Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

14. Kaset

 014 ( 17.08.1958) 100 dk. (54)

Mana itibariyle bütün mevcûdâtı muhit. Onun için tarifi gayet zor. Ve beşeriyet bugün kendisinin hürriyetine agâh olmadığından dolayı inim inim inliyor. İnsanlık âleminde huzur yok. Neden yok? Kendi aslını bulmaklık taharrisinden[1] uzak olduğundan dolayı yok.  Dikkat edin bu tabire!

Bugün insanlık âleminde bütün dünya üzerinde, bu sahne-i şuhutta huzur kimsede yok. Parası olanda da yok, olmayanda da yok, masası olanda da yok, kasası, rütbesi, câhı, hiç kimsede yok. Neden yok?

İlim akıllara veleh[2] verecek kadar teâli[3] etmiş, fen gözleri kamaştıracak kadar, artık semâvâta kadar beşer elini uzatıyor. Ay’la münasebet tedarik edeceğiz, diyor. Bunlar ufak şeyler değil, e bir gün edecek. Bu zan, hayal halinde kalmayacak. Büyük Kitap elimizde, ahkâmı eskimeyecek olan Kitap bunu haber vermiştir. Semâvât ile ünsiyet peyda edecek. Bunlar olacak. Orada hayat var mı, yok mu? Onların hepsini daha fen denilen saha yeni yeni bulmaya başlamıştır. Büyük Kitap’ta [4] وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ der. Yer üzerindeki mevcûdâtın bir aynı orada vardır. Bir ünsiyet peyda edecek. Bunlar kolay şey değil. Bu kadar ilerlediği halde; felsefesi de şuurları durduracak kadar tekâmül ettiği halde, bugün beşer inliyor. Sermayesini kaybetmiş de onun içün.

Neden sermayesini kaybetmiş?

Üç büyük sermayesi vardır, iflas etti. Hürmet, merhamet, muhabbet... Bu sermayeyi neden kaybeder? Aslını aramak aşkından soyunduktan sonra kaybeder.

Buralarını söylememiştim şimdi, söyledim. Söyledim de şimdi bağlıyorum, eski konuşmalarla.

Üç büyük sermayeyi kaybetti insanlık âlemi. Merhamet, hürmet, muhabbet… Havâs tabakası vaziyeti müsait olan tabaka, cemiyetin tabirindeki havâsı yapıyoruz. Bir de ahlakın tabirinde bir havâs vardır, o değil. Şimdi örfün lisanında havâs diye tanınan tabaka, vaziyeti müsait tabaka. Maddi vaziyeti üstün tabaka. Nasıl anlatayım? O ahlaka göre havâs tabakası, binâ-i kalbe malik olan tabaka. Kalp zengini. O ayrı o, hususi bir şey. Bugün çok zevkim var, çok. İyi dinlerseniz inşallah iyi neticeler alırız.

Bir tarafa da merhamet. Aşağı tabaka da avam tabakası derler ona, örfün lisanında, vaziyeti müsait olmayan tabaka. O merhameti gördüğü vakitte, o merhamete karşı hürmet, saygı. Bunun ikisi birleştiği vakitte bir çocuk doğar, muhabbet. Anlatabiliyor muyum acaba? Bu bizim aramızda, yani insanlık âleminden çekildi, bu sermayeyi kaybetti. Neden kaybetti, sermaye neden kayboldu?

Aslını aramak aşkından soyunduğundan dolayı kaybetti. Bu yara tedavi edilmedikçe, bu raporu dünya insanları dinlemedikçe; bütün iktisatçıları toplansınlar, en zeki kafalar bir araya gelsin, en mütebahhir[5] diplomatlar içtima etsin, büyük büyük fikirler bir araya gelsin, yine de beşerin ah sesini dindiremez, ona imkân yok! Neden yok? Allah (cc) öyle dedi. Onun dediği olur. Bugün bu sermaye evlerden de kalkmıştır. Değil mi ya! Tabi o, bir millet efrad-ı[6] aileden teşekkül eder. Evlerde de yok, birbirimizi yiyoruz! Hâlbuki gece ile gündüz Allah’ın (cc) makasıdır. Kazâ-i İlahi makasıdır, açılıp kapandıkça her şeyimizi doğruyor.

Ömür kumaşı cayır cayır doğranıyor. Otuz yaşındasın, yirmi yaşındaki kuvvetin kalmadı. Yirmi yaşındasın, on beş yaşındaki hadisattaki cevelanlığın[7] kalmadı. Kırk yaşındasın sinnisecavend⁹ geldi. Ellisin, aşağı doğru gidiyorsun. Altmış, nihayetlerdesin. Ya, hani orta yerde bir şey var mı? Orta yerde de bir şey yok. İflas-ı külli. Bunu verdiği müddetçe yerine bir manevi zevk alıyorsan ticarettesin, eğer bunu verdiği müddetçe de manevi zevkin yoksa iflastasın. Acaba anlatabiliyor muyum? Bunu vereceğiz, Kudret bizden bunu alacak fakat yerine bir şey alabiliyor musun? Alamıyorsun, iflas! “Hayattan azl oldun!” emri gelir, bomboş bir şey. Ne kötü. “Aman şunu yapayım...”  demeye bir imkânın yok. “Geçti!” derler. Buraya kadarmış!

Beşeriyet gölge avına çıkmış, netice alamıyor. Hüner tenekecilikte ilerlemek değildir. Hüner, bir senelik yolu bir saatte katetmek değildir. Kalp âleminde kaç merhaleler alabildin? Ne çıkar, mezâhirde¹⁰ yürümüş çıkmışsın, ne çıkar bundan. Kalp âleminde, arazi-i kalbiyende neler yapabildin? Arazi-i kalbiyende kaç tane apartman diktin. Toprak üzerine dikmişsin, bunların neticesi topraktır. Arazi-i kalbiyendeki varidatın nedir? Gönül âleminde nelere sahipsin. Bunlar neden olmuyor?

Aslını bulmak aşkı, beşeriyetten kalktı. Buradaki aşk, anlıyorsunuz değil mi? Romanda okunan aşk değil. Her hafta tekrar ediyorum ki, yabancı arkadaş gördüğümden dolayı, romanda okunan aşk zannetmesin. O ayrı o. Ruhta hâsıl olan muhabbetten bahsediyoruz. Nefiste hâsıl olan muhabbetten değil.

Ruhta hâsıl olan muhabbetin adına ışk derler. Ruhta muhabbet hâsıl oldu mu doğrudan doğruya aslına doğru uruç başlar, onu aramaklık.  Veya âsûde kaldığı vakitte: “Kimim?” der. “Nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim?" Bunu kimse kendisine sormamıştır, henüz ahlaka nazaran makam-ı insaniyete ayak basmamıştır. Ya o, hayvan da yer içer tenasül eder; suret itibariyle insan da, yer içer tenasül eder. İnsanı hayvandan ayıran sıfat-ı mümtazesi¹¹ bu sualleri sormasıdır. Konuşması da değildir hatta.  Bu sualleri soracak ve bunun cevabını vicdanından alacak. Bunu aldıktan sonra bir hukuk tedarik ediliyor. O hukukun adına ünsiyet deniliyor, o hukuka sahip olana insan deniyor. Acaba anlatabildik mi tarifi, insanın tarifini? Zor olan tarif bu. Buraya kadar insan konuşuyor; öbür tarafını insan terfi ettikçe, hâl sahibi olur, hâlen. Bazı şeyler, kelimeye girmez, harfe girmez, sedaya girmez, elfâza sığmaz. İnsan tadar tattıramaz. Bu da tadılıp, tattırılamayan bir şeydir. Bir şey anlatabildim mi acaba? Tadarsın, tattıramazsın. İşte bu kadar tarif edilir.

Bir de insanın tarifinin güç olmasındaki hikmet; insan, Naib-i¹² Hak’tır.

Ne demek Naib-i Hak? Yer üzerinde Allah, (cc) insanı kendisine muhatap tutmuş. Hepimizde imza-i ilahi vardır. Size umur-u hâlinde misal vereyim.

Bir fabrikatör büyük bir varidat meydana getirir. Bir sâni¹³ masnûatını¹⁴ meydana getirir. O masnûatının içerisinde kendisine ait olduğuna dair imza kor. Allah da (cc) bu mevcûdât içerisinde imzayı insanın yüzüne va’z etmiştir. O imzanın adına namus derler. Anlatabiliyor muyum acaba? O imzayı kim bozmadan toplar kendisine götürür verirse Cenab-ı Hak (cc) ona kendini verir. Gaye de budur. Tabiatıyla zahiren herkes de ayrılır. İnsanlık âleminde de gaye; makam-ı irfana çıkanlar, makam-ı aşka çıkanlar, hayırda müsabakaya çıkanlar, aslını bulmaklık zevkiyle bulanlar, bundan başka gayeleri yoktur. Tabi bu herkese ait bir gaye değil. Çok yükselmiş olan bir sınıfa ait. Onun mâadâsında da özenmek de bir nimet değil midir ya? İnsanlarda bu özenmek kısmı kalkmıştır. Kalktığından dolayı beşeriyet inliyor. Kudret’e muhatap olduğundan dolayı… Malum ya konuşuyoruz fakat sorsak; -Bunu her vakit söylüyorum ki yayın diyerekten. Bunların yayılmasında ne olur?- Çok semaya deler gibi,  bakan kafalar iner azıcık aşağıya. İnmese de o semaya kafasını kendi kendine kaldırır, orada kalır. Rağbet eden olmaz. Zalim kendi kendine kalınca mazlum olur. Anlatabildim mi acaba?

Zalimin peşinde insanlar koşmazsa ne yapacak? Rağbet edeni olmazsa ne olacak? Zalime kıymet vermediğin gün kendi kendine düşer. Kıymet verdikçe ayyuka çıkar. Zalimi yetiştiren mazlumdur. Verme kıymet, zulüm orta yerden kalkar. Firavun’u Firavun yapan etrafı olmuştur. Firavun bidâyetinde çok fena adam değildi. Buralarını söylememiştim. Cömert bir adamdı, şöyleydi böyleydi fakat nasılsa bir câha sahip oldu. Firavun esas itibariyle köklü bir adam değil. Musa’nın Firavununu söylüyorum. Cerbezeli bir adam, atılgan bir şahsiyet. İnsanın aciptir hilkat itibariyle nedense zalimi akıllı zanneder. Zalim akıllı değil, zalim ahmak!  Fakat beşeriyet de ekseriyetle bir zalimi gördü mü onun zulmünü bir akıl neticesinde olduğunu... Akıl neticesinde değildir, şeytan neticesindedir.  Hamâkat¹⁴ neticesinde. Çünkü zalim, Mevlana’nın dediği gibi: “Kendi budundan kebap yapıp yiyen adama derler” der. Kabrin kapısını kapamıyorsun ya. Ölümü de öldüremiyorsun, netice? Abes olan hiç bir şey yok, zerre yok! O halde bir yere hesap vereceksin. O hesapla, sen kendi budunu kebap yapıp yiyen adamsın. “Kendi budunun etinden daima kebap yapıp da yiyen adam” der Mevlana. Ne güzel tarif etmiş.

