Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

006. Kaset

006 (30.03.1958) 60 dk (76)

...Vicdan içine girecek olursa bütün varlığı muhîttir.1 Nedir?
Bazen bakıyor ki böyle mesrur, bazen mahzun... Gönül tahlili, gayet güç...

İnsan iki âleme raptedilmiş can. Bir veçhesi âlem-i Kudret’e bağlı, bir veçhesi de âlem-i hikmete bağlı. Âlem-i hikmet ki; dar-u belva, dar-ı mihen, feryat âlemi olan dünya sahnesi. İkbalinde hud’a, idbarında fecia’ gizlenmiş olan. Daima söylediğim gibi, hezâr aşina bir acuzeye benzeyen bir yer. Tuzağı çok, insanı hayal avına çıkarır. Tuhaf bir yer!

Bir de âlem-i Kudret. Asude kaldığı vakitte: “Kimim?” diye bir hitap başlar. Ben kimim? Nereden geldim? Nereye götürüleceğim? Ne olacağım?
Bu sualleri sorar kendisine. Bu sualleri sormaya başladığı andan itibaren, ahlak müessesesine yaklaştığı anlaşılır. Bu sualleri soruncaya kadar henüz o müesseseye yaklaşmamıştır. Çünkü insan, esas itibariyle yüklü olarak gelir. Herkes yüklüdür. Şöyle büyük bir kasaya malik olan daha yüklü. Ya büyük bir masası olsa, şöyle ayağıyla basarken zil çalsa, yanına dönerken, böyle döner iskemlesi, tepe taklaklı maklaklı, ayağı masanın üzerinde durur, hiçbir şeysi yok filan, pür azamet! Acaba onun da yükü var mı? Püüüü... Kudret herkesi burasından yakalamıştır. (…) Bir halde şöyle. Öyle mi zannedersin? Herkes yakalanmıştır, hiç yok! Şah-ı geda hepsi! Yalnız aşık  orayı söktürmüştür. Onu bırakmıştır. Tabi bu aşk-ı a'dâli değil, anlıyorsun dimi? Bir aşk-ı a’dâli* vardır. O değil o, hayvani aşk değil. Aşk-ı a'dâli değil! Kendi aslını bulmak. Aşk-ı a'dâli, romanda okunan aşk. Ahlakın tarif ettiği aşk o değil! Asude kalır, iç âlemine doğru iner, sessiz, bizsiz, sizsiz konuşmanın ne olduğunu anlar. Niye bırakıyor? Kendi kalmıyor da onun için. Kendi kalmayınca neresi tutulsun. Anlatabildim mi acaba?

Olmasa kibr ile riya, sensin ol Beyt-i Kibriya.*

Terk-i variyyet ile söylesin erinî erinî
Len terânî dimez ol yâr-ı hüveydâ görünür**

Söylemesi bunların kolaydır da tatbikatı zordur. Olmasa kibr ile riya, sensin ol Beyt-i Kibriya. Ne kadar şık!

Terk-i variyyet ile söylesin erinî erinî  
Len terânî dimez ol yâr-ı hüveydâ görünür. 

Aşikâr!.. Böyle yakalamışlar. Öbür tarif ettiğimiz istisna, istisnalar kaideye girmez. Umum halinde. Bu âlem öyle, âlem-i feryat. Gelişinde gidişinde hiç kimsenin ihtiyarı yok! Kudret çok ders kaçırmıştır amma insanı gaflet kaplar da, kendi kendine insanlığı inletmeye kalkar. Yoksa şöyle biraz düşünmüş olsa, herkes “Aman, zalim olup da kâinata sultan olmaktansa mazlum olup da abd-i  mahz[1] olmak ne güzel şeydir!” der. Şöyle biraz ince düşünse “Zalim olup da kâinata sultan olmaktan ise, mazlum olayım da abd-i mahz olayım, o ne tatlı şeydir!” der. Hangi zerreye baksan, ibretle taşıyor. İbret var değil, taşıyor, taşıyor! Yaa, fışkırıyor böyle! Onun içün Fuzûlî bunun farkına varmış: “Nem var ki laf edem özümden, mahfeyle beni benim gözümden” der.

Niye insan mağrur olur?

Vakara sahip olması sıfat-ı Hak’tır. Elzemdir tabi, mağrur olmak hakkı yoktur. Vakar tabi, “Ben Naib-i Hakkım” der.  Hak bana lazım gelen tecellisini vermiş, onu da bir zalimin, kendini aramaktan aciz olan bir insanın ayağının altına atıp da zilleti kabul edecek değilim! Fakat semayı deler gibi bakacak değilim, yeri ezer gibi basacak da değilim!

Gelmişiz dünya değirmenine növbet bekleriz,
Tane-i ten olunca mürg-ü can eyleriz

Hülasa budur. Burası bir değirmendir, biz de bir taneyiz, bunu öğütünceye kadar sıra bekliyoruz.

Tabirime dikkat et! “Sıra” diyorum “kuyruk” demiyorum. O tabiri kullanmayın. Kudret’in gücüne gider, bütün hayvani muameleyi bize layık görür. Bizi insan yaratmış, bizde kuyruk yok! Hayvan mıyız biz? Sıra bekliyoruz. Ne kadar çirkin cümle varsa onları şiar edindik, çok ayıp şey! “Sıra!” Kuyruk, niye? Herkesin ağzında, kuyruk… Hayvan mıyız!? Allah (cc) bizi “İnsan yaptım!” diyor kendisi. “Hayır ben insan olmayacağım, istifa ettim(!)” “Pekala!” der. Hayvana layık olan bütün tecellileri verir üzerine. İnim inim inlersin! Büyüğün, küçüğün, akıllının, akılsızın herkesin ağzında, “Kuyruk” kuyruk ne demek!?

