek
demek, okunan her ayetin manasını kendi hâline giydirmek demektir. Anlatabildim
mi acaba? Bir ayeti okudun, onun manasını kendi üzerinde tatbik
edersin, o tatbikatını gördün mü ikinci ayete geçersin. Onu hatmettin(!) Bir şey anlatamıyor muyum? O öyle kolay
bir şey değildir! Ben bu Ramazan iki tane indirdim, bir sabah bir
akşam(!) Canım sen üç ayeti eğer
indir, Hûda böyle tutar. Kolay şey mi o! Misal gelecek şimdi anlaşılacak
çok güzel. Şu;
اِيَّاكَ
نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ Eğer bunu okumuş, halini giyinmişsen, baş
safta, ser-ü tummar-ı[18]
nedimandasın. Bak ne kadar kat’i kestirme konuşuyorum. Tabi söz benim değil,
ben nakilim, nihayet
şuradaki makine gibiyim. Ben haddimi bilirim. Ne var onda? Harici bir misal
vereyim daha iyi anlaşılsın şimdi o. Bu bir misaldir, bunun daha bir misalini
veriyoruz. Bir vakit de verdim bunu. Ama şimdi şumûllendi konuşma, açıldı onun
içün şey ediyoruz, tekrar ediyoruz. Tefsirlerden muteber bir tefsir vardır. Hemen
hemen her diyarda okunur; rağbet görmüş, Kadı Beydavi tefsiridir. “Kadı Tefsiri”
denir. Bu zat bu tefsirini yapmış, yaptıktan sonra hocasına götürmüş, hocası
arif bir adam, sahib-i irfan.
Demiş:
—Efendim işte, huzur-u
feyzinizde, sizin himmetinizde şunu meydana getirdim, lütfen nazar-ı
akdesininizden[19]
bir geçsin.
—Koy oraya! (demiş)
Birkaç gün sonra tekrar
gitmiş. —Nasıl buldunuz, demiş.
—Eh... Berhudar ol, Allah (cc) niyetini karşılasın.
Demiş:
—Efendim, sormaklığımdaki cüretimi şey
etmeyiniz, eğer hoşunuza gitmişse, bir kıymet ifade ediyorsa bunu siz daima sık
sık padişahla temasınız var, padişaha arz edin de benim sıkıntım var belki bir
ihsanda bulunurlar!
—(Şöyle bir bakmış) Acayip!
demiş. Sen bu tefsiri yaparken Sure-i Fatiha’da
نَعْبُدُ
وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ اِيَّاكَ
ayetine mana vermedin mi? (Bir
duraklamış) onun manası; Yarabbi Seninle Sana kulluk ederim! Sen beni öyle
bir hilkatte yarattın ki Senden başka hiç kimsenin kapısını çalmam! Senden
başka hiçbir yere müracaat etmem. Sen yardım ettin de ben hidayet üzerinde
kaldım, ya etmeseydin ben kim bilir, ben kime tapardım? Mana vermedin mi?(Bir duraklamış) Al git! Yeniden
yaz, tefsiri bir daha baştan başla, ayetlere dikkat et, ondan sonra getir de
okuyayım, demiş. Daha elime alıp okumadım, demiş.
Acaba anlatabiliyor muyum? Bu
kadar da bu iş, bu anlattığım mevzuu bu kadar da zordur. Tatlı olmakla beraber, pek de
kolay değildir.
Kerim olanlar...
İmam-ı Ali Efendimize (kv)
sormuşlar:
—Alçak kime derler? (Diye
kendilerinden sormuşlar.) Ya Ali İbn-ü Ebu Talip, alçak kime derler?
—Ezellün nas mu’tezillun ilâ
leim. Cevap veriyor:
“İnsanın en alçağı alçak adama gider de ona beyan-ı iltiza[20]
da bulunur. Yüz suyu döker.” diyor. Alçak adama gider,
ona beyan-ı iltiza da…
Hatta kerim olanlar, kerim
olanlara dahi yüzsuyu dökmezler, kardeşim Musa gibi!
Öyle misal getirmiş.
“Kardeşim Musa gibi” diyor. Bilirsiniz ki, hepinizin bildiği şey, Firavun diye bir
adam gelmiş. Vaktiyle Mısır’da yetişen hükümdarların hepsine “Firavun” derler,
o bir lakaptır, fakat Musa’nın (as) Firavunu diyelim, daha iyi anlaşılsın. Önce
o kadar zalim bir adam değilmiş. Aynı zamanda sahası da bolmuş, cömertmiş de.
Onun içün Kur’an’da Nemrut gibi o kadar çok çirkin şekilde bahsedilmez. Zulmü,
küfrü filan söylenir, ama Nemrut gibi hem zalim, hem kâfir, hem hasis… Firavun
öyle değilmiş. Fakat etrafındakiler el çırpa çırpa, “Sensin efendim!” diye diye,
nihayet Firavunu öyle bir zalim yapmışlar ki Allah (cc) ile azamet yarışına
çıkmış, en nihayet:
[21]
اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş. “İşte Rab mab Allah filan
benim!” demiş. Önce böyle değil, abid, zahid bir adam. Fakat o etrafındaki
toplanan insanlar, “Senden başka yok, sen
yaratırsın, sen halk edersin, senin kafan gibi kafa yok!” filan derken,
biraz daha seneler geçtikçe kalınlaşmış,
kışırlaşmış,[22]
kışırlaşmış, nihayet “Sen Rabsin!”
demişler. “Biz sana iman ettik!” O da
en nihayet:
اَنَا۬
رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş. Onun içün öyle der Cenab-ı
Peygamber: “Firavuna iman edenler, Firavundan
çoook sene evvel âlem-i nara giderler. Firavunu onlar Firavun yapmıştır!”
derler. Mesela, Nemrut öyle demiyor. Firavun Musa’ya (as) diyor ki en nihayet,
“Sana tabi olanlar sana, bana tabi olanlar bana.” Anlatabiliyor muyum
inceliklerini? Yani Nemrut gibi bazı öyle zalim insanlar var ki, hiç göz
açtırmıyor. “Atın ateşe İbrahim’i”
(as) diyor. Firavun Musa’yı (as) ateşe
atın, demiyor. “Pekala!” diyor, “Sen madamı ki bu davayı açtın, sana inanan
sana bana inanan bana.” Neyse...
