Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

12. Kaset(a-b)

12 (26.07.1958) 75 dk (59-a)

İnsan var ki; mânâsı itibariyle, dikenlikte gül yapar.
İnsan var ki; sûfli iradesiyle, marifethaneleri berbat eder.
İnsan var ki, geliş ve gidişteki gayeyi aramaklık zevkiyle çırpınır.
Bir insan da var ki, Kudret’e karşı isyan eder. Kendisinde bir benlik hisseder, mahlûkatı inim inim inletir!

Tafsilatı çok, neşesi bol! Bunun heyet-i umumisi küll halinde tarif edebilmek, beşeri takatın dahilinde değil! Yalnız, hilkatten gaye insandır. Cenab-ı Hak, bilinmekliğini irade ettiği vakit; Zâtından Zâtına olan tecellide, muhabbetinin sureti olarak, Cenab-ı Ahmediyet tecelli ettiği zaman, onun tafsilatında insanı kendisine muhatap tutmuştur. İnsan Allah’a (cc) muhatap can. Şimdiye kadar yaptığım tariflerin içerisinde bir yeni tarif. Acaba anlatabiliyor muyum bir şey? Konuşuyoruz, fakat hiç kimse konuşmanın ne olduğunu bilmez. Öyle değil mi, hep konuşuyoruz.

Konuşma nedir?

Hiçbirimiz bilmeyiz! İlk önce konuşmadın da sonra konuşmaya başladın. Nasıl, neden? Bunların hepsinde gizlenmiş geniş geniş manalar vardır. Her birisi en büyük birer mürşittir. Bir insan kendi kendine asûde kalıp, şööyle derin iç alemine doğru girdiği vakitte: “Yahu ben hakikaten konuşuyorum ama bu bidâyet konuşmaya nasıl başladım, bu konuşma nedir?” diye  düşünse kâfidir, onu ikaz etmeye o düşünce. Fakat orasını düşünmez de: “Filana şöyle cevap vereceğim, filan şekilde böyle karşılayacağım!” hep bunlar. Gönüle taalluk eden nefsani düşünceler. Bir defa konuşma yok! Konuşma bitince adamı götürüyorlar. Öyle değil mi? Konuşması bitti, işi bitti! Konuşma bitti mi: “Buyurun azizim!..”

Konuşan bilir, bilen düşünür, düşünen de düşüneceğini düşünür. Ve ondan dolayı mesuldür. Mevcûdât içerisinde hiçbir sınıfın mesuliyeti yoktur. Teklif insana aittir. Cenab-ı Hak teklifi yapar, tarifini de beraber yapar. O kadar kerimdir ki tekliften önce tarifi yapar. Tariften sonra teklifi yapar. Teklifi verdikten sonra seyyiatı tahdid[1] (tahrim[3]) eder. İkram çok, bol! Yalnız bizim iyi olmak isti’dadımızı görsün.

Kudret diyor ki: “Konuşturan bir gün sizinle konuşacak!” Konuştun ya, elbette bir konuşturan var. Kendin bilmiyorsun çünkü bilmeyince… Bir muarrif var. Konuşturan bir gün tercümansız, hicapsız, konuşacak hepimizle. Niçün konuşturacak? “Konuşturdum!” Konuşmak için bilmek şarttır, bilmek içün düşünmek şarttır. Bir şey düşüneceksin, düşündünde mi geldin, düşünmeden mi geldin?

Düşünmek nedir? Olanı görmek!  

Büyük Kitap’ta:

[2] اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟ der Allah. Düşünmek böyle oturup da bööyle, böyle değil. Bir kenara çekil akşama kadar böyle boynunu bük... Ona miskin derler. Bizim manamızda böyle şeyler yoktur. Oturur bir kenara, bir de gözünü kapar. Aydınlıkken bir şey görmüyorsun, kapayınca ne görüyorsun(?) Gözün açıkken bir şey görmüyorsun ya kapayınca bir şey görüyor musun? Görene bir şey demeyiz. Göreni yok mu? Vardır. Ona bir şey demeyiz. Ben kendime söylüyorum. Kimseye değil! Gözüm açıkken bir şey görmüyorum. Mahdud[3] gördüğüm.

Düşünmek, olanı görmek. Olanı gören, O'nu görür. O’nu gören kendisini rah-ı hakikate[4] Hakk’a bende eder. Huzur ile yaşar!

Hepimize “Hayattan azloldun!” emri gelecektir. Değil mi? Bu alem bir acayiptir. Gölge avına çıkar herkes burada. Burada faniyi baki ile değişmeyen gölge avına çıkmıştır, gölge. Değmez!

Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes
Allah-u bes baki heves, gayrıdan sevdayı kes.

Hesab-ı aşikâre. Elli yaşında, her hafta konuşuyoruz bunları, tekrar ediyoruz. Yabancı arkadaş gördüğüm için mecbur oluyorum tekrar etmeye. Koy orta yere bir şey; yirmi beş yaşındasın, biraz daha küçülteyim, koy orta yere bir şey koy. Hiçbir şey yoktur. Dün bugün için rüya oldu, bugün de yarın için rüyadır. Bir onu, on misline çıkar sen; yirmi beşi on misline çıkar, bakalım ne koyabileceksin. Yok!

Allah ne vermişse alır kardeşim. Adeti öyledir. Yalnız imanı almaz, manayı almaz. Teslim olduktan sonra sende tecelli eden ahlakı almaz. Ondan mâadâ nesi varsa adamın alır. Güzelliğini de alır, çirkinliğini de alır, rütbesini de alır, çatır, çatır! Korlar adamı bir sandukanın içerisine, “Er kişi niyetine!” der. Hiç bir şey yok. “Hatun kişi niyetine!” der. Ne hanımefendiliği kalır, ne paşa efendiliği kalır, ne beyefendiliği kalır. Mülga! Ondan sonra boyunun alacağı kadar bir amel sandığı denilen bir aleme -ahiret istasyonu, denir ona-  korlar.  Bazı insanı o istasyonda güzel istikbal ederler. Bu alemde ah almamışsa birinci şart; “ah” almamış, kimseyi ağlatmamış.

“Ah” almadı, kimseyi ağlatmadı, Zulme divan durmadı. İnkâra meyletmedi, münafıka uşak olmadı. Kudret’e isyan edene eş olmadı, satılmadı. Alnının teri ile yaşadı, minnetsiz yaşadı.  Hak ve Hakikat var, dedi. İçeriye girer girmez, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Bana aitsin sen!” der. Hüner de bunu dedirtmek! Bu herkesin başına gelecek bir şey.

Gadaba karşı sabır! (İlaçları veriyorum!)

Beşeriyettir gadap eder, hiddetlenir. Hiddetlendiği vakitte gadabı halinde canavardır. İnsanlığı çıktı! İnsan çünkü bütün mevcûdât-ı câmi olduğu içün bazen insanlığından istifa eder, canavar kesilir. Hîn-i gadabında[5] canavar! Gadap gelmezden evvel insan bilir. Ben yavaş yavaş gadaplanacağım. Derhal sabır morfinini bir vurursun, o morfini vurulduğun dakikada sen kendinden geçersin. Kendinden geçince kime kızacaksın? Sen yoksun ki kızacağın adam olsun karşında. Acaba anlatabiliyor muyum? Sen ille “ben de varım!” dersen, yandın. Bocalaya, bocalaya, bir gün götürürler bir çukura tıkarlar.

Çık ara yerden çık! Yunus’un dediği gibi… Getiremedim söylediğini, dedidiydi ama gelmedi, arkası gelmedi. Zayıfa karşı bizim sinirimiz işler, kavîye karşı işlemez. Kudret de not eder! Zayıf, gücünün yettiğine karşı işliyor. “Efendim asabıma sahip olamadım!” Ama asker olursun bir suç yaparsın, kumandan sana “Niçün yaptın bunu eşşek oğlu eşşek?” der, böyle durursun. Hiç sinirlenmiyorsun ya! E zayıfı görünce sinirlendin! Ona sinirlenmek denmez, edepsizlik denir. Anlatabildim mi acaba? O edepsizlik o!

Ahlak insanı tekâmül ettirir, ettirir. Ne mâfevke karşı köpek yaptırır, ne mâdûnuna karşı kurt yaptırır. İnsansın, der. İnsan gibi yaşa, der! Acaba anlatabildim mi? Ahlakın insanı terbiyesi; zamanında, yetiştirdiği ilk derslerinde, bidâyette. Bu sonra sonra onların hepsi kalkar. Daha ilk zamanında; ne mâfevkine karşı köpek yaşayacaksın,der. Kendinden bir numara eksik. Köpek olma! Sende Allah’ın imzası var. Acaba anlatabildim mi? Sende Allah’ın  imzası var. Olma köpek!

