Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

007. KAset

007(20.04.1958)93 dk (130)

…Olursa, bilerek olursa, elbette daha güzel olur.

Dini bayram derler. Bazı insanlar dünya ile sanki bunun alakası yokmuş gibi bir zan ile karşılarlar! Hiç şüphe yok ki; manadan gelmiş, gününü Allah (cc) tayin etmiş, bu cihetten dini denebilir. Fakat ihsan edilen, ikram edilen, bu günün hariçteki feyizleri, dünyayı muhittir. Onun için böyle bir dini bayram deyip de yahut bir manaya ait kalmış, bir şekilde değil! Evet, biraz evveli, demin de söylediğim gibi, gününü Allah (cc) tayin etmiş. İkram etmiş. O cihetten o tabir doğruysa da şümûlü itibariyle, tatbikatı itibariyle, dünyayı da muhittir.

İnsan, ruh-u menfuh[1] ile tekrim edilmiş olan can. Bunun kelimesini söyleyebiliyoruz. Bunu bana müşahhas olarak, şöyle gösterebilir misin?” diyerekten sorarsanız: Hayır, gösteremem! Bunlar tadılır da böyle ortaya konamaz. Değil bu, bu gün biz aklımızı dahi gösteremeyiz! Nerede ruh-u menfuh!?

Akıl; akıl, yok mu ya! Her vakit iyi kötü bahsettiğimiz; işte aklım şöyle olsaydı, aklıma muvafık geldi, aklım erdi, aklım kabul etti, aklım reddediyor, diye daima vird edindiğimiz, meçhulden malumu çıkaran, hissin galatlarını tashih eden, o cevher. O “cevher”  tabiri, ilmi bir tabirdir. Belki böyle cevher deyince kuyumcuda satılan bir mücevher aklınıza gelmesin, bunun.

Cevher ne demek? Tariflerine başlarsak uzun sürer. Kelime halinde herkesin isti’dâdında bir yer yapıyor, o yapmış olduğu, anlamış olduğu yer kafi ona. Cevher, ne demek cevher? Öyle tabirler vardır. Mesela “araz[2]” deriz. Cevherle kaimdir o araz. Akla, Kudret hususi bir serbestiyet vermiştir. Onun için cevher tabirini kullanmış hukemâ[3]. Araz[4] demiyor! Araz, şimdi misal getireyim daha iyi anla. Bu kumaşın siyahlığı… Kumaşın kendisi cevher, renk içerisinde. Bu rengi bunun içinden çıkarabilir misin? Şöyle ayırıp bunun içini,  böyle durduğu halde… Şöyle dururken bu rengi alıp şöyle kor musun?  Buna tabi o. İşte onun içün araz. Anlatabiliyor muyum acaba?  Bir şey anlıyor musunuz?

Neyse, o cevher-i aklı dahi, her gün bahsettiğimiz. Göstersene bana rengi nedir? Kabil-i vezin midir? Eczanede mi satılır? Bakkalda mı bulunur? Aktarda mı bulunur? Göster. Gösteremiyoruz! Gösteremeyince, var diyerekten de, öyle kuvvetli iman etmişizdir ki, değil mi? İşte ruh-u menfuh da bunun gibi de değil. Bizim kıymetimiz onunla. Fakat, bu ruh-u menfuh herkeste var mı yok mu? Bir ruh-u hayvani vardır, bir ruh-u sultani vardır, ruh-u insani vardır, ruh-u izafi vardır. Anlatabildim mi?

Maddecilerin inkâr etmiş oldukları; “İnsan çöktükten sonra ikinci bir hayat yok!” deyişleri, yalnız ruh-u hayvaniyi bildiklerinden dolayıdır.

Hani “kan” bilmem işte kalbin gözlerinden geçer, ciğerde tasfiye edilir, bilmem şu olur, bu olur filan, nihayet, ona nihayet verilir işte bitti der. Ona ahlak veya mana, o ruhu ruh-u insani olaraktan kabul etmez, ruh-u hayvani o.  Bir de ruh-u insaninin üzerinde ruh-u sultani var. Bir de onun üzerinde ruh-u izafi var. Ruh-u menfuh işte o ruhtur.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi (sav) der ki: “Sen kendini yokla! Eğer bu ruh-u menfuh ile tekrim edilmemişsen, Kudret, Fatır[5], Allah (cc) çok kerimdir; kendini ona arz et, her an o ruh tecellidedir. Yazık olmasın sana!” der. Anlatabiliyor muyum acaba? Ruh-u menfuh ile tekrim edilmek!..

Belki buraları birden bire anlaşılması zor olan yerlerdir fakat gireceğimiz bahiste anlaşılacaktır.

İnsanın -her hafta konuştuğum gibi, söylediğim gibi- ilk önce düşüneceği şey şudur: Şöyle bir varlığa sahibim ben; yetmiş beş, yetmiş sekiz, seksen üç, seksen beş, doksan, altmış sekiz… Bir yere tartıldın mı? Bu kadar bir kesafete malikim. Bu vücut bana verilmiş. Acaba ben, şu elli altmış kiloluk, kıldan, tüyden, kemikten, kandan, etten ibaret olan, bir torba yığınından ibaret şey miyim!?

Kaç yaşındayım ben? Otuz. Otuz beş sene evveli ben kendimi bilmiyorum. Bir yerde de ismimi tanıyan yok. Muhitim de beni bilmiyor. Kafa gözüm yalnız, hayâlât-ı mahsûse ve faniyeye ait oluyor fakat içimde bir konuşan var. Onun gözü başka şeyleri de görüyor! İsmim yok, resmim yok, cismim yok, tanıyanım yok, şimdi ise varım! Kendim de kendimi tanıyorum. Gelmede gitmede ihtiyarım da yok.

“Acaba ben kimim?” Bu dert başladı mı bir kimseye, felah kapısı açılmaya başlamıştır. Kapı aralanıyor. Git içeriye gir. Bu derdi gördüğü günden itibaren; zalimse, zulüm kalkmak mecburiyetinde olur. Çünkü kendisini aramaya başladı, aradıkça: “Niye yahu?” der. “Ne hakkım var ben insanlığı inletiyorum?  Neden ben yalan söylüyorum?” Bir işte muvaffak olmak için değil mi ya? Hiçbir vakit yalanla bir işin muvaffakiyeti olmamıştır. Çünkü işi yapan Allah’tır (cc). Sevmediği de yalandır! Anlatabildim mi acaba? Bunu duymaya başlar. Bugün medeniyetini taklit ettiğimiz saha, işe yarayan kısmı dedenin malıdır. İşe yaramayan kısmı kendi ahlak-ı fasidesidir. İşe yarayan kısmını nereden elde etmiştir? Yalan söylememekle.

Yalan orta yerden kalkınca itimat gelir, itimat meydana gelince emniyet gelir, emniyet geldikten sonra birbirine sarışmak olur. Muvaffakiyet meydana gelir! Sen de cemiyet içerisinden yalanı kaldır, senin kafan onun kafasından çok üstün. Üüüü... Kesen, (Ketn[6] keten[7]) yıkan, yalan!

Yalan, şeytandan aşağı! Şeytan yalan söylemez! İblis yalan söylemiyor. Onun yalnız kibr-i azameti var. Onun içün kovulmuştur. İblis yalan söylemez! Anlatabiliyor muyum acaba?

İblis imansız değil! Fakat büyük kitapta:

[8] اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ İlk küfür edendir. İnanmamak cinsinden küfür değil onunkisi, kibri küfür. Öbür küfürden daha fena! Yoksa Hakkı tanımamış bir şey değil! Bir şey anlatabiliyor muyum? İblis, haddizatında Hakk’ı tanımamış, inanmamış yani o manaya değil!

Temessül etti, Ömer (ra) ile görüştü. Ömer hakaret ettiği vakitte kendisine, “Seni bağlarım, Medine’de en kıymetsiz gözüken varlıkla seni tenzil[9] ederim!” dedi, o vakitte. “Çok ileriye gitme!” dedi, Ömer’e (ra). “Sen ikrama uğramışsın, iltimas muamelesine uğramışsın. Ben senin, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin huzuruna, kucağına, ikramına, nazar-ı akdesine düşmezden evvel, putlar önünde zavallı vaziyette tapındığını bilirim ama sen benim kırk bin senelik secdemi bilir misin? Benim öyle kaç devre, kırk bin senelik secdem vardır. Kırk bin sene yalnız ‘Allah’ demiş başımı eğmişim ben.” Yaa...

Hasedi var, hasedinin yanında bir de kibri var. Bu hased ile o kibir onu mahvetti! O ki ism-i azaziydi[10]. O ki melekût âlemiyle hemnişîndi.[11] Hasedle kibir onu bu kadar felakete bırakırsa, bizi nerelerde bırakır acaba!?

