Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

009. Kaset

009 (31.05.1958) 90 Dk (77)

İnsan; her konuşmamda tekrar ettiğim gibi, suret itibariyle, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret bir varlıktır. Mana itibariyle de bütün mevcûdât

Bir veçhesi âlem-i Kudret’e bağlı, bir veçhesi de âlem-i hikmete bağlı. Âlem-i hikmete taalluk eden sahasında akıl kendisine rehberlik edebiliyor. Âlem-i Kudrete gelince duruyor. Binaenaleyh, Kudret mahluk değildir ki, insanın Kudret’e taalluk eden kısmını tahlil edebilelim. Beşeri takatle insanın mana-ı zatiyesinin, vicdan-ı kibriyasının, rüyet-i hülyasının tarif edebilmeklik içün bu kelime, mahs’en1 ve mâhî2 bu seda, Kudret va’z etmemiş. Ee, hiç hallolmadan mı gideceğiz? Hayır, öyle değil!

İnsan âsûde kalıp, nefsine mağlup olduğu sahada galip çıkar, tabire dikkat et! Bir akıl ki nefse uşaktır ona akıl denmez!

Hani herkes: “Efendim, ben akılla hallederim!”  İyi ama senin aklın, nefsin taht-ı kahrında mı, yoksa aklın nefsine galebe çaldı mı? Onun içün ahlaka göre:  Bir akıl ki; nefse uşak olmuştur, onu nefis istediği yere sürükleyip götürüyor, ona akıl denmez, diyor. Nefis denir. Beşeriyet de ekseriyetle nefislerine mağlup, hevâsına, arzusuna uyan yerleri kabul eder, uymayan yerleri de reddeder. Bu arada da haberi olmadan sayılı nefesi biter, tükenir, göçer, gider! Acınacak nokta bu! Onun içün âsûde kaldığı vakitte, kendi kendisine aramak zevki, kendini taharri etmek tecellisi başlar da, “Ben kimim?” Bunu her konuşmada tekrar ediyoruz di mi? Belki işitenleriniz, “Bunu biliyoruz” derler. Fakat bu sofranın ekmeği gibidir. Va’z edilecek. Ve bunu yayın!

Bugün ekseriyetle insanlar, gaflet şarabıyla mest olmuşlardır. Sûri şarap, sûri içki, mahdût saat insanı mest-i müstağrak eder. Sonra ayılır. Gaflet şarabıyla mest olan ise...

İşte Niçün ahh sesi dinmiyor? Bütün dünya, mevziî bir şekilde konuşmuyoruz, bütün dünya sekenesi üzerinde bir huzur yok. Sonra burası fani. Hadi bugün huzur yok ama öbür sene sonra  olur. Olur amma sen gittin. Onlar züğürt tesellisidir! “Efendim yüz sene sonra...”  Güzel amma azizim sen gittin! Bu günün peşin saadetini yarının gelecek veresiye hâline sarf etme! Onlar züğürt tesellisi.  “Öyle olur, böyle olur...”  Faydası ne? Ömür kumaşından her gün doğranıyor. Var mı teselliler!

Hakikat peşinde koşmanın, aşkını duymanın çarelerine bakmalı insanlık âlemi. Evet, tenekecilikte göz kamaştıracak kadar ilerlemiş; gökyüzüne çıkıyor, denizin dibine gidiyor, akıllara veleh verecek şekiller tecelli ediyor fakat gönül âleminde daha henüz bir mumluk ışık yok! O kadar karanlık! İstersen caddeye bir milyon mumluk ışık koy! Kalıbın,  o değil! Ya kalp âlemindeki lambanın  ışığı kaçtır? Gönül, gönül!

Hiç sana soruldu mu? “Efendim, yirmi beş tane lisan bilir.” Güzel, güzel amma hepsinin sahibi var. İç âleminle konuşabildin mi? Lisan bilmek o demektir.  Nasıl? Allah (cc) ile konuştun mu? Ama acayip bir sual! Hiç acayip bir sual değil. Aklınla hiç konuşabildin mi? Bir hukuk tedarik ettin  mi?

Eski konuşmalarımda söylediğim gibi, Kudret sermaye olarak dört eşya  va’z etmiştir. Hava, bedavadır da farkında değilizdir. Bir de pahalı olsa, bir de pahalı olsa mesela. Bütün çalıştığını havaya verecek deseler, çıkıpta böyle çalışır veririz. Bedava, ikram! Dört eşya, hava Toprak. O güneş her günkü yerinden doğar, her günkü yerinde batar. Ateşi bu. Şah’a da gedaya da aynı şekilde tecelli eder. “Sen git üstün yırtık, suratın çirkin, rütben yok!..” demez. “Buyurun, istiyor musun?” der. Öbür tarafta “Gel senin masan var, kasan var, rütben var, sana hususi bir şekilde tecelli edeceğim!” yok. Hatta yıkık olan yerlere daha ziyade feyz verir. Anlatabildim mi? Bir yıkık kulübeye mi daha fazla güneş içeriye tecelli eder, yoksa  büyük, sekiz katlı , on katlı keddabi3 binaya mı? Mini mini yere daha ziyade tecelli eder. Anlatabildim mi acaba?

Hakikat güneşi de öyle mütevâzî gönüllere daha fazla girer. Mütevâzîdir, daha fazla girer. Güneş her günkü yerinde doğar, her günkü yerinde gurûb eder. Hava aynı hava, hiç insanlar bunu düşünmüyor. Tuhaf! Merak edin bi...  

Arzın toprağı yine bu toprak. O su da aynı su. Çalışmalar? Deden altı saat çalışırdı, sen on sekiz saat çalışırsın. On nüfuslu bir ailenin dünyada bir adamı çalışır, şimdi onu birden çalışır. Meğer biri hasta olsun da evde kalsın. Fen de yardım eder, üç saat de yürüyüp gelmiş olduğun yere, beş dakikada gelirsin. Mesai üç misli. Çalışma yekûnu daha kabarık. Bir de herkes nasıl geçineceğiz diye düşünüyor. Bütün dünya sekenesi böyle. Sebep ne? Sermaye yerinde. Çalışma fazla. Musluk bir taraftan sıkılmış, kısılmış. “Oh” sesi yok. Ee ne vakit? “Efendim olur.”  Ee  gidiyorsun sen, olmazsın sen. O veresiyedir. Kudret veresiye işi kabul etmez hiçbir vakit. Her dakikanın, her anın hesabını ister. Bizde en çirkin bir adettir. “Efendim olur. Sabretmeli!”

Sabretmek demek; miskinâne[1] oturmak, zelilâne hayat geçirmek demek değildir. Sabrın manası; o şeyi iyi meydana getirebilmek içün dayanmak, demektir. Anlatabildim mi acaba? Sabrın manası ters bizde. Miskinâne otur demek değil!

Ahlak; teşebbüsât-ı merdâne ister, temenniyât-ı zelilâneye razı olmaz. Kaide, kaide!

“Olur, yirmi sene sonra olur...” öyle şey yok. Fani çünkü kâinat, sen gidiyorsun ara yerde. Sonra her günün  kendine mahsus işi var. Sen bugünün işini yarın görmeye çalışıyorsun, bugün görsene!

Mutrib fânî vü bezm ü sâkî fânî Sen kimlere oldunsa mûlâkî fânî Geç kesret-i sûriyye-i âlemden geç Allah ancak bâkî vü bâkî fâni. Bunu konuşmaya çıktım bugün. Bir daha okuyayım mı? Okuduk da bir daha ne oldu?

Hülasa, Hak veresiye işi sevmez. Olmaz! Âsûde kaldın mı, -Mevzûun ân yerine dönelim- Ben kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim? Hilkatten gaye nedir? Bunu soracak! Senelerden beri bu mevzû üzerinde konuşuyoruz ve bunu her vakit tekrar ediyorum. İnsan ne vakit ki kendisine bu sualleri sormamışsa, henüz ahlak mevzûâtında zavallı kalmıştır, denir. Zavallı, aramıyor, kendisini aramıyor! Haberi olmadan bir gün “Hayattan azl oldun!” emri gelir, öyle değil mi ya? Bak hesap et kendi kendine, yirmi yaşındasın, ortaya bir şey koy, koyamazsın! Kırk yaşındasın koy ortaya, epeyce bir sene. Elli yaşındasın, koy, altmış, yok, yok! Neden yok? Mutrib fânî vü bezm ü sâkî fâni. Tekrar okuyorum dikkat et!