▪️ 12 (26.07.1958) 75 dk (59-b)

Alçak tabakayı bulduğun vakitte gücüm yetiyor, diyerekten boğmaya kalkma! Biçarenin başını kemirici bir canavar kesilme! Bu dersi verir. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Gadaba karşı sabır. Ahlakın verdiği  morfin, ilaç. Cehle karşı ilim.   Cahil, her şeyi yapar. Ona ilim sıfatını kullan! Niçün demişler? Kestirmesi:

[6] تخلقوا باخلاق الله واتصفوا بصفات الله. Allah’ın  ahlakı ile ahlaklanın. Allah’ın sıfatı ile sıfatlanın. En kestirmesi budur. En güzel ahlak budur. Anlatabildim mi şimdiye kadar söylememiştim burayı.

Nasıl ahlaklanalım, nasıl yapalım?

Allah’ın nasıl ahlakı varsa, onun ahlakı ile ahlaklan! Onun sıfatı ile sıfatlan!

Mesela,  Allah’ın  ahlakından bir tanesi Settar’dır: Seni benden gizler, beni senden gizler. Gizlemese ne sen buraya gelebilirsin, ne ben buraya gelebilirim. Bir yığın çıkıklığımız var. Örter! Rahmeti ile. Anlatabiliyor muyum acaba? Örter! Seni benden gizler, beni senden gizler. Daha? Türlü türlü kabahatler yaparız, isyan ederiz, hiç yüzümüze vurmaz! “Buyurun” der, rızkımızı yine elimize kor. Bizim ufacıcık putumuza dokunsalar; uuuu, kıyamet kopar. Bir parçacık putumuza!..

Putumuz var mı bizim? Var ya! Nefsin nereye bağlıysa o senin putundur. Haset putun vardır, kin putun vardır, buğz putun vardır, adâvet putun vardır, kasa putun vardır, rütbe putun vardır, câh putun vardır. Put biter mi?..

Ey dîl sana sen gelmek için az mı dolaştın?
Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta hesap et.

Bir daha söyleyeyim. Ey dîl, ey gönül, sana sen gelmek için az mı dolaştın? Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta hesap et. Söyleyen gelmişte söylüyor, ya gelmemişse. Bunu söyleyen zât gelmiş kendisine…

 اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰي[7]ُ

Ne muazzamdır büyük Kitab’ın düsturu. Hadi oradan bir misal vereyim sizlere: اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيه

Kişinin gönlünde ne varsa, neyi severse bütün ibadeti taatı ona aittir. Bir yokla kendini! Evet,

 اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيه kişinin gönlü neye bağlıysa, neyi severse bütün taatı bütün varlığı ona aittir. Sev Hakk’ı. Sev, Hakk’ı seveni sev!  O da Hakk’tır yakanı kurtarırsın. Acaba anlatabildik mi? Vermez, yüzümüze vurmaz! Birkaç ay evveli bir misal getirmiştim, şimdi yine getireyim o misali de daha canlansın bu mevzû.

Abbasi halifelerinden, hükümdarlarından birisi, bir gün musahibini[8] çağırmış. Demiş ki:
—Yahu bu makamdır, câhdır, hükümdarlık, bilmem işte bu. Debdebe, tantana, kâinat gelir, karşımda eğilir bükülür. Hazine para ile dolu, nimet çok, reyime muhalif rey yok, buram dolmuyor! Bıktım bu biçim zevkten. Ben daha reşit olamadım mı?

Çünkü ahlaka göre reşit olan kimse; sahib-i marifet, sahib-i muhabbet olan kimsedir. Gönlünü mezâhire[9] bağlayan kimseye “çocuk” der. Çünkü bu geçicidir, oyuncaktır. Oyuncakla kim oynar? Çocuk oynar. Seksen yaşında olur, sakallı çocuktur.

İrfan sahibi arif insanlar varmış.

Arif diye kime denir? Bir şey olmadan bilen adama arif denir. Söyleyemedim cümleyi. Vukûundan evvel, bir şeyin vukûundan evvel, o şeyi bilen adamın adına arif ederler. Anlatabildik mi acaba? Arif. Böyle insanlar...

—Bir adam var benim tanıdığım amma, demiş. Gelmez ki!—Ben davet ediyorum gelmez mi?
—Gelmez! Demiş.
—Ben ya, şöhret-i afak-ı cihan bugün, gür-ü yağızlı bir adamım!
—İyi ama o da şöhret-i afak-ı ilahi bir adam. Gelir mi?
—Bilmem. Rica ederim,demiş.
—Eh aşağıdan alırsanız...
Göndermişler. Gelmiş, başlamışlar konuşmaya. 

Söz tohumdur; Hak ve hakikat uğrunda, muhabbetle, marifetle konuşulduğu vakitte can bulur.

Nasıl  veled-i sahih vardır,  veled-i gayr-i sahih vardır. Nikahı meşru olarak yapılmış meydana gelmiş bir çocuk vardır, bir de haddizatında bunun haricinde veled-i gayr-i sahih vardır. Hak ve hakikatten uzak olan sözler vücut bulduğu vakitte; o insanın kalbinin çocuğudur, fakat piçtir. Amiyâne tabirle anlatmak için söyleyeyim.

Hak ve hakikat, marifetle doğmuş olan sözlerden çıkan çocuk vardır;  o da veled-i sahihtir,  haddizatında can bulur ve insana Hak uğrunda rehber olur. Onun için hayatta insana layık olmayan konuşmayı ne konuş ne dinle! Neden biliyor musunuz? İnsanın öleceğine yakın “Hayattan azloldun!” emri geldiği vakitte bütün aza-i cevârih ta’tile uğrar. El; kuvvetini bırakır, “Allaha ısmarladık!” der. “Beni daha kullanamazsın. İyi kötü kullandın ama bana izin verdiler artık kullanamazsın!” Göz, “Kullanamazsın!” Lisan, “Kullanamazsın!” Hepsi birer birer çekilir. Kulak çekilmez. Vahiy sem’a[10] bağlı olduğu içün. En son ta’tile uğrayan işitme tecellisidir. Binaenaleyh, ne kadar kötü şey konuşmuş ve ne kadar kötü şey işitmişsen, vücut bulur diyor Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Hayattan çekiliyorsun, onunla mı meşgul olacaksın, bir de çirkin bir şeyin/işin vücudu gelmiş, ‘bak’ diyorlar onunla mı meşgul olacaksın!” diyorlar. Bir şey anlıyor musunuz?

Dinleme!  Vakit yok ki zaten neyi dinleyeceksin! Baktın saatine vapura iki dakika var, köprü üzerinde koşuyorsun. Birisi sana: “Dur yahu şuraya gel...” “Canım bırak şimdi!” dersin. Acaba seni bekleyen vapur, o vapurdan daha çabuk değil mi? Bakarsın saatine “Canım bişey, mühim bir şey hani...”  “Aman yarın, yarın!” dersin hemen koşarsın. Öyle bir vapur bekliyor ki, o vapur, bu vapurun ne kıymeti var? O kadar süratli. “Göz bebeğinden daha yakın!” dedi Peygamber. Bu yolculuktaki sürat o kadar yakın. Ama gaflet perdesi kapamış. O perde kapalı!

Ölümü biliriz hepimiz fakat düşünmeyiz. Acaba anlatabiliyor muyum? Ölümü hepimiz biliriz, fakat hiç düşünmeyiz. Bela buradandır işte. Söyledim ya herkes bilir, fakat düşünmeyiz! Bazı kimse de konuşturtmaz. Zavallıdır, biçaredir, avaredir. Konuşturtmuyorsun. Onun iyi şekli vardır. Onu iyi şekle sokarsan. Cenab-ı Gavs’ın dediği gibi, eğer onun iyi şekline gelirse ondan başka bir şey istemez Allah’tan diyor. Şikayet kastıyla değil, zevk kastıyla.

Garaz ıyd-i visâlindir bu ay ü gün hisâbından
Görüp  kabr içre tenhalığı nefret kılma ölmekten.
Tarîk-i ünsi tut kim her avuç toprak bir âdemdir.