Hem bayramı anlatayım hem ahlak mevzuu ile beraber yürüyeyim. İşte ahlakın ilk dersleri; insana ariz[12] olmuş olan, bu mezmum[13] sıfatları def eder. Ve ve daha da gider...

Ruh-u izafi, ruh-u sultani, ruh-ı insani, ruh-u hayvani, buradan başladık. İnsan doğumu ile canlı. İlk önce hayat-ı hayvaniyeye maliktir. Bir adamı konuşurlarken o adamın devreleri vardır. “Ahmet” anlatıyorsun, hangi devredeki zamanını anlatıyorsun? Bakarsın ki, kopkoyu şaki olan bir devrine idrak peyda etmişindir, onun yalnız şekavetinden bahsedersin. Bir tecelliye mazhar olmuş da şekavetini. Mesela misal vereyim. “Şu bardak da şarap” diyelim. Beşerin aklını izale ettiğinden dolayı mana ilminde büyük kitapta necis denmiştir. Aklı ermeyenler alay ederler, “Canım, adama kuvvet veriyor işte, neşe veriyor. Sen geri kafalı olduğundan dolayı ona bir de necis demişsin!” Ben ona necis dediğim vakitte, yüznumaranın pisliği aklıma gelmedi. Benim sair mevcudat ile ayırabilecek bir sıfat-ı mümeyyizem olan cevher-i aklımı izale ettiğinden dolayı pis dedim. Anlatabiliyor muyum acaba? (Güzel efendim) Yoksa, mana da öyle bizim anlayabileceğimiz kadar elimizde ufacık bir oyuncak değil ki. Dur bakalım, daha mevzudan aklayalım da anlatalım.

Harun Reşid zamanında bir Frenk, bizim ulemamızla münakaşa etmeklik arzusunu göstermiş. (Ne oldu, durdu mu?) Gittiği yerde kuvvetli münakaşalar yapıyor. O gün ilmin çok yükseldiği bir devir. Avrupa’ya ilim mevzuları veriyor, sanat modelleri veriyor. Öyle bir devir. Harun’a da haber vermişler. (Şimdi sualleri uzatmayalım, sıhhatim o kadar müsait değil. İşin neticesini vereyim.) Bir kısmını duymuş suallerin. Çağırmış o günün ulamasını:

 “Bunlara ne cevap vereceksiniz?” demiş. Beğenmemiş. “Güzel amma parlak değil. Ne yazık ki benim zamanımda ilim inkıraza uğramış, müteessir oldum çok!” demiş.

 “Efendim!” demişler. “Merak etmeyin, bizim içimizde Hakk’a gönül veren öyle insanlar var ki, bu mavi lacivert kubbenin altında, onu böyle böyle oynatacak, cevap verecek insan var.”

“Eee, çağırın gelsin!”

“O ilim adamıdır, ümerâya[14] uşak olmaz! Öyle çağırın gelsin diyerekten, bizim gibi gelmez!” demişler. “O Hak ve hakikat ilmine arif olduğu için böyle sen biraderini yahut bir adamını gönderirsen ‘gelsin buraya’ deyince yookk, kovar!” demişler. “İlim Allah’ın (cc) sıfatıdır, hiçbir vakit emre tabi olmaz der!”  demişler. Anlatabiliyor muyum acaba?

İlim Hakk’ın sıfatıdır, öyle gel, git, otur, kalk!  “Peki, usulü neyse o şekilde onu öyle davet edelim.” Neyse, şöyle bir yerini daha keserekten geçelim. Hülasa gelmiş. Gelmiş amma zevahiri o kadar calib-i[15] dikkat değil. Mütevazî bir hâl. Beşerde de bu taa Adem’den (as) beri vardır, hastalık! Doğrudan doğruya insanın zevahirine bakar.  Hâlbuki iş zarfta değil mazrufta![16] Dikkat edin ve bakın, çok cicili bicili kilitli defterleri, yaldızlı defterleri açarsanız, onun içerisinde pek ilim filan bulmazsınız. Filan yere gittik, filan yerde oturduk, filan yerde kalktık, bunlar yazılıdır. Bir ilim defteri arayacak olursanız, ya sapı kabı kopmuştur, ya yaprakları düşmüştür ya efendime söyleyeyim bir tarafı çatlamış, patlamıştır amma içerisine şöyle baktığın vakitte, bir cümle alırsın, bin tane kitap yaparsın. Öbür ki, yaldızlıdır filan, çıtır pıtır, kilitli militli… İçerisinde işte acayip acayip, “Bugün filan yere gittik işte...” Altına yazar “Şubat dokuz, saat üç...” filan(!)

“Defineler viranelerdedir!”

Çooook, sekiz on katlı yapılmış olan binalarda güneş görür müsünüz? Tepeden deler “hava alacağım” bilmem camdan aydınlık bıraktırır,  gider  merdivenden çıkarken elektrik sıkarsın… (Konuşamıyorum da bugün, sıkarsın değil, düğmeyi çevirirsin değil mi?) Basarsın. Ama kuru duvardan yapılmış bir eve gittiğin vakitte güneş odanın her tarafında kaynar. Çünkü mütevazidir. İnsanlar da birer binadır. Eğer bu vücut binan küçülmüşse içerisinde Şems-i Hakikat-i Ahmediye kaynar! Çok böyle büyümüş taaa bu tarafa doğru, kapkara. Orada elektrik  de yok sıkmak içün. Teker tüker yuvarlanır gidersin!

"Terk-i variyyet ile söylesen erinî erinî
 Len terânî[17] demez ol yâr hüveydâ görünür" [18]

Hayâlâtı nasıl atmalı ki bütün bu işlere sahip olmalı? Hayal!

Hûda öyle diyor büyük kitapta:  “Bizim yanımızda bir insan cihat etsin de ben onun elinden tutmayayım, olur mu?” Doğrudur!

[19] وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ fermanı da bu! وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ Bizim uğrumuzda, Hak ve hakikat uğrunda kendi varlığından soyunmuş; insanları benim iyalim tanımış, elini uzatmış…”

Çünkü yolu biz bulamayız. İmkân yok! Bulun işte hadi bakalım! Kavl-i mücerred olarak konuşmuyorum ki, söz olaraktan değil, bütün dünya duysun! Dünya bugün içün iki buçuk milyar insan beslediği söyleniyor. Bu iki buçuk milyar insanın düşünen kısmının hiçbir tanesinde huzur yoktur. Ne emirinde ne enisinde ne efendime söyleyeyim, ne şahında ne gedasında. Herkes tetikte, o biçim!

Hani: “Diken üzerinde mi oturuyorsun?” diyorlar!

Evet! Bütün kâinat diken üzerinde oturuyor! İlmi ilerlemiş; felsefesi ilerlemiş, fenni gözü kamaştıracak kadar teali etmiş, hikmeti böyle olmuş, gökyüzüne insan çıkaracak kadar yol almış, ama huzur!? Bütün filozofları toplansın, bütün diplomatları toplansın, bütün ihtisas sahipleri, inzibat teşkilatı, terbiye tezgâhı, yine “ahh!” sesi dinmez! Neden?

Allah (cc) “musluk bende!” diyor. “Caddeyi ben açacağım!” İşte ona işaret ediyor. “Benim namıma… Hepiniz kendi hesabınıza çalışıyorsunuz, yol vermeyeceğim.  Vermem yol!” “Bulurum, bulurum!”  Buyurun bulun(!)

“Ferdi saadetler inlemektir!” derdi. Hakikaten de inler insanlar. Ferdi saadet, hani bir işi becermiş de “efendim işte şöyle yapmış böyle yapmış, bir yığın servet ikmal etmiş.”  O değil kardeşim! Ferdi saadetle huzur, cemiyetin saadetle huzuruna bağlıdır. Bağlı birbirine. Onun içün öyle diyor. “Benim uğrumda...” kendi hesabı orta yerden kalktıktan sonra. “Bir adam aşk ile cehdetsin de ben ona yolu göstermeyeyim, olur mu?” diyor. “Kendim açarım yolu, kendim götürürüm, elinden tutar götürürüm!”

Buraya girmezden evvelki cümle neydi? Unuttum. (Şaraba kötü dediniz) O eski. Efendim... Zevahir üzerinde yürürüz. Daima öyle insanlar. Cibilli o. Buraları da geçtik de asıl şurada kalmıştık: “Viranelere…” Hem sizi idare ediyorum, hem kendimi. İyi dinlemiyorsunuz değil mi? Bunu mahsustan sorarım belki iyi dinliyor musunuz diyerekten.