Sen kimlere oldunsa mûlâkî fâni. Nerede, mülaki olduğun insanların kısm-i küllisi nerede? Hani baban, deden, inleyen, inleten, nerede? Bu sahne öyle bir sahnedir ki azizim! Buna âlem-i dünya derler, bunun iki manası vardır; gönülden alırsan aklına yakınlıktır,  gönülden  alırsan  aklından uzaklaşmaklıktır, alçaklıktır, anlatabildim mi acaba? Kelime itibariyle bile inceliği vardır. Aynı sahnede, aynı yerde. Aynı yerde olur da biri başka biri başka olur mu? Olur ya! Bir kilim üzerinde yirmi kişi yatarsınız hasta olursunuz, sabahleyin kalkınca biri ne güzel rüya görür, öteki “Sorma bu gece ter içerisindeydim bak!” der. Aynı hava aynı oda aynı kilimin üzerinde. Onu değiştiren var. Bir şey anlatabiliyor muyum? Bir yerde değişiklik yok; hava aynı, oda aynı, kilim aynı. Bu insanı intibaha[2] davet etmez mi acaba? Zalimin zulmünü kesmez mi bu hadisat, ibret olmaz mı!?

Beşer, beşer olmak nokta-ı nazarından, herkes de pek az istisnalar vardır ki onlar mana üzerine doğmuş insanlar. Tabiatıyla onlar hususi istisnalar kaide-i külliyeye girmez, onlardan bahsetmiyoruz. Fakat herkes madamı ki nefs-i emmare ile beraber tecelli etmiştir bu sahne-i şuhuda, firavunluğu vardır. Ahlak insanın firavunluğunu kaldırır. Firavunluk ne demektir? Mevcûdât içerisinde kendisini diğerinden fazla büyük görmektir. Ve hepimizde vardır fakat onu dizginlettirmek lazım gelir. Onun içün ahlak der ki:

Mâfevkine karşı köpek, mâdûnuna karşı kurt yaşıyorsan senin insanlıkla alakan yoktur, der.

Kendinden bir numara yükseğine karşı suret itibariyle, eğilir bükülür, el pençe divan durursun, kendinden zayıfın karşısında ellerini cebine korsun böyle gerilirsin, gerilirsin, gerilirsin, çatlayacakmış gibi, insan numarası vermez. Bunları düzelttirir.  Bu hepimizde vardır. Nispet dahilinde.  Bunu unuttun mu Hazreti İnsan olursun. Ne olur Hazreti İnsan olursa? Hak ile baş başa olur. Gaye de o. Gaye o! O az bir zaman içinde olacak bir iş. Onun için ahlak öyle der: “Koruk halinde kalma üzüm olmanın çaresine bak” der. İyi adamla kötü adam, umur-u hariciyede misal verilecek olursak; koruk biri, ekşi acı, biri; üzüm, mis gibi. Koruk halinde kalma der, üzüm ol üzüm. Neden, işte geçiyor bir şey yok. Üç konuşmadır söylüyorum, tekrar edeyim. Kudret’le azamet yarışına çıkmış, insanları inletmiş, “yaratırım sevdasıyla” yaşamış, “Ben varım, başka kimse yok!” demiş  diye bu sahne bu lacivert kubbe, ne kadar insan getirmiştir, götürmüştür bilir misin sen? Üüüü. Fakat o hâlet-i ihtizâr tecelli ettiği vakitte, ilk önce böyle şiddetli şiddetli bakıp, Hak ve hakikat konuşulduğu vakitte; gözüyle kaşıyla reddederek, ağzıyla tersleyerek vaziyet alan adam, o “gel!” emri yaklaştığı vakitte, semaya doğru bakar da “Hayat! Hayat!” der. Fayda yok ki, aynı zevktir o. Sende hazırsın o vakit. Sanki o, insanlığı inleten adama karşı, ne bileyim en müşfik bir anne olursun. Ne kadar katı olsan dahi, “Ohh” diyemezsin. Şimdi “derim” dersin amma o hali gördüğün vakitte insanlığın varsa, sen de boynunu bükersin. Şaşırttırır adamı. Anlatabiliyor muyum? Yaa, o göz, öteki göz; ikisi, maddesi değil, manası değişti. Ahlak insana işte, hâlet-i ihtizârda “medet” diye “hayat” diye bağıran, bakan gözünü kuvvetli zamanında yapan şeydir. Ahlakın en mühim tarifi bu. Anlatabildim mi? Anlatamadım galiba. Tekrar edeyim. İnsanlığı inletmiş, zayıfı gömmüş tepelemiş, yükünü gariplerin omuzuna yüklemiş, hem taşıtmış, hem haddizatında mahmuzlamış. Kendisine Hak ve hakikatten bahsedildiği vakitte, insanlıktan soyunmuş çünkü, şey eder böyle, reddeder, red. Gözüyle, kaşıyla, edasıyla, ânıyla, ağzıyla, üüüü... Aynı adam gün gelir, adamı böyle bırakmıyorlar ki. Kendi vücudunda hissetmez misin?

Faniyeti cümleden ziyade, ak saçların eğliyor ifade.

Ağaran saçının bir tanesini geriye çevirmeklikten aciz olan zavallı cins insan. Ne diye Kudret’le azamet yarışına kalkarsın? O her şeyin elinden alınacağı vakit, tecellisi zahir olunca, gözler semaya doğru böyle “Hayat” der, “Hayat”. Hiç dinlemez. Hayat. Yer adamı yer! O vakit nefsine mağlup olduğunu anlar ama iş işten geçer. Olmaz!

Mutrib fânî vü bezm ü sâkî fânî Sen kimlere oldunsa mûlâkî fânî Geç kesret-i sûriyye-i âlemden geç. Debdebeymiş, tantanaymış, şunun bunun iniltisinden hasıl olan bir varlıkmış, hepsi haddizatında sabun köpüğü gibidir.

Geç kesret-i sûriyye-i âlemden geç Allah ancak bâkî vü bâkî fâni. Yani baki olan ancak Allah (cc). O’ndan başka baki, fani. Çok tatlı, iyi söylemiş söyleyen. Zevk aldım, bir daha okuyacağım. Bu seferki kendime. Niye? İnsan yalnız kendi hissesi yok mu?

Kudret o kadar ibretle insanlara beyyinât va’z etmiştir ki, bu vücut içinde ne kadar vücut var? Ne kadar? Bir dakika evvel dersin ki: “Aman çoook sıkıldım” Sebebi, “Sebebi belli değil” dersin, sıkılıyor. Bir an geçer, “Ohhh” dersin, “O kadar gönlümde sefa var ki!” O vücudun başka, bu vücudun başka. Zannetme ki aynıdır. Anlatabiliyor muyum acaba? Ayrıdır, ayrı. Neler, neler doldurmuş? Şimdi hem dinliyorsun, hem konuşuyorsun. Dinleyen vücudun var, konuşan vücudun var. Oturur şarkı söylersin. Kendin söylüyorsun, bu ağzınla söylettirir, bu kulağınla dinlettirir, sana zevk verir. Söyleyen kendin, dinleyen kendin. Zevki nereden hasıl ediyor? Bu ağzınla söylettirir, bu kulağınla dinlettirir, zevk verir. Onun için şimdi de belki içinizde birçok kimseler, bunu öğrendi belledi. Bu sefer, bu sefer kendime.

Mutrib fânî vü bezm ü sâkî fânî Sen kimlere oldunsa mûlâkî fânî Geç kesret-i sûriyye-i âlemden geç Allah ancak bâkî vü bâkî fâni.