Etrafı tapınmaya başladı. Beşerde bir hassa vardır. Hepimizde vardır firavunluk. Sahayı bulamayınca Firavun olamayız. Sen ta’yib¹⁵ etme. Anlatabildim mi acaba? Hepimizde firavunluk vardır. Sahayı bulamadık da Firavun olmadık! Bul bakalım o sahayı; böyle övgüler, varidat, etrafında binlerce adam eğilmiş, rükûda, sücutta “Senden başka yok!” diyor. Öyle Firavun oluruz ki o Firavun’a “Radiyallahu anh!”  dedirttiririz. İşte İslam’daki en büyük şey, düstur budur. Kıyas-ı nefis der. Bir adamı tenkit ediyorsun; sen öyle olsan, yapar mısın, yapmaz mısın? Ona dikkat et, der.

Züğürtken adam çok güzel konuşur, zayıfken o kadar mazlum olur ki; saha verildikten sonra, her şey eline teslim edildikten sonra yine o vaziyetin varsa işte ahlaka göre, ahlaka göre: Hazreti İnsan. Yoksa herkes de firavunluk vardır. Sahayı bulamadık. Bul bakalım sahayı!

Bin defa söylemişimdir; belki günü de geçmiştir ya… Taa ilk kürsüye çıktığım günden itibaren her sahada bunu söylemişimdir: Züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. Bu makbul değil. Zalim nefis ihtiyarlayınca mazlum olur. Dişleri dökülen kurt koyunlara çobanlık eder. Buraları makbul değil. Yüzüne bakılırken, masan önünde dururken, kasan yanında beklerken, birçok insanlar sana gönül vermiş, ümit bağlarken. “Ben yokum Allah (cc) var.” dedin mi, ahlaka göre insan. Geçtik ondan, diyor. Lütf-u Hak herkese bir minnet.  Dest-i Hak arada bir alet. Hak vermiş, veriyor, veriyorsun, verirken: “Ben veriyorum” diye geçmeyecek. Verdin mi: “Verdin de veriyorum Yarabbi! Ya alanlardan olsaydım? Bana, Sen hususi ikram etmişsin. Senin hazinenin musluğu yapmışsın beni. Kaldırma benim muslukluğumu...” Anlatabiliyor muyum? Bu ne ile olur? Merhametle olur. Bu merhameti veren ne yapar, hürmet eder. İkisi birleşirse ne olur? Muhabbet hâsıl olur. Muhabbet hâsıl olunca... Muhabbet Hakk’ın kâinata vermiş olduğu en büyük bir sermayedir. Zira “Ben mevcûdâtı muhabbetimle meydana getirdim.” der. “Bu kâinat benim muhabbetimle daimdir. Benim ışkımla kaimdir.” Nasıl tedarik etmeli? Mesele bu.

Dedemiz buna sahip olarak yaşardı. Dedemiz var ya bizim. Şu tarihin en eski efendisi. Fakat biz ne yapalım ki azıcık hayırsız evlat olduk. Beğenmez olduk dedeni. Ağyarı taklide başladık. Ağyarı taklitten faide yoktur, ağyarın her şeyini taklit etsen o seni kabul etmez kardeşim. Seni kabul etmez, seni uşak olarak kullanır. Onun için tarihteki efendiliğini muhafaza et. Kabul ettiremezsin kendini. Uşak yapar. Adi hizmetini gördürür. Hâlbuki sen kâinatta; cehli gördüğün yere ilmi, zulmü gördüğün yere adli, inkârı gördüğün yere imanı va'z eden, herkese merhamet elini uzatan dedenin çocuğusun. Mazbut¹⁶ bir tarihe sahipsin. Ananenden ne sorunursun? Nezaket, nezahet, zarafet, fazilet, hepsi senin… Buna sahipken denizler havuzundu. Denizler havuzun, havuzun! On dört milyon kilometre toprağa mesahip, satiyeye malik, şarkta garpta otur, derdi.  Sen otur bakayım edepsizlik etme! Karadan gemi yürüttüren, dünya haritasına baktığı vakitte, bir adama çok ama bir adama az dedirttiren, ilmiyle kâinatı esir alan. Öyle değil mi ya? İlimle esaretine almıştı.

Neyse şimdi isim sayaraktan vakti geçirmeyelim, zayi etmeyelim. İcap ederse sayarız. Nerelerde neler olmuş, neler olmuş. Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, zayıfa yardım eden, kâviye herkes yardım ediyor, zayıfa! Misal vereceğim şimdi daha iyi anlayacaksın.

Rebî' İbn-i Heysem, misal şimdi. Namaz kılıyormuş. O günün parasıyla iki bin dirhem kıymetinde, büyük para. Gayet cins bir arap, şey at.  Bir at üç dirhemken, iki bin dirhem kıymetinde. Artık sen kendi kendine mukayesesini yap. Namaz kılarken çalmışlar. Müteessif bir hâl, gayet kıymetli bir şey oldu ki, dostları teselliye gitmişler. Teselli ederlerken, “Bu herif atı çözerken, ben gördüm fakat daha ziyade sevdiğim bir şeyle meşgul olduğum için o sevgiden kendimi ayırıp da çözme, diyemedim.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Onu teselli ediyorlar: “Ah, vah, nasıl oldu. Şöyle oldu, böyle oldu, ah görülseydi, bilinseydi, tutulsaydı, şunu yapsaydık, bunu yapsaydık!” derken, o “Herif atı çözerken ben gördüm fakat daha sevdiğim bir şeyle meşguldüm, o sevdiğim, meşgul olduğum şeyde, bir an tevakkuf[8] bana milyonla ata bedel olabilirdi. Karşılık alamazdım.”  Güle güle gitti. Başlamışlar inkizar[9] etmeye “Allah belasını versin, işte şöyle...”

“Yahu o bana zulmetmedi.” demiş. “Kendisine zulmetti. Kendine yaptığı zulüm yetmiyormuş gibi bir de siz mi üzerine zulmetmek istiyorsunuz.”  Bir şey anlatabiliyor muyum? “O bana zulmetmedi, kendine zulmetti, onun yaptığı zulüm kendisine yeter, bir de ben mi zulmedeyim!” Şimdi bizim manadaki kemâlimize ait ahlakın umur-u hariciyede tatbikatında bir vasıf.

Bak şimdi. Bir de bunun karşısında, yine ona benzer bir misal vereceğim.

Bir Frenk lordu, ismi hafızamdan çıktı. O da cins bir ata binmiş, gidiyor. Yolda birisi vaziyetler yapmış, saman tütsüsüne mi tutmuş, rengi değişmiş, inliyor, bu “fena oldum” demiş. Durdurtmuş atını. “Yürüyemiyorsun, kıpırdanmaya mecalin yok. Ben ineyim, sen bin de seni tedavi ettireyim.” İnmiş, ata binmiş. Beş on adım ilerledikten sonra; at zaten cins at, şöyle bir dokunmuş ata, at dörtnala gidiyor, katediyor. Durmuş Fransız lord. “Nafile, heyecan etmedi herif!” demiş. “Benim malikânemde öyle yüzlerce at var, sen benim atımı çalmadın, vicdanımı çaldın. Bundan sonra düşmüşe bakmam!”

İki hadiseyi göz önünde tutun!

Biri çalarken görüyor: “Sevdiğimle meşgulüm, başka çok sevdiğim bir işle meşguldüm, ondan kendimi ayırıp ona yapma diyemedim.” İnkisar ederlerken de “Yapmış olduğu ceza kendisi için büyüktür, bir de siz üzerine yüklemeyin!” Çünkü neden? O tam büyüklüğü temsil eden bir vakara sahip, diyor ki: “Vicdan denilen şey; bir manâ-ı mücerreddir, âlem-i melekûta mensup, öyle bir manâ-i mücerreddir ki, madde ile çalınmaz!”

Öteki: “Vicdanımı çaldın!” diyor. Onunla mukayese yaptırabiliyor muyum?

Vicdan öyle bir manâ-i mücerret, öyle bir manâ-i melekût, öyle bir vediâ-i[10] yezdandır ki, öyle bir nur-u irfandır ki, madde onu çalamaz! Herhalde bir şey anlattım zannederim. Ama bir tuhaf bakıyorsunuz? Ne bileyim ben? Bunu söyleyebilmeklik için insan, nefsini uşak etmesi şarttır. Bu niye söyledi bunu? Yani ilk Rebî' İbn-i Heysem, nasıl oldu da böyle dedi? Ya, nefsini uşak etmiş. Nefsini uşak etti mi inkişâfa  gene müsahhar olur.

Size bir misal daha vereyim. Ahlakçılardan Hasan-ı Harakâni  var. Muazzam bir adam, manaya da sahip. İnsan yetiştiriyor. Binlerce adam yetiştirmiş. İnsan yetiştiren, yetiştirmek demek; bir adamı okutmuş, şunu etmiş yani adam olmuş, filan masaya bey yapmış, filan dükkâna tüccar yapmış, filan şeye efendime söyleyeyim sahip yapmış, ehh bunlar zahirde tabiatıyla büyük büyük şeylerdir.

İnsan yetiştiriyor demek; Hak, hakikat muhabbetini kalplere koyup da gönül almaklık ticaretine malik sıfatlarla mücehhez adam yetiştirmek demek. Bir şey anlatabildim mi acaba? İnsan yetiştirmek bu! Haberi olmadan insanın gönlünden kedûreti[11] kaldırıyor. İnsan yetiştirmenin bir manası da bu. Haberi olmadan ahlak-ı rezilesini[12] çıkarıp, yerine ahlak-ı hamide[13] va'z ediyor. Hâlini  giyindirmek, eski tabirde. Hani bizde bazen vardır. “Şunu yapma bunu yapma...” ondan iş çıkmaz. Öyle değil!  “Senin şu çirkin halin var, bunu yapma. Şuran bozuk, bunu düzelt!”  Düzelttiremez, hiçbir şey yapmaz. Bir defa söylemiş olduğu şeyin, eğer o bozuksa o bozukluğun sende olmaması şarttır. Sözün tesir edebilmesi içün, yegâne şart o. Anlatabildim mi acaba?

