008 (25.05.1958) 95 dk. (135)
İnsan; bu âlemle alakalı bir can, demektir. Bir veçhesi âlem-i Kudret’e,
bir veçhesi de âlem-i hikmete merbut.[1]
Vicdan dedikleri bir buluş ile mevcut denilen bir bulunuşun/oluşun, manası
insan. Bilmem anlatabildik mi acaba?
Mevcut olmasa vicdan olmaz. Vicdan olmasa vücut olmaz. İnsan olmasa kâinat olmaz. Hilkatten gaye, insan. Varlıktan gaye, insan. Bu kadar geniş bir manayı beşeri takatle anlatabilmenin kabiliyetini Hûda, sıfat-ı beşeriye halinde bulunan mahlûka vermemiş. En canlı misali; her birimiz, kendimiz. “Varız” deriz, “Biziz” deriz, “Benim” deriz fakat hiçbir an, kendimizi mevcudata “Şuyuz” diye takdim edebilir miyiz? Her şey elimize verildiği halde ne tutabiliriz, ne görebiliriz, ne istediğimiz şekilde zapt edebiliriz. Evet, elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasını nispeten suretle, cevahir itibariyle idare ederiz. Fakat bu etten, kandan, tüyden, yapılmış olan, kemik torbasına taalluk eden, manâ-ı ihtivaisi bütün kâinata sığmayan, kendimizi henüz gözlerimizle görebildik mi? İşin en ince yeri de burası.
Bir geliş var, bir gidiş var. Konuşuyoruz…
Bunları size ben hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum. Fakat sofranın
ekmeği olduğu içün, bu mevzûu ne kadar Kudret konuşturursa yine tekrar
edeceğiz. Konuşmanın ne olduğunu bile bilmeyiz. Öyle değil mi? Bir kimse kalkar
da konuşma şudur, diye tarif edebilir mi? Bu kadar acz içerisinde! Sonra bizim
bir de sema tarafımız var; ahlak müessesesinde, o pute de kesafetini erite
erite, letafete inkılap ettirdikten sonra meçhuller kalkar. Sessiz sözsüz,
bizsiz sizsiz, bir anlaşma olur. Gelişte gidişte ihtiyar yok. Zahirde var gibi.
Böyle olmakla beraber bütün mevcûdât, -iki taraflıdır bu konuşma yani böyle,
acayip- İnsanın eline musahhar kılınmış: “Buyurun bu sizin elinizde bir oyuncak
gibi olacaktır!” diye de teslim edilmiş. Semalara kadar çıkarız, denizin
dibinde gezeriz, dağları deleriz, çok kaviyi zebûn[2]
kılarız. Bununla beraber gözümüzle göremediğimiz bir mevcût tarafından da yıkılırız.
İşte filan mikrobu almış da filan. Onlar sözler, onlar doğru. Nasıl almış?
Neden o almış da öteki almamış? Niye o bünyede olmuş da öteki bünyede olmamış?
Neden milyarlara sahip bir adammış da bir tabib-i hazık[3]
tarafından onu def ettirememiş, di mi? Böyle acip! Beri taraftan, üüüü akılları
durduracak şekilde, yine tecelliler o beşerin elinden, zahir olmuş. İşte bu
inceliklerin, gelmede gitmedeki gayenin, nereden geldiğini ve nereye
götürüleceğini, bildiren ilmin adına ahlak denir. Anlatabildim mi acaba?
Onun içün ahlak mevzûu ebediyet mefhûmu
ile yürüyebilir. Asude kalacak, kendi kendisine sualler soracak, cevabını yine
kendinden alacak. Abes yaratılmış hiçbir zerre olmadığını görecek. Binaenaleyh,
kendisi bu kadar mücehhez kılındığından dolayı, mensî ve mühmel[4] bırakılmayıp “Yarın elbette ben bir divanda,
konuşturan benimle konuşacak!” anlatabiliyor muyum? Madamı ki konuşuyorum,
konuşmanın da ne olduğunu bilmiyorum. Düşünen bilir, bilen konuşur,
konuşturan konuşanla konuşur. Buraya yaklaştıktan sonra insan ahlak ile
nispet tedarik edebilir. Yoksa, maddenin kesafetinde hayatı vurmak, kırmak, yakmak diye kabul etmiş
olan… Nedir, diyorsun soruyorsun: “Muvaffakiyet Efendim!” Vur, kır, yak! Buna
ait değil mevzûunun şeysi. Sahası ayrı o. Onun konuşma tarzı yine başka. İyi
ama ölümü öldüremiyorsun ey vurucu! Yaa. Ağaran saçını geriye döndüremiyorsun
ey yıkıcı! Kabrin kapısını kapayamıyorsun ey yakıcı! Fakat bu işleri görmek de pek zor, onun için
öyle demişler:
Hakk’ı görecek dide-ver[5]i
nic-i[6]
akter[7]
Getiremedim
aşağısını, belki ileride getiririm.
Nice şahs-ı galat bin ey Muhti[8],
Hak’tır diyerek, batılı takdis eyler.
Anlatabildim mi? Ömür böyle biterse çok fena! Batıllar Hak’tır diye, evet diye boyuna tasdik tasdik, tasdik, tasdik!.. Ender bulunur cihanda El-Hak ender. Az bulunuyor!
Gelelim mevzûmuza. Bugünkü konuşmanın,
ahlaka göre, bunun üzerinde dolaşıyoruz.
Hilkatten gaye nedir?
Gördüğümüz bu mezâhirin, idrak ettiğimiz
bu varlığın, edemediğimiz bütün kâinatın var olmasındaki gaye insandır. İşte bu! Bunun
üzerinde konuşma yapıyoruz. İnsan, yani sen; kendini ufak bir şey zannetme.
Onun içün batıla boyun eğme! Hak’tır diye batılı takdis etme! Ahlak insana Hak ile batılı öğretir, batıla Hak
namı verdirerek takdis ettirtmez! Ahlakın bir tarifi de budur. Anlatabildik
mi acaba? Buraya kadar adamı yetiştirir, bir göz verir adama, görecek!
Hilkatten gaye aşk. Aşkın manası insan,
Hazreti İnsan. Anlatabildim mi? Aşkın bir ismi Hazreti İnsandır. Buradaki
tabi anlıyorsunuz, aşk dendiği vakitte aşk-ı a’dali[9]
değil. Her hafta tekrar ediyorum ya, romanda okunan aşk değil. Bu asude kaldığı
vakitte “Kimim?” “Nereden geldim?” diye kendisine doğru bir akış.
Aslını, mebdeini, mevlidini, maâdını,
bulmak, taharri etmek heyecanının adına aşk derler. Hak nedir, zimmet-i Hak
nedir, diye kalbin çarpmasına aşk denir. Anlatabiliyor muyum acaba?
Ruhta hâsıl olan muhabbete ışk deriz.
Kaç türlü tarifini yapıyorum? Aşk Hakk’ın ismidir, mazhar-ı küll onun cismidir.
Hangi kalpte karargâhını kurarsa maada[10]sını
yakar, yıkar, çıkarır, götürür. Hangi kalpte karargâhını kurarsa, kendisinden
başka hiçbir şey bırakmaz. Ölçüsü de bu. Kalb-i selîme sahip olur, ona malik olan
insan. Çünkü O ancak bu kalpte oturur. O’na sahip olan da O'ndan başkasına
teslim olmaz!
İmanın tarifi de odur. Herkes imanı nasıl
tarif eder, bilmem ki. Ahlakta imanın tarifi budur. Hak ve hakikate uymayan, Hak
ve hakikatten mâadâsını kalbiyle nefy[11]
eden adama Mü’min denir. Ahlakın tarifinde, zapt et bunu! Hak ve hakikatten mâadâ
ne varsa hepsini nefyetti mi bir adam ona iman ehli denir. Bunun da
aleyhinde bulunan adam bulunur mu acaba? Konuşulmaz bulunursa. Gönlünde Hak
ve hakikatten mâadâ kendisini tasarruf edebilecek hangi kuvvet varsa onu
ayağının altına alan adama, “Mü’min” der ahlak. E onun da aleyhinde bulunan
adam çıkar mı? Olur a bu[12],
kubbe bu, lacivert kubbe, yuvarlak. Etrafında toz durmaz. Onun içün çıkar. Ona
ne cevap verilir? Hiç!
İnsanlığa düşman! Şefkate, merhamete,
meveddete,[13] nübüvvete aduv.[14]
Kalp denilen, rikkat denilen, şefkat denilen, merhamet denilen şeye “hastalık”
diyen insan, ahlakın mevzuunda insan değildir, hardupadır.[15]
Onun lisanı başka. Ona hiçbir şey denmez!