Bunu öğrendikten sonra, kendi manasına tatbikata başladıktan sonra, hilkatteki gayeyi insan anlar. Nereden geldim. Niçün geldim? Niye getirildim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim? Bu kolay iş değil ki iki gözüm! Bu ufak bir mesele değil ki, niçün biz düşünmüyoruz? Bütün insanlık niye düşünmüyor? Bu alışverişe benzemez ya. Bu ne han sahibi olmaya, ne masa sahibi olmaya, ne kasa sahibi olmaya, ne câh sahibi olmaya, ne evlad-ı iyale malik olmaya, böyle bir şeye benzemez bu!

Bu muazzam bir alışveriş. Gözünü kapa orta yere, yap hesabını. Herkese Kudret hayali ile bir miktar verdi mi o, kendi kendine der: “Zaten ölümlü olacağız ama...” ona öyle bir teselli ettirecek bir ömür kendisine tahlil ettirir. Onu eder O! Kabul et, onu fazlalaştırt, de! O tahlili yap. Ondan sonra ne oluyorsun? Yirmi sene okumuşsun, ilim sahasındakine söyleyelim. Ondan sonra okuduktan sonra mudrik[3] olmamışsın. “Ohh okudum, diplomamı aldım, kağıdımı koydum, kitabımı yaktım, kızdım, fırlattım, çok eziyet etmişti bana...” Öyle değil. Okumuş, okuduğuna aşık olmuş; kayıttan kurtuldum, şimdi mutlak çalışacağım, diye kırk sene de kafasını üzerine koymuş, böyle, düşüne, düşüne. Bunun hepsini bir anda alıp adamı çukura koymak kolay bir şey midir o? Kolay bir iş mi o. İlmi bir tarafa bırak, öbür tarafta serbest hayatta çalışmış; şunu buraya, bunu oraya, şöyle etmiş, böyle etmiş, haddizatında varidatın hesabına masarıfatını karşılayaraktan etmiş işte, elli , yetmiş, seksen milyon, doksan, yüz filan, bunların üzerindeyken daha yekûn yaparken, “Kaldırın onu!” demişler, rıpp çukurun içine koymuşlar. Kolay mı bu? İnecek merdiven var, çıkacak merdiven yok. Üzerinde yarım saat, yarım saat  bir şey et bakalım, işle! Ondan sonra muhasebe-i nefis yap. “Filan adama hile dokuyorum, değer mi!” dersin, değer mi? Ahlak düsturunda öyledir; “Kabri kendi boyuna göre ölç, kaz!” derler. Kabri kendi boyuna göre ölç, kaz, ona göre aç. Kime ne yaparsan kendine, başka kimseye bir şey yapamazsın.

Bunu idrak ettikten sonra insan gönül tahtında sultan olur. Mesele odur. Kandırmak, aldatmak, yalan söylemek, bunların hepsinin akıbetinde kendi kendine bir utanmak vardır, eğer insansa. Azap vardır daha doğrusu. Hilenin en büyüğü doğruluktur kardeşim. Tuhaf gelmesin cümle size. Hilenin en büyüğü doğruluktur. Hile ne içün yapılır. Kendi aklıyla kazanacağım, diyerekten yapılır. Kim kazanır, doğru adam kazanır. Hile kazanmaz. Büyük kitap öyle der:

[4]   وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا Zalim iyilik yapmaklığa da kalkmış  olsa neticesi hüsrandır. Çıkartmam oradan iyilik!” diyor. Hadisatı, bütün kâinatın, malum olan gününden, bu anına kadar bütün tarihi tetkik et, bu ömrün haricinde hiç bir şey bulamazsın.

Allah (cc) öyle der: وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا  Zalim niyet etsin ki ben bu işi iyi yapacağım, yaptırtmam diyor, çıkartmam elinden iyi iş. Zalimin elinden iyi iş çıkartmam. Hüsran gider. Çıkartmam!

Ne yapalım? İyi iş çıkması içün insanın bir yeri sevmesi şarttır. Anlatabildim mi acaba? Bir yeri sevecek. Hakk’a gönül verecek gönül. Sevecek!

İki üç konuşma evveli söylediğim gibi; Hubb-u Hak, insaf, itidal. Bu üçü birleşecek, yürüyecek. Başka türlü yürümez. Hakk’ı seven, Hak’tan saygı ile korkar. Hak’tan saygı ile korkan insandan korkmaz. Hakk’ı sevmez, saygı ile korkmazsa, muhakkak aciz insandan korkacak ve tapacak. Kaideyi külliye!

 Allah (cc): “Taptırtmadan kimseyi bırakmam!” diyor. Ya Bana tapar ya acize tapar. Ya Bana tapar, ya nefsine tapar. “Başka çare yok” diyor. Kaide kurdum bunu Ben. Düşün şimdi sen, Hakk’a mı gönül verdin, zulme mi gönül verdin, ayarla kendini ona göre yola istikamet ver, kâm al! Bitiyor çünkü, bitmek üzere. Çukura girmekliğe herkes emrini almıştır. Ne de aciptir o. Ne bir tuhaf bir şey o, biliyor musun sen? Kırk sene elli sene emek ver, altmış sene yetmiş sene emek ver, ondan sonra her şeyin elinden alınsın. Ne evlat, ne iyal, ne mal, ne mülk, ne hiç rütbe, ne masa. Götürürler adamı, “Er kişi niyetine” der. Hiç kalmadı bir şey. “Hatun kişi niyetine” der. Ne hanfendi var, ne olmuş efendi var. Hanfendi, olmuş efendi, hanım efendi filan yok. “Hatun kişi niyetine” der. O gerinen kafa o şekilde bir tecelli eder ki... Ee görmek lazım görmek, insan her şeyi görmek ve ibret almak lazım. Öyle, böyle yapar, tekrar bu tarafa çevirirler, böyle bu tarafa düşer, böyle düşer. Ooo, onun üzerinde dur. Ey kafa, ey taze-i[5], bagi-i[6], tagi[7]. Senin ne anların vardı senin, böyle miydin sen? O lisan-ı hâl ile orada bütün eşya, çünkü eşya konuşur. Anlatabiliyor muyum? Eşyanın konuştuğuna şüphe mi ediyorsun? Sorsam sana desem ki, “Bu şeyin neresine gizlendi benim sesim?” Konuşur eşya konuşur. Kudret ders kaçırıyor, Hindistan cevizi kadar mahfazanın içerisinde sana verdiğim cevher-i akıl ile icat ettiğin bir madde üzerinde cayır cayır konuştun, dinledin, not aldın, icabında bir şahit bile ikame ettin. Eşyayı sen şahit ikame ettin. “Böyle konuşmuştu efendim, şeritten al.” dedin.  “Ben sana alem-i ahiret de, zindanda, huzuruma geldiğin vakitte: “Ne yaptın?” “Hayır yapmadım...” deyince, “Konuş bakalım!” dediğim vakitte bütün zerrat senin hesabını verirse sen ne yapacaksın?”

Bunlar bedava mı icat olunur zannedersin sen? Kafana vurmak içün! Bunları bedava icat ettirir mi Hûda? Bunların hepsinin bir sebebi var. İnkâr kapısını kapıyor: “Ahh alma!” diyor. “Ben bir gün hesap soracağım anını inkâr ettiğin vakitte, ‘Konuş bakalım’ diyeceğim zerrata. Bütün zerrat konuşacak!”

İşte sana elinle yaptırttırdı, sana konuşturtuyor. İnkâr edemezsin ki. Kapalı kapı, kapalı. Söyler bütün eşya, memurdur, almıştır, hepsi. Bütün ef’alimiz, harekatımız, yalnız ahlaka intisap ederse; Kudret çekilmiş olan resimleri, insana karşı çoook, merhameti, muhabbeti olduğundan dolayı siler. Anlatabildim mi acaba? Siler. Onun içün nefsin bütün gayretlerine karşı, sabır ilacını kullan! Sabır kalbin cilasıdır. Anlatabildim mi?

İbrahim Halil’in (as) sabrı kalbine cila oldu da  Nemrud’un ateşi onu yakmadı. Çünkü yanmıştı, yanmıştı. yanan bir daha yanmazdı!  Yanmıştı, aşk ateşiyle yanmıştı. İmandan muhabbetten kalbine cila geldi. Yanmaz, tutuşmaz! O vakit nazik tiynetli olursun.