İnsan; tarifini yapmıştım size, sınıf sınıf. Yine yapayım. Atlıyoruz mevzuyu ya; inşaallah unutturulmam, tekrar döneriz. Bütün kâinatın hüsn-ü ânını toplayan can! Mevcut ne kadar varidat varsa onun bir numunesini Kudret, insanda rekz[2] etmiş. Harice müracaat yok, hepsini. Mana da öyle madde de öyle. Mesela, manaya taalluk eden bahiste; aşk deriz, levh-i mahfuz deriz, kalem-i âlâ deriz, burûc-î isnâ aşer deriz. Bunlar da meçhul mü bize? Evet. Arşa misal kaç?

Allah (cc) kâinatı idare ederken ilk önce arşa tecelli eder. O tecelli levh-i mahfuza aks eder. Ondan sonra, ala meratibihim[3], uzatmayalım mevzuu, bir çok devreler geçirdikten sonra bu sahneyi şuhuda taalluk eder. İnsan da bir işi meydana getirirken ilk önce kalbine akseder, öyle değil mi? Kalp, arş! Kalp de kaynayan şeyi, o tecelliyi, meydana izhar edebilmek için levhi mahfuzuna verir, dimağ. Ondan sonra havâsa başlar, işlemeye. İcra memurları da eldir. El! “El”  kâinattan kalksın bütün işler durur. Bedava da biz farkında değiliz. Bütün mevcudattan eli kaldır, her iş durdu. İşler mi başka bir şey olur mu? Herkesin elini kaldır bakalım, ne yapacak? Ama bedava, farkında değil herkes! El! Öyle bir sır var ki, böyle kaldırdığın vakitte Lafza-i Celal yazılı. Onun için sakın bunu Hakk’ın haricinde bir yerde kullanma! Kendisinde Hakk’ın emaneti var. Eski konuşmalarda anlattık emaneti. Hamil, yüklü. Sizde konuşan bende dinleyen, bende konuşan sizde dinleyen elimizle tutamadığımız bir vücut var. Bunun ikisinin mecmuuna insan denir. Onun içün: Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad[4]. Sen bana ayine, ben sana ayine. Sen beni kırarsan aynan kırılmış olur, ben seni kırarsam aynam kırılmış olur, bir şey göremeden gideriz!

[5] وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى   der büyük kitapta. “Bu âleme gelip de görüneceği görüleceği, göremeden gelen burada bir şey göremez!” der. Ebediyette de bir şey göremez. Anlatabildim mi acaba? Hep burada olacak, her iş burada hâl olacak. Sen ömrünü dedikodu ile geçirirsen, cehil ile boyanırsan, şununla bununla meşgul olursan, şöyleydi böyleydi diyerekten dır dır dırlanırsan, neticede “gel” derler, eli boş, avare, biçare, bipare, yüzü kara, göçer gidersin. Yazık günah değil mi? Burada alış veriş ediyor ya! Mevzuu mana mevzuu ile birleştirip de konuşayım daha iyi anlaşılacak.  Allah (cc) der ki büyük kitap da:

 [6] اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ 

“Tenezzül eder misiniz?” diyor. Haşa! Size bir şey söyleyeyim, işinize yarar. Siz bu vücut âlemini bu mana-i insaniyeyi kendi hesabınıza, kendi elinizle çalıştırıp da bir netice alayım derseniz iflas edersiniz. Bu öyle bir yerdir ki, “Size engel olan matahı bana satın!” diyor. “Sizin yükselmenize mani olan şeyi bana satın. Nefsinizi bana satın mukabilinde ben size dar’us-selamı vereyim. Daha kendimi vereyim!”

Açıkçası, hakiki insan bu âleme niçün gelmiştir?

Allah (cc) ile alış veriş etmeye gelmiştir. Öbür alışverişler, şunlar bunlar dalgadır. Vücudu yoktur, zahir de vardır amma hakikatte yoktur. Bu denizin dalgasına benzer. Bu deniz kükrediği vakitte simsiyah bir dalga olur. “Şırraap”  vurur böyle. Kendi kendine o der ki “Ben varım!” der. Bir vücut kendisine verir, bir benlik gelir. Gelişinde bir haşmet vardır. Derya güler ona “Sen yoksun ben varım!” der. Anlatabiliyor muyum? Fotoğraf makinasını vurduğun vakitte dalganın da vücudunu görürsün. Bir vücut var, fakat hakikatte bir vücut yok! Bir an gelir bakarsın ki, dalga olduğu gibi deryada. “Hani ya” der, derya  “Vücudun vardı nerede (?)” Bir canlı misal daha vereyim sana. Zeval vaktinde şöyle bir direk dik. Zevalden evvel şöyle bir direk dik. O direğin böyle gölgesi düşer. Fotoğrafını çekebilirsin o gölgenin. O gölge de ben varım diye yaşar. Fakat zeval olunca bu gölge buradan kalkar. Nereye gitti bu gölge? Bunundu zaten buna gitti. Anlatabildim mi? Bunun vücudu yok. Onun içün Hak’tan başka hiçbir şeyin vücudu yoktur, sakın satılma! Bilmem misalden bir şey anlatabildim mi?

