[29.11.1959 (311) 60 dk.]
Mevzuu başlıca iki esasa
ayrılmıştı, birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmi’
edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı
kalp. Gerek aşk, vazife, kalp, ahlak; bunlar mana-ı insaniye ait birer
vasıf olmaları hasebiyle, mevzuu daha şumûllü olarak, insan mefhumu ile
alakadar.
Hilkatte hususi bir imtiyaz almış
olan insan nedir? Bittabi[1]
tarifi en güç olan da bu kısım. Zira insan; suret itibariyle nihayet altmış, yetmiş,
elli, seksen kiloluk, kan ve kemik torbasından ibaret bir varlık. Zahiri
görüşünü iki metre uzunluğunda bir çukur istiap edebilir, alır. Fakat o içinde
sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudunu, o vicdan-ı kibriyasını, değil
öyle iki metrelik bir çukur, iki milyon metre olsa daha da olsa alamaz. Bütün
saha orada fındık tanesinden küçük, nokta kadar kalır. Onun içün, bir veçhesi
âlem-i Kudrete/ bir yüzü âlem-i Kudrete, bir yüzü de âlem-i Hikmete talip edilmiş olan insan.
Nedir bu insan?
Derununda iki derya var. İnsanın
derununda iki derya var. -Bu konuşmada değil de diğer konuşmalarda sağ kalırsam
açacağım.- İki derya ne? Bu kadar büyük bir varlığa sahip olan bir varlık, hiç
böyle elli-altmış sene içerisinde söner, geçer gider mi? İnsan bile eline
geçirmiş olduğu ufak bir saltanatının gittiğini istemez. Ya Allah (cc)! İnsan püüüf
diye geçecek gidecek mi? Mensi- mühmel, bir köşeye atılacak mı zannedilir? En
zor yeri bu. Beşeri takatle bunun hakikati tamamıyla anlatılamaz. Fakat
tamamıyla anlatılamıyor diyerekten de terk de edilemez. Onun akisleri vardır,
tecellileri vardır. Oralardan bir şeyler insan öğrenebilir. Demek ki insan, kendisine sahip olduğu halde henüz
kendisini bilemiyor öyle mi? Bilemiyor ya! Çok defa misal getirmişim; yine o misale
müracaat edelim de, bir şey anlamaya, anlatmaya çalışalım.
Şurada bir ayna var. Her kim
gelecek olursa bu aynanın önüne orada bir şey çıkar, aynaya bakınca. Oraya
çıkan kendisi midir? Şöyle bir baksa “Kendimi görüyorum.” Yakasını paçasını
düzeltir, oraya çıkan kendi midir? Efendim
işte, onun zılli[2], hayali,
gölgesi, akisi. Koy,birçok isimler koy! Pekâlâ, bunların her birisi onun
kendinin aynı mıdır? Tabi aynıdır. Ayn ta’dil[3]
eder mi, bir orada bir orada? Hem burada hem orada olur mu? Peki gayrı mıdır? Evet
gayrı olsa gerek bu tarife göre. İyi ama çekilince de orada vücut yok. Bir şey
anlatabiliyor muyum acaba? Çekil oradan, orada yok. Sen oraya gelince var,
çekilince yok. Gayrınsa ayrı olması lazım. Peki, sen oraya çıktığın vakitte o aynanın
sathı ne oldu? Seni istiap eden yer kadar oraya gelince o sath-ı ayna nereye gitti? Buralarını insan
iyi öğrenecek olursa, hayatta kendisini muhasebe-i nefs ile yaşatır. Onun içün
söylüyorum. Böyle iki ayda bir, bir ayda bir bu mevzuu tazelerim. Bazen yabancı
arkadaş görürüm söylerim, bazen aynı şahıslar üzerinde tekrar ederim. Burada
insan bir parça düşünecek olursa nefsini hesaba çekerekten yaşar. Hesaba
çekince öyle bir ilme sahip olur ki, bu ilmin adına ahlak derler.
Bunları bilmeden pek kolay kolay ahlak sahibi olamaz insan. O ahlak, adamı öyle
bir ilme sahip kılar ki, o ilmin müşterisi de Allah (cc) olur. Bir şey
anlatabildim mi? O vakit hürriyet-i fikir gelir, hürriyet-i vicdan gelir… Bunların
kendisine Allah’ın (cc) en büyük bir atiyyesi[4]
olduğunu görür, hür yaşar! Hani geçen konuşmada buradan bahsediyorduk. Bu,
bu konuşmayla onu bağlıyoruz, birleştiriyoruz yani. Hür adam kime derler,
demiştik? Herkes kendine göre:
“Efendim ben hürüm, senin
dediğinle oturup kalmam, kaydına girmem, şunu yapmam, bunu yapmam...”
Kendi kendine herkesin
sahasında bir benliği vardır. Zavallı!... “Hiçbir
kayda girmedim!” Girmedin ama nefsinin putuna tabisin! Esir-i nefis
olaraktan yaşıyorsun. Kurtardın mı ruhunu nefsinin esaretinden? Hayalinin
kölesisin! “Hiçbir şey yok(!)” Nefsinden kurtarsan da yine bir yere düşersin.
Bu sefer de hayaline düşersin. Hayalinin kölesisin. İyi bir adam olabilirsin,
fakat hayalinin kölesisin! Tam hür olabilmek içün aslına kavuşmak şarttır.
Anlatabiliyor muyuz acaba?
Misal vermiştik. Bizim yemişimiz
nerede olacak? Kalbimizde!
Bize “Şecere-i İnsani” derler.
İnsan ağacıyız biz. Biz de yemiş vereceğiz. Yemişi olmaz, yalnız çalılık,
çırpılık, dikenlik olursa onu yakarlar. İnsan da saadet yemişini bu âleme vermezse
Allah (cc) yakar! Onun dünyada
misalini göstermiş. Gayet güzel yemiş veriyor, gözünün içine bakarsın: “Ay filan dalı kuruyor mu, filan yerde bir
şey var, kim anlar, bundan, buna ne gübresi koymalı, nasıl sulamalı?”
anlatabiliyor muyum acaba? Öyle değil, “cadılaşmış” derler. Ne olur o. Çek at,
yansın. İnsan da öyledir: Eğer, yemişini veremezse, cadılaşmış. Âlem-i nara
tarh[5]
olur, geçer gider. Günah değil mi?
Dikene su verilir amma gülü
almak içün. Fuzûlî ne güzel söylemiştir, onu herkes okur liselerde. Su... Su...
