Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

11. Kaset a-b

 011 (19.07.1958) 80 dk (79-a)

...Buğz kalkar adâvet kalkar, burada bir şey anlatabiliyor muyum? Bu dert başlamadıkça fayda yok! Bu dert başladı mı, geliş ve gidişdeki gayeyi aramaklık zevki gelir. İşte, geliş ve gidişdeki gayeyi aramaklık zevkine, aslını, mebdeini mevlidini, maâdını bulmaklık heyecanına ahlak “aşk” der. Anlatabildik mi? Buradaki söylediğimiz aşk, bu aşk. Yoksa a’dali[1] aşk değil. Ruhta hasıl olan muhabbete aşk, nefiste hasıl olan muhabbete şehvet denir. Bir ikinci tabiri de daha ziyade anlatmış olduk gibi.

Hak derdi bugünkü mevzû. Ahlakın Hak derdine taalluk eden yerinde gezineceğiz.

Hak nedir. Hakikat nedir? Zimmet-i Hak nedir, mebde nedir, maâd nedir, insan nedir? En zoru insan nedir? Bunun hâlli, bu gayet zor. En zor yeri burası. Neden? İnsanın bir veçhesi âlem-i Kudret’e taalluk ettiğinden dolayı. Âlem-i Kudret, âlem-i halk değil! Âlem-i halkdeki vücutla âlem-i Kudret’in tarifi gayet güç! Acaba anlatabiliyor muyum? Bu cümleyi tekrar edelim. Geliş ve gidişteki gayeyi duymaklık zevkiyle çırpınmaklık, insanda Allah  derdini meydana getirir. Bu derde müptela olanlar, huzur ile yaşarlar. Buna müptela oldun mu, başka bir şey kalmaz ki gönlünde. Hiçbir şey kalmaz. Yerden arşa kadar olan saha sivrisineğin kanadı kadar gözükmez. Hiç kıymeti kalmaz! O vakit dersin ki: “Zalim olup kâinata sultan olmaktan ise, garip olup bir yolcu gibi geçerek, bu âlemden geçmek daha efdaldir.” der. Anlatabildim mi acaba?

“Zalim olup da kâinata sultan olmaktan ise garip olup yahut zavallı bir yolcu halinde şu âlemden geçip göçmek çoook üstündür.” der.

Eşyayı başka türlü görürsün. Gönül âlemi başka türlü çalışır. Üç konuşma yahut dört konuşma evveli söylemiştim. Bir hamam vardır, birde hamamın külhanı vardır. Bu mezâhir, hamamın külhanına benzer. Bunun bir de iç âlemi vardır. Ya külhanda kalırsın pis bir vaziyette yahut hamamın içerisine girersin külhandaki vaziyetten istifade eder, tertemiz yıkanıp çıkarsın. Acaba anlatabildik  mi? Yalnız maddenin kesafetinde yüzenler, hamamın külhanında kalanlara benzer.

Ahlak yalnız maddiyatı değil, -maddiyatı devam ettiği gibi anlattığı gibi- ruhiyyatı da insana müşâhede ettirir. Elbette ruhaniyat, maddiyattan daha efdaldir, çünkü mânâ âleminden madde zuhur eder. Madde âleminden mânâ zuhur etmez. Mânânın tekâsüf[2] etmiş olan kısmına madde denir. Acaba anlatabildim mi? O dert başlamadıkça insanlara da huzur yoktur.

Hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi görüyorsunuz; en muazzam kafalar, denizin dibini kullanıyor, göklere çıkmaklık teşebbüsatında bulunuyor, gözle gözükmeyen bir varlıkla büyük büyük işleri meydana getiriyor. Bu kadar büyük kafalar bir araya gelip de beşerin huzurunu temin edemiyor. Şaşılacak nokta değil mi bu! Terbiye tezgâhı işliyor, muazzam kitapları yapılır, nazariyeleri kurulur, ahlakın nazarisi, amelisi, kitap halinde neşredilir.  Büyük satırlarda içtimaiyat kitapları, profesörleri, şunlar, bunlar, üüüü... Ayyuka çıkıyor fakat beşer yine huzura nail olamıyor. “Buna niye nail olamıyor!” diyerekten de insanlar düşünmeklik tarafına gitmiyor.

İşte ömür, açılıp kapanmada. Dün bugün için rüya, bugün de yarın için rüya. Var mı orta yere koyacak bir şey? Otuz yaşındasın, farz edelim; koy bakalım otuz seneden beri bir şey koy ortaya, bir varlık koy. Geçti! “Elli” sen koy bakalım, “yetmiş” zat-ı âliniz koyun orta yere bir şey. Yine bir şey yok!

Allah  derdi başlamayan insanlar hayatını gölge avıyla  geçirirler. Gölge avıyla geçer gider. “Gel” emri verildiği vakitte  “Ahhh” der ama o vakit iş geçti, fayda yok ki!  

İnsanı öyle bir âleme getirmişlerdir ki, hiç nâhak yere zulme divan durma! Hayatında hiçbir vakit nifaka hatır içün boyun kesme! Şirke, nifaka kat’iyen girme! Çünkü dünyada insan birkaç gün, dar ve geniş yaşadıktan sonra, hiç reyi alınmadan bir kenara atarlar. Şurasını düşünse yeter bir adama. Acaba anlatabildim mi? Ya bir dar haldesin yahut geniş. Zahiri bir sûri vaziyetin müsait, o haldesin. Fakat beş on gün sonra, bir iki gün sonra, reyin alınmadan, “Ne dersin!” demeden bir kenara atarlar. Böyle bir hayat için insan seciye-i insanisini ayak altına salar mı? “Ahh” alır mı? Şunu bunu haset eder mi? Gizli, içerisinde fikir besler mi? Değer mi? İşte bunları anlatan şeyin adına “ahlak” derler. Değer mi! “Efendim ben zekamı şöyle kullandım, böyle kullandım ee bir netice…” Ölümü öldürebildin mi? Öldüremedin. Yazık sana! “Ben fikrimi şöyle yaptım böyle yaptım da bu şekilde şu işi şöylesine çeviriverdim. Yıktım işte herifi!..” Güzel amma kabrin kapısını kapayabildin mi? Tabi yıkılacaksın! Sen yıkılmamalısın ki senin dediklerine ben boyun keseyim. Yıkılacaksın sen! Yıkılacak olan adam “yıktım!” diyerekten övünebilir mi? Sen yıkılmamalısın. Dünya denilen şey birkaç gün yaşatır, ya dar vaziyettesin ya geniş vaziyettesin. Haricinde bir şey yok. Ondan sonra reyin alınmadan bir kenara atar. Hiç reyini almazlar adamın. Ee o halde? Aşkın “ayn”ının içine girmeli, “şın” testeresinde kesilmeli, “kaf” teknesinde pişmeli, sırr-ı aşka ermeli! Kâr burada. Işkın “ayn”ının içine girmeli, “şın” testeresinde kesilmeli, “kaf” teknesinde pişmeli, sırr-ı aşka ermeli!

Hakikat-i insaniyenin hazinesine nail olabilmesi için; ilk önce tabiat şehrinden çık, sabır et! Başka türlü olmaz. Akl-ı cüz-i kubbesini arkana at sırtını ona daya. “Enver oluyorsun.” de. Ondan sonra, yüzünü Kıble-i Vahdete çevir, o vakit cevap alırsın. Kendine güvendiğin müddetçe, bir şey yok! Hiçbir şey yok!

Himmet okunu da mücâhede kavsının üzerine korsun çekmeklik içün oku atarsın, nereye konarsa hazine oradadır. Bunu aç, buna elli tane konferans lazım. Açarız yavaş yavaş. Sonra  bir şey, düstur verdik şimdi.

Cenin anne karnında, anne karnında olan yavru yani ya, cenin harekete geçince havası bahşedilir. Oynadı mı anne karnında çocuk, oynadı mı, Allah  onun havasını bahşeder. Görmek içün gözü, tutmak için eli, koklamak için burnu, bunlar zahiri hisleri; bir de batıni hisleri de var, neyse onlar dursun, bunları bahşeder. Demek harekete geçmek lazım, havası alabilmeklik için. Ee dünya da anne karnıdır; burada da insan, şöyle biraz beşeriyet zindanı denilen bu âlemde azıcık harekete geç, Allah bir havas versin de görüleceği gör, işitileceği işit, koklanacağı kokla. Yalnız benzin kokusu koklama! Güzel esanstan daha muazzam bir koku var, onu kokla! Ona “Buy-u Rahman” derler. Yaa... Tadılacağı tat! Diline diken batmış, nereden tattıracak!

Bir adamın diline diken batarsa doğru konuşabilir mi? Konuşmasında fesâhat[3], belâgat aranır mı? Yutkunur durur di mi ya?