Çok kere söylemişimdir; yine tekrar edelim, mevcudatı tamamıyla sana verseler. Malum ya herkesin bir emeli var. Bir şey ister. Sen bir istedin fakat bütün kâinatı sana verdi. Arşıyla, kürsüsü ile seması ile atomu ile bilmem şusuyla, busuyla, bütün varlık senin fakat insanlığı kaldırıyoruz. Tek başına yaşa bakalım. Beş dakikadan fazla durabilir misin? Çıldırırsın! Niye? Aynaya ihtiyacın var, insana ihtiyacın var, anlatabildim mi? Hadi işte bütün insanlığı kaldırın. Hiç insan namına bir şey kalmayacak mevcudatta. Yalnız seni bırakacak ve bütün varidatını da kâinatın senin eline verecek! “Buyurun hepsi senindir!”  Ne yapacaksın? Demek ki, asıl aranılan şey insandır. Acaba, o hakikatte insan aranıldığı halde, niçin insanlar birbirini yer? Korkunç bir şekil. Aranılan o, imha edilen de o! Ne kadar zavallıca bir hareket! Ahlak bunların inceliklerini gösteren müesseseye denir. Geliş ve gidiş de ki gayeyi haber veren şeye denir. Konuşmaya başladığım vakitte, “Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim?” suallerinin cevabını verir. Başka ilimler vermez mi? Hayır! Sahası dâhilinde değil. Zaten vermeye kalkarsa sakın kabul etme. “Benim mevzuum değil” der. Onun mevzuu değil çünkü. Ayrılmış o!

Müspet ilim hadisat arasındaki münâsebâtı araştırır. Neden ve nasıl sualindeki cevabı verir. Bir koyun nasıl oldu, neden oldu? Bu erkek koyun, bu dişi koyunla beraber oldu, bu yavru oldu. Niçün oldu? Durur orada! Onun niçününü ahlak verir, mana verir yani. Tıkandı!.. Sahası dahilinde değil! Mevzuun yeri başka. Ahlak insana bunun cevabını verdikten sonra, her vakit söylediğim gibi, evet ile hayır yerlerinin konuşma yerlerini öğretir. Çünkü bu kelimelerin bilinen yerleri, noktaları insana aittir.

Ahlaka nispetle de, ahlak ile nispet tedarik etmedikçe, henüz insanın insan olduğuna ait eline, Kudret bir vesika vermez. Çünkü; hayvan da yer içer, tenasül eder;  insan da yer içer, tenasül eder. Bir farkı yok! Bütün didinmeler de bu yiyip içip, tenasül etmek. Ama bir niyabet[7] var, bir emanet var, ayrılmış bir sıfat var, onu gösterebilmeklik içün ahlak var, o ahlak da hangi ahlak? Tek bir kelime ile Allah’ın (cc) ahlakı! Uzatmayalım sözü üzerinde çok durmayalım.

Beşeriyetin Fahri Ebedisi (sav) öyle dedi:

 “ تخلقوا باخلاق الله واتصفوا بصفات الله Allah’ın (cc) ahlakı ile ahlaklanın, Allah’ın (cc) sıfatı ile sıfatlanın, ondan sonra kâm alın!” dedi. Bitti!

O bir çok kitaplara kâğıtlara yazılmış, onlar hiç, fayda etmez onlar. Okur, okur, kelimelerini söylersin. Onu beklemiyor ki Kudret, hâlini bekliyor!

İlk önce yalan kalkar, bu sıfata büründün mü! İşimize gelir mi yaa! Alışsak ne kadar rahat ederiz. Yalan kalkar!

Niçün huzurumuz yok?

Cemiyette en çok revaç bulan şey yalan da onun içün. Ne senin bana emniyetin var, ne de benim sana emniyetim var. Emniyet olmayınca, her vakit söylediğim gibi itimat olmuyor, itimat olmadığı müddetçe, diken üzerinde oturuyor gibi oturuyorsun. Herkes öyle oturuyor. Çünkü her sahanın kendine mahsus bir derdi var. O derdin de tedavisi içün itimat ve emniyet ilacına ihtiyacı var. Bu yok, onun içün inliyor!  Kasası olan da inliyor, “Acaba kasama ne olacak, bunun kaç düşmanı var?”  diyor. Masası olan daha fazla, “Ya ayağım kayarsa” diyor!

Yalan kalktığı an, bunların hiç birisine ihtiyaç yok. Çünkü insanlar, hilkatte beraber, hakikatte biraderdir. Bir babaya gider, bir asıla gider, nihayet bir Allah’a (cc) varır. Öyle değil mi? Başka bir şey yok ki!

Yalan kalktığı an rahat eder. O hastalığı tedavi ettikten sonra artık birer birer sökülür gider onlar, hepsi gider gürültüye. Haset, çürür. “Değer mi?” der. “Neyi haset edeyim!”

İnsanı, semavatta ve arz üzerinde, kâinatta ilk fitne haset maddesinden çıkmıştır. Sema da iblisin Hazreti Adem’e (as) haset edişi, arz üzerinde Kabil’in Habil’e haset edişi! Fenalığın en büyük membaı hasetten çıkıyor. Acaba anlatabiliyor muyum? Semada ilk haset, iblisin Hazreti Adem’e (as) haset edişi. “Haset eden adam, Allah’ın (cc) taksimatını beğenmeyen adam!” demektir. Çok fena bir iş! Hasid adama desen ki: “Şu adama haset ediyorsun. Niye haset ediyorsun?” “Şusu var da onun içün ediyorum” “Peki sana da verelim” “Hayır”  Ya neyi istersin?” “Onun ki gitsin!” Anlatabiliyor muyum acaba? Haset adama desen ki: “Sen içini söyle bana, niye haset ediyorsun? Veli’nin nesine haset ediyorsun?” “Şunu, şusunu haset ediyorum!” “Pekâlâ, sana da verelim!” Yok, olmaz!” “Ne olacak?”  “İlle bunun ki gidecek” Ee onu Allah (cc) vermiş. Bütün fenalıklar oradan çıkar.