(Fuzûlî-Su Kasidesi)
Zâyi olmaz gül temennâsıyla hâre
vermek su.[i]
İnce adam, çok güzel görüyor.
Zayi olmaz; gülü alabilmeklik içün fidanı sularsın, gülü sularsın diken de o
sudan istifade eder. Fakat diken goncayı dürter. Her nâdan elini, birden bire
böyle şey koparmasın diyerekten bekçi olaraktan, Hûda o dikenleri de yapmıştır.
Sen de Hak ve hakikati görmek, cananı görmeklik içün, bu şecere-i insaninde
diken olan kirpiklerini sula. Bir şey alırsın, sula ama kirpiklerini.
Anlatabiliyor muyum? Sula!
Geçen konuşma verdik misali,
tekrar ediyorum, aynı misali.
İklim-i vücudunda, şu görünen
mezâhirin[6] de
hürriyetine sahip misin değil misin? Hür müsün değil misin? Ona misal
veriyoruz. Vişne çekirdeğini dikersin, fidan olur, filizlenir, büyür
çiçeklenir, yapraklanır, bir de bakarsın ki çiçeğin ucunda vişne meydana gelir,
ilk dikmiş olduğun çekirdeği o vişneden alırsın. Ne oldu? İlk diktiğin
çekirdek, hürriyetini ilan etti. Biz de ne vakit nazargah-ı ilahi olan
kalbimizde, o ayinede Hakk’ı görürüz, hürriyetimizi o vakit ilan ettik.
Anlatabildik mi acaba? Yoksa esir-i nefis olaraktan yaşa dur. Hiç! O
kolay bir şey mi canım! Onun içün Allah (cc) der ki büyük kitapta, söyler
söyler de: [7]
لِمَنْ
كَانَ لَهُ قَلْبٌ
der. “Benim bu
söylediklerim kalbi olanlar içindür!”
Demek ki böyle iki ayağı üzerinde yürüyüp de konuşup da
kalbi olmayan da var öyle mi? Var ya! Hüner kalb-i hayvani değil, kalb-i
insanidir. Hepimiz de kalb-i hayvani var, şu sadrın şurasında mahruti bir
şekil, dört odalı, kanı şöyle yapar, böyle yapar, bilirsiniz hepiniz, o kalb-i
hayvani. O kalb-i hayvaniye talik edilmiş[8]
bir kalb-i insani vardır. O da herkes de yok diyor Hûda. İşte ahlak, o kalbi
insana verdi.
لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ söylüyor, söylüyor: “Bu
söylediğim kalbi olan kimseye aittir!” Diyor. Kalpsiz gitmeyelim! E bunun
acaba kalbimiz var mı yok mu, bunu biz bilebilir miyiz?
Kalp, makam-ı merhamettir. Kalp mahall-i keremdir. Kalp
mahall-i muhabbettir. Kalp mahall-i ihsandır. Anlatamıyorum galiba! Say bu sıfatları varsa, muazzam
kalbin var. Bunların hiçbirisi yok, işte bir et parçası var. Geçer gider! Ama o
acımak, bilakayd-ı şart olacak. Kısım kısım acırsan nefsinden geliyor, aldanıyorsun.
Aldanma! Çünkü Hakk’ın tecellisi her zerrede mevcuttur. Buna acırım buna
acımam, bunu severim bunu sevmem. Olmaz! O nefsinden gelir. Bak! Acıma
hissin çok kuvvetli mi, keremin bol mu, ihsanın var mı, affın gadabına galip
mi, sabrın her şeyin üstünde mi? Bunların hepsinin ölçüsü var. “Bunlara ben
sahibim!” O halde sizin için şey yok, tehlike yok. Hiç yok!
[9]
وَالْكَاظِم۪ينَ
الْغَيْظَ
der Allah, büyük
kitabında. Hırslanmış, gadabı burnunun ucunda dumanı tüterken: “Seni Hak
namına af ettim!” derse benimdir, diyor. Soğumuş, ara yerden üç sene
geçmiş, beş sene geçmiş, on sene geçmiş;
“Canım gelin etmeyin bakalım, şu ölümlü dünyada ne olacak siz birbirinizle şey,
merhabalaşıverin!” Ehh hoş ama Hakk’ın istediği şekil de değil. Nefisten gelen
şeyler. Anlatamıyorum galiba di mi? Dumanı üzerinde; tam, burçak, burçak gadabı
terliyor, Hakk’ı görüyor, ayağının altına alıyor eziyor. “Daha hala mı sana uşak olacağım be!” Bu sıfat hayvana ait bir sıfattır. Bunun kullanıldığı bir yer vardır, Hak
meydanında bu gadap şecaata döner. Dikkat ediyor musunuz acaba? İşin şekli
değişiyor o vakit. O vakit nefsinden olmuyor o. Onların hepsi, ahlakın verdiği
aşk ile olur. Zira aşk; hasisi cömert, mütekebbiri mütevâzi, çirkini güzel
yapan şeyin adına derler. Yeni bir tarifini yaptım size.
Gelelim mevzuun, yarım bırakmayalım. Dedik ki buraya
baktı… Bunu söylemekten maksat… Biz ihtiyarımız olmaksızın, hemen hemen her
konuşma tekrar ediyorum, sorulmaksızın, bizi buraya sevk etmişler. Öyle değil
mi? Sordular mı hiç birimize: “Beyefendi bir âlem-i şuhud vardır, dünya denilen
bir sahne vardır, teşrif eder misiniz?” Sorulmadı di mi? Giderken? Kâtip
yazısını yazarken, amir kumandasını verirken, öteki filan işini yaparken, “gel!”
dediler mi, yok! “Paydos, hayattan azl oldun!” emri geldiği vakitte hiç kimsede
kıpırdanma yok. Hiç! Ölümü öldüremiyorsun, kabrin kapısını kapayamıyorsun,
beşerden aczi gideremiyorsun, niçün kafanı yukarıya kaldırıyorsun!?
Ölümü öldürebiliyor musun? Hayır! Kabrin kapısını
kapayabiliyor musun? Paydos, bu kapıdan içeriye kimse girmeyecek. Beşerden aczi
giderebiliyor musun? Onu da gideremiyorsun. Niye kafanı yukarıya kaldırıyorsun?
Niçün insanlığı inletmeklik içün hazırlanıyorsun?