Hayatta yalan söyleyen adamın diline diken batmıştır, hangi hakikati konuşabilecek? O daima kekeler durur. İmanla o dikeni at çıkar. Amel merhemiyle sıva. Çabuk iyi olsun, ondan sonra konuşma tarzın değişir. Bir insanın diline diken batarsa, yemiş olduğu yemekten huzur alabilir mi? Gezdiremez, çeviremez.

Ahlak insana “İki mühim şeyi terk et!” der ilk önce. Eğer girilirse bu müesseseye de iki şeyi bırak. (Yanlış söyledim): Bir şeyi bırak bir şeyi tut!” der. İki şey üzerinde durur. Bir defa yol alabilmek için yalanı bırak der.

Yalanı bırak!

Yalan ile riya, insanın iklim-i vücudunda çöreklenmiş öyle bir yılandır ki yalan; öyle bir hain bir düşman, bir  yılandır ki yalan, yıkar! Hangi cemiyette yalan çok söyleniyor, o cemiyet yıkılmıştır. Bak tarihe, bidayetten nihayete kadar. Ölçüsü bu. Hangi cemiyette yalan çok söyleniyor; o yıkılmıştır, o kokmuş, tevessuh[4] etmiş. Bütün fenalıkların başı. En büyük kötülükler onunla. Yalan kalksın her şey düzelir. Bunu bırak der!

Sahip olacağın şey de sabır,  der. Gül dikene sabretti de güzel koku verdi, der. Gecenin zulmetine sabretti de ay münevver oldu, der. Umur-u hariciyede misaller verir. Sende hadisat senin içün bir karanlıksa sabredersen başka bir yüz doğar. Sabır insanın huyunu tazeler, huyunu. Huyun tazelenir. Yaa ama zordur tabi. Bunu mana veçhesiyle de müşahede edecek olursak; Allah’ın Esma-i Hüsnası doksan dokuzdur, doksan dokuzuncusu sabırdır. Sekseninci isme terfi edersin, yetmişe terfi edersin, seksen beşe çıkarsın, rapp orada bir hata yaparsın, gene düşersin, birinci isimden başlarsın. O  doksan dokuz, ya sabırda tahakkuk etmek, tabii Hazreti İnsanın harcıdır. İnsan!

İnsana, bizim iman ettiğimiz mânâ kadar, hiçbir yer insan mevkîsine kıymet vermemiştir. İnsanın kıymeti çok büyük. Ne kadar büyük biliyor musun? Bunu ben dini bir mevzû ile  size izah edeyim ne kadar büyük olduğunu. Büyük kitapta sarâhat-ı[5] nusûs[6] ile kat’i  bir nas ile tecelli etmiştir ki insan, insan  uluhiyyatın halifesidir. Daha  bunun üzerine büyük mevkî var mı? Ee bu kadar kıymet almış olan bir insan, canavardan aşağı mevkîye düşecek olursa , malum ya insanın kıymeti nispetinde ceza görür, kıymeti nispetinde mükâfat olur. Çok kıymetli olan adamın ufak bir hatası büyük iş görür.  Öyle diyor Allah: “Seni yer üzerinde kendi yerime kaîm kıldım.” Onun için tarif, sarâhat-ı nasta insan uluhiyetin halifesidir. Onun için sen kendinden çok büyükleri kullanabiliyorsun. Kuvvetleri tepeliyorsun, daha ötesi var mı? O, o Hak sende olmamış olsa, bu işleri yapabilir misin? Semaya çıkabilir misin? Yerin dibinde gezebilir misin? Akla veleh verebilecek tecellilerde bulunabilir misin? O, o sıfat olduğundan dolayı sende o. Fakat işte Kudret de istiyor ki: “Bu sıfatı sana verdim, sen bu sıfatı aldıktan sonra kendini bana ver.” İncelik noktası bu. Ahlak bu sıfatlarla insanı yaşattırır, Hakk’a teslim ettirir. Hakk’a teslim ettiğin vakitte insanlıktan düşmezsin. Kendinde kaldığın vakit düşersin, ölçüsü bu. Teslim oldun mu daima böyle gidersin.

Belki on bin defa misal getirdim. Yüzme bilmek ne demektir? Yüzmeyi tarif ederler: “Efendim, şöyle, serbest, şöyle aynı tut, şöyle düz düz kulaçları attın mı şu vaziyette…” Muvâzi[7] bir şekilde gidiyor ya, bu adam bu işin mahiri, bahiri, mütebahhiri denir. Çarpık çurpuk atmıyor elini kolunu. Düz atıyor, muvâzi şekilde. Elini üzerine.. Çarşafa vurur gibi el. Denizin içine batmıyor el. Şıp, şıp, şıp, kendine mahsus bir sedası var. Bu onun tarifi değil, bu onun biçimi. Güzelliği. Tarifi ne? Kim iyi yüzme bilir? Kim denize kendisini iyi teslim edebilirse. Teslim! O farkında değildir, o zavallı. “Kendi kendine yüzmeyi iyi biliyorum.” der. Denize kendini iyi teslim ettin sen. Bıraktın, teslim oldun mu deniz seni böyle tutar.

Bu kâinat da bir bahr-i umman-i ehadiyettir. Eğer Hakk’a kendini teslim ettiğin dakikada, nasıl deniz seni batırmıyorsa Allah da  seni batırmaz. Batmazsın! Azıcık vücuduna şey ver, kıymet ver, bir parçacık vücuduna sahip ol, denizin dibindesin. Kudret’in karşısında “ben varım!” dedin  dibindesin! Anlatabildik mi? Canlı misaldir, onu daha açık nasıl söyleyeyim?

Beşer niçün yıkılıyor boyuna?

İhtirâsât-ı nefsâniye ile kurulmuş olan  medeniyetler, yine ihtirâsât-ı nefsâniye ile yıkılıyor işte. Bütün kâinat böyle gidiyor. Halbuki ilim bunu önleyecek. Allah’sız ilim para etmez. Önleyemiyor! Felsefe bunu tamamıyla çevirecek. Hakk’sız felsefe ilerlemez. Yürümüyor! Bütün dünya sekenesi huzursuz. “Ee bugün böyle yarın...”  Olmaz, onlar züğürt tesellisi azizim. O bir vesile. Geçti ya senin dakikan, bitti. O geçti. Bugünün peşin saadetini yarının gelecek veresiye gamına sarf etme. Sen bugünün işine bak!

Nem var ki laf edem özümden
Mahfeyle beni benim gözümden

Çok korkar, işte ahlakçının korktuğu yer burasıdır. İnsanlarda da acib bir cibilliyet vardır, fıtridir. Biraz madde itibariyle genişledi mi, şekli değişir, birden bire değişir. Değişmemesi lazım. Eski konuşmalarımda misal getirmiştim. Köyden bir çocuk gelir, girer bir ilim yuvasına; bakar orada, ondan kıdemli olanlar, daha evvel gelmiş biraz bir şey öğrenmiş olanlar, cayır cayır konuşuyor bir şey anlatıyor filan... Çocuk da ilme biraz hevesi varsa, onların karşısında böyle durur,  boynu bükük... İçinden der: “Ahhh ben de, ben de böyle olsam! Böyle olsam. Bana da bir şey öğretin!” der. Gayet mütevâzi, halim, selim. Zaman gelir, bir sene iki sene sonra, zekâsı kabiliyeti filan da varsa, başlar onlar gibi olmaya. Bu sefer ilk günü geldiği gibi değildir çocuk. İki üç sene sonra köye gitti mi, köyün odasına kahvesine neyse  toplantı olan bir yere girince, ister ki “Herkes bana ayağa kalksın!” eğer babası biraz daha safça, bir şey okumamış filan, ümmi bir adamsa, kendi biraz daha parlak bir vaziyetteyse, yolda arkadaşı ile giderse, babası tesadüf edip gelse boynuna sarılsa, ona dense: “Kim?” “babam” demez. “Köyde bizim şeylere bakar!” der. Ben bunları görmüşüm de. Hani naklen değil, bu gözümle, kulağımla bu vücudumla temâşâ etmişim de söylüyorum. Kavl-i mücerred[8] değil yani ya. Tatbikatlı. Şimdi o çocuk, ilk köyden geldiği gün, o ilim yuvasının içerisinde mütevâzî bir eda ile birisi bir şey istediği vakit, hemen koşup onu getireyim şekli ile bulunduğu vakit mi alimdi, şimdi mi alim? İlk günü alimdi, zavallı! Şimdi ne? Şimdi şeytan gibi cahil! İblislik geldi şimdi, anlatabildim  mi acaba?