Viranelere daha fazla şule girer… kendi karanlığında kalır, orada elektrik de yok, çat der yuvarlanırsın değil mi? Bu bir! O zat da gelmiş, gayet mütevazî, kapının dibine oturmuş. Çulu o kadar düzgün değil! Hülasa anlayacağınız tabirle. Çulu var ya çul, o kadar düzgün değil. Ama dur bakalım,  burada bulabilirsem buna ait bir şiir okuyayım:

Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et

Çün düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde[i]

Fuzuli’nin. O muazzam adam.

Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et
Çün düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde

“Bu sualleri ne şekilde cevaplandırırsınız.”

“Sail kendisi gelsin de...” demiş. “soran”

“Efendim ben de anlayayım? Söyleyiniz de anlayayım.”

“Yok, ben senin sarayında kapıcı değilim!” demiş. “Anlayayım ne demek? Yalnız sana şu kadar bir ferahlık verebilirim. Senin misafirin gelir de benim de karşıma çıkar, konuşmak zamanında eğer ben mahcup kalırsam, terk-i diyar eylerim. Korkma, benim elimde öyle bir kitap var ki, öyle bir kitap var ki...”  Nokta, nokta, nokta, nokta. (...) amma, fazla da ileri gidemiyor adam. Bazı adamlar acayip olur. Size buna benzer bir şey daha anlatmıştım:

Yavuz’un İran’a göndermiş olduğu, Muhsin Çelebi namında bir adam. O da başka bir türlüsü. Neyse gelmiş, sualleri sormuş. Cayır, cayır, cayır, cayır, cayır… Soran, gözleri yaşararak kalkmış elini öpmüş. Ama yalnız ona sormuyor o, bütün dünyayı dolaşıyor. Boyun kesmiş, “El-Hak!” demiş. Tabi Harun’un da çok hoşuna gitmiş. Hemen kalkmış oradan almış, getirmiş yanına sağ tarafına oturtmuş. Yemek vakti gelmiş, sofra kurulmuş. O güne kadar Harun içki kullanırmış. İptilası var. İkram ediyor misafirine. Yani o ilim adamına.

 “İçmem” demiş. Israr etmiş. “Emir, emir!” demiş. “Size şey ediyor, ikram ediyor, reddetmeyin! Burada birçok misafir…” Lisan-ı ağzıyla söylemiyor ama lisan-ı hâliyle  “Keşke ben ikram etmeseydim, yani ben ret olunuyorum burada aşağı yukarı yüz yüz elli kişilik bir heyet var. Beni küçük düşürüyorsun” diyor ama ağzıyla değil hâliyle. Onu anlıyor onun diyor ki, üzerine şöyle çöküyor:

 “Siz” diyor “emir misiniz?” “Evet!” “Bir emir verdiğini geriye alır mı? Şanına yakışır mı?” “Hayır!” “O halde verdiğinizi geriye almayın, ısrar etmeyin!”  “Anlamadım!” diyor.

“Evet” diyor. “Ben geldiğim vakitte şurada oturdum, kapının dibinde. Bana kıymet de vermediniz. Oradan sonra aşk ile kalkıp beni aldınız şuraya oturttunuz. Şimdi açık konuşalım senin nazarında şurada toplanan insanlar içerisinde bütün yükü toplayan ve gönlünü çeviren benim!” diyor. “Öyle değil mi, bunu söyleyin!” diyor. “Evet, öyle”

 “Beni oradan buraya getirip, bana bu sıfatlarla teveccüh etmenize sebep nedir? Şu misafiriniz dünyayı gezmiş, birçok insanları mağlup etmiş fakat senin huzurunda kendi mağlup olmuş, bundan zevk aldın, bende bu cevheri gördün, ondan dolayı beni yanına aldın. Ben bunu ne ile yıktım? Kudret’in bana bahşetmiş olduğu bir akılla yıktım. İkram ettiğin şey benim aklımı alır arkadaş!” diyor.“Sonradan verdiğini alma!”

“Kaldırın!” demiş, Harun. “Kısmet buraya kadarmış. Bende kullanmayacağım, kaldırın!” demiş. “Kısmet buraya kadarmış! Bu insan-ı kâmil iki şeyi halletmeye gelmiş buraya, biz kıymetini bilmedik. İki şeyi halletmeye gelmiş. Biz kendisinin kıymetini layıkîyle bilmedik”.

Evet! İşte insan, hilkatinde gizlenmiş bir mana var. Gizlenmiş değil de daha doğrusu aşikâr. Ondan aşikâr bir şey yok ama gözsüzlere pinhan imiş. Mısri Niyazi’nin dediği gibi;

Sağ u solum gözler idim
Dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim

Yani dışarıda arardım.

Meğer ol cân içinde cânan imiş
Sanma zahid savm-u salat-ı haccı zekat ile biter işin

Hani bazı insanlar vardır ya bir parça ibadet taat yaparlar da kâinata böyle bakarlar. Keşke yapmasaydın. Keşke yapmasaydın. Mevcudat içerisinde ilk önce “Ben ondan hayırlıyım sözünü” iblis söylemiştir ve ondan dolayı yıkılmıştır! “Ben ondan hayırlıyım!” dedi Hûda’ya. “Ben ondan hayırlıyım!” Böyle bir insan çıkarsa karşına gül sen ona. Hani böyle kendini metheder şöyle filan. Zaten bu kâinatta arif olan insanlar; görürler, gülerler, susarlar, söylemezler. Gör, gül, sus, söz söyleme. Nadan bir cemiyete tesadüf ettin mi orada yıpranma, fayda yok! Gör, gül, sus, söz söyleme!

“Zibîş-i batılan-ı cihan harf-u Hak ne gû”

Aşağısını getiremeyeceğim, aşağısının mealini söyleyeyim. Zibîş-i batılan-ı cihan harf-u Hak ne gû

Henüz ademiyete kadem basmamış, hayvanları utandırtacak kadar canavarlıkla meşgul olmuş olan insanın yanında Hak ve hakikatten bahsetme! Mansur “Hak” dedi de helak oldu, der. Orada gayet güzel bir şey vardır. Aşağısı.

Tekebbür ediyor. Şöyle… Gül, zavallı dersin, geçersin. Gölge avına çıkmış. İnsanın nesi var? Verdiğini alır, kimsenin bir şeysi yok! Hepimiz bir yere çalışırız. İnanan da inanmayan da herkes bir yere çalışır. Mevcudatın sahibi birdir. Öyle birdir ki, adet manzumesinde çiftin mukabili olan bir değil. Bu tabirime de dikkat ediniz lütfen. Yani, bu tabire dikkat edin. Mesela “Allah (cc) bir”  deriz. Bizim bildiğimiz sayıdaki birle mi bir? O Hadis! O, ondan münezzeh! Kendi, kendine birlediği bir birlikle bir! Onu ben bilmem. Bunu zevk edin, tat bunu. Bu çok güzel bir şeydir. Allah (cc) bir deriz. Yani bizim bildiğimiz sayı vardır. Çiftin mukabili olan, o birlikle mi? O benim bildiğim birlik o. Ondan O münezzehtir! Ya nasıl birdir o? Kendi kendini birlediği bir birlikle birdir. Herkes O’na çalışır, inanan da inanmayan da. Pazarı öyle açmıştır ki, hayaline insanları köle etmiştir: “şunu yapacağım, bunu yapacağım, hay...” der. Tabi, bu intizam-ı âlem devam edecek. İntizam-ı âlem devam edecek!

Koca cihangir Fatih, muazzam adam, yirmi bir yaşında. Geçen konuşmada söylediğim gibi, devre açmış, bize bu memleketi almış, Allah rahmet eylesin. Di mi ya? Dünyanın yüzü. Oturuyormuş, havası başka suyu başka. Nimet elindeyken insan kıymetini bilmez. Nefes darlığı gelmeden, havanın ne olduğunu bilmezsin. Bedava o çünkü. Geldiği vakitte bunaldın mı, aman oksijen çadırı. Çadır madır para etmez! Nice oksijen çadırlarının içerisinde kıvrananlar olup geçip gitmiştir. Bedava. Kıymeti bilinmiyor!