Sormuyorlar gelirken: “Bir dar-ı iptila var dünya denilen”
giderken de sormuyorlar. Geliş ve gidişte herkes müsavi; o halde niçün diğer
insanları inletmeklik tahakkümünü kendinde görüyorsun kardeşim? Geliş ve
gidişte müsavi değil mi?
Çok eski konuşmalarda bir misal getirmiştim; Murad-ı Râbi’ 4.Murat, Bağdat’ı fethetmiş gelmiş, tımarhaneyi
geziyor işte, her yeri geziyor, “Bir
tımarhaneye uğrayayım bakayım.” demiş, uğramış. Bir deli, elinde bir kalem
kâğıt, bir hesaplar yapıyor, bir şeyler durmuş böyle:
—“Ne yapıyorsun sen?”
demiş. Sert de bir adam.
—Niye bağırıyorsun öyle? Demiş. “O burada geçmez! Sen”, demiş. “Evet,
vaka on binlerce, yüz binlerce orduya kumanda verirsin, hükmedersin ama Kudret
sana çok misalini kaçırmıştır, demiş. Şu
sineğini kov bakayım, demiş. Dinlet sineğe sözünü!”
Murat şaşırmış birden bire...
—Dinletsene sineğe
sözünü, demiş. Bak sinek var şurada!,
demiş, sinek. O vakit ben sana selam duracağım, demiş. Dinlet şu sineğe sözünü, demiş. Beni
iz’ac[10]
ediyor, dinlet!
—Peki, ne
yapıyorsun? Demiş.
—(İndirmiş azıcık sesini) Ne yapacağım? Demiş, Muratla
aramızdaki serveti hesap ediyorum, demiş. (Murad) Gülmüş.
—Ne gülüyorsun? Demiş.
—Niye gülmeyeyim?
demiş. Sultan Murat, şöhret afak-ı cihan bir
hükümdar. Şimdi Bağdat’ı da fethetti geldi, muzaffer. Öyle bir hükümdar. Bunla
senin servetin bir olur mu?
—Yaptım hesabı, demiş.
—Ne çıkardın?
—Üç akçe benden
zengin, demiş! Üç akçe.
Yine gülmüş.
—E nasıl çıkardın?
demiş.
—Şimdi bir sual
sorayım sana, demiş 4.Murad’a. Bir
işin evveline mi hüküm verilir sonuna mı?
—E tabi sonuna hüküm
verilir.
—O halde hesap çıktı,
demiş. Mizanını yaptın, sen kendin de
yaptın, doğru hesap! Demiş.
—Nasıl? diyor.
—Düşündüm, taşındım,
neticede, diyor, sonunda Murad’ı da
boyunun aldığı kadar bir çukura koyacaklar, beni de boyumun aldığı kadar bir
çukura koyacaklar. Çukurlarda farkımız yok, yalnız Murat hükümdar olduğu içün
bunu on bin kişi, yirmi bin kişi, otuz bin kişi, cenazesini teşyi eder, biz de
hastayız diyerekten bacağımızdan üç kişi sürükler, tıkar. Fakat ne onun on bin
kişisinden bir kişi çukurun içerisine beraber giriyor, ne beni getiren üç
kişiden bir kişi giriyor. Hiç girmiyor, kimse içeriye girmiyor, demiş. Bir ayağı dışarda bir ayağı böyle duraraktan
duruyor, demiş, şöyle. Düşerim diye de korkar! demiş. Çukura girmeyi sen bırak, oraya girmez girmiyorlar. Kapaklar kapandı mı
müsavi, demiş!
Murad demiş ki:
—Peki, bu üç akçeyi
nereden buldun? Fark...
—O hükümdar olduğu
için onun son elbisesi, o cepsiz elbise, demiş. Kefen denilen şey, Beyt’ül-Muazzama’dan gelir, yol masrafı olur. Bizimki
de karşıki attardan alınır.
—Sen kalk gel bakayım
benle beraber, demiş. “Gel benle
beraber gel bakalım!”
Evet, gelmede gitmede hiç birimize bir şey sormuyorlar.
Giderken de sormuyorlar. Gelirken de sormadılar. Neden bu kadar şey gösteririz
biz sonra? Şeyde gayet basit di mi ya, geçirilen dakikalar? Kaç yaşındasın? “Otuz.”
“Ortaya bir şey koy. Koy ortaya bir şey.”
Hiçbir şey yok! Niçün koyamaz? Koyamayacağını zaten Hûda yemin etmiştir ya!
[11]. وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحٰىۙ
Gece ile gündüze kasem ederim
ki! Allah (cc) öyle diyor. Gece ile gündüze kasem ederim ki. Ne var o gece
ile gündüz? Hani birisi böyle alıp da okuyacak olursa, bundan ne çıkar, gece
ile gündüze? Ondan bütün şeyi bağlamış. Bütün
varlığı bu iki cümlenin içerisine bağlamış. “Celalim hakkı için gece ile
gündüze yemin ederim ki!” diyor, Hûda. Ne demek o? “Bütün hadisatı
doğruyorum, benim kaza makasım o. Gece yaparım, gündüz yaparım, açıp kapadıkça,
senin ömür kumaşını cayır, cayır, kesiyorum. Hadisatı kesiyorum, kâinatı kesiyorum,
varlığı kesiyorum. Parçalıyorum ya. Son makas da biraz dokunur sana, karışmam!”
diyor. Acaba anlatamadım mı? Haberin olmadan boyuna dokunur, fakat son makas
bir parça hıyt derken, “Gel!” dendiği
vakitte o son makas, dokunur adama. Gel şu makası dokundurtmadan gidelim. Gece
ile gündüz. Haberimiz bile yok, gece gelir, gündüz gelir, sabah kalkar akşam
yatar...
İyi amma hilkatten gaye ne?
Otuz yaşındayken bir şey yok,
kırk yaşındayken bir şey yok, elli ol, yine yok, altmış ol, yine yok, yüz ol yine yok, beş yüz ol yine
yok. Orta yerde bir şey yok! Hâlbuki bir şey olması lazım. Hakk’ın
marifetinden maada ne kadar zevk varsa hepsi geçicidir. Hepsi! Kendi üzerinde görmüşündür onu ama
ismini koyamamışındır. Mektebe giden çocuk; eğer hakikaten, kendi iştiyakı
zevki ile aşkı ile gidiyorsa onun o seneki gayesi “Şu sınıfı bir geçeyim!” der.