İşte ahlak müessesesi ile beraber ilmi tahsil edecek olursa, o hâl ile beraber o müktesebâtı cem ederekten yetişir. O vakit insanlığa hadim olur. O vakit, ne babasını inkâr eder, ne köyünü inkâr eder, ne kavmiyetini, ne milliyetini...

Öyle hâle  gelmiştir ki haddizatında, kendi kanının  yapmış olduğu varlığı beğenmiyoruz biz şimdi. Sonra sen düşün kanını, senin kanın hususi bir kan. Allah  onu hususi koymuş. Onun maddesinin içerisinde senin bilmediğin madde var. Fennin keşfedemediği hâl var. Ân var ân. Ân maddeye girmez. Anlatabildim mi? Ân ölçüye girmez. Ânın fotoğrafı alınmaz. Ân tutulmaz. Ân, ân! Hadi bir şeysini okuyayım da daha güzel anla.

Dilberde meram ân olur endam değildir. Keyfiyyet olur meyde garaz câm değildir

Bunun içerisine içkiyi korsun, bunun içkinin, içki şeklini, o anını görebilir misin? İçkiyi görürsün. Fakat o sana içtiğin vakitte bir şey yapacak, o gözüküyor mü bunun içinde? Anlatamıyor muyum acaba? O gözükmüyor. Hah, bizim kanımızda da gözükmeyen fakat meydana çıktığı vakitte bir tecelli ortaya koyan bir ân vardır. Dilberde… Bir daha okuyayım: “Dilberde meram ân olur endam değildir. Keyfiyyet olur meyde garaz câm değildir.” Bakarsın kaşı şöyle gözü böyle, hâli de denildiği vakitte, cemiyetin kıymet verdiği bütün hatlar hudutlar yerinde, fakat ânı yok. Öbür tarafına da bakarsın bunların hepsinden mahrum, fakat bir ân var, kâinat meftun olmuş. Bunlar ayrı hususiyetlerdir. Kudretin ayrı ayrı ders kaçırmalarıdır. İşte bizde de Hûdâ, bizim kanımıza bir ân vermiştir. Ân’lı milletiz biz.

Bizim dedelerimiz ten ehli değildi, gönül ehliydi gönül! Nasıl anlatayım? Ten ehlinin yanında edep başkadır, gönül ehlinin yanında edep başkadır. Dedelerimiz öyleydi. Eski konuşmalarımda verdiğim bir misali vereyim. Bir adam gösterebilir misin bana tarihte? Bir misal, ahlakçılardan bir zat.

Üsküdar’da. Üsküdar-i Aziz Hûdâ-i. Bir gün değil, iki gün değil, yaz değil, kış değil! O da beş gün on gün yapılır. Kırk beş sene bu kardeşim! Yaz gecesi, kış gecesi, karlı gece, boralı gece, yağmurlu gece, fırtınalı gece… Ara vermek yok. Yatsı ezanından iki saat sonra minarede. Sabaha kadar sela veriyor. O vakit hastaneler Üsküdar’daymış. Hastaneler, öyle çok hasta yok. “Ahlaksızlık” diyor, “Mana ilmiyle birleştirirsek, hastalığı çoğaltır.” diyor. (Neyse o bahis yine ayrı bir bahis. Üzerinde başka türlü konuşmak lazım.) Hastaneler orada, yatsı ezanı bitiyor, iki saat geçiyor, başlıyor sela vermeye. Niçün veriyor? Kendisine sormuşlar:

—Efendi bu, size kendinize biraz ağır...
—Kudret beni insan diye yapmış, bu kadar da mı insanlığa hizmetim olmasın mı?
—Bundan ne insanlığa hizmet olur?
—Siz bilmezsiniz, demiş. Güneş feyzini geceleyin çeker.  

Hakikaten öyledir, geceleyin hastalık artar. Çünkü güneş yok. Istıraplar çoğalır. “Bakalım gece nasıl ateş” derler. Değil mi ya? Geceleyin ateş… “Sabah ateşine bakma otuz yedi buçuk ama Allahualem gece bu otuz dokuzuna varır” der, doktor yahut hasta her neyse.

—Hastaya sabah olmak bilmez, der Aziz Hûdâ-i. Hastaya sabah olmak bilmez. Fakat benim sesimi duydu mu minareden, “Ahhh, sabah oluyor diyerekten kendi kendisine telkin yapar, teselli eder, hastalığı tahfif [9]olur.” der.

Bu hususi bir kan değil de ya nedir? Sonra, öyle zavallı bir adam da değil. Asrın hükümdarı ayağını öpmüş. Birinci Sultan Ahmet gibi bir adam. Biliyorsun ya Sultan Ahmet de on dört yaşında hükümdar oldu. Neler yaptı, neler yaptı. Bir de yirmi beş yaşına gelir şimdi  çocuk ıslık çalar. On dört yaşındaydı. İlk önce nenesini hapsetti. “Hapsedin bu karıyı!” dedi. “Memlekette fitne çıkaracak!” On dört yaşında kafası işliyor. Ondan sonra babasını çağırdı “Ant veriyorum sana!” dedi. İhtiyardı, taallül[10] gösterdi, temaruz[11] gösterdi, “Rahatsızım” dedi. “Hizmet Hak namına olacaktır, ne benim câhıma, ne senin rütbene değil! Hak namına yalvarıyorum, git orada o işi yap!” Gitti yaptı, Macar kralının da kafasına taç giydirdi. “Gönderiyorum buradan tacını giydir giysin!” dedi. “Giydir sen!” dedi. Şevkete bak, azamete bak, evet insan Allah  ile olursa hep böyle olur. İnsan bir adamı severse diyor Hak, “Ben bir adamı seversem, onda tutan ben olurum, onda gören ben olurum!” “Gözü olurum” demiyor, “Gören olurum” diyor. Şimdi ben ibaresini okumuyorum bu bir ilmi bir iştir bu. Bu üzerine, o emrin üzerinde durulur da ibaresi okunur, harf ve harf tahlil yapılacak olursa insan şaşırır. “Ben bir adamı seversem, onda tutan ben olurum, onda gören ben olurum, onda yürüyen ben olurum.” Acaba anlatabildim mi? İşte insanı ahlak Allah’a  sevdirir. Sevdikten sonra, insan on dört yaşındayken de olur, yirmi yaşındayken de olur, kırk yaşındayken de olur. Ama Hak sevmemiş, yetmiş yaşına gelir “sakallı çocuk” olur yine bir şey olmaz. Elini öptürmüş, o o hükümdar, o hükümdar… Hem de böyle şeycesine değil, hani vardır ya böyle körü körüne aptalcasına filan değil. “Abdest alacağım Ahmet” demiş, karısı havlusunu tutuyor, o da suyunu döküyor, beşeriyet bu ya, “Biz bu insana hizmet ediyoruz.” demiş Sultan Ahmet. O vakitte yirmi beş yaşında. Zaten yirmi sekiz yaşındayken öldü, ahirete gitti. Yirmi beş yaşında. “Biz bu zata hizmet ediyoruz ama hakikaten bir insan-ı kamil midir? Kendisinde böyle bir manevi bir cevher var mıdır?” Gönlünden geçmiş. Şöyle kaldırmış, vurmuş eline.

—İyi dök! Demiş, bende bir şey olmasa, Kudret bana bir şey koymasa, senin gibi bir hükümdar elime su dökmez, karın da havluyu tutmaz, dök bakayım suyu, demiş! Dök, suyu dök!

Orada eline hükümdar su döker, karısı havlusunu tutar, öbür tarafta gelir sabaha kadar insanların gönlünü teselli eder. Bak! Benliğin olmadığına delil. Bize ufacık rütbeli bir adam “nasılsın” dediği vakitte cemiyet içerisinde böyle gezeriz. “Bana filanca selam verdi!” Ne o, o da ölecek ne var? İşte ondan dolayı zalim yetişir, ondan dolayı mazlum mevkileri çıkar. Hep bundandır o. Dünya tahtında sultan olanın karşısında yerlere kapanır şey edersin,  gönül tahtında sultan olana karşı arkanı çevirirsin. Ara yerdeki fark bu. Hüner, gönül tahtında sultan olmaktır.

Hakikat ehli, melûm[12] olsa ne gam yahu. Malum ya, insan Hak ve hakikat peşinde koştuğu zamanda, çok tecavüze maruz kalır. Buna dayanacaksın. Sabır bu! Ehl-i nefis tahammül etmez. Revaçta da odur. Biz, ona da misal getirmişimdir.