Herhangi bir şeyi nasihat ettin, vasiyet ettin, tavsiye ettin; o fenalık eğer sende varsa Kudret öbür tarafa, muhatabına tesirini yaptırtmaz. Olmaz. O aşı tutmaz! Size buna bir misal vermiştim, yabancı arkadaşlar olduğu için tekrar edeyim misali.

Vaktiyle bir adamın bir çocuğu varmış. Olur ya insanlar türlü türlü iptilaya maruz kalır. Çocuğun iptilası da bal yemek. Bal olmazsa sofrada yemek yemiyor. Ona müptela. Çocuk bir rahatsızlığa giriftar olmuş. Doktor demiş ki: “Katiyen tatlı yemeyecek!”  Ee  bal yemese  yemek yemiyor; yine zâfiyet başlıyor, balı yerse hastalık tedavi olmuyor. İkisinin arasında kalmış ebeveyn. İlle bal yiyecek. O civarda ehl-i hâl, ashab-ı faziletten, nutku daima haklanan...

Kudret bazı adama öyle bir sıfat verir. Ne söylerse olur. Onun maddisini sana misal vereyim ben. Efendim nasıl olur? Nasıl maddiyat da bir rütbe olursa, maneviyatta da öyle rütbe vardır. Mesela kocaman bir ordu, yüzbinlerce insandan teşekkül etmiş. Bir tane kumandan, “Arş” der, rap rap yürür. Bir “A” bir “R” bir “Ş”ye girişmiş, belki kumandayı veren de farkında değildir. Anlatabiliyor muyum acaba? O rütbenin salikidir. O, onun şahsiyeti değildir; o şahsiyet-i hükmiyenin, onun üzerindeki tecellisiyle maddi gidiş olmuştur. Bir de Allah (cc) hükümetinin eri, kumandanı vardır. Anlatabiliyor muyum acaba? Şimdi o kumandan, takaud[14] olur yahut çekilir yahut istifa eder, on kişiye bakalım “Arş” desin, herkes böyle bakar. Bir defa o arş kelimesi, ilk çıkan gibi “Arşşş” diyemez. Seda dondu, anlatabiliyor muyum? Bunlar maneviyata ait birer remizdir. Birer işarettir, ders, ders kaçırmıştır. Yani sen inkâr sahasına geçme! Ben senin maddede misallerini vermişimdir. İşte öyle bir manada bulunan bir aşk kumandasına sahip bir adammış o adam. Anlatabildik mi? Misali ile iyi anlaşılsın diyerekten.

Demişler ki: “Bir defa bu çocuğu o kemâlli insanın yanına getirin de kendisi nasihat etsin, belki sözü tesir eder.” “Hay hay!” demişler, götürmüş. Anlatmış babası demiş ki: “Şöyle, şöyle, bala iptilası var, hasta. Aciz kaldık, belki sizin sözünüzü dinler diyerekten getirdim.” “Güzel ama kırk gün sonra getirin.” demiş. Çıkmışlar, kırk günü dar beklemişler, kırkıncı günü götürmüşler. Oturup konuşulduktan sonra ayrılırken, Okşamış başını: “Evladım, benim hatırım için bal yeme olmaz mı?” demiş. “Yeme bal bakalım ne olacak.” demiş. “Baş üstüne!” demiş. Şimdi babası diyor ki, tabi nezaketen “Peki efendim” Durur mu diyor, imkânı mı var? Sofra kurulmuş, yine adet üzere onun balı yemeği ile beraber çıkıyor, bal gelirken balı görünce başlamış dışarıya çıkarmaya, istifra ediyor. Şaşırmışlar. Sofraya oturmadan babası meraklı adam koşmuş gitmiş, o insana, o insan-ı kâmile. Demiş: “Efendim var olunuz, Hak razı olsun, çocuğu bu iptiladan kurtardınız fakat merak içindeyim, niçün o gün emretmediniz de kırk gün sonra söylediniz?” “Tutmazdı yavrum” demiş. “Çünkü senin dediğin gün ben bal yemiştim, sabahleyin. Yediğim balı iklim-i vücudumda kırk gün zarfında tamamen her zerresini atabilirim, attıktan sonra ben ona bal yeme dersem, o vakit söz tutar.” Anlaşıldı mı şuradan da bir şey?

Buraya nereden girdim acaba? Buraya bir yerden girdim. Haa. O bu adama ait bir sıfattı insan yetiştirme, bunu bir yerden girdim. Bir misal var. Efendim.(...) Aferin. Biliyorum da bekliyorum, nerde kaldım diyerekten. Orayı söylemenizi istiyorum ben de. İnsan yetiştiren bir zatmış dedik, değil mi? Sonra insan yetiştirmenin ne olduğunu… Gönüller fethetmek. Asıl cümle şurada kalmıştı, hâlini giydirmek. Cümlenin kalan yeri de bu. Şöyle böyle derseniz, şu bozuktur, bu bozuktur, tutturamazsınız. Değil mi bulduk mu yerini şimdi, kalan yerini? Tam bu. Demek ki ya ben iyi söyleyemiyorum yahut siz iyi dinlemiyorsunuz.

Binlerce insan yetiştirmiş. Fakat karısı tamamıyla zıt. İşitiyor bir insan. “Filan yerde bir insan var, ahlakçı. İnsanın gönlündeki kedûreti alıyor.” Gitti mi eğer evde yoksa, “Sen de mi aptallardansın!” diyor. “Bırak, ahmak herifin biri, bir mana diye tutturmuş, bir ahlak diye tutturmuş, bir işe yaramaz bir adam!” Kocası, kocası! Öyledir, ekseriyetle öyle oluyor. Nuh Aleyhisselam’ın karısı kâfire, Lut Aleyhisselam’ın karısı kâfire, facire, fasıka. Birisi de gitmiş. Kapıyı çalmış, Hasan-ı Harakâni yok orada. “Niye geldin!” demiş. “Efendiyi ziyaret edeceğim, bazı şeyler, müşküllerim var halledeceğim.” “Seni kim iğfal[15] etti!” demiş. Söz de tohumdur haa. Acayip. Bir adamı elli sene iyi tanırsın, birisi “cıık” yapsa derhal süte gaz damlamış gibi bir vaziyet olur. Bir adam kendisine, birçok iyilik vasıfları olur, kabul olur olur, öbür taraftan bakarsın ki... “Zavallısın” demiş. “Seni de iğfal etmişler, acırım geçireceğin ömrüne. Git azizim git!” demiş. Daha fazla ileri gitmiş, hakaretler ediyor.

Adam demiş ki: “Ne yapayım ki!” demiş. “Seni ben şimdi imha ederdim ve seni imha etmek de benim için çok iyi bir şey olurdu.”  Birinci, demiş: “Sen demek ki bana yaptığın gibi kim bilir kaç insanın ayağını kaydırdın? O tehlikeyi önlerdim. İkincisi, seni imha ettiğimden dolayı beni de imha ederlerdi, o büyük insan uğruna imha olunduğumdan dolayı ben de zevk alırdım. Fakat ahdetmişim gelirken, onun bulunduğu köyün köpeğine dahi hakaretle bakmamaya.” Bir şey anlatabiliyor muyum?  “Bu kapıda bulunuyorsun, ben bu köydeki köpeğe dahi nazar-ı hakaretle bakmamaya ahdetmiştim. Allah’ından (cc) bul!” demiş, çıkmış.

Sormuş başka birisine: “Nerede bu Hasan-ı Harakâni?” İsmi de hoşuma gider çok, böyle. Böyle, şevkli insanlar, insan yetiştiren insanların ismi zikredildiği vakitte, insanın vücudunda bir, bir letafet hâsıl olur. Tarife gelmeyecek bir hâl. “Dağa oduna gitti, odun yığını yapar, yarın pazardır, bunu satmaya getirir. Gelme saatidir, gidersen yolda rast gelirsiniz filan” demiş ama insanın bir içinde, ne muazzam yerleri var?

İnsan bir tane değil ki. Acayip. Bak şimdi beni dinlerken bir yandan konuşuyorsun, hatta bazı yerde geziyorsun, hatta konuşmamla bazı başından geçenleri derleyip toplayıp mukayese yapıyorsun.  Bazı yerinde haddizatında “Anlamadım” diye duruyorsun, bazı yerinde “Doğru “ diyorsun, bazı yerinde “Nasıl yapalım” diyorsun, bazı yerinde memleketinin bir tarafını önüne getiriyorsun, bazı yerinde birçok dostlarda olmuş olan bu şekiller “Doğruydu” diyerekten, üüüüüü boyuna…

Kaç vücuda sahipsin? İnsan bu. Kaç vücudun var içerinde? İnkâr eden vücudun hangisi, tasdik eden vücudun hangisi, şüphede kalan vücudun hangisi? Hepsi bir anda sende toplanmıştır. Ölürken hangi vücudunla kalacaksın? Mesele bu! İnkâr eden vücudunla mı, tasdik eden vücudunla mı, şüphede olan vücudunla mı? Güç noktası budur kardeşim. Evet, bu vücut üzerinde kalacağız hepimiz ama hangi vücudumuz içinde kalacağız? Sen kendini idrak ettiğinden dolayı kaç vücut geçirdin? Kaç sıfatlara büründün? Bunu şöyle bir düşün, kendi üzerinde kendi. Yaa, insan öyle bir insandır ki, hâlli güç!

Konuşuyorsun, konuşmak için bilmek şarttır. Bilmek için düşünmek şarttır. Düşünmek için öğrenmek şarttır. Konuşturan bir gün konuşacaktır. Bunlar bir silsileye bağlanmış, netice itibariyle bir divan vardır. Hayat buraya bağlıdır. Hayat buradaki masaya bağlı değil. Buradaki kasaya bağlı değil. Gönül rahatlığı servetle değil. Servet bazen adama nikmet[16] olur. Nice evlerde uykuyu kaldırır. Nice insanları birbirine düşman eder. Öbür tarafta bundan mahrumdur, yastığı da yoktur, kolunu yastık yapmıştır, mışıl mışıl uyur. Onun içün bizim ecdadımız adama dua ederken, şusu olsun busu olsun diyerekten, değil de “Allah (cc) dirlik düzenlik versin.” derlerdi.

Dirlik, dirilik. Gönül diriliği. Kalbi ölmüş olan adam haddizatında, kalbi ölü demek, cehil demek. Cehil demek; Hak ve hakikatten uzak, gönlünü yalnız bir yere bağlayıp da yani o Hak’tan hariç bir yere bağlayıp da yaşayan adam, demektir.

