013 (10.08.1958) 73 dk. (53)
...Bu hususta canını feda eder.
Yine insan var ki marifethaneleri
berbat eder. Bir an zevkini tatmin içün bir camiayı yakar. Hiç dinlemez. O da
iki ayağı üzerinde duruyor konuşuyor, öteki de öyle...
Bu muazzam varidatı ne şekilde insan tahlil edebilir? Bir eli âlem-i Kudret’e yapışmış, bir eli âlem-i hikmete tutturulmuş. Bir eli âlem-i Kudret’te, bir eli âlem-i hikmette. Âlem-i Kudret’teki olan hâlinden agâh ise aşk tedarik eder. O hâlden agâh değilse maddenin kesâfetinde boğulur gider. (Bunu yeni söylüyorum.)
Kudret iltimas etmiş, kendi de isti’dadını göstermişse âlem-i Kudret’le olan ünsiyetini görmüşse, her an tealidedir, uruçtadır. Bunun farkında değil, bu sefer maddenin kesafetindedir. Bütün manevi zevklerden mahrumdur. Daima kendisi böyle huzursuz yaşar; huzurlu gibiyim zanneder, (ama) huzuru yoktur. Gelmede gitmede ihtiyârı yok.İnsanı tarif ediyoruz. Benim
diyecek elinde hiçbir medârı yok. Bütün mevcûdât kendi arzusuna kendi emrine
teshir[1]
edilmiş. Yalnız bir hususi sıfatı var insanın: Naib-i Hak. Allah (cc): “Seni”
demiş; “Esrar-ı zâtiyeme agâh, sıfat-ı rabbaniyeme layık, kendime muhatap
tuttum. Seni konuşturuyorum.” Konuşan bilir, bilen düşünür, konuşturan bir gün
kendisiyle konuşur. “Bu şekilde yaşa!” demiş. Acaba anlatabildik mi? “Seni
konuşturuyorum.”
Bunları her vakit söylüyorum ki,
sofranın ekmeğidir. Asıl söyleyeceğimiz mevzûlar bunun üzerine, bu temellerin
üzerine kurulacak ve bunları yayın diyerekten söylüyorum. Belki bu ana kadar
içinizde düşünmeyeniniz olabilir. Konuşuruz da konuşmanın ne olduğunu bileniniz
var mıdır? Bir kimse kalkar da bana konuşmayı anlatabilir mi? Yalnız burada
değil, mevcûdât içerisinde. Bir fert kalkar da “konuşma şudur” diyebilir mi? Nasıl
başladı konuşmaya? Birdenbire ne oldu da konuşmaya başladı? Hamuş[2]
idi. Sonra meçhulden malumu çıkarmaklık şekilleri başladı. Tekâmüle doğru
gidiyor. Bu varlığın içerisinde birdenbire Kudret’e isyan edenler çıktı. Bu
varlığın içerisinde birdenbire Kudret’e meftun olup da gönül verenler çıktı.
İşte bunlar insandan. Bunların arasını fahs[3]
edenler çıktı. İbrahim (as) çıktı, karşısına Nemrut çıktı. Bu davayı ateş
fahsetti. Musa (as) çıktı, Firavun çıktı. Bu deryayı derya fahsetti. Ebu Cehil
çıktı, büyük Zât-ı Âla çıktı. Bu davayı bu halâtı… (Hadi öyle dursun, çok
sürecek onun faslını, uzun sürecek.)
Dava batıl olsaydı, İbrahim (as)
yanacaktı. Onun içün Kudret bu davayı ateşle hallediyor. Ne davalar çıktı bu kâinatta
siz bir bilseniz. Bilirsiniz de konuşma tarzı öyle geliyor. Ne davalar çıktı?
Neler geldi bu lacivert kubbenin altına. Kudret’le azamet yarışına çıkan, üüüü,
ne şeditler, ne şeddatlar, ne zü'l- evtad[4]’lar,
ne Firavunlar, ne Adlar, ne Semudlar… Her birisi “yaratırız davasıyla”
yaşıyorlardı. Firavun’un kafasından sevda-i rububiyeti Musa’nın (as) elindeki çoban değneği ile
parçaladı çıkardı Kudret. Misal olsun diyerekten. Musa’nın hiçbir şeysi yoktu.
Firavun’un debdebesi vardı, tantanası vardı, muazzam ordusu vardı, etrafında
tapınanlar vardı. Kendisi o kadar çok şımarmıştı ki, [5]
اَنَا۬
رَبُّكُمُ الْاَعْلٰى
diyordu. “Ben sizin
rabbinizim!” diyordu. Onlarda evet, “Bela” diyorlardı. “Sen bizim rabbimizsin!”
diyorlardı. Dava bu kadar muazzamdı. Bu muazzam davayı, Musa’nın (as) elindeki
tek bir çoban değneği ile -Dikenli bir
değnekti de o, ucunda şöyle dikeni vardı dürtmek içün- çatır çatır çıkardı attı
gitti. Nemrut da o sevdadaydı. Ondan da davayı kafasının içerisinde gözle
gözükmeyecek ufak bir mikrop denilen, gözükmeyen şeyle çıkardı. “Vurun!” derdi “kafama!”
Vurula vurula vurula çıkardı. Hep böyle Kudret’le azamet yarışına çıkan
insanlardan daima Allah (cc) en basit şeylerle davalarını yıkmıştır. Burası da büyük
bir ibrettir. En basit, kimsenin ehemmiyet vermeyeceği bir şekilde dava yıkılır
geçer gider.
Kudretle azamet yarışına çıkmak demek; insanlık âlemini,
mevcûdâtı inim inim inletmek demektir. Hani Kudret’le azamet yarışına çıktığı vakitte, böyle
Allah (cc) karşısına çıktı: “Ben de varım” öyle değil. Öyle şekillere sokmuştur
ki Kudret tecelliyatını. Mevcûdât içerisinde insanlık alemini inletmek. Değil mi?
Bâhusûs zayıfa karşı büyük bir tecellide bulunmak!
İnsanın zayıfı ile uğraşma hayatta! Kâvî ile uğraşabiliyor
musun? Zayıfla uğraşma! Bazı insanlar vardır böyle. Ufak insanı görür: “Beni
biliyor musun?” der, “Ben adamı ezerim, şöyle ederim, böyle ederim!” Güzel, bunlar
iyi ama milyarlarla insanı inleten cins adamlar var, onların karşısına çık,
onlarla konuş. O vakit haa, şayan-ı takdir der. Allah (cc) da der, insan da
der, vicdan da der, mana da der. Yoksa zayıfı bulmuşsun, ondan ne çıkar. Bak
büyük insanlar öylelerinin karşısına çıktı.
Musa (as) Firavun’un karşısına çıktı. İbrahim (as) Nemrut’un
karşısına çıktı. Bunların hiçbir şeysi yoktu. Nemrut biliyor musun ne demektir?
Öyle bir belalı adam ki Allah, (cc) Kitab’ında zikrediyor. Kolay iş mi o?
Sarahatle[6] herkesi
zikretmez Allah (cc). Nemrudu daha hakaretle bahseder, Firavun’u o kadar
hakaretle bahsetmez. Nemrud’a daha çirkin cümleler şey eder, va’z eder Allah
(cc). Firavun’da o kadar değil. Sebebini söyleyeyim mi? Neden onda öyle, onda
öyle değil? Nemrut hem Allah (cc) ile azamet yarışına çıkmış, hem insanlığı
inletmiş hem de çok hasis. Firavun cömertmiş. Bir tabiatı var, cömertmiş kâfir.
Vergisi bolmuş, sonra Hûda ahlakını değiştirtti.