Diğer bir yerde,

Garaz ıyd-i visâlimdir bu ay-ı gün  hisâbından.[i]

Bu günler bu geceler, bu saatlerin gelmesi gitmesi Allah  ile vuslat içindir. Ama boğulmadan çıkmalı. Malum ya herkes şimdi bir denizdeyiz. Buna kesret denizi denir. Doğum, dalgasız denizden dalgalı denize düşmenin adına denir. Doğumun manası bu. Ahmed Efendi doğdu, Ahmed isminde bir yavru bu meydana geldi, ha dalgasız denizden dalgalı denize düştü. Şimdi burada bu denizin kenarına iki türlü çıkılır. Ya orada boğulur çıkar şişer, veyahut teslim olur böyle püf diyerekten çıkar. İnananlar, sahib-i ahlak olanlar, insanı iyalullah tanıyıp sarılanlar, yaşamayı teavün[11] diye itikat edenler, bu denizde boğulmadan şişmeden çıkanlardır. Sefine-i Ahmediye vardır. İnsanı ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz bildirirler, saray-ı ehadiyete çıkarırlar.

Tatlı değil mi? Nerede kaldık da buraya uğradık? Mevzû neredeydi? (Efendim, konuşurken bir yer vardı...) İyi, teşekkür ederim ordaydık.

Konuşma; ivazsız garazsız Hak namına olursa, iblis içeriye giremez! Tabire dikkat edin. Herhangi bir ibadette girer, namaz kıl şeytan gelir, oruç tut gelir, bütün ibadetlerinde girebilir, fakat Hak sohbetine başla içeriye sokmazlar! Giremez içeriye. O zatla da o konuşurken mest-i müstağrak olmuş, bir aralık demiş ki:

—Efendim size bir ricam var. (Hükümdar diyor) Ben çok tefeyyüz[12] ettim, çok zevk aldım, beni yalnız bırakmayın. Size burada bir daire ayırttırayım, bütün ihtiyacınız giderilsin. Şurada  beraber yaşayalım. Beni boş bırakmayın.
—Olmaz! demiş.
—Bütün ihtiyacınızı yapacağız.
—İyi ama olmaz!
—Canım, niçün olmaz? demiş.
—Bak söyleyeyim şimdi sana, demiş. Sarayda oturuyor, sarayın bahçesinin öbür tarafında bir köşk var.
—“Şimdi!” demiş.  “Sen beni yeni tanıyorsun, ben seni yeni tanıyorum. Aramızda bir merasim var, bir çekingenlik var fakat bu altı ay sonra bu çekingenlik kalmaz. Ben sarayda serbest serbest gezinirim. Mesela demiş, o serbestliğim vaziyetimde o karşıki köşkte bir cariye görürüm, ona karşı şöyle bakmaklık şeklini gösteririm...”  Der demez, hükümdar kaşlarını çatmış:
—Dikkat et! demiş. Huzurumda bu kadar açık terbiyesizlik!.. 

Derhal o da ona: “Sen de dikkat et!” demiş. “Dur bakalım yahu!  Daha bir kahve içmedik, yemek gelip, bir yemek yemedik, altı ay geçecek, sağ kalacağım kalmayacağım malum değil, hayali bir konuşma orada birisini göreceğim, daha vukuu tahakkuk etmeden sözümden bu şekilde gadap ettin, neredeyse beni çiğneyeceksin. Ben öyle bir padişahın sarayında oturuyorum ki yüz türlü rezaletim var ve bir gün yüzüme vurmadı yahu! demiş. O padişahın sarayını bırakacağım da gelip sen de oturacağım, haa şaşkın herif!” Demiş, yakasını kurtarmış. Anlatabildim mi?

Adam esir-i cihan değil. Esir-i cihan olan hiçbir vakit emir-i cihan olmaz! İnsan öyle bir padişah olmalı ki askersiz, ordusuz, tüfeksiz… Anlatabildim mi acaba? Yaa! Gönül tahtında sultan olmalı. Gönül tahtında! Hâdiyi[13] başka onun. Gönül tahtında!

Ben ol bir şahs-ı sultanım ki âli himmetim vardır.
Hakikat ehliyim her şahs ile ünsiyetim vardır.

Velî vâlâ-i  pirâ nice yıllar hizmetim vardır.

Kitab-ı ışkı tefsir eylemeklik kudretim vardır.

Benim bin böyle suzişli müessir sohbetim vardır.

Anın için zümre-i irfan içinde şöhretim vardır.

Bugün ben seyf-i nazmın kuvvetiyle merd-i meydanım.
Kemâlât-ı sühanda şehriyar-ı bezm-i irfanım.

Gedayım suretâ lakin gönül tahtında sultanım.
Serir-i lağv-ı Hüsrev-i mülki mahviyyette hakanım.

Ne zannettin efendim intihasız devletim vardır.
Fakirim rütbe-i vâlâda şanım şevketim vardır.

Ben ol avare vech hayran hayran yüz sücû etmem.
Sözüm dad-ı Hüdadır. Öz özümden yüz sücû etmem.

Muhassal bir selatin-i zamana serfûrû etmem.
Güzellikte şeha şuh-u cihanı arzu etmem.

Gönül bağında bir gül yüzlü nazik tıynetim vardır.
Sadârât bezmigâhında anın için rifatim vardır.

Çıkardım bu müessir nüshayı bir ism-i akdesden.
Müsahhar eyledim devrânı bir refd-i Muhammed’den.

Kemâlim fehmedenler eylesinler bu müseddedden

Bu feyzi almışım Emrah bir zat-ı mukaddesden

Kelamımda fasihane fesahat rikkatim vardır.

Özünde hüsn-ü himmet hem sözümde kuvvetim vardır.ii

Buraya nereden girdik? Gönül tahtında sultan olmak. Gönül tahtında sultan olursa, Muhassal bir selatin-i zamana serfürû etmez. Niçün? Güzellikde şeha şuh-u cihanı arzu etmem. Gönül bağında bir gül yüzlü nazik tıynetim vardır. Sadârât bezmigâhında anın için rifatim vardır.

Yine ehl-i irfandan birisiyle görüşüyorlar da, bir hükümdar diyor ki:
—Arzu et, diyor. Benden ne arzu edersen et. Dile benden! diyor ne ihsan istersen edeyim.
Celallenmiş, insanlar her vakit bir olmaz. Arif olan o zât:
—Allah, Allah! demiş. Benim iki köleme köle olan adam, bana ikram etmeye kalkmış, ne cürettir bu! Yahu sen ne şekilde cüret ettin de, (demiş) bana ihsan etmeye kalktın? Sen benim adi iki kölemin kölesisin!
—(Şaşırmış) Ne münasebet?
—Evet! Demiş: Benim iki kölem vardı, demiş. Biri gadaptı azat ettim kovdum, biri de şehvetti onu da tokatladım attım. Şimdi seni, onlar köle etmişler. Sen onun kölesi olduğun halde bana ihsana kalkmışsın, öyle mi?

Bir şey anlamadınız mı? “Sen benim iki kölemin kölesisin. Bana nasıl ihsan edebilirsin?  Sen isme resme tuzak olmuşsun, düşmüşün... İsmin resmin tuzağına düşmüşsün. Biz isimden resimden geçmişiz.”

Biraz son rütbeye ait şeylerdir amma insan olamasa da üzenmesi de bir güzellik değil midir? Muhakkak insanın bir büyüklüğü olamaz ya fakat üzenmekliğinde de bir neşe vardır. Olsaydım, diyerekten temennisinde de bir zevk vardır. Acaba anlatabildim mi? Ahhh bende olsaydım, diyerekten. Konuşmamızın bidâyetine gelelim.

Vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl.

Akıl nedir, akıl?

Akıl, meçhulden malumu çıkarır. Hissin galatlarını tashih eden kuvvenin adına akıl derler. Alem-i Hikmette işe yarar, Âlem-i Kudret’te hiçbir işe yaramaz. İnsan Âlem-i Hikmetle Âlem-i Kudret’e taalluk eden bir can olduğu içün. Bizim bir elimiz alem-i Kudret’te bir elimiz de Âlem-i Hikmette. Âlem-i Hikmet dünya. Burada iyi kötü kendisine talim edildikten sonra bir işe yarar.  Fakat, niçünlerin cevabını veremez. Nedenlerin, nasılların cevabını bulabilir. Fakat niçün? Orada tıkanır. Beşer de niçünsüz yaşayamaz. O halde Âlem-i Kudret’e giriyor demektir.

