Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

15. Kaset

 015 (14.09.1958) 110 dk. (60)

Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim? Ben kimim? Zahirde, elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbası fakat enfüste; mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinat-ı muhit olan ben, niçün getirildim? Yokluk çölünden, sahrâ-i ademden, varlık vücudu pazarına beni kim sürükleyip getirdi?

Bu düşünceler ne vakit ki kendisinde tecelli etmeye başlar; o andan itibaren makam-ı hayvaniyetten, makam-ı âdemiyete kadem basmaklık tecellisi zahir olmuş olur. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Buradaki “hayvan” dendiği vakitte hakaret mânâsına anlamayın, uluorta yaşayana hayvan denir. Bir de örfün lisanında hayvan vardır, o ayrı.

Hayat sahibi, denir. Bir de onu şuurlandırmak, hayatı şuurlandırmak. İşte geliş ve gidişteki gayeyi bulmaklık zevki ile; aslını, rabbisini, mebdeini,[1] mâadını[2] bulmak heyecanı ile insanda bir sıcaklık hâsıl olur; o vakit tâatın sıcaklığını, masiyetin soğukluğunu hisseder  ve o his tekâmül  ederse, aslına doğru bir muhabbet tecellisi başlar. Muhabbetin nihayeti de aşktır. Acaba anlatabildik mi?

Buradaki aşk, bu aşk. Ahlakın beyan ettiği aşk bu. Bu kelimenin asıl doğrusu ışktır. Fakat insanımız, örfümüzde “aşk” diyerekten konuşuyor, yani artık  ışk dersek bir tuhaf olur. Lügat itibariyle, kelime itibariyle ışk. Lügat mânâsı sarmaşık yaprağına denir. Işk. O yaprak hangi ağaca sarılırsa o ağacı kurutur. İşte ışk da, yani aşk da hangi insana sarılırsa, onun benliğini kurutur. Benlik var ya. Hak ile aramıza perde; ne asumandır, ne denizdir, ne taştır, ne arştır, ne semadır. Ya nedir? Benlik! Hepimizde var o. Yok gibi gelir; öyle putuna dokunsunlar...

Put ne? Herkesin, gönlü nereye bağladıysa put o! Kimisinin karıdır putu, kimisinin paradır putu, kimisinin kasadır putu, kimisinin rütbedir putu, kimisinin câhdır putu, kimisinin riyâsettir putu... Onun içün büyük Kitap öyle der: “ [3] اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ  Kişinin ibadeti sevdiğinedir. Gönlü neye bağlıysa onadır.” Onun içün de derki büyük ahlakçı, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi:

Men tealleka şey'en vükile ileyhi.  “Kişi güvendiğine terk olunur!”

Nereye güvenirse, kime güvenirse ona terk olunur. Hak ve hakikatten uzak bir şeye güvendin mi yandın! Zor yerleri buraları ama tatlı. Aşk kelimesi üzerinde duruyoruz. Fuzûlî ne kadar güzel anlamış, ne güzel söylemiş mübarek adam.

Kad enâr el-ışkı (Yahut)

Kad enâr el-aşkı li'l-'uşşâkı minhâci'l-hûdâ.
Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ.[i]

Hakikat ehlinin imanı aşk. Hakikat ehlinin! 

Öğretti aşk yanmayı pervaneden bana.

Can kulağıyla dinle bak, ne kadar zevkli söylenmiş.

Öğretti aşk yanmayı pervaneden bana.  
Yanmaktan artık ateşe, pervaneden bana.

Acaba anlatabildim mi? O makama çıktın mı kâinatın musibeti nazarında çöp gibidir, toz kadar ki gelmez. Bütün hadisât olanca savleti[4] ile sana hücum etsin, makam-ı aşkta mısın? Zerre gibi gelmez.

Öğretti aşk, yanmayı pervaneden bana
Yanmaktan artık ateşe, pervaneden bana.

Vazifeden doğan ahlak; membaı, annesi akıl.  Aşktan doğan ahlak; menşei, kalp. Vazifeden doğan ahlak, insanın kendisini hemen orta yerden kaldırmaz. Makbuldür, bugün hepsi baş üzerine ya, şu tarihin en eski efendisi olan dedelerimiz, bu ahlakın hangi sınıfına mensuptu, onu anlatmak istiyoruz. Vazifeden doğan ahlakın salikleri mi? Yoksa ışktan doğan ahlakın mı? Aşktan doğan ahlakın sahipleriydi. Orada “Evvela canan sonra can” var. Vazifeden doğan ahlak da evvela can sonra canan, var. İntibar[5] var. Mesela; deden harbe gider, saatle harp etmez. Sekiz saat, on sekiz saat, kırk sekiz saat, yüz sekiz saat, ekmeği verilir verilmez, hiç! Fani olur orada. Medeniyetini taklit ettiğimiz sahanın adamı gitti mi, sekiz saat harp eder “Ben vazifemi yaptım” der. “Yetiştirseydin sen!” der. Rapp, durur. Anlatabildik mi acaba? Kaba misal, anlaşılacak şekilde. “Ben vazifemi yaptım” der. Öbür tarafta “Kabahat senin!” der. “Yetiştirseydin!” der. Mesela vazifeden alışmıştır; saat on iki de yemek yiyecek, hayatını intizama koymuş, güzel. Evet, beri tarafta mesela ağır bir hasta var; çağırdın doktoru “Yemek yiyorum” der. “Yemeğim bitsin, geleceğim” der. Aşktan doğan ahlakın saliki tencereye bir tekme vurur koşar. “Can!” der, “Orada Hak var!” der. Nasıl anlatayım ben sana? “Geliyorum!” der. Çünkü o vazifeye sokmuştur onu. Öbürkü aşka sokmuştur. Yanan yere koşar. Onun içün, deden bire on dövüşürdü. Dedik ya İnsanlığa hizmetle meydana gelir.

Bazı insanlar vardır, derler ki: “Efendim, biz Allah’ı arıyoruz, başka hiçbir gayemiz yok!” Allah kayıp mı? Kayıp mı, öyle bir şey, aranıp bulunan bir şey midir Allah! “Eee biz her şeyden soyunduk!” Eee ne oldu soyunduktan sonra(?)  “Biz işte her şeyden soyunduk,  biz artık Allah’ı arıyoruz!”  Allah  kayıp değil ki arayasın, kayıp mı(!?)

Ebû Saîd-i El-Harrâz der ki:  (Büyük ahlakçılardan bir adam. İşittin mi? Bilir misin?)

İnsan-ı kâmil kime derler diye sormuşlar?  İnsan-ı kâmil, kemâlat sahibi insan. İnsanların arasından kenara çekilmez. Bazıları da vardır ki, “Efendim şöyle bir kenara çekileyim!” der. Yok, öyle bir şey yok! O hüner değil, o. İnsanların içinde, nâsın içinde. Güç şeylerin arasında. Nâsın arasından ayrılmaz. Alışında verişinde eksiklik yani intizamsızlık bulunmaz. Alır da verir de satar da yapar da düşer de kalkar da oturur da uyur da. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunun arasında da bu işlerin arasında da biran Allah’tan gafil olmaz. Ben bunun size daha hülasasını yapmıştım.

Kalp ile kalıbın vazifesini ayırmak. Kalbin vazifesi ile kalıbın vazifesi ayrılacak. Kalıbın tabibe ihtiyacı var. Kalbin de habibe. Ayıracak! Gönül vazifelere ayrılacak. İnsan-ı  kâmil ona derler. Hak’tan gafil olmamak ne demek? Bütün zerrede Hakk’ın varlığını görmek, demek.

Sağ u solum gözler idim, Dost yüzünü görsem deyû
Ben taşra da arar idim, Meğer ol cân içinde cânan imiş 

Sanma zâhid savm-u salât u hac u zekat ile  biter işin
İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş

Kande gelirsin yakında varır menzilin
Nerden gelip gittiğini, Anlamayan hayvân imiş

İşit Niyâzî’nin sözün Hiçbir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’tan âyân bir nesne yok, Gözsüzlere pinhân imiş

Yaa! Neyse bu mevzû uzar. Her çirkin görünen şeyin altında gizlenmiş güzellik vardır. Her çirkin gördüğün şeyin. Ceviz, yeşil kabuğu vardır. Elini boyar, simsiyah eder. Çirkin bir vaziyete sokar. Onu attıktan sonra orta yerde bir tahta kabuk vardır. Hiç bir işe yaramaz. Onu da kırdıktan sonra İçerisinde bir öz vardır. İçinde C vitamini vardır, biliyor musunuz? Daha birkaç tane de var ya. Ceviz. İşte, her şeyin lübbü[6] böyle şeylere gizlenmiştir. Ne yapalım Allah pazarı öyle açmış. Cevizin o kabukları olmazsa çürür. O kabuklara ihtiyacı var. Güzelliğin de çirkinlikten kabuğu vardır. Kabuğunu kır da lübb’e, içeriye girmeye çalış! Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Kabuğunu kır içeriye gir. Ayıkla!

Akıl, âlem-i hikmette işe yarar. Tabirime dikkat et!

Akıl; âlem-i hikmette yani âlem-i hikmet, dünya denilen bu sahne de. Meçhulden malûmu çıkarır. Şunu yapar, bunu yapar, hissin galatlarını[7] tashih[8] eder. Hissin galatlarını tashih eder. Meçhulden malûmu çıkarır. Mesela güneş, bu kadar gözükür bize, onu tashih eder. “Güneş bulunduğun âlemden şu kadar büyüktür.” der. Biz yalnız dünyaya bağlanmış şahsiyet olmayıp bir veçhemiz âlem-i Kudret’e taalluk ettiğinden dolayı, akıl bir yerde tıkanır. Hatta akıl yalnız kendi kendine kalırsa, acayiptir.

Akılla insanı bir tarif et, soğursun insandan. Öyle mi? Evet! Şu kelle olan şu kısmını al, bal kabağına benzer, akılla tarif edersen. Öyle değil mi? Yalnız akılla bir tarif bir et, tarif et, şu vücud-u beşeri bir tarif et! Şuradan al, şu şekli şuraya koy, bal kabağı. O kollarını mollarını şöyle bir tarif ettin mi, “Acayip bir şey!”  dersin.  Fakat ona hissi izdimam ettirirsen; onun bir nüsha-i kübra olduğunu, bir ayine olduğunu anlarsın. Anlatabildim mi? Mânâyı inkâr edenler, akıl sahasında insanın kafasıyla boynunu görüp de bal kabağı gibi görenlerdir. Tek görenler. Bunu beraber birleştir. Bir şey anlatamadım gibi, gözler öyle bir tuhaf. Niçin demişler ya ?