Görmüş olduğu rüyayı da
bilirsiniz. Bir acib rüya gördü. Rüya, hayatın programıdır. Bazı insanlar “rüya
yok!”… Rüya hayatın programı. Yalnız rüya ile adgâs-u ahlâm[23]
ikisi birbirine benzer. Size onu da anlatayım. Hani midenin şusundan busundan,
buharından, ona adgâs-u ahlâm denir. O ayrı. Rüya Levh-ü Mahfuzdan kulun kendi
kaderine ait olan bir bahsin ders kaçırılmasıdır. Anlatabildim mi? Fakat onu
erbabı olacak, o da ayriyeten bir ilim o sahayı bilecek. Ve onun için der ki Resul-ü
Ekrem (sav): “Rüyayı kıymetsiz görmeyin
ve çok emin dostunuz olduğuna iman etmediğiniz insana da söylemeyin.”
Bileceksin ki bu adam, beni benden çok sever. Birde gönlünüze çöker der, hoşunuza
gitmez. İçinizden, ‘Bu rüya benim
hakkımda hayırlı değil!’ böyle bir acı hissedersiniz, onu ağzınıza dahi
getirmeyin, derhal kalkın, iki rekât namaz kılın, Allah’a (cc) ‘sil bunu’
deyin, siler!” der. Bir şey anlatabildim mi? Mevzumuzun haricinde amma hayatta
hepimiz yaşıyoruz, birçok hadiselerle, gönlüm istedi ki sizi de inanmış sınıf
diyerekten kabul ettiğimden, yoksa mevzumuzun haricinde. Fakat en mühim
yeridir. En doğru rüya, en doğru söyleyen adamlarınkidir, derler. Bunu da
anlatabildik mi acaba? En doğru sıhhati meydana çıkacak olan rüya. Sonra kırk
senelik de olurmuş. Yani kırk sene sonra tahakkuk edeni de olur. Onun öyle
ehilleri var ki, mesela; Şeyh-i Ekber Hazretlerine biri gitmiş, bir rüya
söylemiş. Rüyasında zeytine zeytinyağı doldurmaya çalışıyor. Rüya bu ya,
zeytini açmış zeytinyağı dolduracağım diyor zeytine. Diyor: “Böyle bir rüya gördüm.” “Şimdi git, refikanı boşa!” diyor. “Derhal boşa!” Bu, neymiş o? Hiçbir sebep yok. “Sorma sebebini boşa!” diyor. “Boşa
ve hürmet et!” Israr edince “Annen,
demiş. Annen!” “Nasıl olur!” diyor. Tetkik ediyorlar. Babası bir diyarda evleniyor,
o altı aylıkken çocuğu alıyor, anasını bırakıyor, başka bir diyara gidiyor.
Anlatabiliyor muyum acaba? Zaman geliyor seneler geçiyor, biri şarkta biri
garpta, tesadüfen bir yerde nihayet yabancı zannedilerekten nikâh yapılıyor,
evleniliyor, annesi olduğu tahakkuk ediliyor. Bak rüya, rüya da böyle...
Sonra şey de vardır, Osmanlı
İmparatorluğu zamanında, tekkeler kapanmış, Mevlevi dergâhları kapanmış,
zannederim Murad-ı Rabia[24]
ve yahut herhangisi ise hafızamdan çıktı isim. Rüyasında diyorlar ki: Hazreti
Mevlana (ks) geliyor. Hemen istikbaline çıkmış. Böyle karşılaşırlarken, Mevlana
(ks) şöyle yapmış. Merak ile uyanmış. O günün muabbiri[25]
de bir arif bir zatmış. Çağırmışlar, o Mevlevi tekkesinde yapılan ayinin adına
mukabele denilir. Istılahı[26].
O kadar kibar bir tabir yapıyor ki, bayılır insan irfanına. “Padişahım,
Pirimiz men-i mukabelenize[27],
men-i muvacehe[28] buyurmuşlar.” Yani siz onun, o adabını men etmenize karşı, onlar da
yüzlerini sizden men etmişler. Bir şey anlatamadım mı? Rüya, rüya ama öyle
rüya. Tabiri... Yoruldunuz mu, keseyim mi? “Men-i mukabelenize, men-i
muvacehe buyurmuşlar.”
O arif insanlar kalmamış...
Zahirde kaba insanlarla, ilm-i
zahirisi var da birçok bilgisi var, fakat irfanı olmayan, böyle benlikle gezen
bir kısım halkı hükümdar davet ediyor. Birde bunları davet ediyor. Sofra
kurulmuş; bu kadar, seksen santimlik kaşık, sofrada herkesin önüne konmuş.
Şimdi yalnız satır ilmini biliyor, bunun gururunda yaşayanlardan
toplanmış olanlar, yemek yenecek başlamış kaşık birbirine vururken “Şöyle dursana yahu, böyle dursana yahu...” diyerekten
birbirine hakaret etmekliğe… Onlar sofradan kalkmış, kalktıktan sonra ahlak terbiyesi görmüş olan insanlar oturmuşlar. Oturduktan sonra bakmışlar
kaşıklar seksen santim. Şüphelenmiş. Hani bir hiss-i kable'l-vukû olur ya.…(46:05)
Acaba maddenin kesafetinde boğulanlar bu hiss-i kable’l- vukû diye söylenen
söze ne derler, manasına? O hiss-i kable’l- vukû mu nedir o? Onu ben size bir gün anlatayım. O
mühim bir iş o. Mesela şöyle durursun da “Zannedersem
filanca bugün geliyor galiba, yolda mı nedir...” dersin, tırrrt kapıyı
çalar gelir. Nedir o, nereden geldi sana o haber? Nereden geldi o haber? Onun
şeyi var mı? Var ya. Var! Soyun, soyun, soyunduktan sonra Hûda insana neler
ihsan eder neler.
Bademin kabuğunu kırdıktan
sonra şekerden kabuk yaparlar. Acaba anlatabildim mi?
Bademin dışında bir tahta kabuğu vardır. Onu kırdıktan sonra ona şekerden kabuk
yaparlar. Biraz da ince yaparlar, azıcık da fazla kavururlarsa, onun yemesine
doyum olmaz. Maalesef ki Türk şekerini biz kaybettik. Şimdi Türk şekeri yoktur
orta yerde. Mevzuu nereden nereye uğrattı. İçim yanaraktan söylüyorum. Türk
şekeri yoktur. O Türk şekeri, o bir harika o. Öldü o sanat!
Taklit, taklit, taklit!
Sıhhatimize en nafî olan, en
büyük ilaç olan o şekeri kaybettik biz. Yok! Nişanlarda verirler, düğünlerde
verirler, kutunun içerisinde, altı bakır, üstü teneke bilmem şu bu filan... Bu
kadar bu kadar şeker. O yenir mi o. Çakıl taşı gibi yenir mi? Dişini kırar!