Âlem-i Kudret mahluk değildir. Akıl mahluktur. Onun içün aşka ihtiyaç vardır. Aşk mahluk değil mi? Hayır! Buradaki aşk romandaki aşk değil, anlıyorsunuz değil mi ya? Hani bir romanda bir aşk vardır. O değil o. Ahlakın bahsettiği aşk o değil. Aslını bulmak. Geliş ve gidişteki gayenin hakikatını anlamak. Kimim, nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim, sözüne cevap bulmak, bu heyecan ile tecelliye mazhar olmanın adına aşk derler. Daha şunu söyle açıkça. Aşk Allah’ın  ismi. Muhammed de onun cismi. Hadi açıkça söyleyeyim sana. Onun içün Fuzûlî öyle söylemiştir.

Kad enâre’l-’ışku li’l-’uşşâki minhâce’l-hûdâ

Sâlik-i râh-ı hakîkat ışka eyler iktidâ

Yaa. En mühim iş o. O bir acayip bir şey. İnsana o gelirse gam gider. Adamda niye gam bulunur? Aşk olmadığından dolayı bulunur. Gam, yeis, filan yok. Hepsi gider!

Tedbirini terk eyle takdir Hûda’nındır.
Sen yoksun o benlikler vehm -ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır.
Devran olalı devran erbab-ı sâfânındır.

Aşıkta keder neyler, gam halk-ı cihanındır.

Koyma kadehi elden, söz pir-i mugânındır.iii 

Aşk kelimesi lügatte sarmaşık otuna denir. Lügat manasında bile bir incelik vardır. Sarmaşık otu hangi ağaca yapışırsa o ağacı kurutur. Aşk denilen o mana da hangi insana sarılırsa; benliğini, nefsini, hasedini, buğzunu, adâvetini, riyasını, kibrini, şehvetini hırsını tamamıyla kurutur, öz insan yapar. Onun için Fuzûlî öyle demiştir.

Kad enâre’l-’ışku li’l-’uşşâki minhâce’l-hûdâ.
Sâlik-i râh-ı hakîkat ışka eyler iktidâ. 

neş’e-yi kâmil kim andandur müdâm

Meyde teşvîr-i harâret, neyde te’sîr-i sadâ  

Söyler söyler de

Kim müşaḫḫas olmaz ol vâdîde sultândan gedâ[ii]i

Aşk sahrasına girdi mi orada ne beyefendi var, ne hanımefendi var, ne geda var, hepsi bir. Aşk kalemi bir vücuda had çizmiştir, yalnız O kalmıştır. İnsan da bu aleme üç şey için gelmiştir: bilmek, bulmak, olmak! Öyle değil mi? Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk edecek. Önce bilecek, sonra bulacak, ondan sonra olacak. Bilmek, bulmak, olmak. Sevecek, sevdiğinin ahlakına bürünecek, sonra sevdiği olacak. Kaç türlü tarifini yaptım size. Buna Marifet-i Hak zevki denir. O zevkten mâadâ  bütün zevkler de geçicidir.

Allah öyle bir Allah’tır ki kardeşim, insanı yirmi sene evvel bir hadisenin karşısında, bir hadise çıkarır karşısına, hiii şakır şakır güldürür. Aynı hadiseyi yirmi sene sonra önüne çıkarır bu sefer de hüngür hüngür ağlatır. Onun içün muhasebe-i nefis ile yaşamalı. Ahlakta düsturdur o, muhasebe-i nefis. Gece kapandı yatıyorsun değil mi ya, günlük hesabını yap.

Bugün kaç kişiyi sevindirdim. Kapıdan çıktım akşam oldu geldim. Ne kadar kalp satın alabildim. Hangi kalbe bir sürûr ilka edebildim. Kime Allah dedirttim? Kimin gönlüne bir zevk verebildim? Hangi kederliden kederini kaldırabildim?

Bunların hesabını yap. Aksi ciheti varsa hemen, yalvar Allah’a yarın da ömür versin tashih edeyim de. En büyük hesap budur! Öbür hesaplar... En büyük hesap bu!

[14] وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ Allah (cc) yemin ediyor,[15] وَالْعَصْرِۙ  … اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ Vel... “Kasem ederim!” diyor.Verdiğim zaman hayatı üzerine yemin ederim ki insanlar mahrumdur. Ancak mahrum olmayanlar insana Hakk’ı tavsiye edip, gönüle ferah veren insanlardır. Ondan mâadâ kim varsa hepsi hüsrandadır.” Resmen söylemiştir. Acaba anlatabildik mi? Ve yemin etmiş. “Allah’lığımla yemin ederim ki, bütün insanlık alemi hüsrandadır. Ancak insanın kalbine sürûr verenler müstesna.”

Yaşadık mı hayatımızda bir gün bir insan düşünerek acaba? Hizmetçi varsa muhakkak odası ayrıdır. Yetim kızı almışızdır, boyuna göre bir yatak da vermeyiz.  Boyuna göre bir yatak versen o da iyi. Kendi kızı x (ayak ayak üstünde) vaziyetinde oturur, tırnağının ucunu boyar; öbür tarafta, yirmi dört derece, on sekiz neyse, hangi dereceyi kendisine mülayim görüyorsa onunla ayarlanmıştır. Öbür tarafta bir yetim kız alınmıştır;  o da buz gibi havada mermer taşları siler, elleri pancar gibi olmuş, şişmiş... “Efendim haddini bilmeli...”(!)

Had mânâda bilinir, maddede bilinmez!

Evet haddini bilmek vardır ama mânâda. Maddede hepimiz anamızdan bir şekilde çıkarız. Teâlimiz manamızdadır. Muhabbetimiz, merhametimiz, rahatımız, şefkatimiz, insanlığa ait olan hizmetimiz, hep onlar mânâda. Oradan kemal adama gelir, oradan haddini bilecek farklar olur. Fakat maddede olmaz! Maddede herkes annesinden bir şekilde çıkar. Niye ona buzlu taşları sildiriyorsun da kendine ait olan insanı sıcak odada oturtturuyorsun. “Sekiz tane lisan bilirim ben” dersin. “Bu kadar müktesebat-ı ilmiyem var. Şu kadar kitap okudum.” Seksen yük hayvan kitabiyesi de okusan... Yine hani  darb-ı meseldir[16], biraz kabadır amma. Neyse vermeyelim kimse incinmesin. Kendime söylüyorum bunların hepsini. Kendime, hepsini kendime! Kimseye bir şey söylemiyorum.

Birikmiş ahların vebalinden manevi vücudunu kambur yapmadan öl!  Lâm[17]  hayat böyle.  Birikmiş ahların vücudundan manevi vücudun böyle eğrilmeden git!

Çok sefer söylemişimdir ya mevzû buraya uğradı da söylüyoruz.

Kâinatın kalbi, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi olan Zât-ı Âla’dır. Kızı var Hz. Fatıma. Allah  Kur’an’ında “Kevseri sana verdim” diyor. Kızının adı Kevser. Allah’ın  konuşmasında Kevser diyor Allah. O kadar ikrama ihsana nail olmuş, sahip insan yani. Öyle olduğu halde, bir gün geldi. “Babacığım” dedi. “Mini mini torunların yaramaz...” İmam-ı Hasan ile İmam-ı Hüseyin Aleyhisselam için. Yaramazlık yapıyorlar. Çocuk!

—Bu sene biraz zayıfladım, Takatim yok. Evde bir iş yaparken gidiyorlar öbür tarafta bir şey karıştırıyorlar. Bana bir hizmetçi vermez misin?
—Kızım, iyi amma ağır iştir, hukukuna riayet edebilir misin?
—Ne yersem onu yedireceğim, ne giyersem onu giydireceğim, nasıl yaşarsam öyle yaşayacağım.
—Hah. Beğendiğini al bir tane götür. Dedi, aldı...

Mazhâr-ı Kainat Efendimiz; adet-i seniyeleri, her gün giderler, her gün uğrarlar. Onun da bir hikmeti var. Bir sefer bir daha söylerim dedim yine söylemedim. Niye her gün giderler, her gidişinde hangi mânâ  vardır? Yine söylemeyeceğim. Bir gün yine teşrif ettiler. Hizmetçi de odayı süpürüyor, kerime-i muhteremesi de odayı süpürüyor.

—Olmadı! dedi. Ben bu şartla vermedim sana bu hizmetçiyi.
—Bir kusur mu var, dediler.
—Kendin gölge tarafındasın, kendin gölge tarafını süpürüyorsun, kızı güneşe vermişsin!