Dilberde merâm ân olur endam değildir

Keyfiyyet olur meyde garaz câm değildir 

Nusha-i kübra bu hazreti insan. Geçen konuşmada söylemiştim. [9] الْمُؤْمِنُ مِرَآةُ الْمُؤْمِنِ

Mü’min, Mü’minin aynasıdır. Ne demek o? Hepimiz konuşuruz, yine tekrar edeyim bu mevzuu. Mü’min, Mü’minin aynası. Konuşulur bu, herkes söyler. Birinci Mü’min Allah, ibare de. İkinci Mü’min de insan. Öyle mi? Evet. Allah Mü’min olur mu? Kendi söylüyor. Kendi söylüyor ya:

[10]  اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ . El Mü’min işte.  Kendi isminin bir tanesi o. Bize takdim ediyor, ikram ediyor, ihsan ediyor. Yüz konferans gider, o kelimenin üzerinde durursak. Şöyle alıp geçeceğiz.

Mü’min Mü’minin aynası. Cenab-ı Hak sıfat ve esmasının, tecellisini sende görür. O demektir o. Onun içün Hakk’ın tarifi böyledir. Çok tarif ettim ama biriside merak edip sormadı. Vücudu ile mevcûd, Sıfatı ile muhit, esmâsı ile malûm, ef’ali ile zahir, asârı ile meşhûd olan Allah.  Anlatabildim mi? Bir daha tarif edeyim sana. Üzerinde dur işle, zevk edin.

Vücudu ile mevcûd, Sıfatı ile muhit, esması ile malûm, ef’ali ile zahir, asârı ile meşhûd olan Zât-ı Ala’ya Hak denir. Hepsini cem etmiştir. Evet, bu tarif üzerine bir Hakk’a iman edersen, acaba hayatta bir kimseye ters bir söz söyler misin? Mâdâmı ki vücut ile mevcud olan O’dur. Mâdâmı ki ef’ali ile zahir olan O’dur. Mâdâmı ki esmâsı ile malûm olan O’dur. Mâdâmı ki asârı ile meşhûd olan O’dur. İmkânı var mı ki bir kimseye yalan söyleyebilir misin? Söyledin mi o halde münafıksın! İşte “Yalan söyleyende iman yoktur!” demenin mânâsı budur. “İmanla yalan bir arada içtima etmez.” der. Zulmü ortadan kaldırmaklık içün, yalan değildir o.

Korkuyorum böyle şeyleri de konuşurken. Çünkü acayiptir insan. Bazıları da kazık gibi olur. Doğru söylüyorum, diyerekten can yakar. O değil, oralara dahil değil! Ahlak da zaten ilk ders buradan başlar. İlk vereceği vakitte ahlakçı, daire-i terbiyesine aldığı şahsa, ilk önce onu der:

 “Yalanı atmaya çalış!”

Günde kaç tane yalan söylüyorsun? O yalan; hâl’ende olur, kâl’en de olur. Bunları takip et. Beşse, her gün bir tanesini at. Artık bir ayda mı atarsın, bir günde mi atarsın, bir sene de mi atarsın. Bunları atmadan yürümek olmaz. Yalanı attın mı, salih oluyorsun. Salih bir insan, yalan söylemeyen adam demektir. Acaba anlatabildim mi? Mü’min olmaz, Mü’min olmaz da salih olabilir. Tabirime dikkat et, buraları ince yerleridir. En mühim yer. Bir adam salih olur, Mü’min olmaz. Mü’min olmadığından dolayı ceza hukukullahdır, hukuk-u ibat[11] değildir. Allah hakkıdır bu âlemde ceza vermez icap ederse. Büyük Kitap’ta  bunun yeri de vardır.

 [12]وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُون Şan-ı Uluhiyetime yakışmaz, müşrik olması dolayısı ile memleketini mahvetmeklik. Şirk etmiştir Bana aittir; fakat salih ya, ıslah var ediyor ya, kâinatı imar ediyor ya, madâmı ki muslihtir[13] o beldeyi Ben ilâ-i ahir[14] yaşatırım.”

Anlatabildim mi inceliğini? Hani bazı kaba adamlar vardır: “Efendim filan adam bak Mü’min değil ama ne kadar refah içerisinde…” O, ayeti var onun içerisinde, okumadın ki. Sen yalnız büyük Kitab’ın önünü okudun, orta yerde kaldın.

 وَمَا كَانَ رَبُّكَ Rabbinin şanına, şanında yoktur, olmaz o, yakışmaz. لِيُهْلِكَ الْقُرٰى Yerleri, kaleleri, memleketleri, biladi helak etmeklik, بِظُلْمٍ sekenesinin, oradaki zulüm şirk mânâsına, küfür mânâsına  kafir olması müşrik olması dolayısı  ile “yakmam!” diyor. “Mahvetmem, yıkmam!”  وَاَهْلُهَا مُصْلِحُون Mâdâmı ki ehl-i mûslihindendir, salihtir, Mü’min değil adam, salih. Yalan söylemiyor!

Yalan söylemeyen adam kimseyle meşgul olmaz. Dedikodu kalkar. Dedikodunun da yalan, membaı var. Konunun bir noktasına otur, onu ilave etmeklik içün bir yalan orta yerine sokar. Onun içün oradan başlar. Burasını, buradan ders almadı mı, yani yalanını atamadı mı, ahlakta teâli ve terakki edemez. Yok, yer yok! Kitab’ın azametini beyan ettim burada. Gücüm yettiği kadar. İnsan o kadar mühim ki… Bir daha okuyayım ben o nazm-ı kerimi.

وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُون  Hem azıcık bir parça, azıcık anlayan kişi de anlar. Açıktır beyyinat[15]. Bazı beyyinat vardır, ehline söyler. Bu, herkese söylenebilir. Çünkü umumi bir ayet olduğu içün, bir nazım olduğu içün herkesin anlayacağı bir şekilde azıcık bir parça, o işle meşgul olan adam dahi anlar. Yalan kalktı mı teslimiyet hâsıl olur. Teslimiyet! Yalan kalkınca ne oluyor biliyor musun? Teslim oluyor insan. Tam bir teslimiyet hâsıl oluyor. Mevlana der ki: (Ya Mevlana’nın  hafızamda kaldığına göre veyahut sahibi. Çok güzel ama.)

“Rüzgâr ister muhalif etsin ister muvafık etsin, bizim korkumuz yoktur.

Bir daha söylüyorum. “Rüzgâr ister muhalif etsin ister muvafık etsin, bizim korkumuz yoktur.”

Neden korkumuz yok? Bizim gayemiz deryaya teslim olmaktır, deryaya. Artık deryaya layıkı ile teslim olduktan sonra; rüzgâr böyle esiyor batacak, rüzgâr şöyle esiyor çıkacak, düşüncesi kalkar mı? Deryaya teslimim, diyor. İşte makam-ı aşkta ahlakın bu makamında insan, tamamıyla Kudret’e teslim olur. O teslimiyet kendisinde tahakkuk ettikten sonra gam kalkar, yeis kalkar, kendi de kalkar. O devranda oturur. Mesele bu. Teslim! Buna bir canlı misal vereyim size.

Vaktiyle, söylemiştim ya; ilmi fazlı çok kuvvetli bir zât-ı âli. Birçok talebeleri var. Talebelerinden bir tanesi de çok merbut[16]. Dizinin dibinden ayrılmıyor. Güya bu ya, ef’ali ihtiyaredendi, senelerce ona hizmet ediyor, böyle meftun hocasına. Dizinin dibinden ayrılmaz; onun femm-i saadetinden ne çıkarsa ağzından, onu zapt eder, onu zevk eder, o hayal ile o aşk ile yaşar. Bir gün rüyasında, rüya. “Sana levh-ü mahfûzu gösterelim!” diyorlar. Allah’ın bir ilm-i ezelisi vardır, bir de levh-ü mahfûzu vardır. Liste, kâinatın listesi. Geliyor bakıyor ki levh-ü mahfûzda; eşkıyanın başında, kendisinin senelerce hizmet ettiği, meftun olduğu, dizinin dibinden ayrılmadığı, hocasının ismi yazılı. Damhar-ı[17] eşkıyanın başında. Uyanıyor. Ee insan acayiptir. Bir insan, kendisine iyi dedirtebilmek için çok emek sarf eder. Kötü, bir saniyede denir. Sonra söz de tohumdur; yüz kişi bir adama iyi der, orada bir “acaba” geçer, iyi mi değil mi dersin. Fakat! “Bırak, canım dedin” mi derhal soğursun geçer gider. Acaba anlatabildim mi? Dost değildir de onun için geçer gider. Dost oldu mu geçmez.

Dost kelimesinde geçen hafta da söyledim, ikilik kalkar. Dost oldu mu yani, onun için büyük insanlar mesela, “dostum” demez. Dostum deyince; bir kendisi var, bir dostu var. Yoktur. Mesela meydan terbiyesinde bile, geçen hafta söylediğim gibi orada “dostum” diyerekten şey etmezler. Meydana girerken bile, sizde düşünün o şeylerde, şeyler, günlerini filan yaptıkları vakit, Mevlana’nın günlerini yaptılar ya,  orada bir temsili şekiller yaparlar. Artık şuurlu mu şuursuz mu ben orasını bilmem ama eğer onun hakikatini mesela, oraya girerken içeriye bir defa, tamamıyla bir teslimiyet olur. “Ya Dooooooooost” der, girer. İkilik yok orada. O ayrı. Neyse bizim söyleyeceğimiz burası değil de. Almış bir düşünce, zavallı talibi: “O kadar hizmet ettik, o kadar! Eşkıyanın başında biri bu adam. Şaki!” Yine gidiyor fakat yine işini görüyor. Ama o hâlinden dökülüyor. Eskiden böyle gözünün içine bakarken bu sefer söylendiği vakitte, işte “Anlıyorum” gibilerinden. İşte acaba bir şey mi? “Gönlünden geçene agâh olabilir miyim?” diye bir vaziyeti varken, bu sefer gönlünden değil ağzından çıktıktan sonra dahi gevşeklik var. Öyle birkaç gün devam ediyor. Bir gün çağırmış o hocası. O zât:

“Gel buraya! (demiş.) Soğudun.” demiş. Kızarmış. “Yok, kızarma! (demiş) Sen haklısın fakat ben senin eksik tarafını tashih edeyim. Hem benden de artık git sen! (demiş) Şimdiden sonra bu tutmaz. Senin, (demiş) beş gece evvel rüyanda levh-ü mahfuzda, eşkıyanın başının, baş tarafında benim ismimi gördün, sen benden soğudun, ben o ismi (demiş), o eşkıyanın başında her an, kırk seneden beri görürüm fakat bir an Allah’ımdan soğumadım. Sen onu bir defa gördün. Ben onu kırk senedir her an görürüm. Gece görürüm, gündüz görürüm, sabah görürüm, otururum görürüm, konuşurken görürüm, yatarken görürüm, rüyada görürüm, yakazada[18] görürüm fakat bir an yüzümü oradan çevirmedim. Çünkü beni O, ben deryaya teslim olmuşum. Eşkıya yapmış, sueda[19] yapmış, nâra atmış, nura sevk etmiş, benim öyle bir gayem yok. Bende O'ndan başka bir istek yok. O’nsuz da bir yer yok!”