Şu imanı tarif edebildim mi? İlk
tarifini yapıyorum bu mevzûuda. İlk yaptığım tarif, bilmem ki anlatabiliyor
muyum? İnsana ahlak bu mevkîi verdirir, bu mevkîi verildikten sonra, aciz
varlığa tapmaz! Kendisini kurtarır. Aciz varlığa tapmadın mı zalim yetişmez!
Hüner budur. Cemiyet içerisinde zalim yetiştirmemenin çaresi. Zalim, çünkü Zalimi
mazlum yetiştirir. Zalim, kendi kendine olmaz. Mazlum, zalimi yetiştirir!
Firavuna iman edenler, firavundan kırk
sene evvel âlem-i nâra gideceklerdir. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi (sav) öyle
demiştir. Firavunu tarif ederken, diyor ki: “Firavuna inananlar, firavunun
karşısında el pençe divan duranlar; firavuna haddizâtında gönül verenler,
firavunu yetiştirmişlerdir! Binaenaleyh, ikinci ebediyet âleminde bir divanda
hesap verildiği vakitte, Firavun kırk sene sonra onlardan, âlem-i nâra…” Tabi
bu “âlem-i nâr” dendiği vakitte burada bir incelik vardır. Oradaki ateş denilen
şey, bizim bildiğimiz dünyadaki ateş cinsinden bir ateş değil. İkinci hayatın
malzemesi bu âlemde bulunan hiçbir eşyaya bağlı değildir. Onun kıymeti…
Bu âlem kevn-ü fesat âlemidir.[16]
Kevn-ü fesat âleminde bugün iyi dediğin bir saat sonra kötü olur. Olur mu? Olur
ya! Açlık tecelli eder, yemeğin kokusu sana mis gibi gelir “Aman” dersin,
şapır şupur yersin. Bir iki saat sonra o dolap da birden bire, o yemek, yanına
git “kokuyor bu dersin.” Ha iki saat evveli çok rağbet ediyordun ama. Kokmuş,
işte kevn-ü fesat o, derhal dökersin.
İkinci âlemin, maddesi böyle değil.
Kokması filan yok. Orada “nâr” denmesinden maksat bizim mangal ateşi, odun
kömürü ateşi, elektrik bilmem öyle değil,
öyle bir şey değil. Başka bir şey o. Neden ona “nâr” denmiştir? İncelik vardır:
Suyun temizlemediğini toprak, toprağın temizlemediğini ateş temizlediğinden
dolayı, insanın ahlak-ı zeminesini öyle bir hicran ateşi temizleyecektir. Öyle
bir hicran ateşi, hasret ateşi temizleyecektir. Ona işaretendir o.
Demek ki; nereden geldiğimizi, nereye götürüleceğimizi, bu
âlemde ne gibi vazife ile mükellef bulunduğumuzu bildiren ilmin adına ahlak
denir. Ondan da kimse kendisini müstağni tutamaz, eğer makam-ı insaniyete
kadem basmışsa. Kıymet hükmüne girmez. Hani vardır ya bir de böyle kıymet hükmü,
diyerekten. Kıymet hükmü ne? Onun kıymeti Allah’tan (cc) gelir. Vazifeden
doğar, aşktan doğar. Vazifeden doğarsa menşei akıldır, aşktan doğarsa menşei
kalptir.
Dedemiz; üç kıtada icra-i hükmeden
ecdadımız, tarihin en eski efendisi olan necip Türk camiası, bunun hangisinin
saliki[17]
idi? diye sorulacak olursa, aşktan doğan ahlakın salikiydi. Bire on dövüşür,
yemez, yedirir, evvela canan, sonra can diye yaşar. Zulmü gördüğü yere adli,
cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı va’z eder. Biz öyle köksüz
bir de kavim değiliz haa!
Dedeni çok iyi tanı bir defa. Dedeni
tanı! İyi tetkik et, bütün ilimlerin esasını kâinata deden va’z etmiştir. O Garb’ın
yüz senelik tenekeciliğinin ilerlemesi, senin mazindeki Dâniş[18]
(veya geniş) medeniyetini ayak altına alamaz. Alamaz! Sen muhali mümkün yapan ecdadın
torunusun. Muhal, muhal var ya muhali mümkün yapmış. Geminin yürüyebilmesi
içün, deniz şarttır. Karada gemi muhaldir. Fakat yürütmüş. Amerika’da Mesnevi
kürsüsü vardır. Otuz, otuz beş sene evveli tashih olunmuşunu Londra’dan yirmi
beş liraya getirtilmiştir buraya. Dedenin kitabını almış, suretindeki matbaa
hatalarını tashih etmiş ve biz de parayla oradan satın almışız. Değil mi ya? Dedenin!
Daha senin bir kitabın yok. Dedenin kitabı okunuyor, okutturuluyor. Aç sana
kırk yedi tane Frenk ismi sayarım ben. “Bu ilmi şuradan aldık, şu ilmi buradan
aldık, bu kimyayı şuradan aldık, tıbbı buradan aldık, bunu buradan aldık, bunu
buradan aldık...” diyerekten, yaa!.. Deden ilimlere mevzûu, sanatlara model
vermiş. Kestirmesi bu. Dünyayı çok iyi görmüş, çok iyi anlamış, dünyayı
anladığı gibi... Zaten dünyayı iyi bilen manayı çok iyi bilir. İkisi beraber
gider.
Madde ile mana bir gider. Mana çekilince
madde ölür. Ruhun gidince kalıbını çukura sokarlar! Kudret
bunun misalini, dersini vermiştir her gün senin eline. Mana olmasa buna kim
rağbet eder? Nitekim çekildiği dakikadan itibaren; öyle aşık da olsan maşuk da
olsan, annen de olsa, evladın da olsa, gözünün yaşının arasında götürürsün,
boyunun aldığı kadar bir çukura tıkarsın. Kapı, kapak kapanınca hiç aşağı inen
yoktur. Oradan inmek için merdiven yapılmış ama çıkmak için yapılmamıştır. İçerisi
dud-u[19]
hasretle, dışarısı da arsa-ı ibrettir. Şöyle biraz düşünecek olursan; kaç, otuz
yaşında, beş misli büyüt; yüz elli, otuz yaşındayken ortaya bir şey koyabiliyor
musun? Koyamazsın, beş misli daha artsa yine bir şey koyamazsın. Netice? O
halde, ne incin, ne de incit! Ah alma.
Muhasebe-i nefis ile yaşa!
Hemen her konuşmada tekrar ediyoruz bazı
şeylerin tarifini. Mesela, aklın tarifini... Yine edelim, yabancı arkadaşlar
var.
Akıl,
hissin galatlarını tashih eden kuvveye denir. Güneşi bu kadar görürüz, bulunduğumuz
âlemden ne kadar büyük olduğunu akıl tashih eder, önümüze kor. Kudret’in
öyle bir nurudur ki, meçhulden malumu çıkartırız onun vasıtası ile. İyilik ve
kötülük kendisine tarif edildikten sonra; bu iyidir bu kötüdür, diye temyiz
kudretini verir bize o. Yalnız âlem-i hikmette geçer, âlem-i Kudret’te kesilir.
Âlem-i hikmet yani dünya âleminde, bu sahne-i şuhutta bize rehberlik yapabilir,
nispet dâhilinde. Âlem-i Kudret’e gelince, “Akla durak mahallinden ileriye yol
yok!” derler, orada tıkanır kalır. Ondan sonra iman ve aşk gelir. Anlatabiliyor
muyum acaba? Bir yere kadar gelir sonra durur. Fuzuli’nin dediği gibi:
Tahkîk yolunda akl n’etsün
Yoktur. Bir yere kadar. Ee insanız, tekâmül esasına tabiyiz. Teali
ettikçe, âlem-i Kudret’le nispetimiz arttıkça, aslımıza karşı ünsiyet daha
ilerledikçe, Hakk’ın enisi olduğumuz dakikadan itibaren; enisimiz, munisimiz,
yârımız nigârımız, Hak olduğu dakikadan itibaren, akıl işe yaramaz. Ondan sonra
ışk gelir. Akıl mahlûktur, aşk gayr-ı mahlûktur,
anlatabiliyor muyum acaba? Mahlûk ile mahlûk olmayan idrak edilmez, binaenaleyh
oradan öbür tarafa ne gelecek, aşk gelecek. Bu aşkı aldıktan sonra Hakkın sıfatları bizde
tecelli eder, O sıfatlarla mücehhez olan kimseye de Hazreti İnsan denir. İşte
gâye bu! Bu zevki alabilmek. Öbür zevklerin hepsi geçer.
Kudret öyle bir Kudret’tir ki; insanı, yirmi sene evvel bir hadisenin
karşısında, şakır şakır güldürtür, derler, toplar, üzerinden yirmi sene
geçirdikten sonra o hadiseyi insanın karşısına diker bu sefer de hüngür hüngür
ağlatır. Bu böyle. Yirmi sene evvel şakır şakır güler; aynı hadiseyi, yirmi
sene, otuz sene sonra önüne diker, bu sefer de hüngür hüngür ağlatır.