Kasıt yok, burası güneş sen burayı süpür dememiş. Bir şey anlatabiliyor muyum? Bir maksat tahtında “Ben gölgeyi süpüreyim...” Hayır! Kime karşı “olmadı” diyor? Yapılan iş de nedir ki büyük bir suç teşkil edebilsin? Ne olmuştur? Bununla sen kendi evladını kaloriferli dairenin ölçülmüş derecesinde oturturken, alemin yetimine taşları sildirirsen, bir nispet tedarik edersin değil mi bu mevzû ile. Artık öbür tarafını ben niye anlatayım? Anlaşılıyor! (tabi efendim)

İşte Ahlak böyle şeyleri düzeltir. Neden? Her vücutta Allah var, der. Her vücutta Allah  var, der. Ahlak insanı nimete iştihâ[18] ettirir. İki türlü iştihâ vardır; bir iştihâ-i kâzib, bir iştihâ-i sadık. Ahlaktaki iştihâ, iştihâ-i sadıktır.iştihâ-i kâzib değildir.

Bir şey anlamadınız. Nazarlar bir tuhaf bakıyor. Misal verirsem anlayacaksınız.

İki türlü iştihâ vardır; birine sadık iştihâ denir, birine de kâzib iştihâ denir. iştihâyı biliyorsunuz değil mi? İştihâ kelimesini bilmiyor musunuz? İştihâ-i kâzib nefse hizmettir. İştihâ-i sadık nefse hizmet değildir.

“Nefsüke matiyyetüke, fe’rfik bihâ[19] Vücudun binek atındır, onun hakkını ver, rıfk ile muamele et!”

Babanın malı değil, senin değil, diyor Allah. “Efendim bu vücut benim değil mi? Böyle yapamam mı?” Hayır yapamazsın! Senin değil. Senin bir şeyin yok! Benim hiçbir şey yok! Seninse ihtiyarlama!

Eğer bir şeyin varsa ölümü öldür! Kabrin kapısını kapa! Uykuyu kaldır. Uyursun sen. Uyuyunca her şeyin elinden alınıyor. Kudret onun dersini kaçırmış. Bin defa söyledim bunu! Uykudan ders almayan bir insan, ibret almayan bir insan, hiçbir şeyden anlayamaz, hiç! Uyuduğu an; kadın gitti, koca gitti, evlat gitti, masa gitti, kasa gitti, ilim gitti, cehil gitti, zalim de mazlum da bir tarafa sızdı. Ne zalim kaldı, ne mazlum kaldı, ne hakim kaldı ne mahkum kaldı. Kudret bunu gösteriyor o vakit.  “Uyumayan uyuklamayan Benim!” diyor. Senin hiçbir şeyin yok!

Nefsüke matiyyetüke, fe’rfik bihâ. Vücudun binek atındır, bineğindir. Rikkatli sıhhatli oluver. Şimdi o iştihâ-i sadık denilmesiyle işte onun hakkıdır o.

İştiha-i kâzib nedir? Ona misal vereyim. Karnın tok, nefsine hoş gelen bir yemek geldi “tokum ama yiyeceğim” dersin. Ona iştihâ-i kâzib derler. O zarardır. Anlatabildim mi? Ahlak hayatta insana iştihâ-i sadıkı verir;  bedenine, edebine, mânâsına lazım olan gıdayı tattırır. Harici misalle bir şey anlatabildim mi bunlara? Biri iştihâ-i kâzib biri iştihâ-i sadık. Buraya nereden girdik?

Tahkik yolunda akla bir  yer verilmemiştir. Beşer âlem-i  Kudret’e intisabı olması hasebiyle, oraya o ittisali olmak nisbetiyle âlem-i Kudret’le alakadar olduğu içün akıl öbür tarafa, Kudret’e geçmiyor.

Mesela, bakarsın ki mücessem-i edeb-i vefa, fazilet sahibi, ilm-i irfan sahibi, akl-ı küll, madde itibariyle söyledik. Bir de akl-ı küll vardır istilahi, o ayrı. Bugün ekmek parasına muhtaç. Öbür tarafta edepsiz, şaki, rezil, her türlü insani hislerden azade, nân içinde müstağrak. Buyurun akılla hallet bakayım. Kudret’in varlığına en büyük burhan da odur. Perdenin arkasından bir taksim eden olmasa O’nun eli olması lazım gelirdi. Buyurunuz akılla halledin!

Pazarda bir köpek, “bir parça kemik parçası bulurum” diyerekten dolaşır. Kafasına bir dirgen yer, vınc diyerekten kaçar gider. Şişli’de bir köpek, bir hanın bir dairesinde, bir apartmanın bir şeyinde, hususi bir tenekeye binmiş yani bir taksiye binmiş arabaya binmiş. Mürebbisi[20] var; en lüks sabunla yıkanır, en nefis yemekleri yer, pencereden de dilini çıkarır, bööyle insanlarla istihza eder gibi “sen yürüyorsun ama bak ben neyle gidiyorum” diyerekten bakar. Pazardaki köpek de köpek, bu köpek de köpek. Mükellef değil ki; vaktiyle yapmış olduğu, irtikap ettiği bir şeyin cezasını çekiyor yahut aklını kullanamadı da böyle sürünüyor filan. Amiyane tabirle hiçbir şey yok. O da köpek bu da köpek, buyurun aklınla hallet! Ahlakta bunlar hallolunmamış mı? Olunmuştur. Son sınıfta o köpek niçün öyledir, bu köpek niçün böyledir, onları sayar ama. O mesela; nasıl müfredat programı vardır mektepte, ilk mektebin ilk sınıfındaki talebeye, “Sin  müsavidir.”[21]  diyerekten bir cebir muhasebesi yapılmaz. O iki iki daha dört, dört iki filan. Sonra dahalar kalkar iki dört filan, böyle gider. Ondan  sonra sınıfı yükselir, başlar dersleri görmeye...

Ahlakın da dersleri, haddizatında tekâmül eden insan; kendi vücudunda, sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşanı, başka türlü konuşmaya başlar, ondan sonra o meçhuller tamamıyla hallolur.

Allah  küll halinde meçhul bir şey bırakmamıştır. İnsan Naib-i Hak’tır. Lazım geldiği şekilde kendisine bildirilmiştir. Akılla bilinmez. Hülasa benim burada getirdiğim misal  aşk ile bilinir. Akılla bilinmez. Cezbe ile bilinir, aşk ile bilinir. “Canım cezbe nedir filan...” Akıl orada haramdır. Buna mesela bir maddi misal getiririz. -Ki getirdik misallerden.- Meydan muharebesinde bulunanlarınız daha iyi anlar. Harp meydanında, meydan harbinde. Öyle bir an olur ki süngü harbinde hart hart, hart hart, hart hart. Akıl bunu yapmaz, anlatabildim mi acaba? Öyle hâl  bulur ki, öyle kanmaz da düşmanın kulağını hart hart koparır. İşte cezbeye geçti. Akılla olmaz o. Nasıl maddede böyle cezbe olduğu gibi, mânâda da Hak sofrasında da böyle cezbe vardır. Yoruldunuz mu? (Hayır, hayır...)

Akıldan doğan ahlak. Vazifeyle şey ediyor. Vazife; geçen konuşmada da tekrar ettik, bu hafta da yine şey ediyoruz, bahsediyoruz. Vacibü'l- icra olan şeye denir. Vacibü'l- icra olan şey, mukaddestir. Yapılması örfen, ilmen, aklen, mânen, vicdanen mecbur olan şeyin adına vazife denir. Mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar. Kutsiyât ahlakiyattan doğar. Ahlakiyat ebediyete imandan doğar, ebediyete iman, Allah ile olur. Anlatabildik mi? Kararı böyle verecek.

Aşktan doğan ahlakın menşei kalp.  Kalp, nazargâh-ı İlahidir. Bu göğsümüzün, sadrımızın sol tarafındaki mahruti bir şekil, dört köşeli dört gözlü olan kalp, o hayvani vücudumuzun kalbi. Benim burada konuştuğum kalp, insani vücudumuzun kalbi. Bu kalbe taalluk eden bir manadır. Maddecilerin, insanın kanı şöyle olur filan, o kalbi durdu mu işte… Biz onu, mânâya inananlarda onu öyle kabul eder. Biz vücud-u hayvaniden bahsetmiyoruz ki, insanın kendine mahsus bir ruh-u  insanisi var. Yalnız bir tane mi ruhu var?  Ruh-u sultanisi var, hele hele bir ruh-u izafisi var ki kelimeyle anlatılmaz. O nedir o. Allah’ın  [22] وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي ruh-u menfûh ile tekrim edişidir.