Ver, şehveti tahrik eden bir roman bin sayfalık, en gabi bir adama ver. Böyle, kafası çok işlemeyen bir adama ver. Bunu böyle alır, oturur, okur. Yemeği getirirsin “Dursun şimdi o!” der. Susar, oradaki şehvetini tahrik eden cümleler olduğundan dolayı kalkıp su içmeye de üşenir. Onun bin sayfasını bitirir. Sabahleyin sor, “anlat bakayım” de, dokuz yüz doksan dokuz sayfasındaki malumatı bozmadan anlatır. En keskin kıvırcık kafalı bir adama ver bir ilim kitabını, yarım saat okur, bir saat okur, ondan sonra bir saat geçtikten sonra başlar saçlarını çekmeye. Kuvvet arıyor kendi kendine gelsin diyerekten. Anladın mı çekmeye? Nihayet iki saat sonra “Almıyor!” der, bırakır. Neden? O roman nefse hitap ediyordu, öteki ilim; ruha hitap ediyordu, kafaya hitap ediyordu, durdu almadı. Daima böyledir.

Hakikat ehl-i fîsebîlillah melûm olsa ne gam yahu? Vikâye[13] eylemek maşuk-u ben-i aşıkındandır.

En güzel yeri burası. Hak ve hakikat ehlinin maşuku Allah’tır. İnsanlık hukukuna riayeti Allah emretmiştir. Anlatabildim mi? Allah’ın tarif ettiği şekilde insan hakları muhafaza edilebilir. Öbürkü laf halinde kalır. Derlenir toplanır, söylenir bir şey çıkmaz orta yere. Hiçbir şey çıkmaz. Hiç! Acayip evet. E o hukuku muhafaza hususunda insan çok yıpranır. Şu bu tecavüz eder. Edince, işte öyle diyor.

Vikâye  eylemek maşuk-u ben-i aşıkındandır. Eğer aşıksan bütün suçu kendine alacaksın. Yüklemeyeceksin kimseye. Dayan! Neden? Bunlar dünya vû mâfîhâyı,[14]  terk-i hest-i terk etmiş. Bunlar dünyayı mâfîhâyı… Ne bir masa hırsıyla çalışıyor, ne bir kasa hırsıyla çalışıyor, ne bir câh hırsıyla çalışıyor, ne bir rütbeye nail olayım diye çalışıyor. Ne kimsenin sırmasına, ne kimsenin yaldızına, ne kimsenin kasasına, can vergisi vermeye gitmiyor. “Allah’a mülaki olacağım!” diyor. “Hizmet orayadır!” diyor. Terk-i terk etmiş. Ee ne oldu?

Bunlar dünya vû mâfîhâyı  berk-i terk-i terk etmiş, Melik-i Muktedir indinde, her biri Süleyman’dır yahu. Ehl-i hâl bil-nikabı kibriyadır “Len Terâni”den.*  Cemal-i zatını görmekte Musa-u mest-i hayrandır yahu.

Hadi şurayı da söyleyeyim. Netice ne olur? Netice? Hasılı, Mirât-ı Hak’tır zahîr-i batın. Gücenme, darılma pazarı değil burası. Senin bu mezâhirde görmüş olduğun, Hakk’ın tecellilerinin akisleridir. Bu mezâhir bir aynadır. Görmüş olduğun onun tecellilerinin akisleridir. O’nu bilir, bir sath-ı izzet üstünde oturmuş, gizli sultandır yahu.

Burada bir şey anlatamadım bu mevzûda. Nazarlar doluk olması hasebiyle, biraz da ilerledik de mevzuun ân yeri değişti hata bende. Evet  zor yeri bu. Hülasa, konuşmanın bidayetine dönelim, toplayaraktan yürüyelim. Ne demiştik?

Vazifeden doğan ahlak. Menşei akıl.

Her hafta bunu söylüyoruz her konuşmada. Yabancı bir arkadaş gördüm mü konuşmak mecburiyetindeyim. Çünkü bunun üzerinde kurulacak, sofranın ekmeği. Yemek değişir ekmek değişmez.

Vazife, vacibü’l- icra olan şeye denir. Yapılması mecburi olan, örfen, cemiyyeten, aklen, ruhen, kalben, yapılması mecburi olan, madamı ki insan, onun adına vazife denir. Hani vazife her şeyden mukaddes, deriz ya. İşte buradan çıkmıştır. Ama suistimal edilmiştir başka. Onun içün mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar, kutsiyât ahlakiyattan doğar, ahlakiyat Zât-ı Bari’ye iman ile olur. Zât-ı Bari’ye iman, ebediyete gönül vermekle ile olur. Bir birine bağlandı değil mi şimdi. Zeyd’in Amr’in keyfinden hasıl olan şeye vazife denmez. Dev kanalı var böyle, gidiyor böyle. Vazife vacibü'l- icradır. Onun için mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar. Kutsiyât ahlakiyattan doğar.  Ahlak Allah’a iman ile olur. Kestirmesi. Neden öyle ya, O’na iman etmezsen ebediyete inanabilir misin?

Maddenin tekasüfünde[15] yaşamış bir kimse, kitabı parasının üzerindeki yazı! “Ben anlamam başka bir şey!” diyor. “Ben kuvvete taparım!” diyor, zavallı! Kuvvete ne tapıyorsun! Kuvvet sıfattır, onun  zâtı vardır, Allah. Kendisine tapsana. Kudret sıfat. İşte çevirdim, bu bir kuvvet, fakat onun zâtı benim bileğim, bileğimin zâtı kendi içimdeki canım, onun zâtı Allah (cc). Elini böyle çevirmeden kuvvet meydana geliyor mu? Gelmiyor. Demek ki bu kuvvetimin, bu sıfatın, bir de zâtı var, bilek.  Bileğin zâtı içindeki ruhun,  ruhun zâtı da Allah (cc). Sen kendini öyle kuvvette tanırsan yandın. Onun içün zalim mağlup olacağı vakitte kuvvete yapışır. Onun içün inletir. Ama hangi ateş vardır ki yerini küle teslim etmemiştir. İşin dış tarafına bakma! Daima, bir de iç tarafına bak! Kâinatta hangi ateş vardır ki yerini küle terk etmemiştir? Hangi zalim vardır ki yerini mazluma teslim etmemiştir. Hangi zalim vardır ki kendi butunun etinden kebap yapıp da ölmemiştir? O but dendiği vakitte bu but anlama. Manevi vücudunun butunun ahı ile kebap olaraktan gitmemiştir. Firavun, tarihte öyle ufak tefek bir adam değil. Öyle basit bir insan değil. Basit olsa Allah büyük Kitap’ta bir çok yerde ismini zikreder mi? Üüüü, muazzam bir adam. Fakat ne yapalım ki çarpılmış. İman-i felsefisi de var.

Malum ya, İman iki kısımdır. Birine İman-i Hakiki denir, birine de İman-i felsefi denir. İman-i felsefisi var. “Bir Allah var!” diyor. Hani bazı bu günlerde söyleyen insanlar gibi. Fayda yok ki, sen onu akılla bulduğun Allah. Ona Allah denmez.  Ona İlah-ı mec’ul[16] denir. Bakıyor, bakıyor, evet diyor “Bir Allah kabul!” diyor. Sonra onu kabul etti etti, bir   günde geldi baktı ki etrafı, herkes: “Yarattınız efendim, yaptınız efendim, siz yaratırsınız efendim!”

Ee beşer bu ya. Nefsi okşaya okşaya, okşaya okşaya okşaya, nefs-i emmare öyle bir makama geldi ki  o “Herkes bana tapıyor!”

[17] فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ  dedi. “Ben Rabbinizim sizin!” dedi. Senelerce böyle yaşadı. Baş ağrısı da görmedi hayatında. Onun içün mânâ  ehli böyle pek sürûra şey oldu mu, hiç sıkıntı kalmadı mı başlar kafasını yere kor ağlamaya: 

“Yarabbi, bizde Firavun neşesi mi başladı? Bir iptila kalmadı bende, bir bela neşesi yok. Daima böyle bir, zahiri suret itibariyle bir zevk-i sefa hali tecelli etti, acaba beni Firavun mevkîine mi koydun?”

Ömründe baş ağrısı görmemiştir, hiç! Bu misal yani ya, baş ağrısı görmedi, hiçbir şey görmedi. Hiçbir şey yok! Zahiri, sefadan, sefaya, sefadan sefaya. Ama nedir bu nihayet? Üç beş günlük iş işte. Mekir! Öyle der Allah:

[18] وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ۟ “Bana oyun etmeye kalktılar, Ben bir oyun oynayayım da bak nasıl oyuncuyum Ben!” der. Öyle, kendisi öyle konuşuyor. Biz artık oraya, oyun muamelesi deriz, edeben, konuşurken. Kendi konuştuğu gibi söylemeyiz de. İnsan kendisi konuşur, konuşur da, kendi konuştuğunu başkası konuşurken kızar. Allah da bazen böyle konuşur, o konuşmasına biz korkarız da deriz ki… Kendisi şimdi açıkça konuşması şöyle; وَمَكَرُوا Onlar Bana oyun ettiler وَمَكَرُوا

وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ Ben öyle hayırlı oyun oynarım ki...