Emsen lezzeti yok, üzeri boya. Şu kadar şeye kafası aramıyor da dedemin yaptığı
şeker nerede, diye arayanını bulamadım. Bu kadar da taklit olmaz ki! Hangi
şey yaldızın içerisindedir, kakaoludur onda bir şey vardır, dikkat et sen! Evet,
onun ambalajı mambalajı güzel amma karaciğerini berbat eder. Hakiki akide
şekeri de veremi tedavi eder. Hilal-i Ahmer Reisi Ali Paşa vardı, üç hükümdara doktorluk etmiş bir adam, doksan
yaşında, doksan iki yaşında vefat etti. Bizzat o söylemiştir bir gün. “Ben,
fakir vereceğim gıdaları almaklıktan aciz insan geldi mi hasta, onu gözünden
halinden anlarım. Ona sen iki yüz gram,
yüz elli gram, yirmi dört saat zarfında emerek, peynir şekeri yahut esansı bozuk olmayan
bir akide şekeri bulup da yiyebilir misin, derim ve onu veririm, Allah’ın da (cc) şafi ismi tecelli eder,
dipdiri altı ay….”
Tabaka, nişasta ile şeker
karışmış, emsen çiğ nişasta kokar. Kırayım desen dişin kırılır. Fakat o dedenin
yapmış olduğu, bademi kavurur öyle bir milim üzerinde şeker böyle sarar, onu
yediğin vakitte birisinin yanında konuşursan o bademin kavrulmuş kokusundan o
adamın ağzı sulanır. Nerede o sakızlı lokum? Beni ta’yib[29]
etmeyin. Mevzûnun içerisinde makam-ı ekl[30]
de konuşuyor demeyin. Türk sanatını anlatmak istiyorum. Türk değil misin? Yani
dedenin kibarlığını söylemek istiyorum. Mide rahatsızlığı yoktu. Yok ya.
Yemesini biliyor. Sabahleyin yatağından kalkar kalkmaz daha otururken, akşamdan
hazırlanmış, ufak tabağın içerisinde iki tane rahat-i hulkum[31],
yani lâtilokum dediğimiz, hilesiz şekerden yapılmış, temiz sakızdan, üzeri
sedef gibi böyle pullanmış, üüüüü içeriye bir karakulak bardağı suyuyla onu aldı
mı, midede rahatsızlık filan öyle bir
şey yok. O öldü o, kalktı! Lokum şekeri de almış olsan lastik gibidir. Çek dur
böyle, ne tadı olur onun?
Öyle demişti o, Hilal-i Ahmer reisi idi. Ondan evvel üç
hükümdara doktorluk etmiş adam. “Doktorun imanı olmadıkça hasta üzerinde
tesiri olmaz!” derdi. Ne mühim şey! “Şahsımda tecrübe etmişim.” diyor şahsımda. Hala
nadim olurum, bir isti’da yazmıştı, onun suretini ben almadım diyerekten, hala
içimde bir nedamet vardır, gaflet ettim der. Hem hekim hem hâkim, ne
bileyim ben? Hem arif hem zarif, öyle bir adam.
—Ben kırk yaşında, dedi.
Verem olmuşum. Arkadaşlarımı çağırdım, birbirimizden gizleyecek bir şeyimiz yok
dedim. Ben veremin had devrine girdim. (O vakit de böyle daha şimdiki gibi
değil, şimdi nispeten verem nezle gibi, diyorlar. Kesiyorlarmış, biçiyorlarmış,
bir şeyler yapıyorlarmış. Yani eski, eskiden daha korkunçmuş. Şimdi o kadar
korkunç değil, deniyor. Benim saham değil, işittiğimi söylüyorum.) Günden güne
gidiyorum, çağırdım arkadaşlarımı, beni bir iyi muayene edin. Bizim bildiğimiz mevzuda
ben azami bu âlemde daha ne kadar kalabilirim? Bizim bildiğimiz mevzuda.
—Canım işte…
—Bırakın teselliyi filan
demiş, kendimi biliyorum.
—“Vallahi!” demişler. Azami dokuz
ay bu ciğer seni taşıtır, ondan sonra kadere boyun kesmek lazım!
—Siz iki ay benden daha fazla
tahmin ettiniz, ben yedi ay diyordum siz dokuz ay dediniz. Ama benim dediğim
daha isabetlidir. Metinim, diyor. İmanlı adamım, müteessir değilim, Allah’a
(cc) gideceğim diyorum, biraz da beşeriyetim geldiği vakitte azıcık da bir korku
geçiriyorum. Korkum, diyor. Gençliğim bedava geçmiş o, yoksa başka bir şeyden
de korktuğum da yok o kadar! diyor. Bütün servetimi topladım, adada köşküme
çekildim, dokuz ay zarfında bunu bitireceğim, benim de işim bitecek. Kafaya
baksana! Bendeki kafaya, diyor. “Bende kafaya bak!” diyor. Söyleyeyim mi, ister
misiniz yoksa?) “Amcam” diyor, Vefa’da oturur, bir gün adaya geldi. Dedi ki:
—Ali, ben Medine-i
Münevvere’ye gidiyorum. Huzur-u Peygamberi’de bulunacağım, senin bir arzun var
mı? Bir şey ister misin, bir arzun var mı, arz edeyim?
—Bana, diyor. Öyle bir şeyle
söyledi ki, sanki o sözü Cibril söylüyor, amcam değil. Öyle yatağın içerisinde
diyor, ben bir bir hâl geldi bana. Bir tuhaf bir, bir şeyim varmış, yokmuş.
Müsaade et amca dedim, diyor. –İşte o gaflet ettiğim o– Bir kâğıt kalem istedim,
diyor.
Eskiden böyle bir nezaket
ananesi vardı, itikat, inanma mevzuu. Anlatabildim mi?
—“Zatı Cenab-ı Risalet Penah”a
bir isti’da yazdım, diyor.
Yazmış… İsti’danın içerisinde
yalnız şu cümle kırık olaraktan hafızamda kalan, gayet güzel cümleler. Cümlenin
bir tanesi bu:
— Ey Şah-ı Resul, ne istedin de olmadı? [32] لَعَمْرُكَ
(ömrün hakkı için) misafiri. Beni kabul et. Hayat istiyorum senden!
Böyle içinde geçen cümleler
bunlar...
—Yazdım bunu Huzur-u Risalet Penahi’ye[33]
verirsin, dedim. Ben yine yatıyorum, diyor. O usul neyse o usule devam
ediyoruz. On beş gün sonra içimden bir ses: “Alçak!” kendim, diyor. “Sıkılmaz
herif, imanın vardı niye yatakta yatıyorsun? İsti’dayı gönderdin yataktasın.