Kaç ruha sahipsin? Kaç? Bu vücutta kaç vücuda sahipsin? Dinlediğin kadar konuşuyorsun. Hangi vücudunla konuşuyorsun? Dinlediğin kadar geziyorsun, hangi vücudunla geziyorsun? Bir yandan kabul ediyorsun, bir yandan inkâr ediyorsun, bir yandan eh diyorsun, bir yandan başka bir şeyler  yapıyorsun, kaç vücuda sahipsin? Kim kiminle konuşuyor içeride? O kadar küçük bir şey mi zannedersin kendini? Bir an geliyor, “Offf sıkıldım patlayacağım!” diyorsun. Hangi vücudun geldi de patlıyorsun? Bir an geldi haddizatında “Aman çok hoşum” diyorsun. Ba’s[23] hali. Hangi vücudun geldi de bas’a geçiyorsun. Yaa, onun içün insan Halife-i Hak’tır. Naib-i Hak’tır. Çok kavîyi senin eline Allah musahhar[24] etmiştir. Kendi zatına muhatap kıldığından dolayı, “Gel bu imzamı bozmadan Bana gel!” diyor. Ne vakit beşer, nokta-i istinadı Hak tanırsa o vakit bu iş olur. Fakat şimdi insanlar, bütün dünya sekenesi, küll halinde, tabi nadir olan hesaba girmez. En-nâdir ke'l-ma'dûm.[25] Hüküm ekseredir. Beşer yalnız madde üzerinde kaldığından dolayı, dünya da harap oluyor işte. İhtirasât-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasât-ı nefsaniye ile çatır çatır yıkılıyor. Yalnız altında kalan beşere yazık, inim inim inliyor!

Fen teali etmiştir, ilim ayyuka çıkmıştır, felsefesi gözlere, fikirlere veleh verecek kadar tekâmül  etmiştir. Terbiye tezgahları muntazaman çalışır, inzibat teşkilatı en kuvvetli şekilde teşekkül eder, ne yapalım ki beşerin ah sesini dindiremiyor. En büyük kafalar bir araya gelsin, en yüksek diplomatlar toplansın, en muazzam iktisatçılar, teşkilatıyla beraber birleşsin; yine vallahi, billahi, tallahi, beşere huzur veremeyecektir ve veremez! Musluk Allah’ın elinde. Kendi öyle diyor.

 [26] وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا

Beşer bir parça tenekecilikte ilerlediği vakitte “yaratırım” sevdasına geçer, Benimle nispeti azalır. Benimle nispeti azaldığı vakitte, Ben de musluğu kısarım. İnim inim inletirim.

Bugün en yüksek rütbeye sahip olanda da huzur yok, en aşağı tabakada da huzur yok. Ne kasası olanda var, ne masası olan da var. Belki, belki yine ufak bakılan, o haddizatında zavallı nazarıyla baktığımız insandaki huzur çok yüksek görülen insanlardan daha rahattır. O tozlu hasırı şöyle bahçeye silkeleyip de oturur, üzerine bir su serptikten sonra kırık testisi ile kırık çatlak tabağıyla, ucu kıvrılmış bükülmüş çatalıyla, çocuklarının yanında oturur. Üç yaşında çocuğunun birisi omuzuna asılır, bir tanesi bacağını çeker; o arada bıçağı belki iyi kesmiyor, ekmeği eliyle koparır. Fakat kolunu yastık yaptığı vakitte mışır mışır uyur. Öbürkü kuş tüyü yatağın içerisinde dön babam dön. Döner, döner; ha bire dön, de bire dön. Dön, dön! Neden?

Huzur kisbi değildir, vehbidir. Servet bizâtihi nimet değildir, vasıtâ-i nimettir. Bin defa söyledim, yay bunu yay! Servet bizâtihi nimet değil, vasıtâ-i nimet. Bu bir servettir, kendi kendine nimet olmaz. Allah diyecek ki: “Git bu Ahmet’te nimet ol bakayım!” O vakit nimet olur. Başka türlü olmaz o! Hayatınızda içinizde tecrübe edenler vardır. Çok zaruretli zamanlarınızda çok tatlı anlarınız olmuştur. Çok geniş zamanlarınızda çok inlediğiniz anlar olmuştur. Neden o. O gelecek o! Kendi verecek!

[27]وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟ 

“Beşeriyet istediği kadar eşkıyasını toplasın, Bana sarılmadıkça, Ben ona daha yolu açmam!” diyor Allah. “Ben açacağım yolu!” diyor. “Efendim bugün iyi olur, yarın iyi olur...” teselliyle ne vaktini geçiriyorsun. Nâmütenâhi bu âlemde kalacak değilsin ki! “Bugün iyi olur yarın iyi olur…” Bu anda iyi misin ona bak! Bu  aleme taalluk eden, hadi mana ile birleştirelim bu ahlak konuşmasını daha iyi gitsin.

Ömür bu, ayine inim inim inler, diyor. İşte inliyor, beşeriyet inliyor. Cayır cayır inliyor. Bereket bir feyz-i manevidir, gözle gözükmez asârından anlaşılır.

Deden altı saat çalışırdı. Bütün dünya sekenesi üzerinde, bir parça olarak konuşmuyorum, mevzii konuşmuyorum yani ya. Umum dünya üzerinde konuşuyorum yani ya. Deden altı saat çalışırdı, sen on sekiz saat çalışırsın. Dedenin zamanında on nüfuslu  ailenin bir adamı çalışırdı. Şimdi onu birden çalışır, meğer biri hasta olsun da evde kalsın. Çalışma şekilleri değişir. Hatta niye? “Hizmetçi evde yüz liraya hizmet eder, karım bir işte bulunursa altı yüz lira alır. Bizim burada beş yüz lira iktisadımız vardır, çocuk olursa hizmetçi bakar çocuğa!” der. Karın da/kârında gider. Çocuğun kucağında duruşu, “anacığım” diye sarılışındaki zevk acaba mavi kağıdın üzerinde ki yazılı beş yüzden daha mı aşağı? Anlatabiliyor muyum? Şöyle bir mavi kağıdın üzerinde beş yüz, üç yüz, iki yüz her neyse, böyle bir yazı var bir kağıt... Çocuğun da ihlas ile “anacığım” diye kucağında bulunuşu var. Neyse bunlar zevk neş’e meselesi. Bizim mevzûumuz orası değil. On nüfusun onu da çalışır, biri hasta olsun biri  meğer ki kalsın. Fen de yardım eder, evveli buraya Çekmece’den beş saatte gelirken şimdi yirmi dakikada gelirsin. Başka vasıtayla gidersen beş dakikada gelirsin.

Çalışma çok. Sermaye Allah’ın  verdiği sermaye. Hava, toprak, su, ateş. Başka bir şey vermedi, kapital o. Bu toprak aynı toprak, bu su aynı su, bu hava aynı hava olduğuna göre, o güneş her günkü yerinde doğar her günkü yerinde batar. Çalışma on misli, mesai, fen hepsi yardım eder, akşamın yiyeceği yok, olanda da dert çok. Bağlamış çünkü. Bir milletin de insanlık âleminde; fakir yiyemez, zengin yiyecek olursa “Onu, ona hamal yaparım Ben!” der. “Eşyanın zevkini kaldırırım!” der. Öyle değil midir ya, evveli bir sepet çilek bir mahallenin içinde koku verirdi, şimdi koca yemişi gibidir. Dut, kuyu suyu gibidir. Et asit gibi kokar. Pis bir koku peyda etti. Haa... Domates, hani domatesin kokusu, bağlı o. Fermanı var mı bunun?

 وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا

İşte bu!.. Yer yer yine bir şey yok! E vitamini, C vitamini... “Ahh” vitamini bütün vitaminleri bozar!  A vitamini mesammattan[28] girer. Kendi kendini almadan giriyor oraya. Ne kadar vitamin alsan mezar, faydası yok onun. Hiç!  Deden bir seksen boyundaydı, omuz da bu kadardı. Boy bu kadara indi, omuz bu kadara indi. Ne E vitamini vardı, ne C vitamini. Hepsi vardı onun. Küll halinde alıyordu o vitamini. Anlatabildim mi acaba?

Beşeriyet noktâ-i istinadı kuvvet olarak tanıdığı dakikadan itibaren yıkılmıştır!