Büyük insan, Akşemseddin vardı, muazzam bir adam. Yanında. Hem enfüs ilmine malik, hem zahir ilmine malik. İstedi ki Fatih, dünyada cihangir olduğu gibi manada da at oynatsın. Yine mevkii var, şüphe yok ki Peygamber’in (sav) methine uğramış, büyük bir adam amma istiyor ki: “Dünyada büyük bir sultan olduğum gibi manada da olayım.” Yalvardı Akşemseddin’e.  “Hayır!” dedi. “Sana bu kadar kâfi! Sana o ben öbür kapıyı açıp da gösterirsem tahta bir tekme vurursun. Sen insanlar üzerinde lazım bir adamsın, tahtına tekme vurdurtmamak için seni orada tutacağız biz. Bitti!.. Vurursun sen o tekmeyi, Hûda’nın işi yapılacak. İşleyecek!” Herkese işini yaptırttırır, yaptırttırır, ondan sonra, programın bittiği yerinde de… Ne tatlı ama ne kadar hoş. Evet, zalim adama nispet vermek için o kadar kuvvetli ki. E nispet vermek gayri ahlaki bir şey değil mi, ahlak mevzuunda. Onun gayri ahlakı olanları vardır, zayıfa karşı olursa. Zalime karşı, gayet ahlaki. Gayet ahlaki! Ohhhh, ölümü öldüremiyorsun ya! Her gün aynaya bakıyorsun, kızıyorsun di mi aynaya, çöküyorum, diyerekten? Kızma aynaya. Ölümü öldüremiyorsun, kabrin kapısını kapayamıyorsun, beşerden aczi gideremiyorsun. Fayda yok!

Herkes bir yere çalışır. “Ben mi, yok yaaa(!)” Çalıştırtır. İnanmayanın ölümü ne kadar ağır olur? Beriki inanmış, inandığından dolayı da, son anında inandığı: “Bana geliyorsun” demiş, o ne tatlıdır. Öteki inkâr sahasında. Sonra ne kadar acayiptir, ne kadar zavallılıktır. Hayret!

Bir şeyin tasdikinde zarar olmaz -Tabirime dikkat edin- İnkârında da faide olmazsa ilim, adamı tasdike götürür. İnkâr ediyorsun, fayda var mı? Hak ve manayı inkâr ettiğin vakitte yüz liran, yüz on lira oluyor mu? Şeye konduğun vakit, kantara konduğun vakit yetmiş kilon yetmiş bir oluyor mu? Olmuyor.  Var dersen yüz liran, doksana iniyor mu? Hayır! Kilon yetmişken atmış sekize iniyor mu? Yok! O halde ilim tatbiki getirir azizim?  Niçün zavallı vaziyette kalırsın? Huzuru bulsana “var” desene. Kaide yerinde. Bir yere herkes çalışıyor!

İnanmayanda merhamet olmaz! Acıma hissi olmaz ki. Acıma hissi… Acıma hissi!

Deden bununla dolu idi işte. Tarihin en eski efendisi olan; bu necip millet, dedemiz. Akıl durur adamın, aklı durur! Hem okumuşun da okumamışın da, hepsinde!

Dişinden tırnağından... Elzemle kanaati birleştirmiş, iktisadı düstur tutmuş “Beytullah’a gideceğim” zevkiyle, aşkıyla yaşıyor. Para biriktiriyor bir parça, ufak ufak. Ehh para da oraya gidecek kadar birikmiş. Gitme günleri yaklaşmış, dükkânının önünü süpürüyor, bir hamile kadın geçerken şöyle bakmış adama. Bakış tarzından, mazlumane bir eda ile bir ilticası var, anlamış. “Kızım…” Şimdi böyle şeyler yoktur ya. Nerede? Üüüü!.. Acımaya misal getiriyorum. Şimdi öyle şey yok. Anasının nafakasını vermiyor icra dairesinde. Babasının sermayesi ortada, ne gün ölecek  diye gözünün içine bakıyor, Budala! Bilmiyor ki, sen de öleceksin!

Nedir?” demiş ki: “Sizin bir şeyiniz mi var?” “Efendi amca şu karşıki evden bir yemek kokusu geliyor, elimde olmayan bir hal. Vaziyetim  itibariyle bir tehlike olma ihtimali var. Benim yüzüm tutmuyor, siz komşusunuz, bir lokma alamaz mısınız?”

Hay, hay!” demiş. Gidiyor, kapıyı çalıyor. Açmışlar, komşusu ya. “Sizde bir yemek pişiyor, ondan bir tabağa bir lokmacık verin

 “Ondan kimseye veremeyiz!” Şaşırmış adam. “Allah Allah, bir lokma!” demiş. “Yahu bir lokma!” “Bir lokma değil, suyuna dahi kimsenin şöyle lokmasını  batırtamayız. Veremeyiz! Bizden başka kimse onu yiyemez!

 “Neden?” demiş. “Sorma neden olduğunu.” “Çok merak ettim!

Kudret bizi ağır bir imtihana tabi tuttu, biz bir süluk[20] içerisindeyiz. Kusurumuz yok fakat cilveyi bilmeyiz, maşuk bizi o şekilde bir sıkışla sıkıştırdı ki, neye sarılsak tutmuyor. Aç kaldık çok muhtar[21] vaziyette. Yaratılışımız itibariyle de derdimizi kimseye söyleyemeyen kimseyiz. O’nun kapısından başka birinin kapısını çalabilecek bir kabiliyette yaratılmamışız, ne yapalım?”

Büyük kitap der ki bunlar hakkında: [22] التَّعَفُّفِۚ Bilir misiniz?” diyor Allah (cc) yani: Benim indimde en makbul şey nedir? Cemiyet içerisinde herkes onu zengin zanneder, vaziyetini müsait görür, belli etmez fakat çok zarurettedir. Bunu bulup da elinden tutarsan benim elimi tutarsın!” der.

Onlar pek nadir insanlar. Açmıyor derdini kimseye. Şimdi o da sorunca artık mecbur olmuş, o cins bir aile. “Takat kalmadı, nihayet şehrin haricinde yeni ölmüş bir eşek, onun etini kaynatıyoruz. Çünkü bunu yemezsek intihar sayılır, o da manamıza göre inanışımıza göre haramdır. Fena bir şekildir. Bize bunu müsaade etmiştir Allah (cc) kitabında. Yalnız bizim içündür. Ölümü  önlemek içün buna müsaade edilmiştir, Biz yiyebiliriz, başka kimse yiyemez!”

Attar Muvaffak şaşırmış, gönlü parçalanmış, kendisini recm etmeye başlamış amma vakit de yok. “Bir tehlikeyi daha önleyeceğiz, orasını da siz sormayın, bir lokma verin bakalım” Almış gelmiş, demiş ki: “Kızım, bu senin böyle titreyerek canının istediği şey, böyle böyle böyle vaziyette bir yemektir,  arzu edersen ye!” “Yok, tiksindim” demiş, “O hal geçti.”  Teşekkür etmiş, gitmiş.

Şimdi Muvaffak almış kafasını iki ellerinin arasına: “Adam olamadın Muvaffak!” demiş. “Eğer sen Şemme-i[23] Muhammedi’yi iştişmal[24] etseydin, buy-i rahmanı koklamış olsaydın, yanındaki inleyenin iniltisini koklayabilecektin. Hacca gideceksin, haa! Hangi yüzlen gideceksin? O huzura gittiğin vakitte, sen ne yüzlen geldin, yanındaki inleyen, vaziyetini kimseye açmayan bir komşunun halinden agâh olmadın! Buraya hangi yüzlen geldin! Ne yüzlen Peygamber’e  yüz süreceksin? O Beytullah’a ne şekilde boyun keseceksin? Adam olmadan nasıl gidiyorsun!?” Biriktirmiş olduğu meblağı götürmüş, kapıyı çalmış, işte bir lisan-ı münasiple, nasıl terk ettiyse, ne minnetle...

O terk etmekte zor. Ehl-i gönül davet edersin, yemek yedikten sonra sen beklersin ki, teşekkür etsin diyerekten. Ben tesadüf etmişimdir. Çıkarken öyle der. “Teşekkür etsene bize. Ya gelip yemeseydik. Teşekkür et bakalım!” (Gülüyor)  (hakkı da var di mi).

Hak, sana Rezzak sıfatını vermiş, bu elzem bu işi göstermiş, ya o sıfat ta’tile uğrasaydı.  Teşekkür et! Ders veriyor ders!  “Yapmış olduğun iyilikten bir minnet bekleme! demek istiyor, büyük adamlar böyle. Anlatabiliyor muyum? Nasıl söyleyeyim. “Adam ol, ondan sonra gidersin!” diyor. Adam ol!

Gelelim yine mevzuun ân yerine? Bayramı anlatacağız. Yoruldunuz mu? (Hayır) Anlatalım yani di mi? Zor bu zor da, ondan düşünüyorum. Zor! Bayramı anlatmak kolay değil ki.