Bir şey okuyayım sana. Zulme divan durmazsın. Meselenin fenalıkları burada. İnsan bir zalime karşı ufacık meyletmiş olsa kalbi kararır! Hani bir şey vardır, bir çiçek vardır, ellenmez uzaktan koklanır, uzaklaştı mı simsiyah olur. Kalp onun gibi de değil. Şöyle zalime doğru biraz döndü mü simsiyah olur.

(O ismini getiremedim aklıma, söylesenize adını. Nedir o? (Manolya) Kendi ismi ne, kendi ismini bulsana. Ne demek manolya? İşte neyse...)

Muhasebe-i nefs ile yaşayan, geliş ve gidişindeki gayeyi duyan; gönlünü bir yere verip muhabbet tedarik eden, o muhabbet dolayısıyla saygı korkusu bulunan, aciz insandan teaşi[8] etmez. Anlatabildim mi acaba? Neden? O kendi gönlünün tahtında sultan olmuştur.

Bidâyet konuşmayla burayı şey edeceğim, birleştireceğim.  Dedik ya insanın bir veçhesi âlem-i Kudret'e bir veçhesi alem-i hikmete... Kudret’e taalluk eden veçhesi; aşka ait olan, ahlakında, kalbe ait olduğu içün, sureti ufacıcık boyunun aldığı kadar bir çukura girebilir fakat mana-ı ihtivâisi bütün kainatı nokta halinde tutar. Neden oraya tutar? Naib-i Hak’tır. Öyle diyor Hûda: “Sana çok kıymet verdim, bütün mevcûdâtı sıfatımla meydana getirdim, seni Zatımla getirdim.” diyor.

İblis Adem’in (as) hüviyetinin farkına varamadı da iblis oldu. İblis zannetmeyin ki münkirdir. Öyle bir şey değil, İblis. Fakat insanın hakikatini anlayamadı. İblise alim derler, hayır, eçhel[9] den daha eçheldir. Şimdiye kadar söylemedim. O ilim o, o işe yarayan ilim değil o. Benlik ilminin nihayetisi zırıltıdır. Onda ilim vardı, ne ilmi vardı biliyor musun? Zahiri, benlik bir ilimi vardı. İlmi olsaydı Adem’e (as) boyun keserdi. İnsanın hüviyetini anlardı, anlatabildim mi  acaba. Onun üçün eçheldir o. İmanı  Allah’a (cc) kuvvetli fakat benliği var, çürüttü. Bizi Allah (cc) çok sever de haddizatında ikram eder, daima affeder. İblis bir defa O’na karşı geldi. Kendisine değil, emrin üzerinde illet gösterdi: “Ben ulviyim, o sûflidir!” dedi ve kovuldu. Biz kaç bin defa deriz, tutar bizi. Bizim tutanımız var. İltimas kuvvetli. Kim? Hazreti Muhammed (sav). Üüüü, biz neler yaparız, neler ederiz, neler ederiz filan. Tecelliyat-ı kahriye üzerimize gelirken “ben varım!” dersin. Anlatabildim mi acaba? Yoksa iblisin o kadar uzun boylu bir suçu yok. Adem’in (as) zahirine baktı. İçini göremedi. Sen hayatta yaşadığın müddetçe, kendinde, mevcûdât üzerinde: “benim nefsim itibariyle...” (Birde ruhun itibarıyle vardır ama o pek az bulunur.) Dersen ki: “Ruhun itibariyle” şüphelenirim ben. Nefsin itibariyle, diğerinden kendini üstün gördüğün dakikadan itibaren, bütün taatların batıldır. Kestirme yol bu. Hiçç! Öyle olmasa sema ayağının altına iner.

Mansur da Ene'l-Hak”  dedi, Firavun da Ene'l-Hak” dedi. Birisi evliyaullah’ın baş tarafına geçti, birisi iblisin ayağının altına düştü. Söz ikisi de bir! Mansur Ene'l-Hak” dediği vakitte kendisinden bir şey yoktu, Firavun Ene'l-Hak” dediği vakitte kaskatı kendisiydi. Anlatabiliyor muyum acaba? Mansur Ene'l-Hak” dediği vakitte ondan konuşan Allah (cc) idi. Firavun Ene'l-Hak” dediği vakitte ondan konuşan kendi nefsi idi. Daha açıkça tabiri bu. Ee o da öyle o da öyle. Cins itibariyle öyle  ama kaç defa misalini getirdim; demiri korsun ateşin içerisine vurursun körüğü kızgın bir şekilde, nar-ı beyza halinde çıkar. O anda ona demir diyemezsin. Sıfat aldı yakar çünkü. O anda ateştir o. Mansur da pute-i aşkta eridiği vakitte Ene'l-Hak” dendi,  Firavun da demirken Ene'l-Hak” dedi. Anlatabildim mi acaba? Ateş içerisinde. Ahlakın verdiği derecelerle teali terakki ede ede ede ede ede, nihayet bir kemal buluyor insanlar. O vakit, Hakk’ın hukuku ile zevklenir. Hikmet-i Hûda yaa!..

Meşhur bir misal verdim, hepiniz bilirsiniz ya tekrar edeyim, meşhur. Vaktiyle büyük rütbeli ricalden birisi, birine gitmiş. Emir, vali, halife, daha üstün. Tabi herkes… Ama çok mağrur imiş. Kendisindeki bulunan varlığın Kudret tarafından verilmiş bir ikram olduğunun farkında değil de, “Ben hıyazetimle[10], ben kafamla, ben siyasetimle, ben haddizatında fetanetimle[11] bu işe sahip oldum, ben varım!” diye yaşıyor.

Biri de vardır ki: “Hakkım değil ama Allah (cc) vermiş. Çünkü bir kulum, işinde beni kullandırıyor. İşinde beni kullandırıyor.” demiş.

Arasında fark var. Ara yerde fark. Herkes tabi o zaman lazım gelen hürmeti merasimi yapıyor. Kıyam etmişler filan. Urefadan[12] bir zat varmış. Urefa. Ona acımış da bir ders vermek istemiş. Kıymet vermemiş zahirde. Herkes ayağa kalmış, o oturmuş köşede böyle ayağını şöyle… Canı sıkılmış, bir biçimine getirmiş, “Beni tanıyamadınız galiba” demiş. “Yoo, tanıdım” demiş. “Kimim ben?” “Şu nitelikteki şu adamsınız, şu rütbenin sahibisiniz, şu makamın sahibisiniz...” Duraksamış veyahut hafızamda yeri kalmadı, kendisi söylüyor. “Beni tanımadınız, ben şu şehrin sahibiyim.” “Ondan sonra siz ne olursunuz!” demiş. “Ondan sonra yükselirsem o olurum.” “Ondan sonra ne olursunuz?” Sayıyor dünyevi… Dünyada verilmiş makamlar ne ise sonra dedikten sonra “Hiçç” demiş.  “Biz sizden çooook evveli ‘hiç makamında’ geziyoruz!” Acaba anlatabildim mi? “Ooo sen, demiş dur bakalım kısmetin var mı, yok mu? Senden çok evveli hiç makamında, yaşadı, yaşıyoruz. Daha ne makama çıkalım.” Anlatabildim mi acaba?

Ben ol bir şahsı sultanım ki âli himmetim vardır.
Hakikat ehliyim her şahs ile ünsiyetim vardır.

Veli vâlayı aşka nice yıllar hizmetim vardır.
Kitab-ı ışkı tefsir eylemeklik kudretim vardır.
 Anlatabildim mi…?

Benim bin böyle suzişli müessir sohbetim vardır.
Anın için zümre-i irfan içinde şöhretim vardır

Bugün ben seyf-i nazmın kuvvetiyle merd- i meydanım.
Kemalatı sühande şehriyar-ı  bezm-i irfanım

Gedayım surete lakin gönül tahtında sultanım.
Serir- i lağv-ı Hüsrev-i mülk-i mahviyyette hakanım.

Ne zannettin efendim intihasız devletim vardır.
Fakirim rütbe-i vâlâda şanım şevketim vardır. 
Bir şey anlatabiliyor muyum burada.