İmanın yoktu orası eğlence mi niye yazdın?” Bir tekme vurdum yorgana…
Bana o vakit onu hikâye
ettiği vakitte seksen beş yaşındaydı.
—Kırk beş sene oldu Allah (cc) yeniden ciğer verdi bana, ciğer! derdi.
Bir şey anlatabildim mi
acaba? “Allah (cc) bana ciğer verdi yeniden ciğer!” derdi. Demek ki; insan
bende-i Hûda olursa,
Ey hâce ki biz bende-i
Merdân-ı Hûdayız.
Ma’niâ da şeyhiz gerçi
ki zâhirde gedayız.
Bî-kayd-ı cihânız bize
gelmez, hükm eylemez âlâm.
Ahrâreleriz. Bende-i Hazreti Hûda’yız.
(Buraya nereden girdik? Hatırlatabilecek misiniz acaba?(....) Ooo çok çok geçtik
onları çok. Tamam, kim söyledi? Hah, oradayız. O nirengi noktası oraları da biraz
geçtik ya… Asıl kaldığımız nokta şuydu; ben size hatırlatayım, mahsus
soruyorum, iyi dinliyor musunuz diyerekten.)
Firavun’un rüyası gönlüne
çökmüştü, di mi? Tam buradayız işte muabbirleri çağırdı. Çağırdı muabbirleri.
…Firavun üzülmesin diyerekten
hafif yollu mana vermeye başladırlar, hafif.
—Hayır! dedi. Bana hakikati
söyleyin, sizin dediğiniz gibi değil ve hiç mesul etmeyeceğim sizi, dedi.
Biri dedi ki:
—Beni İsrail’den bir zat
gelecek, senin altını üstüne getirecek.
Firavun’da karar verdi. Beni
İsrail’den gelen her erkek çocuk imha edilecek. Karısı Hazreti Asiye, o büyük
kadın... - E işte böyle Allah’ın (cc) işi. Karısı en büyük bir veliye, muazzam
bir hüviyeti var ind-i İlahide. Kocası Firavun’da en ileri gelen bir kâfir-
Önlemek istedi, önlenmez ki, nihayet biraz tahfif[34]
etmek üzere dedi ki:
—Senin tahtın, saltanatın,
azametin, Beni İsrail’in omuzunda değil mi? Kim çekiyor bunları? Evet. Sen
bunların kökünü kazarsan, zaten kendi kendine yıkılacaksın. Biraz kadere tabi
ol yahu! Dedi. Biraz tabi ol! Kudretle bu kadar yarışa kalkma, hiç olmazsa bir
sene geleni bırak bir sene geleni imha et!
Bu biraz mülayim geldi. Bir
sene geleni bırakıyor, bir sene geleni imha ediyor. İşin azametine bakın ki,
Musa (as) imha edilen senede dünya geldi. Bir senede bırakılandan gelmedi de
imha edilen senede dünyaya geldi. Acaba neden? Ben size bunu birkaç sefer
anlatmışımdır, fakat bugün mevzuda münasebet aldı da tekrar ediyoruz. Hürr
mevzuuna getiriyorum bunu. Bu anlattığım şeyi buraya getirmekteki maksadım,
bugünkü mevzuda insan hürriyetine sahip olmazsa, (Hürriyet demek;
anlattık bidayette, tekrar etmeyelim.) hiçbir şeye malik olamaz hayatta, ona
imkân yoktur.
İki tane aslan tasavvur edin.
Biri sahra-ı beyaban[35]da
bir kilometreden kükrese kaçacak delik ararız. Diğer bir aslan da sahnede.
Elinde değnek dürtüyor filan, yanına gidip bakıyorsun. O da aslan, o da aslan.
İyi ama sıfatları değişti. Ya nasıl değişti? Sahnedeki aslana iğne vurula
vurula, dişi söküle söküle, kafasına vurula vurula aslanlık sıfatı kalmadı.
Eğer Musa (as) kesilmeyecek senede dünyaya gelmiş olsaydı, Firavunun yumruğunu
yiye yiye, kafası ezile ezile, insanlık hakları tepelene tepelene, hakiki insan
hüviyeti kalıp da firavunla boy ölçüşemezdi. Acaba anlatabildim mi? Allah (cc)
Onu firavunun kucağında büyütüyor, kesilecek senede getiriyor. İşte cilveler
döndükten sonra tam bir şehzade gibi, tam bir hürriyetle, ee icabı geldiği
vakitte gel bakalım, diye hesap soruyor. Acaba anlatabildik mi inceliğini? Onda
muazzam incelikler var. Sonra Allah (cc) öyle diyor:
Hilâfından hazer eyle Rızâ-yı Bârî'yi gözle
Mukadderde hatâ olmaz hemân yan gel safâ eyle.
“Ben takdir ettim mi adamı
düşmanının kucağında büyütürüm. Ona, onu uşak yaparım. Ben!”
Ger şeved zerrat-ı âlem hile-i peyç.
Bi kaza-i asumani heysendu hiç.
Hazreti Mevlana’nın (ks)
sözüdür. Ger şeved zerrat-ı âlem; bütün âlemin zerreleri ittifak etseler bir adama
hile dokumaklık içün, kaza-ı asumandan hükmü verilmedikçe hiçtir, hiçbir şey
olmaz. Gene bütün zerrat-ı âlem ittifak etseler bir adama bir iyilik meydana
getirmeklik içün, kaza-ı asumandan hüküm verilmedikçe, hadise tahakkuk etmez.
Olmaz o, nafile satılma! Nafile seciye-i insaniyeni ayak altına salma. Gölge
avına çıkma. Değmez! Zülfe toz kondurma, ruhsara el sundurma, zulme divan durma!
(Neyse yüz sayfasını
atlayalım, konuşacağımız yerin.)
Musa(as), bir gün Firavunun
kucağında oturuyordu. Allah’ın (cc) gayret sıfatına ait bir bahsi anlatıyorum.
Allah (cc) çok gayyurdur. Kendisinin kendi sevdiğinin tercihine bakar. Ve bu
asırda da tercih imtihanı açmıştır. Hiç kimsenin başka bir şeysine bakmaz,
kestirmesi bu. Kim tercih edebiliyor? Ettin mi, bütün noksanınla en yüksek
niyetini kabul eder. En ağır yeri bu. “Beni ve benim Muhammedimi
mevcudata kim tercih edebiliyor?” Serbest tercih! “Efendim
ben onu içimde” dinlemez o. Etmiş, kusuru
var meayip[36]akı
var filan. Temsil mi etmiş, Sormaz bile. Tercih,
oraya bakıyor!