Tabi, kalb-i insanidir kastımız burada. Bu sadrın sol tarafında mahruti
yüz şekil, dört gözlü kanı şöyle yapan böyle yapan et parçasını bahsetmiyoruz.
O vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de vücûd-u insanimizin kalbi vardır. Bizde
kaç tane vücut var? Üüüü, sayıya mı girer? Misalini şimdi vereyim. Hem
dinliyorsun hem de konuşuyorsun benle. Veyahut zihninde başka bir yerle. Ayrı
ayrı vücudun olmasa bunlar ayrı ayrı sende tecelli eder mi? Fotoğraf makinasını
al; bir resim çek, üzerine bir daha çek, bir daha çek teşhis edemezsin, karma karışık olur. Fakat
Kudret sana öyle bir makine va’z etmiştir ki, nâmütenâhî çekersin de birbirini
karıştırmazsın. Al, bir tane çek, bir daha üzerine çek, onun üzerine bir daha
çek, bir daha çek, hiç birisini içinden ayıramazsın. Fakat nâmütenâhî çekersin,
hiç birisi de birbirine karışmaz. Hepsi ayrı ayrı durur. Şu kadarcık bir şeyin
içerisinde. Neresinde? O kartı gösteremezsin bana. O kartı bana gösteremezsin.
Kendin de göremezsin. İdrak edersin de nâmütenâhî vücut, azizim. Üüüü...
İnsan bu insan! Onun içün kalbini ihya et, derler. Kalbini! Kalp dedik,
o et parçasına, şimdilik ona ayine ittihaz ederek, taalluk eder. Kendisi
acayip, hududu yok, sınırı yok. Semavatın ölçüsü vardır, arşın ölçüsü vardır,
mevcûdâtın ölçüsü vardır, kalbin yok. Ölçüye girmez kalp! Hûda da öyle demiştir:
“Lâ yeseûnî ardî ve lâ semâi ve vesâeni
kalbî abdi’l-mü’minin heyyinin leyyin. Gafiller beni göklerde ararlar, arifler de gönüllerde bakarlar,
orada ararlar. Benim kudretimi ne arz ne sema, ne yer ne gök, hiçbir şey ihata
edemez, beni ancak -Biraz evveli söylemiş olduğum bir iman tarifi yaptım- Hak
ve hakikate engel olan bütün şeyi nefyeden, mevcûdâta karşı rikkatle çarpan,
kırık kalp ihata edebilir.” diyor. “Adresim oradadır. Bana müracaat etmek
istersen öyle bir yer bul, et, çal o kapıyı. Ben orada bulunurum, adresim o.”
O kalp ne ile ihya olur? Tîg[20]-ı
muhabbetle.* Orada diyor bir pürüz varsa, muhabbet okunu at, oradan onu çıkar.
Tîg-ı muhabbetle. Öyle kalp
istiyorlar ebediyette de. Şimdi ona ait bir şey okuyayım size.
Sanma ey Hâce ki senden zer ü sîm isterler… Masa, kasa, altın, gümüş, servet, rütbe,
cah, o manaya gelir.
Sanma ey Hâce ki senden zer ü sîm isterler
Öyle bir gün var. Fen mevzûuna da girmiş. Cüz-ü tasarrufların ilga
edildiği, “benim” kelimesinin kullanılamayacağı, öyle bir gün var. Öyle
diyor Fatır: “Benim öyle bir günüm var ki; masalar mülga, kasalar ilga,
rütbeler parçalanmış, câhlar silinmiş...” Böyle bir gün var. İnsan da acze
düşünce o kadar tuhaf olur ki, aciz aciz! Züğürtlük insanı maneviyata sevk
eder. Makbul değil o vakit. Önce sevk olursa, sevk ederse kendisini o
makbul, yoksa sen hiçbir zalim gördün mü ki; halet-i ihtizarındayken, melûl melûl
bakmasın. Hiç yok. (İki konuşma evveli
iki defa söyledik, bundan eski konuşmalarda.) Acz gelince insan çırpınır. Hak
ve hakikatten bahsettiğim vakit bazı insanlar, kendi ceberruti vaziyetlerine
mağrur olurlar. Hâlbuki herkes bir yerinden yakalanmıştır. Hem Büyük Kitab’ın
tarifinde öyle misal verir ki, bir nasiye[21] yani
şurasında perçeminden yakalanmıştır. Bazı insanınkini gevşek bırakır. O kendi
kendine “Ben yakalanmadım!” zanneder. O makbul değil o. Bir sıkı yakalanan
böyle belli olan daha kontroldadır. Daha hoştur. Bela ipiyle çeker onu, bela
ipiyle çektikçe o daima gönlünü bir yere bağlar. Hani bazı insanlar derler ki:
“Efendim, bela okuma, bela okuma!” Okusun canım, bela ne sana gelir, ne bana
gelir. Hani ben kendimi söyleyeyim. Sizin üzerinize bir şey söylemeyeyim. Siz
büyük insanlarsınız.
Bela, Hazreti İnsan arar. Onu ki iyi karşılayacak, kim güzel elbise
giydirecek, kim hoş görecek? Bela gelmez!
Mukteza-i hikmet-i tabiat böyledir,
Düşmek üzre yıldırım ekser, muallâ tâk arar.
Yıldırım düşebilmesi için yüksek yerler arar. Minareler, işte tahtlar
filan.
Çok mu nâmerdin
felaketten rehâyâb[22]
olması “Alçağın hiçbir
belaya giriftar olmamasını çok mu görüyorsun” diyor.
Herkese gelmez
belâ, erbâb-ı istihkâk arar. Anlatabildim
mi bir şey?
Bir daha
söyleyeyim, güzel hoşuma gitti.
Mukteza-i hikmet-i tabiat
böyledir.
Düşmek üzre yıldırım ekser,
muallâ tâk arar.
Çok mu nâmerdin, alçağın felaketten rehâyâb olması
Herkese gelmez belâ, erbâb-ı
istihkâk arar.
O yalnız kendini beğenmiş, bütün mevcudata herkese nazar-ı hakaretle
bakıyor gözünün ucu ile. Kıymet vermiyor. Herkes onun nazarında, gafil
nazarında toz gibi duruyor. Hakk’tan bahsedildiği vakitte kovuyor. Halet-i
ihtizarında bak bakalım o reddeden gözler ne şekilde bakıyor. Dostları yanından
çekilmiş, dalkavukları bir tarafa doğru ayrılmış, en yakınları birbirine bakıp
da şöyle gidiyor. Kendi de kendini yokladığı vakitte o reddeden gözler, böyle
kırım kırım olur o. Göz kapaklarının kenarı bir tuhaf durur. Anlatılmaz ki
görmek lazım. O andayken “Medet!” diye, semaya
“Hayat!” diye bağırır. Fayda yok ki, anlatabiliyor muyum? O “İmdat!”
diye gözünü, gayet sanki melek zannedersin, o bakış tarzı ile bir de kudret
elindeyken bakış tarzındaki gözler aynı gözdür amma ânları değişti.
Ân ân. O da yağ parçasına taalluk eden bir nur var, o vakit de yağ
parçasına taalluk eden bir nur var. Fakat ânları başkadır. İş ân da. İş maddede
değil, ânda ânda. Ân, anlıyorsun değil mi?
Dilberde meram ân olur endam değildir
Keyfiyyet olur meyde, garaz câm değildir
Şeyi okuyayım da daha iyi anla. Dilberde meram ân olur endam değildir. Keyfiyyet
olur meyde, garaz câm değildir.
Güzel kim? O’nun beğendiği. Anlatabildim mi acaba? Tarifi bu. Güzeli
herkes bir türlü tarif ediyor. Güzelin kısa tarifi bu. Güzel kime denir? O’nun
beğendiğine denir. Senin beğendiğin O’nun beğendiğine uyarsa, pekala. Güzelin
tarifi bu. Güzel kime derler? O’nun beğendiğine.
Gelelim mevzûya, züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. O makbul değil.
Bin defa şey ettim, büyük ahlakçı Cami’nin sözünü, ne muazzam adam. Yine
söyleyeyim.