Çocuk orta yerde kalmış. Kalır ya. Oraya bakar eşkıya, buraya gelir adam böyle der. İşte, özür dilemiş filan. Kızı yine bir rüya görmüş. Bu seferde rüyada hocasını suedanın, enbiyanın ortasında, suedanın baş tarafında görüyor. Bize orası burası lazım değil ya, bize lazım olan yer, Kudret’e teslim olmak! İşimiz rast gittiği vakitte güzel bir teslimiyetimsi bir neşe. Ters gittiği vakitte, “Olmalı mıydı, şöyle miydi, böyle miydi...” hiç faydası yok. Serra[20] da berra²¹ da gülerek Hakk’ın huzurundadır. Ahlakın verdiği talim budur.

Serra da ve berra da. En sürûrlu zamanında, en sıkıntılı anında o muamelende bir sarsıntı olmasın. Daha doğrusu bu âlem âlem-i iptiladır. Sen huzurunu maddeden alırsan aldanırsın. Vermez. İç âleminde huzur kazanabilirsen, ona da zaten sarsıntı olmaz. Sen eğer huzurunu, ben maddede bulacağım, diyerekten çırpınırsan illaki yıkar, âdeti öyle. Hele bir parça da tutarsa. Yani acırsa sana. İnletir! Allah’ın âdeti, acı verir inletir. Nasıl olur o?  Öyle o işte, adeti öyle! Kime ki merhamet etmiştir, onu sıkmıştır kardeşim. Hesap meydanda işine gelirse, der. Ne olacak zaten, kaç senedir bu. Ama o inlemelerin içinde öyle tatlar olur, öyle tatlar olur, öyle zevkler olur ki, bulabilirse çıkarabilirse çok hoşluklar olur.

El-belâ âle’l- enbiya sümmel evliya sümmel emsel fel emse” Bela; Allah’tan tecellisi, iktiza eden bir keyfiyettir; onu kim güzel karşılarsa, kim güzel elbise giydirirse, kim huzur verirse, Allah onu ona verir. Onun için “El belâ âle’l-enbiya” İlk önce Enbiyaya gelir. “Sümmel evliya” ondan sonra, onların varislerine gelir. Ve neye gelir? “Sümmel emsel fel emse” Ala meratibihim[21], sırayla gelir o. Aşağı doğru iner. Fazileti manasına göre.  Belayı bal yapmak hünerdir. Darılma pazarı değil, dayanma pazarı.*

Ger görmemek dilersen resm-i cefâ Fuzûlî

Olma vefaya tâlib dünyâ-yi bi-vefâde[ii]
Ger görmemek dilersen resm-i cefâ Fuzûlî
Olma vefaya tâlib dünyâ-yi bi-vefâde

Ben tabi bunları sizi mânâya gönül vermiş zannıyla konuşuyorum. Maddenin kesafetinde yüzen insan bu sözlerden bir zevk almaz. Şöyle biraz tekâmül etmiş, geliş ve gidişi anlamış, binaenaleyh, bizâtihi mutasarrıf-ı hakiki Allah olduğunu duymuş. Duymasa da zamanla duyar. Kudret onu duyurur. Üüüü... Nice akıllar yere serilmiştir. O nice zekâlarına güvenenler haddizatında zavallı vaziyete düşmüştür. Olur, bu Kudret öyle. Hepsi onun malıdır, istediği gibi kullanır o. 

Görmez misin kâinatta, çık dünyanın her tarafına. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sahnesine çık bakalım. İmkânı olsa da insanlarla her birisi ile teker teker görüşsen konuşsan, her hâlini muayene etsen. Bakarsın ki; fazileti var, hedefi var, ahlakı var, ilmi var, aklı var, zekâsı var, mânâsı var, bugün ekmek parasına muhtaç. Öbür tarafta bakarsın ki; kopkoyu şaki, hiçbir şeye aklı ermez, kıt! İnsanlık nedir; ne, ismini bilmez! Aklını da başka hizmetçisinden öğrenmiştir, uşağından öğrenmiştir. Kullandığı şeyleri o ona tavsiye etmiştir. O biçimini kesmiş vermiştir. O da “Nan içinde müstağrak.” Hak olmasa, bu böyle olur muydu? Tabiat kanunuyla dolmuş olsa yalnız öbür adamın o mevkîye gelmesi, ötekinin de onun hâlini alması icap eder. “Hayır! Ben vereceğim. Benim dediğim olacak ya, Ben vereceğim.” diyor. Ama bazen, sen murat etmişin de sana vermemiş. Sakın ondan dolayı sıkılma. Ameliyat olmuşsun, su vermez doktor. Biz hayırla şerri bizâtihi bilmeyiz. Ameliyat oldu, verir mi yirmi dört saat? Bir damla versin hasta bakıcı, kovar. “Efendim acıdım da verdim.” “Dur, orda! Acımak vermemektir!” der. Acımadın, canına kıydın adamın! İki tane hasta tasavvur edin. Biri bir yatakta, biri bir yatakta. Geldi doktor, birisine yazdı, “Buna pilav yedir, et yedir, reçel yedir, onu zorla yedir, ciğerler bunda çok açılmış, bunu yedireceksin.” Öbür taraftakine “Buna hiçbir şey,  bir yudum su da vermeyeceksin, yirmi dört saat hiçbir şey vermeyeceksin buna" Acaba buna iltimas etti, buna kahır mı etti? Hayır, ona da lutfetti ona da lutfetti. Eğer hekim-i hazıksa. Ona da lütfetti ona da lutfetti. Bu âlem böyledir, bu âlem hastanedir. Hastaya ya.

Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı
Humâr-ı neşve-i idbarda asla melûl olmaz.
Zaruridir bütün bey-ü şira kişver-i icad

Bu bazar-ı kazada şart-ı icab-ı kabul olmaz.

Bunu belki ben, senelerden beri münasebet aldıkça söylemişimdir. Herkes gönlünde levha yapıp taşımalı bunu.

Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı, Allah’ın bir mutfağı var. Matbah[22]. Yemeği öz eliyle kurtarır. Yardımcı filan yok. Kepçe elindedir. Bunu bilenler, idbar[23] zamanında, Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı, Humar-ı neşve-i idbarda asla melûl olmaz. Hiç kaşlarını çatmaz. Melûl olmaz. O melûl olmuş, vaktiyle teslim olmadığından dolayıdır. Vaktiyle kendisine güvendiğinden dolayıdır. “Yaratırım sevdasıyla” yaşadığından dolayıdır. O elinden alındığı vakitte elbette melûl olur. Vaktiyle “Ben yokum O var!” dediği vakitte melûl olur mu? Melûl olmaz. Bunu bilenler diyor, melûl olmaz. Neden? Her memlekette, her iklimde, her diyarda bir mal alındığı vakitte pazarlık edilir. Bakarsın şöyle, enine boyuna, altı köşesine, işine gelirse kaça, bir pazarlık edersin, işine gelirse alır gidersin.

Yook! Diyor. Her yerde öyledir ama Allah pazarında pazarlık yoktur. Adama ne verirse onu alır. O halde bunu yakinen, hadisât ile de gördükten sonra insan, artık zalime uşak olur mu? Artık seciye-i insanisini ayakaltına salar mı? Gönlünden vazgeçer mi?

El hayâ u katretün iza kutire kutileHayâ insanın yüzüdür, yüzsuyudur. Utanmak. “Bir milleti” diyor Peygamber: “Seyyiatı olursa bir şeyle kurtulabilir. Dua edin, hazine-i gaybından Allah ona utanmak versin.” Bunu konuşmaya çıktım bugün. Şimdiye kadar söylemediğim yerdi. Bir insan, bir kavim, bir camia, bir millet haddizatında izmihlale yüz tuttu yıkılıyor değil mi ya? Bunun kurtulması için ne madde, ne şu bu, hiçbir şey kurtarmaz, diyor. Yalnız bir şey kurtarır. “Yalvarın, Allah hazine-i gaybından utanmak versin.”  Allah’ın en büyük ihsanıymış utanmak. Anlatabiliyor muyum acaba? En büyük akdesi[24] oymuş. Ondan büyük şey yokmuş, ind-i İlahide. Utanmak versin, diye yalvarın.

Ben bunu şimdi tahlil etsem, üüü çok sürer çok. Nasıl tahlil edeyim? Yavaş yavaş ederim inşallah, misalleri getire, getire, getire...

Öyle dedi, hem de celalliymiş bunu söylerken. Dostları ile beraber otururlarken, celalli bir vaziyette: “Hayır, hayır!” dedi, “Hiçbir şey önlemez. Hiçbir şey önleyemez; ne servet önler, ne madde önler, ne şu önler, ne bu önler. Yalnız, (demiş) Allah’ın hazine-i gaybından yalvarın utanmak versin, onu ihsan etsin.” O oldu mu birbirimize düşmeyiz. Bak nasıl birbirine bağlıdır. Utanma oldu mu birbirimizi boğmayız. Ne var? Niçün boğuyoruz?

[25] وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ

“İtaat edeceğin makamı bil!” diyor Allah. Zevk alaraktan. Malum ya itaat iki türlüdür, bir kerhen itaat gelir, bir de zevken. Ne kadar şeydir, incedir. Allah’ın emirlerinde, nehiylerinde yalnız kabul şart değildir. Bu bir kaide-i külliyedir, belleyin. Hem kabul hem tahsin[26]. Hani bazı kimse vardır, kendine ağır gelir ama “Ne yapalım, Allah emretmiş. Elbette boyun keseceğiz!” “İstemem! (diyor) İstemem. Öyle değil!”  “Ne yapalım, ağır amma yasağı Allah yapmış, boynum kıldan ince(!)”

“Öyle istemem!” diyor. “Hem kabul hem tahsin şarttır.” diyor. Aman ne güzel emretmiş, ya emretmeseydi, ne güzel yasak etmiş ya etmeseydi, böyle imrene imrene. Hasretini çeke çeke... Acaba anlatabiliyor muyum? Böyle ister. İşte itaatte budur! Allah’a ve Resul’üne itaat edin. İtaat ederseniz utanma hâsıl olur. İtaat edin. وَلَا تَنَازَعُوا   Sakın birbirinize düşmeyin. Ne vakit ki bir camiada birbirine düşmeklik başlamıştır. فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ Düşmeyin, ayrı ayrı olmayın, kısım kısım ayrılmayın, reyleriniz parça parça olmasın, vicdanınız kalkar, şevketinizi alırım, diyor Allah. Vicdanınız kalkar demek, şevketinizi kaldırırım. Satvetinizi[27] kaldırırım.  Öyle açık beyyinat ki, kıpırdanmak yasak!