Geçer. Bir iki gün sürer o. Ondan sonra ağzı ile söylemez, o hesabı kendi
bulamaz, fakat hâli onun onu ifade eder, konuşur: “Bu değilmiş!” der. “Aradığım
bu değil!” Müntehi[12]
talebe olur. “Bir mezun olayım, çıkayım,
hayata atılayım!” der. Sanki hayatta değilmiş gibi! Hayatta değilsin,
hayata atılacan(!) Neyse... Parlak bir
netice ile tercihen çıkmışsa, şöyle az çok, malum ya insanlar mektepten bir kaç
türlü mezun olur. Bir kısmı biliyormuş
gibi görünür, muhiti de onu biliyor zanneder. Bu da ayrı bir şeydir. Öyle
çıkar. Bir kısmı çok iyi bilir, bildiğini meydana koyamaz, içinde kalaraktan
çıkar. Anlatamıyor muyum acaba? Öyle çıkar. Bir kısmı, hem kendi bilir, hem
muhiti bilir, hem Hûda bilir, öyle çıkar. Hangi türlü çıkarsa çıksın, nasıl
çıkarsa çıksın; o üç beş gün, onun bir zevki vardır, fakat yine hâliyle, “Aradığım bu da değil!” Örfün tabiri ile
hayata atılır, binler kazanır veyahut kazanamaz, çile çeker… Onları biz
bilmeyiz hikmetini. “Hikmet-i meskûtun- an.”
Yalnız şunu bilmeli ki; [13]وَمَٓا اَنَا۬ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يد diyor, Allah (cc). “Ben
hiçbir vakit, tenezzül etmem ki
bir kuluma zulmedeyim. Ben bundan münezzehim!” diyor. “Herkese ne
layıksa onu veririm.” Sen onu küçük
görmüşsün, acaba onu sevmedin mi? Hayır. Orayı biz bilmeyiz. Onlar ayrı.
[14] فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا
نَاصِرٍ يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ “Numara
kağıdını okuduğum gün anlatacağım. Numara kâğıdını okuyacağım herkesin, hep
içte kalmış olan şeylerin dışını çıkaracağım ben. Hiçbir kuvvet, hiçbir
yardımcı, bulunmadığı gün, senin takıntı olan yerlerini açıyorum, bak bakalım!”
يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ Bütün serair gizlenmiş, akılların fikirlerin
halledemediği. فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا
Acaba o numara kâğıdı okunmadan evvel bilen olur mu? Yaa,
bilen olur ya. Az çok dünya işine benzer. Sınıfta daima baz-ul eşheb[15],
at oynatıyor Allah (cc) meydanında. O da ilim üzerinde ilerlemiş. Hoca
çekiniyor mesela, dersi okuturken,
“Acaba bir yerinden beni yakalar mı bu talebe?” diyor. Anlatamıyor
muyum? O imtihan, numara kâğıdını beklemez, çıkarken sorar hocaya: “Canım sen
ne soruyorsun!” der, o ona. Anlatamadık mı acaba? Ama her sahada geri,
sorabilir mi: “Bana ne verdin?” Kaçar
kenarından. Öteki sorar, “Sen sormaya gözün var mı ya? İstediğin gibi oldu.”
Böyle Hak ile de konuşmak hakkını alan insanlar vardır. Onların gidişleri de
arzuya tabidir. Hani ben gelişte gidişte ihtiyar var mı, dedim amma onun hiç
biriside yalnız şey etmez. Hakkın davetini, “Biraz daha durayım!” demez. Bekler çünkü o daveti o.
Neyse mevzuu daha uzuyor. Şu olur, bu olur, hepsi üç
gündür beş gündür zevki, ondan sonra siner. Vakta ki Hazreti mevt gelir, “Ahhh, seni arıyormuşum amma adını koyamadım!”
der. Anlatabildim mi acaba? Ben seni arıyormuşum amma vuslat mı? Aslıma mı
gidiyorum? İsmini koyamamışım. Yoksa bizim bu mazahirden, bu âlemde bütün
zevklerin hepsi fani, geçicidir. Bir zevk var, o bakidir. Ona bağlı. Allah (cc)
zevki derler. O zevki adama ahlak tattırır.
O zevki tadanın nazarında ferşten arşa kadar olan saha sivrisineğin
kanadı kadar gelmez. E biz bunları bu âlemde tadabilmek içün aynı isti’datla
gönderilmiş, Hakk’a naib olmuş olan insanlarız. Günah değil mi, dedikodu ile
ömrümüz geçer? Nefsimize esir olmuş, geçip gidiyoruz.
İki türlü sarhoşluk vardır, biri bizim bildiğimiz içki
sarhoşu. Nihayet ayılır.
Herkes vücudundaki kabiliyetine göre, bünyesine göre. Şu kadar saatte şu kadar
anda. Fakat bir de gaflet şarabı vardır ki, bu şarabı içen ancak ölürken
ayılır. Öyle fena bir şaraptır. Ancak ölürken ayılır. Ondan evvel ayılamaz. O
vakit de faydası yok! O vakit fayda yok! Olsaydı firavuna olurdu. Hak insana kendisini
ya tav’an[16]
kabul ettirir veya kerhen[17]
kabul ettirir. Akıllı olanlar tav’an inananlardır. Yoksa imkân mı var ki
kendisini tanıtmasın. Ona imkân var mı? Firavun, Hazreti Mevt’i karşısında
görür görmez öyle dedi. Hem o kadar kurnaz adam ki, doğrudan doğruya iman ettim
demiyor da:
آمَنْتُ بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى [18] “Ya Rabbi Musa’nın (as) Harun’un (as) iman
ettiğine iman ettim!” diyor. O vakit, malum ya; Bir İman-ı felsefi vardır, bir de İman-ı
şer’i vardır. Söyleyeyim mi ister misiniz? İman-ı felsefi, işte bazı işte
iki-üç sayfa, beş-on sayfa okuyup yahut neyse bir on hayvan yükü kitap okumuş
filan bir parça şey etmiş: “Evet bu âlem böyle boş değil, bir gizli kuvvet var!” Ne
gizli kuvveti ya(!)
Hakk'tan âyan bir nesne yok, Gözsüzlere pinhân imiş, diyor.