Bugün çok insan tabutu omuzunda gezer. Tabutu bu vücududur. Başka tabut arama sen. Seni yine bu tabutunla gömerler. Öbür tabut arızî. Tabut bu! Bu kalıp. Bunu sırtına alıp yüklenip gidersen yazık! Yaa? Bir dost bul onu taşı.

Bir milyar liran da olsa, oturduğun vakitte karnın doyuncaya kadar yersin, yattığın vakitte boyunun alabilecek kadar bir döşekte yatarsın. Yemeğin hangisinde zevk olduğunu onu Allah (cc) verdiği an bilir. En yüksek -örfün lisanında-  et yemeğini, nefis bir şeyi  yersin “Zehir gibi geldi!” dersin. Öbür tarafta da kuru ekmek yersin “Aman ne lezzetliydi dersin.” Vergiye bak. Müessir-i hakiki Allah (cc). Eşya değil ki!

Hacı Kemal Bey vardı doktor, röntgen gibi bir adamdı. Gureba’da hala durur yeri. İsmi, o ismi taşır. Gureba’da hala yeri durur. Röntgen gibi bir adam. Röntgen hata eder ya. Hata etmez röntgen de gören hata eder. Yanlış söyledim, gölgeyi görür “Burada bir şey var.” der, açar bakarsın ki bulunmaz, hemen kapatır. Başka bir şey arar sonra. Gölge aldatır, bazen de içinde makası unutur, pens mens unutulur filan. Öyle bir zattı o. Hatta bana bir defa dedi: (Daha çekilmezden evvel) “Ağır geliyor!” dedi. “ Yeni yetişenler bizimle istiskal[17] ediyorlar!” dedi. “Alay ediyorlar!” dedi. “Ne yapayım? Çekileyim!” “Yok canım azizim, siz hizmeti Hakk’a diyerekten yapıyorsunuz ve onun içün Allah (cc) size Şafi ismini vermiştir. Muvaffakiyetiniz daima işte size bir hususiyet vermiştir. Onun kolayı var.” dedim. Onlar teşhis korlar, korlar, sen bir iki tanesinde “Bu yanlıştır, teşhiste de”  bir  kaçını .... yapın. “Caiz midir?” Bu husus da caizdir, dedik. Ondan sonra senin yanında hepsi böyle el pençe divan dururlar. “Allah razı olsun!” dedi “Hakikaten öyle bir şey yaptık, şimdiden sonra bir şey yok.” dedi  de, söyleyeceğim o değildi.

O Laleli sebilinin[i] orada bir şey vardır, mola taşı. Son zamanda hastalanmıştı, evinin penceresinden o taş gözükürdü. Bir hamal geldi. Ben de böyle oturuyordum karşılıklı, o da mizacı münharif, rahatsız. (Maraz-ı mefti oldu ya sonra ya.) Şöyle bir hamal oraya geldi, iki yükü indirdi, yani koydu mola taşına, bir nefes aldı. Ondan sonra yükünün üzerinden mendili açtı; kocaman bir ekmek, ekmeği şöyle parçaladı, bir domates bir soğan çıkardı, ezdi onu. O oradan öyle bakıyor, bir derin  “Ahhh!” çekti, dedi: “Efendi, şunun sıhhatini bana verseler, şunun yemek yiyişindeki zevki bana şimdi Allah (cc) verse, bütün varidatımı, bütün müktesebât-ı ilmiyemi derhal buna veririm. Şimdi veririm.” dedi. Bir şey anlatabiliyor muyum?

“İçinden konuşmalar” dedim, “Kaç vücudum var?” dedim. Değil mi? Hem ben  konuşuyorum hem kendimi hem sizi idare ediyorum.  Burada kaldık. “İyi ama dedi, vesvese geldi... İdraki kabul etmez!” Evet ben sizi işte ahlakın son sınıfına yetişmiş zannı ile konuşuyorum. Yoksa maddenin kesafetinde boğulmuş; kitabını paranın üzerindeki yazı olaraktan kabul etmiş, o biraz evveli söylemiş olduğum, Rebi' ibn-i Heysem’in de şeysini, halatına “Ahmak” der. Namaz kılıyormuş da bir güzel bir şeyle meşgulmüş de atını çalmışlar da sesini çıkarmamış(!) O sana ait değil kardeşim! O makam-ı aşka çıkanlara ait. Ooo, o ayrı iş o. Ben de sizi bu şekilde tanıdığımdan dolayı bu mevzuları söylüyorum. Yoksa maddenin kesafeti, onların dersi, konuşması, şekli ayrı. Fakat bu lacivert kubbe böyle insan yetiştirmiş. O öyle bir Mecnun ki, böyle Mecnun. 

Mecnûn ki "lâ-ilâhe illâ" der idi

Teklîf-i şu'ûr eyleseler "lâ" der idi

Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim

“Mevlâ” diyecek yerde "Leylâ" der idi

Onun sınıfı ayrı. Bir daha söyleyeyim sana. Mecnûn ki "lâ ilâhe illâ" der idi. Malum ya, esasat-i[18] itikadiyede bir insanın hakperest olabilmesi içün “La ilahe illallah” kelimesini ağzıyla söylediği gibi manasını da hâliyle sahip olmasıdır.

La ilahe illallah’ın manası, ne demektir o? Allah’tan (cc) başka Allah yok. Güzel ama onun daha ince bir manası var. Nedir o? Ben yokum, Sen varsın.

“Ben de varım Sen de varsın!” dersen olmaz. Neden? Sen elli sene evveli var mıydın? Yok. Elli sene sonra yine yok. Dün vücudu yok, bugün vücudu bulmuş, yarın yine vücudu yok olacağı muhakkak olan bir şeyin Allah’ın (cc) azameti ile yarışa kalkması hamakâtten[19] ibarettir. Dün vücudu yok, bugün var, yarın yok olacağı muhakkak, e o halde? Hah, işte onun manası; ben yokum, Sen varsın. Öyle olduğundan dolayı, Mecnun’a diyorlar ki, Mecnun’a  “Biraz aklını başına topla yahu, derlen toplan.” Mecnûn ki "lâ ilâhe illâ" der idi, lafzâ-i celali getirmiyor yani Allah (cc) kelimesini orada. Mecnûn ki "lâ ilâhe illâ" der idi Teklîf-i şu'ûr eyleseler “Azıcık aklını başına toplasan” "lâ" der idi. “Hayır istemem aklı” Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim, “Mevlâ” diyecek yerde "Leylâ" der idi. Şimdi yukarıki cümleyi al, mısrayı al, "lâ ilâhe illâ" der idi, diyordu ama aşağı ile topla    “Leyla”  Anlatabildik mi acaba? Ama o, ona ait. Sonra Fuzûlî  de onu alıyor diyor ki:

Olsaydı bendeki gam Ferhâd-i mübtelâde

Bir âh ile verirdi bin Bisütûn’ı bâde

Verseydi âh-i Mecnun feryâdımın sadâsın

Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvade

Malum ya Mecnun sahra-nişin[20] oldu. Bir hâl. Mecnun deyince, bizim romanlarda okuduğumuz şekilleri hatırlamayın. Bir ân oldu Leylâ ile Mecnun bir arada bulundukları vakitte “Şöyle ben elimi dokunursam yanarım!” dedi. Bizim bildiğimiz şekiller değil. Bizim idrakimizin haricinde. Hürriyetler tahakkuk etmiş. İnsan, hakkı göstermek için bir ayinedir. İnsanın tarifi bu... Yeni yaptığım tarif, zapt et! İnsan Allah’ın (cc) padişahlığını azametini görmek içün Allah (cc) tarafından yapılmış bir ayinedir. Mecnun da kendi hüviyet-i zatiyesini görmeklik içün Leylâ’yı bir ayine olarak görmüştü. Leylâ’yı görmek istemiyordu. Leylâ’da kendini görmek istiyordu. Anlatabildim mi acaba? Onun içün öyle diyor o. Yoksa onun zevkini anlamazsa; bir, kaba bir adamın yanında okunacak olursa küfürdür sözler. O yüksek…

Mecnûn ki "lâ-ilâhe illâ" der idi Teklîf-i şu'ûr eyleseler "lâ" der idi.  Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim “Mevlâ” diyecek yerde "Leylâ" der idi.

Sahrâ-i Beyâban’a geçtiği vakit, babasına haber verdiler. Mecnun’un ismi Kays’tır. Bir emirin oğlu. Leylâ da bir emirin kızı. Gördüler Mecnun’u, babasına dediler ki: “Git bir nasihat et, acınacak bir halde!” Babası gitti konuşuyor. “Tanımadın mı beni?” dedi. “Hayır” dedi, “Tanımıyorum, bilmiyorum.” Söyledi, söyledi, “Yazık etme!” dedi. “Benim saltanatım var, benden sonra sen varsın, istersen ben çekileyim sen sahip ol.” Birçok nasihatten sonra, “İşittin mi bunları dinliyor musun?”

 “Ne söylüyorsun?” diyor.  “Aaa, saatlerce konuştum, hiç birisini…”  O anda birden bire kolunun şu damarından bir kan birden bire fışkırdı. Mecnun da Kudret’e hitaben:

“Fassâd[21], neşterin aheste vur, zira Leyli’nin kanı Mecnun’un azasındadır

“Nedir?” dedi babası? “Ne oldu, bu böyle birden bire? “Ne olacak?” dedi. “Leylâ’ya operatör geldi, neşter vurdu ameliyat yapıyor. Koluna vurunca kan buradan fışkırdı. Biz bir ruhuz iki bedende!” dedi. Anlatabildim mi acaba? Onun üzerine “Sen hâlinle kal!” dedi babası da.

Bizim anlayacağımız saha değil. Bizim anladığımız saha değil. Olur mu, olmaz mı? Niye olmasın iki gözüm? Şurada birisi tramvay altında kalırken, sen burada “Ayyy” diyerekten bağırıyorsun. Belki o gün yemek de yiyemezsin, rengin değişir, kalbin varsa ölürsün de. Ezilen o, sen değil. Allah (cc) diyor ki: “Birsiniz!” Eğer Mecnun gibi kemâle ersek, o acıyı biz de duyarız. Anlatabildim mi? Kudret onun dersini kaçırmıştır. Denize birisi düşsün, başlarsın başında “Ayy!” dersin. O düştü sana ne.