Teslimiyet yok! Hasid adam, Hakk’a kendini teslim edemez. Ve her gün üzüntü içindedir. Kendi kendini yakar! Azabını zaten Kudret… Çünkü her çekilen, dikkat edin buraya. Bu âlem, âlem-i iptila. Dedik ya herkes bir yerinden yakalanacak. Fakat çekmiş olduğu elemin, ıstırabın, neyse külfetin diyelim, mukabilinde Kudret bir karşılık hazırlamıştır. Öyle diyor: Haset bir azaptır, bunun karşılığı yine azaptır. Anlatabildim mi? Haset, kendisi bizatihi kendisi bir azaptır, çünkü rahatı yok onun, hep kafa onunla işler. “Zeyd şöyle, Bekir böyle...” Kaşları çatık, kafası onunla işliyor, bu şekilde geberiyor! Bunun karşısında da “Sen haset ettin!” diyor Allah (cc). “Sana lazım gelen muhazzab[8] azap!” Neyse layık, onu da oraya veriyor. Ne kadar fena şey! Gıpta derler, “gıpta iyidir” derler amma da gıpta, o da üvey kardeşi gibi bir şey. Kibarcası onun gıpta! Yani yakın ona işte, bir parça ehven ama üvey kardeşi gibi bir şey. Ahlak da yok bunun. Yok! Berbat ediyor insanı. Ahlaka girdin mi bunları erittirir. Erir, benlikten soyunursun. Soyununca kibir orta yerden kalkar.

Felaketin bir tanesi de kibir.

Size onun canlı misalini vereyim. Geçen hafta da verdim galiba. Yok, eskiden vermiştim. Şöhret afak-ı cihan olan Ömer (ra), acayip bir şey. Dünya daima iki tecelli ile yürür. Allah’ın (cc) Cemal sıfatı var, Celal sıfatı var. Daima dünyada iki büyük kuvvet bulunur. Diğer kuvvetlerde hangisi hangisine mülayim gelirse, o iki kuvvetten birisine tabi olur, yürür. O daima öyle. Yalnız bir nebze, bir an böyle bir tecelli olmuş, o işte Ömer’e (ra) kısmet olmuş. O iki büyük dünyadaki daima cereyan eden iki büyük tecelliyi rap demiş devirmiş, oturmuş üstüne. Kisra’nın beş bin senelik azametini, Kayser’in yedi bin senelik saltanatını dertop etmiş, birini ayağının bir yerine basmış, birisine de basmış, böyle oturmuş. Fakat, çok ibret alınacak nokta var.

Fikren on dört asır evveline seyahate çıkmalı, dünyayı o seyahatta gezmeli bakmalı. Fikir içün zaman yok ya. Âlemin fikrinde zaman mekan yok, hemen çıkıver şimdi. Derhal, bir seyahate çık. Dön, on dört asırına dünyaya bak, nasıldı.

 Bir avuç insan. O gün Kisra’nın ordusu, bugün o çap da kuvvet yok. Kayserin ordusu da öyle, o şekilde. Tam tehcizatlı. Beri tarafta daha yirmi sene geçmiş. O varlık yok, bir avuç insan. Başı çıplak, ayağı çıplak, sırtında büyük bir bez parçası… Milyonlarla dövüşüyor. Medeniyetlerle çarpışıyor. Akıl durur. Fakat ne var? Muazzam bir ordu var, gizli ordu. Atomun işleyemeyeceği ordu, zehirli gazın semtine uğrayamayacağı ordu. Öyle bir ordu ki, ahlak ordusu. Böyle bir tuhaf bir ordu. Şimdi o orduları idare eden bir baş var, o gün içün. Hâle bak! Binmiş ata, süvari olaraktan gidiyor Ömer (ra). Sokağın ağzından üç kişi çıkıyor, dostu arkadaşı. Selam veriyorlar. Mülakat ettiklerine çok seviniyorlar. Tatlı, tatlı konuşuyorlar. Şöyle biraz yürüdükten sonra, birden bire Ömer (ra) atın dizginlerini çekiyor. Bakıyorlar, rengi kül gibi olmuş.

—Rahatsızlandınız mı? Ani bir şey mi oldu?
—Çok fena bir şey oldu.
  Telaş ediyorlar. “Yok, yok!” diyor:
—Cismaniyetimde değil rahatsızlık, oraya aksetti de rengim öyle oldu. Şimdi dağılalım, diyor.
“Aman!” diyorlar.
—Hayır, durmayalım, şimdi ayrılalım!
—Sürat vermek, acele gitmek, mühim bir işiniz mi var?
—Bir işim yok ama beraber gitmemize imkân kalmamış!
  “Neden” diyorlar.
—Ben at üzerinde, siz benim rikabımda[9] giderken, birden bire bana bir tefahür[10] geldi. Büyüklendim. Geldi, beşer değil miyim ben? Bu tefahür adamı tekebbüre sevk eder, tekebbür de Allah (cc) ile şerik gitmektir. Kibre sahip olan adam zalim olur! Bu millet bana emanetullahtır, ben zalim alçak olursam, Hak ve hakikat ne dinlerim, ne kabul ederim, insanlığı inim inim inletirim. Benim yanımdan çabuk ayrılınız, beni felakete sevk etmeyiniz. Siz de bilmeyerek bu hâli kabul ederseniz, zilleti üzerinize tahlil etmiş olursunuz. Binaenaleyh, zillete boyun kesen bir kavim, hiçbir vakit dünyada bir hak sahibi olamaz. İnsanlık hakkını kendi kendine feda etmiş demektir. Aman, camiaya büyük bir leke oluruz biz! (diyor)