Ben ol avare vech hayran hayran yüz sücu etmem.
Sözüm dad-ı Hüdadır. Öz özümden yüz sücu etmem 

Muhassal bir selatini zamana serfüru etmem.
Güzellikde seha şuh u cihanı arzu etmem.

Gönül bağında bir gül yüzlü nazik tıynetim vardır.
Sedaret bezmigâhında anın için rifatim vardır.

Yoruldunuz mu? (Hayır efendim) Konuşmaya başladığımız vakitte yaptığımız taksimatta, hemen hemen her konuşmada tariflerini yapıyoruz ama yabancı arkadaşlar da gördüğüm içün bazı cümlelerin tarifini yapmak lüzumunu hissettim. Bilinen şeyler olsa dahi, usul itibariyle konuşmamız icap ediyor.

Bir defa ahlak tam bir irade ile şuurlu bir şekilde Kudret’e teslimiyettir. O teslimiyet olmadıkça, ahlak meydana gelmez, yazı halinde kalır. Süslü süslü kelimeler halinde kalır.

İnsan gönlünü oraya vermedikçe... Esasen bir millet iman ederse, ahlaka nail olabilir, tarifi de semeredar[13] olur. Başka türlü olmaz. Hiçbir vakit inkârın nesebinde bulunan saliklerin devamı olmamıştır. Talaş alevi gibidir, bir parlar birden bire söner. Hiçbir vakit inkâr dünya üzerinde ekseriyetin nesebi olamamıştır. Bugün beşeriyeti hidayete çıkaracak rehberler, taraf-ı İlahi’den talim olarak gelen Peygamberlerdir. Anlatabildim mi acaba? Diğer tarafta insanın ayağı kayıyor. Ne kadar tekamül ederse etsin, ne kadar teali ederse etsin, muhakkak bir yerinde ayak dokunuyor. O insanlar içün Hûda böyle bir şey yaratmadığından dolayı o tecelliyi muhafaza edebiliyorlar.

Size en canlı misalini getirdim. Yine getireyim. Biliyorsunuz ki; şöyle on dört asır evveline doğru fikren bir seyahate çıkın, dünyaya bakın. Dünyanın saliklerine bakın. Dünyaya bakmak lazım. Her şeyi yerli yerinde görmek lazım. Şems-i Tebrizi’den canlı misal vereyim. Şems-i Tebrizi, ismi hafızamdan çıktı, yine urefadan bir zata, bir sohbeti esnasında soruyor: “Ne yapıyorsun, ne görüyorsun?” “Ayı leğende görüyorum” diyor, Kameri. “Leğene su konur, oraya vurur, orada görüyorum” “Allah, Allah!” diyor. “Boynunda çıban mı çıktı da kaldırıp semada görmüyorsun!” Bir şey anlatabildim mi buradan? Bin konferans lazım. Anladın mı? Ne yapıyorsun? Söylüyor. Gelmedi o zatın ismi, gelirse aklıma daha tatlı olur. Bilmek lazım. “Kameri” diyor, “Leğende görüyorum” “Fesubhanallah!” diyor. “Boynunuzda çıban mı çıktı da” diyor, “Semaya bakıp da yerinde görmüyorsunuz!”

Fikren seyahate çıkalım. Mevcûdâtı yerli yerinde görmek şartıyla bakalım. Göreceğiz ki bütün medeniyetler, vahşetleri utandırtacak kadar alçalmış. Evet, suret-i zahirde debdebeler var tantanalar var, ağlayış var şu ama iç tarafı kokmuş, kokmuş! Canavarları utandırtacak kadar.

Tarihin pek methetmiş olduğu Yunan medeniyetine geçelim. O sahalarda dolaşalım. Zayıf kâvîden hakkını alamaz. Fuhuş memduh[14], edep makduh[15]. Irz şeref namına satılır. Kadın hayvan gibi pazarda mal satar gibi satılır. Kocası ölür, o günün en büyük feylesofları, en büyük hikmetcenapları, kadını “alet-i şer” diye tarif eder. Geç Roma medeniyetine, aynı. Yüksek tabaka vurur kırar, hırsızlık ederse sual sorulmaz. Aşağı tabaka bir şey yapacak olursa tez’iye[16] edilir. Ben-i İsrail medeniyetine gidelim. Muhakkak kız çocuk hizmetçi defterine yazılır. Arap medeniyetine geçelim. Kız meş’umdur[17], hîn[18] teşkil eder. Onun içün bu adeti yıkmak, bu zihniyeti kaldırmak içün Cenab-ı Hak Fahr-i Alem’in bir çok evlatlarını kız olarak meydana getirmiştir. Ve hanedanı da kıza bağlamıştır. Anlatabiliyor muyum? Şimdiye kadar söylemediğim hususlardı bunlar. Söylemediğim hususlar.

“Mahall-i Tekvindir” diyor Allah (cc). Kaç defa size anlattım? Fakat anlattığımı siz anlatmadınız. Öyle geldi gitti. Öyle ufacık bir söz değil o. Biliyor musun? Bütün medeniyet âlemini sarsar bu cümle. Allah (cc) diyor ki: “Kadın/kız mahall-i tekvin. Benim sun-i ilahi fabrikamın tezgahı. Mükevvin de Benim. Bana kurbiyeti vardır.” Öldüğün vakitte annene intiba eyle, çukura sokarlarken Ahmet efendi’nin oğlu denmez. Ayşe’nin oğlu Mehmet. Ya Mü’min  ibn-i Fatıma. Babandan sorarlar seni. Anlatabiliyor muyum? Çünkü, senin yaratılış itibariyle hilkatte annenin sadrındandır hissen sadır, sadır. Sadır mahall-i şefkattir, anlatabiliyor muyum? Mahall-i merhamettir. Baba ne kadar merhametli olursa olsun, çocuğu ver kucağına soğuk durur. Kazık gibi durur ayakları, böyle durur. Kaynamaz. Anada olur o ana da. Ona yakışır. Ama bilmem şimdi öyle  anne de var mı? O da bırakıyor çocuğu. Kucağına aldığını bilmiyorum ki. Hiçbir medeniyet o hakkı veremez, işine gelmez ki. Bugün vermiş mi? Veremez. Yarın verir mi namütenahi veremez. Nihayet iştirak-i hayat var derler. “Ee tabi çalışmak icabet eder.” derler. Yok!

Konuştuk geçen hafta, şöyle bir durakladınız hepiniz. Uzun boylu. Daha daha, diri, diri gömülürdü Arap medeniyetinde. “Meş’um[19]” diyor, “ar” diyor, kız evlada...

Dünyaya adl’liyle bir heykel dikmek, bir temsil yapılmak,  bir tecessüm ettirilmek şekli yapılsa, yar-ı ağyarın ittifakı ile Ömer’in (ra) yapılması diye karar verilmiştir dünyada. Öyle olduğu halde, Ömer (ra) bazen bööööyle ağlar. Bin dört yüz şehir fethetti. Her şehir bir iklim. Her şehir icabında bugün dünya üzerinde birkaç devletin tenessür[20] ettiği, ihata ettiği saha. Dünya daima iki kuvvetle yaşar. Daima, Allah’ın (cc) adeti öyle. Cemal, celal. Diğer kuvvetler, had istidadı itibariyle birisinin fevki olur, birisi birisinin fevki olur. Dünya… Bir vakit kisralar, kayserler, bir vakit şunlar bunlar. Yalnız az bir zaman içün tarihen bir Ömer (ra) devrinde, bir tek. İki tarafa da böyle elini koymuş. O geniş zaferin, o muazzam inkılabın varlığıyla da sarhoş olmamak. O Âlemin kâribi. Senin paran varken yürümenle yokken yürümen arasında fark olur. Hele biraz muntazam elbise giy, başka türlü adım atarsın. Bir de haddizatında süklüm büklüm adımın değişir. Aynı ayaklar ama nasıl değişiyor acaba? Asab üzerinde tesiri var demektir. Sinirleri bi geriyor mu bu? Bir şey yapıyor. Onun içün ahlak der ki: “Zavallı çocuk” der. “Hala oyuncakla oynuyor!” der. Ömer (ra) çocuk değil. Kendisine demişler ki: “Efendim süfera[21] geliyor, vaziyet şimdi başka türlü...” Yani biçimine getirmişler de “Şu elbisenin şeklini değiştirin de başka elbise...” “Benim” demiş, “Bir yere vardığım gönülden, hâsıl olan muhabbetten, bir mehabbet onun kalbinde hasıl olmazsa, çulla hasıl olacak mehabbeti ben ayağımın altına alırım. Lazım değil öyle şey bana!” demiş. Böyle bir adam olduğu halde, şöyle bazen içini çeker ağlarmış. Tesadüf edenler sorarlarmış: “Evet, ben bir putede erimeseydim, benden büyük şaki var mıydı kâinatta? Hadise gözümün önüne geliyor?” dermiş. “O cahiliyet, o süfliyet, o rezalet devrinin ben de alâ içine kapılmıştım. Sanki bir iş  yapıyormuş gibi mini mini yavrumu toprağın içerisine gömerken, o da benim sakalıma bulaşan toprakları silkeliyordu. Gözümün önünde,  yanıyor içim amma işte...”