Hâcegan der zaman i ma’zuli hemen Şiblî yü bâ Yezid şevend,
Bâs çün ber ser amel arend hemen ya Şimrî ya Yezid şevend
Demek istiyor ki; masa sahibi, kasa sahibi, câh sahibi, yerinden düştü
mü, hiç elindeki varlığı kaybetti mi, konuştuğun vakitte onu zannedersin ki ya
Beyazıt-i Bestami gibi büyük bir veli yahut Şibli merhum gibi Ehlullah’dan bir
zat-ı âli. Bâs çün ber ser amel arend: Fırsat eline geçer de eski
vaziyetine yine sahip olursa, hemen ya Şimrî ya Yezid şevend! Ya İmam-ı
Hüseyin’in (kv) başını, re’s-i saadetini kesen Şimr veyahut ona emir veren Yezid
olur. “Sen bir adama numara vermek içün” diyor, “Düştükten sonra konuşma
tarzında değil; masası varken, tevazûunu muhafaza etmiş, adl ile muamele etmiş,
seni insan yerine koymuş da ne istiyorsun diye yüzüne bakmış, kasası varken o
kasayı infaka açmış, câhı varken ne bileyim senin gönlüne doğru çevirmiş, o
vakit bir takdir hakkın var. Fakat bunlar elinden gitmiş, gittikten sonra bir
şey söylerken senin yanında “Evet, efendim” diyerekten böyle dinliyor, daha numara
vermeden. Yaa, insanın parası, cebinde parası yokken yürüyüşü ile varken
yürüyüşü arasında bile bir fark vardır. Acemi esnaf dükkânı açtığı vakitte ilk
gelen müşteri ile konuşmasıyla sonra kalınlaştığı vakitte konuşması arasında
fark vardır. İş bulamayan, aylarca gezip gezip de ilk önce işe yerleştirildiği
vakitte, o bir hafta içerisinde insanlarla yapılış muamelesiyle sonra
kalınlaştıktan sonra yapılış tarzında fark vardır. Fark yok filan adamda.
Ahlakın birinci, tomarı[23] ahlakın
başında yazılı o ayrı. Müstesna hilkatler onlar. Anlatabildim mi? İşte ahlak
buralara sahip eder adamı. İlim ona deniyor.
İlim çok okumaya çok yazmaya denmiyor. İlim, kaç defa tarifini yaptık. Cahil
kime denir? Doğru histen mahrum olan adama denir. Alim kime denir? Doğru hisse
sahip olan adama denir.
Yüz hayvan yükü kitap okur da yine haddizâtında bir şeysi yoktur onun. O
âlemin malıdır o. Anlatıyor bir şey. Nereden aldın bunu? Ver sahibine. Öteki;
ver sahibine, öteki; ver sahibine, sen ver, kendini göster. Yok! O halde bir
şeyin yok senin. Bir bankanın veznedarına benzer. Sayar sayar binlikleri böyle,
böyle, böyle, böyle, böyle... Beşerdir ne de olsa ona bakar, benim gibi bir his
gelir amma hesabı yaparken kırmızı kalemle çizerken filan, yanlış bir tane
eksik çıktı mı filan terler tekrardan başlar, bir teftiş olursa ne yaparım,
diyerekten. Âlemin parasının teftişinin hesabını vereceğim, diyerekten ter
döker. O alemin bilgisiyle ne diye ortaya çıkarsın? Ahlak adama gönül
kitabından ilim verir. Çünkü Hakk’a yaklaştırır, malın sahibi de Hak’tır. “Bilmediğini,
bilmediğine varis kılarım” diyor. Efendim ben beş tane lisan bilirim. Her
lisanı sahibine ver. Kendininkini görelim. Hak ile konuştun mu, lisan bilen ona
denir. Hiç Allah’la (cc) konuştun mu arkadaş. Öteki aleni o, annen de konuştu,
baban da konuştu. Asıl konuşan, asıl lisana malik olan, gönlüne baktığı vakitte
Hak’tan lebbeyk sedasını duyana denir. Hani dedim ya, burada insan
düştüğü vakitte ne kadar mazlum olur? Bunun kıymeti yok, bu elli atmış senelik
hayatın düşmesi nedir ki zaten? Bunun düşmesi ne? Burada ne kadar düşsen ilk
sermayeni kaybetmezsin. Ne demek o? Evet! İlk doğduğun vakitte sineğini
kovabiliyor muydun? Kovamıyordun. Yanında muhafaza edenler olmasa belki ağyar
telef edebilirdi, herhangi bir mahlûk-u süfli! Ne kadar düşsen ondan aşağı
düşmezsin. Asıl iflas hayat-ı ebedidedir. Bu bize şimdi böyle bir şey gibi
gelir ama tahakkuk ettiği vakitte çok acı olur. Dedelerimiz bunu düşünerekten
yaşarlar, ayrıca bu düşünce ağyarın kalbine bir muhabbet telkin edebilecek bir
tecelli bahşeder insana. Mehabet, öyleydi. Neden? Kalbi selimdir o. Kalbi
selimde oluyor o işte. Onun için öyle diyor; Sanma ey Hâce ki senden zer-ü sîm
isterler.
Belvaya girmiş çıkmış, zalime uşak olmamış. “Ben insanım” diyor. “Bende Emanet-i
Hak var” diyor.
“Unudub bildiğini arif isen nâdân ol.”
Bu bizim bildiğimizdeki örfteki nâdân değil. Benliğinden soyun. “Ben
bilirim, ben bilirim!” var ya “At bunları” diyor. At! At bunları, at! Bunlar
sana köstek olur, yol alamazsın. Bunları at!
Bak ne ahlakçı kadınlar yetişmiş, sana ben onları misal getireyim de.
Bulabilirsem eğer.
Rabia-ı Adeviye. Ne
anneler yetişmiş. Malum ya, anne kahraman. Allah (cc) anneye erkekten fazla
kıymet verir. Anne kahraman olursa evladı kahraman olur. “Namuslu kadının
çocuğu kahraman olur.” diyor Peygamber (sav). Bir şey anlatabiliyor muyum? Anneye
çok kıymet veriyor. Anne kahraman. Ona büyük bir imtiyaz vermiş. Hiçbir
medeniyet de daha henüz o hakkı verememiştir. Hem veremez de. Hiçbir medeniyet
Allah’ın (cc) kadına verdiği imtiyazı veremez. Yok! Aç, bütün medeniyetlere
bak, malum olan anından bugüne kadar ve bundan sonra da haddizâtında ömrün olursa
nâmütenâhiye kadar gitsen yine onun verdiğini veremez! Mahfil-i tekvindir,
diyor Allah (cc). Yani “Benim suni ilahi fabrikamın insan dokuma tezgâhı.” Senin
anlayacağın açık tabirle: “Ben bir insanın vücut bulması için ilk önce ilmimde
tutarım, âlem-i gayba veririm, âlemi kün’e veririm, buruc-ı isna aşerde seyrini
yaptırırım, semavat-ı seb’a da turlar ettiririm.” (Semavat deyince bizim
gördüğümüz bu lacivert yer değil. Bizce malum değil daha, henüz fen oraya
yaklaşamamış.) “Seyyarata inkılap
ettiririm, gönderirim, kevakib âleminde neşelendiririm, hülasa meratib-i
erbainden geçiririm.” Ondan sonra mahalli tekvin olan anne rahminde (Tabirime
dikkat et bak rahim, rahmetten. Anneyi mahall-i rahmet kılıyor Allah (cc). Mahall-i
tekvindir, diyor.) mükevvinde Bana kurbiyeti vardır.”
O bayıla bayıla anlatılan Yunan medeniyetinde kadın alet-i tezvirdir[24] diyerekten
tarif edilir. Alet-i şerdir diye tarif edilir. Kocası öldükten sonra
mirasçıları tarafından hayvan gibi pazarda satılır. Roma’da da öyledir. Roma
medeniyetinde de. Ben-i İsrail medeniyetinde kadın hizmetçi defterine
kaydedilir. Arap medeniyetinde meş’umdur[25],
diri diri gömülür kız çocuğu. Bin sekiz yüz yetmiş tarihine kadar İngiltere’de
kadın kocaya vardığı vakitte babasından kalan malı kocasına intikal ederdi.
Kendi tasarruf edemez. Hâlâ o medeniyette kadın erkeğe parayı vermeden kocaya
varamaz. Neresini anlatayım sana? Didinir, mecburdur kız çalışmaya. Niye? “Koca
alacam” diyor. Başka türlü çare yok. Orada kırk yaşından evvel kocaya
varamazlar. Çünkü ancak kırk yaşına kadar bir herifi tatmin edecek para tedarik
edebilecek. Bizde on üç yaşında kocaya varırsınız. On dört yaşında kahraman
annesi olurdu. Anlatabiliyor muyum acaba? Malı olur, tasarruf eder, satar, hibe
eder. Karışamazsın. Sonra hiçbir medeniyet o hakkı veremez kadına, imkânı yok
ki. Hiçbir vazifeyle mükellef kılmaz. Yaa, tuhaftır. Diğer medeniyetler,
iştirak-i hayat var der. Sen de çalış, o da çalış, çocuğa bakın, der. Yok, öyle
değil! Öyle diyor Allah (cc); mahall-i tekvin diyor. “Ben ona bir vazife
verdim!” insan yetiştiriyor di mi ya? Çocuk doğuruyor.