Kudret “Yabancı yok!” diyor. “Hilkatte beraber, hakikatte biradersiniz. Hepiniz “kûn” emrinin daire-i merkezinde dönersiniz.”  Bunun biz farkında olsak, anamızın nafakasını vermez miyiz? Bunun biz farkında olmuş olsak haddizatında yanımızda aç bulunur mu? Bunun biz farkında olmuş olsak, haddizatında insanlık âlemini inim inim inletir miyiz? Gelmekten gaye budur işte. Bu âleme gelmekten gaye o. İnsan nüsha-ı kübra, her şeyi cami.  İnce yerlerini söylüyorum. Çok zevkim var dinle, her vakit böyle konuşmam.

Şimdi, o Hasan-ı Harakâni’yi ziyarete gelen salik, insan; hem yürüyor, hem “Acaba?” diyor, hem kabul ediyor, hem “Nasıl olur?” diyor. “Eğer bu, bu kadar kemâlata sahipse bunun karısı bunu inkâr ediyor?” diyor. O putenin içerisine nesneyi atıp da çıkan duman, çıkıyor. Hasan-ı Harakânî de bir aslana yüklemiş odunları, erkek bir yılandan da yapmış bir kırbaç, binmiş üzerine, yaklaşırken, yaklaşmışlar şimdi, korkuyor. Bir defa acayip! Mâamâfih, Hasan-ı Harakânî yılanı böyle adama, şeyi aslanı tutmuş böyle, merkepten daha zayıf bir hale getirmiş ama ne de olsa sıfatı var aslanın. “Ey talip” diyor. “Sen” diyor. “Beni veriştirene kulak asma,  eve gittin şunları söyledin, bir saatlik yolu katettin. Doğru mu değil mi, şöyle olsa böyledir, böyle olsa ne kadar hatırından hutur eden şeyler varsa o, onunla ben irtibatı kesmiş olsaydım, bu aslanı kendime uşak yapamazdım.”  Bir şey anlamadınız bundan. Enbiya sıfat olan insanlar böyledir. Onlar cem-i ezda da[22] memurdur. Anlatabildim mi acaba?

Büyük insan zıt olan şeyleri toplar. Hep iyileri toplamak, o hüner değil o. “Sen de gel!” diyor. “Nebi sıfat ol da zıt olan şeylerden kaçma. Bak ben kaçmadım, aslanı emrimde eşek yaptım, erkek yılanı kırbaç yaptım.  Şak, şak vuruyorum!” diyor. Nedir bu bilir misiniz? O insan-ı kâmilin, umur-u hariciyede nefsine vücut verişidir. Anlatabiliyor muyum?

Nefis aslandır. Çabuk mağlup olmaz. Aklı çok sefer yener. Hayatta kaç insan vardır ki; aklı nefsine uşak olmamış, ruhunu nefsinin esaretinden kurtarıp da doğrudan doğruya Hak’ta vasıl olmuş? Milyonlarda birdir. Şimdi o insan senin gördüğün sokaktaki aslan değil o. O adamı yetiştirmeklik içün insan da Allah’a (cc) muhatap. Cenab-ı Hak’ta bütün “Naib-i Hak yaptım” diye, “Yer üzerinde kendi yerime kaim kıldım. Sen eğer tamamıyla bende fani olursan, Ben seni bütün eşyaya musahhar kılarım.” Bugün fili aya çıkarmaklıktan daha zor değildir, nefsini aslan yapmakta hariçte göstermeklik.  Anlatamıyor muyum acaba? Eğer bir insan, Hakk’a karşı vermiş olduğu sözünden hiç dönmeyecek olursa, vücudunda gizlenmiş olan manaların, madde âleminde tecellisiyle, zevahirde göstermek şekline sahip olabilir. Şimdi o inkâr ile tasdik arasında gidiyor ya, o kendisini ziyarete gelen adam.

“Bunu çabuk çevirmek, buna çabucak, madâmı ki bu kadar yol yürümüş de buraya gelmiş, benimle gönül tedarik edecek, benim daire-i terbiyemde kalacak, bunu uzun boylu yontmaktansa, Yarabbi ben bugün toplamış olduğum bu yükü sırtımda taşımayacağım, şu benim nefsimin şekline vücut ver, çıkar bunu benden. Yüklüyüm ben ona. İşte bak böyle olursun, diyeyim.” Anlatabildim mi acaba? Hasan-ı Harakânî bu, yapar böyle şeyler.

Sen rüya görmedin mi hiç? Nedir rüya? Rüyayı bana tarif et bakayım, nedir? Birkaç sefer söyledim, yine tekrar edeyim. Hâkim olursun, mahkûm olursun, azaplı görürsün, ferahlı görürsün, ölürsün, telaş içindesin, uyanırsın, “Aaa, rüyaymış dersin.” Ne malum bu yaşayışımız bir rüya değil? Bunu rüya olmadığını ispat edebilir misin? Kim edebilir. “Hayır, bu rüya değildir!” diyerekten? Rüya âlemi misaldeki vücudunun harekâtı. Levh-û mahfûzdan beşerin isti’dadını kurtarma, şey etme, isti’dadı nispetinde Kudret’in bir ders kaçırmasıdır. Hakiki rüya. Bir de adgasu ahlam[23] var. O hariç. Mide tebahhuru[24] ile o ayrı o. Karıştırma orayı. Ne malum burada şimdiki, şu halimiz acaba rüya mı değil mi? Yaa, bu kadar zavallıdır beşer işte. Rüya mı değil mi? Söyleyeyim mi? Ses çıkmadığına göre söyleme. Yoo, geçti o. Demek ki Kudret söylediğimi istemiyor. Hepinizi birden böyle tuttu. Demek ki “O söylenmez!” diyor.

Buraya kadar konuşmamızdan anlaşılacak olan nokta, “Allah (cc) der ki; “Zıtları cem etmeye çalışın, en zor iş bu insanlıkta. Zıt olan şeyleri cem etmeye çalışın. Affedin, birbirinizin üzerinde çok durmayın” Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, şöyle  bir emirde buyuruyor, bulunuyor; “Ve nadâ münâdim[25]” diye başlayan bir hadisinde, hepimiz bir yerde toplanacağız. Hiç çare yok. Ölümden de korkmayın, iyi insan olursanız. Ölüm gelin olmak demektir. Vuslat!

İnsan annesinin karnında o kadar yerleşmiş, o kadar zevk almıştır ki o mahal-i cifede, “çıkmayacağım” diye ağlar, bağırır, işte neyse ebe mebe çıkarır. Ağlar o. Memnun yerinden. Şimdi burası da bir anne karnıdır, buradan da çıkmayacağız, diyerekten oraya koşarız buraya koşarız, çıkacağız fayda yok. “Doğ!” dedi mi bir defa doğacağız. Yalnız belki öbür tarafta sakatlanır, kesilir, ölü doğar bilmem parçalanır alınır, bu doğumda öyle yok. Bunun doktoru hâzîk[26]. Dipdiri çıkarıyor, hiçbir tane lekeli çıkarmamış. Öyle bir doktor... Adına Azrail derler, aleyhisselam. Öyle herkesin dediği gibi Azrail gibi geliyor, ondan güzel bir şey yok. Onun güzelliğine meftun olursun da canını verirsin. Onun güzelliğine âşık olursun da teslim olursun. Hasna, müstesna, dilara, öyle senin bildiğin gibi değil. Dikkat etsene, bütün elemler içerisinde böyle kıvranır, kıvranır da öldükten sonra git böyle kaşları durmuş olan insana böyle güler. Güzel bir şey görmese güler mi, o ıstırabının içerisinde? Anlatabiliyor muyum acaba? Çok iyi bir şeyle karşılaşmasa, mütebessim bir ağız olur mu? Ama bazı züppe insanlar vardır: “Bahsetme benim yanımda!”  Ne bahsetme, gebereceksin, faydası var mı? Ne bahsetme? Bahsetme filan yok(!) Cayır, cayır “Hayattan azl oldun!” emri gelecek. Zevk alsana. Tabi bu husus iyi insan için konuşuyoruz.

Ah almamış, gaye bu. Şebâş derpe-i azar-i[27]… Getiremedim aşağısını. Meali şu:  Bizim manamızda; gönül verdiğimiz imanımızda, ah alma ne yaparsan yap. Ondan başka günah yok, der. Ah alma! E iş kolaylandı o halde. Yook! “Gönül kırma!” diyor çünkü. Kendi gönlün kırılır. Senin tasarruf edemediğin, içinde sessiz sözsüz konuşan bir şey vardır, “Sen ne alçaksın!” der. “Yaptın yaptın da şimdi de yalan söylüyorsun utanmadan!” der. O kırılır o. Anlatabiliyor muyum acaba? Kendi gönlün kırılır. Âlemin gönlü kırılmaz ama dalavere ile farkına varmaz, kendi gönlün kırılır. “Seni ben bilirim” der, “Alçak!” der. Aldattın, yedin âlemin malını der, kırdın filanın bir şeysini, başkasına yüklettin, der. “Utanmadan, rezil!” der. “Katmerli katmerli rezilsin sen!” der. “Sıyrık” der, üüüü neler söyler, neler söyler. O gayet korkunç bir şey değil. Kötü adam içün korkunç tabi.

Kanatları kırık olan kuş, kafesin kırıldığını istemez. Ağyar beni telef eder, diyerekten. Kanatları sağlam olan kuş da kafesin durduğunu istemez, bende fezamda biraz tayeran[28] edeyim, diyerekten. İnsanın da iki büyük kanadı vardır; o iki kanat eğer kırılmamışsa, bu bunda bir şey yok, bunda iş yok. Kullanılmamış bir elbise verirler sana öyle gayet güzel, vücud-u müktesebe-i[29] maneviyen.

Hayattan azl olduktan sonra gelecek olan vücudun hangi vücuttur bilir misin neden yapılacağını?

Dokunmuştur o vücut, hazır. İnsan öldükten sonra, bu âlemde irtikap etmiş olduğu sözü, hâli, ef’aline, Allah (cc) vücut verecek, onun içine sokacaktır. Gelirken güzel olman, çirkin olman elinde değil. Kara kaşlı, sarı saçlı, şöyle olmak, hangi boyayla öyle, giderkene karışmıyorum, diyor. İster kendini güzel yap git, ister çirkin yap git! Anlatabildik mi acaba? “Gelirken ben boyayacağım, giderken sana bıraktım!” diyor. Nasıl sözlerimiz bugün Amerika’da dinlenir, konuşulur, duyulur, dünyanın bir tarafından burada  sen duyarsın, oradan ben duyarım. Mevcut ise  ef’alimiz de mevcut, ahvalimiz de mevcut, hepsi mevcut. Yalnız, Hûda’ya yalvarıldığı vakitte çirkin olanlarını kaldırıyor. “Ben şu çirkinliği yaptım, herkes bilir,  şu çirkinliğimi kaldır!” diyerekten yanında bir iyilik yaparsan, o silinir, o vücut silinir.