O kendi konuşması. Biz konuşurken, onun konuşmasını naklederken, “Öyle bir oyun muamelesi yaparım ki...”  Tenzih ederiz Kendisini. Kulluğumuzun icabı. Anlatabiliyor muyum acaba? Nezaket!.. Zahirde de o oyunu yapmıştır işte. Bırakır; serbest serbest, serbest, serbest bırakır, hatta öyle der ki, insan birinci sınıf zulme girdi mi… Zulüm de sınıf sınıftır.  Yani, en yüksek zalim oldu mu, semavatın kapısını da açarım o adama, her istediğine muvaffak olur. Acayip bir şey. Her istediğine nail olur!

[19] حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا “Ohhh her istediğimi yaptım!” derken, اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةًاَخَذْنَا Éhâznâ’nın elifi çıkar. “Ani bir şekilde iblisleştiriveririz.” Ona da öyle oldu. Şeytanatı kuvvetli olduğundan dolayı, “Körü körüne iman ediyorum!” demedi. Yani ebediyeti böyle körü körüne... Ahlak mevzuu ile birleştiriyorum bunu. “Bununla ne alakası var!” derseniz, ebediyet mevzû  ile alakadar da onun içün. [20]  اٰمَنَّا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰى  dedi. “İman ettim” demedi Allah’a. “Yarabbi, Musa’nın, Harun’un iman ettiği Allah’a iman ediyorum.” Anlatabildim mi? Musa’nın, Harun’un… Çünkü o, ilk önceki imanı akli idi. Kendi aklıyla. Bakıyor “evet mâfevk bir kuvvet” diyor. O cali[21] o. Senin dediğin kudret Allah  olmaz o. Yaa.. Bildirdiği gibi olacak. Allah’ın  gönderdiği hususi şahsiyetleri nasıl bildirmişse öyle olacak. Onu öyle yaptı o. Musa’nın, Harun’un iman ettiği gibi… “Derhal ağzına çamuru tık!” dedi. Bizim bildiğimiz sokak çamuru değil. Hayatında yapmış olduğu... Anlatabiliyor muyum acaba? O bizim bildiğimiz öyle sokak çamuru, öyle şey olur mu? Ya, nasıl konuşmamız bu fezada duruyorsa, fiillerimiz de duruyor. Dünyanın bir ucunda konuşuyoruz, burada dinliyoruz. İşte ona Allah vücut verdi, duruyor o fezada mahfuz. Yarın ikinci hayatta “Buyurun bunu söylemiştiniz beyefendi. Şu fiili…”

Onların filmini çevirir, bundan sonra, bundan sonra  iş yoktur, dendi geçti gitti! Hülasa nereye getiriyoruz? Ebediyet mefhumuna inanmadıkça, insan ahlak mevzûuna giremez. Oraya inandıktan sonra: “Ben abes yaratılmamışım, der.   Mensi ve mühmel bırakılmayacağım, bir gün ben konuşuyorum, konuşmanın ne olduğunu da bilmiyorum.  Konuşturan bir gün benle tercümansız, perdedarsız konuşturacak!” der. Ne tercüman var, ne hicap var. Hiçbir şey yok! O vakit derlenir, toplanır, aşkın içerisine girer, kâm alır, nihayet faniyi baki ile değişir, resmini değil ismini gönüllerde bırakır. Biraz evveli okuduğum nazımdaki gibi yani hülasa edecek olursak; Naib-i Hak olduğunu meydana kor, bu şekilde geçer gider. Ahlak insanı buraya kadar yetiştirir. Vazifeden doğan ahlakı tarif ettik değil mi? Vazifeyi tarif ettik. Aşktan doğan ahlak, o ayrı.

Tarih tetkik edilirse dedemiz, hangi ahlak ile yaşardı? Vazifeden doğan ahlak ile mi, aşktan doğan ahlak ile mi? Ecdadımız hani, şu tarihin en eski efendisi bulunan, necip Türk camiası. O ismi bize Kudret vermiş, kainat tasdik etmiş, arşı, melekûtu, insaniyet-i Türk denmiş. Ne demek Türk? Bütün kötülüğü terk etmiş. Vicdana, mânâya ağır gelen ne kadar haksızlık varsa bunu terk ettiğinden dolayı Kudret bu ismi vermiş bize. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi olan Hazreti Muhammed de öyle der: “Türk’ü hâli üzerine terk ediniz.”

011 (19.07.1958) 32 dk (79-b)

“...Hakk’a meftun olan kavimdirler, hiçbir zaman boyunduruk altında yaşamamışlardır. Daimi istiklal-i ruhilerini ve maddilerini muhafaza ederekten yaşayan bir camiadır. Sergi halinde benim götürdüğüm tebligatı gösterirseniz; zorlamayınız, üzerine düşmeyiniz, âşık olurlar.” Hakikaten de öyle olmuşlardır. Ve asırlarca da hizmet etmişlerdir. Acaba anlatabiliyor muyum? Çok büyük. Aşktan doğan ahlaka saliktiler. Evvela canan sonra can, diye yaşarlardı. Onun içün bire on dövüşmüşlerdir.  Böyle... Cepheye yemeği yetiştirilmediği vakitte “Allah” der karnını doyurur. Ayakkabısı geri kaldığı vakitte nasırından çarık yapar, fakat saatle dövüşmez. Senin medeniyetini taklit ettiğin saha, saatle dövüşür. Çünkü vazifeden doğan ahlaka salikse, oraya saliktir. “Sekiz saat, yetiştirseydin.” der. Mehmetcik öyle değildir; sekiz saat, otuz, saat, kırk sekiz saat, altmış dört… Saat yok! Aşıkta saat olur mu? Aşıkta mekan olur mu? Aşıkta zaman olur mu? Acaba anlatabiliyor muyum? Saat yok! Hiç! Yetmiş sekiz saat, seksen sekiz saat, hiç! Onun konservesi gidecek, sütü gidecek. Ötekine kuru bir peksimet ver-verme. Hiç! O “İlla sütümü içeceğim!” der. “Ver, iş görüyorum sana!” Vazifeden doğan ahlaka. Beriki hilkatten, aşktan doğan ahlakın salikidir. Ama sen belki dersin ki: “Efendim aklı ermez!” derler. Hayır! O, senin medeniyetini taklit ettiğin adamın makinesini ürettikten sonra onu tersine ürettirir o.

O Mehmetçiğin her cümlesinde bir vecize vardır. Sen seksen üniversite okusan onun vecizesini öyle meydana getiremezsin! Ne karısının konuşmasını, ne erkeğinin konuşmasını, ne çocuğunun konuşmasını! Her cümlenin arkasından sana bir vecize verir. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum ben? Her konuşmasının arkasından kocaman bir kitap yaparsın, cümleyi aldığın vakitte, bir vecize verir. Hem mana ile dolu. Öyle, öyle şey değil; “Çıktım erik dalına anda yedim güneş...” öyle değil! “Oradan atladım, buradan bindim. Sen dala bin, dala çık!” Ninnisi bile insanı meftun eder ya. Kocasını harbe gönderiyor “Arkasından bir yakı yak!” derler. Onların tabiri üzerine; o yakıyı okusa, sen ağlarsın, sema da ağlar. Orada misal, Allah’ın  misali. O seksen tane kalemi kâğıdı eline almış da, şair nazmı böyle yapmış, “Hayır bu buraya böyle olmadı, bu böyle değil böyle…” Oturur, “Bir yakı yak!” derler. Yakıyı yakar, ama ne yakı kalbi yakar. Öyle, vergisi Hûdâ’nın.