Koca sokakta çalışacak, ekmeğini getirecek, yemeğini pişirecek, bulaşığı
yıkayacak, çamaşırı yıkayacak, tahtayı silecek, yatağı serecek, buyurun
hanımefendi yiyelim, diyecek. Verebilir mi medeniyet böyle bu sahayı? Niye öyle
sükût kapladı sizi? Tuhaf geldi. Öyle bir acayip, acayip bakıyorsunuz! Yaaa...
Ama biz ne yaptık? Öküz öldü kadını köyde, öküzün yerine koştuk. Evinde
çamaşır yıkarsa ayıplarlar bizi dedik, bir saat çaya gönderdik. Kudret onların
hepsinin ahını alacak! Bağlıyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Canım evinde yıka.
Olmaz! Komşu ayıplar, çayda yıkayacak. Seni de kahvede oturacak yahut odada
oturacak kumar oynayacak yahut böyle yatacak(!)
O karın içerisinde yalın ayak çamaşırları sırtına yükleyecek, akşam da gelecek,
ondan sonrada bir fasıl dayak yiyecek! Niye? “Bana kılıbık derler, döveceğim
komşu işitecek!” Acı!..
Bilmem Allah’ın (cc) dediği böyle. Allah’ın (cc) dediği öyle, öbür
tarafını ben bilmem! Dahası var mı? Var. Doğurduğu çocuğa isterse süt verecek.
Bir şart ile eğer çocuk başka süt emmezse, başka meme emmezse, helak varsa, o
vakit emdirin, diyor. Başka memeyi aldı mı isterse verecek. “Vermem.” Böyle... Haa,
şimdi…
O halde bir dönüş yapmış, Kudret, Allah (cc): “Resmen hiçbir vazifeyle
mükellef tutmadım. İnsan yetiştiriyor ya, çocuk doğuruyor ya. Ölümle dirim arasında o, onu o kadar
ağır tutuyor Allah (cc). Ölümle dirim arasında. Bu vazifeyi verdim. Şimdi
hiçbir vazifeyle mükellef tutmadım diyor. Fazilet gösterir, hamiyet, mevveddet,
mürüvvet eshabından olduğunu beyan kastı ile kocasının işini yapacak olursa,
ara yerde kocası yoktur. Ona yapmıyor işi bana yapıyor. Yemeği pişirdi,
kocasına pişirmiyor, bana pişiriyor. Bulaşığı yıkadı, kocasına yıkamıyor, bana
yıkıyor. Eh, benimde Allah’lığıma ne yakışırsa, onu öyle karşılarım.”
Anlatabildim mi acaba bir şey? Kocasına yapmış olsaydı, kocası ne yapabilir?
İki bileziği varsa beşe çıkarır, beşse ona çıkarır. Üç karat dört karat
pırlantı varsa beşe altıya çıkarır. “Ben bendim, ben karşılayacağım. Bana
yapıyor hizmeti.” Düşünceniz biraz düzeldi di mi şimdi? Yine düzelmedi!
Faydası yok. Dövecek, sevecek, çayda yıkayacak. Öyle yaptık, ikisinin
ortasını bulamadık! Kudret öyle bir ağır şekilde tecelli etti ki, işte bir
çorap için boşanma davası açar. Yaa. İşi yapan Allah’tır (cc). “Benim dediğimi
beşer yapmadı mı kendi eli ile daha ağırını ona yaptırırım.”… Cayır, cayır,
yapar. Adeti öyle O’nun.
Rabia-ı Adeviye...
Yoruldunuz mu? (hayır, hayır) Saat nerelerde? (Ona yirmi beş
var)
Bir vakit Amerikalılar tercüme-i halini sordular, bu muhterem annenin.
Muazzam. Nas ile hırsız yakalamış. Nas. Bir ahbabı çörek yapmış, on tane. On
tane demişim, çörek yapmış, hizmetçisini çağırmış “Rabia hanıma bunu götür”
demiş. Mis gibi kokuyor, çıkmış “Bir tanesini yiyeyim” demiş. “Sayıyla vermedi
ya bunu şu kadar sayı diyerekten, ne bilecek!” demiş. Yemiş, yolda. Götürmüş,
Rabia’nın da tesadüf bu, sayacağı tutmuş. Dolaba koyarken saymış. Yine o
ikazdır o, irşattır o. Gülerek demiş ki: “Bunun bir tanesini ne yaptın?” “Bu
kadar gönderdi efendim” “Olmaz!” demiş. “On tane olacak veyahut ondan
fazla olacak, dokuz olmaz!” “Bu kadar gönderdi” “Olmaz! Doğru söyle,
hoşuma gidecek.” demiş. “Ben zevk alacağım. Sana bir şey demeyeceğim” “Çok
güzel koktu da (demiş) yedim bir tanesini” “Al yarısını giderken de ye” demiş.
Vermiş tekrar. Sormuş hizmetçi: “Nereden bildiniz efendim?” “Aynı çöreğin
cinsinden bir tane, dün birisine, ivazsız, garazsız verdim. Bir garibe hiçbir
şey gelmeksisiz verdim. Allah (cc) diyor ki: ‘Bire on veririm yahut ondan fazla
veririm’ dokuz vermez!” demiş. “Ya bu on olacak ya ondan fazla olacak.”
Ondan sonra onu da yetiştirmiş. Bir rivayette ismine Şâvâne derler. İşittin mi böyle bir isim? O da o kadar
yetişmiş ki, kendisi diyor ki: “Ben” diyor. “Allah’ın (cc) sizin
rızkınızı semavatta hazırlamışızdır emrini işittikten sonra hayatımda rızık
denilen bir düşünce bilmiyorum!” diyor. “Bu düşünce insandan kalkarsa
yeis kalkıyor” diyor. “Ye’s kalktığı vakitte ahlak düzeliyor” diyor.
Kadına bak, anlatabiliyor muyum acaba? Yetiştirmiş onu da. Onun hakkında da sonra
diyorlar ki: “Öyle bir ahlakçı oldu ki o kadın, hassasındandı, ağlardı
ağlatırdı. Korkardı, korkuturdu.” Ne güzel tabir bulmuşlar. Kendi Hak’tan
korktuğu gibi muhitini de Hak’tan korkuturdu, kendi ağladığı gibi muhitini de
ağlatırdı. Kibar mı?
Bu Rabia’ya, Süfyân-ı Servî (Zamanın en büyük âlimi. Sözü hüccet, hâlâ bugün dahi. Mevzuat-ı
fıkhiyede Süfyan-ı Servi’nin kavli budur dendi mi, peşinden milyonla adam
gidiyor. Bizim peşimizden çocuğumuz gelmez. Cebine parasını verirsin,
harçlığını verirsin, böyle yapar arkadaşına. Sofranda yemeğini yer gelmez,
peşinden gelmez hâlâ.) Sıkıldığı vakitte “Nereye gidiyorsun?” derlermiş. “Rabia-ı
Adeviye hazretlerine gidiyorum.” “Ne yapacaksın?” “Bir cümle-i dua
yanında zikredeceğim ‘âmin’ desin.” Böyle. Gelmiş bir gün, diyor ki: “Ya
Rabbi, senden selameti istiyorum!” Konuşma esnasında biçimine getirmiş.
“İlahi, senden selamet istiyorum!” Bu cümlesine Rabia-ı Adeviyye “âmin” desin
diyerekten. Külfet
ihtiyar ediyor, gidiyor. Bunu demiş. Rabia ağlamaya başlamış. “Niye ağlıyorsun”
demişler. Soruyor kendisi: “Nasıl ağlamayayım? Öyle bir dua ettin ki beni
ağlattın!” “Ama kabul etmediniz siz!” “Edilecek gibi değil!” diyor. “Selamet
dünyayı terk etmededir!” Anlatabiliyor muyum acaba?
Selamet, bak ne kadar nükteli. “Selamet dünyayı terk etmededir. Sen
onunla amudesin[26],
baştanbaşa dolusun.” Tabi
bu dünya dendiği vakitte bizim gördüğümüz bu mezahir değil ha. Anlatabildik mi?
O eski derslerde konuşmuştuk.
Dünya neye derler? Manaya göre, ahlaka göre, Hak ve hakikatten alıkoyan
şeye derler. Gönle engel olan şeye dünya denir. Kalıbın ne kadar dünya ile
meşgul olursa o kadar makbul. Kalbin değil. Anlatabiliyoruz di mi ya?
Karıştırmayın, ondan da bir atalet çıkarmayın. O manaya değil! Yaa, böyle
anneler yetiştirmişiz biz.
Sanma ey Hâce ki senden zer ü sîm isterler,
‘Yevme
lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler.