Ver yekî aybî büved bâ-Sad hayât
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât
Der-terâzû her-durâ yek-sân keşend….
İla ahiri. Onu Mevlana gayet güzel derlemiş toplamış, Koca adam.
Ver yekî aybî büved bâ-Sad
hayât,
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât.
Hakk’ın kendisini sevdiğini tercih
edebilmeklik aşkı ile yaşamış olan bir kimsenin seyyiatı da olsa yarın adalet mizanında
o seyyiatı Allah (cc) “Hasenat diye alırım.” diyor.
Kötülükten vazgeçtik, “Hasenat” diye. Görmez misin diyor, şekerciden nöbet
şekeri alındığı vakitte o nöbet şekeri saman çöpüne takılıdır. Samana
dizilidir. Tartarken onu samanı ile beraber tartarlar ve “Ne aldın?” dendiği vakitte, “Nöbet şekeri ile saman çöpü aldım” demez
hiçbir o şekeri alan, doğrudan doğruya nöbet şekeri aldım, der. Allah (cc)’da
o kulun o tercihini alırken o ismi verir. Tercih ama çok zor. Öyle ağır ki onun
imtihanı. Evet. Öyle ağır ki!
Misal verebilir misin?
Vereyim sana. İster misiniz? Biraz uzadı ama. Dini bir mevzudan misal vereyim
daha çabuk anlaşılsın.
Bir gün orucunu terk etmemiş,
kendisi mükellef olduktan sonra, bir şahıs tasavvur edin. Fakat günün birinde
öyle bir topluluğa tesadüf etmiş ki, bu mefhum da bu mevzuu da yaşayan
insanlara hakaret ediyorlar. Dünya bu ya, öyle bir yere tesadüf etmiş ki inkar’ul Huda. Oruç alay mevzuu olacak. Bu adam öyle
bir mecliste bulunmuş. Ama ömründe bir günü yok, hepsini Hûda’nın emri demiş,
emr-i taabbüdü[37]
demiş, ifa etmiş. “Bugün, şimdi bunlar benim öyle bir mümin olduğumu, Hakk’ın
bu emrine gönül verdiğimi hissederlerse
bana geri kafalı derler. Ama şimdi bir kahve gelecek yahut bir limonata gelecek
ben bunu bir bahane ile diyeyim ki mazurum ben perhizim diyeyim atlatayım.”
İkram ediyorlar bir şey, “Af buyurun,
ben perhizim. Bunlar benim sıhhatim ile alakadar onun içün teşekkür ederim.” dedi,
atlattı. Onlar da onun farkına varmadılar. Zavallı adam yandı. Hakk’ı tercih
edemedi. Anlatabiliyor muyum işin inceliğini. Buraya bakıyor şimdi, senin
tuttuğuna tutmadığına bakmıyor Hûda. “Ya, benim hatırımı kırk paralık, yarın
leş olacak olan bir camiadan aşağı tuttu!” İyi ama bunun bütün ömrünce kırk beş
senelik şeyi var, otuzar günden şeyi var… Hepsi yerin dibine batsın! Bir şey
anlatabiliyor muyum? Bir, bu. Şimdi öyle de bir adam var ki; bu hususta nefsine
mağlup, hayâsı da galip. İmanı da var, tutmuyor, tutamıyor. Fakat kimsede onun
tutmadığını bilmiyor. Ömründe bir gün tutmamış, olur ya hayatında bir gün
olsun. Yok, öyle bir hesabı yok. Yine böyle bir mecliste o da bulunuyor, ona da
bir şey şey ederlerken birden bire, celale geçiyor. “Benim bugün büyük bir yere
gönül vererek, emre itaat ettiğimi bilirsiniz, bu bana hakarettir, bana hakaret
Allah’a (cc) hakarettir, tepelerim sizi!” diyor. Anlatabildim mi? Öyle bir
tercih ki; “Bir milyar sene ömrü olsa da hepsini her gününü de oruç tutsa, onlardan
çok yüksek. Bir şey anlatamadık galiba. Tercih, bunu istiyor! Kim benim
hatırımı sayabilir? Bu gibi insanlara ehl-i hâl der ki: “Bunlar mirasyedi
şeklinde manaya sahip oluverenlerdir.” der. Nasıl insanın hiç kimseden haberi
yokken taaaa bir cihanın bir köşesinde amcası olur, yüzünü görmez, milyonları
kalır, ararlar ararlar. “Gel burada elli milyon lira var.” derler. Emeksiz ona
sahip olduğu gibi, böyle bir takım insanlar da vardır ki, böyle ufacık bir
hukuku müdafaadan bakarsın ki, Allah (cc) bir mana tacı giydirir. “Al!” Ama
zordur bunlar tabi. Bunlar zor!
Ma’hud[38]
kıptinin biz şimdi hepsini anlatmayalım uzun sürdü bu konuşma. Daha da
konuşacağımız bahse girmedik. Giremeden ineriz zararı yok. Mevzuun zevkinden
hasta çıktım, şimdi çok sağlamım. Belki farkındasınızdır. Çıktığımda hastaydım
hakikaten. Atlanmıyor ki atlanırsa tadı kalmayacak. Nihayet bir gün… Buraya
nereden girdik? Ne diyordum?
Allah (cc) gayyurdur di mi?
Kaybetmeyin yerlerini, gayyurdur. Çok durur üzerinde. “Beş sual sorarım” diyor
kendisi. “Ben beş sual sorarım insana.” O sualler ne? Onlar dursun, başka bir
konuşmada söyleriz. “Ahlaksızlık çok sâri oldu mu, beşini birden sorarım. Devr-i
saadet olursa, emn-ü eman[39] olursa,
insanlık hâkim olursa, bir tanesini sorarım, geç geç derim. Bir tanesini
sorarım geç!” Hani vardır ya böyle yaramaz ahlaksız talebe, imtihana girer,
tesadüfen suali bilse, bildiği hoşuna gitmez. Bir talebe bildikçe hocanın göğsü
kabarır, ah bildi bildi diyerekten. Bir tanesi de bildikçe canı sıkılır, bir
daha sorar, tek bilmesin diyerekten. Allah da (cc) öyle. “Beş tane birden
sorarım!” diyor.
Musa (as) biraz büyümüş,
şöyle kucakta bir vaziyette. Firavunun uzun sakalı var. Kucağında okşarken
sallamış… Hazreti Asiye’de, karşı böyle karşıda oturuyor.
—İşte, demiş çıktı!
—Ne çıktı?