Birinci Ömer. Burada şimdi ikinci Ömer var. Üç beş konuşma evvel size söylemiştim. Bir ihtiyar annenin çadırında “Yapma” diye yalvarışı var. Hadiseyi gözünüzün önüne getirdiniz.

Birinci Ömer, İkinci Ömer. Kim yaptı onu öyle ikinci Ömer? Nasıl oldu? Diri diri evladını gömüyor, daha ötesi var mı? Ondan sonra ayrı bir tecelli, nasıl oldu bu? Bunu söylemekten maksadım; fırsat elden gitmeden, perde-i gaflet açılmadan, birinci şeklinde şekâvet varsa, ikinci şeklindeki saadete hazırlan. O öyledir işte, tarihi misali bu.

Hülasa, söyleyeceğimiz yere gelelim. Bütün dünya sahnesini dolaşalım. On dört asır evveline çıkalım fikren. Zayıf kâvîden hakkını alamaz, o medeniyet denilen saha böyle. Kararmış, bütün âlem. Umulmadık bir ufuktan bir güneş doğdu. Allah’ın (cc) ağası değilsin ya. Umulmadık ufuktan bir güneş doğdu. O güneş o zulmeti kaldırabilirdi, o karanlık ancak o güneşle kalkardı.

Zaman geldi dava açıldı. İnsanlık davası, insan hakları davası. İnsan hakları davası açıldı. Dünyada insan hakları davasını bir şahıs layıkıyla açmıştır, adına Muhammed Aleyhisselam (sav)  denir. Tatbikatıyla sahaya koymuştur. İnsan hakları davası, bir şahıs. O dava herkesin ağzında gezer amma neticede oturulduğu vakitte şekil değişiverir böyle. Menfaatler girer, câhlar girer, hırslar girer, ihtirasât-ı nefsaniye girer, neler girer, neler girer. Hava karardığı vakitte evinde hiçbir şey bırakmamak şartıyla haddizatında dağıtmak. Üç sene bütün ağyar haddizatında ittifak etsin de boykot ilan etsin, yiyecek bir parça elbise bulunamayıp da örtülmesi zaruri olan yerlere haddizatında bir parça bile bulunmaksızın tahammül ettirtmek, o etrafına tabi olanlara ayrı bir kudretle olur. Bu beşeri takatle olmaz.

 Çocuklar “Açız!” diyordu. “Allah (cc) deyin doyarsınız!” deniyordu. Bu söz belki maddenin kesafetinde gezen bir kimse için gülünç bir sözdür amma gülünç olmasın. Doyuyorlardı.  Ben buna canlı bir misal de verebilirim. Eğer sen makam-ı aşkta, mana denilen tecelliyatta dolaşmışsan, bunun suretinden bile verir sana, haddizatında. Ve verdimdi çok seferler. tekrar etmeyeyim. Harp meydanına girersin, kırk sekiz saat aç kalmışsındır, atmış dört saat aç kalmışsındır, onlar gelmezden evvel, o aşk başlamazdan, o göz başlamazdan evvel elin ayağın tutmuyordu. Fakat “Allah, Allah!” diye çarpışırken nerede açlık? Meydan harplerini bilenleriniz varsa daha iyi anlar, o testereli süngü hırt, hırt, hırt, hırt, başka seda çıkmadığı vakitte, rap kulağını düşmanının koparmaya kalkar. Akılla değildir işte o. Niye? Aşk iledir. Anlatabildim mi acaba?

İnsan hakları davasını açtı. İlk önce kadın hakkını halletti. Yaa. Ahlak öyle der, mana ile birleşir de, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi (sav) der ki, ahlakçıların başı olan kimse:

“Rızkınızın bol olmasını isterseniz, evinizde karınıza karşı kuvvetli şekilde irtibatınız olsun, kadınlarınızın da size karşı kuvvetli şekilde irtibatı olsun.”

Anlatabiliyor muyum acaba? Rızkınızın bol olmasını isterseniz öyle, kaide öyle. Ben Anadoluda gezdim bir vakit, on beş sene evveli, on yedi sene evveli gezdim merak ettim, birçok yerlerinde, kadın çayda çamaşır yıkarken gördüm. Bu nedir? “Ayıptır” dediler. “Görenek öyle!”  Tabir de böyledir, “Görenek öyle”  Nereye gittimse görenek öyle. Lugata bakıyorum görenek nedir? Çamaşırı çayda yıkamak “görenek öyle” diyor bu.  Mana bulamadım ki, “görenek öyle” diyor. Onu ondan sonra yükleniyor, kendi de  odada ya kumar oynuyor, ya haddizatında ne bileyim, artık öbür tarafı nokta nokta nokta. Ondan sonra eve geldikten sonra güzel bir dövüyor! Ama suçu var, kabahati var filan yok, “bana kılıbık derler” diye. Dövdüğünden dolayı bir milyon defa kılıbık! Dövülecek adam mı yok kardeşim, zalim mi yok, o kadar kuvvetliysen niye gidip bir zalimi dövmezsin? Onun karşısında el pençe divan durursun, uşak gibi geçinirsin. Dövülecek adam yok mu? Dünya üzerinde, üüüü, dünyanın her köşesine git gez,  bakalım bak  ne kadar mesâvî-i şakiyesi* var. Niye dövmüyorsun, bir tanesinin karşısına çıksana.  Acı acı şeyler...

Allah (cc) diyor  ki: mahall-i tekvin, Ben de mükevvin[22]. O da hattızatında bu! Kendisine sorsan, “Evet ben bu manaya , Allah’a (cc) inandım!”  Manayı bırak, Allah’a (cc) böyle mi inandın, böyle mi? Görenektir(!) Görenektir! Ekersin biçersin  ziraat edersin. Niçin Rezil herif! Vermez. Anlatabiliyor muyum acaba?

Vallahi vermez! İmkân yok. Veren O’dur.  Mihnetin artar, kısmetin artmaz, kestirme. Mihnet artar, kısmet artmaz. O verecek çünkü.  Öyle kurmuş.

Neyse bunları izah ettim. Bu halleri maalesef ağyar aldı, teali etti, terakki etti, zenginledi. Acıdır, bizim mahkemelerimiz boşanma davasıyla doludur. Zannetmem ki bin tane bizden varsa bir tane de ekalliyetten[23] boşanma davası olsun.  Güzidedir, bize ait. Bize vaki. Çünkü evet, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin getirmiş olduğu mana, şu şahsa bu şahsa, şuna, buna ait değil. Müstaid[24] kalp arar. Hangi kalp o istidadı gösterirse oraya gider.

Ahlakta manada Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi’nin (sav) taliminde en mezmum olan şey dedikodudur. En kuvvetli dedikodu bizdedir. En kuvvetlisi ama. Zevk alır onunla. Dedikoduya o kadar aşıktır ki, karşışında muhatap bulursa, ne yemek aklına gelir, ne içmek aklına gelir, uyuklarsa dedikodu yapmaya başla, sabaha kadar böyle gözünü açar. Anlatabiliyor muyum bilmem ki. Sabaha kadar açar. Dedikodu yaptıkça kaybeder, düşer. Vermez Kudret azizim, vermez. Vermez!