Tıp ilminde kalp çıkarıyorlar, göz çıkarıyorlar, ölü taze iken öbür adamın gözünü değiştiriyorlar.  Bunlar mühim mühim işlerdir; az ufak tefek iş değildir amma bütün teali  terakki beden üzerinde, kemik torbasında yapılmıştır. İnsanın da bir de ruh şeysi vardır yahu. Ruh torbası mı diyelim ne diyelim, kelimesini bulamadık. Bir mânâ-i ruhu, bir vicdân-i kibriyası, bir mânâ-i ihtivası vardır. Onun üzerinde insanlık alemi henüz bir çalışmaya başlamamıştır. Hepimizin ağzında “Hangi kuvvete bağlanıyorsun?” Kuvvetin şe’ninin neticesi boğuşmak. “Boğuşun!” diyor Allah. Hangi Hakk’a dayanıyorsun, diyen yok. Boğuş! Allah kuvvette değil, kuvvet Allah’da. İnsanlar her şeyi kuvvette biliyor, Allah da kuvvette öyle mi(?) Hah pekala “Boğuşun!” diyor. “Boğuşun bakalım!” diyor, bütün kainat boğuşuyor.

Kuvvetin şe’ninin neticesi boğuşmaktır. Hakk’ın şe’ninin[29] neticesi sarışmaktır. Noktâ-i istinadı kuvvet tanıdığı müddetçe beşer böyle inleyecek. Kalkmayacak inilti! Hedefi menfaat tanıdığı müddetçe inleyecek!

Bugün hepimizin ağzındadır. “Veli bey şu işi yapalım. İyi ama ne menfaati var!” deriz  haa! Beşer bu seviyeye düştü mü inler, diyor Allah. Çünkü neden? İhtirasât-ı nefsaniye hiçbir vakit tatmin olmaz. Bugün zavallı vaziyete gelmiş, her şeyden mahrum olmuş bir adam der ki: “Şöyle bir beş bin liram olsa şöyle ufak bir iş yapsam…” Hem ona sorarsan böyle gayet, mini mini konuşur böyle. Mini mini böyle acırsın sen onun haline. Kudret verir; beş bin, on bin olur, yirmi bin, yine olmaz o. Elli bin, yüz bin, şeyler, rakamlar yükseldikçe o mini mini konuşmaklar da değişir, böyle gerilerekten konuşurlar sana. Bitmiyor hahh...

İhtirasât-ı nefsaniye beşerde hiçbir vakit tatmin olmadığından dolayı, hedefi menfaat tanıdın mı yine boğuşmak çıkar. Yaa, hedefi fazilet tanıyacaksın. “Ali bu işi yapacağız, ne fazileti var?” Faziletin şe’ninin neticesi Allah’ın  rızasıdır. Anlatabildim mi? Deden bu neş’e ile yaşardı. Ahlakın bu sınıfına mensuptu. Bire on dövüşürdü onun içün. Evvela canan sonra can, diye yaşardı. Hiç yoktur tarihte haddizatında hasmı dua etsin düşmanına. Senin dedene dua ettirtmiştir, edilmiştir. Tarih onu yazar. Neler yazar neler...

Bu kubbede kadınlar yetiştirmiştir, ne anne yetişmiştir biliyor musun sen be? Evladını alıyor karşısına da: “Şu memelerim sana haram olsun eğer alnından câm-ı şehâdeti nûş etmezsen. Öpeyim, şehit haberini bekleyeyim!” Ne aldı da bunu söyledi o. Bu bedava söylenmez ki bu! Mukabilinde ne gördü ne aldı da? Sonra aptal bir kadın değil,  senin bildiğin gibi!   Belki sen  onu aptal zannedersin ama sen daha donunu dikemezsin. Onun yapmış olduğu nakış Avrupa müzelerinde duruyor. Karaca Ahmet Mezarlığını gezersen; kimyager kadınlar, eczacı kadınlar, muazzam muazzam haddizatında hukukçu kadınlar, fakih derler o günkü tabirlerle. Neler var, neler var. Rabialar, Adeviyeler, Sükeyneler, Zeynepler... Durur adamın aklı. Hani belki sen dersin ya...  Dünyayı öyle bilir ki, dünyayı böyle parmağında oynatır hep. Neden? Burası açık.

Yalnız kafa gözü görmez. Kafa gözü az görür. Bu göze bir başka gözlük gelecek ki göresin. Aptal değildi o. Ne görüyorlardı ki öyle diyordu. Onun cemiyetteki yarışı da bir acayipti. Ziyneti de bir meseleydi. Elinin emeği ile çalışır, kocasının verdiğini biriktirir, biriktirdiği ile şey eder. Elinde bir model olup ta böyle şıkır, şıkır, şıkır çevirip “şunu yapsam mı bunu yapsam mı(!)” değil haddizatında. Altın ve mücevher üzerinde rekabet vardı cemiyet içerisinde. Bin liraya bir elbise yapar, bir ay sonra yirmi beş kuruşa almaz kimse. Yaptın mı yapamadın mı diyerekten evde boşanma davası çıkar! Çocuklar rezil sefil! “Filan düğünde filan cemiyette birisi şu kadar kıratta bir pırlant yapmış, bende o ayarda yapacağım.” Yaptığı dakikada dört sene sonra sıkılınca, yüz liraya almışsa ya yüz on liraya satar, ya yüz liraya satar, yahut doksan sekiz liraya satar. Şimdi bin liraya bir şey yapar, on bin liraya bir şey yapar, altı ay sonra satarsa elli liraya satar. Böyle çula gider para! Acaba anlatabiliyor muyum? Yaa. Sen beğenmiyorsun amma.

Bugün çalışan kızların hangisinde on tane kağıt vardır. On beş yaşında, on altı yaşında hayata atılmıştır. Otuz yaşına gelmiştir. Hangisinde üç beş bin lira bir para vardır. Zavallının kazancı nedir bilir misiniz? Dudağının boyası ile ayağına giydiği iskarpin ve çorap. Bir ömre mal oluyor kardeşim ağla! Ufak iş değil o. Sabahın sekizinden akşamın karanlığına kadar, bir ömre mal oluyor bu! Altmış beş yetmiş, incecik bir zar kadar bir şey, makine dikişi, ondan sonra da kadın yürüdü, ağzı açıldı, yağmurda kat’iyen giyemezsin...

Ee yazık günah değil mi bu ömür! Bu ömür öyle bir şeydir ki mücevherle alınmaz ki bu!  Ömründen geçen bir dakikaya “Bir milyar lira versem.” desen, Kudret’e “ver”desen. “Yook, geçti!” der.

Bizler de haddizatında; baklacının şeysini, salatacının, domatescinin pahalı mı satıyor ucuz mu  orası gözümüze dikiliyor. Şey ediyor. Gelmiş, arabanın üzerine sırtına almış şeyi “Kabaak, kabaaak...” diyerekten ter içerisinde, bir kolunda altmış kilo, bir kolunda elli kilo. Sana versem karşıya götüremezsin. Ayağındaki ayakkabısı da otomobil kamyonunun yahut kamyonun otomobilin her neyse eskimiş lastiğindendir. Sen giysen ayağın kangren olur. Kudret ona muafiyet veriyor. Olmuyor başka. Fakat sen bir giy bakayım! Şuradan karşıya Aksaray’a kadar, derhal ayağın difteri olur. Onda olmuyor! Muafiyet kanunu Allah’ın. Onun soruyoruz faturasını, kaça aldın bunu kaça veriyorsun diyerekten. Onun  öyle soracağı durumu var mı, bu hayatta! Tetkik et. Ben tetkik ederekten söylüyorum. Öbür tarafta seksen telefonlu, yetmiş bin çeşitli, bir yığın uşakla, hadimle, neyse şunla bunla böyle böyle kazanan bir yerler vardır. Beş gram gelir çorap, on beş lira, yirmi lira! “Kaçtı, hı hıh hıh çorabım  sabun getir.” Bunlar ömre mal oluyor. O milyarlar alır, milyonlar alır, bu beş gram kaç para hiçbirimizin  aklına gelmez. Sonra böyle şeyler haddizatında muhakkak büyük idarenin tanzimine bırakılmaz ki. Milletin kendisinin kafası işlemesi lazım gelir. Bilmem efendim.

Biraz insan tok gözlü yaşamalı. … İşte ahlakın maaliyat... Evvela canan kısmına girmiş olsak  bunlar olmaz.