Bir şey anlatabildim mi bundan? Koca mana, ne çapta adamlar yetiştirmiş. İnsan bunları görünce, Kudret’e çok kuvvetli boyun keser: “Bende insan sınıfındayım, olamadımsa sınıfım da böyle adam var ya...” der. Anlatabildim mi acaba? Tabi bunu olmak ne bileyim herkesin kârı değil! Fakat imrenmek, üzenmek de bir meziyet ya. İmrenir, üzenir, o da bir meziyet.

Buraya nereden girdik? Bildiğimiz yok ki boyuna söylüyoruz. Devam et de geç git. Öyle bir şey yok. İnsan mefhumu üzerinde konuşuyoruz. İnsan! Şuradan girdik.

Birbirimizin ayinesiyiz.

Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad[11] Sen bana muhtaç, ben sana daha ziyade muhtaç. Küll' halinde olmadıkça Kudret bize kapıyı açmaz! Bir sene evveli bir misal vermiştim, size aynı misali vereyim yine. Caddede birisi gidiyor, ismi Ahmed. “Ahmed” der demez bakar. Kendisinin çağrıldığını anlar. Bu “Ahmed” A, H, M, E, D, bu harflerden teşekkül etti dimi ya? Beş harf zannederim. Beş harf bir araya geldi, bu sedayı verdik, o adam derhal döndü böyle. Acaba o Ahmed’in müsemması bu beş harfin hangisinde gizli idi? A’sın da mı? H’sın da mı? M’sin de mi? E’sin de mi? D’sin de mi? Hangisinde gizli o müsemma. Hepsinde gizli. Binaenaleyh “Bütün gönülleriniz birleşip bana dönmedikçe bir şey vermem!” diyor Allah (cc). Anlatabildim mi acaba? “M” diye bağırsak, sayha[12] etseydik, o kimse bize bakmazdı giderdi yoluna. “D” diye bağırsak yine bakmaz. “E” diye bağırsak yine bakmaz, “A” diye bağırsak yine bakmaz, “AHMED” dedik mi böyle canla döndü baktı. Binaenaleyh, “Gönülleriniz birleşmedikçe benim kapımı çalmayın, açmam yolu!” diyor. Onun içün insan da doğumu ile dalgasız denizden dalgalı denize düşmüştür. Doğumun tarifi bu. Vahdet âleminden kesret âlemine gelmesi. Yaz! Türkçeleştir misal ver, dalgasız denizden dalgalı denize düşmesi. Şimdi bu denizden iki türlü kenara çıkılabilir. Kenara çıkmamanın imkânı yok. Kenara çıkacak. Bu öyle bir deniz ki dibinde kayboldu yok. Yooo “bu denizde dibinde kayboldu, balık yedi, filan...” öyle bir şey yok. Kilon ile çıkacaksın. Çaresi bu!

Böyle bir deniz bura... Buna bahr-ı umman-ı ehadiyet denir. Şimdi bu denizden, ben kendi kulaçlarıma güvenir de kulaç atar çıkarım dersen, beş on kulaçta tıkanır, boğulur kalırsın. Kenara çıkan ya şişer çıkar bu denizden veyahut böyle olduğu gibi bozulmadan çıkar. Bir ölü halinde çıkar, bir de diri halinde çıkar. Misal çok canlı, çok iyi dinle. Bu denizin orta yerinde büyük bir sefine vardır. Adına aşk sefinesi denir, iman sefinesi denir, inan sefinesi denir. Bu öyle muazzam bir gemidir ki; ücret yok, para yok, sınıf farkı yok, locası yok, hususi kamarası yok, herkes aynı şekilde. Bilet parası filan yok, bedava! Yalnız ihlas görmek ister. Göstereceksin ihlasını kalp evinde, ihlasını. “Bende ihlas var!” diyeceksin. “Buyurun!” derler alırlar. “Hayır ben gemiye binmeyeceğim, kendim yürüyeceğim!” Haa, yürüyemezsin! Bu denizde iki dalga vardır. Biri Cemal, biri Celal. Biri batırır, biri çıkarır, biri batırır biri çıkarır, nihayet tıkanır, geçer, gider. Ahlak insanı bu sefineye çıkaran merdivendir. Anlatabildim mi acaba? Kolaycacık bir basarsın, hop içeride. İşine gelirse!