Aşktan doğan ahlak. Menşei neydi, çıktığı yer yani ya? Mastarı kalp. Zor bu işte, bunu tarif zor. Kalp neden zor? Kalbin mutasarrıfı biz değiliz. Çevirdim kafamı, Kudret izin verdi, bana tasarruf ettiriyor, gözümle oraya bakıyorum. Kaldırdım elimi, izin verdi, bir fizik hadisesi yapıyorum. Kalbini yap bakalım, yok! Kalbini kendin tasarruf edemezsin. Onun içün, Kalb-i İnsan Beyt-i Hak’tır. Nazargâh-ı İlahidir. O kalp, tabi biz şimdi vücud-u mânâmızın kalbini konuşuyoruz. Yoksa vücud-u hayvanimiz şu şey, şu sıklet. Bu bizim asıl insanlık vücudumuz değil. İnsanlık vücudumuzun kabı. Nasıl tarif edeyim? Şu gömlek, nasıl benim tenimden agâh değilse, bu vücudumdan agâh değil, bu ten bu gömlek “Benim gömleğim” diyorum. Mülkiyet izafe ediyorum, kendime izafe yapıyorum fakat benim kendim değil bu gömlek. Nasıl bu gömlek  bu tenden agâh değilse, bu ten de benim vücudumun gömleği. Anlatabiliyor muyum acaba? Benim tenim diyorum, benim kendim bu değil. Nasıl bu beden, bu gömlek benim tenimden agâh değilse, bu beden de benim iç âlemimden agâh değil. Gömleğim çünkü. O bazı maddenin kesafetinde kalıp da mânâyı inkâr edenler, insanı yalnız elli- altmış kiloluk kan ve kemik torbası zannedenlerdir. O vücud-u hayvanimiz. Bir de vücud-u insanimiz var, buna taalluk etmiş. Vücud-u hayvanimizdeki kalp; malum sadrın sol köşesinde, solunda, şöyle mahrûti bir şekil, dört tane delikli, orada kanlar şunu yapar, bunu yapar, hepinizin bildiği şey. Ona taalluk eden bir kalbimiz var. Anlatabildim mi acaba? İşte O’ndan doğan ahlak, O’ndan. O? Nazargâh-ı Hak. Onu biz tasarruf edemeyiz hiçbir vakit. Elimizde değil. Ettirtmiyor. “Elim” der de evliyaullah; “Kalbim” demez, “Kalbi” der. Nasıl anlatayım sana? Bu tabirden anla. “Başım” der de “Kalbim” demez. Kalbi daima Allah’a  izafe eder. İşte bizim ecdadımız bu kalpten mütecelli[22] eden ahlak ile yaşamışlardır. Ve bu bize bu büyük varidatı, o tecellinin bir ihsanı olaraktan bırakmışlardır. Ama biz bazen beğenmeyiz. Onlar affetsinler, ne diyelim? Çocukluğumuza bağışlasınlar. Hor görürüz. Neden görürüz onu da bilmem. Onu da anlamam. İlimse kütüphanesi orta yerde duruyor; sanatsa varidatını Avrupa çalmış, senin medeniyetini çalmış, yaldızlamış, “Benim!” diyerekten orta yere koyuyor. İnsaflıları da diyor ki haddizatında “Yok insaf etmek lazım, bizim değildir, biz onu bunlardan aldık!” diyor. Yaa...

Biz tarihi olmayan bir millet değiliz, kütüphanesi olmayan bir millet de değiliz. Dolu. Hem öyle kıymetli ki, o kadar dolu ki, “Siz iyi muhafaza edemezsiniz!” diyerekten gidenler vardır. Mesela garpta medeniyetini taklit ettiğimiz büyük büyük camiaya gidildiği vakitte, bizim kitaplar onların kütüphanesinin en üst tarafında, hususi işlemeli camekânlarda her hafta tozu böyle tir tir titreyerekten bakılan yerlerdedir.  

Konuşma arasında bir mevzû geçti, burayı size hatırlatayım. O şu idi:

Firavun’un imanı, ilk önceki imanı; İman-ı akli, İman-ı felsefi.  Şeyh-i Ekber Muhyiddin namında bir zât-ı âli var, muazzam bir zât. Durur adamın aklı durur. Fütuhat’ı yarım adam boyu, şöyle... Bir tanesi yani. Bir adamın ömrü kâfi değil layıkıyla okuyup anlamaya. Böyle bir adam onun imanına kaim. Dedikodu mucip olmuştur, ilim adamları arasında. Nasıl yani? Anlamamışlar. İman-i felsefisine kaim. Acaba anlatabildim mi? Yoksa İman-i Hakikisine kaim değil, de aleyhinde bulunurlar. Anlayamayanlar, “Bu büyük adam burada hata etmiş...” Hayır! O onun iman-i felsefisini anlatıyor, İman-i Hakikisini değil. Sonra onun görüş tarzlarından başka bir şey. Akıl zaten durur...

Edison  öyle derdi, Edison var ya hani şu en büyük muhtevi aletleri filan yapan, tercümeyi halinde der ki: “Bana beşeriyet çok hürmet gösteriyor, insaf iyi bir şeydir, ben bu hürmete layık bir kimse değilim, ben gönlümde bir zata muhabbet ettim, ondan aldığım şeyi tatbikat âleminde muvaffak oldum. Bana bu varidatı Muhyiddin vermiştir!” der. “Bana hürmet Muhyiddin’e aittir” der. Muhyiddin de, “Bana bu hali, Muhammed vermiştir.” der, Aleyhisselat-ı vesselam. Küll halinde iş hallolur. Senin mânâna ait olan yerleri söylüyorum. Hani hoş görmediğin. Almanya’yı Almanya  yapan Bismark’tır. Bismark:

—Çok zavallı adamım ben! der kendisi. Sormuşlar: “Niçün?”

—Ben bu asırda gelmeyecektim, ben Hazreti Muhammed’in devrinde gelecektim, ona hadim olacaktım. Onun kitabına...

Uzun neyse oraları da bırak. Bismark, Almanya’yı Almanya yapan adam. Feragatlı çalışan bir adam. Mesela ne diyor biliyor musunuz? İşte o, O'nu demek ki iyi tetkik etmiş, Cenab-ı Ahmediyeti, oradan almış olduğu feyz ile o kemale yetişmiş. Bir gün diyorlar ki haddizatında o,  O’nun teveccühünü kazanmış tabi. O’nun teveccühünü kazanınca memlekette ikilik çıkmaya başlamış. Memlekette ikilik meydana geliyordu, o ikilik yıkıldı kendimi feda ettim. Tam kapanma yaşadım, doğrudur, diyor. Bu zihniyette bir adam: “Ben talihsiz bir adamım!” diyor. “Ben bu asırda gelmeyecektim. Ben, Cenab-ı Ahmediyet’in devrinde gelecektim, O’nun eline su dökecektim!” Uzun boylu, ben yazmışımdır bir eserimde onu. Oku bak. Haa, burayı söylemekten maksadım,  bir yer var dedim konuşma arasında, oraya bir misal vereyim de bitsin. Yoruldunuz mu, keseyim mi? Eski konuşmalarda söylemiştim.

Hz.Muhyiddin, kâinat konuşuyor kendisine. Kâğıtta değil, ilmi ölmeyenden alıyor. İlim iki yerden alınır; bir ölenden alınır, bir de ölmeyenden alınır. Şimdi bak, birkaç sefer söyledim amma belki hatırdan çıkmıştır, kendisinin bilgisine ait bir malumat vereyim de onun şeysini anlattırayım. Allah’ın da isimlerinden biri Muhyî’dir, biri Mûmit’tir. Yaşatıcı isim, idam edici  yok edici isim. Muhyî-Mûmit, istilahi tabirle. Yaşatıcı-idam edici, öldürücü yani. Peki bu Muhyî ismi tecelli ettiği vakitte, bunu ne içün söylüyorum? Ebediyete şöyle boynunu büken...

Mevzû ebediyet hakkındaydı ya, kim gitmiş gelmiş, nasıl şeymiş, senin hayatında bunların olduğunu anlatmak için söylüyorum ve icabında Kudret senin isminle tecelli etmiş, onunla da ispat edeceğiz şimdi konuşmayı.

Yaşatıcı isim, öldürücü isim. Şimdi diyor ki, Allah’ın Muhyî ismi tecelli ettiği vakit yani hayat veren ismi tecelli ettiği vakit, Mûmit ismi duruyor mu? Bunu çok iyi dinle. Ve zevk edin. Mûmit ismi duruyor mu yani öldürücü ismi? Eğer duruyor derseniz, muaddal olan ismin sahibi Allah olmaz. Ta’tile uğramış bir isme malik olan kudrete Allah denmez. “Ben vereyim cevabını” der. Bütün isimler birden tecelli ediyor. Ta’til yok, hepsi aynen tecellide. Muhyî ismi işlerken Mûmit ismi de Rezzak ismi de ne kadar esma varsa hepsi birden.”  “Fakat” diyor:

 “Cemal Celal’e galip geldiğinden biz daima Muhyi ismini görüyoruz da Mûmit ismini görmüyoruz. Vücut ademe galip geldiğinden daima vücudun tecellisini görüyoruz da ademi görmüyoruz.”

Şimdi buna biz maddi misal verelim. Şu elektrik; bu ampul ve uyanıklık görünüyor öyle değil mi, örfün tabiri ile elektrik yanıyor, yani yanmış, ışık var, ziya var. Saniyede yetmiş küsur sefer yanar söner bu. Fakat hep yanıyor bu, söndüğünü görmüyoruz. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Şimdi bu ışık ne kadar böyle ziyasını veriyorsa o kadar da karanlığı var bunun. Hah.