İki vazife vardır ki istifası kabul olunmaz. Biri
beşeriyeti Allah (cc) tarafından kurtarmaklık içün vesil-ü vezir olan gönderilmiş
olan Naib-i Hak olan şahıs. Vazifeyi Allah verdikten sonra “Ben bunu
yapamıyorum bunu al!” dinlemez, yapıcan. İstifa kabul olunmaz! Musa da (as) celalli bir zât-ı ali, celal-i
galip. Lâl, bir kardeşi var. Firavun’da debdebe var, ordu var, teşkilat
kuvvetli, zahir-i esbab muntazam. Akıl, “yıkılmaz!” diyor. Malum ya aklın
halledemediği şeyi ne halleder, iman ve aşk halleder. Aşk öyle bir şey ki
sabrı yeniyor. Güreşe çıkmışlar “Benim arkamı yere getirdi!” der. O ayrı bir
şey. Tabi bu aşk romanda okunan aşk değil ha! Yanlış anlamayın. Romanda okunan
değil o. O hürriyet-i zâtiyesini bulmaklık heyecanı. Asûde kaldığı vakitte:
“Kimim, nerden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim?” Vicdanında bulmuş
olduğu ebed sedasına aşık olmak. Bu aşk o aşk! O romandaki aşk, ayrı. Kabul
etmiyor! Musa dedi ki: “Firavun’a vermişsin orduyu, Firavun’a vermişsin
serveti, Firavun’a vermişsin etraf-ı muhiti, bana lâl, bir kardeş verdin: ‘Git
bunu adam et!’ diyerekten. Ben bununla uğraşmaktan bıktım!” dedi. “Al benden bu
vazifeyi!” olmaz. “Ben sana bir yolunu
öğreteyim.” dedi Allah (cc). İşte o vakit Firavun’un ahlakı bozuldu. Bozuk
başka, o vakte kadar çok cömertti. Bol bol verir. Bir veriş vardır, hani
gösteriş, öyle değil. Ona israf derler. İsraf ile iktisat; şey seha[7] cömertlik,
birbirine benzer. İçine girmeyince pek anlayamazsın. Birbirine yakındır. Bugün
de iktisat da öyledir. Biri makbul, biri mezmum[8]. Hûda
dedi ki: Musa’ya (as), “Sen bunu yıkmak mı istiyorsun? Bana dua et!” Saltanat
Allah’ın, (cc) işi gücü yok ki. Azamet icabı böyle. Neden öyle? Nasıl
söyleyeyim on dakikada. “Bana dua et, De ki: ‘Yarabbi Firavuna o kadar hırs ver ki,
milletin elinde bütün malını alsın.’ Milletin elindeki malı aldığı gün ben yıkarım!” Tarih böyle gösterir. Acaba
anlatabiliyor muyum? (fevkalâde...)
“Buna öyle bir hırs ver ki, milletin elinde nesi varsa
almaya başlasın, soysun. Ver, ver! Ondan sonra yıkılır, başka türlü olmaz!”
dedi. Bu bir ufak cümle ama bin sayfalık kitaptır, anlatabiliyor muyum acaba?
Büyük bir kaide koyuyoruz, içtimaiyat aleminde, dünya sahnesinde. Milletlerin
inkırâzlarının[9]
sebeplerinin en büyük amili.
Bir millet ne vakit yıkılır? Bir zalim nasıl düşer! Öyle diyor büyük Kitap’ta Hûda:
“Ben senin nübüvvetinin istifasını kabul etmem!” “Etmezsin ama ona verdin muazzam bir kuvvet,
bana verdin lâl, bir kardeş, git çarpış diyorsun, çarpış!” olmuyor.
“Yolunu göstereyim o şekilde yap! Dua et, Firavun çok
cömerttir. De ki: ‘Ya Rabbi buna öyle bir hırs ver, bu huyunu değiştirsin,
milletin elinde nesi varsa almaya başlasın.’ Ondan sonra yıkarım!” diyor. Böyle
oldu, yıkıldı.
Buraya nereden girdik? İnsanın tarifinden girdik, böyle
insan, böyle insan, şöyle insan… Ahlaka göre insan. Hemen hemen ekseriyetle
tarif ederim ama yabancı arkadaşlar olduğu için tekrar ediyorum.
Ahlaka göre insan kime denir?
İnsan ünsten[10]
müştaktır.[11]
Hak enisi[12]
olan kimseye ahlak insan diyor. Enisi, munisi[13] yâri,
nigârı[14] Hak
olan kimseye… Onun içün, Ahlakta en büyük düstur; Hubb-u Hak, itidal,
vahdettir. Ahlakın kaideleri bunlar. Kendi kendine çok iyi kimsesin, beş on
kişi ile iyi değilsin. Ahlakta yerin yok. Ama bu adam hiç kimseye bir zararı
olmadan geldi gitti. Makbul değil! Onun için zordur işte. “İyi ama kimin yanına
yaklaşırsam beni sokuyor!” Sokula sokula yaşayacaksın. O sokacak bir
tarafından, beriki bir tarafından keza öbür tarafından... Çünkü neden?
Ahlaka göre vücut vakıftır. Allah’ın (cc) sana en büyük
ihsanı, insan olaraktan kendisine muhatap tutmuştur, onun ahlakı ile
ahlaklanarak bu kâinatta nefesi bitireceksin. Tabi zor, kolay bir şey değil ki o. Çok zor. Hele bu
asırda. Üüüü... İyilik yapmaklık takatı olup da yapmayan adam da kötüdür ahlaka
göre. Kötü adam değil, kötülük yapmıyor fakat iyilik yapmak elinden geliyor
da yapmıyor. “Kötü adam” der. “Kime iyilik yaptımsa ters çıktı!” Ters çıkacak,
yine yapacaksın. Ters çıkmaz o, sen merak etme!
Hayat burada yaşayış değildir. Hayata daha biz atılmadık. Sen
sanırsın hayata atıldın(!) Hayata insan kabir çukurundayken atılır.
Burada kimse hayata atılmamıştır, der. Hayata, “Efendim mektebi bitirdi, yüksek
tahsili bitirdi, maşallah muvaffak da oldu, hayata atıldı artık, cayır cayır
işliyor!” Ne işliyor? Hayal o hayal! Hayata daha atılmadı. Hayata adam;
istasyona gidecek, Samatya’daki istasyona değil, kabir istasyonuna! Ondan sonra
açılır hayat. Daha şimdi hiç birimiz hayata atılmadık. Şimdi anne karnındayız,
ceniniz şimdi biz. Nasıl anne karnında cenin harekete geldikten sonra Allah
(cc) havâsını bağışlar; gözünü, işte elini, beş hislerini, bunları verir, şimdi
yine burada da burası da dünya denilen bir anne karnıdır, burada şu anda
harekete gelmeliyiz ki birden bire havâs verilsin. Yaa!
Kim çabuk havâs alabilir burada? Zûafâ ile düşüp kalkanlar. Zûafâ
ile zayıflarla. Aklı az eriyor, aklından ver ona. Kuvveti az, kuvvetinden ver
ona. Zûafâ ile düşüp kalkmak demek bu. “İki senedir şu işin peşine düşüyorum!”
diyor, “Bir türlü muvaffak olamadım!” İşini anlatıyor, sen diyorsun kendi
kendine: “Şöyle gitse, şöyle gitse bu iş olur ama işte becerememiş o işi.” En
kötü adamsın! Niye? Niye sahip olmadın? Kendime söylüyorum, kimse bir şey üzerine
almasın. Hani ahlakda ki kaidelere misal. Büyük Kitap’ta öyle der. Dini bir mevzuu
ile bunu birleştireyim daha iyi anlaşılsın.
[15] وَاَنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ
وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚ Ekseri ilim adamları bunun üstünü okumazlar.
وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى
التَّهْلُكَةِۚ
der. Manası: “Kendi
elinle kendini tehlikeye atma!” Yukarısını okusana, yukarısını okumuyor,
ekseriyet böyle. Hadi bir de nükte olsun. Bektaşi urefâsı da bazen öyle dermiş.
“Niçün namaz kılmıyorsunuz?” [16] لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ Kur’an’da ayet vardır. Manası onun, “Namaza yaklaşmayın.” O da aşağısını
okumuyor, aşağısını okusana. Aşağısını oku, aşağısı: وَاَنْتُمْ سُكَارٰى “Sarhoş
olduğunuz halde.” Onun daha aşağısı var: “Ta ki okuduğunuzu bilesiniz.” Şimdi o
aşağısını okumuyor. Söylenmiş: “Erenler niye kılmazsınız siz namaz?”
لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوة var
yahu, dermiş. Aşağısını oku, “Onu bilenler okusun, benim ezberim yok, buraya kadar!” Oraya kadar(!) Aşağısı: وَاَنْتُمْ سُكَارٰى “Sarhoş olduğunuz müddetçe...
Ta ki okuduğunuzu bilesiniz.” Zaruri burada çıktı şimdi: “Ben sarhoş değilim!”
İyi pekala, misal verelim, üç gün evveli yatsı namazının
farzının üçüncü rekatından sonra ne okudun? “Bilmem hatırımda değil.” E gaflet
şarabıyla mestmişsin. Şarap kaç türlü? Üüüü... Kaç cinsi var şarabın? Senin
bildiğinden sonra bir cinsi daha var. Bir de gaflet şarabı vardır. Ölürken adam
ayılır. Ondan evvel ayılmaz. Meğer ki bir ikram ola. Birisi sizi davet etse,
yirmi sene evvel, on sene evvel, hakikaten hoşunuza giden bir ziyafet olsa,
münasebet alınca dersin ki: “Hala hatırımdadır, sen bana şöyle bir yemek
yedirmiştin, bir ziyafet vermiştin, tadı damağımda.” E o ibadet Allah’ın (cc)
sofrasıdır. Oradan da mı küçüktü. Kudret bunların hepsini insanın başına
kakacaktır. Zor iş bunlar işte. İşin tatlı yerleri bunlar. “Birinin ziyafetinde
yirmi sene evveli yemiş olduğu yemeğin tadı burnunda da iki gün evveli
huzurumda sana ikram ettiğim ziyafetin tadını bulamadın ha! Niye geldin boş
yere?” der. “Zaikâ-i isti’dadın bozuk iken niçin çıktın benim yanıma?” Mevzû da
değildi de şimdi şeyi getirelim; hani birisi konuşuyor, garip, parası yok, pulu
yok, saf temiz, biçare: “İki senedir şu işin peşindeyim daha ömrüm olsa da
çıkacağı yok!” Sen de diyorsun ki anlatırken, “O yoldan gidilmez, ona şöyle
gidecektin, bu iş çıkardı” diyorsun. Fakat söylemiyorsun ve elinden
tutmuyorsun. Ahlaka göre en kötü adamsın. İyilik elinde yapmak varken yapmayan
cinsindensin, kötüsün. Anlatabildik mi acaba?
Hakk’a hakikate vicdana hizmet, Allah’ın (cc) mahlukuna
hizmettir. Bir
adam der ki: “Ben vicdanlıyım” Vicdanlıyım, diyen bir adam, bütün mevcûdâtta
Hakk’ı gören adamdır. Vicdanın tarifi bu. Nefsani arzuyu tatmin etmenin adına
vicdan denmez. Buna büyük Kitap’tan misal veriyorduk: لَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى
التَّهْلُكَةِ “Kendi
elinle kendini tehlikeye atma!” Bunu hep söylerler. Nasıl ki o adamcağız ayetin aşağısını
okumuyor.
لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوة Beriki de yukarısını okumuyor.
Yukarısını okursan mana değişir.
وَاَنْفِقُوا
ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ
Allah (cc) uğrunda her
şeyini infak et. İlmin varsa ilmini, paran varsa paranı, zekan varsa zekanı,
kuvvetin varsa kuvvetini, aklın varsa aklını. Artık hepsini şey et. Ben bir tane yol vereyim de artık öbür tarafını sen
çıkarırsın. Sakın bunları infak etmeyip de kendi elinizle kendinizi tehlikeye
atmayın! Çıktı mı şimdi mana? Sakın bunları size vermişken bunları, böyle bir
kenarda tutup da, kullanmayıp da kendi elinizle kendinizi tehlikeye
sürüklemeyin. İşte ahlak bu kapıları açar. Zûafâyı[17] diyor. Biz de hiç zayıfları sevmeyiz!
Dostumuz masalı olsun deriz, kasalı olsun deriz, rütbeli olsun deriz, câhlı
olsun deriz. Böyle...
Men ekreme ganiyyen li
ginâihî fekad zehebe sulûsa dînihî. Yine size dini bir misal
veriyor.
Nasıl birleşir bazı yerde
ahlak, ne kadar muazzamdır. Zaten, Din mürebbi-i vicdandır, mürebbi-i
ahlaktır. “Bir kimse, bir kimseye rütbesi dolayısı ile kasası dolayısı ile
câhı hesabı ile varlığı dolayısı ile gönlüne bu gelip de hususi bir ikram
yapacak olursa manaya ait olan bağının üçte ikisi gitmiştir.” diyor. Üçte
ikisini böyle götüren adam, üçte üçünü haydi haydi götürmüştür. Öbür tarafı
boşu boşuna işte zavallılıkta idare et. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi (sav): “Bizi,
siz zûafânızla bulabilirsiniz!” diyor. “Zayıflarınızın arasında arayınız bizi.
Zûafânızın arasında. Orada bulunuruz. Ve kâinat da o zayıflar sebebiyle
meydanda deveran eder.” der. Zannetme ki sen zahirde öyle kâvî görmüş olduğun varlıklar için Allah (cc) daimat
der! Kim bilir hangi kırık kalpli bir adam vardır da onun sebebine kâinat devam
eder. Bir kibritle dünyanın yanacağı zaman gelir, bir kırık kalpli boynunu
büker “yakma daha!” der, durur.
İrade-i İlahiye esbaba
muhtaç değildir, esbab irade-i İlahiye muhtaçtır. Ve tarihte bunlar çok görülmüştür. Bakarsın ki: yarın burada yangın
çıkacak, dersin. Akıl onu diyor artık. Bu yangın çıkışacak. Fakat senin
tanımadığın, benim tanımadığım kırık kalpli bir insan bulunur camia içerisinde,
boynunu büker: “Yakma!” der. Sende bile vardır o hâl. Seksen tane dostun olur,
onun içerisinden bir tanesini de hususi seçmiş olursun. Ötekine söyler söyler;
geç sen, dersin geç. Onların içerisinde çok yüksek rütbeliler olur; çok muazzam
servete malik olanlar olur, çok büyük malikaneler, kâşânelere temellük edenler
olur fakat senin seçmiş olduğun o insanların içerisinde gönül bu ya, gayet
kırık kalpli hariçte basit, vâzî’[18]
görülen bir kimse olur, onu daha da tutarsın. Herhangi bir kimse önüne geldiği
vakitte “Bu iş böyle olacak!” dersin. O gelince “Ne yapalım peki dediğin
olsun.” dersin. Allah (cc) da öyledir, öyle! Emir öyle diyor: “Zûafânız
sebebiyle merzuk[19]
olursunuz. Akvâ[20]lılarınız
(kuvvetliler) sebebiyle değil. Zayıflarınız sebebiyle Allah (cc)
sizi besler. Kâvîleriniz sebebiyle sizi beslemez!” diyor. Anlatabildim mi
acaba? Zayıflarınız sebebiyle beslenirsiniz!
Buna bir canlı… Bak ne adamlar
yetiştirmişiz biz. Bir misal vereyim daha iyi anlaşılsın. Herkes bilir ama
şimdi misal vereyim daha iyi anlaşılacak.
Vaktiyle bir Said Paşa imamı
varmış. İsmi olarak lakabı, Said Paşa İmamı. Valide Sultan, Sultan Aziz’in
annesi. Aksaray’da mektebi var, şeysi
var filan. O kibar bir kadınmış. Kibar olduğu şuradan belli ki, Abdülaziz devri
de muazzam bir devir. Tarihi açarsan; karada birinci denizde ikinci diyerekten
anılan bir camia, bir varlık. Şimdi insan birden bire değişiveriyor; on parası
yokken birden bire üç kuruşu olduğu vakitte, konuşma tarzı bile değişiyor.
Edası, ânı, değişiveriyor insanlarda. Seslenmeyi bile başka türlü seslenir. Bir
ricayı iki rica yapar, konuşurken. “Semmaaa!” Bunun adı Selma’dır. Bunun adı Selma.