Orasını da söylememiştim yahut az söylediğim yer. Belki de söyledim az, dikkat et! İkinci hayattaki vücut insanın vücud-u müktesebe-i maneviyesidir. Türkçesini söyle, daha açıkçası; bu âlemde fiillerimiz, sözlerimiz, hallerimize Allah (cc) vücut verecektir. Öyle diyor, Allah’ın (cc) ağası mısın? O vücuda senin mananı taalluk[30] ettirecek. Gelmende güzel, çirkin olmaklığın elinde değil, “Giderken elinde” diyor. “Giderken karışmıyorum” diyor. İster güzel yap git, istersen çirkin yap git. Hayırda müsabakaya çıkarsan, çok güzel yüz yaparsın, hayırda yarışa çık. İvazsız[31] garazsız[32] hayırda yarışa çık. “Hayır” deyince herkesin gözü önüne para gelir, canım yalnız para ile hayır olmaz yahu! Yalnız paraya bağlı değil ki bu “hayır.”  İttekin-nar velev temmetin ev bi-kelimetin tayyibetin. “Ateşten kendini kurtar, istersen yarım hurmayla, ona da kudretin yoksa  güler bir yüzün yok mu?” diyor. “Tatlı bir sözün yok mu?” Güler bir yüz, âcize karşı göstermiş olsan, üüüü ne işler çevirir.  Ne işler çevirir. “Güler bir yüzün yok mu?” diyor.

İşte, size kolay bir şey söyleyeyim. Gayet kolay yapabilirseniz… Şimdiye kadar söylemediğim bir emr-i Peygamberi. Yapın, çoğumuz ihtiyarladı, hepimiz gidiyoruz işte. Zamanı fırsat bilin, ferda-i[33] mâadımız[34] için zat-ı zaire toplayalım. Kudret elden gitmeden, perde-i gaflet açılmadan ne yapıp yapıp yapalım. Gayet güzel bir şey. Söyleyeyim mi? Ne kadar güzel.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, büyük Zât-ı Âla bir gün dostlarını toplamış: “Rızâ-i İlahi bahâ ile değildir!” demiş. “Bahane iledir” demiş. Yani Allah’ı razı etmeklik, milyar sarf edersin de razı olmaz, Allah’ın (cc)  adeti acayip. Rızâ-i ilahi. (Bunu derken, size eskiden konuşmamda bir şey söylemiştim o hatırıma geldi. Onu da söyleyeyim.)

Her işte Allah (cc) ihlas arar bir defa. Dünya işini akla vur fakat mana zevkini akla vurma, aklı boşa! Aklı taklîb³⁵ etmedikçe aşk sana varmaz. Ama dünya işinde de onu uşak olarak kullan. O lazım o. En büyük şey. Hocanın biri va’z ediyormuş. “Hüner rızayı elde etmek!” demiş. Karşısında saf, anasından doğduğu gibi bulunan, ihlas sahibi bir adam bulunuyormuş. “Yahu bundan kolay ne var?” demiş. “Ders bittikten sonra ilk işim, Rıza isminde bir adamı arayayım.”

Çıkmış sokağa: “Adın ne?  Cemal. Adın ne? Veli. Adın ne? Nuri. Adın ne? Ahmet.” Allah’ın (cc) işi, bir türlü Rıza isminde adam yok. Geziyor, geziyor Rıza yok orta yerde. “Bu civarda yok!” demiş. Şedd-i[35] dar[36] etmiş. Bir tenha yerden geçerken, yine biri geliyor, “Nedir adın?” demiş, “Rıza” “Ooo, ne zor adammışsın yahu!” demiş. “Hüner Rıza’yı bulmaktaymış, bulduk seni!” “Eee ne olacak?” demiş. En büyük, o büyük demiyor da, en derin hoca, çok derin, onun tabiri. “Böyle dedi, binaenaleyh sen benim işi halletmen lazım gelir.” Bakmış ki saf, temiz bir adam. Demiş: “Kardeşim bu “Rıza” Allah’ın (cc) memnun olması demektir, hoşnut olması demektir. “Rıza” isminde bir adamı bulmak manasına değildir.”

Bir duraklamış şimdi. “Peki Allah’ı (cc) nasıl memnun edeyim?” demiş. “Bana onu öğret!”

“Vallahi onun tecellisi acayiptir, memnun et de nasıl edersen et!” demiş. “Çalış et, ibadet et, oyna et”

Temiz bir adam yalnız böyle, köy oyununu iyi bilirmiş. “Ben” demiş, “Köy oyununu çok iyi bilirim, bundan da memnun olur mu?” “Olur” demiş. Yakasını kurtaracak. Yapışmış. Yapışmış bırakmıyor, yakasını nasıl kurtarsın?

“Başka çok işler bilmem. Cahilim fakat köy oyununu iyi bilirim, bundan da hoşnut olur mu, memnun olur mu?” “Olur!”

Başlamış, şıkır, şıkır, o köylülerin kendine mahsus bir oyunu vardır o. O bambaşka bir şeydir. Onları kaybetmemeli. Onlarda hep mana gizlenmiştir. Hep büyük insanlar onları talim etmiştir. Onların biz inceliklerini pek idrak edemeyiz. Yaa!

Bizim her şeyimiz güzeldi. Geçenlerde söylediğim gibi bir annenin çocuğa ninni söyleyişi vardı, o kalktı. Çocuk şimdi sepette büyür, kedi gibi! O söyler, söyler de neticesinde, “Huuuu, Huuuu” der, biliyor musun? Huu Allah’ı (cc) çağırıyor işte. Zikirle büyüyen Hak’la büyüyen çocuk, nasıl bire on dövüşmez? O Hakk’ı daima daha mini mini masumken kulağına duyurulan çocuk, neden milyonla lira eline verildiği vakitte “Git beni madde ile mi adaletimi satın alacaksın!” diye de tekme vurmaz? Yaa... Hepiniz hatırlarsınız değil mi? İçinizde ninni ile büyüyen yok mu? Ne de güzel ismi var; huuu, huuu, ninni. Yaa Huu. “Hû” Allah’ın (cc) Zât ismidir. O ne tecellidir o. Orada kendinden de geçer o anne. Öyle bir “Hû” der ki, ben şimdi geçemedim, geçseydim söyleyecektim. Geçemedim.

Başlamış, şıkır, şıkır, kendine mahsus edasıyla oynamaya. O adam yakasını kurtarmış, çekilmiş bir ağacın kenarına bakıyor, boyuna oynuyor. Perdede açılmış, âlem-i manadan bir taç geliyor. Anlatabildim mi acaba?  O neyse keyfiyeti bizce meçhul. Görene. Köre ne! “Koca köftehor” demiş, “Seksen sene ibadet eder de büyük tacın “t”sini göremez iki defa döndün” demiş, “Hakk’ı memnun ettin de mana tacını giydin ha!” O bilinmez o. Yine o Rıza ismindeki adam giydirmiştir ona. Onun hikmeti de yine o. Anlatabildim mi? Yine onun dediği çıkmıştır. “O Rıza’yı bul!” dedi ya, ötekinin de ihlası, o Rıza giydirdi yine onu.

Öyle diyor büyük Zât, Sultan-ı Resul: “Rıza-i İlahi bahâ ile değildir” diyor. “Bahane iledir.” “Size bir şey müjdeledim.” diyor. “Bir gün gelecek bu yerler terk edilecek.” değil mi ya? Şimdi birer birer terkediliyor, bir de küll halinde bir paydos olacak, şekil değişecek. Paydos olup da ne olacak?

[37]  يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ  

“Bu arzı başka bir şekle sokacağım.” diyor, Allah (cc). “Ondan sonra suali de cevabı kendimden, bir sualle tecelli edeceğim.” Hem sualini soracak, hem cevabını verecek. Ne kadar celalli iş.  [38]  الْمُلْكُ الْيَوْمَۜ  Söyleyin bakalım, yaratırım sevdasında gezenler, inletenler, ezenler, ezdirenler, mülkün sahibi kimdir? Çıksın meydana. Kimde kıpırdanmaya mecal var? لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ Kendi cevap veriyor. “ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ olan benim değil mi” diyor. “Al bakalım, şimdi hesap görelim.” Böyle bir gün. “Münâdi nida edecek!” diyor. O işin memuru. Toplanmışız. Hepimiz orada toplanacağız. Allah’ın (cc) üzerinde ecri olan kalksın Cennete girsin, Dar’us-Selama girsin. Gayet müjdeli bir iş... Allah’ın (cc) üzerinde ecri olan. Tabiatıyla söz söylemeklik azıcık hakkını bulan kimseler onu sorabilir.

Allah’ın (cc) üzerinde ecri olan kimler olabilir? İnsanları affedenler!

 “Binlerce insan kalkacak” diyor. “Hiçbir sual sorulmadan!” Görüyor musunuz inceliği? Hiç bir akabede[39] durmadan. “Buyurun”. Bunlar tatlı şeylerdir. Bilmem artık, yapılır mı yapılmaz mı? Onu bilmem ben. Nefsine!

Konuşmayı kesiyorum, birkaç cümle daha söyleyeyim de. Demiştik ki, vazifeden doğan ahlak. Vazife ne? Ahlakta, size vazifeyi daima tarif ettim de kısımlarını ayırmadım.

Vazife; vacibü'l- icra olan şeye denir. Yapılması mecburi olan işin adına vazife denir. Dikkat et şimdi! Kutsiyâtten doğar. Kutsiyât ahlaktan doğar.  Ahlak, Allah’a (cc) imanla hasıl olur. Ebediyete iman etmedikçe bir adam tamamıyla ahlak sahibi olamaz. Çünkü yok olduktan sonra ne, ihtirasat-ı nefsaniyesi kabardığı vakitte neden inletmesin? Niye vurmasın? Beşer onun için şimdi birbirini yiyor işte. Manadan uzaklaştı, uzaklaşınca bu dert başlar. Binaenaleyh, bu kanaldan gelecek. Hah, şimdi taksimatını yapıyorum. Vazife aşağı derecededir, üstün derecededir. İnsan kendisini ya aşağı dereceli bir vazifeye tabi tutar, eğer kemale ermişse üstün dereceye girer. Aşağı derecede ne şekilde tarif edilir vazife? Bugünkü konuşmamın ân yeri bu, bunu konuşmak için çıktım, burada da uykunuz geldi. Konuşacağım yerin bugün ân yeri bu. Ya aşağı derecesine mensupsun, ya üstün derecesine mensupsun, eğer vazifeyi üzerine almışsan.