Deden buna sahipti, tarihin en eski efendisi olan deden. Ne muazzam adam o. Durur aklın. Akıl durur. Kılıcının iki tarafının kestiği zamanlar var. Avrupa’dan istediği kadar kız getirip oynatmasını çok iyi bilirdi. Hem adali[13] kuvveti var, hem manevi kuvveti var, hem zahiri kuvveti var, hem enfüsi kuvveti var fakat muhasebe-i nefs ile yaşardı. “Sonu” derdi. Neticeye bakardı. Baktıktan sonra “Bütün insanlar emanetullah” derdi. “Allah’ın (cc) emanetine ihanet, neticesi çok fena gelir.” derdi, üç kıtada da hükümdar yaşardı. Sen sakın onu aptal adam zannetme, ahmak adam zannetme, öyle değil. Üüüüü. Yaşamasını çok iyi bilen insandı. Bire on dövüşen insan, ilimlere mevzuu vermiş, sanatlara model bırakmış insan. Daha senin medeniyetini taklit ettiğin Garb’ın netice itibariyle bir asırda tenekecilikte yükselişi. Ondan evvelki devrelerine baksana. Napolyon’un sarayında yüznumara yoktu arkadaş. Fıçıya pislerdi, çöpçü alır götürürdü. Senin çeşmen on dört asırdan beri akar.

Neden öyleydi?

Çünkü ahlak adama üç şeyi düşündürttürür. İman yok mu iman? Kâinatı mütalaa ettiği vakitte, üç şey gözünün önüne gelir. Bir... Söyleyeyim mi? Kâinatı şöyyyle… Böyle bakmak değil. Bakmak ile görmek arasında fark vardır. Anlatabiliyor muyum? Şimdi biz kâinatı görmüyor muyuz? Ben kendimi söyleyeyim, kimseye karışmayayım. Ben daha henüz bakıyorum. Görmek başka, bakmak o da yine başka. Hani bazen olur ya, yanından insan geçer de sen ona böyle böyle geçersin, “Bana selam vermedi” der. Yahu o sana rast geldi, sen ona baktın ki göremedin. Hiç başına gelmedi mi böyle şey? Bakmak başka, görmek başka. İlk gördüğü, kâinatı şöyyyle, baştan aşağı bir mütalaa edip de kendi kendine kaldığı vakitte, o hani sorduğu suallere cevap olaraktan “Allah-u Mutlak” der. Deyince yük hafifleşir “Ohh! Boşuna değil çektiklerim, varmış sahibim, beni benden iyi bilen, beni benden çok seven, bana benden daha acıyan var. Ohhh! Der. Yük hafiflendi! Anlatabiliyor muyum? Dersin başında konuşmaya başladığım vakit de ki koyduğum noktayı bağlıyorum şimdi. İki:

Rububiyyet. Mevcudatı hakkı ile terbiye eden bir mutlak! Öyle olunca ne olur, biliyor musun? Şu işe başladın, ya muvaffak olursun ya olmazsın. Eğer bu iman gelmemişse olmadınsa kendini yersin, yıpratırsın kendini, çürütürsün. Zaman kısa müddet az, ne yapıyorsun, gidiyorsun ya. İman orta yerden kalktı, kendine güvendin, kullandın sebepleri çıkmadı meydana. Başlarsın kendi kendini yemeye. Fakat, “Bir Allah-u Mutlak” dedin, durdun, ondan sonra tenezzül ettin sıfatına doğru, tenezzül ettikten sonra “Bir Rab” dedin, terbiye edici. “Bana verilen nimetleri ben yerli yerine kullandım, akıl nimetini kullandım, şuuru, şusunu, busunu, hepsini kullandım, çalışmada da kusur etmedim, terbiye edenin bunu vermeyişinde benim aklım onun kadar mı erer?” (Allah, Allah) Anlatabildim mi acaba? Ben onun kadar bilmem ki? Ben bana verilen sıfatlarda eksiklik yapmadım, on sekiz saat çalıştım. Ne dediyse yerli yerine, ama çıkmadı. Çıkmayınca, mürebbi-i hakiki, bu işi öyle istedi terbiyeci. Anlatabiliyor muyum acaba? Yine benim lehimedir o. Geçen konuşmam da misal vermiştim. Şekeri olan adam, şeker rahatsızlığına müptela olan adam, tatlı diye içi titrer. “Şeker” der, tatlı ister. Hekim-i hâzık da onun şekerinin hat devrede olduğunu bilirse, bir azalırsa bu birden bire düşer diyerekten, şekeri elinde görünce tak vurur atar. Anlatabiliyor muyum acaba? Kastı mı var ona? Hayır. Ona ne kastı? Ona iyilik. O sen çalışıp da ona muvaffak olamayışın, bil ki onun altında muazzam bir iyilik var. Onun için ahlakın tarifi ile kâinatı mütalaa eden adam, imanının iktizası ilk önce “Bir mutlak Allah” ondan sonra “Rab” ondan sonra netice netice olarak “kemalât” der. Bir şey anlatabildim mi acaba? Biraz mevzuu ağırca ama misallerle anlaşılır. Bunun bir de tersi var şimdi.

İnkâr. Bir türlü okuyamamış kâinatı. Mevcudata ait varidat kâğıtlar da değildir. Onlar tariflerden ibarettir. Asıl kitab-ı kâinatın en büyük cümlesi kendi vücudun! Sen eğer gönlünü okuyabilmişsen, bütün üniversiteyi altını üstüne getirirsin. Dünya, sema ne varsa. Gönlünden bir harf okuyabilmişsen, bırak, kendi nefsini. Bir tek harf. Sarây-i li-mâallahi vallahi gönüldür” demişler. Bir tek harf okuyabilirsen. Çünkü bu okudukların eğretidir, senin değil ki. Gönlündeki senin. Sen bir çok şey anlatırsın, doğur bakalım deriz biz ona. Sahibi kim? Filan, öteki kimin? Filan. Öteki kimin? Filan. Niye övünüyorsun karşında elin malı ile? Kendi malını çıkar orta yere. Bana bir yığın nazariye döksün orta yere, senin mi bunlar, anlat. Filanın, filanın, filanın. Senin ki nerede? İlim ölmeyenden alınacak! Anlatabiliyor muyum acaba? Onun sahifâsı gönülde. Bambaşka bir şey!