“Semmaa!” Frenk sana özenmiyor. Mukadderatını kaptırıyorsun sonra Allah’ın
(cc) gücüne gider. Yaa, gücüne gidiyor
Allah’ın (cc). İştiyak-ı Nebi kalkıverir birden bire. “Beni beğenmedi!” der.
Sen bilir misin sen ...Bülbül gülden daha
üstündür. Senin konuşma tarzın bülbülün çok fevkindedir. İnsan sedası vardır
senin konuşmanda. Şimdi kibarlığına bak kadıncağızın. Bir hükümdar annesi, bir
hükümdar şeysi, karısı. “Gönlüm bir mevlit okutmak istiyor.” diyor, Said Paşa
İmamına. O da bir acip adammış. Mesela;
vükelâdan[21] birinin
mevlidi okunuyormuş, bugünkü tabirle, bugünkü bakanlardan bir bakanın mevlidi
okunuyormuş. O günün sadrazamı yani başbakanı, şusu, busu filan hepsi hazır,
şeyhülislamı filan, Said Paşa İmamı da gelmiş. Görmüşler onu bir kenarda
oturuyor, çağırmışlar. Sadrazam şeyhülislama demiş ki:
—Sizin camianızdadır, yani sizin
mesleğinizdedir, biz söylesek belki şey etmez, Efendi hazretleri. Söyleseniz de
rica etseniz de bir bahir okusalar.
Şeyhülislam yaklaşmış kulağına, “Heyet-i vükelâ
rica ediyor.” demiş, “Efendi hazretleri bir bahir okusanız.”
—Niye?
Tabi, şeyhülislamın orada şeyi kırılmış, nüfuzu kırılmış,
sözü geçmiyor şeklinde. Canı sıkılmış, demiş ki: “Niçün böyle yaparsınız?
Ekseriyetle böyle yaparsınız. Allah (cc) size gayet güzel bir eda vermiş, gayet
güzel bir seda vermiş, sonra bir usûl-ü talim kıraat bahşetmiş, bu ihsanı
karşısında siz daima ekseriyetle böyle yaparsınız.
—Allah, Allah! demiş. Allah (cc) o güzel edayı, o güzel
sedayı, o güzel talim-i kıraatı, kendi okusun kendi dinlesin diye bana vermiş,
bir de kulağı olanlar dinlesin diye vermiş, içinizde o kulak yok yahu!
Demiş, oradan çıkmış. O adam böyle bir adam. Devam edeyim mi, aşağısını (esnafını[22]) merak ediyor musunuz? Şimdi de Sultan demiş ki:
—Ben mevlit okutturacağım, Said Paşa imamı okursa.
—Emredin efendim haber verelim.
—Yok! demiş. Öyle olmaz, kabalık olur. Kendisine rica
edelim, çağırın bana, ne vakit arzu ederlerse bırakalım. Ben arzu ediyorum onun
okumasını fakat o arzumu onun okuyacağı zamana bırakıyorum, O nasıl arzu ederse.
Kibarlık da burada. “Gel bi Ahmet efendi bunu oku...”
Öyle değil! “Okur musunuz? Ne vakit vaktiniz olabilir, ne vakit ikram
edersiniz?” Çağırmış, gayet elfaz-ı teklifiye ile kibar bir teklifte bulunarak:
—Ne vakit müsait vaktiniz olur,
ne zaman arzu ederseniz bize bu işi ikram edin, demiş.
—(Şöyle bir durmuş) Bu Cuma
gecesi okurum, demiş, “Akşamla yatsı arası bunu okurum.”
Zamanı da kendi tayin ediyor.
Öyle bir tuhaf vakit ki akşamla yatsı arası, dar. İşte hazırlık yapılıyor, o
günün ananesinde gayet mükellef şekiller filan, hususi davetliler. Davetliler içerisinde
ecanib[23]
de var, şu bu filan hepsi hazır. Akşam namazı olmuş, Paşa İmamı meydanda yok.
Yarım saat geçmiş yok, bir saat geçmiş yok, yok! Paşa İmamı meydanda yok. Başlanmış
kıvranmaya Valide Sultan. Böyle etrafındaki insanlar üzülmesin diye demişler ki:
—Efendim, emrediniz başka bir
şahsa okutuverelim, niçin üzülüyorsunuz?
—İyi ama, demiş. Bir hafta bir
gönlüm, filan saatte olacak diye hep orada, hayalim oraya saplanmıştır, şimdi
onun çıkması çok fena, bana sarsıntı yapar da onun için, demiş. Yoksa mâamâfih
davetliler var, gelemeyecek demek ki demiş, çağırın demiş, okusun.
Mevlit başlamış okunmaya filan,
mevlit bitmiş. O günün ananesindeki şerbetler içiliyor filan. Billur
bardaklarla şerbetler içilirken, denizin orta yerinde sandalda bir seda. Bir
acep kiiiim, güneş pervanesi ama sema da aşağıya iniyor. Zaten derler ki, o
adamla rütbe imiş, o kapı kapandı. Onun zâtıyla gitti derler, O nasıl şeyse biz
tabi yetişmedik. O vakit ayân-ı sabitedeydik. Böyle sema iner gibi, “geliyor”
demişler. Huyunu bilenler, derhal demiş ki: “Aman bardaklar filan kalksın,
okunmuş hissi vermeyin, hakaret der gider.
Padişah filan tanımaz bu herif” demişler, hakaret eder, çıkar gider. Herkes yerli yerine intizar[24]
vaziyeti alınsın, hemen bardaklar toplanmış, öyle intizar vaziyetinde, Valide Sultanın
da hoşuna gitmiş ama gönlünde ne de olsa işte bir şeyler var. Biçimine
getirmiş, onun yanından geçecek yahut onun yanında oturacak, karşılaşacak her
neyse. Demiş: “Efendi Hazretleri Sizin efaliniz bizim için hüccettir.” Öyle
malum ki, ilim adamlarının fiili avam üzerine, bak ne kadar tenezzül ediyor,
avam üzerine bir hüccettir. “Biz sizi
taklit ederiz.” Yani söz verdiğiniz
saatte gelmediniz, demek istiyor.
“Vallahi” demiş “Ben onu bunu
bilmem” demiş. “Ben” demiş: “Allah (cc) davetini sultan davetine tercih eden
bir adamım. Bende suç yok!” demiş. “Ben dediğim saatte evimden çıktım,
iskeleye doğru geliyordum, Allah (cc) davetini sultan davetine tercih ederim
ben!” demiş.
…Dinliyorlar ne çıkacak
arkasından diyerekten. “Yangın yeri gibi bir kadın karşıma çıktı. Dedi ki: ‘Efendi
yirmi üç yaşında yavrumun kırkıncı günü, yanıyorum. Sen ona okursan çocuğumu
kucaklayacağım diye bende bir his var, yanıma gelecek!’ dedi.
“Allah (cc) aşkına!” demiş, “bana
oku.” “O da Allah (cc) davetiydi” demiş, “Ben o daveti, sultan davetine tercih
ederim, ben şimdi!” demiş.
“Allah’a (cc) bir mevlit okudum,
oradan geliyorum, sana da okuyayım da” demiş. “O aşk ile dinle.” “Yıllarca”
demiş “Bu gider.” Acaba bir şey anlatabildim mi? Bu olmuş bir hadise, bir kıssa
ama “Zûafânızla olunuz.” Zayıflarınızla
düşüp kalkınız. Onları yetiştiriniz, gönlünüzü aşağı tutunuz.
Şimdi buna büyük Kitap’tan yine muazzam
bir şey vereyim size, bir senet vereyim elinize. Onu açar tercümesini okursanız
bir şey anlamazsınız. Öyle bazı insanlar, “Ben almışım okumuşum!” O Kitap sır
kutusudur, erbabına açılır. Hiç bir şey
anlamaz. Bak şimdi vereceğim şeyden ne kadar zevk alacaksınız.
Allah (cc) der ki: [25]
وَارْكَعُوا
مَعَ الرَّاكِع۪ين Rükû
edenlerle beraber rükû ediniz. Rükûnun zahirde manası şöyle, şöyle durmak! Kırık
kalpli olanlarla beraber oturup kalkınız. Rükûda o, kırık anlatabildim mi acaba?