Toplayalım konuşmayı, vazifeden doğan ahlak, dedik. Işktan doğan ahlak, dedik. Dedemizin hangisine salik olduğunu anlattık, aşkı tarif ettik. Bunları hep tarif ediyoruz amma yabancı arkadaş gördüğüm için tekrar tekrar ediyorum ve sofranın ekmeği. Yemek değişir ekmek değişmez. Buralar bilinmedikçe ahlak mevzuu üzerinde yürünmez. Tutturmak içün, ahlak da ilk ders. Ve bu tarifi yayın!

İki üç şey vardır ki suistimale uğramıştır dünyada. Bir münevver.  Efendim “Münevver adam” deriz. Herkesin ağzındadır bu. Ekmek peynir isteyecek kadar, lehçesi bozuk biraz Frenkçe bildi mi münevver adam! Beş on sayfa bir şey okudu mu münevver adam! Cicili bicili giyindi mi münevver adam… Münevver adam, o değil!

Ahlaka göre, eşyanın hakikatine vukûf peyda eden insana münevver derler. Anlatabildim mi? Beş on sayfa, o âlemin malı. Münevver. Kendi enfüsünden çıkan bir varidat ile kâinatı görüyor. Öbürkü, şunun malını almış, bunun malını almış, o cümle onun, öteki cümle onun öteki ibare berikisinin, o münevver değil ki! O kiracı o. Mal sahibi değil. Ama şimdi kiracı mal sahibinden daha salâhiyetli ya! Bir de o var. Mal sahibinden daha salâhiyetli!

Biri de vicdan kelimesidir. Bunlar suistimale uğramıştır, vicdan. “Benim vicdanıma bak!” derler. “Sen onu benim vicdanıma bırak!”  Vicdan Arapça bir kelime bulmak mânâsına. Neyi bulmak? Allah’ı bulmak. Hak ve hakikati bulmak. Hakk’ı bilende bile vicdan yoktur. Bulacak! Malum ya bu âleme insanlar üç şey için gelmiştir; bilmek, bulmak, olmak. Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk edecek. İstilahisi bu. Taalluk, tahalluk, tahakkuk. Bilecek, bulacak, olacak. “Onu benim vicdanıma bırak!”  Bakalım var mı? Kolay bir şey değil ki o!

Üçüncüsü de vazife. Bu üç kelime suistimale uğrar daima. “Efendim ne yapalım vazife icap eder!”derler. Vazife;  evet vazife, vacibu’l-icra olan şeye denir. Vacibu’l; yapılması Kudret’in emriyle, hilkatin işareti ile örfün nezaketi ile insanlığın insanlık üzerindeki tecellisi ile cem edilen[28]  işe vazife denir. Anlatabildik mi acaba? Böyle. O halde mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar, kutsiyât ahlakiyâttan doğar. Ahlak, Allah’a iman ile olur. Başka türlü olmaz o. Nakillidir o. Sen kör bir tesadüfün neticesi olarak dünyaya geldim, diye yaşa da; “İkinci hayat mayat böyle şey anlamam ben!” de, “Maddenin kesafetinden başka bir şey bilmiyorum!” de. İhtirasât-ı nefsaniyen kabardığı vakitte, neden tatmin etmeye çalışmayacaksın. Elbette edeceksin. İşte beşeriyet onun için de inliyor. İnlemenin sebebinin biri de budur. Binaenaleyh, vazife o kanaldan gelecek. Bir tüccarın memurusun; geldi mal, “Bunları gizli yerlere kapa bakalım.” dedi. Ne olacak? “E bu bugün on kuruş ama biz bunu üç gün sonra yüz kuruşa satacağız!”

“Peki efendim!” dedin kapadın. “İyi efendim ne yapalım vazife, biz emir kuluyuz. Patron öyle söyledi, vazifemi yapmakla yükümlüyüm…”

Vazife denmez ona. Vazife değil o! Ya, ne yapılır orada?

“Sen insanlığını satmışsın! Ben insan yerinde çalışmaya kendime söz vermiştim. Bul kendine bir adam, Allahaısmarladık. Ben zulme uşak olamam!” Diyebiliyor musun bak? İnsan-ı kâmil işte.

İbadetinde en büyüğü, taatinde en büyüğü, insanlığında en büyüğü, ama zordur. Yüz -yüz elli kâğıtlık olursa kolay.  o işi yaptıran adamlar o adama beş bin lira verir ayda. “Yüz, yüz elli, iki yüz, üç yüz, burada olmazsa öbür tarafta der, beş bin tane var, ehh sabahleyin dokuzda gideceğim, bir saat yazıhanenin şurasında oturacağım, iki saatte şuraya gideceğim, geleceğim,  rahat hiçbir şey yok, beş bin tane nemelazım.” dedi mi yandı. Kudret adamı böyle imtihan eder. Beş bin tane!

Vaktiyle ümeradan birisine, ismi hafızamdan çıktı, insaflı adamlar. Temiz adam, başka türlü oluyor. “Siz çok namuslu çok dürüst adamsınız.”

“Değil!” demiş. “Beş bin altına kadar! (demiş) Yukarısını imtihan etmedim. Beş bin lira rüşvet teklif ettiler ayağımla tekmeledim. Beş bin altına kadar namuslu olduğumu biliyorum. Altı binde olur muyum?  On binde olmaz mıyım?”

 Anlatabiliyor muyum inceliğini? “Yirmi binde olur muyum? Yüz binde olur muyum? Beş bin altına kadar, ben, (demiş) Namuslu adamım!” Çünkü İnsan kendisini de ölçerekten şey edecek, yaşayacak. Kendisini ölçecek. Ben o mevkii.. Çünkü bir adamı tenkit ettirmek kolaydır. Tenkit kolay, şurası bozuk, burası bozuk… O ufacık aklı ermeyen de yapar onu. Şöyledir, böyledir. O işin başına gelirsin, o iş sana verilir, senin görevin bakalım, sen ne şekilde olacaksın?

İmam-ı Ali Keremallahu Zatehû Hazretleri, ne büyük zât. Onun bir emirnamesi[29] vardır, Oku, dünya nâmütenâhi yaşasa bir harfi değişmez. Bir harfi, bir noktası değişmez. Yirmi küsur sayfa sürer. Mısır valisi Malik İbn-i Eşter’e göndermiştir...

“Ey Malik” diyor, “Sen, gönderdiğin yerde senden evvelkileri tenkit ediyordun, şuralarını bozuk yaptılar, buralarını şöyle ettiler filan, şimdi de seni aynen böyle muâheze[30] edenler hazırlandı. Dikkat et!” Söyler, söyler de, mevkî de sana bir azamet verir, nefsin şahlanmaya başlar, etrafını küçük görmekliğe başlarsın, bu beşerin bir hassasıdır. Her insanda vardır bu. Binaenaleyh, derhal fevkinde Allah olduğunu unutma. O vakit çekersin dizginlerini. “Sakın vermiş olduğum mevkî sana bir fırsat verip de biçarelerin başını kemirici canavar kesilme. Hiçbir akrabanı yanına yaklaştırıp büyük memuriyet verme!” Anlatabiliyor muyum?

On dört asır evvel söylüyor. Ali diyor bunu. “Hiçbir yakın akrabana arazi verme. Sana korkaklık talim eden kimse olursa hemen yanından uzaklaştırt. Sarî bir hastalıktır, geçer. Kendini nâstan gizleme, niye gizliyorsun? Eğer tabiatında buhul[31], hasislik, leimlik³² varsa insanlar bir isterler iki, ondan sonra senin alçak olduğunu anlarlar, kimse yanına gelmez. Eğer mertsen, neden çekineceksin! …”

Ali, dedim de geçenlerde bana bir sual sordular, tarihi bir sual. O mevzûu da halletmiş olalım. Ahlakla da alakalıdır tarihin o kısmı. Hazreti Aişe’ye, bir Cemel hadisesi var. Neden Hazreti Aişe ile Hazreti Ali harp etti? Sıffin de cephe alanlar, ayrı bir şeye maruz kalıyorlar. Öbürkülerde öyle bir şey olmuyor. Onlar da harp etti onlar da harp etti. Birisinde hürmet baki. Diğerinde küçüklük görülüyor. Burayı söyleyelim mi yoksa diğer mevzûmuza mı dönelim. Bu açık bir mevzû. Buraları layıkı ile anlatabilmeklik içün, Beşeriyetin Fahr-i ebedisini, bir parça, o anlatılmaz ya! Hazreti Muhammed’i kim anladı? Tamamıyla, hakkıyla kim anlamıştır? Bir. O da Allah. O kadar. O anladım, derler. Mesela bak, ne kadar zordur anlamak. Nazm-ı Kerim’de:

[32] فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْاۜ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَبَص۪يرٌ O kadar zor bir yeri tahlil ediyorum ki inşallah anlatabilirim.  Gayet zor!

 Emr olunduğun gibi doğru ol!” فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ

Acaba Hazreti Muhammed, eğrilmiş miydi de böyle bir emir geldi? Haşa! Ondan münezzeh. Eğrilecek miydi de böyle bir emir geldi? Eee, kitaplar der ki: “Bu, talim-i ümmet içündür.”  Hani biz, örf-ü belde de: “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!” deriz ya. Allah Habibine böyle hitap ediyor, maksat ümmete aittir. Veyahut istikamettedir de istikamette devam et, mânâsınadır.  Böyle değil, böyle değil!  Felek meşalesi yokken, melek velvelesi yokken, kader nakkaş-ı semavatın tezyinatını vurmamışken, kulhüvallahü ehad hitab-ı samedaniyesinde[33] secde de olan Cenab-ı Muhammed bizim anlayacağımız eğrilikle alakası yok. Dostuna, “Allah’ın ilk önce neyi yaratmıştı?” diye sualine karşı  “Evvela ma halakallahü nuru. Senin Peygamberinin nuru beni yaratmıştı” diyen zât-ı âla da böyle şeyi tasavvur emeklik zaten, abes!  Fakat böyle de bir tecelli var. “Âdem’in çamuru yoğurulmamışken ben peygamberdim.” O Miraç filan onlar küçük şeyler. Tabir-i caizse Peygamber’in, haşa yani misal olaraktan söylüyorum, o onbaşılık rütbesi bile değil! Şeref-ü aslına edna-i merâtip Miraç. Buradaki eğrilik, buradaki eğrilik, doğruluğun mukabili olan eğrilik değil. فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ Ters söyledim, buradaki doğruluk eğriliğin karşılığı olan doğruluk değil. Bir nazımla daha size bu işi açıklayayım.

[34] اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ  

 “Ben emanet-i İlahiyemi âlâ teklif-i takrir semavata, arza bütün mevcudata arz ettim.”