Aşikâr desene şuna, onuruna mı dokunuyor. “Bir gizli kuvvet var. Hakk’a el vermiyoruz
amma bir gizli kuvvet var(!)” Buna iman-ı felsefi derler. Allah (cc) böyle
imanı kabul etmez. Hiç! “Efendim, o Allah
(cc) tanırdı ama işte şunu bilmem şuralarında dururdu.” Hiç tanımaz öyle
şeyi Allah (cc). Dinlemez! Koskoca Fahrettin[19]
de dinlememiş de nihayet Necmettin[20]
imdadına yetişmiş. Dinler mi? Ona iman-ı felsefi diyorlar. Bu asırda pek çoktur
öyle insanlar. “Evet, yapmış olduğum
tetebbü[21]
nihayet beni bir kuvvete götürdü...” Sen onu kafanda buldun di mi? Kafan da
bulduğun Allah (cc) olmaz. Acaba anlatabildim mi? Senin kafan da bulduğun
hadisdir. Allah (cc) hadis değildir. En ince noktası bu. İlim ile Allah (cc)
bilinmez. Allah (cc) ile ilim bilinir! Sen ne, nerende buldun bu aklınla mı
buldun, hadis! Fikrinle mi buldun, hadis. Hadis! Allah (cc) hadis değil! Ondan münezzeh
O. Firavunun da öyle bir imanı vardı. İman-ı felsefisi, hani aslımızda
konuşulan gibi bir gizli kuvvet, evet “Bir Allah (cc)” diyordu. Fakat Musa‘yı (as) kabul etmemişti. Musa’nın (as)
beyanı, Musa’yı (as) kabul etmeyince Musa’nın (as) beyan ettiği Allah’ı (cc)
bilemedi. Son anda anladı. O kadar zeki herif ki, “kendim iman ettim!” demiyor
da “Musa’nın (as), Harun’un (as) tanıttığı Allah’a (cc) iman ettim!” diyor. O
vakit Hûda diyor ki: “Sok bunun ağzına çamuru!” Bunu şey zannederler, sokak
çamuru zannederler. Hayır, kesafet manasınadır o. İrtikâp etmiş olduğu bütün
cinayetlerin filmini çevir, gözünün önünden bütün yaptığı kötülüklerin filmini
çevir. “Bundan sonra mı bana?” “Tepele!” Bir şey anlatamıyor muyum? Bundan
sonra öyle mi? Yok tepele tepele! Diyor.
O bir Fahreddin dedim, neydi o filan, belki de merak
edersiniz. Biliyor musunuz, söyleyeyim mi?
Beş yüz küsur eser meydana getirmiş. Her ilimde
mütehassıs. Acayip! Sema ilminde ihtisası var, kimya ilminde ihtisası var,
riyazette ihtisası var, yarım insan boyu Tefsir-i Kebir’i var. O vakit
matbaa filan yok, elle yazıyor. İki tane kitabını okumaya ömür kâfi değil.
Nasıl iş bu? Aklın durduğu yerler de buraları. Bunlara ulemayı mütebahhirin denir.
Ben şöyle anlarım onları; bir denizin kenarına oturmuş, almış eline bir kova,
hüüp, hüüüp, boyuna. E orada su birikir tabi. Bir damlanın dibine oturmuş,
tık,tık,tıkk… Ne çıkacak oradan? İşte bizim yaptığımız gibi üç satır yazı.
Anlatabildik mi acaba? Dibine oturmuş böyle.
Düşünmüyor, biz düşünüyoruz ... Böyle bir adam! Bir gün bir heyet yanına
gelmiş, müteessir ağlıyor.
—Niye ağlıyorsun? Demişler, sormuşlar.
—Kırk senedir, demiş. İlimde bir mevzuu böyle
halletmiştim, öyle iman etmiştim; şimdi bugün bir başka delille benim
bildiğimin yanlış olduğu çıktı. Onun içün ağlamıyorum, diyor. Ya, diğer
bildiklerim de böyle zamanla birer delille yanlış olduğu meydana çıkarsa benim
halim nice olur?
Onlar gelmişler, geçmişler, gitmişler. Bunu ben size
anlattım amma şimdi bugünkü anlattığım mevzuu ile onu birleştireceğim daha iyi
anlayacaksın.
Zaman gelmiş, Fahreddin seyahate çıkmış filan, hac mevsimi
yaklaşmış, "Bir de hac yapayım.” demiş. E tabi asrın ferid[22]i
bir adam, o zamanın orada bulunan emiri kendilerinden rica etmişler, demişler ki:
“Bir ders yapın, milyonla insan var, istifade etsin.” Pekâlâ, demiş. Çıkmış
kürsüye, şöyle bir yoklamış kendisini, bir harf yok hafızasında, hiçbir şey yok!
Bilgi namına bir şey yok. Biraz sıkılmış filan, yok. Burnunun içinde değil ki bir
yerden gelir o, çekmişler onu! Herkes zannederki kendisinin, burada duruyor. Burada
birşey yok, ooo durur. Çekmiş! Pili takarsın oraya cereyan gelir. Çekmiş, çekince
ne gelecek? Buz gibi durur öyle. Bir şey yok. “Rahatsızlandım” demiş. “Başka
bir zaman inşallah tekrar ederiz.” demiş, inmiş aşağıya. Gitmiş odasına
kapanmış, kapanmış odasına, hizmetçisine demiş ki: “Kim gelirse hasta der
açmazsınız, demiş. Hiç kimseyi istemiyorum.” Kapanmış secdeye “Affet beni!”
diyor. “Nedir bu hal” diyor ya. Öyle gözleri olmuş, şiş. Üç gün sonra bir
meczub-u ilahi, geleni sokmuyor demek ki. Gelmiş oraya:
—Ne yapıyor Fahreddin? Ben kendisini göreceğim, demiş.
—Rahatsız, demiş.
—Şimdi müsaade edin. Gir içeriye de ki: “Bu gelen
gidicilerden değil ve kendi içün hayır olur inşallah.”
Aynen nakletmiş. “Böyle bir tuhaf bir adam geldi.”
—Buyursunlar, demiş.
İçeriye girmiş, “Ne o filan” demiş.
—Hiç, demiş. Şöyle bir rahatsızlık var da, demiş.
—Hala mı hile yahu! Demiş. Hile yapan adam, Allah’a
hırsızlık yapan adamdır ki, rezil olur sonra, demiş!
Güzel bir tarif ama: Hilekar, Allah’ın varını çalmaya
kalkan adama denir. Anlatabildik mi acaba? Çok güzel bir tabir.
—Şimdi onu bırak da, demiş. Anlat bakalım ne haldesin?