Bir mana-i hakiki gizlendi oraya. Yoksa bizim dediğimiz gibi, rükû edenlerle
oturup kalk değil o .
وَارْكَعُوا
مَعَ الرَّاكِع۪ين
Rükû edenler oradaki, kendinden geçmiş, faziletini satmamış, zulme divan
durmamış, eşek/uşak olaraktan yaşamamış, benlik davasında da bulunmamış, izini
belli etmemiş! Onları tekrar Büyük Kitap’ta bir tarifi daha vardır, taaffüf[26]
kelimesi ile geçer. “Erbabı simasından anlar” der. “Simasından bilinir o”
diyor. Yoruldunuz mu? (hayır,hayır!) daha mevzuya da girmedik ya!
Dikkat ederseniz, tarihi iyi
tetkik ederseniz; sadr-ı İslam’da
da çabuk yol alanlar, gariplerdi. Onlar birden bire parladılar. Garipler!
Mesela, Bilal köle idi. Fakat öyle bir köleydi ki; Ömer gibi bir adam, Ömer, efendi tabirini yalnız Evlad-ı Resul’e
kullanmıştır. Başkasına kullanmaz. Ömer gibi bir adam: A’teka Ebu Bekir,
Seyyidenâ Bilal. Bilal Efendimizi Ebu Bekir azat etmiştir. Bir şey
anlaşılıyor değil mi, bu şeyin
içerisinde? Bir gün oturuyordu, Bilal bir dostuyla konuşuyor, Ebu Süfyan’ın
yapmış olduğu çirkinlikleri anlatıyor, Ebu Süfyan’da o vakit güya suretâ islama girmiş, her
neyse. Ebu Süfyan, o gün orada yani ne gibi bir kıymeti var? Peygamber (sav) Hira dağından لا اله الا الله davasını açmazdan evvel, ne gibi bir vazifesi var da daima bu adam nazar-ı
dikkati celbeder? Başkumandan. O camianın bütün ordularının başkumandanı. Rey
vermedikçe harp olmaz. Öyle bir adam. Hepsinin vazifesi var. Halid İbn-i Velid,
erkan-ı harbiye reisi. Daire-i selama girmezden evvel. Ebu Bekir geçiyormuş
yanlarından. Bilal’e demiş ki:
—Ebu Süfyan hakkında çok ileri geri konuşmayın artık. O şeyi kapatın, makalından[27]
bahsetmeyin.
—Ya, fenalıkları! demiş.
—İşte o kadar söylüyorum! demiş. Gelmiş, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine
(sav): “Bilal’in böyle böyle konuştuklarını söyledim, orta yerde belki yine bir
fitne tecelli edebilir, onun içün kendisine dedim ki, bu işleri burada bırakın!
—Onu bunu bilmem, (demiş, Resulullah) Ebu Bekir’e: “Bilal gücenmişse
halin haraptır. Tavrında sana gücenmiş bir ânı var mıydı?”
—Biraz kaşlarını çattı!
—Git kaşlarını açmaya çalış!
Bir şey anlatabiliyor muyum
acaba? “Git kaşlarını açmaya çalış!”
Bir misal daha vereyim size. Her konuşmamda, hemen hemen her vakit
tekrar ettiğim gibi, bunu tekrar etmekten maksadım bunu yaymanızı isterim yani
ya. Biz öyle bir vaziyete geldik ki; onlar bizim varlığımızı bize unutturacak
kadar çalışır. Biz, haberimiz olmaz. Dünyada, manada ne kadar büyüklük varsa
dedenin malıdır bir defa. Ne varsa. Bunu ağyar söylüyor da, biz bunu mahsustan
unutturmaya çalışıyoruz.
Biz manaya aşık olduğumuz zaman o gün o asırda iki büyük medeniyete diz çöktürttük. Yoktur senin
tarihin kadar parlak bir tarih. Yirmi beş sene içerisinde on biner senelik
medeniyete diz çöktürten hiçbir yer yok. Onlar bizden çok üstündü maddeten.
İlmen de üstündü. Dünya bilgisinde bizden daha çok farklıydılar. Muazzam
medeniyetleri vardı. Sahte filan başka. Parlaklık zevâhir itibariyle. Başında
takkesi yoktu, ayağında ayakkabısı yoktu, karşısında diz çöktürttü. Üç sefir
gönderdi Ömer İran’a. Dünyanın yarısından fazlası İran’ın elindeydi, bir kısmı
da Bizans, başka birşey yok orta yerde. Dünya daima iki kuvvetle idare edilir. Bu
Allah’ın (cc) adeti öyle, biri cemaline mazhar olan, biri celaline mazhar olan.
Dünyadaki diğer camia da neşet itibariyle, zevk itibariyle isti’datla hangi tarafını
tutarsa onun fevkiyle geçer gider. Hep böyledir o. Dünyayı kasmış, kavurmuş,
göz kamaştırıcı mücevherata servete maddeye
sahip olmuş, o günün İran’ın kisrası. Üç tane sefir gönderiyor. Sefir demişim.
Ne denir ona? Elçi de değil. Gelmedi ismi hafızama, meali yani kâfi size. Üç insan gönderiyor.
Yalın ayak, tabir-i amiyanın önünde başı açık, mütevazi bir şahıs. Yerler ayaklar öpülecek sahalar,
ne bileyim işte, bir alay teşrif... “Ya harp edeceksin, ya cizye vereceksin, ya
bizimle boy ölçeceksin.” Bakmış herif, yanındakine: “Ne diyor bu” demiş. “Nizamnamemde olsaydı bu şekilde gelen insanı imha etmek, her
birinizin parçasını kulağınız kadar yapardım!” Gidenlerden biri başlıyor
ağlamaya. “Ahhh olsaydı da” diyor: “Elinden bir cam-ı şehadete nuş etseydik!” Deden
diyor. Bu neyle doldu da bunu söylüyor. Onlar aptal adam değil. Anlatabildim mi
acaba? Buna ne verildi de bunu söylüyor? Bu hangi üniversitede okudu? Bu hangi
tarihte bu intikam hissini, bu insanlığı kurtarmaklık şekillerini öğrendi?
Hangi yer biliyor musun? Hazreti Muhammed’in (sav) dizinin dibinde. Serbest
bırakıyorlar. “Ne diyeceksiniz!” diyor. Serasker diyor ki: “Vallahi!” diyor.
“Şimdiye kadar tanıdığımız insanlar cinsinden insan değil bunlar!” diyor. “Anlaşma
yoluna gidiniz. Huzurunda bunun kellesini alın!” diyor. Ve orada da
aldırtmıştır başını. Başı da ayrılırken demiştir. “Bu benim başım şimdi böyle
gidiyor, feda olsun fakat senin başın da öyle gidecektir. Bu ne kadar varsa
heyeti, hepinizi tepeleyecektir bu gelen insanlar. Çıkan söz başka bir yerden
çıktı da kalbime saplandı. Zaten benim başımı yakıp gitmişti, şimdi artık
başımın kıymeti yok!” diyor. “O konuşurken bir başka boyayla çıkardı da kalbime
sapladı. O vakit benim başım gitmişti” diyor. Cürm-ü [28]asır
içerisinde.
Buraya bir yerden girdim ben, nereden girdim? Bir şey söylüyordum. Bir
misal verecektim, unuttum. Evet. Her vakit söylerim dedim, yayılmasını arzu
ederim.
Bizim bağlandığımız mananın asıl tarifi nedir? Bunda ekseriyet bir ibadet şeklini anlatır.
O çoook sonra gelir. Yani bizim nüfus kaydımızda bir İslam kaydı yazar. Bu
kaydın manası nedir? Bunu biz asırlardan beri kaydetmişizdir. Bu manayı
bilmeyiz. Bunun yalnız biz, merasimini, ibadetini biliriz işte. Ölürse bir
musalla taşına ölüsünü getirecek, şapkası elinde böyle duracak. Beş on tane fakir
adam gelecek namazını kılacak, o da alıp götürecek. Bunu biliriz. O kadar basit
mi ya? Bütün mevcûdâtın haklarını koruyacağız. O kelimenin manası o.