“Böyle bir emanetim vardır.” O emanet ne? Başka bir konuşmada söyleyeceğim. Bunu alırsanız bunun mukabilinde çok büyüklüklere nail olacaksınız.  فَاَبَيْنَ Hepsi çekildiler. Yerine getiremeyiz, diyerekten özür dilediler, bu emaneti insan aldı diyor. وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ  insan yüklendi. İlleti ne?  Zira insan, o insan, اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا zalim fail vezni mübalağa içindir. Koyu bir zalim idi, çok kuvvetli cahildi, emaneti aldı. E Allah diğer tarafında kendisi diyor ki: “Emaneti ehlinin gayrına vermeyin.” Habibi de diyor ki: “İza vusside’l-emr ila ğayri ehlihi fentazıris saat [iii]” İşi ehlinin gayrına verirseniz kıyameti bekleyin.

Kıyamet üç kısımdır; kıyamet-i suğra, kıyamet-i vusta, kıyamet-i kübra. Kıyamet-i suğra, kişinin ölmesi, kıyamet-i vusta milletlerin izmihlali, kıyamet-i kübra da bu mevcûdâtın bir şekilden diğer şekile tebeddülü.[35] Bu emir de kıyamet-i vusta demek istiyor. İşi ehlinin gayrına verirseniz o millet yıkılır. O milletin kıyameti kopar. Anlatabiliyor muyum?  “İşi ehline verin.” diyor. Diğer tarafta Allah da öyle diyor. “Ehlinin gayrına vermeyin” peki Allah, Allah olduğu halde kendi emanetini, anlatabiliyor muyum? Anlaşılıyor mu acaba?  Nasıl verdi, böyle bir zalime, cahile? Hah, buradaki zulüm de adlin mukabili olan zulüm değil. Cehil de, ilmin mukabili ilmin karşılığı olan cehil değil. Makbul zulüm, makbul cehil. E mânâ  nasıldır? Mânâ şöyle:

“İnsan emaneti aldı. O insan ki, اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولً   Nefsinin kuvvetli zalimi idi. Nefsini tokatladı. Çekti dizginleri, acımadı nefsine. Benden başkasına da cahildi. Her hangi bir kötülük gördü mü; “Ben Hak’tan başka bir şey bilmem” der.

Hem insan-ı hakikinin tarifi var hem de emanet kimde olduğunun tarifi var. Şimdi herkes kendi kendisini tarif eder. Sen eğer nefsinin zalimi isen, Allah’tan mâadasına da cahilsen, sende emanet-i İlahiye var. Yook! Emanet değil, saman bile yok. Üüü, kolay şey mi o.

Herkes kendi mevkiini tarif edebilir. Şöyle bir düşünürsün; “Ben hiçbir gün nefsime uşak olmadım, hiçbir vakit nefs-i emmaremin emr-i tahtında yaşamadım, hiçbir vakitte bir an da Hak’tan gafil yaşamadım. Ondan mâadasını da tanımadım zaten. Emanet-i İlahi sende var. Bunlar yok mu? Emanet filan bir şey yok ha. Hiçbir şey yok. E ne olur böyle olmazsa.  E ne olacak, Bayrampaşa baklası, Topkapı enginarı, Edirne’nin peyniri, filan yerin yağı bir araya geldi, nihayet bir kütle, bir şey oldu, bir cife oldu, neticede geçer gider. 

Ruh-u menfûh ile tekrim edilmedim. Kendime söylüyorum size değil. Konuşurken öyle konuşurum. Kendi üzerine alma. Ruh-u menfûh ile tekrim edilmedim. Öyle dedim! Ben, ene za’té fî menfûh Büyük Zât da öyle der: “Kendini yokla, ruh-u menfûh ile tekrim edilmemişsen; her gün o ruh eser, kendini düzeltte arz et, yine gelir sana.” der. Bunları onun içün söylüyorum. Ahlak ile anlatabiliyoruz değil mi? Münasebetten mevzû. Doğru şimdi, olduğun gibi doğru ol, emr olunduğun gibi. Buradaki doğruluk eğriliğin mukabili değil.

O bahsi anlatabilmek için buralara girmek lazım.  Ekseriyet Hazreti Muhammed’i şöyle anlar. Haşa! Allah şöyle bir baktı güya(!) Sen kalk insanlara Peygamber ol(!) Öyle değil! Yanılınan noktaya geleceğim. Evet, suret itibariyle, Hakk'a iman kolaydır, Hakk'ı inkâr eden de iman eder.

Tramvay kalktı, artık meydana geldi. Acizdir, Hakk’ın varlığını meydana getiren. ”eyvah gitti!” dedin mi işte aciz oldun. Bitti. Hazreti Muhammed öyle değil. Yer, içer, yatar, kalkar, doktora baktırır, şu olur, bu olur haa o da benim gibi dersin, hoop çöker, gidersin. O, insanlardaki bütün kemâlatı beşeriyeyi gösterecek ki insanlara numune olabilsin ya da bunu kabul ettirebilsin. İnsan biraz  Gösterir göstermez  “Allah!” deyiverdi. Acaba anlatabildim mi? O İnsanlara, tamamıyla bütün insanlara ait olan sıfatları kendisinde tecelli ettirecek. Buradaki istikameti anlatmak içün Hz. Muhammed’in iki, iki veçhesi var. Bir veçhesi mahlûkata, bu kâinata nazır. Bir cephesi de, veçhesi de Hakk’a nazır. Mahlûkata nazır olan veçhesine Nübüvvet denir, bir veçhesine de Vilâyet denir. Nübüvvet hayattan çekilince inkıtaya uğrar, vilâyet uğramaz. Her Nebi’nin vilâyeti devamdadır. “Hakkıyla yap!” Burada insanların kabiliyetine göre konuşur, muhatabın seviyesine göre konuşur. Bu cephe, Hakk’a nazır olan cephede mevcudâtta ne olmuş, ne olacak, ne var, ne biter, hülasa nasıl tarif edeyim, kelimesini bulamıyorum, bunun heyet-i umumisini Hûdâ O’na bildirmiştir. Fakat burada bunu konuşmak, bize de öyle emretmiştir. İnsanlara da “Muhatabının seviyesine in, öyle konuş.” der. Öyle konuşmaz mısın sen de? Çocuk doğduğu zaman ilk önce “su istiyor musun?” der misin? “yemek yer misin?” demiyorsun işte “mama, buu...” falan bi şeyler yapıyorsun, beceremem ki bu kelimeleri ben.  Hıı çocuğun seviyesine indi. Çocuğun seviyesine inmedin mi? İndin. Onun lisanına indin de konuşuyorsun. Ama çocuk tekâmül ettikten sonra 20 yaşında, mesela işte biraz tahsil falan görmüş “gel yavrum bakayım sana mama vereyim” dedin mi acaba “acee bucii muci ...”  de, birden bire duraklar. Annemde bi şey mi var, der. Seviyesine göre. İşte bu cephesine karşı, bu cephesindeki konuşmasına karşı Cenab-ı Fahr-i Âlem’in bu cephedeki konuşması annenin mini mini kundak çocuğuna konuşması gibidir. Anlaşıldı mı bi şey?

Şimdi, “Ebu Cehil ve avânına iman tebliğ et!” dedi Allah. Buradaki veçhesiyle ile bakın ki Ebu Cehil şaki. Şekavetin membaı. Adam olmaz bu! Bi durakladı. Vazife-i Nübüvvette var, iman tebliğ ediyor. Onun üzerine     فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ  İstikrar mânâsınadır.  Yoksa bizim bildiğimiz eğrilmekle alakalı değil. Nübüvvet vazifende devam et! Bu işte istikrar edeceksin, bu tebliği yapacağız. E bu, onun adam olmayacağını biliyorsun, seni de ben adam olmayacak bir insana git buna dersem, ihtiyarlamaz mısın? Onun için kendisi diyor ki: “Şeyyebetnî sure-i Hud: Sure-i Hud’da ki bu emir beni ihtiyarlattı!” Ve ertesi gün de mübarek sakalında üç tane beyaz hâsıl oldu. Anlatabildim mi acaba? Burada bize işaret vardır. “Filan adam, adam olmaz, uğraşma!” Yook! Vazifelisin ölünceye kadar.  Olsun olmasın işte bu ona ait.

Şimdi, büyük Kitap Fahr-i Âlemi herkesin kabiliyetine göre tarif etmiştir. Kafası kalın olanlara, idrak kabiliyeti kısa olanlara, görgüsü az olanlara, hakikat-i insaniyeye agâh olabilmeklik kabiliyeti olmayanlara,  İnnemâ ene beşerün mislüküm: Sen, ilan et! Habibim sen!” Burada da çok kimsenin ayağı kayar şimdi dikkat edin! “Söyle, ben ancak sizin heyet-i umuminiz gibi bir beşerim.”

Burada, işin dışında kalan, kabuğunda kalan insanlar “Canım, işte resmen onun hakkında da beyan edilen bir ayet. O da bizim gibi bir beşer!” Ama “mislükün” diyor, cem'î sîgasıyla söylüyor. Anlatabildim mi? O ne demektir, biliyor musun? “Eybisna  mecmû üküm leyse ahadin minküm: Ben sizin heyet-i umuminiz gibiyim içinizden biriniz gibi değilim. Ben beşerim amma sizin heyet-i umuminiz gibi bir beşerim.”  E bundan ne çıkar, ah bak ne çıkar. Allah’ın hilkat kanununda sünnetinde tekerrür yoktur. Tekerrür yok. Bir yaptığını bir daha yapmaz. Berâan-ı rahmetin her katresini bir meleğe indirir de bir daha o meleğe hizmet vermeyen Allah’tır. Şimdi, muhakkak sen de bir sıfat var benden üstün. Ya sen çok iyi yazarsın, ben senin kadar yazamam, ben çok iyi okurum, ya sen çok iyi koşarsın veyahut ben şunu yaparım öteki bunu yapar. Hülâsa, her insanın diğer insandan yüksek bir sıfatı vardır ve o sıfat dolayısıyla buraya gelmiştir. Bu âleme gelmesindeki illet, diğer insanda olmayan büyük bir sıfatı sebebiyledir. Tekerrür yok.  Bir yaptığını bir daha yapmaz. Maddesinde bile öyledir. Bu parmağına bir bak! Bu dünyaya ne kadar adam gelmişse bak, birininki birininkine uymayacak. Beş tane çizgi, akıl durur. Yaa ne var bunda?  Şunu derlesen toplasan nâmütenâhi nüvilyona giden insanınkini birbirine uydurmaz. Ben öyleyim, diyor. İntizamdır. Senin öğrendiğin kaideyle böyle görmekliğin lazım gelir. Böyle gösteririm Ben sana, der. Fotoğrafı al, bir tane çek, üzerine bir tane daha çek, bir tane daha çek ondan sonra karmakarışık olur teşhis edemezsin. Bu fotoğraf makinesini sana kurmuş Kudret. Nâmütenâhi çekiyorsun biri birbirine karışmıyor.