Cemal Celal’e galip geldiğinden, vücut, ademe galip geldiğinden, nur zulmete galip geldiğinden, daima bunun varlığını görüyoruz ışığın ışığını şu halde, o yandığı müddetçe söndüğü hali görmüyoruz. Kâinat da Muhyî ve Mûmit ismi ile  böyle daima var oluyor yok oluyor da varlığını görüyoruz da Mûmit’i, yokluğunu idrak edemiyoruz. Bir şey anlatabildim mi acaba? Binaenaleyh, sen kim gitmiş kim gelmiş deme, o “Kûn" kelimesindeki “kefi” ağzına getirinceye kadar adet manzumesine gelmeyecek şekilde var oldun, yok oldun da haberin yok. Hahh şimdi, işte bu ilmin sahibi, bu kadar inceliğine kadar agâh olan insan, zamanında bir çok ulema da var tabi.

(Hepsini anlatsam biraz uzun sürecek fakat bize lazım olan yeri anlatsak o vakit de anlaşılmayacak. Kısa anlatalım şöyle kısa.)

Bunlar sekiz asır evvel gelen insanlar. Fakat Kudret’in bir cilvesi, o asırda, sekiz asır evvel gelen insanlarda bir başka varlık var. Allah (cc) o vakit ne bileyim ben? Galiba  o tecellide şeytan da külahını açmış bir şeyler toplamış. İblis de toplamış. Öyle bir tecelli. Necmeddinler, Fahreddinler, Muhyiddinler, ne bileyim işte, hep, hep bu şeyde. Ahmed El Rıfailer, Abdulkadir-i Geylaniler. Üüüü, hep dolu. O asrın ilim adamlarından da Fahreddin isminde bir zat var. Onun da beş yüzü tecavüz eden asarı var. Tıp ilminde, kimya ilminde, heyet ilminde, tabakat ilminde, her şeyde. Hususi bir imtiyaz. Eski ulema dünyayı gezermiş. Çünkü büyük Kitabın emri  böyle. Öyle bir yerde doğup bir yerde ölmek mekruh zaten. Allah öyle diyor. “Semavata arza bakın, ne kadar büyük bir ilat vermişiz, göstermişiz, çevirir, çevirir, dönersiniz” der. “Bakın” der.

[23] قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ       Yeryüzünü gezin, bidayet-i hilkati öğrenmeye çalışın.

Bir seyahati esnasında; zahiri ilim insana biraz şey verir, onun iç tarafında tahsil edemezse, ne bileyim pek, azıcık kaba bırakır adamı kaba kaba.  Kendini büyük gösterttirir. Fakat iç tarafına girdiği vakitte Bunların hepsi ariyet” der. Bir bankanın veznedarının önünde, bin bin bin demetlemiştir böyle paraları, tel kafes önünde. Onları böyle bir şeyle sayar. Halbuki zavallı onun değil, işte hizmet ediyor âlemin parasına. Elinde bir kırmızı kalem, bir boyalı kalem, böyle çizer, tekrar sayar, içinden bir tane eksik geldi mi kızarır, tekrar “Aman... filan...” diyerekten. İnsanların bütün mesaisinde elde etmiş olduğu şeyde kendinin değildir, banka veznedarı gibiyizdir. Allah’ındır  onların hepsi. Anlatabiliyor muyum? Hepsi. O ama öyle sayar filan. Fahreddin de  henüz daha işte dış tarafı dolgun bir âlim fakat içte biraz kusuru var. Mesela gittiği bir yerde herkes ziyaretine gidiyor. Tabi gidecek, ilim Hakk’ın sıfatıdır. O sıfat nerede olsa parlıyor. Sormuş, sorarmış, “Görüşemediğim” nezaketle soruyor:

—Görüşemediğim, temeyyüz edemediğim kimse var mıdır burada?
Hani beni görmeyen  var mı demek istiyor o. Nezakete boğuyor.
—Vallahi hayret ettik, yalnız bir hanım gelmedi, demişler.
—Allah Allah! demiş. Ben gideyim, demiş.
Bu kubbe ne yetiştirmiş, görüyor musun? Gitmiş işte konuşurlarken bir biçimine getirmiş:
—Efendim işte şey etmediniz, teşrif etmediniz, filan.
—E ben gelemezdim sana, demiş.
Kalbine şöyle şey nefsine şöyle neşter vurmuş. Kibr-i nuhvetinin üzerine bir tokat vurmuş. “Niçün” demiş.
—Gelemezdim, demiş.
Onu konuşturmak istiyor.
—İyi ama, demiş. Ben, bin bir bilimle Allah’ı  ispat eden bir kimseyim, demiş.
Onun böyle bir kitabı var.
—İşte onun içün gelemezdim. (demiş) Sen bin bir tane ile aklına uygun delil bulduktan sonra “Allah”  dedin, ben kalbime baktım Allah  dedim. Aramızda çok fark var, demiş.
Bir şey anlatabiliyor muyuz acaba? “Aramızda çok fark var. Senin bana gelmen zaruriydi, fakat ben gelemezdim!” Kalkmış, elini öpmüş, duasını rica etmiş, ondan ayrılmış. Gelmiş, Beytullah’a ziyaret ediyor. O gün oranın büyüğü olan kimse demiş ki:
—Efendi hazretleri siz bugün bir ders yapsanıza, bir konuşma yapın. Çok kalabalık var halk istifade etsin.
“Olur”demiş. E tabi kendisi asrın feridi bir adam olduğu içün, geçerken herkes açılıyor filan, öyle izdihamla ziyaret etmeye herkes  çekiliyor.
—İçeriye gireceğim, demiş. Beyt-i Şerifin içerisine.
“Buyurun efendim!” demişler. İçeriye girmiş, Murabba, bağdaş deriz biz. Murabba oturuşlu bir zat oturuyor böyle. Hiç aldırış etmemiş O, bakmış şöyle. İçinden kızmış, “Bana kıymet vermedi bu adam!” demiş. Dışarıya çıkmış. Ben bunu size çok anlattım, fakat bir de bir anlatacağım yer var da ora için buraya getiriyorum. Dışarıya çıkmış, çıkmış kürsüye, bir şey yok. Ne ilim var, ne bilgi var, ne o varidat var. Ne o yüzlerce mücelledattaki[24] bilgiler hiç birisi yok!
—Müsaade edin de ineyim, demiş. Hastalandım, başka bir gün şey ederiz.
Girmiş, odasına kapanmış. Hadimine demiş ki:
—Kimseyi sokma, hasta dersin, ziyaretçi kabul etmiyorum!
Gelen giden... “Hasta diyorlar.”  Üç gün sonra, mecazipden bir adam gelmiş, “Göreyim!” demiş Fahreddin’i.
—Rahatsız...
—Git içeriye söyle bu gelen dönenlerden değil. Gelecek muhakkak dersin, demiş.
—(Girmiş) Efendim celli belli bir adam geldi, bir tuhaf bir adam. Böyle dedi...
—Buyursunlar, demiş. Girmiş içeriye. “Nasılsın, nesin filan?..”
—İşte rahatsızım!
—Hala mı sahtekârlık yahu? Ne rahatsızı?
Gözleri şişmiş böyle. Kolay değil. İnsan aşık olduğu birini elinden kaybedecek olursa, canını kaybetmişten daha fena şey olur, müteessir olur. Senin ömrün  olsa nâmütenâhi, kafan da olsa secdeye koymaklık içün mütehammil[25], hiç kaldırmasan çürüse de geriye alamazsın. Sen, demiş:
—Şu Beyt-i Şerifi gezerken, gönlünle hiç kimseye şey ettin mi?
—(Birden bire yanmış) Evet, demiş. Orada bir zat, bana kıyam etmedi diyerekten geçti gönlümden, demiş.
—O aldı, demiş. Nen varsa elinden aldı. Ona Muhyiddin derler, demiş. Fakat benim onunla beraber bir hukukum vardır. Biz omuz omuza gezerdik onunla yani Kudret yanında omuz başı yürürdük, ben Hükümet-i Sûbhaniden bir sırrı bir nâdâna söyledim, bana bir tokat vurdular, yine eski hak vardır, sana iltimas edeyim, kalk! demiş. Götürmüşler. Gülerek karşılamış Muhyiddin. Fahreddin'e demiş ki:
—Çocuksun bak dayanamadın ağladın, demiş. Düşün bakayım şöyle, demiş. Ne  kadar varidatı varsa hepsi kendisinde tekrar. Mâmafih demiş, seni ben terbiye edemem. Ben seninle meşgul olamam. Git Maveraünnehir’e Necmeddin seni orada okutsun, demiş.
Kalkmış, doğru gidiyor. Necmeddin-i Kübra da dostlarıyla beraber sohbet ederlerken içeriye girmiş, girince şöyle bir bakmış:
—Heey, Bu Muhyiddin, bu Muhyiddin, demiş. Nerede kıpkızıl bir kafir var, bana gönderir. Hiç meşgul olmaz, demiş. Nerede böyle bir kıpkızıl kafir var bana gönderir. Neyse buna bari bazı şeyler okutalım.