Bir yere teslim olduk, teslim olduğumuz yer Allah’tır (cc), bizi kendine
vekil etti, biz kâinatta mamur olacağız. Buna halis kaldığımız zaman kâinatın
lazımıdır. Bunun farkında olmadığımız andan itibaren de bir günde çekti gitti. İşte bu.
Biz zulmü gördüğümüz yere adli koyacağız, cehli gördüğümüz yere ilmi va’z
edeceğiz. Ve biz bunu saha itibariyle yaptığımız gibi ilim itibariyle de
yaptık. Geçen hafta konuştuğum gibi. Kudret bize vermiş olduğu büyük kitapta: (Ben,
şimdi onların tefsirini bir daha edecek vakit yok.) “Dalgaları yaran gemileri
görmüyor musunuz!” diyor. “Semada yönlerini tayin edebilecek manzumeler halk
ettim.” diyor. Bunun üzerine dalıyor, ilm-i heyette biz mütehassıs oluyoruz.
Avrupa’ya bu ilmi sokan kimdir, medeniyetini
taklit ettiğin adama? Kimya Fransızca değildir. Senin lisanından, senin
kelimenden. Cebir, daha aynı onu konuşur. ...Ne
kadar ilm-i ıstılah[29] varsa,
ileri gidenlerin heyet-i umumisi daha henüz bozulmamıştır. Üzerinde senin
dumanın var. Birisi “Neyin var?” dediği vakitte, “Dur yahu!” de... “Gel konuşalım seninle” de, dumanı üzerinde duruyor daha.
Hayırsız evlat olmayalım. Değil mi ya? Dedemizi kabrinde rahat
yaşattıralım. Nankör olmayalım. Aldığı evde oturuyoruz, pencereyi neden buradan
açmış diye küfür etmeye hakkımız yok ki. Biz daha yeni bir ev almadık ki.
Dedenin aldığı evde otur, güzel güzel, ye iç yat kalk. Ondan sonra “pencereyi
buradan niye açmış de. Evde oturuyorsun. “Efendim bu minareleri yapacağına,
fabrikaları yapsaydı!” O minareler yaptığı için fabrikanın dumanı taa oralarda
tütüyordu. O vakit duman da
yıkıldı minare de yıkıldı, baca
da yıkıldı. Yüksek sanayi, bütün varlık, her şey sendeydi. Hayırsız evlat
olmamalı!
Neyse misal veriyorduk. O büyük Zât açtı davayı, tek başına. Hira
dağından. Zevâhirini[30]
söylüyorum, belagına[31]
bakılacak olursa, zahirde Hazreti Muhammed (sav) Adem’in (as) evladıdır. Fakat
hakikatte Adem (as) ve âlem Hazreti
Muhammed’in (sav) evladıdır. O ne demek? O öyle demek işte. Maddi bir misalle
itminan[32] olalım.
İtminan hâsıl olsun. Vereyim.
Bir şeftali ağacı, üzerisinde şeftalisi duruyor, zahirde o şeftali o
ağaçtan olmuştur, doğrudur. sûret itibariyle evet, o şeftali o ağaçtan oldu.
Fakat hakikatte o ağaç o şeftaliden oldu. Bir şey anlatabildim mi acaba? Bağ’uban,
yani bahçenin sahibi, o ağacı kireçledi, su verdi, neyse fenni işleri neyse
benim saham değil, o bilgi de o ağacı yetiştirmeklik için ne lazım gelirse hizmetini o şeftaliyi almak için yaptı. Allah
da (cc) Rezzak-ı erâzil-ü eâzımdır, Hazreti Muhammed (sav) içün. Kâinatın yemişi O’dur. Anlatabildim mi acaba?
Evet şimdi suret itibariyle konuşuyoruz. Bırak manayı, suret itibariyle,
on dört asır evveline fikren seyahate
çıkarsak; kainatın ne acip bir şekilde olduğunu, ümitlerin tamamıyla
kesildiğini, yalnız manaya gönül veren pek ender şahsiyetlerin bir yerden bir
ışık beklediğini görürüz. Bütün rezalet meydanda. Lügatte kelimesi olmayan
çirkinlikler tamamıyla meydana çıkmış. Zayıf kâvîden hakkını alamaz, hiiiç!
İnsan hakkı, ne gezer öyle şey? En yüksek Hristiyaniyet aleminde aziz diye tanınmış
olan büyük mütefekkirler, “Kadın aleti şerdir, katiyen hürriyet verilmemeli, daima işkenceden işkenceye
sevk edilmeli!” der. Anlatabildim mi acaba? Öyle. O, ölünce miras
kalır, tel dolap gibi satılır, mirasçıları tarafından. Hint medeniyetinde ibadet
tayin edilmiş olduktan sonra kadın o uğurda kendisini ateşe atar, yakar. Yıllarca
gidiyor böyle. Acayip. Tüyler ürpertici, şeyler. Artık öyle bir devir gelmiş
ki, hiçbir insanın kurtaramayacağı bir devir gelmiş. Bu Zât, gelen kimsenin hem
Nebi olması, hem hakim olması, hem hâkim olması, hem muktesit[33] olması,
hem tabip olması, hem habip olması, bütün kemâlat-ı sıfatlar arasında hepsini
cami bulunması şart. Öyle bir şey. Daha annesinin karnındayken babasını
kaybetmiş. Allah’ın (cc) üzerinde gayreti var. Ondan başkasıyla konuşmayacak,
diyor. Altı yaşına gelmiş, annesini kaybetmiş. Hepinizin zevk sahibi olduğunu
düşünerek bazı şeylerini söylemek isterim. Buraları, maddenin kesafetinde
bulunan insanlar buradan bir şey anlamaz. Ben sizi manaya teali etmiş, ahlaka
gönül vermiş, imanıyla söylüyorum, yoksa bazı insan vardır ki o “Ben Allah’ım!”
der. “Madde, kuvvet” der. Madde, kuvvet ama bak bir kuvvet, güzel ama bir
sıfat, bu devreyi yapan kolum var. … Sen
Hakk’ı kuvvette tanıma, kuvveti Hak’ta tanı o vakit yıkılmazsın. Hakk’ı kuvvette
tanıdığın dakikada zalime uşak olursun. O kâvî dersin zalim seni karşısında oynatır
durur. Zalimi mazlum yetiştirir. Onun için çok fenadır. Mazlum olmasa
zalim yetişir mi?
Mevlana Mesnevi’sinde söyler, koca adam. Amerika’da kürsüsü var. Der ki:
“Bir adamı gördünüz, bir adamın sırtına binmiş, mahmuzluyor yürüsene
diyerekten, at yerine, hayvan yerine
koymuş da yürü diyor, alttaki de bağırıyor. “Hangisini döversiniz” diyor. Konuşma tarzı
yapıyor da. “Tabi bineni döveriz.” “Yoook” diyor. “Onu dövme!” diyor,
altındakini “Niye bindirdin diye döv!” diyor. Bindirmeseydi biner miydi? diyor.
Bas altındakine sopayı. Niye bindirdin!
Daima düşünüyordu, “İnsanlık nasıl kurtulacak?” Herkes bir yere varmış,
güler, oynar, koşar. O (s.a.v) yalnız haddizatında kendi kendine, temkinli
ayaklarıyla tefekkürata dalmış reisi[34] ile,
baş başa olaraktan gider gelir, gider gelir. O annenin nazar-ı dikkatini celp
etmiş, fakat daha izin verilmemişti izhar[35]
etmesine. Yalnız annesi ufak bir şey kaçırdı. Ahirete giderken “Yavrumu
getirin” dedi. Altı yaşında böyle almış, “Bak yavrum, gözlerini aç bakayım, bu gözlerinden
Hakk’ı müşahede ediyorum”. Zaman geldi
inziva etti. Neden acaba? O başka bir gün, zevkli bir günde söyleyeyim. Uzun
sürer şimdi, keselim. Şöyle bin sayfa atlayarak bir yerden, çünkü enfüse doğru
akıntıdır o, ayrı bir iş. Neden Hira’da doğdu, niye gitti Hiraya? or bir yer. Neyse dava
açıldı. Zalim insana, aciz insana tapılmayacak! Asıl yeri bu, bütün haklar
aranacak, gönül bir yere bağlanacak, kalpler birleşecek. Hakikatte yabancılık yoktur, beşer ya manada
eşin veya kardeşin, veyahut hilkatte eşin. Hilkatte beraber hakikatte birader.