Dünyaya gelir: “söylemez, konuşmaz” di mi? Gelirken de gelmek istemez. Bunu her vakit size anlatıyorum. Ağlaya ağlaya gelir. Onun içün gelenin sesi çıkmazsa cenazesinin namazı kılınmaz. “Gelmeyeceğim diye o bulunduğu âlemde bir münakaşası olmadı!” diyor Allah (cc). Kılmayın namazını. Anlatabildim mi? Şimdiye kadar söylemedim. Bağırtın ”hiiiiyk” desin, “Kıl namazını!” der. Hiç ses çıkmadı mı? Anlatabiliyor muyum? Bir defa şöyle “hiiiyk” desin, deftere kayıtlı. Hazreti İbrahim’e (as) teslim edilir. “Hiiyk” dedi mi bırakmaz Hûda. Bütün buluğa ermeden, “ala meratibihim[25]”  mini mini giden insanlar doğru hayat-ı berzahiyede Hazreti İbrahim’in (as) taht-ı terbiyesindedir. Artık o nasıl terbiye eder? Her halde Frenk mürebbiyesi gibi terbiye edecek değil ya(!)

Hani vardır böyle, kendi ananesini beğenmez, annesini beğenmez, bir de makam-ı iftiharla söyler; “Efendim ben çocuğu Frenk mürebbiyesi ile büyüttüm filan(!)” İntibak kaidesin de okuyorsun. Di mi intibak bedel diyorsun.

Bir Türk kadını, bir Türk annesi; bir manaya gönül veren anne, çocuğunu büyütemeyecek kadar küçüldü mü? Ağlamak lazımdır! Adamı Allah (cc) tarihten siliverir. Bari övünme! O kadar küçüldü mü? Bire on dövüştüren gazi yetiştiren, şehit çocuğu büyüten annenin kızı, kendi evladını büyütemeyecek kadar küçüldü mü? O Frengin kucağında o büyüye büyüye, yarın senin ayağına da bir tekme vurur, kafana da bir tekme vurur. Çünkü oraya intibak etti, o kokuyu kokladı! Anlatabildim mi acaba?

“El ahlak-u sarîyetün, vettabiat-ü sarîkatün. Ahlak saridir, tabiat hırsızdır.” Muhakkak onun ahlakını çalacak, muhakkak onun tabiatını çalacak, muhakkak onun ananesine meftun olacak, muhakkak sana “geri kafalı!” diye bakacak! İmkân var mı? Bakacak!

Efendim çocuk kundağa mundağa lüzum yok, sepette büyüyecek. Benim anladığım iş değil ama yalnız gördüğüm var. Hani beni itiraz ediyor zannetme fakat görüşümü söylüyorum. Doğru olur olmaz başka. Hani annenin nenenin, belki kundağını tenkit edenler çok görünür. Kedi yavrusu gibi sepette(!) İyi, ama havalı mavalı ama omuzlar bu kadar indi. Yüz kişiyi muayene et, doksan sekizi verem! Bacakları çarpık olurmuş kundakta(!) Herkesin bacağı böyle oldu. Bir yetmiş birden aşağı olmayan boy, bir elli beşe, bir elli ikiye, bir elli üçe indi. Omuzlar da bu kadar, kulağının bu yumuşağından da bak, karşıki duvarı görürsün şuradan. Böyle bir acayip pösteki gibi şöyle. Bire on dövüşmüş. Viyana’yı muhasara eden ordunun adedini bilir misin? Kaç kişiydi? Kim bilir aklına bir milyon mu gelir, beş yüz bin mi gelir? Dört bin kişi? Biri bine bedel ama! Yaa!..

Manaya gönül vermiş, ahlakın zırhıyla zırhlanmış, böyle baktığı vakitte atomun tesiri onun yanında hiç kalıyordu. Nazarı ile adamı yıkıyor. Çok değildir, yarım asra kadar çocuğunu terbiye ederken “Türk geliyor” dediği vakitte böyle duruyordu. Bu ananeyi sen nasıl ayağının altına alabilirsin?  Anlatabiliyor muyum iki gözüm! Uzun boylu değil, daha otuz kırk sene evveline kadar. Sen Frenk mürebbiyesiyle övündüğün çerçevenin yanına getir bir de bu cümleyi. Çocuğunu terbiye ederken “Şşşşt Türk geliyor” dedi miydi çocuk böyle duruyordu. Yüzünü görmeden, sesini işitmeden, Kudret’in onun gönlüne vermiş olduğu mehabbetin,[26] dedenin mehabbetinin oraya aksi dolayısıyla. Böyle, bu haldeydi. Sâhi[27], merhametli, şefik. Geçen konuşmamda söylediğim gibi...

Davenport29* namında bir İngiliz alimi bir kitap yazmıştır o kitap över, söyler: “Beşeriyetin Fahri Ebedisi Hazreti Muhammed’in (sav) nübüvvetinden şüphe edilir mi yahu?” diyor. “Nasıl şüphe edebilirsin. Tek başına insan pişirici bir iklimden açmış olduğu o büyük dava ile...” Sayıyor, sayıyor, sayıyor, sayıyor, şuraya, şuraya, şuraya, şuraya, şuraya şuraya sahip olmuş, Avrupa’nın İspanya’sına malik olmuş, Roma’yı titretmiş, şunu etmiş, bunu inletmiş ve o işin banisi olan nefs-i natıka-i kainatın kalbi olan Zat, ilk önce yalnız Hazreti Hatice’siyle konuştuğu vakitte, davayı kabul ettirdiği vakitte yani ilk önce o inanmıştır. İnananların içerisinde büyük bir kıymet tabi. Bir adamın iyiliğini kötülüğünü hariçte bir adam kendisine iyi dedirttirebilir. Ca’li[28] iltifatlar yapar, şunu eder, bunu eder, nihayet beş on kuruş sarf eder, bir muhit yapar iyi adamı, karısına dedirttiremez, diyor. “Onun büyüklüğünü şuradan anlayın ki, ilk iman eden karısıdır.” diyor. Acaba anlatabildim mi? Yirmi beş sene bir hukuk tedarik etmiş olan haremine, bir yastıkta beraber baş koymuş olan insana, “Ben seni bilirim!” der adama. Bir şey anlatabiliyor muyum? Bak Frenk nereyi düşünüyor? Kafa nerelere kadar gidiyor. “Sana bana iyi dedirttirebilir adam” diyor, fakat evdeki karısına? “Ona dedirttiremez!” diyor. Ona, ilk açtığı vakitte davayı, “O sıfatları sende gördüm de sana âşık oldum!” dedi. Melekûtat içerisinde bütün melekût âleminde herkesten önce O Zat-ı Âlaya ilk “Ya Resülullah” tabirini o kullanmıştır. Allah da (cc) ona bayılmıştır.

Söyleyeceğim yer asıl burası değil de bazı diyor bu sahaya düşman olanlar derler ki: “Efendim evet, kendi himayelerinde bulunan raiyyeye[29] bir şey yapmamışlardır, serbest-i hal  vermişlerdir. Tabi Ortodoksları o vakit daha şeyden evvel, Beyaz Ruslar zamanında Ruslar muhafaza ediyordu, Katolikleri de Fransızlar muhafaza ediyordu, tabiatıyla böyle gidiyordu...”

Ben cevap vereyim diyor herif: “Yahudileri kim muhafaza ediyordu?” Bir şey anlatabildik mi? Güzel onu artık öyle diyelim. Bir an için kabul edelim. Yahudileri kim muhafaza ediyordu? Bırakın böyle uydurma sözleri!

Onların ruhlarına aksetmiş olan, imandan gelen, manadan gelen, ahlaktan gelen bir rikkat, bir şefkat, bir merhamet, bir insan duygusu vardır, her zerrede “Hak vardır” derler, ellerini uzatırlar.

Şimdi Aktar Muvaffak’ta bu iş olmasaydı olur muydu?

Bir adamın birisi ağlıyormuş: “Beytullah’ın örtüsünü örtmedim bu sene, yaptıramadım!” diyerekten. Niyet etmiş, hükümdarlardan birisi, hafızamdan çıktı yahut eshab-ı servetten birisi, her neyse. Bize lazım gelen yeri orası değil, kim olursa olsun. Müteessir, “yetiştiremedim, örtüyü yapamadım!”

Bir yığın yırtık pırtık, (Bayram diyerekten söylüyorum, ahlaki mevzuu ile de alakadar, hikâye şeklinde dinleme!) Yetim çocukları karşısına götürmüş, ariflerden birisi. “Senin o Makam-ı Mualla’da giydireceğin örtü -bunun için müteessir oluyorsun. Beytü'l-Muazzama’nın örtüsünü yapamadım, diyerekten- O Beytü'l-Muazzama’nın örtüsü bu yetime-i âlemdir.[30] İyi anlatamadık di mi? Bunların örtüsünü yapmadan oraya niye örtü götürüyorsun kardeşim, demiş.