Saat nasıl? Hıı. Yoruldunuz mu, keseyim mi? (hayır, hayır!)

Meşhur ahlakçılardan, muazzam bir adam, Ma'rûf-i Kerhî. Rivayet ederler, Timurlenk kendisi söylemiş: “Ben celu, belu bir adamdım. Dağda bayırda gezen bir adamdım. Bir gün baktım ki bir tatlı sohbetle, canları birleşmiş...”

Nerede şimdi öyle, kaynaşmalı bir muhabbet? Şimdi insanlar kurt gibi gidiyor. Kurt yürüyüşünü bilir misiniz? Kurtların yürüyüşünü? Ben size söyleyeyim. Bileniniz vardır ya. Kurtlar çok aç oldukları vakitte böyle gitmezler. Yani böyle, birbirinin ardında böyle değil. Böyle, böyle, şimdi buradaki yan gözüyle arkadakine bakar, öteki de öbürküne bakar, çünkü neden? Böyle olsa bunu kapacak. Kapacak onu, boğacak. Anlatabiliyor muyum? Böyle. Bir gözü önü görüyor, bir gözü de arkadakine bakıyor. Kendi cinsinden ama o, o da kurt. Bir parça çok açlık, hiç bir şey bulamadığı vakitte, doğru yürüsün, rap arkadaki parçalar hepsi birden paylaşırlar. Onun içün o mecburdur böyle yürümeye. Öyle... Şimdi insanlar da öyle yürüyor. Yaa, korkunç! Öyle kaynaşmışlar, kendilerinden geçmişler, tatlı tatlı, sema imreniyor. Timurlenk’de imrenmiş. Selam vermiş onlara. “Nereye gidiyorsunuz yahu?” demiş. “Siz ne hoş insanlarsınız” filan. Zeki adam Timurlenk. “İşte” demişler, “Bu civarda Ma'rûf-i Kerhî namında bir büyük insan var, ona gideceğiz. Onunla konuşmaya gidiyoruz.” “Beni de götürmez misiz?” demiş. “Gel, sende.” Bir hayli gittikten sonra, bakmış, kimisi bir inek, kimisi bir başka bir eşya… “Nedir bunlar” demiş. “O gideceğimiz insana bunları biz hediye götürüyoruz” demişler. Düşünmüş kendi kendine, “Yahu eli boş ben...” Bir şey dememiş amma parası yok ki. Parası yok. Biraz yolda giderken bir çobana rast gelmişler. Timurlenk şöyle ayrılmış. Çobana demiş ki: “Bir oğlak ver, şu abayı sana vereceğim.” O aba beş on tane alır öyle. Çobanın canına minnet, “Pekâlâ, beğendiğini al” demiş. Almış, abasını vermiş. Mevzuu uzatmayalım daha bu uzun bir mevzu ya, vakit yok. Girmişler içeriye, tabi ilim adamı, hürmet ederekten girmişler. Girer girmez Ma'rûf-i Kerhî hizmetçisini çağırmış, “Şunların getirdiği hediyeyi şimdi demiş, derhal fukaraya dağıt. Eshab-ı ihtiyaca ver.  Fakat bu çulsuz herifin getirdiği oğlak canından gelmiştir, bunu keste pişir yiyelim!” demiş. Bir latife olaraktan, “Ne diye buraya geldin sen?” Demiş. “Ne istersin benden bakayım!” demiş. Timurlenk diyor ki: “gayri ihtiyarı” diyor, “Şuurlu değil” diyor. Hani bir olur ya insan da birden bire ağzından “Cihangir olayım efendim!” demiş. “Şöyle beni bir hırpalayarak aldı!” diyor, “Ense kökümden arkama doğru bir çekti, zannettim ki gökyüzü üzerimde geziyor. Hani bir dakika daha dursa canım çıkacak. Hadi defol çık bakalım dedi!” diyor. “Beni kovdu! Çıktım, gezerken yine eski vaziyetimde, civar hanedanından olan insanlardan birkaç kişi otururlarken dediler ki bana baktılar şöyle: “Sen boş musun bir iş yapar mısın?” “Ne yaptıracaksınız?” “Bu civara bir hırsız dadanmış, bunları sen tarassud[14] edebilir misin? Sana adam da verelim.” “Verin yaparım” demiş. “Bana” diyor, “İlk önce yedi kişi verdiler” diyor, “beş on gün sonra kırk kişi oldum” diyor. “Ve kâinatı istila ettim!” Anlatabiliyor muyum acaba?