(Saat kaç?)

Her insanın bu sahne-i şuhuda gelmesindeki dünya denilen bu imtihan âlemine gelmesindeki illet diğerinden ayrı bir sıfat-ı kemâliyesi olduğundan dolayı gelir. İşte Fahr-i Âlem’de bütün insanlardaki sıfat-ı kemâliyeyi toplamış bir varlık olaraktan gelmiştir. Anlaşıldı mı şimdi? O, öyle bir sizin gibi, ama sizin heyet-i mecmuanız gibi, içinizden biriniz gibi değil. “Kûn" var, çünkü.   “Eybisna mecmuüküm veyse ehadin minküm” Bu en az anlayanlara. Biraz daha yükselirse,

 [36]   وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ   O müşrik evi muhasara ettiği vakitte; harpte, şurada burada Peygamber’e attığı vakitte heyet-i umumisinin perişan olmasında “Sen atmadın. Ben attım!” diyor. Ee atan Peygamberdi ya! Diğer bir tarafta geliyor sure-i fetih’de

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ [37]

Biliyorsunuz, şecere-i Rıdvan’da Hazreti Osman’ı müşriklere sefir olarak göndermişti. Öldürüldü, haberi çıktı. Bir ağaca dayanıyordu, bir ağaca.  O haber geldi. “Meseleyi halletmeden dönmeyeceğim!” dedi. Topladı bütün dostlarını, hani şimdi bugünkü tabirle “itimat reyi” derler, değil mi? İşte ona benzer gibi bir şey. “Bana tam biat edecek misiniz?” dedi. Şaşırdılar. Ensar, muhacirin “Şüpheniz mi var Ya Rasulullah? Bizim bizliğimiz yok ki. İyi ama bir biat lazım, yenilemek lazım!” Yenilemek lazım! Pekâlâ, dediler  ridasının içerisine böyle elini çekti. Gelin, dedi. İşte herkes geliyor, böyle koyuyor elini böyle üzerinde “Benim misin?” diyor, “tamamıyla!” Bazısına da diyor ki: “Seni filanca yerde filanca parçalayacak!" Ayrılıyor semâ yapıyor, dönüyor zevkinden. Ne oluyor da zevk ediliyor? Anlatabiliyor muyum acaba? Bunlar biraz kelimeyle anlatılmaz. Hepsi bittikten sonra Hazreti Osman yok. Şahit olun, dedi. “Yarabbi bu el, Osman’ın eli, buradan mahrum olmasın onu temsil ediyor, onun namına biat yapıyoruz.” dedi, yine bu öyle oldu o tepede. Ondan sonra:

 اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ  “O mubâyaa[38] da ellerin üzerindeki el, Allah’ın eli idi. Bu ikram,  O’nun kudreti idi. Sen kendinden geçmiştin, her şeyin sahibi Ben olduğum için orada teccelliyat, Benim tecelliyatım idi.” Nasıl tarif edeyim?

Şimdi Fahr-i Âlem, her sınıfa ayrı ayrı tarif edilmiş, ben birkaç tarifini şöyle söyledim size. O anlaşıldıktan sonra gelelim Cenab-ı Ali’ye.

Ali, tamamıyla ahlak-ı Muhammediyeyi giyinmiş. Peygamber Nübüvvetini izhar ettiği vakitte; Hazreti Hatice’den sonra ona söylenmiş ve Peygamber’in arkasında ilk namaz kılanlardan. Bir cilve olsun diyerekten, Kudret’in hoşuna gitsin diyerekten,  ilk önce söylüyor.  “Namaz kılacağız” diyor. Bu böyle dinin bir memuru olaraktan, mübelliği[39]  olaraktan geldim, kılacak mısın, diyor. On yaşında. Tıpış tıpış, “Bir babama söyleyeyim” demiş. Üç adım yürüdükten sonra, “Allah’ım bu kâinatı yaparken babama danıştı mı?” Anlatabiliyor muyum? Böyle bir şey var, bir hususiyet. Kendi hesabına hiçbir şeysi yok. Şundan anlaşılır. Hazreti Ebu Talip ahirete gittikten sonra, Peygamber Mekke’de oturamayacak vaziyete geldi. Müşrikler karar verdiler, evi muhasara edecekler. Daru'n-Nedve’de -partide- toplanıldı. Bugünki tabir, şeyle. Daru'n- Nedve. O vakit kan davası var.  Bir usulü var, dediler. Bir çare bulundu, çare! Ebu Cehil riyâsetinde[40] toplanıldı. Her kabileden bir adam kılıçlanacak. Fahr-i Âlem uyurken hepsi birden hücum edip, hepsi birden vuracak. O vakit kan davası orta yerden kalkar. Bütün kebair[41] işin içine girdiği içün. Bu haber geldi, çağırdı İmam-ı Ali’yi, dedi ki:

—Ben hicret emrini aldım, çıkacağım, benim yatağımda yatabilecek misin?
—Tabi ki! Dedi.
—Hücum edecekler. İmha edecekler beni. Seni yerime vekâleten yatırıyorum.

Bunda incelik var. O ayniyeti taşımasa onu orada yatırtmaz. Öyle değil mi?  Yattı. Birçok urefa kendisini imtihan ediyor, yatarız, diyor. Yattı fakat uyudu. İncelik burada. Evet, “Bu can ona feda olsun!” der, fakat heyecanınla “şimdi mi basıyorlar, şimdi mi geliyorlar...”  Bir yattı bir de uyudu. Yeşil hırkası vardı, yeşil hırkasını da üzerine çekti. Fahr-i Âlem giderken böyle yatırdı, böyle böyle. Okşadı, öptü. “Hakk’a emanet” dedi gitti. Cibril’e soruyorlar:

—En zevkli vazifen ne vakit olmuştur senin?
—Mahbub-u Kibriya, habibini yatırdı, yani Ali’yi. Ondan sonra O mübarek Zât da uyumaya başlamasın mı? Uyudu, Hûdâ da bize dedi ki, haddizatında  “Git başucunda sen, şey de arkasında beklesin.” O nöbet beklemede çok zevk aldım.(diyor)

Teslimiyet! Anlatabiliyor muyum? Girdiler, birdenbire bıçağı vuracakları, hani hücum edecekleri zaman, kılıçlar tamamen yerinden kalmışken, bir tanesi “Açalım yüzünü yatarken ölmesin!” dedi. Açtılar ki Ali yatıyor.  Sordular, anlayamadı müşrikler o vakit yine. Şecaate bak! “Yooo! Ben yatmıyorum, O yatıyor!” dedi.

İmdi, Ali, böyle bir Ali. Cemel vakası neden oldu. Vakit geldi, vakitte geldi. Hazreti Aişe pek gençti, Hazreti Resullullah’a geldiğinde. Hazreti Hatice’den sonra da Peygamber’in en ziyade sevdiği zevcelerinden bir zât-ı aliye, bir zât-ı ulya[42] Hazreti Aişe, gelmekteydi. Hazreti Hatice’den sonra onu tercih ederlerdi. Tercihindeki sebep; gelen vahyi gayet çabuk öğrenir, Ümmet-i Muhammed’in hanımlarına gayet çabuk öğretir. Böyle bir zât. Peygamber’in de âdeti hava karardıktan sonra evde eşya bırakmaz. Âdeti öyle. Hava karardı mı tasadduk edilir. Hiç kalmaz. Âlem-i cemale teşrif edildiğinde üç beş parça eşyası vardır. Yok! Bırakmaz! İşte sünnet, yapsanıza! Bazı acayip insanlar vardır. “Efendim sakal sünnettir, işte sakalı bırak.” Canım, o sünnet güzel amma asıl sünnet bu. Hadi bakalım. Hava karardı bırakmayın bir şey. Buyrun, cısss! Hava karardıktan sonra bırakmaz, âdeti değil.

Hazreti Aişe, ne de olsa kadın. Allah’ın beyanatında, kadının dünyaya hevesi daha kuvvetlidir ve “Mazur görürüm” der. Allah’ın ağası değiliz ya, Allah kadınlara iltimas etmiş, tabiri caizse. Çok. Hiçbir medeniyet, Allah’ın vermiş olduğu hakkı kadınlara vermemiştir. Ve veremez! “İştirak-i hayat var, çalışacaksın!” der. Allah öyle demez. Mahall-i tekvindir, der. Çocuk yaptı ya sana, der. Vazifesi bitti. Anlatabildim mi acaba? Öldüğü vakitte de adamı annesinin ismi ile zikrederler, çünkü çocuk yaptığından dolayı, mükevvine[43] yapıyor olduğundan dolayı, mükevvin Allah. Mükevvinin manası tekevvün[44] edici. Tekevve... Söyleyemedim anla. Mükevvin Allah, bu kâinatı yapan. Mahall-i tekvin, anne. “Yakîn” diyor, “Bana yakın. Sun-i ilahimin insan dokuma tezgâhı.”

Ashabdan biri soruyor. “Annemin hakkımı ödeyebilir miyim.” diyor. “Doğururken çekmiş olduğu heyecanın bir anını ödeyemezsin. Her gün sırtında taşısan da, bütün ihtiyacını sırtında yapsan, o doğum anında çekmiş olduğu heyecanın bir anını ödeyemezsin.” Hem ödesen de öyle tutmuş, Allah. Sen, Allah’ın şeysi misin? Maalesef bizler bundan çok gafilizdir, onun içün iyi bir netice alamayız. İyi netice alamayız. Köylü evinde çamaşır yıkatmaz, çaya gönderir. “Ayıptır” der, orada yıkattırır, getirir. Onun için inim inim inler. Peygamber’in emri vardır. Karısının memnun olmadığı kocadan Allah memnun olmaz. Kestirmesi bu. Bir de döver sonra. Ne hakkın var dövmeye! Hakkın mı dövmek! Efendim pis pis tabirler varmış. Dövmezsem, ne diyorlar bir şey diyorlar. Becerebilecek miyim, kılıbık mı? Yanlış mı söyledim? Pis pis şeyler, pis iğrenç iğrenç şeyler... “Rızıklarınızın genişlenmesinde ki ânı, karılarınızın size karşı olan, hoşnudisine bağlanmıştır.” diyor. Kaç tane, Buhari de, Tirmizi de, İbni Mace de, Sünen de hepsi… Acıdır, söylemek istemem ama söyleyeyim. Hıristiyanlar bizden müreffeh yaşarlar... (Konuşmanın devamı olan 2 dakikalık kısım eksik, kayıtta çıkmamış.)