—Benim altımı üstüme
getirecek bu! Keratadaki hassasiyete bak. Bu!
—Masum yahu! Demiş.
—Sen bilmiyorsun, demiş!
Elinin sallanış tarzındaki manayı. Bir sallama vardır, bir de içinde gizlenmiş
mana vardır, bunu duyuyorum ben, demiş. Derhal imha edeceğim!
Başlamış ağlamaya Hazreti
Asiye, “Yapma!” demiş.
—Şimdiye kadar dinledim
kırmadım fakat şimdi yapacağım!
—Temyiz kudreti yok bunun,
demiş. Şimdi getir bir tepsi mücevher, demiş.
Bir tepsi ateş göreceksin kendini ateşe atacak! Mücevhere atmaz, ateşe
atar! Artık mücevher dururken elini ateşe atan kimse imha edilir mi, insaf eyle!
demiş.
—Tecrübe edelim, bak elini ateşe mi atar, mücevhere mi atar. Bir tecrübe
daha yapayım senin içün! Fakat elini mücevhere atacak, göreceksin, attığı
vakitte de imha edeceğim!
—Yap tecrübeni de ondan sonra
ne yaparsan yap! Demiş.
Getirmişler, öyle der Hazreti
Asiye; “Hayatımda bir yalvarışım vardır, içim çırpınıyordu, kalbimin
çırpındığını kalıbım duyuyordu. Aman Yarabbi! Ne olur ateşe attır elini. Şu el
ateşe atılsın, ne olur!” Böyle. Gelmiş!
“Bakıyorum, diyor. Çocuğun
eline, daha uzaktan gelirken eli mücevhere dönüyor, diyor. Ben de orada
biteceğim, belki de bitecektim, nefesim bitecekti, diyor. Artık hangi el ona
elini vurduysa, diyor. Birden bire ateşe yapıştı, tak ateşi ağzına attı!”
Ağzı yanmış, onun için
rekaketli[40]
konuşurdu. Musa (as) rekaketli konuşurdu. Eli de yanmamış, bu da tuhaf bir iş. İnsan
eline alınca yanmaz mı? İlk önce eli yanar, sonra ağzı yanar, yanmamış! Manzume-i Kuvve-i İlahinin Reisi olan, kuvveye: “O eli yakma, zalimin
sakalını salla!” der. “Ağzını yak!” İlk
önce o zalime “baba” dedi. Anlatabildim mi? İlk konuşurken Firavunun kucağında
büyüyor ya, baba demiş ona, Allah’ın (cc) gücüne gitmiş. Hani gayyur dedim ya.
Bir şey anlatamadık mı? Hâlbuki o şey değil, mükellef değil: Bir sual vaki olmaz
bir şey. Ama gayret.
Allah’ın (cc) işleri acayip. Gayret! Sonra ufak bir şeyden Hûda kırılır. Çok!
Bir misal vereyim de daha iyi
anlayın. Bir gün Hazreti Muhammed (sav), Hazreti Aişe’nin odasına giriyor.
Girmiş, cariyelerden birisi namaz kılıyor. Buhari’dedir bu, Kütüb-ü Esasiyede.
Sormuş, “Nedir bu?” Yatsı değil. Genç çünkü, sinnen (yaşça)
tekâmül etse şey etmez, müdahale etmez. Yani mektuv[41]
olan, mefruz[42]
olan değil. Nevafil[43] ki
biz şimdi burada diyelim, sevap namazı diyelim, nevafili ben nasıl
diyeyim karşılığını? Anlayıver sen benim diyeceğimi. Omuzuna vuruyor. “Meh meh/
bırak bırak! Sen bunu bir niyetle bir zevk ile yaptın, yapıyorsun. Buna Allah
(cc) alışır, sen sonra yarın yapmadın mı gayretine dokunur, yıkılırsın o vakit.
Ne emretmişse onu yap!” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? O da mühim bir
inceliktir. Gayet mühim bir yeri… O bana gelir bazen derler ki: “Efendim bizim
çocuk maşallah gece şunu yapıyor, bunu yapıyor.” “Kaç yaşında?” derim. “İşte on
beş-on altı.” O eğer hakikaten ihlası varsa, ona farz olan kısımları yaptırın,
nevafili yaptırmayın. Bu emirden alırım bunu da hem şimdi güvenilmez, yirmi
beşinden sonrasına bak. Yirmi beşinden sonrasına bak! O ilk önce bir velinin
menkıbesini okumuştur, duymuştur, ona üzenmiştir. “Ben de öyle olayım!”
demiştir. O öyle senin ben de olayım demenle değil ki, o bir Mevhibe-i Sûbhanidir.
Sonra o hâli tamamen ben alayım, yelkenli gemi ile kayıkla, yelkenli kayıkla Amerika’ya
gidilmez. Gemi lazım. Anlatabildim mi?
Mesela insan-ı kâmilin bir
kıssasını anlatırlar. O kıssayı anlatırlarken, onun şeyini de anlatmak
lazımdır. Onun hâlini de ki o adamın ayağı kaymasın. Bizde en
mühim nokta böyledir. Herife dersin ki: “Kırk sene kıldın da ne hayrını gördün!”
der, kâfir edersin adamı. Anlatamıyor muyum acaba? Hooop, kâfir edersin adamı.
Öyle değil!
Şimdi mesela bir misal,
besmelesiz iş sonsuz iştir. Herhangi bir işe ki besmele ile başlanır, muhakkak
hayır, emanet tahakkuk eder. Muhakkak. Ama bunu söylerken, bunun oluş tarzını
da anlat, o adamın ayağı kaymasın. Şimdi mesela der ki: “Güzel, kocaman bir boy
aynası, kaldırıyorduk, bende, Bismillâhirrahmânirrahîm
diyerek kaldırırken ayağım takıldı şırakkadak düştü,
kırıldı. Hani bizim besmelenin faydası?” Der bunu! Ama sen bunun hikmetini
anlatırsan bunu diyemez o! O nedir o? Söyleyeyim mi orasını da. Hadi bugün
zevkim var söyleyeyim bari.