—Eh, bunları söyleyen bizim ne halde olduğumuzu bilir,
demiş. —Sen, demiş. Beyt’ül- Muazzama’yı gezerken hiçbir kimseye kalbinden şöyle
buğz ettin mi, nefretle baktın mı?
—(Bir duraklamış.) “Evet” demiş.
—Neden? Demiş.
—Vallaha, demiş. Beşeriyet mi her neyse bize herkes tazim
eder hürmet gösterir. (Bütün mesela o geçerken, herkes böyle açılıyor, tabi
“Fahreddin geçiyor” diyorlar. Serbest serbest geziyor. Herkes kıyam ediyor, bir
hürmet gösteriyor) O Beyt’ül-Muazzama’ya girdiğim vakitte, demiş. Bir insan,
murabba[23]
oturmuş, şöyle bağdaş kurmuş, böyle oturmuş, hiç benim yüzüme bile bakmadı.
Şöyle baktı, şöyle bir baktı, yani “Sen de
adam mısın?” gibilerden. Bu hal benim tuhafıma gitti, şey ettim demiş, “nefret ettim” demiş.
—O zat, hürriyetini ilan eden zattır!
Birleştiriyor muyum konuşmayı, anlıyor musunuz?
—O zat kalbinde daima Hakk’ın tecellisini gören, onu
gördüğü vakitte aslını gören demektir. Aslını gören ise hür demektir. Binaenaleyh
onda hürriyet var, adamın nesi varsa alır, demiş. Ona “Muhyiddin” derler. Sen,
demiş; ömrün olsa da böyle on bin sene böyle kalsan, yine o kaybettiğini geriye
alamazsın! Ama demiş, “ben biraz nazlı adamımdır, Muhyiddin beni tanımaklık
mecburiyetindedir, sana iltimas etmeye geldim, kalk da götüreyim”, demiş.
Şimdi dikkat ederseniz, mevzuda birkaç şeyler meydana
çıkıyor. Biri; insan bilmez, hayatında bir kırık kalbe dokunur, yanar gider. Tüm
Silsilesi de yanar. Ufak bir kıvılcımdan bir
bina tutuşur, bakarsın ki, binlerce ev yanar. Anlatabildim mi? Bu manevi yangın
da böyledir. Ahlak yangını da böyledir. Taaa bir yerden öbür tarafa sirayet
eder. “Ya hu, buradan öbür tarafa nasıl sirayet etti?” dersin, sirayet eder. Böyledir
bu. Dikkat olunacak nokta, AHLAK! Bir garibin kalbi üzerinde oynarsın,
berbat olur gider insan. O bilgiler, milgiler, hepsi söner geçer, gider. Öyle
diyor;
Düşdi yere her kim ki kıldı bize adâvet.
Kim derd-keşiz hu tîr-i kazâyız hu fukarayız, diyor.
Neyse almış
götürmüş Mekke’ye. Onlar kerim insanlar. Görünce gülmeye başlamış:
—Daha çocuksun bak! demiş. Oyuncağını elinden aldık,
ağlamaya başladın!
Yani onun bildiği bütün bilgilere, oyuncak manası veriyor.
Neden? “Sen çünkü satırlardan bir şey öğenmişsin, bir sadırdan, vasıtasız ilim
öğrenmedin. Hep ölenlerden öğrendin, ölmeyenden almadın” diyor. Bir şey
anlatamıyor muyum?
—Senin bilgin hep ölenlerden, ya ölmeyenden almadın, oyuncaktır,
diyor. Oyuncağını elinden aldık, ağlamaya başladın!
Ondan sonra, “Sana bu cilveyi yapmamın sebebini
söyleyeyim” diyor:
—Ben senin birçok şeylerini okudum, takdir ettim. Tıbba
ait bir şey yazmışsın. Hakikaten çok güzel! Felekiyata ait bir eserin var,
okudum. Ne kadar muazzam? Çok iyi. İlm-i hendeseye ait bir şeyler va’z
etmişsin, kanun gibi, gayet güzel. Fakat diyor, Bunlar olmasın demem. Güzel,
bunlar olması lazım fakat lüzumundan fazlası da… Ömür bitmek üzere, diyor. Bak,
salıvermişsin kendini. Yarın bir âleme gideceksin: Seması başka, bu kitabının
neresini okutabileceksin kimseye? Sema başka türlü orada, diyor. Öyle bir âleme
gideceksin, hasta yok, diyor. Kimi muayene edeceksin ya? E, lüzumu kadarını
almışsın bunun sen amma orada yok hasta! Tık tık edecek yer yok. Öyle bir yere
gideceksin ki, arsası senin metrenle ölçülmeyecek. Bunlar lüzumu kadarı olmuş,
vazifeni yapmışsın. Sonra, diyor. Senin yanından bir heyet geldi bana. Sen bir
gün yine böyle ağlıyormuşsun “Kırk sene evveli bir meseleyi böyle biliyordum
şimdi o aksine çıktı, ya öbürküler de öyle çıkarsa” diyerekten, ne kadar
yerinde, demiş. Çok güzel! Sen artık, ölmeyenden bir şey öğrenmeye çalış
bakalım. Bunu burada bırakalım, diyor. Mamafih, ben de seninle meşgul olamam,
doğru Maveraünnehir’e, git o Türk Necmeddin’e. Necmeddin-i Kübra.
Koşa koşa gitmiş, koca Necmeddin de dostları ile
toplanmış, tatlı bir sohbet âleminde. Selam vermiş, içeriye girince, şöyle bir
bakmış, “Öff Muhyiddin!” demiş. “Öf, öf, nerede kıpkızıl bir kâfir var, bana
gönderir. Al biraz meşgul ol ya hu!” demiş. “Öf!” Fahreddin için söylüyor
böyle. “Verin buna bir oda bakalım!” demiş. Vermişler işte... Daire-i
terbiyesine almış, talim-i tedrisi... Olacak, olacak! Bir celalli zamanında
Necmeddin geçerken oradan, önüne çıkmış demiş ki:
—Efendi, bütün bilgilerim bitiyor! (Bırakamaz oyuncağını) —İyi,
demiş. O tamamen silindiği anda sen vasıtasız ilme sahip olacaksın.
—Onlara çok emek verdim, demiş.
—Bunu çıkarın rica ederim, demiş. Çıkarıyorlar. Ama onlar
büyük insanlar.