Anlatabiliyor muyum? Çok kimsenin işine gelmiyor. Bu öyle bir kardeşlikti ki,
bu mana kardeşliği kan kardeşliğine benzemiyor. Kan kardeşinde keseler ayrı.
Seninki ayrı, benimki ayrı. Mana kardeşliğinde kese ayrı değil. Ve bu kubbenin
altında bizim dedelerimiz bunu ispat ettiler. Bu yaşandı bu. Söz halinde
kalmadı. Bu böyle yaşandı. Mani olanlar çok. Bütün medeniyetler mani, engel.
İstemiyor tabiatıyla. Nasıl ki zaikası fasık olan kimse, hasta olan bir kimse,
en güzel bir yemeğin kokusundan nefret eder, “getirmeyin, almayayım, çıkaracağım!”
der. Kabahat yemekte midir, onun mizacında mıdır? Kabahat onun mizacında, hasta
o fasık.
Zaika-i isti’dadıyla delalet hastalığına müptela olan kimseler, Allah
(cc) sözünü istemezler. Ahlak istemez. “Ne ahlak!” der. “Kıymet hükmüdür bu”
der. “Cemiyet koymuştur o fikri.” der. Acaba anlatabiliyor muyum?
Nasıl yarasa kuşu güneşe düşmandır; zulmeti arar. Kara ruhlu insanlar da,
yarasa kuşu tabiatlı olan insanlar da Hak ve hakikati istemezler. O güneşten
nefret eder. Neden? Zaika-i istidadı bozulmuştur. Delalet hastalığına
müpteladır. Ahlak, o hastalığı tedavi eden müesseseye denir. Ayrı bir ahlak tarifi verdim. Vardır öyle insanlar, katiyen
istemez. Bunların içerisinde ileri gelen, bütün şimdi medeniyet, dünya hepsi
hasım oldu ya o vakit. Muhitte var, hısımlar da hasım oldu.
Ebu Cehil var. Ebu Cehil, zannetmeyiniz ki inanmadı. İnandı ama işte
hepimizde bir hastalık vardır, o ağır imtihana biz tabi tutulmadık. Tesadüf
etmedi, bizimkisi. Ebu Cehil, cayır cayır inanıyordu. Muazzam şekilde. Bir gün
dedi:
—Şüphen mi var? dedi Ebu Cehil’e “Benim sözlerimde, tebligatımda?”
—“Hayır” dedi, “Ben El Emin ismini
ilk önce ben söyledim sana” dedi. “Ben” dedi “El Emin dedirttim Ceziret’ül
Arapta sana” dedi. Fakat ne yapayım ki sen bir acayip dava açtın, bu benim
işime gelmez.”
—“Nedir yahu!” dedi, “Nedir?”
—“Sen” dedi. “Kölemle bana aynı hakkı veriyorsun yahu!” dedi.
—E sen bana ispat edebilir misin
kölen doğduğu vakitte anasından başka şekilde doğdu, sen doğduğun vakitte başka
şekilde doğdun? Var mı böyle bir burhanın var mı elinde. (dedi.) Senin doğumun, annenden çıktığın
vakitte sen nasıldın, kölenden ayrı mıydın? E sizin vasıflarınız aynı. E
giderken de yok!
—“İyi ama” dedi. “Sözü uzatma” dedi. “Ben yarın senin meclisine gelirim,
hizmetçimle beraber, kölemle beraber, bana buyurun deyip şöyle bir yer gösterir de köleye
de sen de orada otur dersen, mesele yoktur.” dedi.
—“Benim öyle bir yerim yok ya Ebu
Cehil!” dedi.
—Benim de öyle bir yerim yok! En nar, vela el-ar. Yanmak var,
dönmek yok dedi. Söyleyeceğim yer burası değil. İstiyor ki, çünkü Ebu Cehil, bir
de Ömer, bu iki şahıs. Ebu Cehil’in ismi Hişam. Sonradan Ebu Cehil oldu. Yani
akıl. O güne kadar kendini kabul ettirtmiş herif. Sonradan bu ismi almıştır.
Eğer kendisi selamete girecek olursa binlerce adam peşinden gidecek.
Onun için kendisini cemiyete kabul ettirtmiş olan adamlar, kötülükte
ileri giderlerse yalnız kendi kötülüklerinin azabını değil, bütün insanlığın
azabını çekerler.
Konuşuyor, bir defa daha gideyim, dedi. Senin eline bu mana böyle bedava
gelmedi. Üüüü bunun ne devreleri var. Bize Allah (cc) istinat etmiş de aramadan
bulduk. Acaba bulabilir miydik? Bilmem. Hiç aramadan böyle nimet, muazzam
şekilde bulabilir miydik acaba? Konuşuyor, yumuşamaya başladı Ebu Cehil.
Anlatıyor, anlatıyor, dinliyor derin derin. Hayalinden yaklaşıyor. Yalnız bir
sahte azameti var, düşmüş tabaka ile oturmak istemiyor. Yakanı o olmuştur. O
esnada da dostlarından en garibi, en fakiri, iki gözden mahrum olan Ümmü
Mektum, Allah’ın (cc) cilvesi bunlar. Yani
o saatte Ümmü Mektum gelmese Ebu Cehil selamete kavuşacak. Gelmese Ebu Cehil
söz verdi mi dönmez. Böyle bir tuhaf herif. “Kabul ettim” dedi mi daha
döndüremezsin. Bedirde yıkıyorlar, ayağı yaralanıyor da bu ayak bana engel
oluyor diye eliyle tutuyor, cat koparıyor böyle atıyor, tekrar harbe giriyor.
Tuhaf bir adam. Elinden dikeni çıkarır gibi değil, diken değil, bacak bacak!
Yine saldırıyor. Nihayet yere düştüğü vakitte, şuur yerinde, irade yerinde, taa
o son… tadarken gider artık o. Allah’ın (cc) cilvesi, taa o dakikaya kadar.
Mini mini bir adam üstüne çıkıyor kellesini almak için. Çok iri adam Ebu Cehil.
Bu kapının üçü kadar desem mübalağa etmiş olmam. Anlatmak için söylüyorum. O
tek, iki kanat kadar var. İfadesi onu öyle gösteriyor. İfade öyle gösteriyor.
Çünkü neden? Adam üzerine çıkmış. “Çok sarp bir dağa çıktın!” diyor. Bu kapının
ikisi kadar olacak ki öylesi olur. Çok sarp bir dağa çıktın. Gönlün istemez mi senin bir iştiya eklensin.