Vazifenin aşağı derecesi; başkasına karşı adil, nefsine karşı ruhsat. Adalet hakkı yerine getirmeye denir. Nefsine karşı ruhsat; vicdanın, örfün, mananın, ruhun, aklın, müsaade etmiş olduğu şeyleri, kolaylık göstermiş olduğu şeyleri, kendi nefsine tatbik etmek. Başkalarına da adl ile karşılaşmak. O tecelli ile yaşamak. “İyi ama ben buna adaletle muamele edersem kendim yıkılacağım.”  Yıkıl! Anlatabildim mi? Böyle dersem iyi anlaşılacak. “Ben bunun hakkını yerine getirecek olursam, kendime ziyanı var.”  Sana ziyanı olacak, ver, yıkıl!

Gelelim üstün dereceye salik olanlarda, üstün dereceye terfi edenlerde.  Orada nasıl oluyor vazife? Başkasına karşı ihsan, adalet değil. İhsan neye derler? İstemeden verene. İstenip de verirse ecri var ama istemeden verene. İhsan. Anlatabiliyor muyum? Onun içün Allah (cc) der ki:

[40]  اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ين   “Ben kimlerle oturur kalkarım bilir misin? İstemeden verenlerle.”

İhsan, nefsine karşı azimet. Ruhsatı var ama zor yeri de var. Zor yerini kabul ediyor. Daima nefsine zor olan hadiseleri kabul etmiş. “Bu iş zor, sen onu bana ver!” diyor. “Bu iş zor, onu sen bana ver!” “Bunu yapmak güç, onu sen bana ver!” Anlatabildim mi acaba? Haa. Buna da şimdi canlı bir misal verelim.

Nefsine azimet meselesi. Nefis ne vakit kabarır?  Biraz evveli dediğim gibi insanların hepsinde firavunluk sıfatı vardır. Hadiseler o sıfatı meydana çıkarttırır. Mesela Ömer bin dört yüz şehir fethetmiş. Her şehri bugün bir eyalet. Şehir deyince;  şöyle iki yüz bin nüfuslu, üç yüz bin öyle değil, bir eyalet. On milyonluk, yirmi milyonluk. İki büyük hâkimiyeti ayağının altına almış, rub-u asırda[41]. Kolay iş değil ki o söylemesi kolay. Binlerce senelik medeniyeti yıkmak ne demektir azizim? Kisra hâkimiyetini kaldır. Bizans varlığını yık. Dünyada iki büyük varlık var, hepsinin de öyle üzerine otur. Kolay iş değil! Ondan sonra almış kırbaları su taşıyor. Bir rivayette Talha zannedersem yahut kibar-ı ashaptan birisi. İsim hafızamda kalmadığına göre, ya Talha yahut başka birisi. Rast gelmiş, “Yapma bunu!” demiş. “Reis-i hükümetsin, süfera geliyor, sefirler geliyor.” “İşte onun için ya demiş bunu yapıyorum.” demiş “Biraz evveli” demiş “Bizans sefiri geldi, karşımda eğildi, rükûa büküldü, bilmem ne etti, nefsim bir kabardı, kabardı,  sana ben sakalık yaptırayım da aklın başına gelir, dedim. Sen başka türlü terbiye olmazsın, dedim. Onun içün sakalık yaptırıyorum, yapıyorum!” demiş “Götüreceğim şimdi!”  Bir de bir yere giderken, resmen söylememişler de lisan-ı hâl ile yani “Daha muntazam şekilde giyinseydiniz, daha muazzam bir altınıza at alsaydınız...” filan şeklinde.  “Anlıyorum ne demek istiyorsunuz.” demiş. “Düşmana mehâbet[42] benim üstümden başımdan gelecekse, O üstün başa… Düşmana mehâbet benim imanımdan gelmeli!” demiş.

Şimdi nefsi konuşurken misal vereceğim, dedim. İbrahim İbn-i Ethem. Ahlakçılardan bir zât-ı âli. Eski Türk hükümdarlarından, Belh hükümdarı. Bunun nasıl bu ahlaka süluk[43] ettiğine ait, belki çok sefer söyledim ama yine tekrar edeyim. Münasebet aldıkça daima söylemişimdir fakat bugün bazı yabancı arkadaşlar görüyorum, belki bilirler yahut bilinen de söylenebilir ya. Sofranın ekmeği gibi. Her sofrada ekmek yenir.

Bu zat Belh hükümdarıymış. Muazzam. Tabi makamın verdiği kendisinde bir şey var, hâl var,  bir ene var. Saltanatı icabı her gece yatağını bir cariye yaparmış. Sıra bir genç kıza gelmiş; üç tane yatak, kuş tüyünden, işte o ipek mefruşat o günün ananesinde en lüks. Malum ya o eski debdebe şimdi yoktur. Ninenin işlemiş olduğu işi bugün yapacak el yok. O zarafet yok. Sen beğenmezsin ama o zarafeti göremezsin. O incelik yok, oyası bile yok. Boyası bile yok. Yaa! Onun dağda toplamış olduğu çiçekteki boyalara Almanlar hayran oluyor. Alman kimyagerleri, yok bulamıyor. Bizde halının eskiden kıymeti neden ileri gelir? Halının yününden filan değil, boyasından. Antika oluşu boyasından. Beş yüz sene durur o renk durur öyle. Şimdi alırsın korsun buraya, yarım saat sonra, ne oldu bunun boyası dersin, rengi? İlham vaki olurdu nenene. Dağda çiçek toplarken bunun ikisinden bu renk çıkacak diye. Yok. Tabii kimyager. Yaa!

Genç kız yatağa yatmış, bakmış ki, e ne yapsın zavallı, gençlik. “Acaba” demiş,  “Bu muntazam yatakta uyku nasıl uyunur? Buranın uykusunun zevki nasıl olur?” Hâlbuki uyku başka yatak başka.  Adamı çok defa çarşafta sallarlar. Çarşafta. Haa, iş orada değildir ki. Çarşafta sallanır, “Ne olur öldürün!” der. Istırap! Uyku başkadır, o ayrı iş. Genç bilmiyor. Kendi kendine şey etmiş. İbrahim İbn-i Ethem de müsteraha[44] gitmiş, geç çıkarmış âdeti itibariyle müsterahtan. “Çıkarken (demiş) ayak tıpırtısından anlarım, şuraya bir uzanayım, bakayım!” demiş. “Nasıl olacak?” diyerekten. Denizde arka üstü yatar gibi bir yatmış, Allah’ın (cc) işi çok acayip, tecelli bilinmez. Uyuyakalmasın mı? Uyudu. Gelmiş İbrahim İbn-i Ethem; bakmış, kız sabıya[45] bir cariye, kıymet vermediği bir şahsiyet. “Ne cürret!” demiş. “Benim bi sath-ı saltanatımda uzanır.” Kırbacı almış, “şırak!” İkinci kırbaçta kız gülmeye başlamış.

Yine Allah’ın (cc) ikramı var, ya ağlasaydı. Çünkü icabında, bir damla mazlumun yaşı yere dökülür bir dünya yanar. Çok evlerin harap olmasındaki hikmet budur. Alırsın mazlum bir hizmetçiyi ağlatırsın; kızın, torunun, torununun torunu, inim inim inler. Hastalığın raporunu bulmak lazım gelir. Haberin olmadan...

Allah (cc) kırık kalplerde çünkü. Ene inde min kesretü'l- kulub. Ben kırık kalplerde bulunurum, der. O filan şeymiş filan o dinlemez. ...Ama evladın on yaşına gelince mektebe gönderiyorsun. Bak, ona yaptığın muamele değişti. Anlatabildim mi? Zordur bu iş. Ona hususi o da tutuyorsun. Bunda öyle bir şey yok. Hem oraya. Hûda öyle diyor: “Yaz!” melekûta, “Yaz tespit et. Et sen tespit et. Et bakalım tespit!” Öyle yakar, öyle yakar, öyle yakar ki, hep buralara bakar. İnsanın hep bir yerlerine bakar Allah (cc). Ne hacca gittiğine bakar, ne camii yaptırdığına bakar. Bak açık konuşuyorum, ne efendime söyleyeyim, şunu yaptığına bakar. Hiç birisine bakmaz. Vazifendi de yapacaksın, der fakat bazı insan haddizatında “Ben Beytullah’ın örtüsünü yaptırdım.” Mevlana öyle diyor. Beytullah’ın örtüsünü yaptırmış birisi, tefahür ediyor, dört tane yetim çıkarmış karşısına, bayramda. “Ey Beytullah’ın örtüsünü yaptıran, Beytullah burada, bunların örtüsü yok mu? Taş toprak mı Allah’ın (cc) beyti. Haa.  Beytullah burada, hani bunların örtüsü!”  O ne zor şeydir o, o ne ağır, fakat nice tatlı bir şeydir. “Yaz!” der, onlara, hepsi tespit edilir onların. Kendi çocuğundan daha üstün tutabileceksen al üzerine, tutamayacaksan uzaktan yardım et. Benim nasihatim. Benim değil, ben nakilim, ben plak. Nasıl bu şey (Kayıt cihazı)  böyle çalacaksa bende plak. Allah’ın (cc) dediği böyle. Senin haberin olmaz. Oradan bir kıvılcım sıçramıştır. Öyle bir yangındır ki o, şecerenin nihayetine kadar yakar. Torunun da kurtaramaz; torununun torunu da kurtaramaz, onun torunu da kurtaramaz! Taa nihayete kadar yakar, öyle bir sinsi yangındır o. Aman o yangına kimse tutulmasın. Onun itfaiyesi ancak Hazreti Muhammed’dir, başka kimse söndüremez. O kapıya sıkı sarılırsa belki bir şey çıkarsa çıkar. İmkân yok, çok fenadır. Yakar adamı!