Yine bir gün Hazreti Necmeddin bir talim-i tedrisinde, Hak
ve hakikate ait bir bahsi anlatışında birden bire bir sükûta geçiyor; boynunun
üzerine, kalbinin üzerine boynunu büküyor, on beş dakika yarım saat-bir saat
filan, ter içerisinde. Burçak, burçak, mevsim soğuk, ter içerisinde. Sonra
birden bire “Ohh, elhamdülillah!” Tabi herkes merak ediyor, nezaketen de soramıyorlar.
—Tanırsınız, diyor. Şu Fahreddin var ya, şimdi Hakk’a
yürüdü gitti, iyi bir makam ile gitti, temiz bir aşk ile gitti, fakat ne çekti?
Son anındaydı, iblis musallat oldu! “Allah’ı Nasıl tanırsın. Allah’ı nasıl
tanırsın?” Nihayet, söyle ona ki: “Allah’ı Hazreti Muhammed Aleyhissalat’ın
tanıttığı gibi tanırım!”
Anlatabildim mi? Hani bir mevzuu çıkmıştı, iman-ı felsefi, iman-ı şerri
diyerekten. “Hazreti Muhammed Aleyhissalat-ı Vesselam’ın tanıttığı gibi tanırım!”
dedi, aldı çekti gitti. Ve tam bir insan-ı kâmil olarak lazım olan makamına
geçti. Şimdi bize burada lazım olan, benim bu sözlerimden iman-ı zevke çıkanlar
bir şey anlayabilir. Ben de sizi öyle görüyorum da konuşuyorum. Yoksa maddenin
kesafetinde olan insan bundan bir şey anlamaz. O ayrı. Kitabı parasının
üzerindeki yazı olana ait değil, fakat inanmış duymuş zannı ile. Bize lazım
olan yer var burada. Öbür tarafa ister zevk edilsin ister edilmesin insan.
Bir kalp mevzuu var, bir de bütün varlığın ariyet olduğuna
ve hiç kimsenin elinde bir şeysi kalmayacağına ait olan, derin bir derinlik
var. Allah’ın (cc) âdeti öyle. Ne vermişse alır. Yalnız imanı almaz. Yalnız,
ruhunu kurtarmışsa nefsinin esaretinden dokunmaz. Bir de makam-ı aşka
çıkarmışsa indirmez. Oraya çıkıncaya kadar yükselir yükselir, iner. Yükselir yükselir
iner. Fakat o rütbeyi verdi mi, daha indirmez. Neden? Zaten inecek bir şey yok
ki, kendi yok ki insin. Anlatabiliyor muyum inceliğini? Kendi yok. Ama bunun
taklidi çoktur. O ayrı. Yoruldunuz mu? (hayır, hayır)
Nereden girdik buraya? Şu aynadan, aynden. Hiçbir şeyin
eksilmeyeceğine ait, misal getiriyorduk burada, eski getirdiğimiz misallerle.
Şurada konuşuyorum yahut birisi konuşuyor, şuradan da iki kişi üç kişi geçiyor,
ses kulağına gitti: “Dur bakalım burada ne var” dedi. Konuşmayı ya beğendi, ya
tenkit etti yahut hoşuna gitmedi ama “Kimdir bakalım?” Oraya da iki tane nöbetçi dikmişler, “Nereye”
dedi. “Konuşanı göreceğim.” “Göremezsin!”
Yahu bir kere, “Ne yapacaksın görüp de işitmiyor musun sözünü?” “Anlıyor
musun?” “Duyuyor musun?”. “Duyuyorum!” İşte
o kadar, yasak! Bu münakaşa esnasında, gözü aynaya gitti, baktı ki ben oraya
aksetmişim, rengimi hututat-ı veçhiyemi, anlatış tarzımı tamamı ile görüyor.
“Şu ayna da gördüğüm kimse mi konuşuyor?” “Evet, o konuşuyor!” “Gördüm
öyleyse”. Beni mi gördü? Orası dursun şimdi. O zor o. Fakat benim hüviyetim
hakkında bir malumat edindi. Ben daha kendim kendimi görmedim ki o benim aynadaki
aksimi görsün. Zor işte. Ama içi rahat etti, “Gördüm!” dedi. Bir de fotoğraf
makinası aldı şıp onu da çekti. Biri geldi, bir büyük bir taş aldı, “Raaak “
dedi attı, “Şır” hepsi birden ayna gitti aşağıya. Şaldır. O orada kırıldığı
vakit, bana bir zarar oldu mu? Bir yerimde filan bir şey oldu mu? Hayır olmadı.
Demek o benim ne aynımmış ne gayrımmış. Bir şey anlatamıyor muyum? Bende bir
şey arttı mı? Arttı bende bir şey. Ne oldu? Artış nedir? Beni buraya çıkaran
dedi ki: Vaktiyle çıkarırken, “Yalnız bir tarafa bakıp konuşacaksın!”
dedi. Şimdi ayna kırıldıktan sonra bana dedi ki:
“Artık sen kayıttan kurtuldun!” Ne olacak?
“Bak her tarafına. Bak, her tarafına bak artık! Senin her tarafın göz oldu, ayn oldun sen
şimdi, Ayn!”
İşte, insanların bu âlemde kalışları, aynaları kırılıncaya
kadardır. Bir şey anlatamadık mı acaba? Aynaları kırıldığı vakitte
kendilerinden bir şey eksik olmaz. Yalnız aynaya çirkin çıkmışlarsa,
çirkinleşerekten çıkmışlarsa, o çirkinlikleri kalır, güzelleşerek çıkmışlarsa,
o güzellikleri kalır.
Onun içün öyle derler ahlakçılar. Bu, bu kadar aşikâr
olduğu halde, biz bir türlü insanlar, anlaşamıyoruz. Mevlana'nın (ks)’dediği
gibi: Tas-ı hammamest in dünya-ı dun, her dem i derd-dest… Aşağısını
getiremeyeceğim, manası şöyle;
Ne üzülüyorsun yahu diyor, niye buğz edersin, kendi
halinle meşgul olsana, kendi halinle meşgul ol. Dünya denilen şey bir hamam
tasına benzer, bir kirlinin elinden bir kirlinin eline geçer.