Dedikodu, adamı bir defa cahil bırakır, bir!  Hissiz yapar, iki! Ahlaksız yapar, üç!

İşi ile meşgul olan adam, zaten başka bir sahaya vakit yoktur ki, yok. Vakit yok. Ecdadımız ne kadar güzelmiş, “Etyemez” derler bu semtin adına, Etyemez. Ne o bizim bildiğimiz koyun eti, inek eti filan manasına değil o.

Büyük kitap da: “Yakışır mı size” diyor. Hilkatte beraber, hakikatte birader olan, bir kardeşinizin, bir insanın manevi ceketini ortaya getirip de didik didik etmek. Kalp yok mu sizin? Onun şimdi ben asıl emrini ortaya koysam çok, çok uzun saate ihtiyaç var. Koymuyorum, mealen anlatıyorum size. “Beş cihetten mezmumdur” der.

“Bir defa muhabbete muvafık değildir” der. “Ben sizi muhabbet ehli olaraktan kâinata gönderdim. Onun içindir ki bir  insanı alırsınız da orta yere, üç kişi beş kişi gelir de onun ölü cesetinlen uğraşırsınız.”  Kendi yok ya ona ölü diyor ki. Tab’an[25] kerih olduğunu gösteriyor. Ne kadar naziktir. Anlatabiliyor muyum? Başına bir [26] اَيُحِبُّ der. ا kelimesi istifamdır. ,istifam akla hitap eder. Akıl kabul etmez, muhabbet kelimesi kalbe aittir, kalp kabul etmez, vicdan kabul etmez, حِ kelimesi ile gelir, o kelime cemiyette aittir. Ne biçim ahlak dersi aldınız, içtimayet kaidesi kabul etmez. Söyler, söyler Hûda, anlatabiliyor muyum acaba? “Nasıl yakışır size der?”

Kök verir, kök verdikten sonra cemiyetin içine sarar, muhabbet kalkar, muhabbet kalktıktan sonra iflas başlar. Dedikodu cemiyetin iflasını meydana getirir. Yıkılır, yıkılır “Etyemez” buraya denmesindeki illet, burada insan eti yenmez. Dedikodu dinlenmez yani, bahsetme. Bu semt o ismi almış. Yine İstanbul’da bir semt vardır, “Kulaksız” Birisini söyledikleri vakitte, işitmezler yani. Kulak yok bu işler için, işitmez. Bir ahlakçı vermiş öyle dermiş, “İşitmem” Kulak yok.

Allah’ın (cc) ahlakıyla ahlaklanmak lazım. Ne seni bana söyler ne beni sana söyler. Öyle olacaksın. Anlatabildim mi acaba? Hiç beni söyledi mi Allah (cc) sana? Seni bana, ne münasebet. Kendi de öyle diyor.

  تخلقوا باخلاق الله

 واتصفوا بصفات الله  Allah'ın (cc) ahlakıyla ahlaklanın, Allah'ın (cc) sıfatı ile sıfatlanın. Hayatta çoook faide görürsün, dinle benim bu sözümü. Ne seni bana söyler ne beni sana söyler. Söylemez. Öyle o.

Neyse, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi bu insan hakları davasını açtığı vakit, bu hakları yiyenler düşman kesildiler. Bak bugün daha size anlayacağınız tabirle konuşuyorum. Her kabilenin, her kavmin, her cemiyetin, her milletin  başında bulunan adam kendisine taptırtıyor, zulüm ayyuka çıkmış, Vuruyor, inletiyor, mahvediyor, herkes el pençe divan duruyor. “Bunlar mülga[27]” dedi. Yok. Biri geldi, huzurunda fazlaca eğildi, “Meh meh ene   te’kulu lahmen kadim, Ene emetun te’kulu lahmen kadim. Yapmayın, yapmayın, ben çömlek içinde et yiyen kadının oğluyum.” Anlatabiliyor muyum bir şey?

Dini bir misal vereyim  size de daha ziyade anlayın. Niçin bayram namazının içinde daha fazla tekbirler vardır. Başka namazlarda yoktur, bayram namazlarında boyuna tekbirler alınır. Altı tane tekbir fazladır. Sebeb-i hikmeti o. Sabahın bir vaktinde, mananın yeni inkişafa başladığı bir anında, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisindeki büyük vefa, büyük sefa, büyük faziletin huzuruna gelindiği vakitte, taparcasına intiyahlar[28] tecelli ettiğinden dolayı, ikazen, irşaden: “Bu fazlın aleyhi de bizatihi kendi olan Allah’tır (cc), oradan başka bir yere secde edilmez” dedi. Anlatabildim mi? “Oradan başka bir yere belini aşağıya rükuya gidilir gibi eğilmez!” dedi. Onu işaret ediyordu. Tabiatıyla işlerine gelmiyordu herkesin. Hısımlar hasım oldular.  Ana vatanından Hicret etmek emri geldi. Hicret etti. Kızı babasının aşkı ile geceleyin Medine’ye doğru gelirken, müşrikler, insan haklarını tepelemek isteyen hainler, para verdiler birisine. Onu müteessir etmek. Çünkü bu tabirler sakattır ama anlatmak içün söylüyorum. O Zat-ı Âli, bütün mevcudata merhamet elini uzatmış. Kızı içün de çırpınır. Anlatabildim mi acaba? Mini mini oğlu Hazreti İbrahim’i toprağa teslim ederken, gözyaşları üzerine aktı. “Ölümün vuslat olduğunu söylersiniz, burada ağladınız.”  “O vuslattır, bu da benim merhametimdir, kendime ağlıyorum!” dedi. Anlatabildim mi acaba? Rahmet var. Ayrı iş o. Öyle kazık gibi bir şey değil ki bu. Bu mana. “Onu en ziyade rencide etmenin biri de bu” dediler, müşrikler. “Yolda kızı giderken mızrakla vurun” yetişti, mızrakla vurdu, hamileydi, düştü çocuk düştü, birkaç zaman sonra sebeb-i mevti oldu.

Zaman geldi, gün geldi, tek başına açılan dava bütün dünyanın afakını sardı. Masa yok, rütbe yok, kasa yok, yardımcı yok, ittifak eden yok, hiç kimse yok. Malum ya esbab vardır. Ordu yok, tek başına. Vaka zahirde, hakikatte Hakk’ın kâribi ama, yakin-i Hak amma, surette de Abdulmuttalib’in yetimi. Akıl kabul etmiyor ki, akıl nasıl kabul etsin? Ne bir ordu var, ne bir masa var, ne bir teşkilat var, ne bir kasa var? Hiçbir şey yok!

Buna karşı, beş bin senelik medeniyet var,  Kayser, Kisra.  Yemen valisine haber gönderiyor, “Orada birisi çıkmış, eline kelepçeyi vur gönder bana diyor. Beri tarafta ikinci kuvvet kayser diyor haddizatında Suriye’deki adamına, “Ya kellesini, ya kendisini!” Geliyorlar, herkes, gülüyor, “O da bilmiyor da öyle yapıyor” diyor.

En yakınları da hasım oldu. Mesela Ebu Cehil. Onun adı Hişam’dı esas itibariyle, akıl manasına. Sonradan Ebu Cehil kondu. Ceziretü’l- Arapta tek bir adam. Manaya gönül verse, bu dini kabul etse o gün işler hallolacak. Binlerce adam arkasından gidecek. Bir gün rast geldi. Veyahut suret-i hususiyete gitti.

“İnanmıyor musun söylediklerime, bunu bana samimi söyle!” dedi. “Hepsine inanıyorum” dedi “E o halde? Niçün birçok insanlığı kurtarmazsın, ve ondan dolayı sen de geniş bir mükafat almazsın?”