Ben tesadüf etmedim. Fakat mahallemde tesadüf ediyorum. Ekmek parası meyhaneye irad edilir mi? Evde çoluk çocuk zelil sefil. Sonra Allah işi yapar. Allah öyle iş yapar mı? Hiç, hiç. Hiç yapmaz, âdeti değil! Neyse öyle işte, mahall-i tekvin. Mükevvin de Allah. “Kurbiyeti bana var.” diyor. Birçok hatalarını görmüyor... Mesela biz, daha dini vaziyetten misal getireyim, elimizi böyle, namazda böyle koruz. Kadın da böyle kor. “Efendim göğsünü muhafaza...” Hâlâ hayvaniyetle mi meşgul oluyorsun. Her şeyin bir yeri bir makamı var. O namazda da hayvaniyetle meşgul olmaz ya. “Göğsünü muhafaza ediyormuş!” Terbiyesize bak! Hayvaniyetinde bir yeri makamı var, o orda dur! “Göğsünü muhafaza ediyormuş!”  Hak ile hûdû ile bitir o namazı.  Hiç, sana daha farz olmamıştır bile, yerlerini ayıramadıktan sonra kılma! Ya, yaa!

Mahall-i sabır, mahall-i iman. Merkez-i hükümet-i insani kalp. Merkez. İnsan hükümetinin merkezi. Anlamıyor musunuz? İki şey vardır; bir çocuk, bir de tekevvün eder. Allah hiç kimsenin bir şeye sahip olduğunu böyle hissettirmesini hiç sevmez. Gayurdur, kıskanç! Nasıl anlatayım sana. Mesela çocuğunu seversin, ohhh filan, dedin mi, öyle sevme. “Ne güzel yapmışın...” diyerekten, O’nu seviyormuş gibi sev. Alır! Söyleyeyim de.  “Aa bak, ne güzel meydana getirdin filan...” Ne seni alır, ne onu alır, karışma o işe. Ne güzel tecelli etmişsin Yarabbi. Bu nakşa nigah, nakkaşa nigahtır. Bol bol sor, sormanın yolları var. Oradan böyle tuttuğu vakitte, çek elini yukarıya, diyor. “Her şeyin sahibi Benim!” Bir şeyi o. İkincisi, böyle biz tutuyoruz ki, Yarabbi, bak her şeyimizden soyunduk, içimizde çirkinlikler var, kalıp mürekkeb[45] ama kalbimde Sen varsın. Öyle olsun, o niyeti alacak. Öyle bağladığın vakitte. Hiçbir şey yok Sen’den başka. Senin muhabbetinin karargâhı kuruldu. Hûdâ diyor ki, kadına “Ben bilirim serair-i zemairi ama madde âlemine bu şekilde açma, sende var.” diyor. “Sen şöyle tut. Seni ben mazur tuttum, kusura bakmam. Senin o içinde büyüyor ister o. Elini şöyle tut.” Bir şey anlatabiliyor muyum?

Hazreti Aişe, genç. Ebu Bekir’in kızı, çok refah ile zamanı geçmiş, Hazreti Ebu Bekir. Peygamber, ilk önce “La ilahe illallah”  davasını açınca, herkes hasım olmuş, hısımlar hasım olmuş. Şi’bü Ebu Talip de üç sene boykot etmişler, gece ışık yanmamış, tencere kaynamamış, birçok sıkıntılar... E sonra İslam’ın şevketi tecelli etmiş, ganaim[46] geliyor, Peygamber yine hava karardı mı dağıtıyor. Evde bir şey yok. Hazreti Aişe, bütün arkadaşlarını toplamış. Peygamber’in on bir tane zevcesi var; hepsinin hikmeti, illeti var. Demiş ki: “Biz İslam’ın en dar zamanında hepsi hoşumuza gitti, sıkıntıdan zevk aldık, fakat Hûda şimdi ganâim ihsan ediyor.  Âdet-i seniyeleri vechiyle, o her gün dağılıyor. Benimle ittifak edin. (demiş) Birazda evde bırakılması hususunda rica edeceğim.” Hazreti Sevde “Ben o işte sakın, yokum!” demiş. Hazreti Zeynep “Ben yokum!” Ümm-ü Habibe “Ben yokum!” Hazreti Ömer’in kızı Hafsa, “Beraber söyleyelim” demiş. Hazreti Hafsa da celalli bir hanım. Çok celalli bir hanım. Kocası ilk önce şehid ediliyor. Peygamber’in böyle on bir zevce olmasında, hepsinde hikmet vardır. Mesela bak, bir tanesi bu, ne şekilde daire-i zevciyete girmiş. Şehid olduktan sonra, gidiyor Hazreti Ömer, Ebu Bekir’e diyor ki: “Kızımı al!” diyor. Ama şimdi biz mesela böyle şeyleri ayıp sayarız. Hayır, o böyle gayet, “Kocası şehid oldu, Bu mânâ uğrunda gitti. Kızımı al!” Hazreti Ebu Bekir onun çok celalli bir hanım olduğunu bildiği için, Ömer’e de bakıyor. Ondan da çekiniyor, bir yutkunmuş, mutkunmuş. “Ne o” demiş. “Hayır, ama hukukuna riayet edebilir miyim?” “Anlaşıldı anlaşıldı.” demiş. “Derhal kabul etmedin anlaşıldı!” Oradan kızmış, Hazreti Osman’a gitmiş demiş ki: “Ben Ebu Bekir’e teklif ettim, böyle böyle…” O da biraz şey edince “Sen de anlaşıldı!” demiş, Ona da kızmış. Peygamber’in yanına geliyor. Hiddetli bir vaziyette, diyor: “Hayret içinde kaldım. (diyor) Kızımın kocası şehit olsun, Ebu Bekir’e teklif edeyim de dursun, Ömer Osman’a sorsun…” Peygamber  tabi çooook kibar, elbette:

“Ömer hiddetlenme! (demiş) O dostlarına karşı kırılma, benim gönlümden geçtiğini biliyorlar. Benim gönlümden geçtiğini biliyorlar. Beni, incitiriz diyerekten size red şey ettiler.” “Ya Resülullah, sana bağışladım, hayır öyle değil amma” demiş. Acaba anlatabiliyor muyum? Hafsa da böyle Hafsa! Bir akşam ganâim taksim edilmek üzereyken Hazreti Aişe demiş ki:

“Efendim, müsaade ederseniz bir şey niyaz edelim. Biz İslam’ın çok sıkıntılı günlerini geçtik, fakat şimdi siz, hiç evde bir şey bırakmıyorsunuz!” Hafsa da oradan “Evet” demiş, “Müsaade etseniz filan...” deyince,

“Yaa! (demiş) Reyime karşı rey isnat ediyorsunuz, arzuma muhalefet ediyorsunuz öyle mi?”

Müteessir olmuş, çok! O teessür esnasında iken, İmam-ı Ali gelmiş. İçeriye girmiş, bakmış ki Peygamber müteessir. Peygamber müteessir! Sormuş, “Keyfiyet nedir?”  diyerekten. “Bana böyle böyle dediler, böyle böyle dediler!” O Hazreti Hafsa’yı biliyor ki, Hazreti Aişe’nin teşvikiyle söyledi, Onu zikretmiyor da, “Aişe bana böyle böyle...” dedi. “Medine’de Aişe’den başka kız kalmadı mı?” demiş. Onun üzerine “Bunların talakını senin eline verdim!” Hazreti Ali’nin kıymeti buradan belli oluyor. İnsan, bu en ince bir bahistir, parasını verir, malını verir, mülkünü verir fakat karısının talakını veremez. “Bunların talakını sana verdim. İstediğini tatbik et!” demiş. Deyince tabi İmam-ı Ali hemen dışarıya çıkmış, gitmiş. Haber göndermiş, o vakitte mübarek bacakları incinmiş Fahr-i Âlem ’in. Bakıma ihtiyaç var. Ağır bir incinme var. Kızım Fatıma’yı gönder, bunlar yanıma girmesinler. Ömer Âvali denen (uzak)  bir yerde oturuyor,  bir arkadaşı ile beraber. Bir gün o iniyor sabah namazına, bir gün Ömer iniyor. Nöbet arkadaşındaymış. O da gelmiş, namazı kılmış, bir havadis çıkmış ki Peygamber bütün ezvacı[47] ta’lik[48] etti. Gelmiş, söylemiş, Ömer’e. Hazreti Ömer koşa koşa, koşa koşa, Ebu Bekir’in yanına gelmiş, Ebu Bekir diğer hiç kimseler hepsi bir tuhaf. Kimse bir şey söylemiyor. “Evet diyorlar, bilmiyoruz amma öyle anlaşılıyor, çünkü Hazreti Fatıma’yı çağırın kimse girmesin odama” dedi. “Ve kimseye de kapıyı açmayın!” demiş. Hazreti Ömer, gelmiş. “Ya Resülullah, İçeriye girmek istemiyorum. Seni inciten kızımsa, ta’lik[49] ettiysen, seni incitmişse ben onun başını alacağım!” Hayır, demiş. Anlamışlar ki talak yok. Bırakmak yok, hiç birisini bırakmamış. Fakat içeriye de almamış. Bu dargınlık yirmi dokuz gün sürüyor. Hûdâ, yirmi dokuz gün izin veriyor. Ondan sonra, ayet nazil oluyor. Ayet de diyor ki Allah:

“Çağır, topla! Seni isteyen sana gelsin, dünyayı isteyeni ta'lik et dünyaya sahip olsun. Vereceğim dünyayı (diyor.) Fakat Seni istediği müddetçe de,  Ben öyle dünyayla hepsini vermem.” Anlatabildim mi? Seni isteyen Sana gelsin, dünyayı isteyen, dünyaya ait. Tabi, bir bişey olmuş, hepsi ağlayarak Fahr-i Âlem’e dehalet⁴⁹ ediyorlar.

Zaman geliyor, zaman geliyor. Makam İmam-ı Ali’ye tecelli ediyor. Bir muhalefet hâsıl oluyor. Hazreti Aişe “Medine’de kız kalmadı !” sözü var ya, Bundan İmam-ı Ali’ye gücenmiş, o vakitte. Zamanında gizlemiş olduğu bu gücenmek sebebiyle İmam-ı Ali’ye cephe alıyor.  Anlatabildim mi acaba? Cemel vâkâsının hikmet-i illeti o. Cephe alıyor.

Tarih, Talha ile Zübeyr’in, Ali’ye cephe alarak, muhalefet ettiğini bütün tarihler yazar. Burada benim kanaatim, benim itikatım hatta ama herkes bunu kabul etmek mecburiyetinde değildir. Bu ayrı bir iş. Talha ile Zübeyr; Muhalefet alan cephenin, muhalefet vaziyetinde İmam-ı Ali ile arasını bulmaklık üzerine gitmişlerdir. Siyasettir, anlatabildim mi acaba? Zahiri ile hakikatini bilmeklik zordur bu meselenin.