Oradaki Hacer-i Esved taşı kalbe remizdir. Beytü'l-Muazzama insanın şekline remizdir. Gaye orada insana, insan-ı hakikiye ne şekilde huzur edilebilir, onu öğretir. Hakikaten de öyledir ya. İnsandaki kıymeti bilir misin sen? Şimdi mesela orada, Beytü'l-Muazzama’da hangi tarafa dönsen kıbledir. Burada bulunan insanlar böyle, orada bulunan insanlar böyle, burada bulunan insanlar böyle namaz kılar, secde ederler. Kaldırıver onu şöyle Beytü'l- Muazzama’yı, kim kalır karşında? İnsan kalır. Anlatabiliyor muyum acaba? Ya, insan kalır, o halde insan?

Mesela gazeteler yazıyor, geçen bir gazetede gördüm. “Efendim gazetede” diyor. “Dini mevzular yazılıyor. Bu kutsi mevzuular ayakaltına atılıyor. Bunların yeri orası olmamalıdır.” Şöyle oluyor, böyle oluyor... İlmi bir söz değil bu. İlmi değil. Kabul edeyim, ihlasından samimiyetinden, hakikaten manaya ait olan gönlünden bu seda geldi de mecbur oldun bunu yazdın fakat ben sana ilmen cevap vereyim. Mesela Kur’an, bunun kâğıdı İzmit fabrikasından çıkar veyahut Avrupa’dan gelirse İsviçre’den gelir, şuradan gelir buradan gelir. Mürekkebi herhangi bir insan tarafından yapılır. Dizeni, en tertibi, o herhangi bir kimse ise yapar. Biz onu, öper başımıza yüksek bir yere koruz. Kâğıdını mı öpüyoruz, yazanını mı öpüyoruz? Kur’an’ın bizatihi hüviyeti bu mudur? Zihniniz karışmasın, dikkatle dinleyin. Kur’an Allah’tadır (cc). “Ya bu önümüzdeki?” O, Kelam-ı İlahi’nin kalıbıdır. Bana Hakk’ın kelamını, bana Hakk’ın ayetini öğretti diyerekten o kâğıt bu defterden ayrılıyor, ne bileyim bu kâğıttan ayrılıyor, bir hürmet, bir takdis makamında bir şeyi tecelli ettiriyor. Niçün?

Hakk’ın ayeti sen değil misin? Kur’an bu mezahirden bahsetmez mi? Onun besmelesi sen değil misin? Kâğıdını öpersin de beni niye döversin? Kâğıdını öpersin de yetimin niçün hakkını yersin? Kâğıdını öpersin de niçün yalancı şahitle bir davayı kazanmak istersin? İşte görünen bütün mezahir ayettir. Anlatabildim mi acaba?

Bu varlıktan başka bir şeyden bahseder mi Kur’an? Kitab-ı kâinatın hülasasıdır. Bu da Hakk’ın tecellisidir, ayetidir. Bunun üzerinde, en haddizatında en mühimi de insandır.

(Hadi bir şey daha söyleyeyim size. Bugün zevkim var, hastaydım iyi oldum. Dinle.)

Allah’ın bir kitab-ı tekvini, bir de kitab-ı tenzilisi. Kitab-ı tekvini, gördüğümüz mükevvenat.[31] Kitab-ı tenzili; bu kitab-ı kâinatı her göz göremeyeceğinden dolayı, arşı görüyor musun? Daha gördüğün bu senin sema değil bu. Bu hani semavat filan, asıl semavata çıkamaz. Hiç çıkanı yok mu? Oralarını sorma. Bu görülen sema, sema-ı lahut değil. Kur’an da buna:

[32] زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا  der. Dünyanın semasını sana tezyin ettim. Bir de bir ayrıyeten bir sema daha var. Duruyor burada edkennar.[33] Misal olaraktan söylüyorum. Bu büyük kitab-ı kâinatı, her göz göremeyeceğinden, her kulak işitemeyeceğinden dolayı, Allah (cc) merhamet etmiş, bunun hülasası olarak, elimize o Büyük Kitabı vermiş. Onun hülasası. Şimdi kitab-ı kâinatta, Kur’an’da sureler vardır. Kâinat kitabında da evet, şems manzumesi bir ufak suredir. Şeyma manzumesi bir suredir. Arş bir suredir. Anlatabiliyor muyum?

O Kur’an’da okuduğumuz vakitte her surenin başında bir besmele vardır ve besmelesiz okumak caiz değildir. Peki, arş manzumesi dedin, şems manzumesi dedin, bunlar birer sure, bunların da besmelesi var mı? Var ya. Kim onların besmelesi? Hazreti İnsan. Binaenaleyh hakikatte besmelesiz derler adama, biliyor musunuz? O besmelesizin manası, hayatında yaşadığı müddetçe bir insana mülaki olmadan ölüp giden adama denir.

Adem olmak istersen Adem ara, Ademi Bul, Adem ile Adem ol!

Mevzuu anlattımsa, zor zor yer burası. Bayramı anlatacağım size. Bu bayram zordur. Kurban bayramında anlatmalı bunu, ikisini beraber. Yaaa. Saat kaç? (Sekiz) Daha başlamadık konuşmaya, bayram şimdi. Burayı anlatırken nerede kaldıktı, bu misale geçtik...

(Namazı kılınır dedin, değil mi? Hiçbir gün ben bunu alamayacağım sizden vesselam.)

Doğar, konuşmaz. Niçün? Birinci sebebi, geldiği âlemden sır kaçırmayacak. Yaaa! Öyle bir acayip masumiyetle doğar. Ama şimdi biraz başka türlü doğuyorlar. Bakıyor adama yeni doğan şimdi. Ruhu kart! Evveli çocuk doğduktan sonra, böyle onun kendine mahsus bir sema-ı lahûta bir, insanın rikkatini celbedebilecek, ne bileyim, tarif edemem ki bir Bûy-i Rahman kokaraktan bir acayip bir edası vardır. Şimdi böyle bakıyor. Hilkat daima insanın hayatını tanzim etmeklik içün dersler verir. İlk önce konuşmaz.

Dinle, konuşmasını öğren, ondan sonra konuş!

Ulu orta her şeye karışanlara ait bir ders vardır burada. Bazı adam vardır, seni dinler “Tamam” der. Yallah konuşur. Öbür tarafta birisini dinler, bu konuştuğunun zıddına, hemen. Kudret bu işleri önlemeklik içün, fıtrattaki gizli işaretleri yapar; İlk önce hamuş[34] ol, dinle, konuşmasını öğren, ondan sonra konuş. Dinlemek için iki kulak, söylemek içün bir ağız verdik. İki dinle bir konuş. Şimdi biraz ilerledikten sonra, asude kaldığı vakit, ilk konuşmaya başladığım zaman da söylediğim gibi; bu kıl, kemik, et, kan torbasının, hüviyetini aramaya başlar. Ben bu olsam, bu et parçası değilim ben. Bu et parçasında bir konuşan var. Bu ne bu? Bu et parçasında. Bu ne?

Sonra sevmek ne? Sevmeler cins cins ayrılıyor. Ayrılır mı? Ayrılır ya. Bak misal vereyim de bak:

Huda esirgesin, Allah (cc) muhafaza etsin, olana da Cenab-ı Hak ayriyeten ecir versin. Aptal salak bir çocuğun olsa; bir eli tutmaz, bir şeysi olmaz, evladın, kendi evladın. Beri tarafta da başka birisi, hasna[35] müstesna, dilara, en güzel bir çocuk. Değiş edelim, onu bana ver, bunu sen… Veremezsin. Mal sevgisine benzemiyor, anlatabildim mi? O can sevgisi o. Kötü bir ceketin var birisi daha güzelini verdi, “Değiştirelim mi?” içine bakarsın, hemen derhal verirsin. Çıkmaz sokakta bir ev var, öbür tarafta manzarası güzel bir yer var, şu evleri değişelim. Aman değişiyor ya, o nasıl iş bu! Hemen değişelim dersin. Fakat beri tarafta bir tarafı bozuk, kafası işlemez, zavallı, salak, malak fakat yavrun. Gel bu güzel çocuklan, bu zeki bak, yerine sığmıyor, fatin. Yooo, o can sevgisi o. Veremezsin. Bir şey anlıyor musunuz bundan?

Birisini seversin, neresini seviyorsun? İşte efendim kaşı böyle gözü böyle, şurası şöyle de ondan. Hayır, aldatıyorsun kendini. Bir hâl gelir, kaşı da yerindedir, gözü de yerindedir, yanına gidemezsin. Ne oldu ya ? Tecelli eksildi ondan. Hülasa, sen o kaşında gözünde, alnında filan hep Allah’ın (cc) akıntısıdır. İsmini yanlış koyduğundan dolayı günahkâr oldun. Cenab-ı Hak sevginin taksimini de istemez. Hani evladın olursa dikkatli sev, alır. Gayyurdur, çok kıskançtır Allah (cc), açık tabirle. İnsanların çekmiş olduğu bela, onun kıskaçlığından dolayıdır. Şimdiye kadar söylemedim. Öyle kıskançtır, ne bileyim ben? Ne yaparsın hiçbir şey yok. Hani bazı adamlar vardır: “Ya Rabbi şu çocuğumu yetiştireyim, işte hiç olmazsa şu çocuk yetişinceye kadar bana ömür ver!” filan dedin mi, ölürsün. Hiç karışma ona, bırak!