Şimdi asıl söyleyeceğim yer burası değil de, bu Ma'rûf-i Kerhî bir gün bir konuşma yapıyor, ders veriyor. Senede bir defa verirmiş. Pek ender, nazlı bir adam. Ama feyizli adam. Hızır da bulunmuş dersinde. Hızır kime derler? Hikmet söyleyene. Manaya aşina olana. Bazı kimse acayiptir, böyle hani toka filan yaparken birbirini ekseriyetle ben rast gelirim, şurasını(...) sıkar. Niye? Burası kemik olmazsa Hızır olurmuş. Hınzır olur ya. Hızır’ın eksik azası olur mu? O tam azalı olur, gayet güzel olur, tam azalı olur. Acayip itikatlar da var öyle. Tam. Buradayım. Bulunanlardan içinden bir tanesi, uyuklamaya başlamış, dürtmüş: “Dikkat et!” demiş, “Bu Hazreti insan her vakit bulunmaz, ağzından marifet incileri akıyor, marifet-i ilahiye enharı[15] cereyan ediyor. Toplasana bir şeyler” demiş. Şöyle bir bakmış, ses çıkarmamış, yine biraz dürttükten sonra, yine gevşemiş, yine vurmuş. “İkaz ediyorum seni, dinle!” demiş. Bu sefer daha sertçe bakmış. Yine dönmüş, biraz dinledikten sonra uyuklama sesli şekline başlamış, sesli. Fazlaca dürtmüş, söyledik ya deyince: “Eyy! Hızır olan insan, adama rahat verir. Nedir yahu!” demiş. “Şimdi yakalarım, buradaki insanlara derim ki, işte Hızır denilen adam budur, yakanı zor kurtarırsın, yakanı da kurtaramazsın.” Ondan sonra, Hızır Kudret’e müracaat ediyor, diyor ki: “Ya Rabbi, dostlarının listesini bana verdin, listeyi bana verdin, bu renkte bu eda da hiçbir dostunun ismi yok, resmi yok!” diyor. “Haa” diyor. “Ben sana verdiğim, beni sevenlerin ismidir, benim çok sevdiklerimin ismini kıskanırım, sana da vermem. Bu o sınıftandır.” Anlatabildim mi bir şey? “Bu  bana ait olanlardan bu. Bu hususi, hususisi var bu işin. Bu hususi benim zatıma ait olan kısmından.”

Şimdi, bende Hakk’ın dostu olabilir miyim?

İnsana gelir ya bu. Evet olursun. Bunu Büyük Peygamber haber verdi: “Kırk gün yalan söylemezse” dedi, “Kırk gün yalan söylemezse vasıtasız ilme sahip kılar Allah (cc) onu.” Kırk gün yalan söyleme! Kolay değil mi? Kolay değil! Şimdi belki insan derki: “Ben bir odaya kaparım kendimi, kırk gün yahut daha sade bir muhit bulurum, orada  otururum kırk gün.” Öyle değil! Kesret içinde kevn-i fesat âleminde bulunacaksın. Sonra öyle bir ağır imtihandır ki, tam otuz dokuzuncu günün akşamına bir saat kala öyle bir hadise çıkarır ki rappadak yalanı söylersin. Bu da öyledir, ince iş! Şimdi aşkın, imanın ahlak vasıtası ile kitab-ı kainatı mevcudatı mütalaasında üç netice aldık değil mi? Bir de bunun aksi var.

İnanmayan, o bu kâinatı nasıl görür?

“Tesadüfün oyuncağı!” der. Bir. Şuur sahiplerinin yaşayış tarzında bu âlemde bulunduğu müddetçe kalbine hüzün veren bir yer, der. Etti iki. İnsanlık âleminin canavarca bir mezbahanesi, der. Şimdi bu kafa ile yaşayan adam insanlığa ne kadar huzur verebilir? Ve vazifesini ne derece de ikmal edebilir? Anlatabildim mi acaba? Bugün beşerin yüzde doksanı bu hale düştüğünden dolayı bütün dünya çapında onun içün insanlık âlemi inim inim inliyor!

Ne vakit ki beşer, asude kaldığı vakitte ki kendi suallerini sorup da gönlünden ebed sedasını duyarak; vicdanından “var, var!” edasını işiterek, “Allah-u Mutlak, Rab, kemalât” diye intizam-ı âlemi görerekten, hayatına başlangıç yaptığı dakikadan itibaren, senin çalışmana da lüzum yok. Tabi var, yanlış anlama, o manaya demiyorum. Nasıl ki yazı sen getiremiyorsun; nasıl ki kış olduğu vakitte çırpın bakalım kışın, soba yakmakla ısınmak fayda etmez. Kışı kaldır orta yerden. Kaldırabiliyor musun? Nasıl yazı kışı Allah (cc) getiriyorsa, hadisat âlemindeki de felahı, hayrı Allah getirir. Yalnız  sendeki o hâli örsün.

Saat nasıl? Eee, vakit kalmamış. Biz konuşmaya başlayamadan, tarifin bir tanesinin yarısını söyledik, bitti vakit kusura bakmayın. Ne yapalım? Bu günlük bu kadar yeter.


[1] Abd-i mahz (tam, saf kul)
[2] Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[3] Ala meratibihim: Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.
[4] Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.

“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif       

Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.

(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.

Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.

Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[5] İsra suresi 72’ci Ayet-i Kerime. وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلً
Meali: Her kim bu dünyada (manen) kör ise ahirette de kördür. Ve gidişçe daha şaşkındır.
[6] Tevbe Suresi 111’nci Ayet-i Kerime اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah’tan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alışveriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
[7] Niyabet: Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
[8] Muhazzab: Boyanmış, tahzib olunmuş.
[9] Rikâb: Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı.
[10] Tefahur: Hirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.
[11] Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif       
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ... ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)

[12] Sayh(a): (C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryat. Nâra.
[13] Adali: Adeleli, Kaslı, Kas-vücut  kuvvetine sahip
[14] Tarassud: Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme
[15] Enhar:  (Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar. (Bak: Enhür)

*Erzurumlu İbrahim Hakkı
**Seyyid Nigâri Divanından.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017