Tabi buradaki dünya bizim bildiğimiz bu mezahir[24] değil. İnsanı Hak ve hakikatten alakoymuş olan varlık, ahar[25]ın zararına olan varlık, her ne olursa olsun, bunlar hamam tasına benzer, bir cenabetin elinden, bir cenabetin eline geçer, diyor. Sen insansan bundan mükedder[26] olma! Bir şey anlatamadık mı acaba? Biraz da bunu konuşurken şey ederim şöyle, iyi anlatabilir miyim diyerekten. Zanneder ki bu işini gücünü dünya. Hayır,
Biz de, mana ilminde, Allah’ın
(cc) beyanında dünyayı Hazreti Ali (kv) tarif etmiştir: Küllü ma en-Hak ân
mevlâ ve hüve dünya. Veyahut, Küllü ma el-Hak an Mevla ve hüve dünya.
Hangi şey seni Allah’tan (cc) alakor, hangi şey ki seni helaka sevkeder, o şeydir
dünya, yoksa bu şey değil.
Ahric an kalbike ila yedike la
tedurru meak. Kalbinden çıkar elinde taşı, sana zararı yok, faydası var.
Bir geminin yürüyebilmesi içün denize ihtiyaç vardır. Gemi ne kadar büyük
olursa denizin de o kadar büyük olması lazım gelir, di mi ya? Ama gemi dibinden
delindi mi, dibinden delindi mi içine su almaya başladığı dakikadan itibaren o
gemi batar. Bir insan da maddeye tapar, kalıbından kalbine doğru girmeye
başladı mı o adam da mahvoldu demektir. Faydası yok! Batar gider.
Bugünlük bu kadar yeter.
[1] Bittabi: Doğal olarak, doğallıkla.
[2] Zıll: Gölge. Perde. Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye
etme.
[3] Ta'dil: (Adl.
den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.
[4] Atiyye: Hediye, ihsan. Hediye. Bahşiş. Lütüf ve
ihsan. Verilen, nimet. İhsan
[5] Tarh: Uzaklaştırmak. Vaz' etmek. İndirmek. Bırakmak,
elinden atmak. Yerleştirmek.
[6] Mazahir: (Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü,
çıktığı yerler. Nâil olmalar. Şereflenmeler.
[7] Kaf Suresi 37’nci Ayet-i Kerime نَّ
ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ
اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse
için elbette bir öğüt vardır.
[8] Talik edilen: Asılmış
[9] Al-i İmran Suresi 134’ncü Ayet-i Kerimeاَلَّذ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ
وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ
وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ۪ۚينَ
Meali: O (Allah'tan hakkıyla korka)nlar, bollukta
ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini
yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.
[10] İz’ac:
Rahatsız
etmek. Bunaltmak.
[11] Duhâ Suresi 1 ve 2’nci ayetler. وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحٰىۙ
Meali: Ant olsun kuşluk vaktine. Ve sakinleştiği
zaman geceye ki,
[12]
Müntehi: Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten. Mezun olan.
[13] Kaf Suresi 29’ncu Ayet-i Kerime مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ لَدَيَّ
وَمَٓا اَنَا۬ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ
Meali: Benim huzurumda söz değiştirilmez. Ve ben kullara asla zulmedici
değilim.
[14] Tarık Suresi 9 ve 10’ncu Ayet-i Kerimeler فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا
نَاصِرٍ يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ
Meali: O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır. İnsanın o gün ne
bir gücü vardır, ne de bir yardımcısı.
[15] Bâz-ul Eşheb: Akdoğan.
Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı.
[16] Tav'an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[17] Kerhen: İstemeyerek, istemeye istemeye,
hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek, iğrenerek.
[20] Necmettin-i Kübra Hz.
[21] Tetebbu': Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma
[22] Ferid: 1) Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ. 2) Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid.3) Avcı kuş
[23] Murabba: Terbiye görmüş.
[24] Mezahir: Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir)
[25] Ahar: (Aher) Gayrı, başkası. Diğeri.
[26] Mükedder: Kederli. Sıkıntılı.
[i] Su Kasidesi. FUZULİ
Saçma ey göz eşkden
gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan
odlara kılmaz çâre su
Âb-gûndur günbed-i
devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden
günbed-i devvâra su
Zevk-ı tîğundan aceb yoh
olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur
rahneler dîvâra su
Vehm ilen söyler dil-i
mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her
kimde olsa yara su
Suya virsün bâğ-bân
gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün
tek virse min gül-zâra su
Ohşadabilmez gubârını
muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse
gözlerine kara su
Ârızun yâdıyla nem-nâk
olsa müjgânum n'ola
Zayi olmaz gül
temennâsıyla virmek hâra su
Gam güni itme dil-i
bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu
gicede bîmâra su
İste peykânın gönül
hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu
sahrâda menüm-çün ara su
Men lebün müştâkıyam
zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek
hoş gelür hûş-yâra su
Ravza-i kûyuna her dem
durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol
serv-i hoş-reftâra su
Su yolın ol kûydan
toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol
kûya koyman vara su
Dest-bûsı ârzûsıyla ger
ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum
sunun anunla yâra su
Serv ser-keşlük kılur
kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına
düşe yalvara su
İçmek ister bülbülün
kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına
gire kurtara su
Tıynet-i pâkini rûşen
kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i
Ahmed-i Muhtâr'a su
Seyyid-i nev-i beşer
deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı
âteş-i eşrâra su
Kılmağ içün tâze
gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu'cizinden eylemiş
izhâr seng-i hâra su
Mu'cizi bir bahr-ı
bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min
âteş-hâne-i küffara su
Hayret ilen barmağın
dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin
şiddet günü Ensâr'a su
Dostı ger zehr-i mâr
içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner
elbette zehr-i mâra su
Eylemiş her katreden min
bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün
gül-i ruhsâra su
Hâk-i pâyine yetem dir
ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup
gezer âvâre su
Zerre zerre hâk-i
dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger
olsa pâre pâre su
Zikr-i na'tün virdini
dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr
içün içer mey-hâra su
Yâ Habîballah yâ Hayre'l
beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler
yanup diler hemvâra su
Sensen ol bahr-ı kerâmet
kim şeb-i Mi'râc'da
Şebnem-i feyzün yetürmiş
sâbit ü seyyâra su
Çeşme-i hurşîdden her
dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün
tecdîd iden mimâra su
Bîm-i dûzah nâr-ı gam
salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun
sepe ol nâra su
Yümn-i na'tünden güher
olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek
lü'lü şeh-vâra su
Hâb-ı gafletden olan
bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende
dîde-i bîdâra su
Umduğum oldur ki rûz-ı
haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men
teşne-i dîdâra su
0 yorum:
Yorum Gönder