Daire-i terbiyesine almış hülasa. Evet günün birinde onu müteessir edecek, uzatmayalım keseyim, yirmi otuz sayfasını hadisenin. İnsanın bazı işte kim bilir, neşeli bir zamanı mıydı, celalli bir zamanı mıydı? Neyse bir şey söylemiş, müteessir olmuş Necmeddin. “Bana demiş yol verin, burada demiş ben bununla şey edemeyeceğim. Kendisini bırakın!” demiş. Çıkarmışlar, ara yerden on sene geçmiş hülasa. Bir gün yine Necmeddin dostlarıyla konuşurlarken, birden bire durmuş. E, edeben biraz evveli söylediğim gibi, ten ehlinin yanında edep başkadır, gönül ehlinin yanında edep başkadır. Israr etmemişler öyle, bakalım ne olacak diyerekten. Yarım saat sonra filan, yine başlamış konuşmaya. Fakat terlemiş, rengi değişmiş.

—Efendim acaba bir ıstırap mı hasıl oldu.
—Yok! demiş. şu Fahreddin vardı ya, ne de olsa bize merhaba dedi, bir hukuk tedarik ettik, vaka ben ona biraz gücenmiştim ama pek kalben değildi. İnsan birisine merhaba derse, bir hukuk tedarik ederse öyle çabuk çabuk atılmaz. Binaenaleyh biraz evveli ahirete gitti. Tam sıkışık bir zamanında  idi. Şeytan musallat oldu. -İşte burayı söylemek için söylüyorum. Konuşmamızın yeri bu- Şeytan musallat oldu.  “Allah’ı nasıl bilirsin?” Başladı bocalamaya. Yardım etmek icap etti, demiş. Kendisine yardım etmekliğim icap etti. Ruhen oraya seyir ettim, oradaydım. Dedim ki, söyle bu mel’una: “Ben Allah’ı Muhammed Aleyhisselam’ın bildirdiği gibi bilirim.”

Hani getirdim ya, iman-i felsefi, iman-i hakiki. Topladık şimdi di mi ya, anlatabildik. Yoksa sen onun terbiyesinin haricinde Hakk’ın gönderdiği bir risalet haricinde bilmiş olduğun hak, Hak değildir.  Ona Firavun’un bildiği hak denir. Ki ona Hak denmez. Onun üzerine, “Musallat olan şu mel’una de ki: “Ben Allah’ı Muhammed Aleyhissalatü vesselamın bildirdiği gibi bilirim!” öyle dedi. Kâm aldı, Hakk’ın yanına izzetle, şerefle, şan ile gitti. Şimdi yine sohbetimize devam edelim demiş. Ehh, bu kadar konuşma yeter. Mevzua giremeden, burada birkaç şey var.

Bir defa ebediyete inanmadıkça ahlak olmaz. Ebediyete inanmaklık için ebediyete talim eden insan kimse onun tarifi dahilinde olması şart!

Öbür tarafta, Fahreddin’in mevzuunda, insan ne serveti ile ne rütbesi ile ne ilmi ile ne câhı ile mevcûdât içerisinde hiç kimseyi hor görmemeklik esasına bağlıdır. Benim şu var, bu var yok. Bilinmez işte. Böyle nesi varsa alıverirler. Bazen alan verir. Bazen de insanı inim inim inletir. Onun için  bâhusus bu hor bakmanın içerisinde bir de “ahh” olursa, en korkunç tarafı da budur. Bir de “ahh” olursa. Bütün mânâsını adamın yakar. Şimdi buna bir misal vereyim size. Dini bir misal vereyim. Mânâ  halinde bir misal.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi der ki: “Bir adam hayatında çalışır, çalışır, çalışır, çalışır; Dar’üs-Selam’a gitmesine bir karış yer kalır, Dar’us-Selama. Yani ebediyet aleminde Allah’ın  selam vereceği makama. Bir karış kalır. Birisi leyl-i gadab gelir, doğru âlem-i nara gider. Yine aynı adam, başka bir adam, hayatını geçirir, geçirir, âlem-i nara tarh olunmasına, mahrumiyete, hicran-ı azaba, yuvarlanmasına bir tek karış yer kalır, bir iltifat-ı rahmet tecellisi olur, doğru Dar’us Selam’a yuvarlanır.”

E bu nasıl olur bu? Nasıl olur söyleyeyim mi? Haftaya...


[1]   A'dal (İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler
[2] Tekâsüf Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir noktada toplanma. Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
[3] Fasahat: Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.Fasâhat: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır. Fasâhatin daha yüksek derecesine belâgat denir ki; fasih bir sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Her beliğ söz, yerine göre denmemişse, beliğ olamaz. (Edb. S.) Kelimenin aslı: "Sütün köpüğü gidip hâlis kalması" mânasına idi. Sonra bir şeyin sâfi ve şaibelerden, şüphelerden hâlis olmasında kullanılmıştır. Bir şeyin belli ve âşikâr olması.
[3] Tevessuh: (Vesah. dan) Paslanma, kirlenme.
[5] Sarahat: Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık.
[6] Nusus: (Nass. C.) Nasslar. (Bak: Nass) Doğruluğu şüphe götürmez, açık ve kesin hükümler, naslar.
[7] Muvazî: Birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yanyana bir arada uzayıp gitmesi. Paralel.
[8] Kavl-i Mücerred: Delilsiz söz.
[9]TAHFİF: (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma.
[10]Taallül(İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. Mâzeret.
[11] Temaruz: Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek.
[12].Me'lum: Kederli. Eleme, derde tutulmuş.
[13] Vikaye: Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma. Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
[14] Ma-fi-ha: İçindekiler. O şeyin içinde olanlar.
*Len Terânî: Hz Musa'ya hitaben “Sen Beni göremezsin" hitabı A’râf Suresi 143. Ayet
[15] Tekâsüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir noktada toplanma. Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
[16] Mec'ul:Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
[17] Nazirat Suresi 24’ncü Ayet-i Kerime:  فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ 
Meali: Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[18] Ali İmran Suresi 54’nci Ayet-i Kerime وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ۟
Meali Onlar hileye başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
[19] En’am Suresi 44’ncü Ayet-i Kerime فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ Meali: Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler.
[20] Taha Suresi 70’nci Ayet-i Kerime فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰى
Meali. Sonunda bütün sihirbazlar secdeye kapandılar, "Musa ile Harun'un Rabbine iman ettik" dediler.
Şemseddin Yeşil Efendi Hazretleri  آمَنْتُ بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى okuduğu آمَنْتُ kelimesi hariç Taha suresi 70’nci Ayet-i Kerimesinde geçen bu ayeti kerimeyi okuyor.  فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى  Lakin Mealin de; Sonunda bütün sihirbazlar secdeye kapandılar, "Musa ile Harun'un Rabbine iman ettik" dediler. Okunduğu üzere sihirbazlardan bahsedilmektedir.  Yunus Suresi 90’ncı Ayet-i Kerime de ise وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي إِسْرَٓاء۪يلَ الْبَحْرَ فَاَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًاۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَدْرَكَهُ الْغَرَقُۙ قَالَ اٰمَنْتُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا الَّذ۪ٓي اٰمَنَتْ بِه۪ بَنُٓوا اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَنَا۬ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ Meali: Ve sonra İsrailoğulları'nı denizden aşırdık. Firavun, düşmanca saldırmak için derhal adamlarını ve askerlerini arkalarına düşürdü. Ta ki, suda boğulmaya başlayınca "İnandım, gerçekten de İsrailoğulları'nın iman ettiğinden başka tanrı yoktur. Ben de ona teslim olanlardanım." dedi.  
Not: Ayet-i Kerime de  beyan olunduğu üzere Firavun, “İsrail oğullarının iman ettiğine iman ettim” demektedir.  Şemseddin Yeşil Efendi bir dil sürçmesi veyahut istemeden ayetleri karıştırarak da olsa bizim ufkumuzu açmaktadır.[21] Ca'lî    Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid.
[22] Mütecelli: Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.
[23] Ankebut Suresi 20’nci Ayeti Kerime قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّٰهُ يُنْشِئُ النَّشْاَةَ الْاٰخِرَةَۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۚ Meali: De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır." Gerçekten Allah her şeye kadirdir.
[24] Mücelledât:(Mücelled. C.) Ciltlenmiş kitaplar, ciltli kitaplar.
[25] Mütehammil: Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen, kaldırabilen.

*Nem var ki laf edem özümden
Mahfeyle beni benim gözümden (Fuzûlî)

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017