Kuyruk, tabiri zaten sakat. Hayvan mıyız  biz kuyruk olalım(?) Kudret bize ağzımızla bunu söylettirdi. Kuyruk olduk, kuyruk olduk(!) Kuyruk hayvana aittir, sıraya girdik de! Razı olmuşsun bir defa. Bir adam bir daha, bir adam bir daha, bir daha, bir daha, bir daha, bir daha, bir daha, sonra kafası da işlemez. Niye işlemez? Kaçta gittin dersin bu gazı almaya. Saat altıda. Kaç şimdi saat? İki. Sekiz saat bir yevmiyedir. En aşağı on beş lira. Kaça aldın bu kadar? “On beş liraya aldım” bunları diyecek. Bırak bunları, elinde yakması olan, ihtiyacı olan, odun yak kömür yak. Yok değil var, var ama, ahlakın evvela canan sınıfında olmadığımız içün hep böyle gözüküyor. Şeker de öyle, o da öyle, o da  öyle. Yoksa onur meselesi yap! Yakmayacağım de, yemeyeceğim de! Derhal bir hafta sonra olur. Anlatabildim mi acaba? Sen o biçim yaptıktan sonra kısıyor Allah. İnle bakayım, diyor. Anlatabiliyor muyum acaba?

Neden? Hedef fazilet değil de onun içün! Misalini veriyorum konferansın. Hedef fazilet olduğu dakikadan itibaren, hedef menfaat değil! Şimdi menfaatte. Menfaatin de boğuşmak değil mi? İşte boğuşuyor. Kuyruk oluyor(!) Tabir sakat! Allah (cc)  söyletiyor. Lisanü'l-Hak. Kelamü'l-Hak. Halkın konuşması Hakk’ın tecellisi. Oraya layık olmuşuz! Sıra bekliyorum de!

Kelimelerin çok üzerinde dururdu deden. Bunu söylemekten maksadım, deden meş’um[30] kelime kullanmazdı, hiç yok. “Lambayı yak” dememiştir. Yakmak kelimesi meş’umdur. Hariçte vücut bulur, iyi bir kelime değildir. Yaa? “Lambayı uyandır.” Şıklığına bak sen şimdi. “Lambayı söndür” demez. Sönmek kelimesi yok olmak manasınadır. Meş’um bir kelimedir, kullanılmaz. Lambayı dinlendir.

“Kapıyı kitle” demez. Kitlemek demek o onun şeysi mukadderatı sönmek demektir, meş’umdur kullanılmaz o kelime. Ya? Kapıyı sırla!

“Filan adam öldü bugün gömdük!” Kedi mi bu! Hayvan mı gömdük(?) Hakaret manasınadır. “Gömdük denmez!” Ahmet Efendi bugün sizlere baki gitti, kendisini gizledik.

Nezaketleri anlatabiliyor muyum acaba? Ama bunlar ahlakın kemaliyle olur! Yoksa annesine koca karı, babasına moruk dedikten sonra artık, şunu yapmış bunu yapmış, bu işler...

Maamâfih mevzûu daha biz girmedik, vakit geçti. Mevzûa daha giremedim ben. Bugün ki mevzûa giremedim. Sizde yoruldunuz. (hayır, hayır) İyi ama yoruldunuz belli. Yine sağ kalırsam, Allah (cc) isterse haftaya görüşürüz.

[1] Tahdid: Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. Tarif etmek. Bir şeyi kasdetmek. Keskin etmek. Bilemek.
[2] En’am Suresi 50’nci Ayet-i Kerime قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّ۪ي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۜ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟
Meali: De ki: "Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?"
[3] Mahdud: Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
[4] Rah-ı hakikat: Hakikat yolu.
[5] Hin-i gadap: Gadaplı anı, gadaplı zamanı
[6] Hadis-i Şerif.
[7] Casiye 23 اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ وَاَضَلَّهُ اللّٰهُ عَلٰى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلٰى سَمْعِه۪ وَقَلْبِه۪ وَجَعَلَ عَلٰى بَصَرِه۪ غِشَاوَةًۜ فَمَنْ يَهْد۪يهِ مِنْ بَعْدِ اللّٰهِۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ  
Meali: (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?
[8] Musahib: Beraber sohbet eden. Arkadaş. Arkadaşlık eden. Birlikte bulunan.
[9] Mazahir: (Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler.
[10] Sem': İşitmek. Kulak ile dinlemek.
[11] Teavün: Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.
[12] Tefeyyüz: Feyizlenmek. İlerlemek. Bollaşmak.
[13] Hâdî  Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden.
[14] Asr Suresi 3’uncu Ayet-i Kerime   اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Meali: Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.
[15] Asr Suresi 1’nci ve 2’inci Ayet-i Kerimelerوَالْعَصْرِۙ  اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ
Meali: Asra ant olsun. İnsan mutlaka ziyandadır.
[16] Darb-ı Mesel:Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Ata sözü.
[17] Lâm (ل) : Elif harfinin kıvrımıdır, yani aslı Elif’tir. Elif gibi Hak'tan gayrinin karsısında dimdik ol manasında kullanılır.
[18] İştiha: Meyil. Haz. Fazla istek. Arzu. Açlıktan gelen yemeğe karşı fazla isteklilik.
[19] Hadis i şerif: “Nefsin senin bineğindir, ona rıfk ile muamele eyle! Haşin davranma, sert davranma!”
buyurmuştur. Alûsî, Rûhu’l-Meànî, c.V, s.180.
[20] Mürebbi: Terbiyeci, terbiye eden, yetiştiren, ders veren. Pedagog. Besleyen.
[21] Sin müsavidir: "Sin” Matematikte, trigonometrik bir fonksiyon olan "sinüs" ün kısaltması.sin(=....)eşittir  falan diye gidiyor.
[22] Hicr Suresi 29’ncu ayet-i Kerime: فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ سَاجِد۪ينَ
Meali: Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın."
[23] Bas: ihya, dirilme.
[24] Müsahhar: (Sihriyy. den) Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
[25] Nadir olan şey yok gibidir.
[26] Taha Suresi 124’ncü Ayet-i Kerime  وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.
[27] Ali İmran Suresi 101’nci Ayet-i Kerime  وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ
اللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
۟
Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[28] Mesammât: (Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler.
[29] Şe'n: İş, yeni olan hal. Şan. Tavır. Hâdise. Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.
Şe'ni : Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri. (Hakkın şe'ni ittifaktır, faziletin şe'ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe'ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saadet-i dâreyndir. S.)
[30] Meş'um: Kötü. Uğursuz. Bedbaht.


[i] Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (Marifetname, İkinci Fen, beşinci bab,  dördüncü fasıl, beşinci madde) 

Bu âlem ki, gönül, kaydın çekersin, mihnet ü gamdır,
Fenâsız âlemi seyreyle ki, bir hoşça âlemdir.

Görüp yalnızlığı kabr içre nefret etme ölmekten.
Tarîk-i ünsi tut ki, her avuç toprak bir âdemdir. 

Bunun benzeri bir beyite de Fuzuli ‘de rastladık;

Garaz ıyd-i visâlindir bu ay ü gün hisâbından
Anıp tenhâlığı kabr içre nefret kılma ölmekten
Tarîk-i ünsi tut kim her avuç toprak bir âdemdür.
Fuzuli

ii ...Kemâlim fehmedenler eylesünler bu müseddesten
Bu feyzi almışım Emrah bir şeyh-i mukaddesten (Erzurumlu Emrah)

[ii] Şeyh Galip 

 iiiFuzuli Divanı

Kad enâre’l-’ışku li’l-’uşşâki minhâce’l-hüdâ
Sâlik-i râh-ı hakîkat ışka eyler iktidâ 

Işkdur ol neş’e-yi kâmil kim andandur müdâm
Meyde teşvîr-i harâret, neyde te’sîr-i sadâ 

Vâdî-yi vahdet hakîkatde makâm-ı ışkdur
Kim müşaḫḫas olmaz ol vâdîde sultândan gedâ 

Eylemez ḫalvetserây-ı sırr-ı vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûkdan, ma’şûku âşıkdan cüdâ 

Ey ki ehl-i ışka söylersen melâmet, terkin it.
Söyle kim mümkin midür tağyîr takdîr-i Ḫüdâ? 

Işk kilki çekdi ḫat levh-i vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hâk isbâtında nefy-i mâ’adâ 

Ey Fuzûlî! İntihâsız zevk bulduñ ışkdan
Beyledir her iş ki Hâk adiyle kılsañ ibtidâ

 

 

 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017