Manaya sahip olan insanlardan birisinin huzuruna gitmişler, hastaymış. “Efendi” demişler. “Şu çocuklar filan içün hiç olmazsa size Hûda ömür verse!” “Sus ulan beni geberttirecek misiniz?” demiş. Sus karışma! Onun için… E sevmeyeyim mi? Kendi sevgisinden başka sevgi istemiyor, ortaklı sevgi istemem diyor. Peki sevmeyeyim mi? Sev, yolunu göstermişlerdir onun. O Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi neler vermiştir adama. Soruyor, gidiyorlar, çok sevdiği insanlar: “Evladım”” diyor. “Böyle dediniz” “Onun kolayı vardır: Buradan senin akıntını görüyorum. Bu nakşa baktığım vakitte, nakkaş sensin, senin eserini görüyorum” de. Anlatabildim mi? “İkilik orta yerden o vakit kalkar” diyor.

Gayyurdur Allah (cc). Yani Gayyur, çok kıskanç. Musa’nın (as), Musa’nın (as) asasının ejderha olmasındaki hikmeti bilir misin? Mucizesi ejderha. Nübüvveti vermiş, “Elindeki nedir?” diye soruyor. O, onu biz yalnız büyük kitaptaki nakil olan kısmını biliriz, zevkini bilmeyiz ki: Dudaksız bir hitap, kulaksız bir işitmek, sorulan nedir, ne biçimdir  o an, o zevk, anlatılmaz ki! Daha biz balı anlatamıyoruz. Hiç balı yemeyen bir adama balı anlatabilir misin? Ömründe bal yememiş. Anlat bakayım balı. İşte şöyle tatlıdır filan, mmm yapar ama anlamaz ki, bir şey anlamaz. Adi bir madde o. Ya bu? Mananın sefası. Nasıl anlatabiliriz? İşte bu kadar dilimiz dönüyor? Musa’ya (as) “Elindeki ne?” deyince, o zevke müstağrak kalmış. “Ahh, devam etse. Bitti mi acaba?” diyor. Tek cevap vermiyor. Musa (as)  tek cevap vermiyor. “Elimdeki değnektir” diyor, kâfi. “Elimdeki değnektir.” Kesmiyor. Bahane. “Bununla” diyor, “Koyun, hayvanatımı…” Çobanlık ediyordu ya. Her nebi çobanlık etmiştir. Resul-ü Ekrem’de (sav) “Şuralarda, otlattığım keçiler hatırıma geliyor” der. Bir adama hakaret ederken, sakın “çoban” diye hakaret etme, yanarsın. “Bırak şu çoban herifi” deme. Yakar seni sonra. Hayvan gütmesini bilmeden insan güdemezsin ki. Anlatabildim mi acaba?

 [36] كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول

 عَنْ رَعِيَّتِه

“Her biriniz çobansınız, her çoban kendisine teslim edilen maldan mesuldür!”

Emir böyle. Her biriniz çobansınız, herkes kendisine, evladı, ailesi, ahibbası[37], muhiti, o ailenin büyüğü kimse, onun ef’ali harekâtından mesuldür!

Bir sual çıkar; “Ben”, bazı insanlar der ki; “Hamdolsun, hiç birisi yok.” Azade-ser[38]. Kendin varsın ya. Aza-ı cevahirin de bir metadır, elinin ef’alinden mesulsün, gözünün ef’alinden mesulsün, ayağının ef’alinden mesulsün, kurtuluş yok. Mesul. Mesul! Sözü uzattı Musa (as), “Yaprakları düşürürüm” dedi. Bir aralık ağzından kaçtı. [39] اَتَوَكَّؤُ۬ا Yorulduğum vakitte dayanırım. “Dayanırım” kelimesi, Allah’ın (cc) gayretine dokundu.   “At bakayım elinden” dedi. Attı [40] حَيَّةٌ تَسْعٰى oldu. İşte mucizesi onun öyle, o şekilde zuhur etmesindeki hikmeti odur, enfüs manasında. Dehşetli bir ejderha oldu. Bu sefer korktu. “Benden başkasına dayanırsan böyle olur” diyor Allah(cc). Anlatabiliyor muyum inceliği? Nereye dayanırsın? “Hadi korkma, bir sürç-ü lisan vaki olmuştur, al işini göreceksin onunla. Yine eline aldığın vakitte o, onun ejderhalığını kaldırırım.” Bir şey anladınız dimi burada?

Nerede kaldık burada? … Bu “ben neyim” dedi, burada bir şey var. Burada kaldık değil mi? Nedir bu? Bu dert başladığı dakikadan itibaren, aslını aramak başladı. O vakit, “inan. İnan!” İnanır. “Var” der.  Ebediyet mevzuu orta yere çıkar. İnandıktan sonra Artık, bayramı anlatıyorum, geliyorum artık.

(Baktım ki kıpırdanıyorsunuz. Sıkıldınız, ne yapalım. Mevzuu öyle açıldı. Şimdi on dakikada hepsini toparlar veririm size.)

İnanmak kâfi gelmez. İnandığına teslim ol der. Allah (cc); “İnandığına teslim ol!” der. E inanınca teslim olmadı mı? Yooo. O ayrı, o ayrı! Ben sana inanırım, bu adam iyi adamdır derim, böyle iman ederim, inandım. Sen bana gelir dersin ki;  “Azizim senin şu cebinde bin lira var.” Ben şöyle bir dururum. Bakalım arkasından ne çıkacak, diyerekten. Bu günde sana lüzumu yok, bana lazım, onu şimdilik bana ver. Şimdilik bana ver dediğin vakitte “ıııı ııh...” filan yaptım mı, teslim olmadım. İnandım ama teslim olmadım. Sen onu dediğin vakitte ben, hemen bir aşk ile kendim de cali[41] değil, beni hatırlamış, demek ki gönlünü bana bağlamış, bu düğümü ben çözecekmişim, bu da Hakk’ın, kendin de ara yerden çıkaraktan derhal verdin mi, hem inandım, hem de sana teslim oldum. Misal böyle. Bu misalden bir şey anlıyorsun.

Bir insan Allah’a (cc) inanır, inanır ama hemen teslim olur mu? Teslim ne vakit olur, biliyor musun? Herhangi bir musibet, herhangi bir bela geldiği vakitte kaşını çatmazsa, bu çirkinliğin altında bir güzellik var, bela Allah’tan (cc) zuhuru icap eden bir tecellidir, bal yapacağım. Çünkü bela her adama gelmez, efendi arar. Kim onu güzel bir elbise ile karşılar, giydirebilirse, onu ona verir. Anlatabiliyor muyuz acaba? O vakit ona teslim oldu. Bunun misali Hazreti İbrahim’dir (as). Onun içün bize de Millet-i İbrahim derler.

Hazreti İbrahim (as) dedi ki: “O kadar muhabbette ilerlemişim ki” dedi. “Senden başka bir şey yok, tam teslim olmuşum.” Sahne-i şuhutta bu ikrarı meydana koymak için Huda dedi ki: “Tam teslim misin?” “Hiçbir şeyim yok” dedi. “Kes İsmail’i!” dedi. Dikkat et, insan kendisinde o işi yapabilir fakat ciğerpare evladı? El durur. Anlatabiliyor muyum acaba?

Kendin de ehh, “Bu vücut feda olsun” der gider. İşte bu bir meseledir ki; Allah’ın (cc)  rızası olmayan yerde emri var mıdır? Var! “İsmail’i (as) zebh[42] et!” dedi ama razı değil! Razı olsa kesilirdi. Razı değil. Rızası yok. Bir imtihan! Bir cilve. Ve ulû’l-elbâba, eshab-ı irfana, makam-ı aşkta geziyoruz, vardır bu sevda da. “Efendim oldum!” Herkes şimdi evliya(!) Kadınlardan pek bol(!) Üüüü dolu.(!) Ne olacak bilmem ki evliya olunca. Misalini koyuyor Hûda. Vilayet teslimiyetle olur. “Bak” diyor; “Sahtekârlığı bırak, böyle bir imtihana tabi tutarsam, böyle bir imtihana tabi tutarsam, yapabilecek misin?