Bayram geldi, muameleyi ayırırsın, canım ona işte iki arşın iyice bir basma al, öbür tarafına efendim tüller, bilmem dırıltılar, isimlerini şimdi sayamayacağım, beceremem belki de. Gülersin sen ondan sonra. Yaa, yaa, hayırdır! Kızına aldığının metresi seksen beş lira, ona aldığının metresi üç yüz yetmiş beş kuruş. “Kaydet!” der Hûda.  Et! Ayırmayacaksın. Böyle oldu mu; Ene ve hûve hakezâ ve zamme getiremedim hadisi neyse, esabi'ehu ev kemâ kal.       “İkimiz”                diyor.    “Allah (cc) yanında böyle oluruz, yan yana” diyor. İyi anlatayım diye mübarek Zât-ı Âla parmaklarını yan yana getirmiş, şöyle zam etmiş, “Bak bak böyle oluruz.” diyor. “Bunun arasında bir şey var mı?” diyor. Ve zamme eshabi’ehu. Sen de alırsın yatağı ayrı olur. Boyuna kadar da yatak vermeyiz biz. Zavallı, ille kıvrılıp yatacak. Şöyle. Ver boyuna kadar bir yatak ne olur. Boyunu da istiap etmez. Kısa, boyuna kadar. Mermer taşları o siler, öbür kız  x vaziyetinde oturur, tırnaklarının ucunu düzeltir. Bunların hepsini kaydeder Hûda. Onun eli pancar gibi olmuştur, ayakları başka türlü olmuştur, mosmor! Öbürkü dereceye bakar, yirmi dört derece, onu ayarlar hararetini, eline alır tırnaklarını siler.

İşte vazife bak! Başkasına adil, nefsine ruhsat, aşağı vazife. Başkasına ihsan, nefsine azimet. Anlatabiliyorum, harici misallerle anlaşıldı mı? Adlin ne olduğunu anlarsın burada. Nenen böyleydi, deden öyleydi. Bir eve girildiği vakitte, o evde bir yetim yahut bir garip bir kimse olduğu zaman; yabancı adam “Bu evin çocuğudur” diyebilecek, dedirttin mi korkma! Ama biz ona ne kadar iyi de baksak muhakkak külahında bir değişiklik yaparız. Yahut önlüğünde bir biçim yaparız. Haa, bu ayrılsın deriz,  ne ayırıyorsun ya. Bas bağrına bas da Allah da (cc) seni bağrına bassın. Bas!

Neyse kırbacı vurmuş, ikinci kırbaçta gülmeye başlamış. Cilve, Allah’ın. (cc) Vuruyor kız gülüyor. Vuruyor kız gülüyor, nihayet demiş ki: “Ne arsız şeysin, vurmaktan yoruldum, hala hayâsızca gülüyorsun!”  “Yok emirim onun içün gülmüyorum.” demiş. “Niçin gülüyorsun ya?”

“Şurada bir parça yattım; bir an, bir dakika yattım, bu kadar kırbaç yedim. Senelerden beri yatıyorsun, Allah (cc) ne kadar kırbaçlayacak seni, diyerekten...”

Onu hangi boya ile söylemişse, hangi renkle boyayıp çıkarmışsa, İbrahim İbn-i Ethem’in kalbine öyle ok gibi girmiş, yaa... “İş buraya kadarmış” diyor, yallah! Yolunu değiştiriyor, ahlaka hizmet ediyor, insan yetiştirmeye başlıyor. Artık uzun boylu işler, onun işi. Şimdi nefse, demiştim ya nefsi haddizatında uşak etmek, biraz evveli Hasan-ı Harakâni de onu hani aslan yaptı. Onu uşak  gibi kullanıyor. Hüner; mağlub-u nefis değil, amir-i nefis olmak lazımdır. Nefse memur olmak değil, nefse amir olmak. Nefsi öldürme, uşak gibi kullan! Anlatabiliyor muyum acaba?

Büyük bir yere giderken, İbrahim İbn-i Ethem’in de gittiğini haber almış bir kafile. Demişler ki: “Bu zât-ı âlinin arasında biz gitsek daha zevkli olur.” Sormuşlar: “Yola çıkmış, işte!” demişler. “Şu tepeyi geçerseniz, yetişeceksiniz.” Yetişmişler, ona da soruyorlar.

İnsanlarda tuhaf bir zihniyet vardır, avam tabakasında. İnsan-ı kâmil dendiği vakitte, sanki onu acayip şekilde zanneder. Doğramacı dükkânından çıkmaz odundan yapılmaz bu! İnsandan, senin gibi benim gibi, yalnız sıfatı değişik. Anlatabildim mi? Sıfatı, kemâlatı var, işte o.

“İbrahim İbn-i Ethem Hazretleri buradan geçmiş?” “Ne yapacaksınız şu zındık herifi?” demiş. Kendi hâlbuki. Haa, onlar öyle söylediğini haber alınca nefsi kabarmış, “Bak beni aralarında görmek istiyorlar. Bana karşı ziyade hürmet gösterecekler!” Kabarmış, bir an. Çünkü o daima şeydedir o, bir cereyana tabidir. Haddizatında “Ben seni bir terbiye ettiririm dur!” demiş. “Sen daha hala adam olamadın, ben seni bir terbiye ettiririm!”

Bunlar yaklaşmışlar. “Bırak!” demiş “Şu edepsiz herifi, sakın ha ne peşinden gidin, ne yanında durun, ne şey edin!” “Vayy!” demişler, “Sen böyle büyük bir insana böyle hakaret ettin!”

Vur vuramaz mısın? Döv dövemez misin? Yerden yere çal, çalamaz mısın? Nihayet bırakmışlar, birisi demiş ki: “Yaa, biz bununla meşgulken oraya yetişemeyeceğiz.”

İlerde de üç beş kişi bekliyor, böyle bakıyor. Onlar görüyorlar ama demişler: “Bu tasarruf-u Hakka malik, لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ La havle kuvvet Allah’ındır (cc). Bu bunun mutasarrıfıdır. Bu arzu etse nazarıyla bunları tarh[46] eder,  demek burada bir iş var, dur bakalım ne olacak!”

Yaklaşmışlar demişler ki, soruyorlar: “Buradan, şey filan gitti mi?” “Dövdüğünüz adam yahu!” demişler. “Dövdüğünüz zât işte sizin orada!” “Aman!!” “Evet dövdünüz!”

Dönmüşler şimdi artık. Rica ediyorlar. “Yok!” demiş “Yok, merak etmeyin, elim sizlerin üzerindedir, nefsimi ıslaha kırbaç vurdunuz, size minnetle teşekkür ederim!” Bir şeyler anlatabiliyorum değil mi?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.

[i] Laleli Külliyesi Sebili


[1] Taharri: (Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
[2] Veleh: Hayret, şaşkınlık.
[3] Teali: Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.
[4] Talak Suresi 12’nci Ayet-i kerime اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Meali: Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerlerini yaratandır. Emir bunların arasından iner durur ki, Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilesiniz.
[5] Mütebahhir: (Bahir. den) İlmi deniz gibi derin olan, büyük âlim olan. Allâme. Herhangi bir ilme çok dalan.
[6] Efrad: (Ferd. C.) Fertler. Askerler.
[7] Cevelân: Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme.
⁸ Sinn: Yaş
⁹ secavend: Tecvidde Kur'an okurken duraklama vakfetme işaretleri (Sinni secavend: Yaşça duraklama,vakfetme  dönemi)
[7] Mazahir: (Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler.
[7] Mümtaz: Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş. Ayrı tutulan.
[7] Naib(e): (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. Şeriat hâkimi olan kadı vekili. Nöbet bekleyen
[7] Sani': (Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah)
¹³Masnûat: San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
[7] Maslahat: İş, mes'ele. Sulh yolu. Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir) 
[8] Tevakkuf : Durma, bekleme..
Taakkud:(Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme..
[9] İnkisar: Kırılma. Gücenme. Beddua ve lânet okuma. Şikeste olma.
[10] Vedia: Emanet.
[11] Keduret: Bulanıklık. Gam, tasa, keder.
[12]Ahlak-ı  Rezile: Fenâ ahlak ve kötü ahlak
[13] Ahlâk-ı Hamide: Beğenilen güzel ahlâk.
[14] Takaud: Oturmak.
[15] İğfal: Baştan çıkarma, aldatma, kandırma, ayartma.
[16] Nikmet: Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
[17] İstiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.
[18] Esasat: (Esas. C.) Esaslar. Temeller, kökler
[19] Hamakat: Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
[20] Sahra-nişin: Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren.
[21] Fassad: (frs) Cerrah.
[22] Cem-i Ezdad: Birbirine zıd şeylerin bir arada bulunması.
[23] Adgâsu Ahlâm: Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
[24] Tebahhur: (Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma.
[25] “Ve nâdâ münâdin": Bir seslenici seslenir ki, bir münâdî nidâ eyler ki.
[26] Hâzık: Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat)
[27] Şebâş derpe-i azar-i kûn est şeriat-i ma ğerîb-î nefis
[28] Tayeran: (Tayrân) Uçuş. Uçma.
[29] Mükteseb: İktisab edilmiş. Kazanılmış. Elde edilmiş
[30] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. Dünya alâkası. Sevme.
[31] İvaz: Karşılık olarak verilen şey. Bedel
[32] Garaz: (C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin. Ok atılan nişan. Izdırab. Acı. Zelillik.
[33] Ferda: Yarın. Bugünden sonraki gün. Arabçada: Bir olarak. Tek olarak.
[34] Maad: (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi işler.
³⁵ taklîb: (a. i. kalb'den. : taklîbat) : tersine çevirme, çevrilrne 2)  yandan bir yana döndürme, döndürülme! 3) bir şeyin şekil ve kalıbını değiştirme.
[35] Şedde: Birinci hamle.
[36] Dar: Yer mekan konak
[37] İbrahim Suresi 48’nci Ayet-i kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ  
Meali: O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır.
[38] Mümin Suresi 16’cı Ayet-i Kerime يَوْمَ هُمْ بَارِزُونَۚ لَا يَخْفٰى عَلَى اللّٰهِ مِنْهُمْ شَيْءٌۜ لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَۜ لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ 
Meali: O gün, onlar ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. O gün, mülk¹ kimindir? Tek ve Kahhar² Olan Allah'ındır.
[39] Akabe: "sarp yol, dağdaki aşılması zor dik geçit, yokuş vb"      
Akide: İnanılan ve itikad edilen esas. İmân.
[40] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i Kerime; وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ  
Meali: Uğrumuzda çaba gösterenleri yollarımıza ileteceğiz. ALLAH hiç kuşkusuz iyilik edenlerle beraberdir.
[41] Rub-u asır: Çeyrek asır.
[42] Mehabet: Heybet. Hürmetle karışık korku. İhtiram. Azamet. Büyüklük.
[43] Süluk: (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
[44] Müsterah: (Rahat. dan) Dinlenme yeri. Rahat edecek yer. Abdesthane, ayakyolu, helâ.
[45] Sabaya: (Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları.
[46] Tarh: Uzaklaştırmak.


0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017