Cenab-ı Hak büyük kitabında:
[44]
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا Buyuruyor ki: “Ben Adem’e
bütün isimlerimi talim ettim, bildirdim, öğrettim.” Adem bütün Hakk’ın
isimlerine, böyle keyfiyeti bizce meçhul, Cenab-ı Hûda, Allah (cc) muallim,
nasıl talim etmişe, mest-i müstağrak bir şekilde talim etmiş, Hûda birden bire
sormuş: “Senin adın ne?” “Unuttum Yarabbi!” “Ha, demek ki kendini
unuttun, o halde Ben sende tahakkuk ettim, seni de halife yaptım.” Sen şimdi
o besmeleyi çektiğin vakitte, Allah’ın (cc) bütün isimlerini talim edilmiş bir
şekilde kendini unutabildin mi? Kendin ara yerden çıkabildin mi? Bu tamamen hâline
geldi mi? Ne cam kırılır, ne ev
yanar, ne şu olur, ne bu olur. Fakat kendinde bulunduğun müddetçe ayna da
parçalanır ev de yanar. Anlatabildik mi acaba? Bunun ikisini birden
söyleyerekten anlatacaksın ki bir netice meydana gelsin.
(Buraya nereden girdik?
Nereden girdik buraya? İyi dinlemiyorsunuz. Nereden girdiğimi söylemiyorsunuz.)
Onu yakmasında da bir
merhamet var. Mevlana (ks) der ki: “Musa (as) Allah (cc) ile serbest konuşmak
hakkını aldı ama sen o belaya giriftar oldun mu? O’nun uğrunda ağzı yandı, der.
O azabın cinsinden Allah (cc) ona ikram eyledi!” der. Onun uğrunda o ağız
yandı, yandı ama Allah (cc) ile serbest konuşma hakkını aldı. Burasını da
anlatabildik mi?
Sen eğer hayatta masum
olaraktan bir iniltiye bir sıkıntıya düşmüşsen, bil ki ebediyete inanmışsan
eğer, ikinci hayat ki asıl yaşama hayatıdır, “Ahh ne olurdu biraz daha fazla
olsaydı, biraz daha inleseydim...” (dersin)
Kerim olanlar, kerim olanlara
dahi yüzsuyu dökmez. Buraya geliyoruz şimdi. “Kardeşim
Musa (as) gibi!” dedi. Bir gün sarayda bahçede dolaşırken, Firavunun
adamlarından birisi masum olarak Beni İsrail’den birisini tokatlıyor,
öldüresiye. Gelmiş:
“Niye vuruyorsun!” demiş.
“Keyfim öyle istiyor!” demiş.
Vardır öyle canavar ruhlu
adamlar. Var, zevk alır öyle. Ama Kudret isterse değiştirir insanı da. Öyle
iken başka türlü olabilir.
Seyyid Nizam’da, otururlarken,
birkaç arif zat sohbet ederlerken birden bire bir asker çıkagelmiş. “Selamun
Aleyküm” demiş. Girmiş içeriye. On-on beş kişi zurefadan[45]
insanlar, muhabbet sohbet esnasında, “Aleyküm Selam” demişler. Oturmuş er.
Gayrı ihtiyari bir sükût kaplamış. Kimse konuşmuyor. Birden bire birisi demiş
ki:
—Evlat nereden gelirsin sen,
demiş. Nereye gidersin?
—Mısır’dan geliyorum,
Balıkesir’e gidiyorum.
—Neler gördün, bu kadar uzun
yolculuğunda anlat bakalım.
—Vallahi hiçbir şey görmedim,
demiş. Yalnız, demiş. Bir halimi anlatayım size, demiş. Ben, demiş. Asker
olmazdan evvel Balıkesir’deyken, ceketimi omzuma kordum, sabahleyin evimden
çıkardım, şöyle etrafıma bir bakardım, birisi bana şöyle yan baksa da kafasını
şöyle şöyle, şöyle, şöyle, şöyle… Yahut birisi bir parça dokunsa da (elleri
iriymiş adamın) şöyle şırak diye bir vursam, iki gün dursa böyle. Hep bu neşe
ile yaşardım, her gün böyleydim. Şimdi, demiş. Yine aynen gideceğim, sabahleyin
kalkacağım, bu sefer ceketimi giyeceğim, kollarımın üzerinde değil, böyle önümü
ilikleyeceğim ve niyet edeceğim, gördüm ki yolda birisi birisini ezmek istiyor,
hırpalamak istiyor, pazılarım da çok kuvvetli, demiş. Onu tutacağım, “Gel
arkadaş, bu adam zayıftır, seni tatmin etmez, sen bu işin zevkini bunu dövmekle
alamazsın, bak bir geniş surat, büyük bir surat, vur elinle!” Anlatabiliyor
muyum acaba? İşte ben, demiş. Bunu gördüm bunu biliyorum şimdilik.
Burada bulunan zat derdi ki:
“Hazreti İsa’nın (as) bir tarafına bir tokat vururlarsa, bir tarafını çevir
sözünü, o asker o halini anlattığı vakit anladım.” Bir şey anlatamadık galiba.
Yok! Lazım gelen yerini yine söylemedik ama başka bir zaman. Onun bir hikmeti
var. Nasıl olmuş o iş?
“Zevkim içün dövüyorum”
deyince, “Bir daha elini kaldırma! demiş. Tepelerim seni! E ben vurayım da sen bakalım
ne yapacaksın?” demiş. Yine Beni İsrail’e
vururken, o garip adama her neyse, Musa (as) “Bu el senin Yarabbi!” demiş. Şak!
Düşmüş ölmüş. Onun içün yed-i beyza derler. O sözünden dolayı Cenab-ı Hûda diyor
ki ona: (Bir gün size o hikmeti anlatırım.) “Elini
koltuğunun altına koy da çıkar bakayım!” diyor. Biraz şöyle koy. Ondan sonra
çıkardığı vakitte eli başka türlü görünüyor. Şiirlerde filan geçer, Yed-i Beyzâ. Yed-i Beyzâ. Neyse, bunlar ilmi zevk. Firavun
da rüyasında bu hadiseyi görmüş. Musa da (as) o rüyada sarayda söylene söylene
onu duymuş. Bu rüya hakikat benim üzerimde tahakkuk ediyor, diyerekten taa
Diyar-ı Medyen’e. Firavuna haber gitmiş ki, yaverlerinden birisini Musa (as)
bir tokatla öldürdü. “Hah, işte bu adam. Görüyorsunuz çıktı rüya, takip edin!”