İsmail’e (as) nahârî45* hem de Kaç yaşında geldi emir? Doksan yaşındaydı hazreti İbrahim (as) Sin[43] ilerledikçe adamda rikkat fazlalaşır. Torun çok sevilir derler, evlattan fazla. Hayır, çok sevdiğinden değil, torunun olduğu vakitte haddizatında sinnin ilerlemiştir, rikkatin daha artmıştır. Öbürkünü on beş yirmi yaşındayken çocuğu kazanmışsındır, onun kıymeti yoktur. Vurursun kafaya, oraya buraya atarsın. Fakat torun olduğu vakitte ona daha fazla şefiksindir. Sinnin ilerledi. Anlatabiliyor muyum acaba? Ayrı işler onlar. Senin rikkatin sinnin ilerlemesinde, daha fazla sevildiğinden değil. Bu sahne-i şuhutta nasıl? İşte diyor, teslimiyet böyle. Var mı sende böyle bir hal? Herkes kendisini bilir. Yoksa, o halde bırak sen şu şeyi. Kendini aldatma. Neyine lazım senin. Bir büyük adam vardı; “İmanını kurtar geber git, başka şeyi bırak!” derdi. Allah rahmet eylesin. Muazzam bir adamdı. Doksan beş yaşında filan, öyle oturuyor şöyle. O tuhaf da konuşurdu o. “Saçaklıdan, pasaklıdan, evliya olmaz düdüğüm(!)” Aklıma geldi, gözümün önüne geldi de. Saçaklı, pasaklı, üstü başı manasına değil. Gönlünde seksen tane dalaveresi manasına. Yanlış anlarsınız, saçaklı pasaklı, ne yani, üstü başı şöyle, o manaya değil. İnsan, insanın üstü başı ile alakadar değildir.Çulu ile alakadar değil. Orada saçak pasaktan maksat, seksen (tane dalaveresi olması  …..)

İnanır dedik, inandıktan sonra bu kâfi gelmez, teslim ol denir. Teslim olur! Teslim olduktan sonra Kudret, onun teslimiyetini gördükten sonra “Benim enisim oldun sen” der. “Bana ayine oldun” der. “Mü’min Mü’minin ayinesidir!” derler. Orada birinci Mü’min Allah’tır (cc), İkinci Mü’min sensin! Anlatabildim mi acaba?

(Kaset bitti)



[1] Menfuh: Üfürülmüş. Büyük karınlı. Nefholunmuş.
[2] Araz:1) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler.2) Tesadüler 3) (Fsf)Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin varlığı için zaruri değildir.
[3] Hükemâ: (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler. (Bak: Feylesof) (Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki; şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır. M.N.)
[4] A'raz
(Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. Tesadüfler. Hastalık alâmetleri. Kazalar, felâketler, musibetler.
[5] fatır / فاطر : Yaratıcı
[6] Ketn:  Kir, pas.
[7] Keten: Ketleyen, engelleyen
[8] Bakara Suresi 41’nci Ayet-i Kerime وَاٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُٓوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلًاۘ وَاِيَّايَ فَاتَّقُونِ
Meali: Yanınızdakini (Tevrat'ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)a iman edin, O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak benden korkun.
[9] Tenzil: Bir şeyin bir miktarını çıkarmak.İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek.
[10] Azaze: Azamet, büyüklük.
[11] Hem-nişîn: Beraber oturup kalkan, teklifsiz arkadaş.
[12] Arız: Takılan. Yapışan. Sonradan olan şey. Bir şeyin zatına ve hakikatine ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan.
[13] Mezmum: Zemm olunmuş. Makbul olmayarak ayıplanmış. Kötü.
[14] Ümera: Emirler
[15] Calib  Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan.
[16] Mazruf: Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
[17] Len-Terani: Kur’an’ Kerim’de Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görmeyi talep ederek, “Rabbim, bana kendini göster, seni göreyim” dediği, Rabbinin de ona, “Sen beni göremezsin (len terânî), fakat şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse beni görürsün” diye cevap verdiği Ayet-i Kerime.  Ayetin devamında Allah tecellî neticesinde dağı paramparça edince Mûsâ’nın bayılıp düştüğü (mahv), nihayet kendine gelince (sahv), “Senin duyu ötesi olduğunu kabul eder, sana tövbe ederim, ben müminlerin ilkiyim” dediği bildirilmektedir (el-A‘râf 7/143).
[18] Seyyid Nigâri
Eğer varlığını terk ederek bana görün, bana görün desen,
Sevgili “Sen beni asla göremeyeceksin” demez hemen görünürdü
[19] Ankebut Suresi, 69’ncu Ayet-i Kerime: وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[20] Süluk: (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
[21] Muhtar: İhtiyar eden. Seçilmiş olan.
[22] Bakara suresi 273’üncu Ayet-i Kerime  لِلْفُقَرَٓاءِ الَّذ۪ينَ اُحْصِرُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ضَرْبًا فِي الْاَرْضِۘ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَٓاءَ مِنَ التَّعَفُّفِۚ تَعْرِفُهُمْ بِس۪يمٰيهُمْۚ لَا يَسْـَٔلُونَ النَّاسَ اِلْحَافًاۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ۟
Meali: Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz. Onlar yeryüzünde gezip dolaşmaya güç yetiremezler. Utangaç olduklarından dolayı, bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Oysa sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük yapıp kimseden birşey de isteyemezler. Ne türden bir iyilik yaparsanız, şüphe yok ki, Allah onu bilir.
[23] Şemme: En küçük miktar; bir defacık koklama; 
[24] İştimal: İçine almak, kaplamak. Çevirmek, ihata etmek. Şâmil olmak.
[25] Ala Meratibihim: Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.
[26] Mehabet: Heybet. Hürmetle karışık korku. İhtiram. Azamet. Büyüklük.
[27] Sahi: Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen.
[28] Ca’li:Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid.
[29]**John Davenport, doğu bilimleri ile uğraşan İngiliz bilim adamı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda yaşamış olan Lord John Davenport Hazret-i Muhammed ve Kur’an-ı Kerim adındaki İngilizce kitabı ile ünlüdür. Haçlıların zulümlerini ifşa edip, Müslümanları öven John Davenport’un bu kitabı misyonerler tarafından piyasadan toplanıp kaybedilmek istenmiştir.
[29] Raiyye: (C.: Raâyâ) Saklı, mahfuz.
[30] Alem: Bayrak. Nişan, işâret. Özel isim. Mc: Yüksek dağ. Büyük âlim. Üst dudakta olan yarık
[31] Mükevvenat: Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlûkat.
[32] Saffat Suresi 6’ncı Ayet-i Kerime   اِنَّا زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِز۪ينَةٍۨ الْكَوَاكِبِۙ
Meali: Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[33] Edken: Bulanık, Rengi siyaha yakın olan.
Edkennar: Siyah ateş

[34] Hamuş: Susmuş. Sessiz. Sâkit.
[35] Hasna: Çok güzel, çok iffetli, çok nâmuslu kadın. Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın.
[36] Hadis-i Şerif (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40)
[37] Ahibba: Dostlar, arkadaşlar
[38] Azade-ser: Başı boş. Hür.
[39] Taha Suresi 18’nci Ayet-i Kerime قَالَ هِيَ عَصَايَۚ اَتَوَكَّؤُ۬ا عَلَيْهَا وَاَهُشُّ بِهَا عَلٰى غَنَم۪ي وَلِيَ ف۪يهَا مَاٰرِبُ اُخْرٰى
Meali: Musa dedi: "O benim asâm (değneğim) dır, ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkerim ve onda başka hacetlerim (faydalanacağım şeyler) de var"
[40] Taha Suresi 20’nci Ayet-i Kerime   فَاَلْقٰيهَا فَاِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعٰى
Meali: Musa da onu bıraktı, bir de ne görsün! o bir yılan olmuş koşuyor.
[41] Cali: Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid.
[42] Zebh: esme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebiha" denir.)
[43] Sin : 1)Yaş 2) Kirli olan ve kokan deve yünü. 3) Çin


[i]  Fuzuli Gazel 246

Olsaydı bendeki gam Ferhâd-i mübtelâde
Bir âh ile verirdi bin Bisütûn’ı bâde

Verseydi âh-i Mecnun feryâdımın sadâsın
Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvade

Ferhâd’a zevk-i sûret Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre her kim ancak benim belâde

Eşk-i revânıma il cem’oldu var ümîdim
Kim ola vara vara cem’iyyettim ziyâde

Geh gamzen içmek ister kanımı gâh çeşmin
Korkum budur ki nâ-geh kanlar ola arade

Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et
Kim düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde

Ger görmemek dilersen resm-i cefâ Fuzûlî
Olma vefaya tâlib dünyâ-yi bi-vefâde 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017