Üzerindeki de diyor ki: “İşte sana büyük bir ibret. Allah (cc) öyle bir
Allah’tır ki en kâvi düşmanını en zayıf bir mahlukuyla tepeler. Bana kısmet
etti.” diyor. O esnada girecek, selamete girecek, yakasını kurtaracak fakat en
garip, cemiyette kıymeti yok fakat bir yerde kıymeti var. Gözlerden mahrum,
fakir, oradan geçiyormuş. Tesadüf. Burnu başka türlü bir burun. “Buy-u Rahman
geliyor.” demiş. Dostumun kokusu var buralarda. Sormuş, karşıda Ebu Cehil’le
konuşuyorlar. Yine de o kadar yumuşamış, hiç konuştuğu yok Beşeriyetin Fahr-i Ebedisiyle
(sav). Artık iki cümle daha söylese pekala, diyecek. Tam o cümleler bitmek
üzere. “Burada mısınız, kokunuz geliyor filan”
deyince Ebu Cehil kaşlarını çatmış. “Yine mi bu camiayla beni oturtturacaksın”
demiş. … Ağır söylemiyor, gayet nazik bir eda ile “Sizinle biraz sonra meşgul
olsam müsaade etmez misiniz” diyor Ümmü Mektum’a. “Biraz müsaade edin de,
şurada bir işimiz var şunu şey edelim” “Pekala” diyor Ümmü Mektum ama Cibril de
geliyor. [36]
اَنْ
جَٓاءَهُ الْاَعْمٰى
عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ Benim
için makbul olan o âmâ idi. Onu te’vil[37]
etmekliğin lazım değildi. Benim indimde makbul o. Derhal onu bırakacaktın,
onunla meşgul olacaktın. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunlar bizim başımıza gelir
hayatta. Onun için ahlakın şeklinde bunu misal getirdim, koca bir mana
aleminden bir şeyi, sahayı. عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ “Niçün birden bire yüzünü çevirip de bakmadın.” diyor. “Hemen
şey ettin, birdenbire yüzünü çevirdin yüzü” diyor. اَنْ جَٓاءَهُ الْاَعْمٰى “Âmâ geldiği vakitte, o bana ait kimsedir
o. Onunla meşgul olacaktın.” Tabi kalkıyor. Ondan sonra Ümmü Mektum’u nerede
görürse, yolda, ortada, evde, bir yerde, her nerde görürse, hatırını taltif[38]
etmeklik içün hemen sırtından elbisesini çıkarır, böyle hasır gibi yahut kilim
gibi yere serer, أَخ مرحبا بمن عاتبني ربي “Gel Allah’ımdan bana azar
işittiren kardeşim gel otur bakayım gel otur!”
Mevzûmuz ahlak, her zerrede Hakk’ın vücudunu insana müşâhede ettirmek müessesesi olduğundan
dolayı, onun nazarında suret itibariyle yükselmiş alçalmış kıymetler yoktur,
mana itibariyle yükselmiş kıymetler vardır. Ve onun içün zayıflan beraber
olunuz, zayıfa kıymet veriniz, zayıfa ikramda kusur etmeyiniz der.
Mevzua girmeden yine vakit gelmiş, bugünlük bu kadar
yeter.
[1] Teshir: Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme.
İtaat ettirme. Hakir ve zelil etmek.
[2] Hamuş: Susmuş. Sessiz. Sâkit.
[3] Fahs: Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik
etme. Ayırtmak. Bahsetmek. Seyirtmek. Sıçramak.
[4] Zül evtad …Sad Suresi 12’nci ayet-i kerimede Gecen
Kazıklar sahibine işaret ediliyor.
[5] Nazi’at Suresi 24’ncü Ayet-i Kerime فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ
الْاَعْلٰىۘ
Meali: "Ben sizin
en yüce Rabbinizim" dedi.
[6] Sarahat: Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık.
[7] Seha: Cömertlik, el açıklığı.
[8] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış.
Kötü.
[9] İnkıraz: Sönme. Zeval bulma.
[10] Üns: Alışkanlık, alışma. Arkadaş. Hemdem.
[11] Müştak: (şevk. den) Arzu ve iştiyak gösteren, fazla
istekli.
[12] Enis(e): (Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş
olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili.
2) Sulu ve ağaçlı yerlerde
bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde öter, kâh deve gibi
kükrer ve at gibi kişner; insana alışır.
[13] Munis: Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli.
Ünsiyyet edilmiş.
[14] Nigâr Farsça
Güzel yüzlü sevgili. Nakış. Resim. Nakşeden. Put, sânem. Resmi yapılmış,
resmedilmiş
[15] Bakara Suresi 195’inci Ayet-i Kerime: وَاَنْفِقُوا
ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚۛ وَاَحْسِنُواۚۛ اِنَّ اللّٰهَ
يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ Meali: Allah yolunda mal harcayın da kendinizi
ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve güzel hareket edin. Çünkü Allah
güzellik ve iyilik edenleri sever.
[16] Nisa Suresi 43’ncü Ayet-i Kerime يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارٰى
حَتّٰى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا اِلَّا عَابِر۪ي سَب۪يلٍ حَتّٰى
تَغْتَسِلُواۜ وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَوْ عَلٰى سَفَرٍ اَوْ جَٓاءَ اَحَدٌ
مِنْكُمْ مِنَ الْغَٓائِطِ اَوْ لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَٓاءً
فَتَيَمَّمُوا صَع۪يدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْد۪يكُمْۜ اِنَّ
اللّٰهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا
Meali: Ey iman edenler! Sarhoş
iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza
yaklaşmayın. Cünüb iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar
namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, veya yolculukta bulunursanız veyahut
biriniz abdest bozmaktan gelince veya cinsî münasebette bulunup, su da
bulamazsanız o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin. Niyetle yüzlerinize
ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
[17] Züafa: Zayıflar
[18] Vazî': (Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi.
[19] Merzuk: Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. Bahtiyar.
Saadetli, mutlu.
[20] Akva: Daha kuvvetli. En kuvvetli
[21] Vükelâ: (Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar.
Kendilerine iş havale edilenler.
[22] Esnaf: Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar,
menşe'ler, asıllar, esaslar.
[23] Ecanib: (Ecnebi. C.) Ecnebiler. Yabancılar.
[24] İntizar: (Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek.
[25] Bakara
Suresi 43’ncü Ayet-i Kerime وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا
الزَّكٰوةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِع۪ينَ
Meali: Hem namazı dosdoğru
kılın, zekatı verin, rükû edenlerle birlikte siz de
rükû edin.
[26] Taaffüf : İffetli olma. İffetli görünme.
Tekellüfle salihlik
yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. İstemekten uzak durma.
[27] Makal: Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş.
[28] Cürm (Cürüm):
Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
[29] Istılah: Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir
lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. Bir ilim veya
mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı
kelime.
Muvafakat: Uygunluk. Barışmak. İttifak
[30] Zavahir: (Zâhir.
C.) Görünüş. Dış görünüş. Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
[31] Belâg : Eriştirme,
yetiştirme. Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.
[32] İtminan: Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak
bilmek. Kararlılık.
[33] Muktesid: İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini
boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad)
[34] Reis: Baş.
[35] İzhar: Açığa vurma. Meydana çıkarma. Göstermek. Zâhir
ve âşikâre ettirmek.
[36] Abese Suresi 1’nci ve 2’nci Ayet-i Kerimeler. اَنْ جَٓاءَهُ الْاَعْمٰىۜ عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ
Meali
Yüzünü ekşitti ve
döndü. Kör geldi diye.
[37] Te'vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve
irca' etmek. Döndürmek.
[38] Taltif İltifat
etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak.
1 yorum:
Musa dedi ki: “Firavun’a vermişsin orduyu, Firavun’a vermişsin serveti, Firavun’a vermişsin etraf-ı muhiti, bana lâl, bir kardeş verdin: ‘Git bunu adam et!’ diyerekten. Ben bununla uğraşmaktan bıktım!” dedi. “Al benden bu vazifeyi!” olmaz. “Ben sana bir yolunu öğreteyim.” dedi Allah (cc). İşte o vakit Firavun’un ahlakı bozuldu. Bozuk başka, o vakte kadar çok cömertti. Bol bol verir. Bir veriş vardır, hani gösteriş, öyle değil. Ona israf derler. İsraf ile iktisat; şey seha[7] cömertlik, birbirine benzer. İçine girmeyince pek anlayamazsın. Birbirine yakındır. Bugün de iktisat da öyledir. Biri makbul, biri mezmum[8]. Hûda dedi ki: Musa’ya (as), “Sen bunu yıkmak mı istiyorsun? Bana dua et!” Saltanat Allah’ın, (cc) işi gücü yok ki. Azamet icabı böyle. Neden öyle? Nasıl söyleyeyim on dakikada. “Bana dua et, De ki: ‘Yarabbi Firavuna o kadar hırs ver ki, milletin elinde bütün malını alsın.’ Milletin elindeki malı aldığı gün ben yıkarım!” Tarih böyle gösterir. Acaba anlatabiliyor muyum? (fevkalâde...)
“Buna öyle bir hırs ver ki, milletin elinde nesi varsa almaya başlasın, soysun. Ver, ver! Ondan sonra yıkılır, başka türlü olmaz!” dedi. Bu bir ufak cümle ama bin sayfalık kitaptır,
Yorum Gönder