“Ağır bir dava açtın sen” diyor. “Sana en mühim meselelerde gidin danışın, El- Emin ismini bu örfte ben verdim. Fakat sen öyle bir dava açtın ki bu olmaz. Bir teklifim var, yap. Bugün tamamıyla bu mülkü senin emrine amade kılacağım!”

 “Nedir?” dedi. “Ben hizmetçimle geleceğim, kölemle geleceğim bulunduğun meclise, bana şöyle buyurun, ona da orada oturun diyecek misin? Bana bir yer gösterebilir misin? “Benim öyle bir yerim yok ki sana göstereyim!” dedi. “Benim de öyle bir yerim yok.”

En-nar velael'Ar. Yanmak var, dönmek yok. Benliğin belası, görüyor musun? Adamı hayatta ne kadar yakar? Bu hepimizde vardır, onunki Ebu Cehil kadar. Bizimki daha küçük, daha büyük, daha ortanca. Bunlar var. Sonra öyle iradeli adam ki, Bedir’de o büyük çarpışmada nihayet yere düşüyor, mini mini bir adam üzerine çıkmış, kellesini alırken, iradesini kaybetmiyor yahut kellesi alınırken diyor ki  gözünü şöyle açmış: “Çok büyük sarp dağa çıkmışsın” Bak kendisindeki benliğe bak “Çok sarp bir dağın üzerindesin, tanıyor musun beni?” diyor. “Tanıyorum.” “Gönül istemezdi ki senin elinden bu iş olsun” “Allah (cc) istedi” diyor, o da. “Ve bunda büyük bir ibret var, senin onda birin kadar bir adamla seni tepelemek. Çok kâvîyi çok zayıf ile tepeleyen Allah’a (cc) hamd ederim” diyor. Ve başını da taşırken de böyle ufak adamcağız zor taşıyor.

Bu adamların arasından bir dava çıktı, bunu anlatmak içün misal veriyorum. Bu adamların arasındayken tek bir hiç kimse yok. Bir haremi var Hatice (kv), bir de  çocuk Ali’si (kv) var, bir de Cenab-ı Sıddık var. Daha bir de Zeyd (ra) var, kölesi. Günlerce, dava kimseye açılamıyor. Kime söylenirse herkes düşman kesiliyor. Herkes düşman. Fakat veren Allah var (cc). Nübüvvet kuvveti bambaşka bir kuvvet. Gözle gözükmez o. Çok insanlar üzenir de gider zavallı  hasedinden. “Ben de öyle  olsam” Yok azizim, o ayrı bir iş. O ayrı bir iş o. Zaman geldi, dünya mukadderatı o eve girdi. Günün birinde, bir adam geldi. Böyle ağlıyor, hüngür hüngür. Dedi: “Benim sana olan imanımı kabul et, şahit ol, yarın bir yerde beni kabul et ve beni imha et.” “Niye?” dedi. “Biz insanları imhaya değil ihyaya gelmişiz.”  “Ben o insanlardan değilim. Yer ile sema arasında benden alçak insan yok!” “Sen affolunursun bu ağlamanla.”  “Hayır, hayır, beni sen imha et” ısrar edince: “Nedir senin suçun?” dedi. “Söyletme” dedi. “Ben senin çok sevdiğin kızının katiliyim. O alçak benim. Cahiliyet devrimde uydum, kandım, tamah ettim maddeye, şimdi anladım iş işten geçmiş. Binaenaleyh bana lazım gelen cezayı ver, yalnız beni kabul et. İnandığıma inan.”  Tabir böyle. “İnandığıma inan”  başladı Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi ağlamaya. Etrafındaki insanlar şaşırdılar. “Dikkat edin” dedi: “Kızım, kızım olma hasebiyle içim yanıyor fakat bunun haline kızımdan daha fazla yanıyorum. Bana bağışla Yarabbi!” dedi.

Var mı böyle bir medeniyet, gösterebilir misin bana? Bulabilir misin, böyle bir saha var mı dünya üzerinde böyle bir sahne? İşte ahlak insanı bu zatın sofrasında oturtturur. Bunu söylemek istiyordum işte. Söyleye söyleye... Netice itibariyle, nasıl olsa bir aleme göçeceğiz, çare yok. Onu da iyi düşün, bugünden itibaren çok iyi düşün, hayatını çok intizama korsun. Şöyle bir iyi düşün.  Ömr-ü tabii altmış, yetmiş, seksen, sen kendi kendine karar vermişsindir, yüz. Ekseriyet yüze niyet eder. Yüz. Ee hesap et, çıkar. Geçeninle kalanını, yine bir şey yoktur. Ondan sonra….

Başbaşa bırakacaklar. Pek kolay şey değildir. Bambaşka bir şey. Onun için hacet mest etmedikçe bir işin peşinden koşma. Değmez. Çok çalış, yanlış anlama. Çok çalış. Niyet et bütün çalışman doğrudan doğruya taat olur. Kime çalışıyorsun? “Çalıştığım vakitte O’na çalışıyorum” de. Bilmeyiz ona çalıştığımızı. Hep ona çalışıyoruz. Mülk onun değil mi? Yaptırır, yıktırır, düzelttirir, hep herkesi. İnanan da  inanmayan da, sabahleyin kalkar hep, o fikirler, o kafalar,  düşünceler… Bir defa o düşüncelerin heyet-i umumisini bir duman halinde gözünün önüne getir. Milyarlarca kafanın düşüncesini bir yere  getir. Nasıl işlettiriyor onu? Durur bu kafa. Hep ona. Program verilmiştir, iş bittikten sonra, “Hadi” Muvazene yerinde, bir yandan gelirler, bir yandan giderler, bir yandan gelirler, bir yandan giderler, hep öyle. Öyle kurmuş pazarı, kimsenin gücü yetmiyor ki. Pazar öyle kurulmuş, öyle açılmış. Onun içün her şeyi yerinde gör. Şems-i Tebrizi’nin dediği gibi; Şems-i Tebrizi büyük adam. Muazzam. “Ne o” demiş, “sen ne yapıyorsun, ne görüyorsun?” “Leğende ayı görüyorum” demiş. Kameri, kameri. “Boynunda çıban mı var, kaldır boynunu yukarıya!” Bunun inceliği ne biliyor musun?

Birikmiş ahların vebalinden dolayı mı Hakk’ın yüzüne bakamıyorsun? Yahu bak Allah’a (cc) bak!

Hadi konuşma bu kadar yeter.


[1] MiskinâneTenbelcesine, miskincesine.
[2] İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.
[3] Müdrik: Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı. Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.
[4] İsra Suresi 82’nci Ayet-i Kerime  وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا
Meali: Kur'an'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için şifadır, rahmettir. Zalimlerin ise yalnızca hüsranını arttırır.
[5].Tazegi: Tazelik, yenilik, körpelik. Gençlik.
[6] Bagi: İsteyen.Zâlim. İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış.
[7] Tagi: (Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan.
[8] Teaşi: Gafil görünmek.
[9] Echel: Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil.
[10] Hıyazet: İlâve etmek, toplamak.
[11] Fatanet: (Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış
[12] Urefa: (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
[13] Semeredâr:  Verimli, semereli, kârlı. Yemiş veren.
[14] Memduh beğenilmiş
[15] Makduh(e): (Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp.
[16] Te'ziye: Eziyet etme, cefa çektirme.
[17] Meş'um:Kötü. Uğursuz. Bedbaht.
[18] Hîn: An, zaman, vakit. Sıra. Çağ. Kıyamet.
[19] Meş’um: Kötü, uğursuz.
[20] Tenessür: Dağılma saçılma yayılma serpilme
[21] Süfera: Sefirler, Elçiler
[22] Mükevvin: Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin eden. (Bak: Tekvin
[23] Akalliyet: (Ekalliyet) Azlık. Azınlık. Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar.
[24] Müstaid: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
[25] Tab’an: Yaratılıştan. Doğuştan,Huy tabiat itibariyle.
[26] Hücurat suresi 12’nci Ayet-i Kerime يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَث۪يرًا مِنَ الظَّنِّۚ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًاۜ اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ رَح۪يمٌ 
Meali: Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.
[27] Mülga: İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.
[28] İntiyah: Ağlama, göz yaşı dökme.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017