Bu “Yevme lâ yenfeu” belki anlamadınız manasını. Allah’ın (cc)
sözüdür o. Öyle bir gün var ki diyor. O günde cüz-ü tasarruflar mülga. Zalim
mazlumun peşinden koşacak. “Ben senin üç günlük hayat-ı sûrîne darbe vurdum, müebbet istikbalim senin
elinde, acı beni!..” diyecek. Bütün âlemler sernigün[27] olacak.
Böyle bir günde, masa, kasa, rütbe, envar, evlat… Hiçbir şeyin menfaat
veremeyeceği, herkes kendi başına düşmüş. Olmazsa olmaz mı? Olmaz! Hilkat abes olur sonra. Kim bu dünyada hakkını alıp da gitmiştir
kardeşim! Hiç yoktur. Hangi iyi adam talep ettiği şeye nail olmuş da gitmiştir.
Yok o kapı kapalı, bu sahne, bu pazar böyle açılmış. Eğer bunun neticesi
görülmezse hilkat abes olur. Hâlbuki hilkatin abes olmayacağına ilim olanca
kuvvetiyle tahakkukunu meydana getirmiştir.
“Unutup bildiğini arif isen nâdân ol!” Anlattık buradaki nâdânı. Hani bir örfümüzde konuşuruz: “Bırak şu nâdân
adamı” O manaya değil bu. Benliğinden soyunmuş, bir şey yok. İlim adamı
tevazûa götürür. Ekseriyet bunun farkında değildir!
Köyden bir çocuk bir ilim yuvasına geldiği vakitte; ilk önce orada ilmi
bir parça meydana getiren çocukları gördüğü vakit böyle yanlarında böyle durur,
şöyle bakar ve içinden der ki: “Ah bende bilsem (der) Ya Rabbi bana da kısmet
etsen!” Böyle melûl melûl bakar. Bu dakika en büyük alimdir o. En büyük ilime
sahip. Çünkü ilim adamı bu rütbeye çıkaracaktır. Anlatabildim mi acaba? İlim
adamı en nihayet, hakiki ilim bu rütbeye çıkarır. “Sen varsın” der Allah’a (cc)
“Ben yokum” der. İşte o dakika onu diyor o haliyle. Zaman gelir bir parça
bir şey öğrenmeye başlar filan, o zavallılık geçer. Amudu fikarisi[28] düzelir
onun. Böyle duruyordu ya, öyle durmaz artık. Biraz daha eğer zekâsı filan
kabiliyeti varsa temeyyüz eder, gayr-i ihtiyari omuzları şişer. Şişer. Nihayet
üç beş sene okuduktan sonra bir parça bir şey öğrenmişse köye giderse, köyün
büyük adamları da bana ayağa kalksınlar, diye bekler. Beğenmez. Anasını
babasını inkâra bile kalkar. Keşke okumasaydı. O ilme ilm-i iblisi denir. İlim
adamı insanlığa yaklaştırır, Hakk’a yaklaştırır.
Urefâdan[29]
bir Hacı Mehmet Baba varmış, vaktiyle kibar adam. Vefakar...
Söylemiştim bazı hallerini ya size, yine tekrar edelim de vefasını
anlayın, insanlıkta vefa. Ama maddenin kesafetinde yüzen, kitabı paranın
üzerindeki yazı diye kabul eden insana ait değil bu söz. Ben sizi böyle ahlaka
gönül vermiş, tekâmül etmiş insanlar diyerekten. Yoksa umuma ait konuşulacak
bir vaka değil. Çünkü maddeden başka bir şey tanımayan adam deli der ona. Onun haline, aptalmış der,
ahmakmış der. O da ayrı bir iş.
Ahmet Çavuş namında bir insan güzeli, ahlak güzeli. Bir veçhesinde çıkıklığı var ama
o gençliğine ait şeyler, fakat içindeki zamir temiz. Nısfû’l- Leyl’de bir
kabrin önünden geçiyormuş bir mezarlıktan, bir inilti duymuş. “Nedir bu filan”
demiş. Girmiş içeriye arıyor, bir ağacın dibinde, doksanlık bir pir-i fani. Yüz
on yaşında vefat etmiş üstat. Doksanlık, inliyor. “Baba demiş nedir sen... Nedir?”
O kendi lisanıyla; “Çün eder” demiş. “Hastalandım ben” “E ben
sana (demiş) Soğukta bir şey, bir şey bulayım bakayım filan” demiş, gece yarısı
ne yapmış etmiş, kendi mi pişirmiş, bulmuş mu, etmiş mi, her neyse, bir tas
çorba getirmiş. Kendi eliyle içirmiş. “Isındım, (demiş) Kurban, Çün
edersen, eshab-ı hayırdan bir adam filan...” “Ben seni yarın yine yoklarım”
demiş. “Ee Hak karşılasın.” Hakikaten sabahleyin gelmiş, yine yoklamış.
“Akşama yine yoklarım” demiş. Garip bir adam. Hani bir maddesi var da belki
gözüne girerim de bana bir şey verir şekli yok. Hizmeti Hakk’a yapıyor.
Anlaşılıyor o iş. Fakat öbürkü de Hazreti İnsan. Üçüncü yoklayışında çıkarmış
bir Mahmudiye altını vermiş. Üüü o vakit Mahmudiye altını. Şaşırmış Ahmet Çavuş,
demiş:
“Ben bu işi Allah (cc) için
yaptım! demiş. Ben demiş. İstemem bir şey, ihtiyacım da yok
sonra. Köyümden harçlığımı gönderiyorlar. Sen herhalde demiş bu parayı
ölümlük dirimlik belki bana bir hâl olursa diyerekten saklamışın bir yerinden
çıkardın onu da bana veriyorsun!”
“Çün eder” demiş, “Sen onu al eshab-ı hayırdan birisi bana onu verdi.”
Yalan. “Yalan” tabiri de Hûda affetsin; idare, yanlış! Yalan, çünkü
inanan yalan söylemez. Ahlakta en mezmum[30]
şey o. Bütün kötülüklerin annesi yalandır. Sürç-ü lisan vaki oldu da birden
bire öyle konuştum. Efendim bir hukuk tedarik etmişler, işte o geliyor gidiyor,
o arada sırada gene ona lazım gelen parayı veriyor. Artık onu baba gibi,
ihtiyacı olduğu vakitte dahi geliyor. “Bana para ver”, “Peki”. Günün birinde
gelmiş: “Ben tezkeremi aldım demiş, Allaha ısmarladık!” “Yoook! (demiş) Ahmet,
çün eder, Ahmet çavuş nerede, Mehmet Baba orada!” Vefa! Düşmüş peşine, eh ölüm
Allah’ın (cc) emri. Genç ihtiyar der mi? Hacı Mehmet baba doksan beş yaşında,
öteki genç civan bir adam. Ölmüş
vefat etmiş. Gizlemişler, kabrin üzerine ufak bir kulübe koymuş. Kulübe. Geceleyin
geçerken işitirlermiş, ara sıra, “Öööf Ahmet, ölünde zahmet, dirinde zahmet!”
Öyle içi yanaraktan; “Ööf Ahmet ölünde
zahmet, dirinde zahmet!” çünkü hayattayken ele avuca sığmayan da bir şey. Onu
idare ediyor. Dört sene, dört sene sonra yıkmış üzerindeki kulübeyi. Demişler
ki: “Ne yapıyorsun?” “Ahmet işini bitirdi, bize ihtiyacı yok artık” O ne iştir?
Onu ben ne anlarım? Ben hadiseyi bilirim. Neyin nesi onu bilmem ben, bilmem. O
zat, bir gün yaz mevsiminde, bir kasap dükkânına geliyor: “Yahu bana bir bardak
soğuk su bulamaz mısınız, içim yandı. Su bulamaz mısınız?” diyor. Testiden. “Dur”
demişler “Soğuk su getirelim” Koşarak
gitmiş gelmiş, suyu veriyor, onunla da gönlünü almak istiyor. Mehmet Baba bana dua
et, ben okuyup da adam olamadım” demiş, suyu getiren. “Çün eder çok iyi etmişsin,
okusaydın sen iblis olurdun, iblis!” “Okusaydın, iblis olacaktın sen iblis!”
demiş. “Haline razı ol!” Yaa...
Çünkü mahiyesi şer olup, ahlaka nispeti olmayan insan, -hakikaten
öyledir- cahilken ufacıcık bir yere zararı dokunur. İlim iktisap ederse, bir de
saha olursa icabında bir cemiyeti bir tekmede yıkar atar!
Unutup bildiğini ârif isen
nâdân ol
Âlem-i bî-meh ü hurşîd ü felekde hergîz
Öyle bir âlem var ki, sahası başka. Eski büyüklerimizden ilim adamlarından
Fahreddin-i Razi isminde bir zat var. O asırda da Muhyiddin-i Arabi isminde bir
zat daha var.
Mevzuu çok uzun ya ben ufacık bir yerini anlatacağım, buraya geçeceğim.