Size bir misal vereyim de daha iyi anlayın. Eskiden vermişimdir. Ee tarihen okuyunca, evet muhalefet etmişler. Onun uğrunda olmamışlar, o ayrı. Fakat enfüs mânâsına gelirse. Zaruri inanmak mecburiyetinde değil hiç kimse. Kabul etmek değil. Benim görüşüm, benim itikadım öyle. Muhalefet alan cepheye, muhalefet almış vaziyetinde, işi teskin etmek üzerine gitmişlerdir,  Ali içün. Anlatabiliyor muyum?

Bazı şeyler vardır ki zahir ile ölçülmez. Mesela, beş altı hafta evvel söylemiştim bunu. Ara sıra getiririm, hakikatlen zevahirin birbirine bazen benzemeyişini. Şurada bir adamı dövüyorlar. Birisi dövüyor iri bir adam.   Gibi. Bakıyorsun ki o herif mazlum. Böyle şaki adamlar vardır. Ezecek bunu, kurtarayım, diyorsun. Fakat ben gitsem bana da hamle ederse, bende bunu şey edemeyeceğim. Ben bu adamı bunun elinden nasıl kurtarayım? Gidiyorsun, o pis şaki herife, zalime. “Beyefendi o mübarek elinize yazık değil mi, böyle bir edepsize tenezzül edip vuruyorsunuz!” Maksadın o adamı kurtarmak. “Asaletinize, necâbetinize[50], uymaz efendim bu. Kıymetsiz adam bu. Hadi pis herif!” diye kovuyorsun. O da zaten cahil! Zalim, daima böyle koltuk arar, âdeti odur. Zalimin cahilin, âdeti o. O bilmez ki yer, yer adamı. Üüü yer adamı yer. Fakat beriki de saf, dayak yiyen, zannediyor ki seni o zalimle beraber. Misali anlatabildim değil mi? Seni ona hakaret ettiğinden dolayı, o zalimle beraber görüyor. … Komşularda pencereden sarkmış. Onları da şahit gösteriyor. Mahkemeye gidiyor: “Bu adam bu zalimle beraber oldu. Benim ne alçaklığım kaldı, ne edepsizliğim kaldı, ne itliğim kaldı, ne kovulmadığım kaldı, işte bunlarda şahit.” Şahitlerde  “Evet öyle dediler.” Ee bir madde-i insaniye var. Onların sözüyle o adam, bir suç irtikab etmiş şekline girer. Anlatabildik mi acaba? Bu da aynen böyledir.

Hazreti Aişe meselesinde, Hazreti Aişe hakikaten İmam-ı Ali’ye orada cephe almıştır. Fakat biz Efendi’ye bakarız. Efendi tuttu mu tutmadı mı? Yani İmam-ı Ali ne yaptı bu hadisede?

Mesela Talha öldürüldü haber geldi. Zübeyr öldürüldü. Öldürüldükten sonra hariciler oradan çıkmıştır. “Allah sizi cehennemden çıkarmasın kâfir oldunuz. Kılıç vurulur mu, el vurulur mu hiç Talha’ya” dedi. “Yahu düşmanımız o, biz öldürürüz öyle dersin, hariciyiz!” dediler, onlar da cephe aldılar. Anlatabildik mi acaba? Orada bir şey olmasa Ali öyle der mi? Delilin bir tanesi de o dur.

Şimdi ne yapalım, diyorlar. Aişe de deve üzerinde. Cemel devedir işte. Şecaatle hamle yapıyor. “Sakın ha!” diyor. “El vurmayın, nihayet devenin ayağını kesin!” dedi. Devenin ayağı kesildi, bir deveden diğer deveye atladı. Ali o güne kadar hicap ediyor. Peygamber’in haremi diyor. Çok sevdiği bir hanımı diyor. Büyük hukuk var, diyor. Anlatabiliyor muyum? Ve karşısına çıkmıyor. Etrafındakilere “İncitmeden halledin, ben çıkmayayım karşısına utanırım!” diyor. Anlatabiliyor muyum inceliğini? Bu acayip bir şeydir bu, adamın tüyleri ürperir. E yine hamle yapıyor filan deyince, “Mecburen çıkacağım” diyor ki: “Filan günü hatırlar mısın? Talakın benim elimdedir, ayırayım mı, Peygamber’den? Tatbik edeyim mi şimdi!” “Dehalet ederim diyor, beni affet!” diyor. Anlatabildim mi? Ondan sonra yine ümmü'l- mü’minin hitabı ile izaz-ı[51] ikram ile Aişe senelerce ağladığı halde ziyaret edince:

 “Evlatla anne arasında olan bir hâlettir, olur aile arasında bazen böyle şeyler, bunu hatırına getirip de beni rencide etme!”

 “Seni rencide ettim ben Ali!” dermiş.

Hadi ders, konuşmamız burada yeter daha bu uzun sürer amma bu kadarlık yeter.



[1] Mebde': Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.
[2] Maad:  (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi işler.
[3] Casiye Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime  اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ وَاَضَلَّهُ اللّٰهُ عَلٰى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلٰى سَمْعِه۪ وَقَلْبِه۪ وَجَعَلَ عَلٰى بَصَرِه۪ غِشَاوَةًۜ فَمَنْ يَهْد۪يهِ مِنْ بَعْدِ اللّٰهِۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ 
Meali: (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?
[4]Savlet: Atılma, saldırma, hücûm gibi anlamlara gelmektedir.
 ⁵Satvet: Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. Zorluluk.
[5] İntibar: Kabarma, şişme.
[6] Lübb:   İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası. Akıl, içli şeyin içi.
[7] Galat:   Hata. Yanlış. Kaideye uymaz söz.
[8] Tashih  Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek. Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.[9] Buhari ve Müslim; Bezzar, Müsned hadis no: 1767.
[10] Haşr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Meali: O, öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
[11] Hukuk-u İbad    K: Akidler ve muamelelerle alâkalı hukuk. İnsanlarla olan muamelelerimizdeki haklar. Ferde ait olan hususi haklar. (Bak: Musibet-i amme)
[12] Hud Suresi 117’nci Ayet-i Kerime  وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُونَ
Meali Senin Rabbin, halkları iyi ve ıslahatçı iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.
[13] Muslih: Islah eden. İyileştiren. Terbiye edici.
[14] İlâ-âhir: Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.)
[15] Beyyinat: (Beyyine. C.) Beyyineler. Bürhanlar
[16] Merbut: Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
[17] Damhar: Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse.
[18] Yakaza: Uyanıklık. Dikkatte olma.
[19] Sueda (Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.
[20] Serra: Kolaylık, rahatlık, genişlik.  Sevinçli oluş.  Bolluk.
²¹ Berra: Bereketli, mübarek,  İyilik, fazilet sahibi,
²²Alâ-meratibihim: Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.
[22] Matbah(a): Mutbah. Yemek pişirilen yer.
[23] İdbar: Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik.
[24] Akide: İnanılan ve itikad edilen esas. İmân.
[25] Enfal Suresi 46’ncı Ayet-i Kerime وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ
Meali: Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
[26] Tahsin: Beğenmek ve alkışlamak. Tezyin eylemek, güzelleştirmek. İyi ve güzel bulmak.
[27] Satvet : Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. Zorluluk.
[28] Cebir: Zabtetmek. Zor. Kuvvet. Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek.
[29] Emirnâme: yetkili bir makamca düzenlenmiş yazılı buyruk.
[30] Muâheze: Tenkit, eleştiri, Kınama, paylama, ayıplama.
³⁰Muhaveze: Muhalefet, uyuşmazlık.
[31] Buhul: Tamahkârlık, cimrilik. ³²Leim: Alçaklık, zelillik, rezillik
[32] Hud Suresi 112. Ayeti Kerime   فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْاۜ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَبَص۪يرٌ  
Meali: İşte bundan dolayı emrolunduğun gibi doğru ol! Beraberindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar). Aşırı gitmeyin! Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.
[33] Samedanî: Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus.
[34] Ahzab Suresi 72’nci Ayeti Kerime “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.”
[35] Tebeddül:Başkalaşmak. Değişmek. Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek
[36] Enfal Suresi 17’nci Ayet-i Kerime : فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْۖ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَٓاءً حَسَنًاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Meali: Sonra onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir.
[37] Fetih Suresi 10’ncu Ayet-i Kerime :  اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا۟
Meali: Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.
[38] Muahede: Karşılıklı yeminleşme, anlaşma.
³⁸Mubâyaa: Alış-veriş,  satın alma,
[39] Mübellig: Tebliğ eden. Bildiren. Duyuran. Büyük câmilerde imamın dediklerini tekrar eden kimse.
[40] Riyaset: Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık
[41] Kebair: (Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar.
[42] Ulya: (Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan.
[43] Mükevvin: Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin eden. (Bak: Tekvin)
[44] Tekevvün: (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. Şekillenmek. Var olmak.
[45] Mürekkeb: (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış. Yazı yazmaya mahsus boya terkibi. Karışmış, muhtelit. Bitecek yer, münbit. Asıl, esas.
[46] Ganaim: (Ganimet. C.) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.
[47] Ezvac: Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar. Kocalar.
[48] Tahdid: Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. Tarif etmek. Bir şeyi kasdetmek. Keskin etmek. Bilemek.
⁴⁸Ta’lik: Belli lafızlarla nikâh akdinin bozulması, boşama ve boşanma anlamında fıkıh terimi. ⁴⁹ Dehalet: Dâhil olma, içeri girme, ev halkına veya aşirete katılma
[50] Necabet: Neciblik, temiz soyluluk. Huy temizliği.
[51] İ'zaz: Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.


Bu fünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır (İmam Zeynelabidin)

 [i] Gazel 1

Metin (Düzenle)

Kad enâr el-aşkı li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ

Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm
Meyde teşvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ

Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i aşktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ

Eylemez halvet-sarây-i sırr-i vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ

Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ

Aşk kilki çekti hat levh-i vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hak isbâtında nefyi- mâ’adâ

Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun aşktan
Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ 

[ii] Gazel 246 Fuzuli

Olsaydı bendeki gam Ferhâd-i mübtelâde
Bir âh ile verirdi bin Bisütûn’ı bâde

Verseydi âh-i Mecnun feryâdımın sadâsın
Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvade

Ferhâd’a zevk-i sûret Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre her kim ancak benim belâde

Eşk-i revânıma il cem’oldu var ümîdim
Kim ola vara vara cem’iyyettim ziyâde

Geh gamzen içmek ister kanımı gâh çeşmin
Korkum budur ki nâ-geh kanlar ola arade

Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et
Kim düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde

Ger görmemek dilersen resm-i cefâ Fuzûlî
Olma vefaya tâlib dünyâ-yi bi-vefâde

[iii]

 

2 yorum:

Ehli Hakikatımsürerim yolu insanı kamilin olmuşum kulu dost Elinden içtik muhabet dolu abıhayat işte budur Erenler

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017