Hududu geçmiş. Geçmiş ama bitmiş. Karanlıklar basmış, bir su dibinde oturuyor. Aç,
yorgun, yersiz, yurtsuz, ma’hud kıptinin takibine maruz bir vaziyette. Üç tane…
Herkes hayvanlarını suluyor. Üç tane ismet, iffet numunesi… Belli olur,
erkeğin de ehl-i hâli belli olur, kadının da ehl-i hâli belli olur. Allah (cc)
hususi bir hâl verir. Anlatabiliyor muyum acaba? Erbabı bilir. Böyle,
mücessem-i edeb-i vefa. Herkes gelip suyunu dolduruyor gidiyor, hayvanını
yokluyor filan, onlar kenarda bekliyorlar. Çok gücüne gitmiş Musa’nın (as). Hemen
kalkmış, bitap bir vaziyette ama ne de olsa Musa (as). Yaklaşmış:
“Sıkılmaz mısınız?” demiş. “Vaka
ben bu diyarın garibiyim, bağın (cc) karibiyim! demiş. Bunlar sizin
hemşireleriniz, kendi ırkdaşınız, kendi vatandaşınız, ne bileyim her şeyiniz,
hepiniz gider, bak hava karardı, demiş. Bunlar ne vakit gidecekler?”
Bir iki kişi bir şey yani ne müdahale
ediyorsun gibi filan derken, Musa’nın Musa’ca gözlerini açmasından titremeye
başlamışlar… Kızların hayvanlarını almış, sularını sulamış…
Susuzdur ve had derecesinde
açtır. Kemal-i hürmetle davet ettiler. Davet etmişler, aynen babalarının
söylediklerini de kendilerine söylemişler, o gelinceye kadar da Hazreti Şuayb
(as) sofrayı kurdurmuş:
—Vakit geçmeden buyurun
efendim, demiş.
Had derecesinde açmış,
Hazreti Musa (as):
—Bu sofraya elimi sürmekten
Allah’ıma sığınırım!
—Nüçün? demiş.
—Zira bu sofra zannedersem
kızlarınıza yapmış olduğum hizmet mukabilinde kurulmuştur. O göz önüne getirilerek
bu hazırlanmıştır, ben hizmeti Allah’a (cc) yapmışımdır.
—İşte ödüyor, o sofra da
Allah’ın sofrasıdır!
Şuayb’ın (as) sofrası,
Allah’ın (cc) Nebisi o, O’nun. Hülasa, teminat almadıkça elini sürmemiş. Onun
üzerine İmam-ı Ali (kv) diyor ki:
“Kerim olanlar, kerim olanlara
dahi yüzsuyu dökmezler, kardeşim Musa (as) gibi, Şuayb’ın (as) sofrasına teminat
almadan elini sürmedi.” diyor. Fakat bunlar ahlak mefhumu ile
mana mefhumu ile olur. O mefhumdan soyunduktan sonra değil kerimin sofrasına,
zalimin adi sofrasına bütün insanlık hislerini satarlar!
Bugünkü konuşma bu kadar
yeter.
*Nem var ki laf edem özümden.
Mahfeyle beni benim gözümden.
(Fuzûlî-Leylâ Vû Mecnûn)
[1] Encüm: (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
[2] Cilm-i sağir: Cilmi kadar yer yakar deniyor ya)
küçücük cüsse
[3] Elfaz: Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
[4] Tarfet-ül Ayn: Göz
kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.
[5] Hamule: Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
[6]
Hicr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz
öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[7] Müz'ic İz'ac
edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
[8] Muacciz: Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici.
Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
[9] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak. Yerinden koparıp
ayırmak
[10] Alam: (Elem. C.) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
[11] Ekdar: Keter. C.)
Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler,
mertebeler.
[12] Mahuf: Korkulu. Tehlikeli.
[13] Şura Suresi 42’nci Ayet-i kerime. وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ
الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا فِي الْاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَٓاءُۜ
اِنَّهُ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرٌ بَص۪يرٌ
Meali: Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka
yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir ölçüye göre
indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görür.
[14] Savlet: Bütün gücüyle saldırma, şiddetli hücum,
saldırı
[15] Peymane: Büyük kadeh. Ölçek, kile. Şarap bardağ
[16] İbtida: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
[17] İntiha: Son, nihayet,.
[18] Ser-û-tummar diye teleffuz edilir-- Allah'ın yakın
hizmetinde olanların baş yaveri manasına (Fuad Durgun)
[19] Akdes: En kudsi. En mübarek
[20] İltizam:
Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet
etme. Gerekli bulma.Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma
[21] Nazirat
Suresi 24’ncü Ayet-i Kerime فَقَالَ
اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Meali: Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[22] KIŞIR – KIŞR: Kabuk
● Kışırlaşmış -Kışrî
Kışırda (kabukta) kalan,
derin olmayan, sathî.
Bir şeyin iç yüzüne
inememek, gerçeğine varamamak.
[23] Adgâsu Ahlâm: Karışık
rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
[24] Murad-ı rabia: Dördüncü Murad
[25] Muabbir: (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen
rüyalardan mânâ çıkaran.
[26] Istılah: Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir
lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. Bir ilim veya
mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı
kelime. Muvafakat. uygunluk. Barışmak. İttifak.
[27] Mukabil: Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel,
karşılığı.
[28] Muvacehe: Karşı, ön. Yüzyüze gelme. Yüzleşmek.
Huzurunda olmak.
[29] Ta’yib: Ayıplamak, kötülemek.
[30] Âkil: (ekl den) Ekl eden yiyen yiyici
[31] Rahat-i hulkum: Boğaza hoş gelen, rahatlatan şey,
Rahat-ul hulkum.
[32]لَعَمْرُكَ
Ömrüne ando lsun ki,
ömrün hakkı için (Resulullah'a hitaben)
Hicr Suresi 72’ci
Ayet-i Kerime لَعَمْرُكَ
اِنَّهُمْ لَف۪ي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ Meali: Ömrüne ant olsun
ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
[33] Huzur-u Risalet Penah: Hz. Resulullah(s.a.v)
[34] Tahfif: Hafifletme,
Kolaylaştırma. Azaltma * Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak
Ta'tif: Şefkat uyandırmak.
Acındırmak.
[35] Beyaban: Çöl. Sahra. İmar olunmamış
arazi. Kır.
[36] Meayip / meâyip:
Kusurlar,
ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib)
[37] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek.
[38] Ma'hud(e): Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan.
Mezkur, sözü geçen.
[39] Emn Ü Emân: Korkusuzluk ve emniyet hâli.
[40] Rekaket: Kekeleme, dil tutukluğu.
[41] Mektuv: Tav'an/gönüllü" olan şey manasına
gelebilir.(Fuad Durgun)
[42] Mefruz: Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok
lüzumlu. Farz kabilinden olmuş.
Var sayılan.
[43] Nevafil: Farz ve vâcib olandan başka ibadetler.
Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.
[44] Bakara Suresi 31’nci ayet-i Kerime وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ
كُلَّهَا ثُمَّ
عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Meali: Ve
Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip:
"Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin."
dedi.
[45] Zurafa: (Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve
nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.
0 yorum:
Yorum Gönder