Bu da ufak anlatılmaz. Yoruldunuz mu? Anlatayım mı, bırakayım mı?
Fahreddin-i Razi, üç yüz küsur eser meydana getirmiş. Tefsir-i Kebiri
yarım insan boyudur, eserlerinden bir tanesi. Tıp ilminde var, sema ilminde
var, riyaziye ilminde var. Dünya mevzuatı ilmiyesinin her birisine ait, Yed-i Tula[31]
eshabının elinden çıkmış gibi şeyi var, asarı var. El-Muhassalı var, üü ne
bileyim?
Beytü'l- Muazzama’ya gitmiş. “Asrın feridi,
Fahreddin geliyor” diyorlar. O gün oranın büyük adamı demiş ki: “Efendim siz
bir nimetsiniz, burada birkaç yüz bin insan var, bir ders yapsanız, bir
hitabede bulunsanız.” Rica ediyor. “Peki” fakat tabi herkes, hürmeten kıyam
ediyor filan. Beytin içerisine girmiş, içeride de murabba oturuyor birisi.
Murabba, o hani bizim eski tabirle bağdaş. Anlıyorsunuz di mi murabba? O hiç
kıpırdanmamış. Kıymet vermemiş. Öyle gözükmüş. Her neyse. Şöyle bir gözünün
ucuyla bakmış. “Allah Allah!” demiş. Kalbiyle veriştirmiş hülasa. Çıkmış şeye,
konuşmaya. Bir yutkunmuş filan, bütün müktesebat-ı ilmiyesi çıkmış. Hiçbir şey
yok. Tek bir harf yok. “Rahatsızlandım, başka bir sefer ders yaparız.” demiş,
inmiş aşağıya. Gelmiş odasına. Hizmetçisine demiş ki: “Hiç kimseye kapıyı açma,
kapıyı açmayın!” Başlamış ağlamaya.
Kapanmış yere ağlıyor. “Ne haldir bu, ne emek verdim ben buna.” Üç gün, bir şey
yok.
Öyledir o öyle... Ben bunun hayatta başka bir canlısını gördüm. Bir adam
kendi vaziyetine mağrur, kayınvalidesi saf, garip, kimsesi yok, onun sofrasına
muhtaç. Alay edermiş onunla, “Haminne haminne” diyerekten. E tabi o garip,
garip olunca orada Allah (cc) var. Her gün istihza, her gün hakaret, her gün
öyle şey! Yedi sene köşede bir tek kelime kullandı “Haminne haminne, haminne
haminne haminne haminne!..” Ekmek isteyecek, “haminne haminne, haminne!...”
nasılsınız diyecek, “haminne haminne haminne!..” Böyle bizzat benim bu gözlerim
gördü. Bizzat bu gözlerim gördü, bu kulağım da işitti. Bana selam verecek
böyle, “haminne haminne haminne haminne haminne!..” … Hatırımı soruyor, başka
bir kelime yok. Söyletmiyor Kudret, hepsi alınmış, yok başka. Tek bir “haminne”
istihza ettiği kelime! Ravi yok ara yerde. Kendim bizzat müşahede ettim. Ne
diyor, onu ben bilmem. Fen ne der? O hiç bilmez. Bunamış mı? Yok efendim,
parayı bile biliyor. Paranın nerede olduğunu, “haminne, haminne haminne!..” diyor. Eskiden para çokmuş, para bitmiş, “Haminne,
haminne haminne!..” Yok demiyor efendim, ters söyledim kaçtı ağzımdan. “Haminne
haminne haminne!..” Böyle yapıyor. Kafa gayet muazzam işliyor. Gayet mükellef
kafa işliyor, şuur tam yerinde, yapılanı görüyor. Yapma diyecek. “Haminne, haminne
haminne!..” yap diyecek, “Haminne, haminne haminne!..” Başka yok. O bunasa
nimet, bunadı kendini bilmiyor, bir ehemniyeti yok onun, onda bir şey yok!
Enesi alınmış onun. Kalıp işliyor. Onda bir şey yok. O tehlikeli değil o.
Acayip bir âlemdir burası. Bu sahne, ne mutlu ununu ak edip de gidene.
Gelmişiz dünya
değirmenine, növbet bekleriz.
Tane-i ten un olunca mürg-ü
can eyleriz.
Kesilmeden ten tanemizi öğütebilsek, o büyük bir nimettir. Neyse üç gün
kadar orada kalmış. Bir şey yok! Üçüncü günü bir zat gelmiş. Gelene hizmetçi
diyor ki:
“Efendi rahatsız, meşgul, istemiyor, kimseyi almıyor.” Ona da öyle
demiş. “İçeriye git, bu gelen gidicilerden değil. Kapıyı açın içeriye!” demiş.
“Sen söyle ona.”
“Efendim!” demiş, “yangın yeri gibi bir adam geldi, yangın yerine
benziyor, öyle hastaymış filan gidicilerden değil” demiş. “Ve kendi de öyle
söylüyor” “Aç buyursun” demiş. Girmiş içeriye. “Ne o arkadaş” demiş, “İşte
rahatsızım!” “Hâlâ mı sahtekârlık, ne rahatsızlığı yahu! (demiş) Hangi
rahatsızlıktan bahsediyorsun sen! Sahtekârlık ediyorsun daha hala değil mi? Var
mı müktesebat-ı ilmiyen, geliyor mu? (demiş) Kaç gündür ağlıyorsun?” deyince,
gözünü açmış. “Hah, bakalım buradan ne çıkacak” diyerekten.
“Bana bakma” demiş. “Bende
bir şey yok. Sen Beyt-i Şerifin içerisini gezerken, hiç kimseye kalbinle
veriştirdin mi içinden?”
Bu uyanmış: “Evet” demiş. “Neden?” demiş. “Herkes bana kıymet
verdi de bu adam bana niye kıymet vermedi diyerekten, (demiş) Biraz
hiddetlenerekten içimden konuştum.”
“Biliyor musun O kim?” demiş. “Bilem” demiş. “ O Muhyiddin” demiş. “Adamın
elinde nesi varsa alır.” Hakk’a nedim! “Ben Onun” demiş, “Arkadaşıyım, ikimiz
omuz omuza giderdik, omuz başı yürürdük, ben bir hata yaptım, neyse” demiş,
“Kudret, beni kovdu, movdu fakat eski hukuk var, gel sana iltimas edeyim”
demiş. “Sen böyle ömrün olsa, yüz bin sene ağlasan, yine bir şey alamazsın”
Gitmişler. Burada bize alınacak bir nokta var, tabi ahlak mevzuunda bu
kıssayı söylerken, bedava dinleme yeri değil. Bize ait olan yeri neresidir? Mevcûdâta
nazar-ı hakaretle bakmamak, kendimizi büyük görüp de eşyaya kıymet vermemenin cezası
ağır olur. Ahlaka onun tarifinde bu misali getiriyorum. Ki, bugünki
yaşayış tarzımızın en büyük kabahatli olan yeri de budur. Herkes kendi nefsine
düşmüştür, kendini beğenir, başkasına hiç kıymet vermez, onun içün beşeriyet,
bütün dünya. Mevziyi konuşmuyorum, bütün dünya, bu dert ile itimat orta yerden
kalkmıştır, muhabbet yoktur, hürmet merhamet yoktur.
Her hafta konuştuğum gibi, onun içün ah sesi de durmaz. Durduramazsın ah
sesini. Bütün dünyanın diplomatlarını topla, en yüksek iktisatçılarını bir araya
getir, en büyük terbiye tezgâhları çalışsın, en
kuvvetli inzibat teşkilatı meydana gelsin, yine insanların kalbine oh sesini
koyamaz. İmkân yoktur onun.
Ne olacak?
Havas ile avam arasında muvazene olacak. Yüksek tabaka alçak tabakaya karşı, ufak
tabakaya karşı, merhametle kalbi çarpacak, ufak tabaka o merhameti görüp hürmet
etmeye başlayacak. Hürmetle merhamet bir arada bulunduğu vakitte bir izdivaç
olacak. Muhabbet doğacak, insanlar huzura kavuşacak. Bunu yapan müessese
ahlaktır. Bunsuz imkânı yok. Herkes huzursuz ölür,
kestirmesi bu. Diken üzerinde oturuyor gibi her yana oturursun, ondan sonra
ölürsün. “Benim döner iskemlem var, kuş tüyünden üzerinde…” Faydası yok, diken,
iğne gibi batar sana o. Belki hasırın üzerinde, tahtanın üzerinde, ekmeğini
kırıp yiyen senden huzurludur. Çünkü huzur kisbi değil vehbi. Allah (cc)
verirse olacak o. Öyledir öyle!
Sen ne
zannedersin? Pazarcı baklayı koymuş, kabağı koymuş tezgâha, elinde terazisi pür
neşe, musiki yapar da kendi farkında değildir. Mini mini kabak, kabak, kabak ,
kabak, bu kabak. Musiki yapıyor. Onda fani olmuştur, zevk içindedir. Öbür
tarafta büyük bir masa vardır, büyük bir kasa vardır ama daima etrafında kim
dolaşıyor diyerekten böyle duruyor. O ondan sonra, onu bitirdikten sonra rap
bir de küfeyi vurur, küfeyi vuruş tarzında da musiki vardır. Onun sedasını ben
vuramam öyle. O vurduğu vakitte başka türlü ses çıkartır. Anlatabiliyor muyum?
Ondan sonra gelir, öyle tabağa çanağa teşkilatlı sofra yok. Yok ama, hasırın
üzerinde sermiş, bir adi bir şeker torbasından sofra örtüsünü, beş yaşında
çocuğu ayağında, üç yaşında kızı omuzunda, onu okşayaraktan şapır şupur bir
yemek yer, E vitamini de içinde, C vitamini de içinde, B vitamini de içinde, ne
kadar vitamin varsa hepsi içinde. Öbür tarafta hapı getir, karbonatı getir.
Yaa... Hangisi mesut, hangisi saadetle yaşıyor? Saadet-i sûrîye itibariyle.
Tabi o manevi saadet yine ayrı. Fakat şimdi örfün kullandığı manevi saadet
değildir. O yok!
Gitmişler,
Muhyiddin’e götürmüş. Kapıyı açarken, onlar kerim insanlar, o cezayı ona büyük bir
şey yapmak… Çünkü malum ya, nasihatle, musibet… Musibetin
tesiri daha kuvvetlidir. Nasihatın tesiri o kadar kuvvetli olmaz. Bir adama
nasihat edersin dinlemez o kadar fakat musibet geldiği vakitte çok kuvvetli
tesirini yapar. Onun içün o terbiyeyi vermiştir. Gülerek karşılamış:
“Ya Fahreddin” demiş, “Bak daha
çocuksun, Ufacıcık bir şeye dayanamadın, ağladın” demiş. “Ben senin birçok
eserlerini okudum, hayran oldum, tebrik ederim seni, tıbba ait eserini okudum. Hakikaten
Yed-i Tula eshabındansın. Filan sahaya ait olan, riyaziyeye ait olan, hendeseye
ait olan, filan, filan, filan...” Fakat, demiş:
“Bunlar olmasın demem, bunları lüzumu kadar
yapmışsın, fakat yaşın da ilerledi. Güzel, insanlık âlemine bu dünyada
yapacağın hizmeti yapmışsın. Bir yere gideceksin, seması başka, yıldızları
başka, orada hangi heyet kitabını okutacaksın? Bir yere gideceksin,
hastanesinde seni sertabip yapmazlar, öyle bir şey yok ki orada! Bundan lüzumu
kadar yapmışsın, bundan sonra sen artık ölmeyenden bir ilim almak hevesi almak yok
mu sende?” demiş. “Hep ölenlerin ilmini toplamışsın!” Anlatabiliyor
muyum bir şey? Sonra demiş: “Senin yanından bana bir heyet geldi. Çok merak
ettim, o heyet (demiş) Senin yanındayken seni ağlar bulmuşlar. Sen yine böyle
ağlıyormuşsun. Sormuşlar: Ne diye ağlıyorsun? ‘Kırk senedir, ilmen, içtihaden
bir meseleyi böyle sanıyordum, bugün başka bir delille onun yanlış olduğu tahakkuk
etti, şimdi acaba bu delili de çürütecek bir delil çıkarsa ne yaparım diye
ağlıyorum’ Bu çok doğru” (demiş)
“Bu
yerindedir, bunların hepsi ilm-i kalbe sahip olmadığından dolayıdır. İlm-i
kalbe sahip olmak içinde, ilm-i ahlaka sahip olmak lazımdır. İlm-i ahlak adama ilm-i
ilahiyi verir, ilm-i ilahi de ilm-i kalbi verir.” Anlatabiliyor muyuz acaba? “Toplan bakayım şimdi. Demiş. Nasıl
yerinde mi? demiş. Müktesebat-ı ilmiyen?”
Sevinmiş
Fahreddin, hepsi yerinde böyle. Hani uykudan kalmış da hepsi böyle yine sahip
olmuş gibi. Korkulu bir rüya görür de her şeyi elinden alınır, uyandıktan sonra
“Ohh rüyaymış” der. O da aynı o şekilde,
sen istersen rüya diye tabir et. Kabul et, onun için bu kaideyi koyuyorum.
“Seni” demiş
“Ahlaken tekâmül ettirmeklik de benim şeyimde değil. Hadi, demiş Doğru
Maveraünnehir’e, Necmeddin-i Kübra’ya git!” demiş oraya. Gidiyor.
Necmeddin-i
Kübra da dostlarıyla bir ilmi şekiller yapıyorlarmış filan. (...) Birden bire içeriye girmiş. Necmettin diyor
ki, “Öfff Muhyiddin, ne yaman adamsın, nerede kıpkızıl kafir var, bana
gönderirsin” Adamın beş yüz küsur eseri var, manaya ait müktesebatı var,
öyle diyor O!..
(Kaset bitti)
[1] Merbut: Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış,
bitişmiş, bitişik.
[2] Zebun: (Farsça)
Zayıf, güçsüz, âciz. Alışverişte aldanan.
[3] Hâzık: Mehâretli,
işinin ehli, mütehassıs
[4] Mensî
ve mühmel: Unutulmuş ve ihmal edilmiş.
[5] Dide-ver: İyi gören, bilen, işten anlayan.
[6] Nic’i: Nice (sıfat belirteç)
[7] Akter: Akter: Dürüst, doğru ve ahlaklı emekçi.
[8] MUHTÎ: Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya
düşürten. Yanıltan
[9] A'DAL: (İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler.
IDL: Yük dengi,
misil, eşit.
Yani birbirine eşit
denk kullar arasında olan beşeri aşk.
[10] Maada: Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ
kelimesidir)
[11] Nefy: Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan,
bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek.
[12] Lahut: İlâhî
âlem: Ulûhiyet âlemi. Ruhanî, manevî âlem.
[13] Meveddet: Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek.
Sevmek.
[14] Aduv: Düşman, hasım.
[15] Hardupa: iki ayaklı,
[16] Kevn ü fesat: Var olup sonra bozulmak
[17] Salik: Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden.
[18] Dâniş: Bilgi, ilim. Biliş.
[19] Dud: Elem, gam, keder, tasa.
[20] Tîg: Ok
[21] NASİYE: Çehrenin
gösterişi, alın, yüz.
[22] REHÂYÂB:
Kurtulan. Yolcu olan.
[23] Tumar: (C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey,
tomar
[24] Tezvir: Kendini ziyaret edene ikram etme
[25] Meş’um: Kötü, uğursuz, bedbaht
[26] Amude: Dizi dizilmiş
[27] Sernigûn: Baş aşağı olmuş. Tersine dönmüş. Bahtsız.
[28] Amudu fikari: Bel kemiği
[29] Urefa: (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
[30] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış.
Kötü.
[31] Tula: Çok uzun. Pek uzun.
[i] Sanma ey Hâce ki senden zer ü sîm isterler
‘Yevme la yenfau’da
kalb-i selîm isterler
Berzah-ı havf ü recadan
geçe gör nakam ol
Dem-i ahirde ne ummid ü
ne bim isterler
Unutup bildiğini arif
isen nadan ol
Bezm-i vahdette ne ilm ü
ne alim isterler
Alem-i bi meh ü hurşid ü
felekde her giz
Ne muhendis ne muneccim
ne hakim isterler
Harem-i ma'niye biganeye
yol vermezler
Aşina yi ezeli yar-i
kadim isterler
Sakin-i dergeh-i
teslim-i riza ol daim
Bermurad itmeğe hizmette
mukim isterler
Dergeh-i fakra varıp
dirliğini arz etme
Anda her giz ne sipahi
ne zaim isterler
Aşık ol serbet-i vasl
ister isen kim aşık
Çaresiz derd arayıp
renc-i elim isterler
Ni'met-i zahire dilbeste
olan gürsineler
Muzd nan pareye cennat-i
naim isterler
Kible-i ma'niyi fehm
eylemeyen kec revler
Sehv ile secde edip
ecr-i azim isterler
Ezber et kissa-i esrar-i
dili ey Ruhi
Hazır ol bezm-i İlahi'de
nedim isterler.
(Bağdatlı Ruhi)
Mukteza-yı hükm-i kânûn-ı tabiat böyledir
Düşmek üzre yıldırım ekser muallâ tâk arar
Çok mu nâmerdin felaketten selamet bulması
Herkese gelmez belâ, erbâb-ı istihkâk
arar.
( Şâir Eşref)
0 yorum:
Yorum Gönder